Print Friendly and PDF

HALİL ÇELİK SAYFASI-DİVAN

Bunlarada Bakarsınız



Şîrâzlı Sâ'dî, 13. asırda yaşayan, Doğu'nun gelmiş geçmiş en büyük âlim, arif ve şairlerindendir.
Şiraz'da dünyaya gelen Sâ'di, küçük yaşta yetim kalmış olmasına rağmen yaklaşık 30 sene boyunca Bağdat, Mekke, Şam, Kuzey Afrika, Kaşgar, Türkistan ve Hindistan başta olmak üzere çok geniş bir coğrafyayı dolaşmış, dünyayı tanımış, sayısız kültüre temas etmiştir...
Seyahatlerinin sonunda sahip olduğu muazzam birikim ile Bostan ve Gülistan isimli iki kitap yazmıştır ki bu iki kitap yazıldığı günden bu yana Doğu'da irfanî geleneği taşıyan en önemli eserler arasında sayılmıştır.
Sâ'dî'nin "yolcu" olmak ile ilgili yazdığı Farsça bir beyitini, beytin Latinize edilmiş hâlini ve Türkçe'ye tercümesini paylaşıyoruz...
3rd March 2017, H a l i l ÇELİK tarafından yayınlandı
 
Bundan yaklaşık 1000 sene evvel Yusuf Hâs Hâcîb tarafından yazılan Kutadgu Bilig'te (Saadet Veren Bilgi / Devlet Olma Bilgisi) yer alan aşağıdaki ifâdeler sanki bugün yazılmış gibi...
Kutadgu Bilig hazinesini bulup okuyalım... Dönüp dönüp Kutadgu Bilig'e bakalım... Onu başucu kitabı yapalım... İnanın okudukça hakikatli metinlere denk geleceksiniz... Okudukça bin sene önce var olan ve bin sene sonra da var olacak bilgilere ulaşacaksınız...
10th October 2016, H a l i l ÇELİK tarafından yayınlandı
 
Der hâne-i mûr şebnemî tûfânest
Şebnem (çiğ) damlası karıncanın evinde tufandır
تطوفانس شبنمى مور خانهء در
***
Farsça bir atasözü bu… Basit, kolay, anlaşılır, derin… Tam bir atasözü işte… Hele bir Türk iseniz bu atasözünü tercümeye ihtiyaç duymadan bile anlamanız mümkün…
Farsça’da “der”, “-de, -da” manasına geliyor… “Hâne” bildiğimiz “hâne”, “ev” yani… “Şebnem” ve “tufan” da öyle… Bildik, aşina kelimeler bunlar bize…
Şebnem, malûm "havada buhar durumundayken gecenin serinliğiyle yerde veya bitkilerin üzerinde toplanan su damlacıkları" demek... Kelime etimolojik (kökenbilim) olarak Farsça'da "gece" manasına gelen "şeb" ile "havada bulunan su buharı, ıslaklık, rutubet" manalarındaki "nem" kelimelerinden oluşan bir birleşik isim... Yani "gece nemi" manasına geliyor basit olarak...
"Mûr" kelimesi ise "karınca" demek... Karınca, şu mübarek, şu çalışkan hayvan... Kelime Farsça ama bizim Klasik Türkçemiz’de de sık sık kullanılmış… Zirâ derin manaları var karıncanın bizde… Şimdilerde pek bize tesir etmese de… Gelin iki kelâm edelim karıncaya dair bu vesileyle... 
Çocuktuk... "Karınca Dûâsı" diye bir şey vardı evimizde… Kitaplıkta, yüksekçe bir yerde olurdu… Kitaplıktan kitap alırken, elimize gelir dururdu… Anlamazdık ne olduğunu ama karıncayı da dûâsını da biraz "mübarek" görürdük galiba...
Sonra "okul" denen, bizi bir forma, bir şekle, bir algıya sokan resmî kurumlara gitmeye / gönderilmeye başladık... Yeni yeni kavramlar, yeni yeni dünyalar öğretiliyordu bize okullarda... Bizi bir forma sokmakla görevli devletlû büyüklerimiz, Fransız yazar La Fontaine'ün "The Grasshopper and The Ant" isimli bir fablını bize aktarmanın münasip olacağını düşünmüştü belli ki... Biz, evlerinde karınca duası olan çocuklar, "Karınca ile Ağustos Böceği" hikâyesini okuyarak büyür olmuştuk… Evet çalışkanlığı, tedbirli olmayı, yeri geldiğinde kapına gelene laf çarpmayı La Fontaine'den öğrenmiştik böylece... Belki daha sonra annemizin reçellerine musallat olduklarında, belki piknik yaptığımız anlarda karşılaştık onlarla ara sıra… Aslına bakarsanız biz “yeni Türk çocukları” o fablla kapattık karınca faslımızı da…
***
Çocuktuk… Herkesin evinde yoktu… Ama bizde yüksek yerlerde saklanan ve ara sıra büyüklerimiz tarafından ele alınıp okunan anlamadığımız ama hürmet duyduğumuz bir şey daha vardı: Kurân-ı Kerîm… Zaman geçti… Merak hissimiz tahrik etti bizi… Okulda öğretilenler kesmedi… Eksik, yanlış, hakikatsiz geldi belki… Belki de yetmedi… Bir gün, o büyüklerimizin kitabını elime aldığım günlerin birinde “Neml” diye bir sûre olduğunu, “Neml”in Arapça’da “karınca” mânâsına geldiğini, Süleyman Peygamber’in ordularıyla bir vadiden geçerken bir karınca ile yaptığı konuşmadan dolayı bu ismi aldığını öğreniverdim… Merak işte… Çoğu zaman irademden, hislerimden, aklımdan  önde gelen şey…  O merak ile “Neml Sûresi”ni okuduğum bugün gibi aklımdadır… Ne okumuşuz o günlerde, dönüp beraberce bir bakalım…

Türkçe meâli şöyleydi surenin ilgili bölümünün (Elmalılı Hamdi Yazır meâli):
15. Andolsun ki biz, Davud'a ve Süleyman'a bir ilim verdik. Onlar: "Bizi mümin kullarının birçoğundan üstün kılan Allah'a hamd olsun" dediler.
16. Süleyman Davud'a varis olup dedi ki: "Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden (nasip) verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftur."
17. Cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil orduları Süleyman'ın hizmetinde toplandı, hepsi bir arada (onun tarafından) düzenli olarak sevkediliyordu.
18. Nihayet karınca vâdisine geldikleri zaman, bir karınca: "Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin!" dedi.
19. (Süleyman) onun sözüne gülümseyerek dedi ki: "Ey Rabbim! Bana ve ana babama verdiğin nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın iyi iş yapmamı gönlüme getir. Rahmetinle, beni iyi kulların arasına kat."
Anlaşılan şuydu: Hazreti Süleyman ordusuyla bir vadiden geçmekteydi… Karıncaların olduğu bir vadiden… Koca bir ordu minicik karıncaların olduğu bir vadiden geçmekteydi… O ordunun komutanı, o insanların hükümdarı ve hatta koca insanlığın nebilerinden biriydi Hz.Süleyman… Bir karıncayla konuşuyordu… Üzerine bassan, bastığını fark edemeyeceğin bir karıncayla…
Doğrusu bu Kur’an-ı Kerîm, 12-15 yaşlarında bir çocuğun okuyarak kendi başına pek de hakkıyla anlayabileceği bir şey değildi… En azından ben öyle değildim… Hâliyle bana öğretilene döndüm… La Fontaine’in fabllarındaki hikâyeyi bir mıh gibi aklımda tutarak yaşadım senelerce…
***
Sonra başka karşılaşmalar, başka tesadüfler, tevafuklar ile geçti hayatımız… Karşımıza nice güzel insan çıkardı talihimiz… Nice güzel kitaplara merakla uzandı ellerimiz… Edebiyata ilgi duymamıza sebep oldu zevkimiz…Seneler sonra, o edebiyatın sürprizli dehlizlerinde dolaşırken tekrar tekrar kaç kere daha  çıktı karşımıza “Süleyman ile karınca”… Bir tezadı sunuyordu bu ikili bize… Karınca aczin, zayıflığın sembolüyken; Süleyman iktidarın ve gücün timsaliydi edebiyatımızda… Galiba irfanî geleneğimizde La Fontaine’inkinden başka bir karınca vardı karşımızda…
Doğulu bir karınca…

***
Sonra iki hikâye daha çıktı karşımıza… İki menkıbe… İkisi de “Neml Sûresi”ndeki karşılaşmaya bizi götüren, ikisi de aslında o karşılaşmayı bize şerh eden, açıklayan iki menkıbe… Menkıbelerin birincisine göre Hz. Süleyman, ordusuyla bir sefere giderken bir vadiye ulaştıklarında karınca beyinin diğer karıncalara, “Kaçın, Süleyman’ın orduları sizi ezmesin.” dediğini işitir. Hz. Süleyman tebessüm eder ve karıncaların beyini yanına çağırır. Karınca beyi, Hz. Süleyman’ın yanına eli boş gitmek istemediği için kendince değerli gördüğü bir çekirge budunu alarak Hz. Süleyman’ı ziyarete gider. Hz. Süleyman dua eder, but bereketlenir; bütün ordu yarısıyla doyar. Geri kalanını karınca beyine iade eder ve ondan bir öğüt ister. Karınca da Süleyman Peygambere öğütler verir. Hz. Süleyman, karıncaya, “Ben peygamber olduğum hâlde sizi çiğneyeceğimi nasıl düşündün ve arkadaşlarına niçin kaçmalarını söyledin?” deyince, karınca da ona: “Karıncalar, senin debdebene dalıp da tespihlerini unuturlar diye söyledim” cevabını verir.
İkinci menkıbemizde ise Süleyman Peygamber bir gün bir karıncaya bir yıllık yiyeceğinin miktarını sorar. Karınca da, “Bir buğday tanesi yerim.” şeklinde cevap verir. Cevabın doğru olup olmadığını kontrol etmek isteyen Hz. Süleyman karıncayı, bir buğday tanesi ile bir şişeye koyarak hava alacak şekilde şişeyi kapatır, sonra da bir yıl bekler. Müddeti dolunca, şişeyi açtığında bir de bakar ki karınca buğday tanesinin yarısını yemiş, yarısını da bırakmıştır. Hz. Süleyman karıncaya buğday tanesini tamamen neden yemediğini sorar. Karınca da: “Daha önce benim yiyeceğimi yüce Allah (c.c.) verirdi. Ben de, O’na güvenerek bir buğday tanesini tamam olarak yerdim; çünkü O, beni asla unutmaz ve ihmal etmezdi. Fakat bu işi sen üzerine alınca, doğrusu nihayet bu aciz bir insandır diye sana pek güvenemedim. Belki, beni unutup yiyeceğimi ihmal edebilirsin. O yüzden de bir yıllık yiyeceğimin yarısını yiyerek diğer yarısını ertesi yıla bıraktım” şeklinde cevap verir.

***
Diyarbekir yollarında Yürüyen Budalalar olarak şiirlerini okuduğumuz Sezai Karakoç "Hızırla Kırk Saat" şiirinde ne güzel anlatıyordu meramımızı:
“Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz
Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz” diyordu…

Biz yeni Türk çocukları La Fontaine fablları ile büyütülen yeni Türk çocukları “neml”i de “mûr”u da bilmiyorduk… Bilmeyince III.Ahmed devri vezirlerinden İzzet Ali Paşa’nın bir gazelinde geçen o derin manalı beyitleri de anlamaktan bir karınca kadar acizdik de aczimizin dahi farkına varamayacak hâldeydik:Bir olur Adl-i İlâhî'de Süleymân ile mûr,
Dergâh-i Hak'da hemân şâh ile sâil birdir

Yani Ali Paşa (bir vezir, bugünkü karşılığıyla bir bakan olan Ali Paşa) diyor ki:Bir olur İlahî Adalette Süleyman ile karınca
Hakkın dergâhına vardığında şah ile dilenci birdir

***
Bir vezir bunu derken kulak kesilelim, bakalım bu mülkün sultanlarından biri, Avnî mahlasıyla beyitler yazan, İstanbul’u fetheden, çağ açıp çağlar kapatan, hadislerle müjdelenen, gücün, kudretin, iktidarın sahiplerinden Fatih Sultan Mehmed yârine neler söylüyor:
Mesned-i hüsn üzre sen, ben hâk-i rehde pâymâl
Mûr hâlin nice arz ede Süleyman'ım sana

Güzellik tahtı üstünde sen, ben toprağım ayaklar altında
Karınca hâlini nasıl arz ede Süleyman’ım sana

***
Hep karıştırılır iki Süleyman… Karıştırılmak istenir daha doğrusu… Kudretleri ile mukayese edilirler… Hz.Süleyman’a benzetilen Kanunî Sultan Süleyman’dır. O da büyük dedesi  gibi büyük bir şairdir. Muhibbî mahlası ile yazar şiirlerini. Bakın o kudretten yana nasibi bol Sultan Süleyman Muhibbî olup da neler demiş:
Mûr gibi paymal itdürme gel miskinleri
Saltanat giçer Süleyman dahi olsan hemçü bâd
Karınca gibi ayak altında çiğnetme gel miskinleri (aciz insanları)
Saltanat geçer Süleyman dahi olsan, rüzgâr gibi

Bir başka şiirinde ise şöyle diyor Sultanımız:
Hay huydan fariğ ol âlemde insanlık budur
Pendini gûş eylegil mûrun Süleymanlık budurHay huydan çekil (feragât et) âlemde insanlık budur
Öğüdünü dinle karıncanın, Süleymanlık budur

Meraklısı için şiirin tamamını da koyuyorum buraya:
Hay huydan fariğ ol âlemde insanlık budur
Pendini gûş eylegil mûrun Süleymanlık budur
Her kime kılsan nazar sen anı senden yeg bilüp
Görme kendü kendözün zira ki şeytanlık budur
Her ne kim sana sanursun san anı kardaşına
Filhakika sözünü gûş it Müselmanlık budur
Akıl isen istedügün iste ahir sendedür
Gayr yirden ister isen bil ki nâdânlık budur
Nefse hazzın ey Muhibbî virmegil hayvan-sıfat
Zabt-ı nefs it arif ol âlemde insanlık budur
Muhibbî

***
Bu çok uzayan “mûr” faslını yine Kanunî Sultan Süleyman ile kapatalım… Hani şu “yeni Türkler”in TV ekranlarından tanıdığını zannettiği Sultanımız ile kapatalım… Rivâyet edilir… Derler ki Topkapı Sarayı’nın bahçesindeki ağaçları karıncalar sarar. Bazı ağaçlar zarar görmeye, cihân devleti Osmanlı İmparatorluğu’nun o ihtişamlı saray bahçesi kurumaya yüz tutar. Ağaçların kurumasına mani olmak için çareler aranır. Öğrenilir ki ağaçların gövdelerine ve diplerine kireç tatbik edilirse mesele çözülebilir. Fakat Sultan Süleyman ilim ehlinden izin almadan yapmak istemez ve Zenbilli Ali Efendi’ ye meseleyi sorar kendine yakışan şekliyle:
Dırahtı ger sarmış olsa karınca,
Zarar var mı karıncayı kırınca?
(Dıraht: Ağaç)
(Ger: Eğer)
Zembilli Ali Efendi’nin fetvası da bir o kadar şâiranedir:
Yarın Hakk’ın divanına varınca,
Süleyman’dan hakkın alır karınca

Bu diyalog aslında çok ilginç… Hattı zatında hem Sultan Süleyman hem de Zembilli Ali Efendi pekâlâ bilirler ki, ağaçları korumak için onlara kireç sürmek caizdir, müsade vardır. Ancak bu vesileyle Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi, Sultan’a demektedir ki, “evet, helaldir ammâ, hesâba da çekilirsin; zâten malûm değil midir ki, helâle hesap var, harama azap!”Devletinin zirvesinde olan hükümdarın yapacağı işte hukukî zemin araması. Kudretli hükümdarın karşısında değil yanında, etrafında, onu şekillendiren, onu biçimlendiren şahsiyetli bir Şeyhülislâm. Kullandıkları lisandaki zarâfet. Velhâsıl Allah’ın huzurunda karınca ile Sultan’ın hakkını eşitleyen bir medeniyet…
***
Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmış, aydınlanmış, böylece az bilen, şaşkın, cahil, sosyolojik olarak piçleşmiş “yeni Türkler”iz…
Maalesef böyleyiz… "Memleketler çeşitlidir; fakat uygarlık birdir ve bir milletin ilerlemesi için de bu tek uygarlığa katılması gerekir" denilerek kadîm irfânî geleneğiyle bağları mahirce kesilmiş, La Fontaine’in masalları ile büyütülmüş kimseleriz… Mehmet Akif’in dediği gibi “Şarka bakmaz, garbı bilmez, edepten yok pâyesi” seviyesindeyiz…  Acınası hâldeyiz…
“Karıca”sını da, “neml”inin de, “mûr”unu da ”nûr”unu da kaybetmiş kimseleriz…
Yine de hâlinden memnun olanların çocukları için aşağıdaki siteleri tavsiye ederiz, aydınlanmalarının ve çağdaşlaşmalarının devâmını dileriz:
http://www.lesfables.fr/http://www.la-fontaine-ch-thierry.net/fablanglais.htm
Uzun yazdık, sürç-ü lisan eylediysek, maksadı aşan kelâm ettiysek özür dileriz… Tercüme-i hâlden gayrısı değildir gayemiz…
20th August 2014, H a l i l ÇELİK tarafından yayınlandı
Etiketler: H a l i l
 
شب یلدای غمم را سحری پیدا نیست
Şebi yeldâyı gamm râ seherî peydâ nîst
Derdimin en uzun gecesine seher görünmüyor
21st December 2010, H a l i l ÇELİK tarafından yayınlandı
 
بالابلند عشوه گر نقش باز من
کوتاه کرد قصه زهد دراز من
***
Bâlâ bulend i ‘işve-ger-i nakş-bâz-ı men
Kûtâh kerd kıssa-i zuhd-i dırâz-ı men
***
Benim işveci, hilebaz uzun boylum (sevgilim)
Uzun (uzayıp giden) zâhitlik hikâyemi kısalttı
(Beni zahitlikten vazgeçiriverdi)
13th February 2010, H a l i l ÇELİK tarafından yayınlandı
Etiketler: Hâfız-ı Şirâzî
 
Sitemger (ستمگر)
Kemençevî Nermin Hanım’ın :) bu haftaki dersinde, Medenî Azîz Efendi’nin (1842 – 1895) bestelediği, güftesi Âşık Ömer’e (1651 – 1707) ait olan nefis bir hicaz hicaz hümayun şarkıda karşılaştım “sitemger” kelimesiyle:
Ey çerh-i sitemger dil-i nâlâna dokunma
Hicr âlemidir, ettiğim efgâne dokunma
Ey tîğ-i elem yâreledin cismimi, bari
Cânanıma nezreylediğim câna dokunma
Az evvel Zeki Müren’in yorumundan dinledim şarkıyı, dinledikçe şarkı ve sözleri bir girdap gibi içine çekti, esir aldı beni. Bu vesileyle istedim ki biraz üzerinde çalışalım, böylece iklimine girelim bu nefis eserin... Zeki Müren’in yorumu için:
http://www.dailymotion.com/video/xbao9r_zeki-muren-ey-cerhi-sitemger_music
***
Sitem (ستم) Farsça’dan Türkçe’ye girmiş bir isim, Farsça’da birbirine yakın iki anlama geliyor:
  1. Zulüm, haksızlık
  2. Eziyet
Arapça’da aynı anlama gelen zulm (ظلم) kelimesi dinî terminolojide çok yaygın ve vurgulu bir şekilde kullanılan bir kelime olarak Türkçe’mize dahil oldu. Çok geniş bir kullanım alanı buldu dilimizde. Bu yüzden "zulüm" ile eşanlamlı olarak Farsça’dan devşirilen “sitem” kendine yeni bir yer, yeni bir anlam arandı. Bir çeşit anlam kaymasına uğrayarak Farsça’daki iki anlamı haricinde üçüncü bir anlam kazandı Türkçe’de:
          “Çıkışma, azarlama"
          "Bir kimseye, yaptığı bir hareketin veya söylediği sözün üzüntü, alınganlık, kırgınlık vb. duygular uyandırdığını öfkelenmeden belirtme.”
Sitem kelmesinin üçüncü anlamı için Şemseddîn Sâmi’nin Kâmûs-i Türkî’de verdiği örnek:
"Ziyâretime gelmedin diye bana sitem etti."
***
“-ger” eki Farsça’da isimlerin sonuna eklenerek onları sıfat haline getiren bir ek. Eklendiği kelimeye fâiliyet (yapıcılık) anlamı verir. Örnekler daha fazla fikir verecektir:
  Kimya-ger   : Kimya-yapan, kimyacı
  Âhen-ger    : Demir-yapan, demirci
  Zer-ger      : Altın-yapan, kuyumcu
  Sûdâ-ger    : Ticaret-yapan, tüccar
  Sûret-ger    : Sûret-yapan, ressam
  İşve-ger     : İşve-yapan, işveli
  Yağma-ger : Yağma-yapan, yağmacı
  Gâret-ger   : Yağma-yapan, yağmacı
  Füsûn-ger   : Efsûn-yapan, büyü-yapan, büyücü
“-ger” eki Farsça'da “-gâr” (گار ) olarak da kullanılır:
  Beste-gâr : beste-yapan, bestekâr, besteci
  Yâd-gâr : hatıra-yapan, yâdigâr
  Per-gâr : Kanat-yapan, pergel
***
Bu malûmât ışığında sitemger de “sitem yapan, zulüm yapan, zâlim” anlamına gelen bir kelime. Şarkıdaki diğer kelimeler:
Çerh         : Çark. Eserde “feleğin çarkı”na gönderme yapıyor.
Dil-i nâlân : İnleyen gönül
Hicr          : Ayrılık. “Hicrân” kelimesinin kökü.
Efgân       : Figân. Iztırap ile haykırma, bağırıp çağırma.
Tîğ          : Kılıç
Nezr        : Adama
***

Metnin günümüz Türkiye Türkçesi’ne yaklaştırılmış hâli:
Ey zâlim felek inleyen gönlüme dokunma
Ayrılık âlemidir, ettiğim feryada dokunma
Ey elem kılıcı, yâreledin cismimi, bari
Cânanıma adadığım câna dokunma
13th December 2009, H a l i l ÇELİK tarafından yayınlandı
Etiketler: Farisî
 
هرکسی از ظن خود شد یار من
از درون من نجست اسرار من
***
Herkesî ez zann-ı hûd şud yâr-i men
Ez derûn-i men necust esrâr-ı men
***
Herkes kendi zannınca bana yâr oldu
(Fakat kimse) içimdeki esrarı (sırlarımı) anlayamadı
***
Ney...
7 delikli, kamıştan yapılmış nefesli çalgı. Hz. Mevlânâ'nın Mesnevî'si başladığı ilk beyit
"Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor; ayrılıkları nasıl hikâye ediyor"
diye başlar ve önce Mesnevî'nin ilk 18, sonra toplam 25.619 beyiti neyin ardına takılır gider.
***
Ney... Garip çalgı. Garip kalmış çalgı. Semboller dünyasının çalgısı...
Evvela rivayetler, menkıbeler... Hz. Muhammed (S.A.V) sıkı sıkıya tembih ettikten sonra Allah'ın sırlarını Hz. Ali'ye söyler. Bu sırrı içinde saklamak pek ağır gelir Hz. Ali'ye. İçi ateş dolar... Yüreği parça parça... Dağlara, göllere, çöllere vurur kendini... Bir gün sahrada bir kuyunun başında... Kör kuyuya boşaltır içini... Ferahlar... Ferahlar ferahlamasına ama hakikatin sırrına vakıf olan bu kuyudan bir süre sonra sular taşar... Etrafında ağaçlar, kamışlar biter. Ney bu kuyunun sularından, o sazlıkta biten kamıştan yapılmıştır. Erbabının elinde dile gelir, ilâhî sırları ifşa eder.
Ney... Zahmet çekmiş... İçi boşalmış... Benzi sararmış... Delik delik... Bu yönüyle seyr ü sülükten geçerek olgunlaşmış, pişmiş insan-ı kâmile benzer... Anavatanından, sazlıktan, kamışlıktan koparılan ney, tıpkı Yaradan'dan ayrı düşen insana benzer... Ney inler, insan ağlar hasretinden...
Ney... Ney ve insan... İnsan-ı kâmil... Kâmil insan... İkisi de nefes saklar içinde. Nefesle dolar... Aşk nefesi ile... Neyzenin aşk dolu nefesi içini kaplar neyin... Kâmil insanın içi de tertemiz bir aşkla doludur.... İlâhî aşkla...
Ney... Ses çıkarmayan ney, kuru bir kamıştan ibaret görünür... Gösterişsiz, sessiz, süssüz, sâde, dümdüz... Kâmil insan... Ney gibi çalımsız, sıradan, doğal... Ama ses çıkarmaya başladıklarında başkalaşır her ikisi de...
Annamarie Schimmel neyin, kamış kaleme benzediğini söyler... Kamış kalem de ney gibi ayılıklardan, ızdıraptan ve hasretten haber verebilir. "Başsız" olarak kağıdın üzerinde rakseder. Umulur ki ilâhî yazıcı onu doğru kesmiş olsun.
Ney, aşk sırrını sevgiliye değişik mısralarla, değişik düzenlerle anlatmaya çalışan şaire benzer. Değişik sesler çıkartır içine dolan nefesle... Şair de ilâhî aşkı yaşayan insan-ı kâmilden başkası değildir zaten.
Neyden çıkan ses, ateşin tâ kendisidir. İnsanı yaradandan ayrı düşüren bütün perdeleri yakıp yok eden bir ateş...
***
Dün akşam söyleyecek söz bulamayınca... Mesnevî'nin altıncı beyitini, "derûnundaki esrâra esir olanlar için" anmak istedim... Diyemedim...
Yoksa "benim adım insanların hizasına yazılmıştır" diye mi başlamalıydım? Bilemedim...
9th November 2008, H a l i l ÇELİK tarafından yayınlandı
Etiketler: Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî
 
Evvelâ aşağıdaki şiiri kızımız Elif'e ve henüz cemâlini göremediğimiz küçük Elif'e ithaf ettiğimizi belirtelim...
Aşağıda bulacağınız şiirin şairinin adı Bedreddin. Çağatay bölgesinden. Estarâbâd'da (Günümüzdeki adı Gurgan) dünyaya gelmiş. Esterâbâd denince biraz durmak gerekiyor. Zira bir döneme damgasını vuran "Hurûfîlik"in kurucusu Şihâbuddîn Fazlullâh Esterâbâdî de aynı şehirden...
Hurûfîlik... Hurûf, Arapça'da "harfler" anlamına geliyor. Hurûfîlik ise harflerin ve bu harflerin karşılığı olan sayıların sırlar içerdiğine inanan bir akım. Bu ezoterik akımı bir din, mezhep veya tarikat olarak sınıflamak müşkül. Esterâbâdlı Fazlullah tarafından 14. asrın ikinci yarısında (Emir Timur döneminde) sistematize edilmiş. Ad ile varlık arasında mutlak bir ilişki olduğuna inanmışlar Hurûfîler. Allah'ın sırlarına da harfler ve sayılar vasıtasıyla ulaşmaya çalışmışlar.
Şeriat dışına çıktığı, peygamberliğini ilân ederek dine zarar verdiği ve siyasî iktidara tehdit oluşturduğu için Emir Timur'un oğlu Miran Şah tarafından 1394'te Nahcivan'da öldürülmüş Fazlullâh. Onun ölümünden sonra onun yolunu takip eden Hurûfîler de amansız bir takibe uğramış. Anadolu ve Rumeli'nde kendine hareket alanı arayan Hurufîlik, inançlarının bir kısmını Alevilik ve Bektaşiliğe aktarsa da, zaman içinde etkisini giderek kaybetmiş.
Hazreti Ali'ye atfedilen aşağıdaki söz Hurufîlik - Alevîlik ilişkisi ile ilgili bir fikir verebilir: "Kur'an Fatihâ'dan, Fatihâ Besmele'den, Besmele Ba harfinden ibarettir. Bense o Ba harfinin altındaki noktayım."
***
İşte aşağıdaki beyitin sahibi Bedreddin, nâm-ı diğer Hilalî-i Çağatayî, Kuzey İran'da, Hurufîliğin kurucusu Fazlullah'ın ölümünü takip eden asırda dünyaya gelmiş. günümüzde Afganistan'ın kuzeyinde yer alan Herat şehrinde yaşamış ve 1530 senesinde Herat'ı zapteden Abdullah Özbek Han tarafından öldürülmüş. Divânıyla beraber Sıfatü'l Âşıkîn, Leylî vü Mecnûn, Şâh u Gedâ gibi eserleri günümüze kadar ulaşmış.
İşte Hilalî-i Çağatayî'nin harflerle oynadığı beyiti:
الف بر «آسمان», نون بر «زمين» است
زکج تا راست فرق, آری, همين است
Elif ber “âsmân”, nûn ber “zemîn” est
Ez kec tâ râst fark, arî, hemin est
Elif, آسمان (âsmân)’da; nûn ise زمين (zemîn)’dedir.
Eğri ile doğru arasındaki fark işte budur.
***
Şiir iki kelime ve iki harfin etrafında inşa edilmiş Esterâbâdlı şair tarafından:
آسمان (âsmân: gök)
ve
زمين (zemîn: yer)
ile
آ (elif)
ve
ن (nûn)
***
Elif şeklinden dolayı divân edebiyatında doğruluk, dürüstlük anlamlarına karşılık kullanılırken; nûn yine şeklinden dolayı zaman zaman elif'in (doğruluk, dürüstlüğün) zıddı olarak değerlendirilegelmiş.
Hurûfîliğin tesirinde kalmış şair Hayalî bu şiirinde doğru insanlar ile eğri insanlar arasındaki farkın, zemîn (yeryüzü) ile âsmân (gökyüzü) arasındaki fark gibi olduğunu söylüyor.
Şâir ayrıca, doğruluğun sembolü olan elifin, âsmân ( آسمان - gökyüzü) kelimesinin başında, eğriliğin simgesi olan nûn harfininin ise zemîn (زمين) kelimesinin sonunda yer aldığını belirtiyor. Yani elif (doğruluk) sadece gökyüzünde yer almaz şaire göre, o gökyüzünün başındadır (üstünde). Nûn (eğrilik) ise sadece zeminde yer almaz, o da yerin sonundadır (dibindedir).
***
Eliflerimizin "elif" gibi bir hayat geçirmesi dileklerimle...
16th April 2008, H a l i l ÇELİK tarafından yayınlandı
Etiketler: H a l i l Hurûfîlik
 
!هر عيب كه سلطان بپسندد هنراست
.
***
.
Her ‘ayb ki Sultân be-pesended, honer-est!
.
***
.
Sultanın kabul ettiği her ayıp hüner sayılır!
.
.
3rd March 2007, H a l i l ÇELİK tarafından yayınlandı
Etiketler: Sa'dî
 
خیام اگر زباده مستی خوش باش
با ماهرخی اگر نشستی خوش باش
چون عاقبت کارجهان نیستی است
انگارکه نیستی چوهستی خوش باش
***
Hayyâm! Eger zebâde mestî hoş bâş
Bâ mâhruhî eger nişestî hoş bâş
Çün â‘kıbet-i kâr-i cehân nistî est
Engâr ki nistî çu hestî hoş bâş
***
Hayyam! Eğer bâdeden mest olmuşsan mutlu ol!
Bir ay yüzlü ile oturduysan mutlu ol!
Madem ki dünya işinin sonu yokluktur,
Farzet ki yoksun... Ama madem varsın, mutlu ol!

25th February 2007, H a l i l ÇELİK tarafından yayınlandı
Etiketler: Ömer Hayyam
 
 Yolu Konya'ya düşenler, günümüzde müze olarak ziyarete açık olan Mevlânâ dergahına vardıklarında, gümüş bir kapıdan geçer, kendilerini "Kubbe-i Hadra - Yeşil Kubbe"nin altında, Hz. Mevlânâ'nın türbesinde bulurlar.
Türbenin içinde iki levha yer alır... İlki Türkçe yazılmıştır:
"Ya oldugun gibi görün
Ya göründügün gibi ol"
İkinci levhâ da en az ilki kadar meşhurdur, hatta Hz. Mevlânâ'nın mottosu desek yeri. Bir önceki yazımızda aktardığımız Farsça rubâî yer alır bu levhâda:
"Gel, Gel, ne olursan ol gel,
Ister kâfir, ister mecûsî, ister putperest ol gel,
Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir,
Yüz kerre tövbeni bozmuş olsan da yine gel."
***
Bu meşhur rubâî ile ilgili iki önemli tartışmayı burada zikretmek istiyorum.
Birinci tartışma rubâînin Türkçe'ye tercümesi ile ilgili. Malûm, Hz. Mevlânâ çağdaşı Türk şair, yazar ve düşünürleri gibi yazılarını Farsça kaleme alırdı. Rubâîde kullanılan Farsça "bâz ameden" fiili "günahlardan tövbe etmek, pişman olmak, nedâmet getirmek" anlamına da geliyor diğer anlamlarına ilâveten...
Rubâînin, Kur'an-ı Kerîm'de Zümer Sûresi'nin 53. ayeti
"(...) لَا تَقْنَطُوا مِن رَّحْمَةِ اللَّهِ (...)"
"(...) la taknetu min rahmetillah (...)"
"(...) Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin (...)"
yorumlanarak, hatadan dönülmeye çağrı yapıldığı belirtiliyor.
Aslen Peşaver doğumlu bir Türkmen olan Prof. Dr. Erkan Türkmen ile Selçuk Üniversitesi İlahiyât Fakültesi eski dekanı rahmetli Prof. Dr. Orhan Karmış da rubaînin tercümesinin "yine gel" olarak değil, "vaz geç, tövbe et" olarak yapılması gerektiğini ileri sürmüşler.
Orhan Karmış konu ile alâkalı olarak şöyle der: Bu kelime "tekrar gelmek, asla rücu etmek, asla dönmek" anlamında tercüme edilse bile, hiçbir zaman putperest ve kâfirlere "olduğun hâl üzere gel" çağrısı yapılmamıştır. "Tövbeni bozmuş olsan da, imandan küfre dönmüş olsan da tekrar imana gelmen şartıyla ilâhî rahmet kapıları sana açılabilir" demek istenmiştir.
Bir galat-ı meşhur ile karşı karşıya isek, bu bilgiler ışığında meşhur rubâîmizi şu şekilde tercüme etmek de mümkün:
Tövbe et, tövbe et, ne olursan ol tövbe et,
İster kâfir, ister mecûsî, ister putperest ol, tövbe et,
Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir,
Yüz kerre tövbeni bozmuş olsan da tövbe et.
***
Görmek bana kısmet olmadı ama Hz.Mevlânâ'nın dergâhının kapısının üstünde şu ifadenin yazılı olduğu söylenir:
کعبه العشاق باشد این ﻤﻗﺎم
هر که ناقص آمد اینجا شد تمام
***
“Ka'betü'l-u'şşâk bâşed în mekâm
Her ki nâkis âmed, încâ şod temâm”
***
“Âşıklar kâbesidir bu makâm,
Her kim nâkıs gelir, kâmil olur.”
***
Hz. Mevlânâ, "hatalarınıza, kabahatlerinize, günahlarınıza takılmayın. Vazgeçin, tövbe edin, gelin, davetimize icâbet edin... Bu dergâha noksan gelseniz de kemâle erer, buradan öyle ayrılırsınız" demek istiyor...
***
Rubâî ile ilgili ikinci temel tartışma konusu, Rubâînin Hz. Mevlânâ'ya değil, 1049 senesinde vefat eden, Hz. Mevlânâ'dan yaklaşık iki asır evvel yaşamış olan Ebu Said Ebu'l Hayr adlı sûfîye ait olduğu konusudur.
Rubâînin Hz.Mevlânâ'nın hiç bir yazılı metninde yer almadığı, bu rubâînin ona ancak maledilmiş olabileceği İlber Ortaylı, Mikail Bayram, İsmet Verçin, Mahmut Erol Kılıç gibi bilim adamları ve rahmetli Şefik Can gibi mevlevîler tarafından zikrediliyor. Doğrulayamadığım bir bilgi var elimde, rubainin yazılı olarak yer aldığı eserin Afzalü'd-Din Kaşani'nin divanı olduğuna dair bir bilgi bu.
Ancak Ebu Said Ebu'l Hayr ile Hz. Mevlânâ'nın felsefeleri ve tasavvuf anlayışlarının oldukça yakın olduğunu da görüyoruz. Bu maledişin, varolan benzerlikten kaynaklanmış olabileceği ihtimalini değerlendirmek gerekir.
Meselâ elimizde Ebu Said Ebu'l Hayr'ın menkıbelerinin anlatıldığı, Süleyman Uludağ tarafından hazırlanmış, Kabalcı Yayınevi tarafından yayınlanmış "Tevhidin Sırları" kitabıvar. Kitapta "Heme ost", yani "Her şey O'dur" sözünü tasavvuf tarihinde ilk kez kullananın Ebu Said olduğu belirtiliyor. Ebu Said âlemde gördüğümüz şeylerin Tanrı'nın çeşitli yansımalarından başka bir şey olmadığını ileri sürüyor.
Hz.Mevlânâ'nın ölüm günü "şeb-i arûz" yani "düğün gecesi" olarak anılır. Hz.Mevlânâ'nın "Sevgili" ile buluşacağı gece olduğu için bu şekilde anılır. (Yaklaşmakta olan kapitalist dünyanın üretimi olan, 14 Şubat Aziz Valentine Sevgililer Günü'nün Doğu'daki kadîm versiyonudur desek nasıl olur?). Ebu Said Ebu'l-Hayr da ölüme tıpkı Hz. Mevlânâ'nın şeb-i arûz'u gibi yaklaşmış, na'şı mezara götürülürken şu dizelerin okunmasını vasiyet etmiş:
Hebter ender cihan ez'in çe bured kâr
Dost be dost reft yâr ber yâr
***
Dünyada şundan daha hoş hangi iş var?
Dost dosta gidiyor, yâr yâr'a.
Esraru't-Tevhid (Tevhidin Sırları), 355
***
Çağrıda "Gel" mi demek istenmiş, "tövbe et" mi?
Peki bu çağrı Hz. Mevlâna'nın evrensel çağrısı mı?
Yoksa Ebu Said Ebu'l Hayr'ın mı?
Yukarıda biraz mâlûmat toparladık...
Ama sanki ne kimin söylediği önemli, ne de ne söylendiği...
Gönül buluyor istikâmetini...
4th February 2007, H a l i l ÇELİK tarafından yayınlandı
Etiketler: Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî
 
 بازا بازا هر آنچه هستی بازا
گر کافر و گبر و بت پرستی بازا
این درگه ما درگه نومیدی نیست
صد بار اگر توبه شکستی بازا
***
Bâzâ! Bâzâ! Her ân çi hestî bâzâ
Ger kâfîr u gebr u bût-perestî bâzâ
În dergeh-i mâ, dergeh-i novmîdî nîst
Sed bâr eger tovbe-şikestî bâzâ
***
Gel! Gel! Ne olursan ol, yine gel…
İster kâfir, ister ateşe tapan, ister putperest ol…
Bizim kapımız umutsuzluk kapısı değildir,
Yüz kere bozmuş olsan da tövbeni yine gel…
***
Come, Come again !
Whatever you are...
Whether you are infidel,
idolater or fireworshipper.
Whether you have broken your vows
of repentance a hundred times
This is not the gate of despair,
This is the gate of hope.
Come, come again...
18th December 2006, H a l i l ÇELİK tarafından yayınlandı
Etiketler: Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî
 
دانی که چیست دولت? دیدار یار دیدن
در کوی او گدایی بر خسروی گزیدن
***
Dâni ke çist dovlet? Didâr-ı yâr diden
Der kuy-ı u gedayi ber Husrevî goziden
***
Mutluluk nedir bilir misin? Sevgilinin yüzünü görmek
Padişahlığı onun sokağında dilencilik yapmaya terk etmektir
8th December 2006, H a l i l ÇELİK tarafından yayınlandı
Etiketler: Hâfız-ı Şirâzî
 
در عشق توام نصیحت و پند چه سود
زهراب چشیده ام مرا قند چه سود
گویند مرا که بند بر پاش نهیدد
یوانه دل است پای بر بند چه سود
***
Der aşk-e toem nasihat ü pend çe sud
Zehrab çeşide em mera kend çe sud
Guyend merake bend ber paş nehid
Divane del est pam ber bend çe sud
***

Senin aşkındayım, nasihat ve öğüt ne fayda
Zehir içmişim, bana şeker ne fayda
Benim için ayağından zincire vurun diyorlar
Divâne olan gönüldür, ayağımı zincire vurmak ne fayda
***
Hazreti Mevlânâ'nın bu rubaîsi üzerine kelâm etmek ne fayda...
24th November 2006, H a l i l ÇELİK tarafından yayınlandı
Etiketler: Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî
 
Farsça'da fiilllerin düzenli ve düzensiz olarak ikiye ayrıldığını, Farsça'daki düzensiz fiillerin geniş zaman mastarlarının, Osmanlı Türkçesi'nde yaygın bir şekilde kullanıldığını bir önceki yazımızda belirtmiş, "dâşten" (ﻥﺘﺸﺍﺩ) fiilinin geniş zaman mastarı "dâr"(ﺭﺍﺩ) ile ilgili örnekler vermiştik.
Bu kez "okumak" anlamına gelen Farsça "hânden" (ﻥﺩﻨﺍﻭﺨ) fiilini inceleyelim. "Hânden" fiili de düzensizdir ve geniş zaman mastarı "hân"(ﻥﺍﻭﺨ) dır.
Türkçemize giren "hân" ekiyle biten örnekleri sıralayalım:
Hânende: Okuyan, şarkı söyleyen
Gazelhân : Gazel okuyan (Rahmetli Kazancı Bedih, Kani Karaca)
Mevlidhân : Mevlid okuyan (Âmir Ateş ilk akla gelen isim)
Kasidehân: Kaside okuyan (Niyazi-i Misrî'nin kelime-i tevhid kasidesini okuyan Mehmet Kemiksiz'i anmamak olmaz)
Âyinhân: Mevlevihâne ve semâhânelerde sema edilirken, yüksek bir yerde bulunan ve mutribhâne adı verilen mahfilde âyin okuyan kimse
Salâhan : Minarede cuma veya cenaze namazına davet için salâvat okuyan kimse; meydan okuyan kişi
Duahân : Dua okuyan
Hutbehân. Hutbe okuyan, hatip
Tesbihhân: Tesbih çeken, tesbih okuyan
Dershân: Ders okuyan, talebe, öğrenci
Hoşhân: Okuyuşu güzel
Feryadhân: Yardım isteyen
Aminhân: Amin diyen
Ebcedhân : Ebced okuyan, mektebe yeni başlayan, acemi
20th November 2006, H a l i l ÇELİK tarafından yayınlandı
Etiketler: Farisî
 
من درد ترا ز دست آسان ندهم
دل برنكنم ز دوست تا جان ندهم
از دوست بيادگار دردي دارم
كان درد بصدهزار درمان ندهم
***
Men derd-e torâ zedest âsân nedehem
Del ber nekenem ze dust tâ cân nedehem
Ez dust be yâdigâr derdî dârem
Kân derd be sed hezâr dermân nedehem
***
Ben senin derdini kolay yitirmem
Can vermedikçe gönlümü sevgiliden koparmam
Bir derdim var sevgiliden hatıra
O derdi ki 100.000 dermana değişmem
***
Fahreddin-i Irakî, Anadolu'nun Türkleşmeye başladığı, ancak bir yandan Moğol istilâlarının, bir yandan Haçlı seferlerinin Selçuklu ülkesini kavurduğu yıllarda, Mevlânâ Celaleddin-î Rûmî, Sadreddin Konevî, Şems-i Tebrizî gibi önemli tasavvuf alimleriyle aynı dönemde, aynı coğrafyada yaşamıştır.
Aslen Hamedanlıdır. Lemeât isimli bir eseri vardır. 17 yaşından sonra Hindistan'a gider, oradan hacca geçer. Daha sonra Anadolu'ya gelerek, Konya'da Sadreddin Konevî'nin sohbetlerine devam eder. Müridi olan Muîneddin Pervane, Tokat'ta Irakî için bir hânikah inşa ettirir.
(Hânikah: Tarikat merkezi. Dinî birer kurum olmalarının yanı sıra hayır işlerinin de yapıldığı toplantı yeri, modern anlamda kulüp karşılığıdır. Sınırlarda düşmanın saldırılarını karşılamak amacıyla kurulan karakol binalarında yer alan tekkelere verilen ad.)
Fahreddin-i Irakî bu yüzden bir süre Tokat’ta kalır. Daha sonra Mısır'a gider, orada 1289 senesinde vefât eder.
Fahreddin-i Irakî, Sadi-yi Şirazî, Şeyh Mahmud-u Şebusterî, Mevlânâ Celaleddin-î Rumî, , Emir Hüsrev-î Dihlevî, Hacu-yi Kirmanî, Selman-ı Savecî, Hafız-ı Şirazî, Kemal-i Hacendî, Molla Camî gibi Farsça yazan öenmli klasik dönem şairlerinden biridir.
10th November 2006, H a l i l ÇELİK tarafından yayınlandı
Etiketler: Fahreddin Irakî

Bakmayın yazının politik çağrışımlar yaptıran bir başlığı olduğuna, bu yazı lisan üzerinedir... İran - Türk sınırı Kasr-ı Şirin Antlaşmasıyla belirlenmiş, o günden bu yana ufak arbedelerin dışında pek değişmemiştir. İki ülkenin sınırı dünya üzerinde İngiliz ve / veya Amerikalıların çizmediği bir sınırdır. Bu durum üzerinde durulması gereken bir önemdedir. İki ülke, sınırın iki yakasında 1638 tarihinden bu yana ortak bir geçmişi miras alarak kendi özgün kültürlerini oluşturdular.
Malûm Türkler'in Batı'ya olan büyük yolculuğunun çok önemli bir bölümü İran'da geçmiştir. Bu bin yıl boyunca iki toplumun etkileştiği alanların en önemlisi dil olmuş. Asırlar boyunca Farsça ve Türkçe birbiriyle yoğun bir etkileşim halinde olagelmiş... Ortak isimler, gramer kurallari, karşılıklı transfer edilen kelimeler o kadar çok ki... Oysa günümüzde Farsça sokaktaki insana çok uzak bir dil gibi görünür...
Bir arada geçen yılların iki dil arasındaki etkisi ve geçişkenliği ile ilgili bir örnek verelim, kolay anlaşılsın...
Farsça'da fiilller düzenli ve düzensiz olarak ikiye ayrılır. Düzenli fiiller "ye, dal, nun" harfleri ile biter. Sayıları çok fazla olmayan düzensiz fiillerin şimdiki zaman ile geniş zaman mastarları ise özeldir.
Örneğin Farsça'da "sahip olmak, tutmak" anlamlarına gelen düzensiz "dâşten" (ﻥﺘﺸﺍﺩ) fiilinin geniş zaman mastarı "dâr"dır (ﺭﺍﺩ).
Farsça'nın bu kuralı Türkçemizi derinden etkilmiştir. Çünkü Farsça'daki düzensiz fiillerin geniş zaman mastarları, Türkçe'de yaygın bir şekilde kullanılır. Aşağıdaki örnekler bu etkiyi daha iyi anlatacaktır:
Silah-dâr (silah tutan),
Bayrak-dâr (bayrak tutan),
Alem-dâr (bayrak tutan; Alemdar Mustafa Paşa, Polat Alemdar),
Defter-dâr (defter tutan, defter sahibi),
Hazine-dâr (hazinenin yönetim ve muhafazasına memur edilen kimse),
Hisse-dâr (hisse sahibi),
Sermaye-dâr (sermaye sahibi),
Mühür-dâr (mühür tutan),
Haber-dâr (haber sahibi, haberi olan),
Alâka-dâr (ilgili, ilişkili),
Türbe-dâr (türbeyi bekleyen ve ona hizmet eden kimse),
Hüküm-dâr (hükme sahip),
Ser-dâr (asker başı, kumandan),
Kafâ-dâr (kafaca birbirine denk olan arkadaş),
Hava-dâr (havası olan, havası temis olan),
Taraf-dâr (taraf tutan; 12. adam),
Mihmân-dâr (mihmân: misafir; mihmân-dâr: misafir ağırlayan),
Dîn-dâr (dinini önde tutan, dinine sahip kişi),
Kin-dâr (kin tutan kişi),
Dil-dâr (dil: gönül; dil-dâr: birinin gönlünü tutan, sevgili) ,
İbrik-dâr (eski saraylarda ve konaklarda el ve yüz yıkanacağı zaman ibrikle su döken veya ibrik işlerine bakan kimse, ibrik tutan),
Çûha-dâr (çûha: yün, kumaş, çuha; çûha-dar: hizmetçi, kapıcı, memur),
Tahsîl-dâr (halktan vergi ve vâridâtı tahsîl eden memur),
Diz-dâr (diz: kale, sur; dizdâr: kale muhafızı),
Mahsûl-dâr (mahsûl veren, verimli, bereketli),
Tâc-dâr (taça sahip olan, taç giyen, hükümdar),
Kemân-dâr (kemân: yay; kemândâr: yay tutucu, yay tutan),
Ziyâ-dâr (ziyâlı, parlak, ışıklı, aydın),
Kîse-dâr (kîse: kese; kîsedâr: para hesabını tutan, parayı toplayn kimse, vekilharç),
Zimâm-dâr (zimâm: yular; zimâmdâr: yular tutan, bir işi elinde tutan, idare eden, yöneten, yürüten)
Pây-dâr (pây: ayak; pây-dâr: iyice yerleşmiş, sağlam, devamlı, sürekli; bu arada eski millî voleybolcu Payidâr'ı rahmetle analım),
Vâye-dâr (vâye: nasip, kısmet; vâye-dâr: nasibi, kısmeti olan)
Farsça'daki diğer düzensiz fiillerin Türkçe'deki kullanımlarını öğrendikçe buraya ilave edeceğim...
İmza:
Blog-dâr...
7th November 2006, H a l i l ÇELİK tarafından yayınlandı
Etiketler: Farisî
 
Şimdi adını vermeyeyim, X firmasının diyelim, tanınmış yönetim kurulu başkanının "bu sene karımızı ortaklarımızla paylaşacağız" şeklindeki iddialı açıklamasını okumuştum yıllar önce. O gün bugündür yazdığım metinlerde, Türkçe dil kurallarına göre inceltme veya uzatmanın olduğu yerlerde şapka işaretini kullanmaya daha bir özen göster oldum.
Fakat Türkçe Q klavyede bile â, î, û gibi şapkalı harfleri yazabileceğimiz tuşlar bulunmuyor. Bu karakterleri ancak tuş kombinasyonları ile yazabiliyoruz. Bunun için 3 tuşu üzerindeki ^ karakterini kullanıyoruz.
SHIFT ile birlikte 3 tuşuna basılınca şapka aktif hale gelir, ama ekranda şapka işareti görülmez. Bu esnada hangi harfin üzerine şapka işareti yapılacaksa o harfe basılır ve harf şapkalı olarak görünür.
Örneğin "â" yazmak için;
SHIFT ve 3 tuşarına birlikte basılır.
Daha sonra A harfine basılarak â elde edilir.
1st November 2006, H a l i l ÇELİK tarafından yayınlandı
Etiketler: H a l i l
 
Reşad Ekrem Koçu, “Âşık Şair ve Padişahlar” adlı eserinde, yedi cihanı titreten Osmanlı padişahlarının savaşları ve dünyaya saldıkları korku kadar gazelleri ve beyitleri ile de ünlü olduklarını anlatır.
"Avnî" mahlasıyla yazan, divân şairleri arasında yer alan ve bir gazelinde
    "Bir güneş yüzlü melek gördüm ki alem mâhıdır
     Ol kara sünbülleri aşıklarının ahıdır"
diyen Fatih Sultan Mehmet’ten,
    "Bend eyle dili zülfüne, divane gerekse
     Yak canımı ruhsarına, pervane gerekse"
diyen ve "Muhibbî" mahlasıyla yazan Kanuni Sultan Süleyman’a,
    "Âşıkı sadıkta dil birdir olamaz yâr ki
     Hiç bir taht üzre mümkin mi ola hünkar iki"
diyen II. Selim’den,
"Muradî" mahlasıyla yazan ve öleceğini anlayarak sâzende ve hânendelerden "Bîmarım ey ecel bu gice bekle canım al" şarkısını isteyen ve bir gazelinde
    "Muradî cezbe Hâktır kelâmın
     Zebanımdır beyanımdır muhabbet"
diyen III. Murad’a kadar şair padişahların hikâyelerini anlatır.
Şiir ve hükümdâr ilişkisi doğuda sadece Osmanoğullarında rastlanılan bir durum değildir. Timurlenk’in "Gürgen", Şah İsmail’in "Hatayî" mahlasları ile yazdığı şiirler de edebî değerleri fevkalâde yüksek eserlerdir.
***
Hatayî mahlasıyla Türkçe şiirler yazan Şah İsmail ile Selimî mahlasıyla Farsça yazan Yavuz Sultan Selim arasında 1514 Çaldıran Savaşı öncesi karşılıklı gönderilen mektuplar ve yazılan şiirler bir döneme damgasını vurur. Çaldıran Savaşı sanıldığının aksine İranlılar ve Türkler arasında yapılan bir savaş değildir. "Ortodoks Sünni Türkler" ile "Heteredoks Şiî - Alevî Türkler" arasında yapılmıştır.
Rivâyete göre İran Şahı kendisinin ne kadar dirayetli ve güçlü bir hükümdâr olduğu anlatan uzun bir nâme gönderir Yavuz’a. Yavuz elçiyi bekletir ve aşağıdaki dörtlüğü yazarak kendisine verir:
   Sanma Şahım herkesi sen sâdıkâne yâr olur,
   Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyâr olur,
   Sâdıkâne belki ol âlemde didâr olur,
   Yâr olur ağyâr olur didâr olur serdâr olur.
Sadıkâne : Sadık bir şekilde
Ol           : O
Ağyar     : Düşman
Didâr      : Sevgili
Kelimeleri yerlerine koyunca, anlamlı, içinde ince ve edebî mesajlar olan bir metinle karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, Paul Valery “şiir sadece ilk okunduğunda anlaşılandan ibaretse, o bir şiir değildir” der. Yavuz Sultan Selim’e ait bir şiirin mısralarınıı aşağıdaki gibi gruplarsak, bu söz dizimini özel kılan hüneri görebiliriz:
   Sanma Şahım herkesi sen sâdıkane yâr olur,
   Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyâr olur,
   Sâdıkane belki ol âlemde didâr olur,
   Yâr olur ağyâr olur didâr olur serdâr olur,
Şiirde birinci mısrada ne yazıyorsa, kırmızı öbekler yukarıdan aşağıya okunduğunda da aynı mısra okunur. Kural diğer mısralar ve renk öbekleri için de geçerlidir. Selimî’nin şiirinin yapısını incelersek, söz gruplarının aşağıda yer alan şemayı takip ettiğini görürüz:
a + b + c + d
b + k + x + p
c + x + l + h
d + p + h + q
Türk edebiyatında bu müstesna özelliğe Veznî Âhâr denir.
Söz şâirleri tarafından aruzun müstef’ilâtün / müstef’ilâtün / müstef’ilâtün / müstef’ilâtün kalıbıyla murabba şeklinde yazılan şiirlerin adıdır.
Müstef’ilâtün - - + - - şeklinde, dört kısa, ortalarında bir uzun heceden oluşan kalıptır.
[Murabba’lar dörder mısralık beyitlerle kurulan, 3 – 7 arası kıtadan oluşan divân edebiyatı nazım şeklidir. İlk kıta kendi içinde, sonraki her kıtanın ilk üç mısrası kendi içinde, son mısrası ise ilk kıta ile kafiyeli olur. aaaa-aaab-ccca-… gibi]
Vezn-i Âhâr’da her mısra bir müstef’ilâtün kalıbına sığacak şekilde dört kelime veya kelime grubuna ayrılır. Kafiye dizilişi murabba gibidir. Mısra sonundaki kafiyenin haricinde iç uyak da vardır. Gruplar birbirleriyle sistemli bir şekilde kafiyelidirler.
Dörtlüklerdeki mısralar ikinci müstef’ilâtün’den başlayarak birbirine zincirleme bağlıdır. Her müstef’ilâtün sütun halinde yukarıdan aşağıya okunduğunda, sütundaki söz grupları ile mısradaki söz grupları aynı olur. Örnek üzerinde inceleyelim:
Ey vasl-ı cennet / kıl câna minnet / vay serv-ı kâmet / cân içre cansın
Kıl câna minnet / vay serv-ı kâmet / cân içre cansın / nev-res fidansın
Vay serv-ı kâmet / cân içre cansın / nev-res fidansın / sûh-ı cihânsın
Cân içre cansın / nev-res fidansın / şûh-ı cihânsın / gözden nihânsın
Tokatlı Nurî
Erzurumlu Emrah’ın talebesi 19. yy şairi Tokatlı Nurî’nin yukarıdaki şiirinde de göreceğimiz üzere, birinci mısranın 2. 3. ve 4. grubu ikinci mısranın başına taşınıyor. İkinci mısranın 4. grubu birinci mısranın 4. grubu ile kafiye oluşturuyor. Aynı düzen diğer mısralarda da takip ediliyor. Bu dörtlüğün şeması Yavuz’un şiirinden farklıdır:
a + b + c + d
b + c + d + e
c + d + e + f
d + e + f + g
***
Tokatlı Nûrî’den bir başka Vezn-i Âhar örneği:
Üftâden oldum, gül gibi soldum, sor bana n’oldum, cevrinle cânân,
Gül gibi soldum, sor bana n’oldum, cevrinle cânân, oldum perişan,
Sor bana n’oldum, cevrinle cânân, oldum perişan, ey fitne-devrân,
Cevrinle cânân, oldum perişan, ey fitne-devrân, âhîr zamansın.
Bir hûb-edâsın, pek dil-rübâsın, lîk pür-cefâsın, sırrın bilinmez,
Pek dil-rübâsın, lîk pür-cefâsın, sırrın bilinmez, nakşın alınmaz,
Lîk pür-cefâsın, sırrın bilinmez, nakşın alınmaz, mislin bulunmaz,
Sırrın bilinmez, nakşın alınmaz, mislin bulunmaz, bir nev-cihansın.
Ettimse âhı, feth etti mâlu, aşk-ı İlâhî, var sende gayret
Feth etti mâlu, aşk-ı İlâhî, var sende gayret, Hâk’tan hidâyet,
Aşk-ı İlâhî, var sende gayret, Hâk’tan hidâyet, Nûrî nihâyet,
Var sende gayret, Hâk’tan hidâyet, Nûrî nihâyet, sâhib-divansın.
***
Her bendi üç mısradan meydana gelen vezn-i âhar da vardır. Çok az rastlanan bu şeklin yapısı daha karışıktır. Kafiye şeması aab – ccb – ddb şeklindedir.
Vezn-î âhar’ın zincirleme biçimi de vardır. Günümüz şairlerinden Rasim Köroğlu’ndan bir zincirleme vezn-î âhâr örneği:
Haktan biçilmiş / aldan seçilmiş
Aldan seçilmiş / bir bir açılmış
Bir bir açılmış / yanakta güller
Yanakta güller / gelsin güzeller
Bir bir açılmış / yanakta güller
Yanakta güller / gelsin güzeller
Gelsin güzeller / kıvraksa beller
Kıvraksa beller / sarsın bu eller
Sarsam da azdır / hep cilve nazdır
Hep cilve nazdır / kardan beyazdır
Kardan beyazdır / gerdanda aklar
Gerdanda aklar / benden mi saklar
Kardan beyazdır / gerdanda aklar
Gerdanda aklar / benden mi saklar
Benden mi saklar / öpsün dudaklar
Öpsün dudaklar / tatsın bu diller
Gör hey Rasim gör / gel olma sen kör
Gel olma sen kör / aşk öyle nankör
Aşk öyle nankör / bak sen de kandın
Bak sen de kandın / çok geç uyandın
Aşk öyle nankör / bak sen de kandın
Bak sen de kandın / çok geç uyandın
Çok geç uyandın / yandıkça yandın
Yandıkça yandın / savruldu küller
***
Rasim Köroğlu’nun Murabba biçiminde Vezn-î Ahâr tekniğiyle yazılmış eserlerine bir örnek:
El vurma el çek / dert oldu pürçek / dert varki gerçek / derman yalanmış
Dert oldu pürçek / dert var ki gerçek / derman yalanmış / lokman yalanmış
Dert varki gerçek / derman yalanmış / lokman yalanmış / insan yalanmış
Derman yalanmış / lokman yalanmış / insan yalanmış / her can yalanmış
Can aldı toprak / tez soldu yaprak / yok oldu gör bak / bahçemde bülbül
Tez soldu yaprak / yok oldu gör bak / bahçemde bülbül / bağımda sümbül
Yok oldu gör bak / bahçemde bülbül / bağımda sümbül / tarlamda mahsûl
Bahçemde bülbül / bağımda sümbül / tarlamda mahsûl / harman yalanmış
Hep geldi haktan / var oldu yoktan / baksan uzaktan / görmez mi gözler
Var oldu yoktan / baksan uzaktan / görmez mi gözler / çok canlı gizler
Baksan uzaktan / görmez mi gözler / çok canlı gizler / cansız denizler
Görmez mi gözler / çok canlı gizler / cansız denizler / umman yalanmış
Mevlâm yaratmış / eşsiz sanatmış / yapmış donatmış / bin bir cisimden
Eşsiz sanatmış / yapmış donatmış / bin bir cisimden / farksız resimden
Yapmış donatmış / bin bir cisimden / farksız resimden / duydum Rasim'den
Bin bir cisimden / farksız resimden / duydum Rasim'den / devran yalanmış
***
Yine Rasim Köroğlu’nun yazdığı beyit şeklinde yazılan bir başka Vezn-i Âhâr örneği:
Ey nazlı dilber / ay yüzlü dilber / gel gizli dilber / kimden kaçarsın
Kimden kaçarsın / yüksek uçarsın / durmaz geçersin / ey nazlı dilber
Korsun ateşsin / kalbimde eşsin / sen bir güneşsin / gökten bakarsın
Gökten bakarsın / baksan yakarsın / akşam çıkarsın / ay yüzlü dilber
Derdim var arsız / gezdim umarsız / ömrüm uzar kız / sevsen yürekten
Sevsen yürekten / korkmam felekten / sessiz yolaktan / gel gizli dilber
Gerçek seven yar / gönlünde efkar / bir tek Rasim var / kimden kaçarsın
Kimde kaçarsın / gel gizli dilber / ay yüzlü dilber / ey nazlı dilber
29th October 2006, H a l i l ÇELİK tarafından yayınlandı
Etiketler: H a l i l
اگر آن ترک شیرازی به دست آرد دل ما رابده
به خال هندویش بخشم سمرقند و بخارا را
Eger an Torkî Şirazî bedest âred del-i mârâ
Be-hâl-e hindûyeş bahşem Semerkand û Buhârârâ
Eğer o Şirazlı Türk (güzel) bize iltifât eder, gönlümüzü alır, aşkımızı kabul ederse
Onun siyah benine Semerkand'ı da bağışlarım, Buhara'yı da!!!
***
Epeydir bu “blog”un temelini atmış, ilk yazımı yazacak zamanı ve ilhamı beklemeye koyulmuştum. Yeşim’in doğumgününde Ozan’ın ona hediye ettiği Amin Maalouf’un Semerkand kitabı bu ilk yazının vesilesi oldu. Bu nedenle “Divan”daki bu bu ilk yazıyı, Ozan’a ve Yeşim’e ithaf ediyorum...
Amin Maalouf’u her ne kadar biraz “eurocentric” bulsam da, kitaplarından bir masal tadı aldığımı itiraf etmeliyim. Bana bu kadar masalsı gelen kitapların, doğu coğrafyasını ve tarihini tanımayanlar tarafından çokça beğenilmesi ve adeta bir tarih kitabı gerçekliğinde okunması üzerinde ayrıca durulması gereken bir konu... “Doğu”yu “Batı”dan okuyan Doğuluların, izafî olarak "Doğu" yu daha iyi tanıyan bir yazardan “Doğu “üzerine yazılmış romanlar okumalarının getirdiği yalancı keşif duygusu...
Semerkand kitabı aynı dönemde İran coğrafyasında Selçuklu Devleti döneminde yaşayan Ömer Hayyam, Hasan Sabbah ve Nizamülmülk’ü aynı romanda buluşturuyor. Roman esasen Hayyam’ın Rubaiyat’ının bugünlere taşınan bir hikâyesi.
Kitabın beni en etkileyen yeri Nişapurlu matematikçi, astronom, şair ve filozof Ömer Hayyam’ın Semerkand’a girişinin anlatıldığı bölüm. Hayyam’ın ağzından okuyalım:
Semerkant’a geldiğim gün, katırım Kiş Kapısına giden son yokuşu da tırmanmış, ben de yere henüz ayak basmışken, bir adam yanıma geldi:
- Bu kente hoşgeldin, dedi. Ailen, dostların var mı?
Bir yankesici, en azından bir dilenci olabileceği korkusu ile, bir taraftan yürürkrn bir yandan da cevap verdim: “Hayır yok!”.
Adam: “Benden korkma soylu ziyaretçi,” dedi. “Ben burada bekleyip, gelen ziyaretçileri ağırlama emrini efendimden aldım.”
Adam, fakir bir adama benziyordu ama üstü başı temiz, kendisi çok saygılı idi. Onu izledim. Biraz sonra, beni ağır bir kapıdan geçirip, bir kervansarayın avlusunda soktu. Orta yerde bir kuyu vardı. İnsanlar ve hayvanlar suyundan yararlanıyordu. Avlu, çepçevre bir sürü odası olan iki katlı bir binayla çevriliydi.
Adam, “Burada kalabilirsin” dedi. “ister bir gece, ister bir mevsim. Yatacak ve yiyecek bulursun. Katırın için de ot bulursun.”
Kaç para vereceğimi sorduğumda, “Sen burada efendimin konuğusun” dedi.
“Bunca cömert, konuksever Efendin nerede, gidip ona teşekkür edeyim” dedim.
“Efendim öleli yedi yıl oluyor. Bana, Semerkant’a gelen yoksullara sarfetmem için gerekli parayı bıraktı” dedi.
İyiliklerini anlatmam için, Efendinin adını söyle dediğimde, “Şükranını Yüce Tanrı’ya yönelt. Kimin için kendisine şükredildiğini bilir” dedi.
***
Sokağa yaptırılan bir musluğun üzerine "falanca hayratıdır" yazılan, bir okulun mutfağına bağışlanan iki teflon tencere için bile "filanca Rotary kulübünün bağışıdır" yazısı asılan bir coğrafyada yaşıyoruz... Bu yüzden her şeye rağmen, bu kıssa için bile Semerkand’ı okumaya değer diye düşünüyorum... Arapların matematikte bilinmeyen anlamında kullanığı “Şey”in, İspanyolca'ya “Xay” olarak girmesi ve böylece X sembolünün ortaya çıkışından, Kum ve Kâşan’da ayakkabılarının altına Ömer yazan insanların varlığına; Isfahan nıfs-ı Cihan (İsfahan, dünyanın yarısı) ifadesinden, Alamut’un dai ve fedailerine kadar “Doğu” ile ilgili detaylarla tezyin edilen bir eser...
Yazar eğreti bir şekilde Hayyam ile Titanic’i aynı kitapta buluşturuyor... Bir de Hayyam’ı tipik oryantalist bakış açısıyla ele alıyor. Bunları not düşmeliyim... Bu yazıyı üzerine kitabı okuyanlar bana kızmasın sonra...
Oysa Hayyam Nişapur’da Gazalî’nin de katıldığı seher derslerini veren adamdır... Kitabı okuyanlar bu hususu da göz ardı etmesin derim...
***
Maveraünnehr... Orta Asya’dan kopup gelen Türk boylarının mola verip şenlendirdikleri yer. Mezapotomya’ya benzer. “Nehrin ötesi” anlamına gelir. İki nehrin arasında kalır. Seyhun ve Ceyhun arasında. İki nehir günümüzde Amu Derya ve Sri Derya diye anılır. Münbittir Maveraünnehr. Fergana Vadisi. Medeniyetler beşiğidir. Ece Ayhan’ın sualidir. “Maveraünnehir nereye dökülür?” diye sorar bir şiirinde Ayhan...
Tarihten günümüze uzanan serüvenimizde çok önemli yer alan iki şehir kurulmuştur Maveraünnehr’de: Bugün Özbekistan sınırları içinde yer alan Buhara ve Semerkand.
“Hacca gidemeyenler üzülmesin. Yedi kere Buhara’ya giden hacı olmuş sayılır” dendiği rivayet edilir.
Semerkand ise 35 yıl içinde Çin’e ve Delhi’ye kadar bütün Asya’yı, Irak, Suriye ve İzmir’e kadar Anadolu’yu ele geçiren Timur’un başkentidir. Sefer yaptığı yerleri, Bursa’yı, Bağdat’ı yağmalayan Timur, Buhara'yı ve bilhassa başkenti Semerkant’ı îmâr ettirir. Pek çok medrese ve kütüphâne yaptırır. Âlimlere çok değer verdiği için, çağının önemli sanatkârları, bilginlerini ve din adamlarını Semerkand’a getirir, himaye eder. Burada pek çok sanat eserleri yaptırır, örnek ve zengin bir şehir hâline getirir. Aksak Timur Semerkand ve Buhara’yı “iki gözüm” diye anar.
***
Fars edebiyatının gelmiş geçmiş en ünlü şairlerinden biri olan Hafız-ı Şirazî (Şirazlı Hafız) Timur döneminde yaşamıştır, İran edebiyatında gazel türünün öncüsüdür. Osmanlı edebiyatını, hatta Batı edebiyatını (mesela Goethe’yi) derinden etkilemiş bir sanatçıdır. İran’da her evde Kuran-ı Kerîm’den sonra bir de Hafız Divânı bulunduğu söylenir.
***
Yukarıdaki beyitin hikâyesine gelince... Hafız bir gün yeni bir gazel yazar. Gazelin bir beytinde şöyle der:
Eger ân Turkî-i Şîrâzî be-deş âred dil-i mârâ
Be-hâl-e hindûyeş bahşem Semerkand û Buhârârâ
O Şirazlı Türk (güzel) bize iltifat eder, gönlümüzü alır, aşkımızı kabul eylerse
Onun siyah benine Semerkand’i de bağışlarız, Buhara’yı da!
1387’de Şiraz’ı fetheden Timur beyti okuyunca müstehzî bir şekilde gülümser. Öyle ya Hafız, Timur’un üzerine titrediği “iki gözüm” dediği şehirleri bahşetme cüretini göstermektedir. Hem de sadece bir güzelin siyah bir benine! Vergi memurlarını çağırır Timur. Hafız’a gidip vergisini ödemesini söylemelerini emreder. Eğer ödemezse şairi huzuruna getirmelerini ister.
Vergi memurları Hafız’a gider, vergi ödemesini talep ederler:
- Ben meteliksiz bir şairim. Vergi verecek param yok.
Cevabını verir Hafız. Bunu üzerine Timur’un huzuruna çıkartırlar cömert şairi. Timur:
-Şair! Biz Semerkant ve Buhara’yı fethetmek için bunca Müslüman kanı feda ettik. Sen ise onu bir güzelin kara benine bağışlıyorsun. Bir de param yok diyerek vergini ödemiyormuşsun. Bu ne cömertlik, bu ne çelişki?
Hafız, ellerini yana açıp fakir ve perişan hâlini göstererek:
-İşte, o yüzden bu hâldeyiz ya sultanım, cevabını verir.
Bu cevap karşısında Timur’un öfkesi yatışır:
-Şu cömert şaire iki kese altın verin!, der.
***
Hafız’ın Timur’a verdiği cevapla ilgili bir başka rivayet daha vardır. Bu rivayete göre Timur, beyti duyunca, Hafız’ı huzuruna çağırıp sormuş:
-Sen çulsuz bir şairsin, kim oluyorsun da Semerkand ve Buhara’yı bir kızın beni için bağışlayabiliyorsun. Hem, senin mi oralar?
-Efendim, demiş, Hafız, size yanlış söylemişler; ben öyle demedim; şöyle dedim:
"Eger ân Turk-i Şirâzî be-dest âred dil-i mârâ
Be-hâl-i hindûyeş bahşem se men kand u do hurma ra"
Yani “Dokuz kilo şekerle iki hurmaya bahşettim, Semerkand ve Buhara’ya değil” cevabını verir Hâfız...
***
Şiirde üzerinde durulması gereken önemli bir husus “Şirazlı Türk” ifadesidir. Fars edebiyatında Türk ve güzel birbiri yerine kullanılan iki kelimedir. Türk ve güzel kelimeleri birbiri ile değiştirildiğinde anlam değişmez. Neden böyledir? Türk hangi özelliği sebebiyle “güzel”dir? Ya da şöyle soralım: Türk hangi günahından dolayı güzeldir?
Sorunun cevabını üç sene evvel vefat eden ünlü İslaâm araştırmacısı Anne-Marie Schimmel şöyle açıklamıştı: Malûm, Türkler, göçebeydi, göçerdi. İranlılar ise Türklerden evvel yerleşik şehir hayatına geçmişlerdi. Göçebe Türkler, yerleşik İranlıların şehirlerine saldırır, talan eder, yağmalarlardı. Tıpkı bir güzelin aşığın kalbini yağmalaması gibi! Buna kinaye olarak Fars edebiyatında, “güzel”e Türk denmiştir. Yoksa Hafız’ın şiirindeki Şirazlı güzel Türk olabileceği gibi Farsî, Ermeni, Yahudi, Arap veya Rum da olabilir...
***
Bir de Fatih Sultan Mehmed’in (Avnî), Hafız’ın bu beytine bir naziresi olduğu söylenir:
Eger ân gebr-i efrencî be-dest âred dil-i mâr-â
Be-hâl-i hindûyeş bahşem Sitanbul u Kalata- râ
Eğer ateşe tapan (mecusî) bir Avrupalı bize iltifat ederse
Onun kara bir benine İstanbul'u da bağışlarım Galata'yı da
Bu şiirle Semerkand'tan İstanbul'a, başladığımız yere geri dönüyoruz...
Kalın sağlıcakla...
7th October 2006, H a l i l ÇELİK tarafından yayınlandı
Etiketler: H a l i l
  

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar