Print Friendly and PDF

Gayri’lmağdubi Aleyhim vela’ddâllin Ayetinin Tefsiri



"Gazaba uğrayan ve sapıkların (yoluna değil)" (Fatiha 7)
Burada birçok faydalar vardır.
Birinci fayda: Meşhur olan görüşe göre "gazaba uğrayanlar" Yahudilerdir. Ni­tekim Cenâb-ı Allah şöyle buyurur:
"Allah'ın lanet edip aleyhine azab ettiği kimseler" (Mâide 60) Ayetteki "Sapıklar";
"Daha önce muhakkak ki saptılar ve birçok kimseyi de sapıttılar. Onlar düm­düz yoldan sapmışlardır" (Mâde. 77) ayetinin de gösterdiği gibi hıristıyanlardır, "Ya­ratıcıyı inkâr edenlerle müşrikler din bakımından hırıstıyan ve Yahudilerden da­ha pistirler; bu nedenle, onların dinlerinden sakınmak daha evlâ olur denilerek bu görüşün zayıflığı ileri sürülmüştür. Tam aksine evlâ olan, "kendilerine gazab olunan kimselerin görünen amellerde hata eden kimselere (ki bunlar da fasıklardır), "sapıtanlar" sözünün de, inanç bakımından hata eden kimselere hamle-dilmesidir. Çünkü lâfız, umumîdir; umumî olan lâfzı kayıtlamaksa, aslolanın aksi­ne bir hareket tarzıdır. "Kendilerine gazab edilmişlerin kâfirler; "sapıtanların" ise, münafıklar olduğunu söylemek ihtimal dahilindedir. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hakk, Bakara Sûresi'nin ilk beş ayetinde müminleri zikrederek, onları medhetmiş; sonra, O kâfirler yok mu,,.." (Bakara, 6) diyerek, kâfirlerden bahsetmiş; daha sonra da
"İnsanlardan, iman ettik diyenler vardır" (Bakara. 8) diyerek, münafıklardan bah­setmiştir. Burada da, aynı şekilde " diyerek önce müminlerden baş­lamış, sonra diyerek kâfirleri zikretmiş, daha sonra da diyerek, münafıklardan söz etmiştir.

Tefsiri Kebir/ Fahreddin Râzi
******************************************

 (Gazâbına uğrayıp İslâmı terkedenlerin yoluna değil, ha­va ve hevesine uyup doğru yoldan azmışların yoluna da değil.)
 Allah'ın gazabına uğrayanlar Yahudiler; azmışlardan murâd da Hıristiyanlardır. 
Tibyan Tefsiri
**********************************
Kendilerine ihsan ve ikramda bulunduğun yani,   peygamberlerin,   sıddıklarm,   şehidlerin   ve   salihlerin   yoluna girenlerden eyle. Onlar ne güzel arkadaştır. Ey Allah'ım!  Bizi,  doğru yoldan çıkan ve eğri yola giren düşmanlarının zümresine katma. Yani bizi, senin gazabına uğramış olan yahudilerin veya hak yoldan sapmış olan hiristiyanların   zümresine katma.   Çünkü onlar senin  mukaddes  şeriatından  çıktılar ve böylece  gazaba ve ebedî lanete mûstehak oldular. Allah'ım duamızı kabul et.
Safvetüt Tefasir/Sabuni
****************************************
"...Gazaba uğrayanların ve yolunu sapıtanlarınkine değil."

"Gazaba uğrayanlar" ile "sapıtanlar"ın kimler oldukları hususunda farklı görüşler vardır. Cumhur, gazaba uğrayanların yahudiler, sapıtanaların da hıristiyanlar olduğu kanaatindedir. Nitekim Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'dan Adiyy b. Hatim'in İslam'a girişini anlatan hadis-i şerifte bu şekilde açıklanmaktadır. Bu­nu Ebu Davud et-Tayalisi Müsned'inde, Tirmizî de eZ-Cami'inde zikretmiştir.
Bu tefsirin doğruluğuna yüce Allah'ın yahudiler hakkındaki: "... ve Allah'tan gelen bir gazaba uğratıldılar" (el-Bakara, 2/61); "Ve Allah onlara karşı gazap lanmış..." (el-Feth, 48/6) diye buyurmuş olması ile hıristiyanlar hakkında da: "Bundan önce onlar sapıklığa düşmüş, birçok kimseyi saptır­mış ve sonra da dümdüz yoldan sapagelmişlerdir." (el-Maide, 5/7) buyruk­ları da bu tefsire delil teşkil etmektedir.
Gazaba uğrayanların müşrikler, sapıtanlann da münafıklar; "gazaba uğra­yanların bu sûreyi namazda okumayı farz kabul etmeyenler, "sapıtanlar"ın da bunu okumanın bereketinden mahrum kalanlar oldukları da söylenmiştir. Bunu es-Sülemi "Hakaik"inde el-Maverdi de Tefsir'inde zikretmiş ise de bunun doğrulukla ilgisi yoktur. el-Maverdi der ki: Bu reddedilen bir açıklama şeklidir. Çünkü kendisi hakkında haberlerin çatıştığı rivayetlerin karşı kar­şıya geldiği ve görüş ayrılıklarının yaygın olduğu herhangi bir husus hakkın­da böyle bir hükmün verilmesi caiz değildir.
"Gazaba uğrayanlar" ile bid'atlere uyanların, "sapıtanlar" ile hidâyet yo­lundan uzak kalanların kastedildiği de söylenmiştir. Derim ki: Bu güzel bir açıklamadır. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'nın açıklaması ise da­ha önceliklidir, daha yücedir, daha güzeldir.
Kendilerine" buyruğu ref mahallindedir. Çünkü bunun anlamı "kendilerine gazab edilmiş" şeklindedir.
Gazab; şiddet, katılık demektir. Sert tabiatlı kişi için  denilir. Yine bu kelime katılığı sebebiyle oldukça zarar verici, gaddar yılan hakkında kullanılır. kelimesi ise, üstüste katlanan deve derisinden bir parça demektir. Sertliği sebebiyle bu ad verilmiştir.
Yüce Allah'ın sıfatı olarak "gazab"ın anlamı cezalandırma iradesidir. Bu zati bir sıfattır. Çünkü yüce Allah'ın iradesi zatının sıfatlarındandır. Veya biz­zat cezanın kendisi anlamına da gelir. Nitekim: "Şüphesiz sadaka Rabbin gazabını söndürür"buyruğunda "gazap" bu anlamadır. Burada ise fiilî sıfatlardandır
Kurtubi/ ElCamiu li Ahkamil Kur’an
************************************
«Gazaba uğrayanların ve dalâlete düşenlerinkine değil.»
«Bizi dosdoğru yola hidâyet et. kendilerine nimet verdiklerinin yoluna.» Bunların vasfi ve nitelikleri yukarda geçmiştir. Bunlar hidâyet ve istikâmet ehlidirler. Allah'a ve Peygamberine itaat ederler, emirlerini dinler, yasaklarım terk ederler.
«Gazaba uğrayanların yollarına değil.»
Onlar irâdelerini bozmuşlar, hakkı öğrendikten sonra ondan yüz çevirmişlerdir «Sapıkların yoluna da değil.»
Onlar bilgiyi yitirmişler, sapıklığa dalmışlardır Hakkı asla bulamazlar ( ) kelimesinin başındaki lâm ile söze te’kîd verilmiştir. Böylece ortada iki bozuk yol bulunduğu gösterilmektedir; bunlar yahûdi ve hıristiyanların yoludur. Bazı gramer bilginleri buradaki ( ) edatının istisna olduğunu iddia etmişlerdir. ... Bir kısmı da buradaki lâm'ın zâid olduğunu ve sözün takdirinin, «gazaba uğrayanların ve sapıkların dışında» şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu hususta bir de Accâc'dan delil getirmişlerdir. Doğrusu ise bizim önce zikretmiş olduğumuzdur. Bunun için Ebu Übeyd Kasım Ibn Sellâm «Kur’an'ın faziletleri» adlı kitabında Ebu Muâviye'nin... Ömer İbn Hattâb'dan naklettiği bir hadis-i şerifi rivayet eder ki Hz. Ömer bu âyeti şu şekilde okumakta imiş :
Bu isnâd sahihtir. Nitekim Übeyy Ibn Ka b'm da böyle okuduğu rivayet edilir. Bu okuyuşun her ikisinden de tefsir sekimde sâdır olduğu bellidir. Bu da gösteriyor ki: bizim söylediğimiz gibi lâm olumsuzluğun te'kidi için getirilmiştir. Ta ki kendilerine nimet verilenlerin üzerine atfedilme vehmi kalmasın ve iki yol arasında fark olduğu bilinsin de her ikisinden de uzaklaşılsın diye, imân ehlinin yolu hakkı bilmeye ve hak ile âmel etmeye dâirdir. Yahudiler ameli kaybetmişler, hıristiyanlar da ilmi yitirmişlerdir. Bunun için vahûdiler gazaba uğramışlar hıristiyanlar da sapıklığa düşmüşlerdir. Çünkü bir şeyi bilip terk edenler gazaba müstahak olurlar. Halbuki onun durumu bilmeyenden farklıdır. Hıristiyanlar ise birşeyi kasdetmiş olmakla beraber doğruyu bulamamaktadırlar. Çünkü işi yerine yerleştirmemektedirler. Asıl mes’ele hakka ittibadır. Onlar bunu yitirmişlerdir. Yahudi ve hıristiyanların hepsi de gazaba uğramışlar ve sapıklardır. Ancak yahûdilerin en karakteristik vasfi gazaba uğramalarıdır. Hadisler ve eserler böyle vârid olmuştur. Hammâd Ibn Seleme Semmâk kanaliyle... Adiyy Ibn Hâtim'den nakleder ki; O Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a gazaba uğrayanların kimler olduğunu sorduğunda, onlar Yahudilerdir dedi, sapıkların ise hıristiyanlar olduğunu buyurdu. Bu hadisi de Süfyân İbn Üyeyne, İsmail İbn Hâlid yoluyla Şa bi'den ve Adiyy İbn Hâtim'den nakleder. Adiyy'nin bu hadîsinin birçok rivayet şekilleri ve değişik lafizlan vardır ki bunları zikretmek uzun sürer. Abdürrezzâk der ki bana Ma'mer... Abdullah İbn Şakik’ten nakletti ki ona Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’dan işiten birisi haber vermiş, Rasûiullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) vadi el-Kurâ da ve atam üzerinde imiş, Adamm biri Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a «Ey Allah'ın Rasûli bunlar kimlerdir?» diye sormuş, O da, gazaba uğrayanlar Yahudilerdir, sapıklar da hıristiyanlardır buyurmuş. Bu hadîsi Cüreyri, Urve, Hâlid el-Hazza, Abdullah Ibn Şaldk'tan rivayet ederler. Ancak hadis mürseldir, çünkü Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)'dan kimin rivayet ettiği zikredilmemektedir. Urve'nin rivayetinde Abdullah Ibn Ömer ismi geçer. Şüphesiz doğruyu en iyi Allah bilir. İbn Merdûyeh... Ebu Zerr (radiya’llâhü anh.)'den nakleder ki o şöyle demiştir: Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a gazaba uğrayanların kimler olduğunu sordum, yahûdüer buyurdu, ya sapıklar dedim, hıristiyanlardır buyurdu. Süddî, Ebu Salih'ten, Ibn Abbâs'tan, Mürre el Hemedânî'den ve Abdullah İbn Mes'ûd ile Peygamberin ashabından bir cemaatten nakleder ki, gazaba uğrayanlar Yahudilerdir, sapıklar da hıristiyanlardır. Dahhâk ve Ibn Cüreyc, Ibn Abbâs'tan nakleder İki; gazaba uğrayanlar Yahudilerdir, sapıklar da hıristiyanlardır. Rebî' Ibn Enes, Abdurrahman Ibn Zeyd İbn Eşlem ve bir başkası da böyle demişlerdir. Ibn Ebû Hâtaı'in de böyle dediği nakledilir. Bu konuda müfessirler arasında ihtilâf olduğunu bilmiyorum. Bu imamlardan; gazaba uğrayanların yahûdüer, sapıkların da hıristiyanlar olduğunu söyleyenlerin delilleri vukardaki hadis-i şeriflerle, Allah Teâlanın Bakara sûresinde İsrail oğullarına yönelttiği şu hitabıdır : «Nefislerini ne kötü şeye değişip sattılar... Allah'ın, kullarından dilediğine fazlından (kitap) indirmesine hased ederek Allah'ın indirdiğim inkâr ettiler ve gazab üstüne gazaba uğradılar. Küfredenlere hor ve kahr edici azab vardır» (Bakara, 90).
İbni Kesir
**********************************
Gazaba uğrayanlar: Allah'ın rah­metinden uzaklaştırılmış olanlar, şiddetli azapta azaplandınlmış olanlar. Çünkü onlar önce hakkı tanımış, sonra da onu terketmişlerdir. Bunların Yahudiler olduğu söylenmiştir. Yolunu sapıtanlar. Bunların Hıristiyanlar olduğu söylenmiştir.Bizden kabul buyur ve dualarımıza karşılık ver. Bu kelime Kur'an'dan değildir. Ama Fatiha'nın bununla sona erdirilmesi sünnettir.
Furkan Tefsiri
*******************************
"Kendilerine Gazap Edilenler Ve Sapıklar"
 Bir çok müfessir, "kendilerine gazap edilenler"i yahudiler, "sapıklar'* hristiyanlar, "Sirat-i müstakıym"i de "İslam dini'' olarak tefsir etmişler ve yahudilerin "kendilerine gazap edilenler", hristiyanların da "sapıklar" olduğuna dair merfu  bir hadis rivayet et­mişlerdir.
Oysa bu sûre, Kur'an'ın ilk inen sûrelerindendir. Kur'an'm Mekki bolümü, Ehl-i Kitap olan yahudi ve hristiyanlardan daha yumuşak bir şekilde, Hz, Peygamberdin risalet ve davasına onların tanıklığının istenilmesi tarzında bahsetmiştir ki. bu bölümün üslûbu, onların şahitliklerinin risalet ve Kur'anî vahyin doğruluğu hakkında olduğuna delalet etmektedir. Birçok ayet, onların iman etmeleri ve kedilerine Kur'an okunduğun­da huşu ve itaat göstermelerinden bahsetmiştir. Anlaşılan o ki. müslümanlar bir grup olarak onlara ve kitaplılara itibar etmekteydiler.
Sûrenin tefsiri ile ilgili olarak, daha önce bazı ayetleri belirtmiştik. Kur'an ifadele­rinden anlaşılan, yahudilerin çoğun i uğunun ve hristiyan gruplarının gösterdikleri engel­leme, inkar ve düşmanlık tavırlarının sadece hicretten sonra meydana geldiğidir. Bun­dan ötürü diyoruz ki; eğer hadis sahih ise, Medine döneminde söylenilmiştir ve ayetin muhtevası, sonradan böbürlenip inat eden yahudi ve hristiyanlara tatbik edilmiştir. Zira yahudiler bilinçli bir biçimde olumsuz tavır gösterdiler ve Allah'ın gazabına mustehehak oldular ki, onlar hakkındaki bu durumu birçok Medeni ayet tescil etmişi ir,  Mesela:
"Ne zaman ki, on/ara Allah katından, yanlarında bulunan(Tevrat}ı doğruların bir kitap(Kur'an) geldi; daha önce inkar edenlere karsı yardım isleyip dururlarken, o bil­dikleri (Kur'an) kendilerine gelince onu inkar ettiler; artık Allah'ın laneti inkarcıların üzerine olsun".
"Allah'ın kullarından dilediğine lütfetmesiyIe (vahy) indirmesini çekemeyerek. Allah'ın İndirdiğini inkar etmek için kendi/erini ne alçak şeye saptılar da. gazap üstüne gazaba uğradılar. İnkar edenler için alçaltın bir azab vardır." (Bakara. 2IH9-90) Ayrıca hristiyanlar, birçok ayetle belirtilen sapıklıklarından ötürü olumsuz tavır takındılar ki, şu ayetler onlardan bahsetmektedir:
"Amlolsun, Allah ancak Meryem oğlu Mesih'tir diyenler elbette kafir olmuşlardır. Oysa Mesih demişti ki; Ey İsrailoğulları benim Rabbim ve sizin Rabbini: olan Allah'a kulluk edin. Zira kim Allah'a ortak koşarsa, muhakkak ki Allah ona cenneti haram et­miştir ve onun varacağı yer ateştir; zalimlerin yardımcıları yoktur."
"Allah, üçün üçüncüsüdür" diyenler elbette kafir olmuşlardır. Oysa yalnız bir Tanrı vardır; başka tanrı yoktur. Bu dediklerinden vazgeçmezlerse elbette onlardan inkar edenlere acı bir azap dokunacaktır."
"Hâlâ, Allah'a tevbe edip O'ndan af dilemiyorlar mı? Allah bağışlayan esirgeyendir."
"Meryem oğlu Mesih, bir elçiden başka bir şey değildir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Annesi de dosdoğruydu, ikisi de (diğer insanlar gibi) yemek yer/erdi. Bak, onlara nasıl ayetleri açıklıyoruz, sonra bak hâsıl (haktan) çevriliyorlar?" (Maide 5/72-75)
Tefsirul hadis/ İzzet Derveze
*********************************
7- Gazaba uğrayanların ve sapanların (yoluna) değil...”

“Gazaba uğrayanlar”
Allah’ın cezalandırdıkları anlamına olup,  Musa’nın getirdiği dini tahrif edenler ve bu muharref din üzere yaşayanlar ve benzerleridir.
“Sapanlar”
İsa’nın getirdiği dini bırakıp, hurafelere dalan hristiyanlar ve benzerleridir.
Sûrede geçen dua niteliğindeki ifadeler sanki ayet değil de müslümanların Allah’tan kendilerini yahudiler gibi Allah’ın gazabını çekmeyen, hristiyanlar gibi hakdan sapmayan, nimet verdiklerinin yoluna iletmesini istemeleridir.
Son iki vasıf genelde, haktan sapan, Allah’ın gazabını gerektirecek düşünce ve davranışları olan her fert ve toplumu kapsar. Özelde ise, bu iki vasıfla insanlık camiası içinde sivirilen yahudi ve hristiyanlara işaret olunur. (Mütercim)
El-Veciz  Fi Tefsir’il Kitab’il Aziz/  Ebu’l-Hasan Ali b. Ahmet el-Vahidi
******************************
Gazaba  uğrayanlar; hakikat kendilerine ulaştıktan sonra, bunu bile bile reddedip  yüz çevirenlerdir. Bundan kasıt, yahudiler ve onların yolunda gidenlerdir.
Sapanlar ise; hak kendilerine ulaşmadığı için bilmeyerek haktan ayrılanlardır. Bundan kasıt; hristiyanlar ve onlar gibi olanlardır.
Buna göre ayetin manası şöyle olur:
«Ey Rabbimiz! Bizi hakkı bildiği halde reddedenlerden veya bilmeyerek sapanlardan kılma. Bizi, hak kendisine ulaştığı zaman hemen ona tabi olanlardan, bilmeden sapmamak için hakkı öğrenmek isteyen ve bu yolda bütün gücünü kullanan kişilerden kıl.»
Davetçinin Tefsiri
*****************************
Kendilerine gazap ettiklerinin ve sapmışların, sapanların, sapıkların yoluna değil. Biliyoruz ki; tarih içinde sırat-ı müstakimden iki sapma olmuştur. Birisi yahudi’nin sapması, öbürüsü de hıristiyanın sap­ması. Biri madde lehine, mânâ aleyhine bir sapma. Mânâyı inkâr ederek, mânâyı, ruhu reddederek materyalistçe bir sapma, diğeri de mânâ lehine, madde aleyhine bir sapmadır. Yâni maddeyi inkâr ede­rek, maddeyi reddederek, mânâcı kesilerek, ruhçu kesilerek bir sap­madır. Bunlardan birincisi yahudi’nin sapması, ikincisi de hıristiyanlık dünyasının sapmasıdır. Yahudiler mânâyı, ruhu reddederek, insanı sadece maddeden ibaret zannederek materyalistçe bir anlayışı ya­sallaştırarak sapmış, hıristiyanlar da insanın mad­desini, bedenini, bedeninin ihtiyaçlarını bile reddederek ayakları yerden kesilmiş, ruhçu bir anlayışın savunucusu kesilerek sapmıştır.
Bunların birisi ifrat, diğeri de tefrittir. İslâm bunun ikisini de red­deder. İslâm ikisi arasında dengeyi kuran bir dindir. İslâm, Allah’ın dinidir. İnsanı yaratan, onu herkesten iyi tanıyan Rabbimiz; onun bede­nini de, ruhunu da, bedeninin ihtiyaçlarını da, ruhunun ihtiyaçlarını da inkâr etmez. İnsanın dünyadan oluşan çamur yönünü de, Allah’tan gelme ruh yönünü de göz ardı etmeyen bir dindir. Ve İslâm’ın ortaya koyduğu yol, sırat-ı müstakim, bu iki sap­manın ikisini de reddeden bir yoldur.
Bir de bu sapmayı şöyle de anlayabiliriz. Yahudi’nin sapmasında ilim var amel yok, hıristiyanın sapmasında da amel var ilim yok. Böyle bir sapma. Bu ümmet içinde ilmi olup ta amel işlemeyenler yahudi’ye, ilimsiz eğri büğrü amel işleyenler de hıristiyanlara benzemektedir. Ve işte böylece Fâtiha sûresiyle günde en azından kırk defa bu tür sapmalardan ve sapanlardan Allah’a sığınmaktayız. İlimsiz amelden de, amelsiz ilimden de, böylece ortaya konan sapıklıklardan da Allah’a sığınıyoruz.
Besairul Kuran/Ali Küçük
*************************************
(El mağdûbl aleyhim): (Gazaba uğrayanlarınkine)
Gazaba uğrayanlardan murad Yahudllerdir. Cenabı Hak, bunu Kur'anda bize haber vermektedir: «Hani siz, «Ey Musa, bir çeşit yemeğe (kudret Imlvasıyla bıldırcın etine) mümkün değil dayanamayız. O halde bizim İçin Rabbine dua et de yerin bitirdiği şeylerden sebze, acur, sarımsak, mercimek ve soğan çıkarsın.» demiştiniz. (Musa da) «O hayırlı olanı «u daha atağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? (Öyle ise) bir şehre inin. Çünkü (orada) size istediğiniz (sebzeler) var.» demişti. Onların üzerine horluk v« yoksulluk vuruldu. Allah (cc)don bir gazaba da uğradılar...» (Bakara  61)
«...Allah‘ın lanet ve aleyhinde gozab ettiği, içlerinden maymunlar, domuzlar yaptığı kimselerle şeytana tapanlardır ki, işte bunların mevkii daha kötü ve dosdoğru yoldan daha sapıktır.» (Maide: 60)
(Ed-dâllîn): (Sapıklarınkine) Dalâl kelimesi Arap dilinde hak yoldan ve doğru bir istikametten ayrılma, yolunu kaybetme anlamını ifade eder.
Nitekim bu. Kur'anda şöyle ifade edilmiştir: «Dediler ki: «Bu yerde (çürüyüp) kaybolduğumuz vakit mi, hakikaten biz mi yeni bir yaratılışta (bulunacağız?)» Evet, onlar Rablerlne kavuşmayı inkar edenlerdir.» (Secde: 10)
Şair de, «Kayıp olan kavmin nereye gittiğini sormuyor musun? Bel­deler sana haber versin.» mısralarında dalâl kelimesini kayıp anlamında kullanmıştır.
Dâllin'den kasıt Hıristiyanlardır. Nitekim Cenabı Hak: «De ki: «Ey kitab ehli, dininizde boş yere haddi aşmayın. Bundan evvel hakikaten hem kendileri sapmış, hem birçoğunu saptırmış ve (halada) doğru yoldan ayrılıp sapageimiş bir kavmin heva (heve)sine uymayın.» (Maide: 77) emri İle bunu bize bildirmektedir.
İmam Fahreddin er-Razi, konuyla ilgili görüşünü şöyle ifade eder: «Müfessirlerin bazısı, «gazaba uğrayanlardan maksadın görünür amel­lerinde hata yapan her şahıs, «sapıklardan muradın da, itikadında hata yapan herkes olduğu görüşünü tercih etmektedirler. Çünkü «gazaba uğrayanlar» ile «sapıklar» kelimeleri genel bir mana taşımaktadır. «Gazaba uğrayanlar»ı Yahudilere, «sapıklar»! da Hıristiyanlara tahsis etmek esasa aykırıdır. Çünkü, Şanlı olan Allah’ı inkar etmek, O'na bazı şahıs ve güçleri ortak etmek din olarak Hıristiyanlıktan ve Yahudilikten daha çir­kin, dolayısıyla onlardan korunmak daha evladır.»
Alûsî. Fahreddin er-Razi'nin bu görüşünü reddederek şöyle diyor: «Ga­zaba uğrayanlar ile sapıklar sözlerinden açık olarak Yahudi ve Hıristiyan­ların kastedildiği sahih hadisle rivayet edilmiştir. Bu rivayet varken, buna aykırı bir görüşe dönülemez.»
Kurtubî ise şöyle demektedir: «Müfessirlerin bir çoğuna göre «gaza­ba uğrayanlar» ile Yahudilere, «sapıklar» ile de Hıristiyanlara işaret edil­diği. Hatem oğlu Adiyy'in müslüman oluşu olayındaki hadiste tefsir edil­miştir.»
Ebu Hayvanın bu hadisle ilgili görüşü şöyledir: «Eğer hadisi şerifin Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)den nakli sahih ise, ona dönmek, (onunla amel et­mek) farz olur.»
Bana göre. Fahreddin er-Razi'nin görüşü, hadisi red anlamı taşımaz. Tersine, onun hükmünü genelleştirerek. Yahudilik. Hıristiyanlık ve diğer tüm İslam dışı inançları içine alan bir ifade ite bütün kafir ve münafıkları ayetin şümulüne almıştır.
Fahreddin er-Razi'nin görüşünü ifade eden metni aynen aktarıyorum: «Ota ki, «gazaba uğrayanlardan rnurad kafirler, «sapıklardan maksat münafıklardır. Zira Cenabı Allah, Bakara suresinin başlarında müminleri methettikten sonra sırasıyla kafirleri ve münafıkları zikretmiştir. Burada, müminler için «nimet verilenler», kafirler İçin «gazaba uğrayanlar, münafıklar için ise «sapıklar ifadeleri kullanılmıştır...»
(Amîn): Dua ifade eden bir kelimedir. Kur'andan olmadığı konusunda icmaa varılmıştır. Kur'anda yazılmayışı da bunu göster­mektedir. Manası. «Ya Rabbi duamızı kabul et» demektir.
Alûsî. âmin kelimesi ile ilgili olarak şöyle demektedir: «Fatihayı bitir­dikten sonra «amin» demek sünnettir. Zira Ebu Meysiret şu hadisi naklet­mektedir: «Cebrail. Resulü Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem)e Fatiha suresini okuttu. «Velad-dâllin» dedikten sonra Cebrail ona «amin» de buyurdu. Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) da ona uyarak «amin» dedi.»
İbnü'l-Enbari'nin görüşü de şöyledir. «Amin, dua olup Kur'andan değil­dir. Zahirde isim, ifadede fiil olan kelimelerdendir. «Ya Rabbî. sen kabul et» anlamındadır. Amin kelimesi iki kalıpta ifade edilebilir. Birisi Fail vez­ninde, diğeri de Fail vezninde. Şair şöyle diyor: «Ya Rabbî! Sevgilimin sevgisini ebediyyen içimden çıkarma. Bu duama amin diyen kuluna Allah rahmet etsin.»
Ahkam Tefsiri/Sabuni
************************************
Keşşâf ve ona uyarak Kadı Beydâvi ve diğerleri bu bedel olmayı caiz görmüşlerdir. Fakat Ebu's-Suud, tefsirinde bunu haklı olarak reddetmiştir. Çünkü bedel, cümledeki nisbette esas kasdolunan olur. Mübdelü minh (kendisinden bedel getirilen) büsbütün ihmal ve terkedilmiş halde olmamakla beraber, cümlede kasdedilen hedef olarak da kalmaz. O halde (gayr), bedel ise (sırat) kelimesinden esas gaye nimet değil, öfke ve sapıtmanın olmaması olacaktır. Ve bu şekilde kendilerine nimet verilmiş olanlar demek, Allah'ın gazabından ve sapıtmakdan kurtulmuş olanlar demek olacağını Keşşâf sahibi açıkça belirtmiştir. Gerçi def-i mazarrat (zararı ortadan kaldırma), celb-i menfaat (menfaati celbetmek)ten daha iyi ise de esas gaye yalnız zararı ortadan kaldırmak değil, o zarardan emniyette olan nimet ve menfaattir. Bu ise bedelin değil, ancak sıfatın mânâsı olabilecektir. Bundan dolayı sözün hedefi (en'amte aleyhim)dedir. Ve gazab (öfke) ile sapıtmanın ortadan kaldırılması ona tabi olarak (uyarak) kasdolunmuş olur. Ve kendilerine nimet verilmiş olanlar demek, mutlak nimet ile öfke ve sapıtmadan kurtulmayı birarada elde edenler demek olur ki İslâm da budur. Ve gerçekten İslâm'daki takva budur ve Ebu's-Suûd tamamen haklıdır. Bundan dolayı (gayr) kelimesinde sıfat ve kelimesinde ahd-i zihnî mânâsı açıktır. Bununla beraber mutlak nimetten, sağlam nimet veya söylediğimiz gibi sırat (yol) nimeti, İslâm nimeti kasdedilirse, (gayr) bunun tam zıddına muzaf ve bundan dolayı belirli olmuş olacağından cins veya ahd-i harici şeklinde sıfat olabilecektir.
Gazab, nefsin bir iğrenç şey karşısında intikam isteği ile heyecanıdır ki rızanın tam tersidir. Türkçe'de öfke, bir fark ile hiddet, hışım da denilir. Allah'a nisbet edildiği zaman gazab nefsî etkilenmelerden tecerrüd edilmekle en son haddi ve gayesinde kullanılır da intikam iradesi veya ceza verme mânâsı kasdolunur. Bu da Rububiyet-i Rahimiyenin gereğidir. Yani öfke mutlak surette rahmetin zıddı değildir. Mesela zalime öfkelenmek, mazluma rahmetin gereğidir. teriminde bu ünvan kendilerine âdeta isim olmuş gibi bir kuvvet vardır ki, öfkeye mahkûm, öfke altında kalmış gitmiş demek olur. Bundan dolayı bazan bir cezaya uğramak, kendisine öfkelenilmiş olmak değildir ve hele gerçekten birtakım gelecek nimetlerin başlangıcı ve vesilesi olan acılar hiçbir zaman ceza ve öfke değildir. "Andolsun, sizi korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme gibi şeylerle deneriz; sabredenleri müjdele." (Bakara, 2/155). Çünkü her işte değer, sonuca göredir.
Dalal ve dalalet, doğru yoldan kasıtlı olarak veya hata ederek sapmaktır ki, hüdâ (doğru yolu gösterme)nın karşıtıdır. Türkçe'de bunlara sapmak, sapıklık ve sapkınlık da denilir. Dalal, bazen gafletten ve şaşkınlıktan meydana gelir. Ve çoğunlukla da ondan sonra şaşkınlık gelir. Sonra yitmekle ve daha sonra yok olmakla biter. Bu vesilelerle dalal; gaflet, hayret, yok olma, helak olma mânâlarına da kullanılır. Aslında hissedilen maddi yoldan sapmaktır. Sonra maneviyatta ve akıl ile bilinen şeylerde de meşhur olmuştur. Ve biz çoğunlukla dalalet ve sapkınlığı yalnız dinde; dalal ve sapıklığı da akılda ve sözde kullanıyoruz. Bundan dolayı (dâllîn) tam anlamıyla sapkınlar demektir.
Burada gerek ve gerek deki tarif (belirlilik) edatının istiğrak (her şeyi içine alan) veya cins için olduğu açıktır. Çünkü nimetin tam salim olması bundadır. Birçok tefsirciler de böyle cinsi olumsuz kılma şeklinin tefsirlerini seçmişlerdir ki, bu şekilde nimet ve doğruluğun zıddı olan öfke ve sapıklık, kitaplı ve kitapsız müşrik (Allah'a şirk koşan) ve müşrik olmayan bütün küfür ehlinin yollarından açık olarak sakınılmış olur. Bununla beraber, tarif edatlarının en önde olan ahd-i haricî mânâsına yorumlanmalarında da aynı mânâyı dolayısıyla elde etme mümkündür. Ve bunda ayrıca bir belağat da vardır. Çünkü ve vasıfları kat'î olarak bilinen en alçak ve en azlarına sarfedilmiş olursa, bunlardan sakınmak öbürlerinin hepsinden sakınmayı öncelikle gerekli kılar. Bu da İslâm milleti dışındaki milletler arasında bir farklılığın bulunduğunu göstermek belağatini içerir.
Acaba her ikisinin en az mertebesi ile böyle bir ahd-i haricî var mıdır? Evet gerek Kur'ân'da ve gerek Peygamber'in hadislerinde ve genellikle İslâm şeriatında bununla ilgili deliller vardır. Ve bunlar Kitap ehli olan yahudi ve hıristiyanlardır. Gerek Allah'a şirk koşan ve gerek şirk koşmayan bütün kâfirler hakkında yüce Kur'ân'da "....Fakat küfre göğüs açan (küfürle sevinç duyan) kimselere Allah'tan bir gazab iner ve onlar için büyük bir azab vardır." (Nahl, 16/106) âyetinde olduğu gibi öfkeyi ve "(Sana gelenleri) inkar edip Allah yolundan menedenler, gerçekten derin bir sapıklık içine düşmüşlerdir." (Nisâ, 4/167) âyetinde olduğu gibi sapıklığı genelleştirerek açıkça ifade etmekle beraber yahudiler hakkında çoğunlukla "Üzerlerine alçaklık ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah'ın gazabına uğradılar." (Bakara, 2/61) gibi gazabı, hıristiyanlar hakkında da "Ey Kitab ehli, dininizde haksız yere aşırılığa dalmayın ve önceden sapmış, birçoklarını da saptırmış, düz yoldan şaşmış bir milletin keyiflerine uymayın." (Mâide, 5/77) gibi sapıklığı, açıkça ifade buyurmuştur.
Bununla beraber yahudiler ile hıristiyanların kestiklerini yemek ve kızlarıyla evlenebilmek gibi yakın muamelelerde diğer müşriklerden farklarını da göstermiştir. Bunlardan anlaşılır ki kitap ehli olan yahudi ve hıristiyanlar, gazab ve sapıklıkta diğer müşriklerden, dinsizlerden ve diğer batıl din sahiplerinden daha ehvendir. Ve bunlar, İslâm'ın yakın zıddıdırlar. Bundan dolayı Fâtiha'da "kendilerine gazab olunan kimselerden" maksat ahd-i harici ile yahudiler, "sapıtmışlardan" maksat da hıristiyanlardır, diye tefsir olunursa, (gayr) ve (lâ) ile ilk önce ve metin ile bunların yolu olumsuz kılınmış ve dolayısıyla öncelikle (yani dâl bi'd-delâle: delaletiyle delalet edici) olarak da bütün diğer kâfirlerden sakınılmış olur. Ve bu tefsirin naklinde senedler kuvvetlidir. İbnü Cerir Taberî epeyce hadis nakletmiştir. "Dürrü Mensûr"un açıklamasına göre; İbnü Ebi Hâtim: " (mağdûbi aleyhim)in yahudiler ve "dâllîn"in hıristiyanlar olduğu şeklindeki tefsirde, tefsirciler arasında ihtilaf olduğunu bilmiyorum." demiştir. Nasıl ki İbnü Hibbân ve Hâkim (Neysâburî), bu konuyla ilgili hadislerin sıhhatına; Tirmizî de hasen olduklarına hükmetmiş ve bunları birçok muhaddisler tahriç etmişlerdir.
Nassın görünürde bu genelliğini iki çeşitte toplayacak tarzda kayıt ve şarta bağlamak usûl açısından caiz olmayacağı düşüncesiyle bazı tefsirciler buna ilişmiş ve âyet metninin umumî mânâ üzere bırakılması ile yahudiler ve hıristiyanları birer örnek olarak kabul etmeyi uygun görmüştür. Yahudiler ve hıristiyanlar en zararsız ve kat'i olarak bilinen en yakın kimseler olarak düşünülmeyecek olursa bu itiraz haklı olarak akla gelebilir. Çünkü sakınmayı onlara tahsis etmenin mânâsı İslâm'da hem akla ve hem kesin nakillere aykırı olduğundan böyle bir ahd-i hâriciye imkan yoktur. Söylediğimiz gibi bunlar kat'i olarak bilinen en yakın kimseler olarak düşünülürse diğerlerinden genel olarak sakınmak öncelikle sabit olacağından dolayı bir gruba tahsis etmek, bir tarafa atılmış ve sakıncası atlatılmıştır ve zaten de şirkleri açıkça belli olan diğer müşriklerden ve bunlara göre hafif olan Yahudiler ve Hıristiyanlardan da dolayısıyla sakınılmış olduğundan burada da; bunlardan açıkça ve diğerlerinden dolayısıyla sakınılmış olmasında da belağat vardır. O halde bu konuyla ilgili hadislerden de biraz bahsedelim:
Hazreti Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in "Yahudiler, kendilerine gazab edilmişler, Hıristiyanlar da sapıklardır." buyurduğunu Tirmizî "Sahihi" bu bölümü tefsirinde ünlü Hâtim et-Tâî'nin oğlu Hz. Adî'den, senedi ile bir hasen hadis olmak üzere rivayet etmiştir ki meâli şöyledir: "Adî b. Hâtim (r.a.) demiştir ki: Resûl-i Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e gittim, mescidinde oturuyordu. Cemaat: "İşte bu Adî b. Hâtim'dir." dediler. Ben ise aman dilemeden ve yazışma yapmadan gelmiştim. Hemen huzuruna atıldım. Derhal elimi tuttu: "Başlangıçta Allah'tan ümit ederim ki onun elini benim elime koyacak." buyurmuştu. Daha sonra kalktı. O sırada bir kadın beraberinde bir çocuk ile huzuruna geldiler ve: "Bizim sana ihtiyacımız var." dediler. Onlarla beraber kalkıp onların ihtiyaçlarını giderdi. Sonra elinden tutup beni mübarek evine götürdü. Bir kız çocuğu ona bir yastık yere koydu ve o üzerine oturdu. Ben de huzurunda oturdum. Bunun üzerine Allah'a hamd ve sena etti ve şöyle buyurdu: "Allah'tan başka ilâh yoktur." demekten niye kaçıyorsun, ondan başka bir ilâh mı biliyorsun?" Ben: "hayır" dedim. Ondan sonra biraz konuştuktan sonra "Sen her halde (Allahü Ekber = Allah en büyüktür) denilmesinden kaçıyorsun, demek ki Allah'tan daha büyük birşey biliyorsun." buyurdu. Ben yine "hayır" dedim. Buyurdu ki; yani "Yahudiler gazaba uğramış, mağdubi aleyhim olmuşlar, Hıristiyanlar da sapıtmış sapıklığa düşmüşler". Bunun üzerine ben de: "Ben müslüman oldum geldim." dedim. Ve baktım ki mübarek yüzü sevincinden açılıyordu. Daha sonra emretti. Ensar'dan bir zatın yanına verildim. Akşam-sabah hep peygamberin huzuruna gelir dururdum. Yine bir akşam yanında idim. Bir insan topluluğu geldi. Üzerlerinde yün elbise vardı. Allah'ın elçisi kalktı, namaz kıldı, sonra onları teşvik etmeye başladı. Diyordu ki; "Bir sa' (dört avuç, yaklaşık 3 kg.) olsa bile, yarım sa' olsa bile, bir tutam olsa bile, bir tutam parçası olsa bile bununla her biriniz yüzünü cehennemin -yahut ateşin- hararet (sıcaklığı)'inden korusun, hatta bir hurma tanesi olsa bile, yarım hurma tanesi olsa bile. Her biriniz Allah'a varacak, O da size şu söyliyeceğimi söyliyecektir: "Ben size göz, kulak vermedim mi? Evet verdin der. Mal ve çocuklar vermedim mi? Evet verdin der. O zaman Allah Teâlâ: "O halde hani sen kendin için önceden ne hazırlık gördün der" ve insan işte o vakit önüne, arkasına, sağına, soluna bakar da cehennemin sıcaklığından yüzünü koruyacak hiçbir şey bulamaz. Her biriniz yüzünü ateşten korusun da yarım hurma ile olsa bile. Bunu bulamazsa, tatlı sözle bile olsun. Çünkü ben artık sizin hakkınızda fakirlik ve yoksulluktan korkmam. Çünkü Allah yardımcınız ve vericinizdir. Sizin için fakirlik korkusu, nihayet Medine ile Hiyre arasında kervan giderken bineğinin çalınması korkusu ne ise ondan fazla değildir." buyurdu.
Adî b. Hâtim (radiya’llâhü anh) bunu rivayet ettikten sonra şunu da ilave etmiş: "Bunu dinlerken ben gönlümden; bu nerede? Tay dağlarının eşkiyası nerede? diyordum." demiştir.
Fakat Yahudiler gazaba uğramışlar demekle, Yahudilerdir, demek arasında büyük bir fark vardır. Bundan dolayı bu ve benzeri hadislere göre Yahudilerin ve Hıristiyanların Fâtiha'daki (mağdubi aleyhim) ve (dâllînden) birer örnek oldukları anlaşılırsa da, âyetin kelimelerinin delalet ettiği mânânın bunlardan ibaret olduğu anlaşılmaz. Bununla beraber ikinci şekilde de sağlam rivayet vardır. Tarif (belirtme) edatının en önde gelen mânâsı ahd-i hariciye göre yorumlanması, yukarıdaki açıklama ile kolaylık dairesinde mümkün olunca mütevatir olmayan hadislerle âyeti kayıt ve şarta bağlamanın sakıncası vârid olmayacağından dolayı bu hadislerin de kullanılması vacib olur. Bundan dolayı iki tefsir arasındaki fark, birisinde yani cinste hepsinden sakınmanın söz ve metin ile; diğerinde de mânâ ve delaletle olmasındadır. Birincisine göre İslâm açısından müşrikler ile kitab ehli arasındaki fark Fâtiha'da ifade edilmemiş, ikincide ise bu fark bile gösterilmiş olur ki biz bunu Kur'ân'ın üslubuna daha uygun buluyoruz.
Bunda bizi düşündürecek çok önemli noktalar vardır. Acaba Rasülullâh “salla’llâhü aleyhi ve sellem” Efendimiz, "Yahudiler gazaba uğramış, Hıristiyanlar sapıtmışlardır." buyurduğu zaman, bunlar ne durumda idiler? Yahudiler, daha çok zaman önce dünya sevgisi ve bencillik ile Tevrat'ın hükümlerini ihmal ederek ve bozarak Hak yolundan bile bile ayrılmışlar ve bunun neticesinde nice yüce peygamberlere ve özellikle Zekeriyya, Yahya ve İsa (aleyhisselâm)'a olan haksızlıklarıyla da hem Allah'ın gazabını ve hem halkın nefretini kazanmışlardı. Ve çoktan siyasi hürriyetlerini tamamıyla kaybetmişler ve darma dağınık olmuşlardı. Ve bu şekilde kaybettikleri zahiri toplulukları yerine ta Hz. Süleyman (aleyhisselâm) zamanından beri takip edegeldikleri gizli cemiyetlerle uğraşmışlar ve uğraştıkça da bütün milletleri kuşkulandırmışlar ve dünyadaki insanlar gözünde içleri dışlarına uymayanların başı sayılmışlardı. Bununla beraber aslında dünyayı aydınlatmış bir kitaba, harikalarla dolu bir tarihe mensup olduklarından dolayı bir dereceye kadar aydın ve en azından geçmişleri ile şimdiki durumları arasındaki oranlama itibariyle de pek fazla dikkate değer idiler. Geçmişte Allah'a dayanması dolayısıyle çok feyizli ve bereketli olan dinlerini zamanımızda milliyetçilik çemberi ile bağlayarak devamlı hakkın üzerine çıkmak (hakkı ezmek) istiyorlar ve bunu istedikçe düşüyorlardı.
Hıristiyanlara gelince: O zamanlar bunlar Roma'nın mirasçısı, İstanbul'un sahibi olarak yeryüzündeki iki büyük devletin biri ve hatta birincisi bulunuyorlardı. Karşılarında bir İran (devleti) vardı. Yani o günkü Hıristiyanlığın dünyadaki yeri bugünkü Hıristiyanlık'tan çok yüksek idi. Dış görünüşlerine bakıldığı zaman bunlar kendilerine nimet verilmişler zannedilebilirlerdi. Halbuki gerçekte böyle değil idiler. Kötü bir sonuca doğru yürüyorlardı. Sonuçları ve ahiretleri gerçekten tehlikeli idi. Gerçi bunlar, Yahudiler gibi ırkçılık çemberine sıkışmış değildiler. Fakat hak ölçüsünü kaybetmişlerdi. İşin başlangıcında Hakk'ın tevhidi yerine üçlü ilâh inancına saplanmışlardı. Ve en adi müşrikler gibi putlar içinde kalmışlardı. Gerçi Manîviye ve Seneviyye (biri iyilik öteki kötülük için olan iki ilâhın varlığını kabul edenler)ye göre bu üçlü ilâh inancının başında bir baba ilâh tanıdığından dolayı az çok bir tevhid mânâsı yok değildi. Fakat bu üçlü ilâh inancı, İskenderiye felsefesinin değişik üç şahıstan ibaret ekânim-i selasesi (üç unsuru) yerine, üç şahsın birleşmesine dayalı bir ekânim-i selase (üç unsur) idi. O şekilde ki hem bir, hem üç idi. Böyle aklın çelişki kanununu da çiğneyen bir üçlü ilâh inancı artık aklî ilerlemelere meydan bırakmamış ve miras yoluyla elde ettikleri bütün ilimleri ve fenleri çığırından çıkarmış ve delillerle isbatlama yolundan ayrılıp sadece kalbî zevke ve doğru bir yolu takip etmeyen meyillere dayanarak dini rastgele, insanları gemlemeye bir vesile gibi takip etmişler ve bunun için ellerinde bulunan mantıkın uygulamasını bir yana atıp sadece psikolojinin meyiller ve hisler bölümü ile halkın kalblerini cezbetmek için uğraşmışlar ve nice aşırılıklara sapmışlardı. Diğer taraftan hukukla ilgili düşünceyi tamamen çiğnemişlerdi. Onlara göre hak, şeriat kavramının gerçekle ilgisi yoktu. Bunlar ilmî, gerçek ve ilahî bir kavram değil idi. Nitekim durum böyle iken hıristiyan dillerinde hukuk mânâsına kullanılan kelimelerin hak ve hakikat (gerçek) maddesi ile hiçbir ilgisi yoktur. (Druva) başka, (verite) başkadır. Ve aynı zamanda eski Roma'da olduğu gibi, normal hazırlanmış bir hukuk da değildi. Bundan dolayı halkın irâdesine de bağlı değildi. Hukuk yalnız ruhanilerin ve ruhani meclislerin koymuş olduğu prensipler idi. Bunlar, hak üzerinde ilme ve ictihada dayalı bir düşünce ile değil, bir irade düşüncesi ile tamamen kanun koyucu vasfı ile hareket ediyorlardı ve bununla beraber üçlü ilâh inancının sonucu olarak bu da Lâhut (ilâhî olan) ile nâsut (insanlara ait şeyler)un anlaşılmaz bir karışımı idi. İnsan haklarının, böyle Allah'ın koyduğu kanunlara dayanmayan kanun koyucularının elinde istenilen şekle konulabilmesi ve uygulamasında da iyi niyet ile değil, keyfî ve zevkî noktalardan hareket edilmesi ve aslında hıristiyanlardan başkasına hiç bir şekilde yaşama hakkı tanınmaması, toplumu büyük çöküşlere hazırlıyordu. Çünkü insanlar dünyada şâirane bir zevkle geçici zaman için eğlenebilirlerse de bu zevk gerçek zevki çiğnemeye başladığı zaman derhal sönmeye mahkûmdur. İnsan haklarına aslında kalıcı hiçbir değer verilmediği zaman ilahî hükümranlığın hiçbir anlamı kalmaz ve kalbî meyilleri (arzuları) coşturacak diğer vasıtaların hepsi hakkın karşısında neticesiz kalır. Burada inançtan meydana gelmeyen ve inanca aykırı ortaya çıkan sapıklık ve ahlâksızlıklardan bahsetmeye gerek görmüyoruz. Çünkü onlar, dini esaslara bağlı değildir. Bu şekliyle teslis (üçlü ilâh inancı), fikirleri kısırlaştırma, kalbleri avlama, şeriatsızlık, vicdan darlığı ve özet olarak tek kelime ile hak ve hakikatten uzaklaşma. İşte Hıristiyanlığın o zamanki bariz nitelikleri bunlar idi. Bu ise peygamberlerin yolu olan hak yoldan sapma idi. Ve sapıklığın neticesi de elbette şiddetli ceza olacaktır. Bunun için o sıradaki devletleriyle beraber hıristiyanlar görünürde kendilerine nimet verilmiş sayılsalar bile vicdanları ve gelecekleri sağlam değildi. Dünyada kuvvetten düşmeye ve ahirette de bu haksızlıkların cezasına aday ve sapıklardı. Gerçekten de öyle oldu. Ve yüce Allah kullarına böyle kusurlardan (lekelerden), tehlikelerden uzak ve sağlam, gelecekte tam selamet ile Allah'ın nimetine ulaştıran İslâm dinini, doğru yolu ihsan etti ve pek kısa bir zaman içinde İslâm dinini kabul edenlere Allah'ın vaad ve nimeti şüpheden uzak olarak gerçekleşti. Ve bunlar, dünyaya en son ve en olgun dinî örnek oldular. Bu doğru yolda sabit olanlar için aynı sonuç -Allah'ın yardımıyla- sonsuza kadar gerçekleşecektir. İşte anlaşması ile bu gerçeği dile getiriyor.
Hak Dini Kuran Dili/Elmalılı




Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar