Hikmet Yurdu
İblis:
veya sıf. (ar. iblis). Şeytan. | Mec. Kötü,
lanetlenmiş, hileci:
Kur’an’ın
yaratma ayetlerinde adı İblis olarak, Cennet ayetlerinde ise genellikle şeytan
olarak geçer. Lanetlenmeden önce bir adı da El Hakem’di. Çünkü o
zaman Allah’a en çok ibadet eden melek oydu ve cinler üstüne hakemlik görevi
vardı. Efsaneye göre, bu görevde bin yıl bulundu, çok gururlandı, gururundan
ötürü hakemlik görevini ihmal etti. Cinler arasında büyük kargaşalıklar
çıktı. Tanrı onları bir büyük ateş göndererek cezalandırdı. İblis bu ateşten
kurtulmanın yolunu buldu ve Âdem’in yaratılmasına kadar mağrur fakat sadık bir
tanrı kulu olarak yaşadı. İblis lanetlendikten sonra, Tanrı’nın merhametine
sığınarak af dilemediği için Aduvvullah (Tanrı düşmanı) adını alır (Kur’an 2/
32). Tanrı, Âdem’i topraktan yaratıp ona hayatı üfledikten sonra meleklerini bu
yeni mahlûka secde etmeğe davet etti. Bütün meleklerin kabul ettiği bu daveti
yalnız İblis reddetti, emre itaat etmeyişinin sebebini de: «Sen beni
ateşten, onu topraktan yarattın, ben ışık ve hava, o ise sadece toprak olduğuna
göre ona secde etmeyi kendime yediremem, o bana secde etmeli» diye
açıkladı. İblis hasedi ve Tanrı buyruğuna karşı gelmesi yüzünden lanetlendi ve
Tanrı huzurundan kovuldu. İblis, cezasının o sırada verilmemesi. Kıyamet
zamanında ödemek üzere ertelenmesi için rica etti ve bu ricası kabul edildi.
Ancak kendisine. Kıyamete kadar, Tanrı’ya sadık olmayan kulları sapkınlığa
yöneltme gücü ve görevi gibi bizatihi suç olan bir güç ve görev verildi.
(Kur’an 2/32S 7/10; 15/31; 17/63; 18/48; 20/215; 38/74). İblis, tanrı katından
kovulmasına sebep olan Adem ile uğraşmaktan vaz geçmedi. Onu Cennetten
kovdurmak için Havva’yı aracı olarak kullandı. Ona memnu meyveyi yedirdi. Kıyamet kopunca İblis kendisine
başeğenlerle birlikte Cehenneme atılacaktır. (Kuran 26/94). Bu inanç tek
tanrılı diler dinlerde hemen aynen; çeşitli kozmogonilerde ise değişik
şekillerde vardır.
İşte Biz Buyuz
Türk devlet adamı (Divrik ? - öl. 1685).
ölümünden önce “Şeytan”, ölümünden sonra da “Melek” lakabı ile tanınan İbrahim Paşa,
Mehmed IV zamanının vezirlerindendir.
İnek Şaban Filmleri
Yıllardır
İslam’ın kutsal değerlerini
aşağılayanlar, bu konuda insancıl ve ahlaki olmadılar. Bir Müslümanın
başka dinin kutsalı için bu denli bir ifade kullandığı görülmüş müdür?
Ama,
onlar, dış mihraklı beslemeler ve yerli din düşmanları ellerinden gelse
dğil/gelmiş… büyük küfürlerini icra etmek için, basitinden geneline ve seviyeli
tarafına kadar aşağılık ifadelerini esirgemezler.
Bu
meyanda öteki dünyasında acı çekenlerin ruhlarının daha rahat etmesi için
İslam’a yönelik bu tür incitici subliminal mesaj artığı filmleri yayın/gösteri
dünyasında… dirilmeyecek şekilde medyadan kaldırılmalıdır. Bu bir sansür değil
yıllardır açılmış yaranın tedavi edilmesi olacaktır. Bu hizmete nail olan insanlar bu milletin
bahtiyarlarıdır.
İnsanın Tüyü
"Oğuz-Kağan'ın
vücudu niçin "tüylü" idi":
Eski
Türkler, "ilk insanın, tüylü olduğuna inanırlardı."
Altaylarda
yaşayan birçok efsanelerde, bu konu ile ilgili, sayısız örneklere rastlıyoruz:
"Tüylere kaplı olan ilk insan, Tanrı'ya
karşı günah işlemiş ve bundan dolayı da tüyleri dökülmüştü. Tüyleri dökülünce
de insanoğlu, bir türlü hastalıktan kurtulamamış ve ölümsüzlüğü elinden
kaçırmıştı. (Bir söylenişe göre) Tanrı, insanı yaratırken şeytan gelmiş ve
insanın üzerine tükürerek, her tarafına pislik içinde bırakmıştı. Tanrı da,
insanın dışını içine, içini de dışına çevirmek zorunda kalmıştı. Bu suretle
insanın içinde kalan şeytanın pisliği ve tüyler, insanoğlunun ruhunu ve
ahlâkını kötü yapmıştı. İnsanın gerçi dışı, Tanrı yapısı idi ve güzeldi ama;
içi şeytan tarafından kirletilmiş ve şeytana benzer, bir özelliğe
bürünmüştü".
Tabiri
Bir
rüya anlatılmadıkça kuşun ayağında asılı kalır, anlatıldığı zaman ise yere
düşer. Bu nedenle rüyasını anlatan
kadar, rüyayı dinleyip tabir etmek isteyen de dikkatli olmalıdır. Rüyayı
anlatan, gördüğünü olduğu gibi anlatmalı, görmemiş olduğu rüyayı gerçekte
görmüş gibi anlatmamalıdır. Bu en büyük yalancılıktır. Rüya tabiri yapmak
isteyen kişi ise, dinlediği rüyayı hayra yormalı, iyi şeyler söylemelidir.
Çünkü rüyalar yoruma göre çıkarlar.
Rüyalar
İnsan,
rüyasında kendini türlü türlü hâller ve yaşantılar içerisinde görür. Rüyası
sayesinde bazen ilahî ilhama muhatap olurken, bazen de olayların tedbirini
öğrenir. Bazen kendini ölüm anında görür, ama uyanıp kendini sağlam bulur.
Uykuda bazen vurur, bazen tutar. Bütün bunlar bedavadır. Hiç kimse rüyayı satın
almamış, kimse rüya satmamıştır. Kimse kimsenin rüyasına engel olamaz, rüya
görürken kimse kimseye karışamaz. Gördüğün şeyin karşılığında bir ücret yoktur. İşte
bu Tanrı’nın bize bir bağışıdır.
rüyada
bir el kesildiğinde ziyanı olmaz. Rüyada başı kesilenin ömrü uzun olur. Vücudu
ikiye ayrılmış olsa da uyandığında arızalar yok olur. Rüyada beden
noksanlığından parça parça olmaktan korkulmaz.
Rüyada birisini tabut içinde gidiyor
gördüğünde o kişinin bir mevki ile makamı yücelir
Sen Beni Görmesen de
Bir
kişi her gece Allah derdi. Şeytan, ona ne zamana kadar bunu tekrarlayacağını,
Tanrı’dan ona bir ses, yanıt gelmediğini söyleyince üzülür ve yatıp uyur.
Rüyasında yeşillikler içerisinde Hızır’ı görür. Hızır, kendisine Allah’ın
ismini zikretmede acele etmesini, niçin vazgeçtiğini sorunca, adam lebbeyk diye
bir cevap gelmediğini ve reddedilmekten korktuğunu söyler. Hızır, bunun üzerine
Tanrı’nın tembihini kendisine söyleyeceğini, zikrinin kabul edilip, kendisinin
o zikirle meşgul edildiğini söyler. “Senin zikirle meşgul olman bizim
Lebbeyk’imizdir. O niyazın, o feryadın bizim habercimizdir. Çareler arayıp
yakarman seni bize çekip yaklaştırmanın haberidir. Korkun da, aşkında bize
ulaşmana sebeptir. Ya Rab diye her seslenişin bir Lebbeyk oldu” der
Keklik Eti Cinselliğe İyi Gelir
“1-Eğer
bir erkeğin cinsel gücü Nisan ayında tükenirse; bir erkek keklik yakala,
kanatlarını yol, boğazını kopar ve onu yassılaştır, üzerine tuz serperek kurut.
Dağ bitkisi “dadannu-otu” ile ez, bira ile içmesi için ona ver. Ve sonra o
cinsel gücüne kavuşacaktır.
8-Eğer
öyle ise; bir erkek kekliği kurut ve ez. Onu damda bulunan suyun içine at ve
içmek için ona ver. Bu erkek güçlenecektir.
12-Eğer
o yukarıdaki gibi ise; erkek bir kekliğin başını kes, kanını suyun içine dök ve
kalbini yut. Bu sıvıyı bir gece beklet. Ve güneş doğarken ona içmesi için ver.
O cinsel kudrete kavuşacaktır.
17-Aynı
şekilde ise; erkek keklik penisini, bir boğanın salyasını, bir koyunun
salyasını, bir keçinin salyasını su içinde içmesi için ona ver. O cinsel güce
kavuşacaktır.”
İçimizdeki sesler
Hepimizin içinde bir melek ve bir de şeytan vardır, sesleri de
birbirine benzer. Bir sorunla karşılaşınca şeytan, kendi kendimize konuşmamızı
destekler, ne kadar savunmasız olduğumuzu bize göstermektir amacı. Melekse
davranışlarımız üzerinde düşünmeye yöneltir bizi ve arada bir başkasının
dudaklarını kullanır kendini ifade etmek için.
Îzed/İzzet
Farsçada
Tanrı anlamındaki isimlerden Îzed ya da Avesta’daki şekliyle Yazata sözcüğü
yeze kökünden gelip “tapınmak” anlamını taşır. Bu kelime Zerdüşt dininde
İmşaspendlerden daha aşağı rütbede olan melekleri ifade ederken kullanılır.
İzedlerin sayısı
çoktur ve cennetlik ve dünyalık diye ikiye ayrılırlar. Ahura Mazda onların
başında bulunur. Avesta’da çoğu yerde bu sözcük tüm tanrıları ifade etmek için
kullanılır. Pehlevice büyük tanrı Yezd ve Yezdân (Yazatan) olarak bilinir.
Yezdan kelimesi “Yezd” in çoğuludur ve Pehlevice ve Farsçada tekil olarak ve
Tanrı anlamında kullanılır.
Tanrıların
bir grubu daha büyük tanrıların meslektaşları ve yardımcıları olarak görev
yapar. Büyük tanrılar bizzat İmşaspendlerin yardımcılarıdır.
En
ünlüleri Mihr, Âzer, Surûş, Behrâm, Nîrân vb isimleriyle bilinen bu
tanrıların adları genellikle eski İranlıların kullandıkları gün isimleriyle
aynıdır.
“Şarap
satan rintlerin ihtiyaçlarını karşılarsa, Îzed günah bağışlar ve belaları
uzaklaştırır”
Hâfız,
bu beyitinde Îzed kelimesini Tanrı anlamında kullanmıştır.
Abdü’r-Rabb
O,
Rabbinin kuludur (Abdü’r-Rabb). Çünkü onun hali, kendilerini günahları işlerken
gördüğü için âleme şefkat ederek ağlamaktır. Onların günahları karşısında,
cezalandırma ve hesaba çekmeyi gerektiren ilahi isimleri görür. Halbuki ona
günahlara karşı bağışlamayı, affetmeyi ve hataları silmeyi gerektiren ilahi
isimler tecelli etmez. Bu nedenle de ağlaması artar. Sürekli olarak Allah’ın
kullarına dua eder, onlara merhamet eder, Allah’tan kendilerini itaatlerin
yoluna sevk etmesini ister.
Bir seyahatinde bu imamı gördüğünden söz eden
İbnü’l-Arabî, hayatında karşılaştığı salih insanlar arasında Allah’ın kullarına
karşı ondan daha çok endişe duyanını ve daha çok merhametli olanını görmediğini
belirtir ve bu imamla aralarında geçen diyaloğu anlatır.
Buna göre İbnü’l-Arabî bu imama sorar:
“Niçin
Allah uğruna gayret seni tutmuyor (da günahları nedeniyle insanlara
ağlıyorsun)?” İmam da şöyle cevap verir:
“Ben
kendimden dolayı Allah adına gayrete gelmiyorum. Bunun yerine Allah’tan kendi
adıma beni bağışlamasını ve günahlarımı silmesini diliyorum. Allah’ın kulları
adına ise ancak kendi adıma istediğimi istiyorum. Allah karşısında dürüst olan
kimsenin, makamının gerektirmediği bir halde bulunması yakışık almaz.”
Bu
imam, şeytanlara karşı otorite sahibidir. Onlar, kendilerini yollarından
çevirmek için, salih insanlara eşlik eden ve onlardan ayrılmayan şeytanlardır. Şeytan
kendisini bulunduğu yoldan çevirmek üzere bir salihe tuzak kurarken bu imamı
gördüğünde, kurşunun ateşte erimesi gibi erir. Bunun üzerine imam, belki teslim
olur umuduyla, onu adıyla çağırır, fakat şeytan koşarak uzaklaşır.
İmam kendine baktığı ve onun karşısında
bulunduğu sürece, bu salih insan, bu tür şeytanların kendisine verdiği ve onu
iyilikten çıkartacak vesveseden korunmuştur. Bununla birlikte bu salih insan, imamı tanımaz ve şeytan ile imam
arasında cereyan eden hadiseyi de bilmez. Allah, kendilerine dönük inayetiyle,
özellikle salihlere tahsis edilen kötülükleri bu imam vasıtasıyla kullarından
uzaklaştırır.
Her zaman Savaşı Başlatan Şeytan ve
Taraftarlarıdır
Urve
(radiya’llâhü anh) anlatıyor:
“Zübeyr
b. Avvâm Müslüman olmuştu ve o sıralarda on iki yaşlarındaydı. Bir gün
şeytandan gelen bir ses ona ‘Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yakalandı’
dedi. Bunun üzerine Zübeyr kılıcını çekerek sokağa fırladı. Mekke’nin yukarı
mahallelerinde oturmakta olan Hz. Peygamber’in evine kadar koştu. Bu arada
kılıcı da hep elindeydi. Onu gören Hz. Peygamber, ‘Nedir bu halin, sana ne
oldu’ diye sordu. O da, ‘Seni yakaladıklarını duydum’ dedi. Hz. Peygamber bu
kez, ‘Şayet öyle olsaydı ne yapacaktın’ diye sordu. Zübeyr, ‘Seni yakalayan
kimseyi bulup öldürecektim’ cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber hem ona
hem de kılıcına dua etti. İşte Allah yolunda çekilen ilk kılıç budur.”
“Bkz:
Alâuddîn Ali el-Müttakî el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut,
1405/1985, c. XIII, s. 210-211.”
Şeytanın Sofileri Kandırışındaki
Ayak Oyunları
Bir
peygambere bunu yapıyorsa diğer insanlara hayr yönünden neler yaptırır.
Hz.
İsa (aleyhisselâm) ile tanımadığı bir surette kendisine görünen İblis arasında
şöyle bir diyalog geçer: İblis, “Ey Allah’ın Ruhu! ‘Allah’tan başka ilah
yoktur’ de.” İblis, kendi sözüne uyması için ondan bunu istemektedir ki bu
durumda herhangi bir şekilde İsa (aleyhisselâm.)kendisine itaat etmiş olacaktı.
Bu da, imandır. Hz. İsa ise şöyle der: “Ben, sen söylediğin için değil,
kendiliğimden ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ derim.” Hz. İsa, söylemek ile
şeytanın maksadına muhalefet etmeyi bir araya getirerek şeytanın emrine
uymamıştı
İkiside Hak ama Biz Hangisindeniz
Bilemedim
Mesnevî’de
anlatıldığına göre Dekûkî, güzel bir çehresi olan, keramet sahibi ve çok
seyahat eden bir kimseydi. Halka şefkatli ve su gibi yararlıydı. Güzel bir
şefaatçiydi ve duası kabul olunurdu. Takva, dua ve ibadetle sürekli Hakk’a
yakın kulları
arardı. Dekûkî, seyahatlerinden birinde, bir akşam vakti yaya olarak bir sahile
vardığında şaşırtıcı hallere ve birtakım kerametlere sahip olan yedi kişiyle
karşılaşır. Hiç kimse onları görmemektedir. Bu yedi kişi, Şeyh Dekûkî’nin
kendilerini görebildiğini anlayınca, ondan kendilerine namaz kıldırmasını
isterler. Hikâyenin devamı özetle şöyledir:
“O
Dekûkî imamlığa niyet etti, o kıyıda namaza başladı. O Cemaat onun arkasında
kıyamdaydı. İşte güzel bir topluluk ve seçkin bir imam! Deniz tarafından ‘
İmdat, İmdat!’ sesi duyunca, gözü ansızın denize doğru kaydı. Dalgalar arasında
kaza, bela ve musibet içinde bir gemi gördü. Gemidekiler korkuyla küçülmüş,
vaveylâların sesi yükselmişti. Dekûkî o kıyameti görünce, merhameti coştu ve
gözyaşları aktı.
Dedi
ki: ‘Yâ Rabbi! Onların yaptıklarına bakma, ellerinden tut. Ey güzel sıfatlı
padişah! Ey, eli denize ve karaya ulaşan! Onları güzel sağlıkla tekrar karaya
ulaştır.’ O pehlivanın nefesiyle gemi kurtuldu, ama gemidekiler kendi
çabalarıyla sandı. O gemi kurtulup murada kavuştuğunda, o cemaatin namazı da
tamamlandı.
Birbirleriyle
‘Ey baba! Bizden bu boş konuşan kimdir?’ diye fısıldaştılar. Her biri
Dekûkî’nin arkasında ona görünmez halde diğerine sır söyledi. Her biri ‘Ben
şimdi bu duayı, ne içten ne de dıştan söylemedim’ dedi. Biri dedi: ‘Benzer ki
bu imamımız dertlenerek boşboğazlıkla bir yakarışta bulundu.’ Diğeri dedi: ‘Ey
yakın arkadaş! Bana da böyle görünüyor. O boş konuşan biriymiş, gönül
darlığıyla mutlak irade sahibine itiraz etti.’
Dekûkî
dedi: ‘Daha sonra o kerem sahipleri ne diyorlar diye görmek için baktığımda,
onlardan birini yerinde göremedim, yerlerinden tamamen gitmişlerdi.”
[ Bkz:
Mevlana Celâleddîn Rûmî, Mesnevî (I-II), haz. Adnan Karaismailoğlu, Yeni Şafak,
2004, c.I, s. 347-359.]
Bu hikâyede Dekûkî, işretiyân tâifesinden
birini, Dekûkî’nin gördüğü yedi kişi ise uzletiyân tâifesinden kimseleri
sembolize etmektedir.
Uzletiyân,
işretiyâna tâbî olduğu için Dekûkî’nin namazda kendilerine imam olmasını istemişlerdir.
Halkın işleri ve irşadı, işretiyânın görevi olduğu için Dekûkî, denizde
boğulmak üzere olan insanların kurtulması için dua etmiş ve böylelikle tasarruf
yetkisini kullanmıştır. Uzletiyân ise tamamen teslimiyet içerisinde,
iradelerini Hakk’ın iradesinde erittikleri için dua etmemişlerdir. Buradan
işretiyânın kendi iradeleriyle duada bulundukları ya da iradelerini Hakk’ta
eritmedikleri gibi bir durum söz konusu değildir. İşretiyânın dua etmesi de
Hakk’ın bu yöndeki iradesinden kaynaklanmaktadır. Hz. Mevlânâ’nın şu ifadeleri
de bu tür kimselerin, dualarını Hakk’ın iradesiyle yaptıklarını açıklayıcı
mahiyettedir:
“Kendinde bulunmayanların o duası bizatihi başkadır. O
dua ondan değildir, Hakk’ın sözüdür. O duayı Hakk yapıyor, çünkü o, yok olma
halindedir. O dua ve kabul etme, Hakk’tandır.”
Dolayısıyla
ricâlu’l-gaybın âlemde tasarruf etmesi Hakk’ın iradesiyle gerçekleşmektedir.
‘Fe’yi, ‘Vav’ Etmeyiz
Evliyâdan
bir grup da, doğru sözlü ve doğru halli erkek (sâdikûn) ve kadınlardır
(sâdikât). Allah, onları söz ve hallerindeki doğruluk nedeniyle dost
edinmiştir. Allah, “Allah’a verdikleri sözde sadâkat gösteren nice erler var”demiştir.
Bu, hallerin doğruluğundan kaynaklanır. Sözdeki doğruluk ise, malum olduğu
üzere, verilen haberin doğru olmasıdır. Halin doğruluğu, başlangıçta yerine
getirilen şeydir ve vefanın zirvesidir. Çünkü bu davranış nefse ağır gelir.
Öyleyse hal ve sözde vefa, güçlü ve kuvvetli kimselerden, özellikle sözde böyle
olanlardan meydana gelebilir. Çünkü bir insanın ‘fe’ harfiyle dile getirdiği
bir sözü aktarırken ‘fe’nin yerine ‘vav’ harfini koyan kimse, bu tâifeden
sayılmaz. Dolayısıyla bu makam, çok güçlü ve sırlı bir makamdır.
Neden Fakirdir İnsan
‘Ey
insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız’ Fatır, 35/15. “Yaratıklar içinde Allah’a
ihtiyacı en çok olan fakirler, sadece insanlardır. “İnsan zayıf olarak
yaratılmıştır” (Nisâ, 4/28) ifadesince zayıf olarak yaratılmış olmakla
insan, hangi mertebeden olursa olsun, hiçbir zaman Allah’a ihtiyaçtan
kurtulamayacağı gibi, emaneti yüklenmiş olan insan ruhunun duyduğu ihtiyaç o
kadar çoktur ki, onun yanında diğer yaratıklara fakir bile denmez. İnsanın bu
ihtiyacını tatmin etmek için de Allah’tan başka ilâh ve tanrı bulunmaz. O,
sizin ibadetinize muhtaç olmadığı gibi, bütün ihtiyaçlarınızı tatmin edebilecek
kudrete de sahiptir.”
Bkz:
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. VI, s. 151-152.
Rasülsüz
İbnü’l-Arabî,
yeryüzünün bedeniyle yaşayan bir resulden yoksun kalamayacağını çünkü resulün,
insan âleminin kutbu olduğunu belirtir. Bu nedenle Allah, Hz. Peygamber’den
sonra bu dünya hayatında bedenleriyle bazı peygamberleri sağ bırakmıştır.
Dolayısıyla İdris bunlardan biri olup, bedeniyle canlıdır ve Allah onu dördüncü
göğe yerleştirmiştir.
İbn Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, c.
XI, s. 267-268.
Bursevî,
Kitâbü’n-Netîce, c. II, s. 159; Bursevî, Kitabu’l-Hitab, s. 300. Bursevî bir
başka yerde şöyle demektedir: “Hz. Risâlet (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
kalb-i âlem oldu ki, fi’l-hakîka her asırda kadîmen ve hadîsen kutb-i vücûd
odur. Ve İdrîs (aleyhisselâm) onun zılli ve gavs-i a’zam, zıllü’z-zıll ve sâir
tahte’l-livâda olan aktâb, ukûs ve zılâlâttır. Müsemmâya nisbetle esmâ ve
esmâya izâfetle hakâik-ı kevniyye gibidir.” Bursevî, Kitâbü’n-Netîce, c. I,
s. 341.
İnsan İkidir
Tasavvufî
bir kavram olarak insan ve insan-ı kâmil.
İnsan-ı
kâmil, sözlük anlamından farklı ve daha kapsamlı bir manaya sahiptir. Allah’ın
bütün isim ve sıfatlarının kendisinde tecellî ettiği, bu nedenle yeryüzünde
O’nun halifesi olan, hazarât-ı hams ve meratib-i vücûdu kendisinde toplayan
kişiye insan-ı kâmil adı verilir. İlk dönem sufileri insan-ı kâmil kavramını
kullanmamışlardır. Fakat Hallâc-ı Mansûr (ö. 309/922) “Allah Âdem’i kendi
suretinde yarattı” hadisine dayanarak, Allah’ın kendi nefsinde, kendisi için
tecelli ettiğini söylemiştir. Bu tecelli ile Allah, kendi isim ve sıfatlarının
tümünü ihata eden sureti vücûda getirmiştir. Hallac’ın bu anlayışı, daha sonra
İbnü’l- Arabî (ö. 638/1240)’nin insan-ı kâmil düşüncesine temel oluşturmuştur.
İnsan-ı kâmil anlayışı, varlık düşüncesiyle bağlantılıdır.
Âlem Cilasız Bir Aynaydı
İbnü’l-Arabî’ye
göre âlem ilk önce ruhsuzdu. Cilasız bir aynaya benzemekteydi. Âdem bu cilasız
aynanın cilası ve ruhu oldu. Ona göre ilahi isim ve sıfatların, bütün
kemallerini aksettiren insanın cismi, büyük âlemin cisminden küçük olsa bile, o
büyük âlemin tüm hakikatlerini kendinde toplamıştır.
Allah’ın
bütün isimlerini bilebilecek, maddi ve manevi tüm kemal mertebelerini ihata
edebilecek tek varlık, insan/insan-ı kâmildir.
İnsan-ı
kâmilde, sırf Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’dir. Ancak O’nun
tarihi şahsiyeti değil, henüz Âdem balçık halinde iken peygamber olan Hz.
Muhammed’dir. Başka bir deyişle hakikat-ı Muhammediyye’dir. İnsan-ı kâmil,
varlığın ve yaratılışın gayesidir. Zira ilahi irade ancak onun vasıtasıyla
tahakkuk edebilir.
Dolayısıyla sufilere göre, insan-ı kâmil olmasaydı Allah Teâlâ hakkıyla
bilinemezdi.
Zamanın Sahibi
Mustafa
Fevzi Efendi (ö.1925)’ye göre, Allah Teâlâ’dan gelen feyz, ilk önce Hz.
Peygamber salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e gelir, sonra da ondan evliyâya geçer.
Bir akis üzere kâinat rütbe rütbe terakkî eder. Her şey, en aşağıdan en
yukarıya devreder ve hepsi de devirlerini tamamlamak için sürekli seyir
halindedir. Onların da etrafında döndükleri bir kutub vardır ki bütün yücelerden
yüce ve meşhurdur. O kutub, insan-ı kâmil ve cihânın kutb-i aktâbıdır.
Oyuna Gelen Şeytan
Aşağıdaki hikaye “Şeytanın Zaferi” olarak yazılmış.
Normalde okununca şeytanın oyuna geldiği görülüyor. Önce okuyun en sonunda
nedenini yazacağım.
Şöyle ki:
Çok
eskiden Anadolu’nın verimli topraklarında Umman Denizi’ne doğru “Hikmet Şehri”
diye bir şehir vardı. İnsanları çoğunlukla tarım ve hayvancılıkla meşguldü.
Zaman zaman civar şehirlerden kervanların geldiği de olurdu. Pek zengin bir
halkı yoktu ama başkalarına muhtaç da değillerdi. Pek fazla kavga gürültü
olmazdı. Eğer aralarında bir anlaşmazlık çıkarsa şehrin Bilge’sine gelirler O
da meseleyi “Sehâvet Vakfı”nda herkesi razı edecek şekilde çözerdi. Şehirde pek
çok mesele için vakıf kurulmuştu. Fakirliklerine rağmen alışkanlıkları haline
gelmiş olan dayanışma ve yardımlaşmaları onları zengin kılıyordu. Diğer
ülkelerde kış olunca buraya göçen leylekler
için bile bir vakıf kurulmuştu. Bu vakıf, göç zamanı leyleklerin daha rahat
etmeleri için uygun yerler hazırlardı.
Birinin
evinde yangın çıksa veya başına bir kaza gelse ya da büyük bir deprem olsa
herkes birbirine kenetlenir, “Sabır, Şükür ve Dayanışma Vakıfları” devreye
girer hiçbir şeyini birbirlerinden esirgemezlerdi. Hiç zarar görmeyenler veya
daha az görenler diğerlerine şefkat ellerini uzatırlar, birgün aynı şeyin kendi
başlarına da gelebileceğini düşünürlerdi. Hatta geçen seneki selde pek çok
köylünün evi yıkılmıştı. Evleri tepelik yerlerde olanlar ve zarar görmeyenler
mağdur olanları bir süre misafir etmişlerdi. Hep beraber yeni evler yapmışlar
sonra da misafirler kendi evlerine geçince diğerlerine olan minnettarlıklarını,
büyük fırtınada tepelerdeki evler yıkıldığı zaman göstermişlerdi.
Birgün
Zahid adında bir şehir köylüsü, Bilge’ye gelip hayvanları için yeni bir ahır
yapması gerektiğini ama geçen ay kızını evlendirdiği için parasının olmadığını
söyleyerek yardım istedi. Bilge sakalını
üç defa sıvazladıktan ve biraz düşündükten sonra “Oğlumun ticareti için
sakladığım bir miktar param vardı. Onu sana getireyim” dedi. Az sonra da
getirip parayı teslim etti. Köylü türlü dualar ettikten sonra yavaş yavaş
ahırını yapmaya koyuldu.
Şehirde
bir de, küçük bir tarlayı ekip biçen “Şefkat ve Saadet” diye halkın çok sevdiği iki kadın vardı.
Bunlar evlenme yaşına gelmiş gençlere eş bulmada yardımcı olur ve bunu bir
ibadet sayarlardı. Zahid, kızını işte bu
iki kadın vasıtasıyla diğer köyden, çok da iyi ahlaklı bir delikanlıya
vermişti. Köylü, damadından o kadar memnundu ki O’nu ne zaman görse, Şefkat ve
Saadet’i hatırlıyor ve onlara dua ediyordu. Gerçi bazen Zahid damadıyla
tartışıyordu ama neticede damadı iyi bir insandı. Köylü Zahid’in hanımı
“Sekafet” de kızını çok iyi
yetiştirmişti. Şimdilerde kızının evinin yapımını yeni bitirmişti. Zahid kızı
ve damadı rahat etsinler diye onlara, kendi evine yakın bir yerde ev
yaptırmıştı. Köylü, yine onlara yardımcı olmak için onların hayvanlarını da
alacak şekilde eski ahırı yıkmış yeni bir ahır yapmaya karar vermişti.
Damadı
Rıza da Zahid’in kızını çok sevmiş, mutlu bir evlilik yapmıştı. Kolay kolay bir
şeye kızmaz “Allah’ın takdirine rıza göstermek lazım” derdi. Rıza, sabahtan
akşama kadar hayvanlarla ilgileniyor, hanımı da ev işlerine bakıyor, yemek
yapıyordu. Çocukları da olunca artık yeterince meşguliyeti artmıştı. Kocası bazen
hayvanları dağa çıkarırdı. Oradan evine dönerken de dağ çiçeklerinden karısı
için bir demet yapardı. Onu karısına
verirken bunu, sevgisinin küçük bir işareti sayardı.
Şehirde
her şeyin bu kadar iyi gitmesi, şehrin dışına doğru mezarlıkların da ilerisinde
ağaç dallarından ve dikenlerden yapılmış köhne bir kulübede birkaç avenesiyle
yaşayan İblis’in hiç hoşuna gitmiyordu. Yıllardır uğraştığı halde bir türlü bu
insanları birbirine düşürememiş, bu sevgi ve dayanışmalarını durduramamıştı.
Zaman zaman şehre gelir aylak aylak dolaşır, yapacağı bir iş olmayınca öfke ve
karamsarlık içinde çeker giderdi.
Bir
gün yine şehre dolaşmaya gittiğinde bir grup insanın geldiğin gördü. Yılların
verdiği hasret ve açlıkla ağzı sulandı, yere salyaları akarken “İşte beklediğim
an” dedi. İblis onları kandırabileceğini umuyordu. Zira, Bilge’nin uzun yıllar
konuşmalarını dinlediği için köylülere bir şey yapamıyordu. “Bu yeniler daha
çok çiğdir. Onları kandırmak çok kolay” diyerek sırıttı ve avuçlarını
ovuşturdu. İblis, hemen daha ilk günlerde sanki bir dost gibi onların etrafında
bazen bir zengin bazen de bir fakir kılığında dolaşmaya başladı.
Günler
geçtikçe köye sonradan gelenler, köylülerle çok iyi anlaştılar. Yeni gurup
herkesin bu kadar iyi olmasına hem hayret ediyor hem de seviniyorlardı. Ama
Bilge hiç memnun olmamıştı onların gelmesinden. Onları sevmediğinden değil,
İblis’in onları kandırıp huzurlarının bozulmasından korkuyordu.
Bir
gece şehrin ta dışında mezarlıkların ötesinde, baykuş yuvası köhne kulübeden
sanki siyah bir ışık sızıyordu etrafa. İblis kulübesinde avenesini toplamış
sessizce her birine bazı görevler veriyordu. O gece sabaha kadar ne
yapacaklarını iyice anlattı. Son olarak “Bu yeni icatlarım bize sonsuza kadar
yeter! Herkes ne yapacağını iyice anladı mı? Fırsatçı! Tefeci! İstismarcı!
Koğucu!” diye her birinin ismini saydı. Hepsi birden “Anladık efendim!” diyerek
gür bir sesle cevap verdiler. Ertesi gün O’nun için zafer günü olmalıydı:
“İntikam Günü!”
Ertesi
gün olunca, Fırsatçı Şeytan şehre geldi ve yeni gelenlerden birini buldu. Üstü
başı perişan bir halde karşısına çıktı. “Evim yandı ey ulu kişi! Bana yardım
eder misin? Bu gece midemi ısıtacak bir tas çorbam, tenimim saracak bir tek
yorgan yok” dedi. Adam da O’na hemen hiç düşünmeden biraz yiyecek ve giyecek verdi.
Şeytan bunları aldıktan sonra uzaklaşıp gitti. Sonra asıl suretinde geri dönüp
adamın etrafında bir tur attıktan sonra görünmeden aklına şöyle üfledi “Ne
kadar ahmaksın! Sellerde yangınlarda birbirlerine karşılıksız yardım etmek ne
kadar ahmakça! Karşılıksız iş olur mu?! İsteseydin, sonra vermek şartıyla ona
verdiklerini satabilirdin. Parasını sonra getirirdi. Para kazanırdın. Almaktan
başka şansı yoktu zaten.” Birden, nedensiz bir kahkaha attı, sinsi ve tıslayan
bir sesle beyninden girip damarlarında dolaşırken “Sen!” dedi “İşte sen bundan
çok para kazabilirsin! Bu büyük bir fırsat!” Ses tonunu birden düşürüp “Hem de
onlara yardım etmiş olacaksın. Bu da Allah’ın sevdiği bir şey.” diye fısıldadı.
Adamın kalbine paraya karşı kalıcı bir hırs tohumunu attıktan sonra da çekip
gitti. O adamın içinde ise şeytanın konuşmasının ve kahkahasının yankıları
kaldı. Günler geçtikçe adam içindeki seslere hak vermeye ve bunları hayata
geçirmeye başladı.
Bu
sırada Tefeci Şeytan ikincisine yönelmişti. Müzmin bir fakir kılığında göründü
ve “Bana borç para verir misin?” diye inledi. Adam “Tabi” dedi ve istediği
parayı verdi. Şeytan hemen oradan uzaklaştı. Bir vakit sonra ise adamın içine
şunları fısıldadı “Niye?! Niye karşılıksız iyilik yapasın? O adam senin paranı
kullanıyor. Bunun bir bedeli olmalı. Halbuki sen bu parayla çok büyük işler
yapabilirdin. Ama mahrum kaldın. Çünkü paranı O’na verdin. Sen aptal mısın?
O’na verdiğin paranın karşılığını al. Görmüyor musun seni reddedecek bir
nefeslik gücü bile yok! Hem de zengin olursun. Bak herkes fakir!” Adam bu
sesleri, içindeki hakikat ve kurtuluşun doğuşu kabul etti ve “Niye daha önce
aklıma gelmedi” diye de hayıflandı.
İstismarcı
Şeytan da görevini yapmak için şehre sonradan gelen üçüncü adama gidip onun
kalbine de şu zehirleri bıraktı “Şefkat ve Saadet’i biliyor musun? Ne kadar da
düşüncesizler! Halbuki ne çok para kazanırlardı, evlenecek gençlerden her iki
taraftan da bir miktar para istese! Hem bunda ne var ki?! Alan razı veren razı.
Hem hizmet hem ticaret!” Şeytan adamın kalbinden büyük bir zafer çılgınlığıyla
çıkıp etrafında dolaşmaya başladı. Bir taraftan gülüyor, bir taraftan da hemen
ciddileşip gözlerini büyütüyordu. “Bu sese kulak ver.” diye tıslayarak gözden
kayboldu. Adam ise bu düşüncelerin Allah’tan bir rızık kapısı olduğunu zannedip
güzel ve kazançlı bir işe girişeceğim diye heyecanlandı.
Koğucu
Şeytan ise dördüncü adama gelip O’na köylünün damadının, kızını aslında hiç
sevmediğini, dağlardan topladığı kokusuz ve dikenli çiçeklerle O’nu
kandırdığını fikrini soktu kafasına. “Hem sevse O’na daha güzel daha pahalı
şeyler alırdı. Sen birini sevsen O’na en güzel şeyleri mi alırdın yoksa O’na,
birinin kullandığı bir elbiseyi mi verirdin?” diyerek şeytanca bakışıyla gözden
kayboldu. Adam da bu yeni fikri kendi geleceği ve ümidi saydı. İnsanların
birbirlerine sevgilerini ifade etmelerine yardımcı olacak ve hem de para
kazanacaktı. Bu konuyu çok düşünmeliydi.
Bilge’nin
içinde bir huzursuzluk vardı. Neden olduğunu çıkaramadığı bir sıkıntı… İblisi
de uzun zamandır görmemişti. Acaba neler çeviriyor neyin peşinde koşuyordu?
Dört
şeytan da görevlerini yapmanın huzuru içinde akşama doğru o karanlık ve pis
kokulu kulübelerine döndüler. İblis neler yaptıklarını sordu. Bir bir
anlattılar. Çok memnun oldu. “Bu attığınız tohumlar yakında meyve verecek.”
dedi. Dediği gibi bu dört kişi şeytanların vesveselerini düşünmüş ve her biri
şu kararlara varmışlardı:
Birincisi,
bir dükkan açıp insanların evlerini veya diğer eşyalarını belli bir para
karşılığı teminat altına alacaktı. Böylece eğer bir afet olursa onlara yardım
etmeyi ve para vermeyi taahhüt ediyordu. Ama diyelim ki beş yıl hiç yangın, sel
vs. olmadı, onlar bu parayı vermeye devam edecekler, afet olunca da O bütün
zararı karşılayacaktı. Hem zaten bu tür olaylar da çok olmuyordu. Böylece elinde
çok fazla para kalacağını düşündü.
İkincisi,
bir ortak bulup insanlara sadece borç para verme gibi bir hayır işi kuracaktı.
Ama bunun bir bedeli vardı tabi. Borç verecekler ama %30 fazlasıyla ödemelerini
şart koşacaklardı. Ne de olsa onlara insanlık adına yardım ediyordu ama bazı
sıkıntılara girecekti Ufak da olsa bunların bir bedeli olmalıydı.
Üçüncüsü,
şehrin huzuru ve insanlık için evlenme yaşı gelen gençleri buluşturup mutlu
olmaları sağlayacaktı. Tabi bunun da her iki tarafın ödeyeceği bedelleri vardı.
Bu iş iyi tutacaktı. Çünkü şehirde ve civar şehirlerde epeyce genç erkek ve
kadın vardı.
Dördüncüsü
de birbirini seven insanların sevgilerini ifade etmelerine yardımcı olacak
şeyler satacaktı. İnsanlar sevgililerine olan aşklarını gösterme yolunu
bilemeyebilirdi. Onlara bu yolu göstermek bir insanlık borcuydu.
Bir vakit sonra şehre sonradan gelen dört
kişinin çarşıda yeni dükkanlar yaptıklarını gördü Bilge. Her birinin yanına
yaklaşıp “Kolay gelsin komşum. Ne yapmayı düşünüyorsun burada?” diye sorunca aldığı cevapların hiçbirinden memnun olmamıştı. Eğer bu dükkanlar çalışmaya
başlarsa felaket olacaktı. Bilge diğer insanlara bunu anlatmaya çalıştı ama
dinletemedi. Onlar “Bunların ne kötülüğü olabilir ki? Hem istediğimiz zaman
borç alabileceğiz, sel, yangın olursa ne yaparız diye düşünmeyeceğiz” diyerek
her birinin cevabını sıralayıp gittiler. Bilge haftalarca konuştuysa da zaten
hasta olduğu için sonunda pes etti ve yorgun bir halde evine çekildi.
Dört
yabancının çalışıp çabalaması netice verdi ve dükkanlar bir vakit sonra açıldı.
Gelen giden eksik olmuyor, işler iyi gidiyordu. Her biri para basıyordu adeta.
Herkes bir afet zamanında “teminat”ı olduğu için kimseye minnet etmiyordu.
Ayrıca borç para alabilecekleri bir yer de vardı artık. Kimseden para dilenmek
zorunda kalmayacaklardı. Şehirdeki hiç kimse diğeri muhtaç değildi artık.
Gençler de kendi başlarına dolaşıyor, büyüklerine artık ihtiyaç duymuyordu.
Evlenecek olanlar rahatlıkla eşlerini ya da sevgililerinin kendileri bulup
görüşebiliyorlardı. Zira onların bu işlerine yardımcı olan bir danışmanları
vardı. Sevgililer de paraları yettiği ölçüde aşklarını ifade edecek şeyler
satın almaya başlamışlardı. Parası çok olan aşkını daha güzel ifade
edebiliyordu! Kendine hediye alınan genç kızlarda hediyelerin kıymeti ölçüsünde
sevdiklerine bağlanıyor mutlu mesut yaşayıp gidiyorlardı.
Vakıfların
yerini “teminatçı”, faizsiz borç para verenin yerini “tefeci”, evlenecek
gençlere büyüklerin yardımcı olmasının yerini “çöp-çatan” almış ve sevginin
tarifi, kendilerinin hiç ilgilendirmeyen üçüncü şahıslar tarafından yapılır
olmuştu.
İşte
bütün bunlar neticesi aylar sonra bir takım huzursuzluklar çıkmaya başladı.
Artık kimse kimsenin yüzüne bakmıyordu. Birgün aniden gelen sel ile acı tablo
ortaya çıktı. Teminatçı adam, teminatı olanların sadece bazı zararlarını ödemiş
diğerlerini şartnamede yok gerekçesiyle ödememişti. Ne de olsa bu bir dost işi
değil ticaret işiydi. Hem kendisi de yardım kuruluşu değildi ya! Sosyal
ilişkiler zayıf olduğu, sevgi ve dayanışma da kalmadığı için gerek teminatlı
olanların ödenmeyen zararları gerekse fakir olduğundan hiç teminat belgesi
alamamış olanlar öylece ortada kalakalmıştı. Tek çare tefeciden borç almaktı.
Tefeciden borç alanlar da ertesi sene kuraklık nedeniyle borçlarını ödeyemeyecekler
böylece borçlar katlayacak, hırsızlıklar ve gasp olayları baş gösterecekti.
Böylece de şehirdekiler hiç olmadığı kadar büyük bir felaket ve sefalete
sürükleneceklerdi.
Bu
sırada çöp-çatanlık yapan adamın bulduğu pek çok kişi eşlerini aldatmış kıymetli
takılarla beraber selden sonra kayıplara karışmıştı. İhtiyar heyeti ve
şehirdekiler de evlenmek için diğer şehirlerden gelen adamları tanımadığı için
yapacak bir şey yoktu.
Sevdiklerine
sevgilerini ifade için takı alan genç
erkekler de zararlarını karşılamak için sevgililerinden takıları satarak
kendilerine yardımcı olabileceklerinin söyleyince, kızlar “Sevgimizi mi
satacaksın?!” deyip karşı çıkmış ve pek çoğu ayrılıp başka şehirlere aşklarının
değerini bilecek başka aşıklar bulmak için yola çıkmışlardı.
Hulasa,
bir yıl sonra o şehirde şeytanların dediklerine kulak veren o dört kişiden
başka mutlu daha doğrusu yüzü haince bir sevinçle gülen insan kalmamıştı. Büyük
Şeytan İblis ise bütün bu olanları büyük bir keyif ve iştahla izliyor her gün
şehre gelip saatlerce mesaiden sonra tatlı bir yorgunluk ve mutlu bir yüzle
dikenli ve pis kokulu kulübesine geri dönüyordu. Bir gece yaşlı bilge, evinde,
halkı için üzülüp son nefesini verirken İblis’in, mezarlıkların ta ötesindeki
kulübesinden yükselen kahkahaları, şehrin üstünde bir kabus gibi
yankılanıyordu.
Hikaye
burada bitti.
Rasülullâh
“salla’llâhü aleyhi ve sellem” buyurdu ki,
“Bütün
Âdemoğulları günahkârdır, günahkârların en hayırlıları ise tövbe edenlerdir.”
(İbn Mâce, Zühd, 30)
“Eğer
siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip,
peşinden tövbe eden kullar yaratırdı.” (Müslim, Tevbe, 9-11)
Allah
Teâlâ buyurdu ki:
“Ey
müminler! Hepiniz toptan Allah’a tövbe ediniz ki, felaha edesiniz.” (Nur,
24/31)
Başka
bir ayette ise Yüce Allah, Peygamberine şöyle buyurur:
“De
ki: Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden
kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah dilerse bütün
günahları mağfiret eder. Çünkü O, çok affedicidir, merhamet ve ihsanı fazladır.”
(Zümer, 39/53)
Bir
kul günah işledi ve ‘Yâ Rabbi, günahımı affet!’ dedi.
Hak
Teâlâ da, ‘Kulum bir günah işledi; arkadan bildi ki günahları affeden veya
günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır.’ buyurdu.
Sonra
kul dönüp tekrar günah işledi ve ‘Ey Rabbim, günahımı affet!’ dedi.
Allahu
Teâlâ da, ‘Kulum bir günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah
sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır.’
buyurdu.
Sonra
kul dönüp tekrar günah işledi ve ‘Ey Rabbim, beni affeyle!’ dedi.
Allahu
Teâlâ da, ‘Kulum günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah sebebiyle
cezalandıran bir Rabbi olduğunu bildi. Ey kulum, dilediğini yap, ben seni
affettim.’ buyurdu.”[ Buhârî, Tevhid 35;
Müslim, Tövbe 29.]
Şimdi şeytanın bu denli desisesine
rağmen Allah Teâlâ affetmeyi çok sevmektedir. Binâenaleyh, bir misal sunalım…
“Allah Teâlâ’nın, kullarını Cehennem’den en çok âzâd
ettiği gün Arefe günüdür.” (Hadîs-i Şerîf, Sahîh-i Müslim)
Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
buyurdular:
“Allah
katında arefe gününden daha fazîletli hiçbir gün yoktur. Arefe gününde Allah
Teâlâ rahmeti ile dünyâ semâsına tecellî eder, yer halkı ile gökteki meleklere
karşı iftihar edip şöyle buyurur: ‘Kullarıma bakınız. Azâbımı görmedikleri
hâlde rahmetimi umarak, uzak yoldan terli ve toz toprak içerisinde, saçları
dağınık bir vaziyette bana geldiler. Kullarımın cehennem azâbından kurtulup
bağışlanmaları en çok arefe gününde olur.’
“Şeytanın
arefe gününden başka hiçbir günde daha zelîl, daha hakîr, daha küçük ve daha
öfkeli görüldüğü olmamıştır. Bu, arefe gününde Allah’ın rahmetinin inmesinden
ve Allah’ın günâhları bağışlamasındandır. Bir de Bedir Muhârebesi’nde böyle
görülmüştür. Çünkü şeytan o zaman, Cebrâil Aleyhisselam’ı (düşmana karşı)
melekleri saf yaparken görmüştü.”
“Kim ki
arefe gününde Allah’tan dünyâ ve âhirete âit bir ihtiyacını isterse, Hz. Allah
onu yerine getirir.”
Rasûlullâh Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
arefe günü akşamı ümmeti için duâ ettiler. Allahu Teâlâ duâsını kabul edip: “Zulmederek
başkasının hakkını alanlar hâriç bütün ümmetin affedildi. Muhakkak ben,
mazlumun hakkını zâlimden alıcıyım.” buyurdu.
Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
“Yâ Rabbi! Dilersen mazluma cennetini verir, zâlimi de mağfiret edersin”
diye ilticâ ettiler. Arefe akşamı buna cevap verilmedi. Sabah olunca Rasûlullâh
Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) duâsını Müzdelife’de tekrar ettiler.
Orada “İstediğin verildi” buyuruldu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) güldü. Onun güldüğünü gören Hz. Ebûbekir ve Hz.
Ömer (radiya’llâhü anhümâ) sebebini sordular.
Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Muhakkak
Allah’ın düşmanı İblis duâmın kabul edildiğini ve ümmetimin mağfiret olduğunu
öğrenince gâyet perişan bir vaziyette yerden toprak alıp başına saçıyordu. Onu
böyle görünce güldüm.” buyurdular.
Bu
işin hikmeti de budur…
Süleyman aleyhi’s-selâm şöyle söylemiştir:
"Ey Allah'ım, Şeytan'ı niçin insanlara musallat
buyurdun ki günah işlerler? Senden onu hapsetmek üzere izin isterim. Artık
insanlara vesvese verip azdırmasın." Hakk'tan izin alıp Şeytan'ı bir
kumkumaya koyduktan sonra denize attırır. Herkesin basireti açılır ve görürler
ki bu cihânda emlâk, erzâk ve evlâd hep oyunmuş. Nitekim Kur'ân'da buyurur: "Bilin
ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda övünme, mal ve evlât
çoğaltma yarışıdır.” [Hadîd sûresi, 20.]
Herkese malı ve evlâdı düşman imiş: "Ey îmân
edenler, eşlerinizden ve çocuklarınızdan bazıları size düşmandır, onlardan
sakının." [ Teğâbûn sûresi, 14.]
İnsanlar ölüm düşüncesiyle dağlara çıkıp, mağaralara
kapanıp ibadetle meşgûl olmuşlar. Dünyada nizam bozulmuş ve Süleyman aleyhi's-selâm
"Nübüvvet, sultanlık ve dünyanın düzeni Şeytan ileymiş."
demiş. Süleyman aleyhi's-selâmın sanatı zembil örüp satmak olduğundan,
kimse ondan almayınca Şeytan'a izin verilmesinde bir hikmet olduğunu anlamış
ve Cenâb-ı Hakk'tan Şeytan'ın serbest bırakılmasını niyâz etmiş. Şeytan
tekrar dışarı çıkıp, herkes yerine dönünce, yine gaflete düşmüşler. Bu
arada devlet işlerinin merkezi, saltanat ve nübüvvet yeniden kuvvet bulmuş. Şimdi,
Şeytan ve mahlûkat insanın maslahatı içindir. İnsan her hâli bilip kendisine,
kahır veya lütuf, her ne düşerse onu işlemelidir.
Men ân
nîyem ki ve hem nakâ-i dil be-her şûhî
Der
hizâne-i dil mühr-i tû nişâne-est
Ben öylesi değilim ki kıymetli gönlümü her şûha
vereyim
Gönül hâzinesinde senin mührün bir nişane gibi durur
Kaynak:
Hazret-i Pîr Muhammed Niyâzî-i Mısrî, Vahdetnâme, Yayına Hazırlayan: Arzu
Meral, 1. Baskı: Mart, 2013, İstanbul, sh: 28-09
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar