FOUCAULT, NİETZSCHE VE MARX
Son yirmi otuz yılda Batı'yı güçlü bir siyasi muhafazakârlık dalgası etkisi
altına aldı. Bir dizi ülkede muhafazakâr siyasi partiler iktidara geldiler, hem
de ideolojik olarak yeni saflar oluşturma yolunda bariz bir eğilim gösteren bir
siyasi iklimde. 1945 sonrası dönemde sosyal demokratlar kadar muhafazakâr
partiler tarafından da kabul edilen Keynesçiliğin çözülmesiyle birlikte,
muhafazakâr partiler, yeniden canlanmış ve radikal bir muhafazakârlığın
himayesinde iktidara geldiler. Ben ce böyle bir olgunun uzun vadeli etkisinin
önemi üzerinde ne kadar durulsa azdır. Ne de olsa, Yeni Sol'un filiz verdiği
günlerden beri daha sadece yirmi beş yıl geçti. Yeni Sol artık tamamen eskimiş
bir şey gibi görünüyorsa da, o zamanlar birçok kişinin -hem bu harekete
kesinlikle karşı olanların hem de destekleyenlerin-sanayileşmiş ülkelerin
dokusunda derin değişimler olduğunu düşündüğünü unutmamak gerekir. O yüzden
birkaç yılın deneyiminden çıkarak aşırı genelleme yapmamak konusunda dikkatli
olmamız gerekir. Savaş sonrası dönemde sosyal bilimler buna çok meyilliydiler.
On beş yıldır artan büyüme oranlarından ve Batılı liberal demokrasilerdeki
görece istikrarlı "mutabakat siyaseti"nden hareket ederek, şaşaalı
"sanayi toplumu teorileri" yaratıldı ve belirsiz bir geleceğe kadar
sürekli genişleme senaryoları yazıldı. Hu tür teorilerin çoğu böylesi hırslı
genellemeler yapmak için gereken tarihsel duygudan yoksundu ve ciddi
eksiklikler içerdikleri gösterildi.
Bu çekinceleri akılda tutarak baktığımızda, siyaset teorisinde ihmal
etmenin akıllıca olmayacağı önemli gelişmeler olduğunu görüyoruz. Bunları
Anglo-Sakson dünyası bağlamında tartışmaktansa, Fransa'da kayda değer bir kötü
ün kazanmış olan siyasi "yeni muhafazakârlığın bazı yönleri üzerinde
odaklanacağım. İngiltere ve ABD'deki yeni muhafazakârlıklar ile Fransa'daki
"yeni filozoflar" arasında bir fark vardır. İlk muhafazakârlık
özellikle monetarizmin etkisiyle bağlantılı olarak sivil toplum alanı üzerinde
odaklanıyordu; siyasi içerimler adeta iktisat teorisi tarafından
yönlendiriliyordu. Öte yandan yeni filozoflar devleti ve iktidarı
keşfetmişlerdi. Yazıları büyük çoğunlukla tumturaklı bir havadaydı ve bir din
değiştirme deneyiminin izlerini taşıyordu. Çünkü yeni filozoflar 1968
"Mayıs olayları"nın hayal kırıklığına uğramış, kendilerini
özgürleşmiş bir insanlık dünyasında değil bir barbarlık çağı içinde bulan
kalıntılarıydı. Marx'tan Nietzsche'ye geçmişlerdi.
Bırakalım yeni filozoflar adına Bernard-Henri Levy konuşsun:
Ben faşizm ile Stalinizm arasındaki kirli ittifakın piçiyim. Bir şair olsaydım,
hayatın ve geleceğin bizim için sakladığı yeni Gulagların dehşetini şarkıya
dökerdim. Bir müzisyen olsaydım, yıkıntılara sığınmış kaderlerini bekleyen
kaybedenlerin aptalca kahkahasını ve iktidarsız gözyaşlarını, korkunç homurtularını
anlatırdım. Bir ressam (bir David değil de bir Courbet) olsaydım, Santiago'nun,
Luanda'nın ya da Kolyma'nın üzerinde alçalan toz renkli gökyüzünü çizerdim.
Ama ben ne ressamım, ne müzisyen, ne de şair. Ben filozofum, fikirleri ve
sözcükleri kullanan biri aptalların çoktan ezip pestilini çıkardıkları sözcükler
bunlar. Bu yüzden, dilimin sözcükleriyle, kıyımlardan, kamplardan ve ölüm
yürüyüşlerinden, gördüğüm ve aynı zamanda hatırlamak da istediğim insanlardan
ve ötekilerden bahsetmekten öte bir şey yapmayacağım. Halklarına bazen mutluluk
bile vaat eden gülümseyen Prensler'in yeni totalitarizmini açıklayabilirsem
kendimi işimi yapmış hissedeceğim. [Kitabım]... bu yüzden çağdaş konuşma ve
pratiklerin sisi içerisinde insan yüzlü bir barbarlığın izini dikkatle süren
bir "bugünün arkeolojisi" olarak okunmalıdır.[ Bernard-Henri Levy,
Barbarism with a Human
Face, New York, 1980, s. x.]
Günümüzün barbarca dünyasının aslında yüzeysel bir insanlık maskesinden
ibaret olan bir "insani yüze" sahip olduğunun fark edilmesi,
günümüzde devletin halk adına eylemde bulunma iddiası güttüğünün kabulünü
temsil eder. Ama çağdaş devletin "insani yüz"ü bir bilimcilik,
bürokrasi ve yüksek askeri teknoloji çağında korkunun giderek yoğunlaşmasının
karşı kefesinde yer alır ve ((Eugene Fleischmann, "De Weber à Nietzsche", Archives européennes de sociologie,
c. 5,1964.)) evrensel bir kurumun, eşgüdümlü iktidar olarak devletin sığ bir biçimde
gizlenmesidir. Şimdi, yirminci yüzyıl son derece yıkıcı iki dünya savaşının
yüzyılıdır; Nazizmin dehşeti, hatta Stalinizmin aşırılıkları bile yeni
şeyler sayılmaz.
Peki, bu keşfetme şoku neden?
Marx'ı bütün bütüne terk edip Nietzsche'yi böylesine şiddetle kucaklamak
neden?
Şüphesiz bunun Fransa’ya veya Avrupa solunun Stalinizmin gerçeklerini kabul
etmekte gönülsüz davranmış kesimlerine özgü nedenleri vardır; Soljenitsin'in
Gulag hakkında anlattıkları Fransız solcu çevrelerde İngiltere veya ABD'de
olduğundan çok daha sarsıcı bir etki yaratmıştır. Ama sanırım işin içinde,
Marksizmin ve Marx'ın düşüncesinin de kaynağını oluşturan
düşünsel geleneklerle ilgili daha derin etkenler de vardı.
Marksizm, on dokuzuncu yüzyıl Avrupası'nın, ekonomi politiğin eleştirisi
yoluyla geliştirilmiş bir yaratımıydı. Marx
bu tür bir eleştiriyi formüle ederken, mücadele etmeye çalıştığı toplumsal
düşünce biçimlerinin belli özelliklerini massetmişti: Özellikle de modern
(kapitalist) devletin, ekonomik mübadele ilişkilerinin ulusal ve uluslararası
alanda genişlediği bir ortamda, öncelikle özel mülkiyetin haklarını garanti
altına almakla ilgilendiği anlayışını. Klasik Marksçı metinler gelişkin bir
devlet teorisinden yoksun oldukları gibi, daha genel anlamda tatmin edici bir
iktidar anlayışından da yoksundular. Marx
sınıf iktidarı ya da sınıf tahakkümü hakkında bir analiz sunuyordu, ama
burada vurgu iktidarın kökeninde "sınıf'ın olduğu üzerindeydi. Hem devlet,
hem de Marx'in bazen kullandığı deyimle "siyasi
iktidar”, gelecekte ortaya çıkacağı tahmin edilen sosyalist toplumda
sınıfların ortadan kalkmasıyla birlikte aşılacaktı. Bu nedenle Marx (mülkiyetin radikalleşmesi) ile Nietzsche (iktidarın radikalleşmesi) arasında, hayal
kırıklığına uğrayanlar için bir tür açık kapı bırakan belli bir zıtlık vardır. Bu kapı galiba tek yöne doğru -Marx'tan Nietzsche'ye açılmaktadır çünkü Nietzsche modernist yanılsamalarını yitirmekle birlikte sinizme ya da hissizliğe
sapmayanlar için bir sığınak sunar. Hem Marx'tan
hem de Nietzsche’den yola çıkmanın getirdiği zihinsel yükü omuzlanmaya
hazırlıklı çok az kişi vardır. Bunu deneyenler arasında belki de en ünlü örnek Max Weber’dir; o da, Fleischmann'ın belirttiği gibi,
sonuçta Nietzsche'ye yakın bir konuma gelmiştir.[ Eugene Fleischmann, "De
Weber à Nietzsche", Archives
européennes de sociologie, c. 5,1964.] Weber'in 1918-19'da, "Bir Meslek Olarak
Siyaset"te dünya hali hakkındaki karanlık düşünceleri aslında Lévy'yle bazı yankılar paylaşır ama bu yazarın
hoşlandığı belagat uçuşlarına yer vermez.
Max Weber’e yapılan gönderme, şüphesiz bize
Nietzsche'nin toplumsal teori üzerindeki etkisinin hiç de çağımıza özgü bir
olgu olmadığını hatırlatır. Aslında, Aklın Yıkımı adlı kitabı yazan
Lukács gibi, Nietzsche'yi Alman düşüncesinde, tam da faşizmin zafer
kazanmasıyla doruk noktasına ulaşan irrasyonalizm dalgasını güçlendiren zararlı
bir etki olarak görenler de vardır. Ama bugün Nietzsche'ye duyulan ilginin
yeniden canlanmasında yeni bir şey vardır. Nietzsche daha önce Fransız entelektüel çevreleri
üzerinde etkili olmamıştı; kısmen Nietzsche’den ödünç alınan düşüncelerle de yalnızca
yeni bir muhafazakârlık kurulmaz.
Yeni filozofların yazılarını ayrıntılı olarak tartışmaktansa, dikkatimi Foucault üzerinde yoğunlaştırmak istiyorum.
Foucault'nun son yazıları, öncelikle iktidarla ilgili olanlar şüphesiz ilk
yazıların bazı vurgularını korumaktadırlar. Foucault’nun tarihsel çalışmaları
onun "soykütüğü" adını verdiği şey tarafından biçimlenmiştir; Foucault bununla "bilgilerin, söylemlerin,
nesne alanlarının vs. kuruluşunu, ister olaylar alanıyla bağlantılı olarak
aşkın bir nitelikte olsun, ister bütün tarihte kendi boş kimliğinin peşine
düşmüş olsun, bir özneye başvurmak zorunda kalmaksızın açıklayan bir tarih
biçimi"ni kastediyordu.[ Michel Foucault, Power, Truth, Strategy, Sydney, 1979, s. 35.] Foucault, kendisi bu terimden hoşlanmasa da
genellikle "post-yapısalcılık" içinde zikredilir. Bu nedensiz de
sayılmaz. Foucault, Saussure ve Lévi-Strauss
tarafından gündeme getirilen öznenin merkezsizleştirilmesi temasını
sürdürmüş ve işlemiştir. Foucault'nun yapıtında, öznenin merkezsizleştirilmesi
hem metodolojik hem de, belli bir anlamda, tözel bir olgudur. Tarih insan
öznelerinin ifşa edildiği epistemeler, (Foucault'nun sonraki döneminde) iktidar
alanları içinde kurulmuştu; ve şu dönemde belli bir öznellik kuruluşu tipinin
hâkimiyeti altındaki bir çağın sonuna varmak üzereydik. "Bireyin
sonu"na tanıklık ediyorduk; Horkheimer ile Adorno'nun hayatlarının
sonlarına doğru gittikçe daha fazla kullanmaya başladıkları terimle arasında
keskin bir karşıtlık olan bir tabirdi bu.
Bence Foucault'nun son yazılarında çok güçlü Nietzscheci temalar vardır;
ama bunlar Fransız çağdaşlarının başvurduğu kavramlardan hatta Foucault'nun en
yakınındaki Deleuze'ünkilerden bile epeyce farklı (ve bazı açılardan çok daha
ilginç) bir biçimde kullanılmışlardır. İktidarın her şeyi kuşatan karakteri,
değerlere ve hakikate öncelikli olması ve bedenin iktidarın tecavüz etiği
yüzey olduğu fikri de bu temalar arasındadır. İktidar, Foucault’ya göre,
Marksist teoride zuhur ettiği şeklin, o büyülü ve çok peşine düşülen hayaletin
(sınıf tahakkümünün, tarihin ileri yönelik hareketiyle aşılabilecek meşum bir
ifadesi) tam zıttıdır. İktidar, Foucault'ya göre, tabiatı gereği baskıcı bir
şey, sadece hayır diyebilme yeteneği değildir. Eğer iktidar bundan ibaret
olsaydı, diye soruyordu Foucault, ona gerçekten tutarlı bir biçimde itaat eder miydik? İktidar etkili
oluyordu çünkü salt baskıcı bir ağırlık, karşı konulacak bir yük gibi hareket
etmiyordu. İktidar aslında her şeyin olmasını, şeylerin, bilginin, söylem
biçimlerinin ve hazzın üretilmesini sağlayan araçtı. İktidar teorisi Foucault'nun cinsellik tarihinin tarihinin eksenini
oluşturur. Bu olguyu bugün çağdaş
Batı toplumunda anladığımız cinsellik, Foucault'ya göre, iktidarın ürünüydü;
iktidar cinselliği bastırıyordu. Cinselliğin modern zamanlarda özgül bir siyası
anlamı vardı çünkü beden disiplini ile nüfusun kontrolü arasındaki kesişimde
yer alan özellikler ve faaliyetlerle ilgiliydi. Bununla Foucault’nun bence en
parlak çalışması, iktidar konusunda söylediği bütün önemli şeylerin odak
noktası olan hapishanenin kökenleri hakkındaki açıklamasında bariz bağlantılar
vardır. Bu yapıtın bilindiğini varsaydığım için savlarını ayrıntılı olarak
aktarmaya çalışmayacağım. Foucault'ya göre on dokuzuncu yüzyılda Batı
toplumlarında hapishanenin yaygın bir biçimde benimsenmesi iktidar
alanlarındaki çok önemli bir geçiş dönemi ne işaret ediyordu. Cezalandırma
alanında, halka açık infazların, işken cenin ya da diğer
"gösteriler"in yerini hapsetme almıştı. Bir "çifte değışim
süreci" söz konusuydu: Gösterinin ortadan kalkması ve acı vermenin yerine
özgürlükten mahrum bırakmanın ve ıslah edici disiplinin geçmesi. Bu,
"temsili, sahne benzeri, anlamlandırıcı, kamusal kolektif modele dayalı
bir toplum düzeni tipinin ortadan kalkmasını ve bir başka, "zorlayıcı,
tüzel, tekil, gizli cezalandırma iktidarı modeli"nin ortaya çıkmasını
özetliyordu[Foucault, Discipline and Punish: The Birth
of the Prison, Londra, 1977, s. 131 (Türkçesi: Hapishanenin Doğuşu,
çev. M.A. Kılıçbay, İmge Y„ Ankara, 1992).]
Disiplin ve gözetleme hapishanenin iki temel veçhesiydi, Foucault'ya göre;
ve bunların hapishaneye özgü olmadıklarını görmek temel önemdeydi. Aksine,
bunlar on dokuzuncu yüzyıl sanayi kapitalizminde öne çıkmış olan bir dizi başka
organizasyonda da yaygın olarak kullanılıyorlardı: Disiplin, diyordu Foucault,
fabrikalarda, "bürolarda, hastanelerde, okullarda, kışlalarda vs.
iktidarı bedenden koparıyordu ki bu bedene damgasını vuran geleneksel
uygulamaların tam tersiydi — cezalandırma alanında, bu damga herkesin gözü
önünde, sözün mecazi olmayan anlamıyla vurulurdu. Aynı zamanda, iktidarın
"içselleşmesi" vurgulanıyordu. Disiplinci iktidar, Foucault’nun
tabiriyle, "görünmezliği yoluyla uygulanıyordu"; onu yaşayanlar bu
yeni iktidar teknolojisine razı oluyorlardı ve onların rızası bu yeni
teknolojinin temel bir parçasıydı. Bu bağlamda bu kavramlarla Sennett'in
yapıtlarında -sadece Otorite adlı kitabında değil, daha önceki
yapıtlarında da- geliştirdiği otorite analizi arasında nasıl bir bağlantı
kurulabileceğini görmek güç değildir. Sennett, sınıfın 'gizli yaraları"
deyimiyle, benim anladığım kadarıyla, sadece sınıf tahakkümünün açtığı
"yaralar"ın "gizli" olduğunu değil, aynı zamanda çağdaş
kapitalizmde sınıf tahakkümünün doğasının, "görünmezliği yoluyla
uygulanması" olduğunu da kastediyordu.
Ama Foucault, disiplinci iktidarın görünmezliğinin
gözetlemede görünür bir muadili ve sürdürücü mekanizması olduğunu kabul
ediyordu. Bireylerin sürekli "gözlem altında" olmaları gerektiği
fikri, diyordu Foucault, disiplinin doğal bir parçasıydı; zira
disiplin dışsal olarak "uysal bedenler"in davranış düzenliliği içinde
tezahür ediyordu. Nitekim hapishanenin tipik örneği, Bentham’ın merkezinde bir
gözetleme kulesi olan Panoptikon planıydı. Ama bu disiplin/gözetleme ilişkisine
kaçınılmaz olarak eşlik eden fiziksel planın yalnızca "ideal" bir
biçimiydi. Çünkü disipliner iktidar mekânın özgül olarak kuşatılmasını, mekânın
özel özdeşleşme ya da faaliyet ölçütlerine göre dilimlenmesini içeriyordu. Bu
tür mekânsal tecrit fabrikaların, büroların ve az önce bahsettiğim diğer
organizasyonların o kadar ayrılmaz bir parçasıdır ki bunların hepsinin
hapishaneye benzemesi bize şaşırtıcı gelmemelidir. Marx için modern çağı örnekleyen yer fabrika
ya da üretim yeri iken Foucault için bunun her yerden önce hapishane ve tımarhane olduğunu söylemek çok
zorlama olmaz herhalde. Bu karşıtlığın da, Marx'in yerine Nietzsche'nin
konmasının Foucault'daki özel versiyonunu ifade ettiği de eklenebilir.
Burada, Foucault'nun yapıtının önemini çok iyi değerlendirmemiz gerekir;
bence bu yapıt idari iktidar teorisine, Max Weber'in bürokrasi hakkındaki
klasik metinlerinden beri yapılan belki de en önemli katkıdır. Yine de, etkisi
altına fazlaca girmemek de aynı derecede önemlidir: En sonunda toplumsal
teorideki "Nietzscheci yeniden canlanma"nın reddi noktasına varacak
bir dizi gözleme işte böyle bir bağlamda başlıyorum. Foucault'nun iktidar,
disiplin ve gözetleme hakkında söylediklerine birkaç önemli itiraz getirmek
istiyorum; bunlar sonuçta bizi yeni filozofların attıkları nutukların gündeme
getirdiği meselelere geri döndürecek. Dile getireceğim noktaların hem bir bütün
olarak, mevcut haliyle toplumsal teori hem de siyaset meseleleri için önemli
olacağına inanıyorum.
1-Bence Foucault’nun da içinde bulunduğu "post-yapısalcı" düşünce
üslubundan kopmak çok önemlidir. Foucault disipliner iktidarın genişlemesiyle
sanayi kapitalizminin yükselişi arasında bağlantı kurar gibidir, ama çok genel
bir biçimde. İlk yapıtlarında bahsettiği "epistemik dönüşümler" gibi,
iktidarın geçirdiği dönüşüm de "öznesiz tarih"in karanlık ve gizemli
arka planından kaynaklanıyordu. Eğer bu tabir insanın kendi kendine
yabancılaşmasını aşama aşama aşması şeklindeki Hegelci görüşe karşılık
geliyorsa, "tarihin öznesinin olmadığını" kabul ediyorum; öznenin
merkezsizleştirilmesi öznelliği bir veri olarak alamayacağımız anlamına
geliyorsa onu da kabul ediyorum. Ama eğer bu terim insani toplumsal olayların
ilgili kişilerin hiç farkında olmadıkları güçler tarafından belirlendiği
anlamında kullanılıyorsa, "öznesiz tarih" fikrini hiçbir biçimde
kabul etmiyorum. Yapılaşma teorisini tam da bu görüşe karşı çıkmak için
geliştirdim. [ Central Problems
in Social Theory, Londra, 1979.] Yapılaşma teorisinde, eylemlerinin açıkça fark edilmemiş koşullarının ve
niyetlenmemiş sonuçlarının oluşturduğu tarihsel olarak özgül sınırlar içinde
hareket etmelerine rağmen insanlara her zaman ve her yerde bilgi sahibi
failler olarak bakılır. Foucault'nun "soykütüksel yöntem''i, bence,
yapısalcılığın Fransız düşüncesine soktuğu, aşkın öznesi olmayan tarih
ile bilgi sahibi insan özneleri olmayan tarih arasındaki karışıklığı
sürdürür. Oysa bunlar çok farklı iki şeydir. İlkini reddetmemiz, ama İkincinin
çok büyük önem taşıdığını fark etmemiz gerekir; Marx bu önemi şu ünlü gözleminde özlü bir
biçimde ifade eder: İnsanlar "tarihi yaparlar, ama kendi seçtikleri
koşullarda değil."
2-Bu ilk itirazın Foucault'nun hapishane ve klinik hakkındaki analizleri
için somut içerimleri vardır. "Cezalandırma", "disiplin" ve
özellikle de "iktidar"dan genellikle tarihin failleri, hatta gerçek
failleri bunlarmış gibi bahseder. Ama hapishanelerin, kliniklerin ve
hastanelerin gelişimi, onları tasarlayanların, kurulmalarına yardım edenlerin
ya da içinde yatanların "ötesinde" ortaya çıkmış bir olgu değildi.
Ignatieffin hapishanelerin kökenleri hakkındaki çalışması bu açıdan Foucault’yu
dengelemektedir.[
Michael Ignatieff, A Just Measure of Pain, Londra. 1978.] On dokuzuncu yüzyılda hapishane sisteminin yeniden düzenlenmesi ve
genişlemesi, devlet yetkililerinin yerel cemaatin yaptırım süreçlerinin artık
hükmünün kalmadığı büyük kent alanlarındaki uyumsuzları kontrol etmenin yeni
yollarını oluşturma ihtiyacını hissetmeleriyle yakından bağlantılıydı.
3-Foucault hapishane ile fabrika arasındaki analojiyi biraz fazla
abartmıştır. Kapitalizmin ilk yıllarında bazı işverenlerin iş disiplinini
pekiştirmek için bilinçli bir biçimde model olarak hapishanelere baktıklarına
şüphe yoktur. Bazen fiilen köle emeği kullanılmıştır. Ama hapishane ile fabrika
arasında iki temel fark vardır. "Çalışma" hapishane dışındaki
bireylerin günlük hayatlarını işgal eden (normalde en fazla zamanını götürse
de) sektörlerden yalnızca birini oluşturur. Çünkü kapitalist işyeri,
Goffman'ın terimiyle bir "total kurum" değildir; oysa hapishane
böyledir, klinik ve hastane ise böyle olabilir. Daha da önemlisi, işçi
fabrikaya ya da büroya zorla hapsedilmiş değildir, işyerinin kapısından içeri
"özgür ücretli emek" olarak girer. Bu da formel olarak
"özgür" bir işgücünün "yönetilmesi" ile ilgili tarihsel
olarak özgül sorunlara yol açar; Pollard'ınki başta olmak üzere bu konuyu
analiz eden ilginç çalışmalar vardır.[ Sidney
Pollard, The Genesis of Modern
Management. Londra, 1965.] Aynı zamanda, hapishane disiplininin normal
işleyişinin bir parçası olmayan işçi direnişi biçimlerine (özellikle
sendikalaşma ve kolektif olarak işten el çekme tehdidi) de kapı açar.
Foucault’nun disiplinin ürettiğini söylediği "uysal bedenler" sık
sık o kadar da uysal olmadıklarını ortaya koyarlar.
4-Foucault, Nietzscheci "kuşkucu yorumbilgisi"yle uyumlu bir biçimde,
hapishaneyi disiplin olarak iktidarın numunesi şeklinde ele alarak,
"burjuva” ya da "liberal özgürlükler" ve bunların esinledikleri
reformist iştiyak hakkında fazla olumsuz bir görüş getirmiştir. Liberal özgürlükleri
baskıcı ve sömürücü sınıf tahakkümünün ideolojik birer kılıfı olarak gören
Marksçı "kuşkucu yorumbilgisi"ni hepimiz gayet iyi biliriz. Sanayi
kapitalizminin ilk yıllarında "özgür ücretli emeğin" özgürlüğünün
büyük ölçüde düzmece olduğunu, işçi tarafından denetlenmeyen koşullarda
işgücünü sömürmenin bir aracı olduğunu kimse inkâr edemez. Ama "salt"
burjuva özgürlükleri olan seyahat özgürlüğü, yasa önündeki formel eşitlik ve
siyasi olarak örgütlenme hakkının, yirminci yüzyılda bunların büyük ölçüde
bulunmadığı ya da fena halde budandığı totaliter toplumlar deneyimi ışığında
görüldüğünde son derece gerçek özgürlükler olduğu ortaya çıkmıştır. Foucault,
"hapishane reformu"nun hapishanenin kendisiyle birlikte doğduğunu
söylemiştir: Reform hapishanenin programının bir parçasıdır. Ama aynı şey, hem
de daha az ironik bir biçimde, feodalizmin çöküşüyle birlikte ortaya çıkan
çeşitli siyasi ve ekonomik dönüşümler için de söylenebilir. Liberalizm
despotizmle, mutlakiyetçilikle ya da totalitarizmle aynı şey değildir ve
burjuva rasyonel, evrensel adalet ethos'u da hapishaneler ve hapishane
reformlarıyla aynı çift yönlü karaktere sahiptir. Şu çok önemli farkla: Nüfusun
geri kalanının formel olarak sahip olduğu haklar mahkûmlara verilmez. Birlikte
ele alındığında, sözleşme özgürlüğü ve siyasi örgütlenme özgürlüğü, hem
kapitalizmin siyasi ve ekonomik düzenlerine bir meydan okuma hem de bu düzenler
içindeki etkili bir değişim gücü niteliğine sahip olmuş olan işçi
hareketlerinin doğmasına yardımcı ol muştur.
5-Foucault'nun analizlerinde şaşırtıcı bir "eksiklik" vardır:
Devlete dair bir açıklama. Marx'ta bu eksiklik ekonomi politikle uğraşmış olmasına
bağlanır. Foucault'da ise insan bunun disiplin olarak iktidarın her yerde
bulunmasıyla bağlantılı olduğundan şüpheleniyor. Devlet, Foucault'nun büyük
harflerle "hesaplı tabi kılma teknolojisi", başkalarını idare eden
disiplin matrisi olarak betimlediği şeydir. Eğer Foucault buna inanıyorduysa, bu olsa olsa kısmi bir
hakikattir. Biz yalnızca "devlet" teorisine değil, aynı zamanda devletler
teorisine de ihtiyaç duyuyoruz ve bu noktanın hem "içsel" hem de
"dışsal" içerimleri vardır. "İçsel olarak", bizatihi
"devlet"in varlığının liberal ilkeleri olumsuzladığını iddia etmek
saçmadır. İktidarın yaygınlığından ve devletin meydan okunamaz gücünden
gelişigüzel bahsetmek de, devletin aşılmasından bahseden Marksist lafazanlık
kadar zayıf temelli bir gevşeklik yaratır.
"Dışsal olarak" ise, kapitalizmin yükselişi ile devlet sistemi
arasındaki bağlantıyı vurgulayan Tilly ve diğerlerinden söz etmek bence birincil
önemdedir. Foucault şöyle yazmıştı:
Batı’nın ekonomik atılımı sermaye birikimini mümkün kılan tekniklerle
başladıysa, insan birikimini yönetme yöntemlerinin de kısa zamanda kullanılmaz
hale gelen ve yerlerini incelikli, hesaplı bir tabi kılma teknolojisine bırakan
geleneksel, ritüel, yüksek maliyetli, vahşi iktidar biçimleriyle bağlantılı
olarak siyasi bir atılımı mümkün kıldıkları söylenebilir belki de.[ Foucault,
Discipline and Punish,
ss. 220-1.]
Ama bu analiz, genel olarak devletten dem vuran konuşmaların çoğu gibi,
yanıltıcıdır. Hiçbir zaman "kapitalist devlet" diye bir şey olmamıştır;
Foucault'nun bahsettiği iç pasifleştirme süreçlerine şiddet araçlarının
korkunç biçimde devletin elinde toplanmasının eşlik ettiği kapitalist
ulus-devletler olmuştur. Sınıf iktidarının bir aracı olarak kapitalist emek
sözleşmesi ile şiddet araçlarının devlet tarafından temellük edilmesi arasında
dolaysız ilişkiler vardır. [A Contemporary Critique of Historical Materialism, Londra, 1981.] Kapitalist emek sözleşmesi salt ekonomik bir ilişki olarak başlamıştı; bu
ilişkide işveren işyerinde işgücünün kendisine itaat etmesine sağlamak için ne
ahlaki yaptırımlara ne de şiddet yaptırımlarına sahipti. Şiddet araçlarının
emek sözleşmesinden bu şekilde "çıkarılması", itaatin çok büyük
ölçüde Foucault'nun betimlediği yeni iktidar teknolojisi sayesinde sağlandığı
anlamına geliyordu. Ama ulus-devletlerarasındaki ilişkiler bağlamında,
"yüksek maliyetli, vahşi iktidar biçimleri"nin de bu şekilde bir
kenara atılmış olduğu pek söylenemez.
Foucault ve
Nietzsche'den daha dolaysız bir biçimde etkilenmiş olanlar, iktidarın bütün
toplumsal süreçlere kronik bir biçimde ve kaçınılmaz olarak bulaştığında ısrar
etmekte haklıydılar. Bu kabul edilince iktidarla özgürlüğün birbirlerine düşman
olmadıkları, iktidarın zorlama ya da kısıtlamayla özdeşleştirilemeyeceği de
teslim edilmiş olur. Ama iktidarı eylem ve söylemde birincil konuma yükselten
Nietzscheci iktidar radikalizasyonunun bizi baştan çıkarmasına da izin
vermememiz gerekir. İktidar o zaman her şeyin üstünde ve altında bulunan
gizemli bir olgu haline gelir. İktidarın hakikate göre mantıksal bir önceliği
yoktur; anlam ve normlar yalnızca taşlaşmış ya da mistifıye [ yutturmak, kandırmak ] edilmiş iktidar olarak görülemez. Bir iktidar indirgemeciliği de ekonomik
ya da normatif indirgemecilik kadar hatalıdır.
Sh: 267-276
Kaynak: ANTHONY GIDDENS, SİYASET, SOSYOLOJİ ve TOPLUMSAL
TEORİToplumsal Düşüncenin Klasik ve Çağdaş Temsilcileriyle Hesaplaşmalar,
İngilizce Basım: Politics, Sociology and Social Theory Encounters with
Classical and Contemporary Social Thought, Çeviren: TUNCAY BÎRKAN, METİS
YAYINLARI Birinci Basım: Ocak 2000, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar