Print Friendly and PDF

Hikmet Yurdu

Bunlarada Bakarsınız


İblis:

 veya sıf. (ar. iblis). Şeytan. | Mec. Kötü, lanetlenmiş, hileci:
Kur’an’ın yaratma ayetlerinde adı İblis olarak, Cennet ayetlerinde ise genellikle şeytan olarak geçer. Lanetlenmeden önce bir adı da El Hakem’di. Çünkü o zaman Allah’a en çok ibadet eden melek oydu ve cinler üstüne hakemlik görevi vardı. Efsaneye göre, bu görevde bin yıl bulundu, çok gururlandı, gururundan ötürü hakemlik görevini ihmal etti. Cinler arasında büyük kargaşalıklar çıktı. Tanrı onları bir büyük ateş göndererek cezalandırdı. İblis bu ateşten kurtulmanın yolunu buldu ve Âdem’in yaratılmasına kadar mağrur fakat sadık bir tanrı kulu olarak yaşadı. İblis lanetlendikten sonra, Tanrı’nın merhametine sığınarak af dilemediği için Aduvvullah (Tanrı düşmanı) adını alır (Kur’an 2/ 32). Tanrı, Âdem’i topraktan yaratıp ona hayatı üfledikten sonra meleklerini bu yeni mahlûka secde etmeğe davet etti. Bütün meleklerin kabul ettiği bu daveti yalnız İblis reddetti, emre itaat etmeyişinin sebebini de: «Sen beni ateşten, onu topraktan yarattın, ben ışık ve hava, o ise sadece toprak olduğuna göre ona secde etmeyi kendime yediremem, o bana secde etmeli» diye açıkladı. İblis hasedi ve Tanrı buyruğuna karşı gelmesi yüzünden lanetlendi ve Tanrı huzurundan kovuldu. İblis, cezasının o sırada verilmemesi. Kıyamet zamanında ödemek üzere ertelenmesi için rica etti ve bu ricası kabul edildi. Ancak kendisine. Kıyamete kadar, Tanrı’ya sadık olmayan kulları sapkınlığa yöneltme gücü ve görevi gibi bizatihi suç olan bir güç ve görev verildi. (Kur’an 2/32S 7/10; 15/31; 17/63; 18/48; 20/215; 38/74). İblis, tanrı katından kovulmasına sebep olan Adem ile uğraşmaktan vaz geçmedi. Onu Cennetten kovdurmak için Havva’yı aracı olarak kullandı. Ona memnu meyveyi yedirdi.   Kıyamet kopunca İblis kendisine başeğenlerle birlikte Cehenneme atılacaktır. (Kuran 26/94). Bu inanç tek tanrılı diler dinlerde hemen aynen; çeşitli kozmogonilerde ise değişik şekillerde vardır.

İşte Biz Buyuz

 Türk devlet adamı (Divrik ? - öl. 1685). ölümünden önce “Şeytan”, ölümünden sonra da “Melek” lakabı ile tanınan İbrahim Paşa, Mehmed IV zamanının vezirlerindendir.

İnek Şaban Filmleri

Yıllardır İslam’ın kutsal değerlerini  aşağılayanlar, bu konuda insancıl ve ahlaki olmadılar. Bir Müslümanın başka dinin kutsalı için bu denli bir ifade kullandığı görülmüş müdür?
Ama, onlar, dış mihraklı beslemeler ve yerli din düşmanları ellerinden gelse dğil/gelmiş… büyük küfürlerini icra etmek için, basitinden geneline ve seviyeli tarafına kadar aşağılık ifadelerini esirgemezler.
Bu meyanda öteki dünyasında acı çekenlerin ruhlarının daha rahat etmesi için İslam’a yönelik bu tür incitici subliminal mesaj artığı filmleri yayın/gösteri dünyasında… dirilmeyecek şekilde medyadan kaldırılmalıdır. Bu bir sansür değil yıllardır açılmış yaranın tedavi edilmesi olacaktır.  Bu hizmete nail olan insanlar bu milletin bahtiyarlarıdır.

İnsanın Tüyü

"Oğuz-Kağan'ın vücudu niçin "tüylü" idi":
Eski Türkler, "ilk insanın, tüylü olduğuna inanırlardı."
Altaylarda yaşayan birçok efsanelerde, bu konu ile ilgili, sayısız örneklere rastlıyoruz:
 "Tüylere kaplı olan ilk insan, Tanrı'ya karşı günah işlemiş ve bundan dolayı da tüyleri dökülmüştü. Tüyleri dökülünce de insanoğlu, bir türlü hastalıktan kurtulamamış ve ölümsüzlüğü elinden kaçırmıştı. (Bir söylenişe göre) Tanrı, insanı yaratırken şeytan gelmiş ve insanın üzerine tükürerek, her tarafına pislik içinde bırakmıştı. Tanrı da, insanın dışını içine, içini de dışına çevirmek zorunda kalmıştı. Bu suretle insanın içinde kalan şeytanın pisliği ve tüyler, insanoğlunun ruhunu ve ahlâkını kötü yapmıştı. İnsanın gerçi dışı, Tanrı yapısı idi ve güzeldi ama; içi şeytan tarafından kirletilmiş ve şeytana benzer, bir özelliğe bürünmüştü".

Tabiri

Bir rüya anlatılmadıkça kuşun ayağında asılı kalır, anlatıldığı zaman ise yere düşer. Bu   nedenle rüyasını anlatan kadar, rüyayı dinleyip tabir etmek isteyen de dikkatli olmalıdır. Rüyayı anlatan, gördüğünü olduğu gibi anlatmalı, görmemiş olduğu rüyayı gerçekte görmüş gibi anlatmamalıdır. Bu en büyük yalancılıktır. Rüya tabiri yapmak isteyen kişi ise, dinlediği rüyayı hayra yormalı, iyi şeyler söylemelidir. Çünkü rüyalar yoruma göre çıkarlar.

Rüyalar

İnsan, rüyasında kendini türlü türlü hâller ve yaşantılar içerisinde görür. Rüyası sayesinde bazen ilahî ilhama muhatap olurken, bazen de olayların tedbirini öğrenir. Bazen kendini ölüm anında görür, ama uyanıp kendini sağlam bulur. Uykuda bazen vurur, bazen tutar. Bütün bunlar bedavadır. Hiç kimse rüyayı satın almamış, kimse rüya satmamıştır. Kimse kimsenin rüyasına engel olamaz, rüya görürken kimse kimseye karışamaz. Gördüğün şeyin karşılığında bir ücret yoktur. İşte bu Tanrı’nın bize bir bağışıdır.
rüyada bir el kesildiğinde ziyanı olmaz. Rüyada başı kesilenin ömrü uzun olur. Vücudu ikiye ayrılmış olsa da uyandığında arızalar yok olur. Rüyada beden noksanlığından parça parça olmaktan korkulmaz.
 Rüyada birisini tabut içinde gidiyor gördüğünde o kişinin bir mevki ile makamı yücelir

Sen Beni Görmesen de

Bir kişi her gece Allah derdi. Şeytan, ona ne zamana kadar bunu tekrarlayacağını, Tanrı’dan ona bir ses, yanıt gelmediğini söyleyince üzülür ve yatıp uyur. Rüyasında yeşillikler içerisinde Hızır’ı görür. Hızır, kendisine Allah’ın ismini zikretmede acele etmesini, niçin vazgeçtiğini sorunca, adam lebbeyk diye bir cevap gelmediğini ve reddedilmekten korktuğunu söyler. Hızır, bunun üzerine Tanrı’nın tembihini kendisine söyleyeceğini, zikrinin kabul edilip, kendisinin o zikirle meşgul edildiğini söyler. “Senin zikirle meşgul olman bizim Lebbeyk’imizdir. O niyazın, o feryadın bizim habercimizdir. Çareler arayıp yakarman seni bize çekip yaklaştırmanın haberidir. Korkun da, aşkında bize ulaşmana sebeptir. Ya Rab diye her seslenişin bir Lebbeyk oldu” der

Keklik Eti Cinselliğe İyi Gelir

“1-Eğer bir erkeğin cinsel gücü Nisan ayında tükenirse; bir erkek keklik yakala, kanatlarını yol, boğazını kopar ve onu yassılaştır, üzerine tuz serperek kurut. Dağ bitkisi “dadannu-otu” ile ez, bira ile içmesi için ona ver. Ve sonra o cinsel gücüne kavuşacaktır.
8-Eğer öyle ise; bir erkek kekliği kurut ve ez. Onu damda bulunan suyun içine at ve içmek için ona ver. Bu erkek güçlenecektir.
12-Eğer o yukarıdaki gibi ise; erkek bir kekliğin başını kes, kanını suyun içine dök ve kalbini yut. Bu sıvıyı bir gece beklet. Ve güneş doğarken ona içmesi için ver. O cinsel kudrete kavuşacaktır.
17-Aynı şekilde ise; erkek keklik penisini, bir boğanın salyasını, bir koyunun salyasını, bir keçinin salyasını su içinde içmesi için ona ver. O cinsel güce kavuşacaktır.”

İçimizdeki sesler

Hepimizin içinde bir melek ve bir de şeytan vardır, sesleri de birbirine benzer. Bir sorunla karşılaşınca şeytan, kendi kendimize konuşmamızı destekler, ne kadar savunmasız olduğumuzu bize göstermektir amacı. Melekse davranışlarımız üzerinde düşünmeye yöneltir bizi ve arada bir başkasının dudaklarını kullanır kendini ifade etmek için.

Îzed/İzzet

Farsçada Tanrı anlamındaki isimlerden Îzed ya da Avesta’daki şekliyle Yazata sözcüğü yeze kökünden gelip “tapınmak” anlamını taşır. Bu kelime Zerdüşt dininde İmşaspendlerden daha aşağı rütbede olan melekleri ifade ederken kullanılır. İzedlerin sayısı çoktur ve cennetlik ve dünyalık diye ikiye ayrılırlar. Ahura Mazda onların başında bulunur. Avesta’da çoğu yerde bu sözcük tüm tanrıları ifade etmek için kullanılır. Pehlevice büyük tanrı Yezd ve Yezdân (Yazatan) olarak bilinir. Yezdan kelimesi “Yezd” in çoğuludur ve Pehlevice ve Farsçada tekil olarak ve Tanrı anlamında kullanılır.
Tanrıların bir grubu daha büyük tanrıların meslektaşları ve yardımcıları olarak görev yapar. Büyük tanrılar bizzat İmşaspendlerin yardımcılarıdır.
En ünlüleri Mihr, Âzer, Surûş, Behrâm, Nîrân vb isimleriyle bilinen bu tanrıların adları genellikle eski İranlıların kullandıkları gün isimleriyle aynıdır.
Şarap satan rintlerin ihtiyaçlarını karşılarsa, Îzed günah bağışlar ve belaları uzaklaştırır”
Hâfız, bu beyitinde Îzed kelimesini Tanrı anlamında kullanmıştır.

Abdü’r-Rabb

O, Rabbinin kuludur (Abdü’r-Rabb). Çünkü onun hali, kendilerini günahları işlerken gördüğü için âleme şefkat ederek ağlamaktır. Onların günahları karşısında, cezalandırma ve hesaba çekmeyi gerektiren ilahi isimleri görür. Halbuki ona günahlara karşı bağışlamayı, affetmeyi ve hataları silmeyi gerektiren ilahi isimler tecelli etmez. Bu nedenle de ağlaması artar. Sürekli olarak Allah’ın kullarına dua eder, onlara merhamet eder, Allah’tan kendilerini itaatlerin yoluna sevk etmesini ister.
 Bir seyahatinde bu imamı gördüğünden söz eden İbnü’l-Arabî, hayatında karşılaştığı salih insanlar arasında Allah’ın kullarına karşı ondan daha çok endişe duyanını ve daha çok merhametli olanını görmediğini belirtir ve bu imamla aralarında geçen diyaloğu anlatır.
 Buna göre İbnü’l-Arabî bu imama sorar:
“Niçin Allah uğruna gayret seni tutmuyor (da günahları nedeniyle insanlara ağlıyorsun)?” İmam da şöyle cevap verir:
“Ben kendimden dolayı Allah adına gayrete gelmiyorum. Bunun yerine Allah’tan kendi adıma beni bağışlamasını ve günahlarımı silmesini diliyorum. Allah’ın kulları adına ise ancak kendi adıma istediğimi istiyorum. Allah karşısında dürüst olan kimsenin, makamının gerektirmediği bir halde bulunması yakışık almaz.” 
Bu imam, şeytanlara karşı otorite sahibidir. Onlar, kendilerini yollarından çevirmek için, salih insanlara eşlik eden ve onlardan ayrılmayan şeytanlardır. Şeytan kendisini bulunduğu yoldan çevirmek üzere bir salihe tuzak kurarken bu imamı gördüğünde, kurşunun ateşte erimesi gibi erir. Bunun üzerine imam, belki teslim olur umuduyla, onu adıyla çağırır, fakat şeytan koşarak uzaklaşır.
 İmam kendine baktığı ve onun karşısında bulunduğu sürece, bu salih insan, bu tür şeytanların kendisine verdiği ve onu iyilikten çıkartacak vesveseden korunmuştur. Bununla birlikte bu  salih insan, imamı tanımaz ve şeytan ile imam arasında cereyan eden hadiseyi de bilmez. Allah, kendilerine dönük inayetiyle, özellikle salihlere tahsis edilen kötülükleri bu imam vasıtasıyla kullarından uzaklaştırır.

Her zaman Savaşı Başlatan Şeytan ve Taraftarlarıdır

Urve (radiya’llâhü anh) anlatıyor:
“Zübeyr b. Avvâm Müslüman olmuştu ve o sıralarda on iki yaşlarındaydı. Bir gün şeytandan gelen bir ses ona ‘Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yakalandı’ dedi. Bunun üzerine Zübeyr kılıcını çekerek sokağa fırladı. Mekke’nin yukarı mahallelerinde oturmakta olan Hz. Peygamber’in evine kadar koştu. Bu arada kılıcı da hep elindeydi. Onu gören Hz. Peygamber, ‘Nedir bu halin, sana ne oldu’ diye sordu. O da, ‘Seni yakaladıklarını duydum’ dedi. Hz. Peygamber bu kez, ‘Şayet öyle olsaydı ne yapacaktın’ diye sordu. Zübeyr, ‘Seni yakalayan kimseyi bulup öldürecektim’ cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber hem ona hem de kılıcına dua etti. İşte Allah yolunda çekilen ilk kılıç budur.”
“Bkz: Alâuddîn Ali el-Müttakî el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1405/1985, c. XIII, s. 210-211.”

Şeytanın Sofileri Kandırışındaki Ayak Oyunları

Bir peygambere bunu yapıyorsa diğer insanlara hayr yönünden neler yaptırır.
Hz. İsa (aleyhisselâm) ile tanımadığı bir surette kendisine görünen İblis arasında şöyle bir diyalog geçer: İblis, “Ey Allah’ın Ruhu! ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ de.” İblis, kendi sözüne uyması için ondan bunu istemektedir ki bu durumda herhangi bir şekilde İsa (aleyhisselâm.)kendisine itaat etmiş olacaktı. Bu da, imandır. Hz. İsa ise şöyle der: “Ben, sen söylediğin için değil, kendiliğimden ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ derim.” Hz. İsa, söylemek ile şeytanın maksadına muhalefet etmeyi bir araya getirerek şeytanın emrine uymamıştı

İkiside Hak ama Biz Hangisindeniz Bilemedim

Mesnevî’de anlatıldığına göre Dekûkî, güzel bir çehresi olan, keramet sahibi ve çok seyahat eden bir kimseydi. Halka şefkatli ve su gibi yararlıydı. Güzel bir şefaatçiydi ve duası kabul olunurdu. Takva, dua ve ibadetle sürekli Hakk’a yakın kulları arardı. Dekûkî, seyahatlerinden birinde, bir akşam vakti yaya olarak bir sahile vardığında şaşırtıcı hallere ve birtakım kerametlere sahip olan yedi kişiyle karşılaşır. Hiç kimse onları görmemektedir. Bu yedi kişi, Şeyh Dekûkî’nin kendilerini görebildiğini anlayınca, ondan kendilerine namaz kıldırmasını isterler. Hikâyenin devamı özetle şöyledir:
“O Dekûkî imamlığa niyet etti, o kıyıda namaza başladı. O Cemaat onun arkasında kıyamdaydı. İşte güzel bir topluluk ve seçkin bir imam! Deniz tarafından ‘ İmdat, İmdat!’ sesi duyunca, gözü ansızın denize doğru kaydı. Dalgalar arasında kaza, bela ve musibet içinde bir gemi gördü. Gemidekiler korkuyla küçülmüş, vaveylâların sesi yükselmişti. Dekûkî o kıyameti görünce, merhameti coştu ve gözyaşları aktı.
Dedi ki: ‘Yâ Rabbi! Onların yaptıklarına bakma, ellerinden tut. Ey güzel sıfatlı padişah! Ey, eli denize ve karaya ulaşan! Onları güzel sağlıkla tekrar karaya ulaştır.’ O pehlivanın nefesiyle gemi kurtuldu, ama gemidekiler kendi çabalarıyla sandı. O gemi kurtulup murada kavuştuğunda, o cemaatin namazı da tamamlandı.
Birbirleriyle ‘Ey baba! Bizden bu boş konuşan kimdir?’ diye fısıldaştılar. Her biri Dekûkî’nin arkasında ona görünmez halde diğerine sır söyledi. Her biri ‘Ben şimdi bu duayı, ne içten ne de dıştan söylemedim’ dedi. Biri dedi: ‘Benzer ki bu imamımız dertlenerek boşboğazlıkla bir yakarışta bulundu.’ Diğeri dedi: ‘Ey yakın arkadaş! Bana da böyle görünüyor. O boş konuşan biriymiş, gönül darlığıyla mutlak irade sahibine itiraz etti.’
Dekûkî dedi: ‘Daha sonra o kerem sahipleri ne diyorlar diye görmek için baktığımda, onlardan birini yerinde göremedim, yerlerinden tamamen gitmişlerdi.”
[ Bkz: Mevlana Celâleddîn Rûmî, Mesnevî (I-II), haz. Adnan Karaismailoğlu, Yeni Şafak, 2004, c.I, s. 347-359.]
 Bu hikâyede Dekûkî, işretiyân tâifesinden birini, Dekûkî’nin gördüğü yedi kişi ise uzletiyân tâifesinden kimseleri sembolize etmektedir.
Uzletiyân, işretiyâna tâbî olduğu için Dekûkî’nin namazda kendilerine imam olmasını istemişlerdir. Halkın işleri ve irşadı, işretiyânın görevi olduğu için Dekûkî, denizde boğulmak üzere olan insanların kurtulması için dua etmiş ve böylelikle tasarruf yetkisini kullanmıştır. Uzletiyân ise tamamen teslimiyet içerisinde, iradelerini Hakk’ın iradesinde erittikleri için dua etmemişlerdir. Buradan işretiyânın kendi iradeleriyle duada bulundukları ya da iradelerini Hakk’ta eritmedikleri gibi bir durum söz konusu değildir. İşretiyânın dua etmesi de Hakk’ın bu yöndeki iradesinden kaynaklanmaktadır. Hz. Mevlânâ’nın şu ifadeleri de bu tür kimselerin, dualarını Hakk’ın iradesiyle yaptıklarını açıklayıcı mahiyettedir:
“Kendinde bulunmayanların o duası bizatihi başkadır. O dua ondan değildir, Hakk’ın sözüdür. O duayı Hakk yapıyor, çünkü o, yok olma halindedir. O dua ve kabul etme, Hakk’tandır.”
Dolayısıyla ricâlu’l-gaybın âlemde tasarruf etmesi Hakk’ın iradesiyle gerçekleşmektedir.

‘Fe’yi,  ‘Vav’ Etmeyiz

Evliyâdan bir grup da, doğru sözlü ve doğru halli erkek (sâdikûn) ve kadınlardır (sâdikât). Allah, onları söz ve hallerindeki doğruluk nedeniyle dost edinmiştir. Allah, “Allah’a verdikleri sözde sadâkat gösteren nice erler var”demiştir. Bu, hallerin doğruluğundan kaynaklanır. Sözdeki doğruluk ise, malum olduğu üzere, verilen haberin doğru olmasıdır. Halin doğruluğu, başlangıçta yerine getirilen şeydir ve vefanın zirvesidir. Çünkü bu davranış nefse ağır gelir. Öyleyse hal ve sözde vefa, güçlü ve kuvvetli kimselerden, özellikle sözde böyle olanlardan meydana gelebilir. Çünkü bir insanın ‘fe’ harfiyle dile getirdiği bir sözü aktarırken ‘fe’nin yerine ‘vav’ harfini koyan kimse, bu tâifeden sayılmaz. Dolayısıyla bu makam, çok güçlü ve sırlı bir makamdır.

Neden Fakirdir İnsan

‘Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız’ Fatır, 35/15. “Yaratıklar içinde Allah’a ihtiyacı en çok olan fakirler, sadece insanlardır. “İnsan zayıf olarak yaratılmıştır” (Nisâ, 4/28) ifadesince zayıf olarak yaratılmış olmakla insan, hangi mertebeden olursa olsun, hiçbir zaman Allah’a ihtiyaçtan kurtulamayacağı gibi, emaneti yüklenmiş olan insan ruhunun duyduğu ihtiyaç o kadar çoktur ki, onun yanında diğer yaratıklara fakir bile denmez. İnsanın bu ihtiyacını tatmin etmek için de Allah’tan başka ilâh ve tanrı bulunmaz. O, sizin ibadetinize muhtaç olmadığı gibi, bütün ihtiyaçlarınızı tatmin edebilecek kudrete de sahiptir.”
Bkz: Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. VI, s. 151-152.

Rasülsüz

İbnü’l-Arabî, yeryüzünün bedeniyle yaşayan bir resulden yoksun kalamayacağını çünkü resulün, insan âleminin kutbu olduğunu belirtir. Bu nedenle Allah, Hz. Peygamber’den sonra bu dünya hayatında bedenleriyle bazı peygamberleri sağ bırakmıştır. Dolayısıyla İdris bunlardan biri olup, bedeniyle canlıdır ve Allah onu dördüncü göğe yerleştirmiştir.
 İbn Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, c. XI, s. 267-268.
Bursevî, Kitâbü’n-Netîce, c. II, s. 159; Bursevî, Kitabu’l-Hitab, s. 300. Bursevî bir başka yerde şöyle demektedir: “Hz. Risâlet (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kalb-i âlem oldu ki, fi’l-hakîka her asırda kadîmen ve hadîsen kutb-i vücûd odur. Ve İdrîs (aleyhisselâm) onun zılli ve gavs-i a’zam, zıllü’z-zıll ve sâir tahte’l-livâda olan aktâb, ukûs ve zılâlâttır. Müsemmâya nisbetle esmâ ve esmâya izâfetle hakâik-ı kevniyye gibidir.” Bursevî, Kitâbü’n-Netîce, c. I, s. 341.

İnsan İkidir

Tasavvufî bir kavram olarak insan ve insan-ı kâmil.
İnsan-ı kâmil, sözlük anlamından farklı ve daha kapsamlı bir manaya sahiptir. Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının kendisinde tecellî ettiği, bu nedenle yeryüzünde O’nun halifesi olan, hazarât-ı hams ve meratib-i vücûdu kendisinde toplayan kişiye insan-ı kâmil adı verilir. İlk dönem sufileri insan-ı kâmil kavramını kullanmamışlardır. Fakat Hallâc-ı Mansûr (ö. 309/922) “Allah Âdem’i kendi suretinde yarattı” hadisine dayanarak, Allah’ın kendi nefsinde, kendisi için tecelli ettiğini söylemiştir. Bu tecelli ile Allah, kendi isim ve sıfatlarının tümünü ihata eden sureti vücûda getirmiştir. Hallac’ın bu anlayışı, daha sonra İbnü’l- Arabî (ö. 638/1240)’nin insan-ı kâmil düşüncesine temel oluşturmuştur. İnsan-ı kâmil anlayışı, varlık düşüncesiyle bağlantılıdır.

Âlem Cilasız Bir Aynaydı

İbnü’l-Arabî’ye göre âlem ilk önce ruhsuzdu. Cilasız bir aynaya benzemekteydi. Âdem bu cilasız aynanın cilası ve ruhu oldu. Ona göre ilahi isim ve sıfatların, bütün kemallerini aksettiren insanın cismi, büyük âlemin cisminden küçük olsa bile, o büyük âlemin tüm hakikatlerini kendinde toplamıştır.
Allah’ın bütün isimlerini bilebilecek, maddi ve manevi tüm kemal mertebelerini ihata edebilecek tek varlık, insan/insan-ı kâmildir.
İnsan-ı kâmilde, sırf Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’dir. Ancak O’nun tarihi şahsiyeti değil, henüz Âdem balçık halinde iken peygamber olan Hz. Muhammed’dir. Başka bir deyişle hakikat-ı Muhammediyye’dir. İnsan-ı kâmil, varlığın ve yaratılışın gayesidir. Zira ilahi irade ancak onun vasıtasıyla tahakkuk edebilir. Dolayısıyla sufilere göre, insan-ı kâmil olmasaydı Allah Teâlâ hakkıyla bilinemezdi.

Zamanın Sahibi

Mustafa Fevzi Efendi (ö.1925)’ye göre, Allah Teâlâ’dan gelen feyz, ilk önce Hz. Peygamber salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e gelir, sonra da ondan evliyâya geçer. Bir akis üzere kâinat rütbe rütbe terakkî eder. Her şey, en aşağıdan en yukarıya devreder ve hepsi de devirlerini tamamlamak için sürekli seyir halindedir. Onların da etrafında döndükleri bir kutub vardır ki bütün yücelerden yüce ve meşhurdur. O kutub, insan-ı kâmil ve cihânın kutb-i aktâbıdır.

Oyuna Gelen Şeytan

Aşağıdaki hikaye “Şeytanın Zaferi” olarak yazılmış. Normalde okununca şeytanın oyuna geldiği görülüyor. Önce okuyun en sonunda nedenini yazacağım.
Şöyle ki:
Çok eskiden Anadolu’nın verimli topraklarında Umman Denizi’ne doğru “Hikmet Şehri” diye bir şehir vardı. İnsanları çoğunlukla tarım ve hayvancılıkla meşguldü. Zaman zaman civar şehirlerden kervanların geldiği de olurdu. Pek zengin bir halkı yoktu ama başkalarına muhtaç da değillerdi. Pek fazla kavga gürültü olmazdı. Eğer aralarında bir anlaşmazlık çıkarsa şehrin Bilge’sine gelirler O da meseleyi “Sehâvet Vakfı”nda herkesi razı edecek şekilde çözerdi. Şehirde pek çok mesele için vakıf kurulmuştu. Fakirliklerine rağmen alışkanlıkları haline gelmiş olan dayanışma ve yardımlaşmaları onları zengin kılıyordu. Diğer ülkelerde kış olunca buraya göçen leylekler  için bile bir vakıf kurulmuştu. Bu vakıf, göç zamanı leyleklerin daha rahat etmeleri için uygun yerler hazırlardı.
Birinin evinde yangın çıksa veya başına bir kaza gelse ya da büyük bir deprem olsa herkes birbirine kenetlenir, “Sabır, Şükür ve Dayanışma Vakıfları” devreye girer hiçbir şeyini birbirlerinden esirgemezlerdi. Hiç zarar görmeyenler veya daha az görenler diğerlerine şefkat ellerini uzatırlar, birgün aynı şeyin kendi başlarına da gelebileceğini düşünürlerdi. Hatta geçen seneki selde pek çok köylünün evi yıkılmıştı. Evleri tepelik yerlerde olanlar ve zarar görmeyenler mağdur olanları bir süre misafir etmişlerdi. Hep beraber yeni evler yapmışlar sonra da misafirler kendi evlerine geçince diğerlerine olan minnettarlıklarını, büyük fırtınada tepelerdeki evler yıkıldığı zaman göstermişlerdi.
Birgün Zahid adında bir şehir köylüsü, Bilge’ye gelip hayvanları için yeni bir ahır yapması gerektiğini ama geçen ay kızını evlendirdiği için parasının olmadığını söyleyerek yardım istedi. Bilge  sakalını üç defa sıvazladıktan ve biraz düşündükten sonra “Oğlumun ticareti için sakladığım bir miktar param vardı. Onu sana getireyim” dedi. Az sonra da getirip parayı teslim etti. Köylü türlü dualar ettikten sonra yavaş yavaş ahırını yapmaya koyuldu.
Şehirde bir de, küçük bir tarlayı ekip biçen “Şefkat ve Saadet”  diye halkın çok sevdiği iki kadın vardı. Bunlar evlenme yaşına gelmiş gençlere eş bulmada yardımcı olur ve bunu bir ibadet sayarlardı. Zahid,  kızını işte bu iki kadın vasıtasıyla diğer köyden, çok da iyi ahlaklı bir delikanlıya vermişti. Köylü, damadından o kadar memnundu ki O’nu ne zaman görse, Şefkat ve Saadet’i hatırlıyor ve onlara dua ediyordu. Gerçi bazen Zahid damadıyla tartışıyordu ama neticede damadı iyi bir insandı. Köylü Zahid’in hanımı “Sekafet” de kızını çok  iyi yetiştirmişti. Şimdilerde kızının evinin yapımını yeni bitirmişti. Zahid kızı ve damadı rahat etsinler diye onlara, kendi evine yakın bir yerde ev yaptırmıştı. Köylü, yine onlara yardımcı olmak için onların hayvanlarını da alacak şekilde eski ahırı yıkmış yeni bir ahır yapmaya karar vermişti.
Damadı Rıza da Zahid’in kızını çok sevmiş, mutlu bir evlilik yapmıştı. Kolay kolay bir şeye kızmaz “Allah’ın takdirine rıza göstermek lazım” derdi. Rıza, sabahtan akşama kadar hayvanlarla ilgileniyor, hanımı da ev işlerine bakıyor, yemek yapıyordu. Çocukları da olunca artık yeterince meşguliyeti artmıştı. Kocası bazen hayvanları dağa çıkarırdı. Oradan evine dönerken de dağ çiçeklerinden karısı için bir demet  yapardı. Onu karısına verirken bunu, sevgisinin küçük bir işareti sayardı.
Şehirde her şeyin bu kadar iyi gitmesi, şehrin dışına doğru mezarlıkların da ilerisinde ağaç dallarından ve dikenlerden yapılmış köhne bir kulübede birkaç avenesiyle yaşayan İblis’in hiç hoşuna gitmiyordu. Yıllardır uğraştığı halde bir türlü bu insanları birbirine düşürememiş, bu sevgi ve dayanışmalarını durduramamıştı. Zaman zaman şehre gelir aylak aylak dolaşır, yapacağı bir iş olmayınca öfke ve karamsarlık içinde çeker giderdi.
Bir gün yine şehre dolaşmaya gittiğinde bir grup insanın geldiğin gördü. Yılların verdiği hasret ve açlıkla ağzı sulandı, yere salyaları akarken “İşte beklediğim an” dedi. İblis onları kandırabileceğini umuyordu. Zira, Bilge’nin uzun yıllar konuşmalarını dinlediği için köylülere bir şey yapamıyordu. “Bu yeniler daha çok çiğdir. Onları kandırmak çok kolay” diyerek sırıttı ve avuçlarını ovuşturdu. İblis, hemen daha ilk günlerde sanki bir dost gibi onların etrafında bazen bir zengin bazen de bir fakir kılığında dolaşmaya başladı.
Günler geçtikçe köye sonradan gelenler, köylülerle çok iyi anlaştılar. Yeni gurup herkesin bu kadar iyi olmasına hem hayret ediyor hem de seviniyorlardı. Ama Bilge hiç memnun olmamıştı onların gelmesinden. Onları sevmediğinden değil, İblis’in onları kandırıp huzurlarının bozulmasından korkuyordu.
Bir gece şehrin ta dışında mezarlıkların ötesinde, baykuş yuvası köhne kulübeden sanki siyah bir ışık sızıyordu etrafa. İblis kulübesinde avenesini toplamış sessizce her birine bazı görevler veriyordu. O gece sabaha kadar ne yapacaklarını iyice anlattı. Son olarak “Bu yeni icatlarım bize sonsuza kadar yeter! Herkes ne yapacağını iyice anladı mı? Fırsatçı! Tefeci! İstismarcı! Koğucu!” diye her birinin ismini saydı. Hepsi birden “Anladık efendim!” diyerek gür bir sesle cevap verdiler. Ertesi gün O’nun için zafer günü olmalıydı: “İntikam Günü!”
Ertesi gün olunca, Fırsatçı Şeytan şehre geldi ve yeni gelenlerden birini buldu. Üstü başı perişan bir halde karşısına çıktı. “Evim yandı ey ulu kişi! Bana yardım eder misin? Bu gece midemi ısıtacak bir tas çorbam, tenimim saracak bir tek yorgan yok” dedi. Adam da O’na hemen hiç düşünmeden biraz yiyecek ve giyecek verdi. Şeytan bunları aldıktan sonra uzaklaşıp gitti. Sonra asıl suretinde geri dönüp adamın etrafında bir tur attıktan sonra görünmeden aklına şöyle üfledi “Ne kadar ahmaksın! Sellerde yangınlarda birbirlerine karşılıksız yardım etmek ne kadar ahmakça! Karşılıksız iş olur mu?! İsteseydin, sonra vermek şartıyla ona verdiklerini satabilirdin. Parasını sonra getirirdi. Para kazanırdın. Almaktan başka şansı yoktu zaten.” Birden, nedensiz bir kahkaha attı, sinsi ve tıslayan bir sesle beyninden girip damarlarında dolaşırken “Sen!” dedi “İşte sen bundan çok para kazabilirsin! Bu büyük bir fırsat!” Ses tonunu birden düşürüp “Hem de onlara yardım etmiş olacaksın. Bu da Allah’ın sevdiği bir şey.” diye fısıldadı. Adamın kalbine paraya karşı kalıcı bir hırs tohumunu attıktan sonra da çekip gitti. O adamın içinde ise şeytanın konuşmasının ve kahkahasının yankıları kaldı. Günler geçtikçe adam içindeki seslere hak vermeye ve bunları hayata geçirmeye başladı.
Bu sırada Tefeci Şeytan ikincisine yönelmişti. Müzmin bir fakir kılığında göründü ve “Bana borç para verir misin?” diye inledi. Adam “Tabi” dedi ve istediği parayı verdi. Şeytan hemen oradan uzaklaştı. Bir vakit sonra ise adamın içine şunları fısıldadı “Niye?! Niye karşılıksız iyilik yapasın? O adam senin paranı kullanıyor. Bunun bir bedeli olmalı. Halbuki sen bu parayla çok büyük işler yapabilirdin. Ama mahrum kaldın. Çünkü paranı O’na verdin. Sen aptal mısın? O’na verdiğin paranın karşılığını al. Görmüyor musun seni reddedecek bir nefeslik gücü bile yok! Hem de zengin olursun. Bak herkes fakir!” Adam bu sesleri, içindeki hakikat ve kurtuluşun doğuşu kabul etti ve “Niye daha önce aklıma gelmedi” diye de hayıflandı.
İstismarcı Şeytan da görevini yapmak için şehre sonradan gelen üçüncü adama gidip onun kalbine de şu zehirleri bıraktı “Şefkat ve Saadet’i biliyor musun? Ne kadar da düşüncesizler! Halbuki ne çok para kazanırlardı, evlenecek gençlerden her iki taraftan da bir miktar para istese! Hem bunda ne var ki?! Alan razı veren razı. Hem hizmet hem ticaret!” Şeytan adamın kalbinden büyük bir zafer çılgınlığıyla çıkıp etrafında dolaşmaya başladı. Bir taraftan gülüyor, bir taraftan da hemen ciddileşip gözlerini büyütüyordu. “Bu sese kulak ver.” diye tıslayarak gözden kayboldu. Adam ise bu düşüncelerin Allah’tan bir rızık kapısı olduğunu zannedip güzel ve kazançlı bir işe girişeceğim diye heyecanlandı.
Koğucu Şeytan ise dördüncü adama gelip O’na köylünün damadının, kızını aslında hiç sevmediğini, dağlardan topladığı kokusuz ve dikenli çiçeklerle O’nu kandırdığını fikrini soktu kafasına. “Hem sevse O’na daha güzel daha pahalı şeyler alırdı. Sen birini sevsen O’na en güzel şeyleri mi alırdın yoksa O’na, birinin kullandığı bir elbiseyi mi verirdin?” diyerek şeytanca bakışıyla gözden kayboldu. Adam da bu yeni fikri kendi geleceği ve ümidi saydı. İnsanların birbirlerine sevgilerini ifade etmelerine yardımcı olacak ve hem de para kazanacaktı. Bu konuyu çok düşünmeliydi.
Bilge’nin içinde bir huzursuzluk vardı. Neden olduğunu çıkaramadığı bir sıkıntı… İblisi de uzun zamandır görmemişti. Acaba neler çeviriyor neyin peşinde koşuyordu?
Dört şeytan da görevlerini yapmanın huzuru içinde akşama doğru o karanlık ve pis kokulu kulübelerine döndüler. İblis neler yaptıklarını sordu. Bir bir anlattılar. Çok memnun oldu. “Bu attığınız tohumlar yakında meyve verecek.” dedi. Dediği gibi bu dört kişi şeytanların vesveselerini düşünmüş ve her biri şu kararlara varmışlardı:
Birincisi, bir dükkan açıp insanların evlerini veya diğer eşyalarını belli bir para karşılığı teminat altına alacaktı. Böylece eğer bir afet olursa onlara yardım etmeyi ve para vermeyi taahhüt ediyordu. Ama diyelim ki beş yıl hiç yangın, sel vs. olmadı, onlar bu parayı vermeye devam edecekler, afet olunca da O bütün zararı karşılayacaktı. Hem zaten bu tür olaylar da çok olmuyordu. Böylece elinde çok  fazla para kalacağını düşündü.
İkincisi, bir ortak bulup insanlara sadece borç para verme gibi bir hayır işi kuracaktı. Ama bunun bir bedeli vardı tabi. Borç verecekler ama %30 fazlasıyla ödemelerini şart koşacaklardı. Ne de olsa onlara insanlık adına yardım ediyordu ama bazı sıkıntılara girecekti Ufak da olsa bunların bir bedeli olmalıydı.
Üçüncüsü, şehrin huzuru ve insanlık için evlenme yaşı gelen gençleri buluşturup mutlu olmaları sağlayacaktı. Tabi bunun da her iki tarafın ödeyeceği bedelleri vardı. Bu iş iyi tutacaktı. Çünkü şehirde ve civar şehirlerde epeyce genç erkek ve kadın vardı.
Dördüncüsü de birbirini seven insanların sevgilerini ifade etmelerine yardımcı olacak şeyler satacaktı. İnsanlar sevgililerine olan aşklarını gösterme yolunu bilemeyebilirdi. Onlara bu yolu göstermek bir insanlık borcuydu. 
 Bir vakit sonra şehre sonradan gelen dört kişinin çarşıda yeni dükkanlar yaptıklarını gördü Bilge. Her birinin yanına yaklaşıp “Kolay gelsin komşum. Ne yapmayı düşünüyorsun burada?” diye sorunca  aldığı cevapların hiçbirinden  memnun olmamıştı. Eğer bu dükkanlar çalışmaya başlarsa felaket olacaktı. Bilge diğer insanlara bunu anlatmaya çalıştı ama dinletemedi. Onlar “Bunların ne kötülüğü olabilir ki? Hem istediğimiz zaman borç alabileceğiz, sel, yangın olursa ne yaparız diye düşünmeyeceğiz” diyerek her birinin cevabını sıralayıp gittiler. Bilge haftalarca konuştuysa da zaten hasta olduğu için sonunda pes etti ve yorgun bir halde evine çekildi.
Dört yabancının çalışıp çabalaması netice verdi ve dükkanlar bir vakit sonra açıldı. Gelen giden eksik olmuyor, işler iyi gidiyordu. Her biri para basıyordu adeta. Herkes bir afet zamanında “teminat”ı olduğu için kimseye minnet etmiyordu. Ayrıca borç para alabilecekleri bir yer de vardı artık. Kimseden para dilenmek zorunda kalmayacaklardı. Şehirdeki hiç kimse diğeri muhtaç değildi artık. Gençler de kendi başlarına dolaşıyor, büyüklerine artık ihtiyaç duymuyordu. Evlenecek olanlar rahatlıkla eşlerini ya da sevgililerinin kendileri bulup görüşebiliyorlardı. Zira onların bu işlerine yardımcı olan bir danışmanları vardı. Sevgililer de paraları yettiği ölçüde aşklarını ifade edecek şeyler satın almaya başlamışlardı. Parası çok olan aşkını daha güzel ifade edebiliyordu! Kendine hediye alınan genç kızlarda hediyelerin kıymeti ölçüsünde sevdiklerine bağlanıyor mutlu mesut yaşayıp gidiyorlardı.
Vakıfların yerini “teminatçı”, faizsiz borç para verenin yerini “tefeci”, evlenecek gençlere büyüklerin yardımcı olmasının yerini “çöp-çatan” almış ve sevginin tarifi, kendilerinin hiç ilgilendirmeyen üçüncü şahıslar tarafından yapılır olmuştu. 
İşte bütün bunlar neticesi aylar sonra bir takım huzursuzluklar çıkmaya başladı. Artık kimse kimsenin yüzüne bakmıyordu. Birgün aniden gelen sel ile acı tablo ortaya çıktı. Teminatçı adam, teminatı olanların sadece bazı zararlarını ödemiş diğerlerini şartnamede yok gerekçesiyle ödememişti. Ne de olsa bu bir dost işi değil ticaret işiydi. Hem kendisi de yardım kuruluşu değildi ya! Sosyal ilişkiler zayıf olduğu, sevgi ve dayanışma da kalmadığı için gerek teminatlı olanların ödenmeyen zararları gerekse fakir olduğundan hiç teminat belgesi alamamış olanlar öylece ortada kalakalmıştı. Tek çare tefeciden borç almaktı. Tefeciden borç alanlar da ertesi sene kuraklık nedeniyle borçlarını ödeyemeyecekler böylece borçlar katlayacak, hırsızlıklar ve gasp olayları baş gösterecekti. Böylece de şehirdekiler hiç olmadığı kadar büyük bir felaket ve sefalete sürükleneceklerdi.
Bu sırada çöp-çatanlık yapan adamın bulduğu pek çok kişi eşlerini aldatmış kıymetli takılarla beraber selden sonra kayıplara karışmıştı. İhtiyar heyeti ve şehirdekiler de evlenmek için diğer şehirlerden gelen adamları tanımadığı için yapacak bir şey yoktu.
Sevdiklerine sevgilerini ifade için takı alan  genç erkekler de zararlarını karşılamak için sevgililerinden takıları satarak kendilerine yardımcı olabileceklerinin söyleyince, kızlar “Sevgimizi mi satacaksın?!” deyip karşı çıkmış ve pek çoğu ayrılıp başka şehirlere aşklarının değerini bilecek başka aşıklar bulmak için yola çıkmışlardı.
Hulasa, bir yıl sonra o şehirde şeytanların dediklerine kulak veren o dört kişiden başka mutlu daha doğrusu yüzü haince bir sevinçle gülen insan kalmamıştı. Büyük Şeytan İblis ise bütün bu olanları büyük bir keyif ve iştahla izliyor her gün şehre gelip saatlerce mesaiden sonra tatlı bir yorgunluk ve mutlu bir yüzle dikenli ve pis kokulu kulübesine geri dönüyordu. Bir gece yaşlı bilge, evinde, halkı için üzülüp son nefesini verirken İblis’in, mezarlıkların ta ötesindeki kulübesinden yükselen kahkahaları, şehrin üstünde bir kabus gibi yankılanıyordu.
Hikaye burada bitti.
Rasülullâh “salla’llâhü aleyhi ve sellem” buyurdu ki,
“Bütün Âdemoğulları günahkârdır, günahkârların en hayırlıları ise tövbe edenlerdir.” (İbn Mâce, Zühd, 30)
“Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı.” (Müslim, Tevbe, 9-11)
Allah Teâlâ buyurdu ki:
“Ey müminler! Hepiniz toptan Allah’a tövbe ediniz ki, felaha edesiniz.” (Nur, 24/31)
Başka bir ayette ise Yüce Allah, Peygamberine şöyle buyurur:
“De ki: Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah dilerse bütün günahları mağfiret eder. Çünkü O, çok affedicidir, merhamet ve ihsanı fazladır.” (Zümer, 39/53)
Bir kul günah işledi ve ‘Yâ Rabbi, günahımı affet!’ dedi.
Hak Teâlâ da, ‘Kulum bir günah işledi; arkadan bildi ki günahları affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır.’ buyurdu.
Sonra kul dönüp tekrar günah işledi ve ‘Ey Rabbim, günahımı affet!’ dedi.
Allahu Teâlâ da, ‘Kulum bir günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır.’  buyurdu.
Sonra kul dönüp tekrar günah işledi ve ‘Ey Rabbim, beni affeyle!’ dedi.
Allahu Teâlâ da, ‘Kulum günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi olduğunu bildi. Ey kulum, dilediğini yap, ben seni affettim.’ buyurdu.”[ Buhârî, Tevhid 35; Müslim, Tövbe 29.]
Şimdi şeytanın bu denli desisesine rağmen Allah Teâlâ affetmeyi çok sevmektedir. Binâenaleyh, bir misal sunalım…
“Allah  Teâlâ’nın, kullarını Cehennem’den en çok âzâd ettiği gün Arefe günüdür.” (Hadîs-i Şerîf, Sahîh-i Müslim)
Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdular:
“Allah katında arefe gününden daha fazîletli hiçbir gün yoktur. Arefe gününde Allah Teâlâ rahmeti ile dünyâ semâsına tecellî eder, yer halkı ile gökteki meleklere karşı iftihar edip şöyle buyurur: ‘Kullarıma bakınız. Azâbımı görmedikleri hâlde rahmetimi umarak, uzak yoldan terli ve toz toprak içerisinde, saçları dağınık bir vaziyette bana geldiler. Kullarımın cehennem azâbından kurtulup bağışlanmaları en çok arefe gününde olur.’
“Şeytanın arefe gününden başka hiçbir günde daha zelîl, daha hakîr, daha küçük ve daha öfkeli görüldüğü olmamıştır. Bu, arefe gününde Allah’ın rahmetinin inmesinden ve Allah’ın günâhları bağışlamasındandır. Bir de Bedir Muhârebesi’nde böyle görülmüştür. Çünkü şeytan o zaman, Cebrâil Aleyhisselam’ı (düşmana karşı) melekleri saf yaparken görmüştü.”
“Kim ki arefe gününde Allah’tan dünyâ ve âhirete âit bir ihtiyacını isterse, Hz. Allah onu yerine getirir.”
Rasûlullâh Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) arefe günü akşamı ümmeti için duâ ettiler. Allahu Teâlâ duâsını kabul edip: “Zulmederek başkasının hakkını alanlar hâriç bütün ümmetin affedildi. Muhakkak ben, mazlumun hakkını zâlimden alıcıyım.” buyurdu.
Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Yâ Rabbi! Dilersen mazluma cennetini verir, zâlimi de mağfiret edersin” diye ilticâ ettiler. Arefe akşamı buna cevap verilmedi. Sabah olunca Rasûlullâh Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) duâsını Müzdelife’de tekrar ettiler. Orada “İstediğin verildi” buyuruldu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) güldü. Onun güldüğünü gören Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer (radiya’llâhü anhümâ) sebebini sordular.
Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Muhakkak Allah’ın düşmanı İblis duâmın kabul edildiğini ve ümmetimin mağfiret olduğunu öğrenince gâyet perişan bir vaziyette yerden toprak alıp başına saçıyordu. Onu böyle görünce güldüm.” buyurdular.
Bu işin hikmeti de budur…
Sü­leyman aleyhi’s-selâm şöyle söylemiştir:
"Ey Allah'ım, Şeytan'ı niçin insanlara musallat buyurdun ki günah iş­lerler? Senden onu hapsetmek üzere izin isterim. Artık insanlara vesvese verip azdırmasın." Hakk'tan izin alıp Şeytan'ı bir kumkumaya koyduktan sonra denize attırır. Herkesin basireti açılır ve görürler ki bu cihânda emlâk, erzâk ve evlâd hep oyunmuş. Nitekim Kur'ân'da buyurur: "Bilin ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda övünme, mal ve evlât çoğaltma yarışıdır.”  [Hadîd sûresi, 20.]
Herkese malı ve evlâdı düşman imiş: "Ey îmân edenler, eşlerinizden ve çocuk­larınızdan bazıları size düşmandır, onlardan sakının." [ Teğâbûn sûresi, 14.]
İnsan­lar ölüm düşüncesiyle dağlara çıkıp, mağaralara kapanıp ibadetle meşgûl olmuşlar. Dünyada nizam bozulmuş ve Süleyman aleyhi's-selâm "Nübüvvet, sultanlık ve dünyanın düzeni Şeytan ileymiş." demiş. Süleyman aleyhi's-selâmın sanatı zembil örüp satmak olduğundan, kimse ondan al­mayınca Şeytan'a izin verilmesinde bir hikmet olduğunu anlamış ve Cenâb-ı Hakk'tan Şeytan'ın serbest bırakılma­sını niyâz etmiş. Şeytan tekrar dışarı çıkıp, herkes yerine dönünce, yine gaflete düşmüşler. Bu arada devlet işlerinin merkezi, saltanat ve nübüvvet yeniden kuvvet bulmuş. Şimdi, Şeytan ve mahlûkat insanın maslahatı içindir. İn­san her hâli bilip kendisine, kahır veya lütuf, her ne düşer­se onu işlemelidir.
Men ân nîyem ki ve hem nakâ-i dil be-her şûhî
Der hizâne-i dil mühr-i tû nişâne-est
Ben öylesi değilim ki kıymetli gönlümü her şûha vereyim
Gönül hâzinesinde senin mührün bir nişane gibi durur

Kaynak: Hazret-i Pîr Muhammed Niyâzî-i Mısrî, Vahdetnâme, Yayına Hazırlayan: Arzu Meral, 1. Baskı: Mart, 2013, İstanbul, sh: 28-09

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar