Gayrimüslim Azınlıklar
İstanbul basınında Gayrimüslim Azınlıklar (30 Ekim 1918 – 24 Temmuz
1923) başlıklı tez çalışması sırasında incelenen kaynaklarda, Osmanlı
İmparatorluğu’nun adalet, hoşgörü, din ve vicdan hürriyetine dayalı bir devlet
yapısı olduğunu ve bu düzen içinde ayrı ırktan, dinden ve milletten olan
unsurları birleştirip, asırlarca bir arada yaşatmayı başardığını gözlemledik.
Ancak bu arada başarısız ve hatalı idareciler de olduğu kesindir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Gayrimüslimlerin, Milli Mücadele dönemindeki
faaliyetlerine, tarihi süreç içinde Türklerle olan ilişkilerine ve bu dönemde
yaşanan acı olayların sonucuna Türk basınında oldukça geniş yer verilmiştir.
Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra, burada yaşayan Rumlara,
kendi patriklerini seçme hakkı tanınmış, Rum Ortodoks Kilisesine dinî ve özel
hukuka ait meseleleri çözümlemesi ile eğitim alanında imtiyazlar
bahşedilmiştir. Ayrıca Eflâk - Boğdan Beylikleri, Divân Tercümanlığı gibi
devletin önemli mevkilerinde görev verilmiştir. Bedel-i askeriye vergisine
karşılık, askere gitmeyip, ticaret ve zanaatla uğraşarak, ticarî hayatta söz
sahibi olmuşlar, Müslümanlardan daha rahat ve refah içinde yaşamışlardır.
XVIII. Yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun eski gücünü kaybetmesiyle,
milliyetçilik akımları, Düvel-i Muazzama denilen Avrupalı büyük devletlerin,
dünya siyasetine hakim olmak girişimleri, birbirleri arasındaki rekabetleri,
Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalama çabaları ve bunun için Gayrimüslim
azınlıkları da kullanarak, kışkırtma siyaseti uygulamaları neticesinde,
Türklerin Avrupa ve Anadolu’dan çıkarılması düşüncesini hakim kılan ve “Şark
Meselesi” tabir edilen olaylar ortaya çıkmıştır.
Yukarıda bahsettiğimiz bu olayların gelişmesiyle Rumlar tarafından
Eflâk - Boğdan (Mart 1821), sonra Mora isyanı başlatılmıştı. 1827’de Osmanlı
İmparatorluğu Yunan ayaklanmasını bastıracağı sırada İngiltere, Fransa,
Rusya’nın Navarin’de Osmanlı Donanmasını imhasıyla ve bu devletlerin
baskılarıyla 1830’da, Yunanistan bağımsızlığını kazanmıştır.
Bu tarihten itibaren Yunanistan, Osmanlı toprakları üzerindeki
yayılımcı politikasını, büyük devletlerin koruyuculuğunda sürdürmüştür.
Yunanlılar, Osmanlı Devleti’nin aleyhine olarak, Bizans İmparatorluğu’nu tekrar
kurmak (Megali İdea) hayalini gerçekleştirmek için çalışmışlardır. Bu amaçla,
Yunan, Trakya Komitesi, Mavri Mira Derneği, Göçmenler Komisyonu, Etniki Eterya
Derneği, Pontus Cemiyeti gibi 15 civarında ihtilalci gizli cemiyetler
kurmuşlardır.
30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’nden sonra, İstanbul Fener Rum
Patrikhanesi de, Yunanistan’ın menfaatlerini temsil eden ve savunan bir merkez
haline getirilerek, yerli Rumları teşvik edip, Türkler aleyhine kurulan bu
dernekleri örgütleyerek destekledi. Bu dernekler İstanbul’da, Bursa, Trakya,
İzmir, Trabzon’da ve Anadolu’nun muhtelif şehirlerinde isyanlar, yağmacılık,
adam öldürme, gasp, tecavüz, yangın olaylarını gerçekleştirmişlerdir.
Patrikhane, Türk Devleti güçlü olduğunda temkinli ve ılımlı davranmış, devlet
zaafa düştüğü zaman ise kendisine verilen imtiyazları da aşarak, Milli Kurtuluş
Savaşı sürecinde olduğu gibi, varlığının sebebi olan Türk Milletinin
düşmanlarıyla işbirliği içinde olmuştur.
Patrikhane, kendi cemaati olan yerli Rumları kışkırttığı gibi, diğer
Ermeni, Musevi ahaliyi de etkilemeye çalışmıştır. Yerli Rumlardan ve
Ermenilerden Yunan ordusuna iltihak edenler olmuştur.
Anadolu’daki Türk Ortodoksları
ve Papa Eftim ise, Milli Kurtuluş Savaşı sürecinde İtilâf Devletleri’nin ve
Fener Rum Patrikhanesi’nin baskılarına rağmen, kendi imkanlarıyla maddî ve
manevî olarak, Türk Milletini ve T.B.M.M. Hükümeti’ni desteklemiştir. Nihayet
24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması ile Türkiye, azınlık statüsünü onaylayarak,
Rumlara, Türk vatandaşlarının sahip olduğu bütün ferdî hak ve hürriyetleri
tanımıştır. Fener Rum Patrikhanesi ise, Türk Temsilci Heyeti’nin ve Atatürk’ün
yurtdışına çıkarılması istek ve ısrarlarına rağmen, Yunanistan ve diğer
devletlerin yoğun baskısı sonucunda, Türk Devleti’nin bir lutfu olarak, Türk
Kurumu Statüsünde ve sadece dinî yetkilerini kullanması şartıyla İstanbul’da
kalmasına izin verilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun idaresi altında yaşayan
ve diğer cemaatlere tanınan haklara aynen sahip olan Ermeniler, XIX.yüzyıldan
itibaren misyonerlerin ve Avrupalı Büyük Devletlerin kışkırtması, desteği ve
milliyetçilik cereyanları nedeniyle, Anadolu’nun doğusu ve güneydoğusunda
bağımsız bir Ermeni devleti kurmak istemişlerdi.
Bu amaçla, 1878’de “Ermeni Sorunu”, milletlerarası bir konu haline
getirilmiş, Osmanlı Devleti’ne birtakım reformlar dayatılmış, bunlar
gerçekleşmeyince, 1890 – 1914 tarihlerinde İhtilâlci Ermeni Cemiyetleri
kurulmuş ve padişaha kadar uzanan terör eylemleri, kanlı isyanlar, katliamlar
görülmüştür. Birinci Dünya Savaşı’nda Ermeniler, Türk ordusundan firarla, Rus
ordusuna katılıp, Türklere karşı savaşmış, masum İslam ahaliyi katletmiş,
mallarını gasp edip, mezâlim yapmışlar, Türk ordusundan kaçarken, geride
bıraktıkları yerleri harabeye çevirmişlerdir. Bu olaylara mani olmak isteyen
millettaşlarını da hain addetmişler, hatta öldürmüşlerdir.
Buna karşılık Osmanlı Devleti bir önlem olarak, tehcir kararını (27
Mayıs 1915) almış ve uygulamıştır. Ermeniler, Türkler aleyhine Yunanlılar ve
yerli Rumlarla da işbirliğinde bulunmuşlardır. Mondros Mütarekesi sonunda, Doğu
Anadolu’da Rus ordularıyla, Güneydoğu Anadolu’da Fransızlarla birlikte hareket
eden Ermeniler, Türk ordusuna yenilerek, Gümrü Antlaşması (2 Aralık 1920) ve
daha sonra Fransızlar ile yapılan Ankara Antlaşması (20 Ekim 1921) ile
isteklerinden vazgeçmişlerdir. Lozan Antlaşması sonucunda ise, Ermenilerin
azınlık statüleri kabul edilmiş, vatandaşlık hakları tanınmıştır. Osmanlı
yönetiminin hoşgörüsüne sığınan, rahat ve refah bir yaşam süren Museviler,
Milli Mücadele Dönemi’nde devlete bağlı kalmayı seçmişlerdir. Yurtdışındaki
Musevî Komiteleri’nin ve Siyonist Cemiyeti’nin faaliyetlerine, Filistin’de
Musevilere müstakil bir yurt verilmesi olaylarına karışmamayı tercih
etmişlerdir.
Bununla birlikte mütareke yıllarında, bazı Museviler Rum ve Ermeniler
ile birlikte davranmışlardır. Museviler, Lozan görüşmeleri sırasında Türklerle
birlikte davranmışlar, eski Hahambaşı olan Hayim Nahum Efendi, Türk Heyeti
içinde danışman olarak bulunmuştur.
Lozan görüşmeleri esnasında,
azınlıklarla ilgili kararları yürürlüğe koyan T.B.M.M.’ne ekalliyetler
statüsünü reddeden dilekçe verip, tepkilerini göstermişlerdir. Türkiye
Musevileri, 15 Eylül 1925’te azınlık statüsünü resmen reddederek, tam anlamıyla
bir Türk vatandaşı olarak yaşamak istediklerini açıklamışlardır.
Osmanlı Devleti içinde, özerk koşullarda, güvenlik ve barış içinde
yaşayan Süryaniler, 1840’dan itibaren yabancı misyoner ve konsolosların oyununa
gelmeye başlamışlardır.
İlk çatışmalar 1891’de olmuş,
esas felaket ise Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslarla birleşerek, kendi yurtlarına
ve hükümetlerine ihanetle başlamıştır. 1914 Aralık’ında Türkler Sarıkamış’ta
ilerlemeye başladığında, Rusların 1915’te Süryanilere haber vermeden Urmiye ve
Selmas’dan çekilmeleri ile Süryaniler güç durumda kalmıştır. Bu çatışmalar
esnasında, 4.000 kadar Süryani ölürken, Sarıkamış felaketi ve Ermeni – Süryani
eylemleri yüzünden 100.000’in üstünde Türk ve Müslüman yaşamını yitirmiştir.
Süryaniler, kendilerine silah yardımı ve özerk, ulusal bir ülke vaat
eden Rusların kışkırtmalarıyla, Ermenilerle işbirliği içinde, Türk ve
Müslümanlara birçok kötülükler, katliamlar, saldırılar yapmışlar, İtilâf
Devletleri’ne katılma kararı almışlardır. Milli Mücadele döneminde, Türklerin
başarı kazanması ile birlikte, diğer unsurlar gibi, Süryaniler de devlete
bağlılık mesajı vermeye başlamışlardır. Akşam Gazetesi’nde yayınlanan bir
haberde, Süryani Patrik’i İlyas Efendi,
“Baş Kumandan Paşa Hazretlerini göreceğim. Ben ekalliyetler
tanımıyorum. Biz Türkiye’de daima sadık teb’a olarak yaşayacağız” beyanı ile
cemaatinin T.B.M.M. Hükümeti’ne bağlılığını bildirmiştir.
Lozan Antlaşması ile Süryanilerin de Türk yurttaşı olarak ferdî ve hukukî
tüm hakları tanınmıştır. XIX. Yüzyıldan itibaren başlayan bağımsızlık
hareketleri ve dış güçlerin Osmanlı İmparatorluğunu parçalama girişimleri
neticesinde, imparatorluk sınırları içinde yaşayan azınlıkların faaliyetleri
bütün unsurlar için bir felaket olmuş, birçok mazlum insan hayatını
kaybetmişti. Atatürk’ün önderliğinde yapılan Milli Mücadele ile Türk ulusu yeni
bir devlete kavuşmuş ve bütün dünyaya bu devletin varlığını kabul ettirmiştir.
Büyük fedakârlıklarla kurulan bu devletin yaşaması, milletin birlik ve
beraberliğine ve devletin bütünlüğünden ödün vermemeye dayalıdır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar