İbrahim Halil Efendi
Doğumu, Gençliği (1901-1914)
Seyyid İbrahim Halil Efendi Rumî 1317 yılında (Hicrî 1319, Miladî
1901) İzmit’in Gölcük kazasının Hamidiye köyünde dünyaya gelmiştir. Babası Hz.
Muhammed (a.s)’in kırk birinci batından torunu Seyyid Saîd Hilmi Efendi (ö.
1943), annesi Hz. Hasan (ö. 669)’ın soyundan Abdülkadir Geylânî (ö. 1166)’nin
yirmi altıncı batından torunu Şerife Emine Hanım (ö. 1941)’dır.
Ebû Nûreddin, Ebû Feyzullah, Vehbî, Recâî, Hüdâî, Hüseynî, künye ve
lakaplarını kullanan Seyyid İbrahim Halil Efendi’nin nesebi, ayrıca onuncu İmam
olarak da bilinen İmam Ali en-Nakî (ö. 868)’den Hz. Hüseyin (ö. 680) vasıtası
ile Hz. Peygamber’e ulaşır
İbrahim Halil Efendi’nin kutlu bir sülaleden gelmenin yükünü henüz
çocukluk döneminde farkettiği ve bu sorumluluğa örnek bir hayat geçirdiği
görülür. Henüz çocukluk döneminde bile
olgun bir kişiliğe sahip olmasından ve bu olgunluğun onu akranlarına göre
olması gerekenden çok farklı bir yaşantıya itmesinden olsa gerek ki, ona
çocukluk yıllarını geçirdiği köyün ahalisi (Fevziye) “deli” lakabını
takarlar. Ona takılan bu lakap zem gibi
gözükse de aslında onun istikbâli hakkında bir işarettir.
Nitekim bu anlamda “Deli olmadan velî olunmaz” sözü bir darb-ı mesel
olarak söylenegelmiştir. Ona bu lakabın takılmasındaki en büyük etkenin,
yaşadığı köyün arkasında kalan dağda kendisine mağara edinip gündüzleri uzun
müddet o mağarada o ibadet ve zikrullahla vakit geçirmesi olduğu
kaydedilmiştir.
İbrahim Halil Efendi’nin henüz çocukluğunda bu aşk hallerini
yaşamasında vâlidesi Şerife Emine Hanım’ın rolü büyüktür. Şerife Emine Hanım,
İbrahim Halil Efendi’nin “benim ilk mürşidim vâlidemdir” dediği takva sahibi
saliha bir hanımdır. İbrahim Halil Efendi’ye doğduğu günden itibaren büyük
ihtimam göstermiş ve onu abdestsiz ve besmelesiz emzirmemiş, bebekliğinden ona
hergün Yasin-i Şerif okumayı görev bilmiştir.
İbrahim Halil Efendi henüz küçük yaşlardayken onun büyük bir istidada
sahip olduğu babası Seyyid Saîd Hilmi Efendi tarafından da keşfedilmiştir.
Saîd Hilmi Efendi Osmanli Devletinin son zamanlarında Arnavutluk
bölgesinde müftülük yapmış, Osmanli Devleti’nin yıkılmasından sonra ise
Türkiye’nin çeşitli illerinde imamlık ve özel medrese eğitimi faaliyetlerinde
bulunmuş âlim bir zattır. Kendisi aynı
zamanda eğitimci olan Saîd Hilmi Efendi, oğlundaki Allah vergisi üstün zeka ve
kabiliyete hayran kalarak onu hususi şekilde yetiştirir. İbrahim Halil Efendi
henüz altı yaşlarındayken Kur’ân-ı Kerim’i hıfzeder. Sekiz yaşlarında Muhammed
Gelibolu Efendi’nin (ö. 1451) manzum olarak kaleme aldığı Muhammediyye kitabını
tamamen ezberler. Bu şekilde devam eden tedrisat, İbrahim Halil Efendi on üç-on
dört yaşlarına gelinceye kadar devam eder.
İbrahim Halil Efendi bu eğitimin yanısıra ilk ve orta öğrenimini de
tamamlayıp genç yaşma rağmen insanlara vaaz ve nasihat etmeye başlar . Saîd
Hilmi Efendi’nin kırk senede tahsil ettiği ilmi, onun genç yaşlarda elde ettiği
kaydedilir.
İbrahim Halil Efendi’nin küçük yaşlarda tahsil ettiği bu ilimlerin
kendisinde derin tesiri olmuştur. Nitekim o, küçük yaşlarda yetişkin
insanlardan bile daha olgun bir kişiliğe sahiptir. Görünüşte tam bir hilim ve
sükûnet üzere olmakla beraber iç dünyası bunun tam aksi bir durumdadır.
Vaktinin çoğunu küçüklüğünü geçirdiği köy olan Fevziye köyünün bitişiğindeki
dağın küçük girintili bir mağarasında tefekkür ve zikirle geçirmektedir.14 Bu
durum, rüyasında Hz. Fatıma’yı görünceye kadar devam eder. Hz. Fatıma ona o
dönemde İstanbul’da bulunan Seyyid Ahmed Hüsameddin (ö. 1926) Efendi’ye
gitmesini söyler. Oğlunu her konuda takdir etmekle beraber, onun ruh halini
idrak edemeyen Saîd Hilmi Efendi ilimden öteye yol olmadığını ve bunu da
oğlunun tahsil ettiğini düşünerek böyle bir seyahate çıkmasına karşı çıkar.
Ancak fazla bir süre geçmeden Şerife Emine Hanım’ın da desteğiyle İbrahim Halil
Efendi ilk tasavvufı eğitimine başlayacağı İstanbul’a gider.15
İlmî ve Tasavvufı Hayatı (1914-1927)
İbrahim Halil Efendi daha önce de belirtildiği üzere on üç-on dört
yaşlarına kadar, âlim bir insan olan babasından ilim tahsil eder. Babasından
tahsil ettiği ilimler medrese usulüyle okutulan, Sarf, Nahiv, Belagat, Mantık,
Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Usul ilimleri olmalıdır. O, bu safhadan sonra seyru
sülûka başlar ve mürşidleri dışında başka bir hocadan ilim tahsil etmez. Onun,
seyru sülük safhasında bazı mürşidlerinin yanında çeşitli ilimler okumuş olması
da muhtemeldir. O, ilmiyle ilgili kendisine sorulan bir soruya “esasen ilmi
mürşidlerimden öğrendim.” diyerek cevap verir. Onun, hiç bir mürşidinin yanında
uzunca kalmadığı göz önünde tutulursa, bu cevabında mürşidlerinden vehbî yolla
tahsil ettiği ilimleri kastediyor olmalıdır. Nitekim o, derviş bir arkadaşıyla
beraber bir mürşidinin yanındayken mürşid kendilerine: Allah Teâlâ’dan bir
dilekte bulunmalarını söyler. O da Allah Teâlâ’dan ilim diler. İbrahim Halil
Efendi, bu duasının mürşidinin bereketiyle kabul olduğunu ve kendisine ancak
altı yüz sene okumakla elde edilebilecek ilim bahşedildiğini söyler.Ibrahim
Halil Efendi’nin bütün seyru sülûku toplam üç sene altı ay on yedi gündür.
Kendisi, bu müddet içersinde pek çok mürşid-i kamilin irşadından geçtiğini
söyler. Mürşitlerinin kendisinde büyük bir istidad görmelerinden olsa gerek,
her mürşidi kısa bir irşattan sonra onu başka bir mürşide havale etmiştir.
İbrahim Halil Efendi bu mürşidi erinin isimlerini Kenz-î Şümûs adlı eserinde
manzûm olarak kaydetmiştir.
İbrahim Halil Efendi’nin ilk mürşidi yukarıda ifade edildiği gibi
Ahmed Hüsameddin Efendi’dir. Onun Ahmed Hüsameddin Efendi’nin yanma gittiğinde
on üç-on dört yaşlarında olduğu tahmin edilmektedir. Yaşının henüz küçük olmasından
dolayı ilk gittiğinde tekkeden geri çevrilir. Ancak İbrahim Halil Efendi
gösterdiği kararlılık neticesinde dervişliğe kabul edilir. Onun bu mürşidinin
yanındaki irşadını kısa bir sürede tamamladığı bilinmekle beraber, bu irşat
zamanının ne kadar sürdüğü hakkında kesin bir bilgi yoktur.
Tasavvuf ilminin yanında devrin önde gelen müfessirlerinden olan Ahmed
Hüsameddin Efendi aynı zamanda İbrahim Halil Efendi’nin soydaşıdır. İbrahim
Halil Efendi’nin dedesinin babası Hasan Mücahid Sefer, Ahmed Hüsameddin
Efendi’nin dedesidir.
İbrahim Halil Efendi’nin Ahmed Hüsameddin Efendi’ye yaşadığı asrın
kutbu olarak inandığı ve ona tam bir gönül bağlılığıyla intisap ettiği görülür.
O kendi görüş ve iradesine ehemmiyet vermeyerek tamamen mürşidinin emrine
girmiştir. Nitekim ona
göre de mürşid-i kâmile intisap bu şekilde olmalıdır. Kaynaklar onun,
Ahmed Hüsameddin Efendi’nin yanında bu teslimiyete örnek teşkil edecek şöyle
bir olay yaşadığını nakleder:
Ahmed Hüsameddin Efendi, İbrahim Halil Efendi’ye nefsinin Hak yolunda
ilerlemesine engel olduğunu, kendisini Galata kulesinden aşağı atmasını
emreder. Tam bir gönül bağlılığıyla mürşidine teslim olmuş olan İbrahim Halil
Efendi tereddütsüz bu emri yerine getirerek kuleden aşağıya atlar. O sırada
oradan geçmekte olan Yahudi asıllı bir seyyar tatlı satıcısının mallarına da
çarparak yere düşer. Allah Teâlâ’nm inayetiyle İbrahim Halil Efendi’ye hiç bir
şey olmaz. Satıcı ise o esnada ne olduğunu anlayamaz. Mahallede oynayan
çocuklardan birinin tezgahına çarptığını zannederek İbrahim Halil Efendi’yi
azarlamak maksadıyla tutar. Ancak çevreden İbrahim Halil Efendi’nin yukardan
atladığını görenler ne olduğunu anlamak için hemen olay yerine gelirler.
İbrahim Halil Efendi’ye neden böyle bir şey yaptığını ısrarla sormalarına karşın
cevap alamazlar. Polis çağrılır ve İbrahim Halil Efendi sorgulanmak üzere
nezarete götürülür. Yahudi satıcı da merak içersinde şikâyetçi olarak karakola
gelir. Sorgulamanın ardından mânevi bir işaretle ikaz edilen İbrahim Halil
Efendi her şeyi anlatır. Olayın nihayetinde ise Yahudi, Müslüman olur, olaya
şahit olan polisler ve diğer kimseler de Ahmed Hüsameddin Efendi’ye intisap
ederek irşat halkasına katılırlar.
Bu olaydan kısa bir süre sonra Ahmed Hüsameddin Efendi, İbrahim Halil
Efendi’yi başka bir mürşide gönderir. Her mürşidi onu özel bir eğitimden
geçirerek kısa bir süre sonra bir diğerine gönderir. Bu şekilde pek çok
mürşidin imtihanından geçerek hepsinin irşadına mazhar olur. O, bu seyru sülük
müddeti içerisinde Suriye, Mısır, Irak, Arabistan ve Yunanistan’a gider ve
bütün bu mürşidi erinin yanında Ahmed Hüsameddin Efendi’nin imtihanında olduğu
gibi çeşitli imtihanlara tabi tutulur.
İbrahim Halil Efendi’nin seyru sülük müddeti içinde yanında en uzun
kaldığı mürşidi Humuslu (Suriye) Şeyh Ebü’n-Nasr Halef dir. Onun bu mürşidinin
yanma gitmesi şu şekilde olur:
O bu mürşidine gönderildiği zaman kendisini Halep’te bulur. Bulunduğu
evin kapısını çalarak izin ister. Ebü’n-Nasr Efendi imtihan maksadıyla
müridlerine onu kovunuz der. İbrahim Halil Efendi’yi ne kadar kovup
uzaklaştırmak istedilerse de o ayrılmaz. Ebü’n-Nasr Efendi’ye haber verilir, o
da eve almamalarını tembihler. Ebü’n-Nasr Efendi ve müridleri o gün davetli
bulundukları Halep’in Maarrâ kasabasına gitmek için o zamanlar o bölgeye henüz
yeni gelmiş bir otomobille yola çıkarlar. İbrahim Halil Efendi de onlarla
gitmek için otomobilin peşi sıra koşar. Ayakkabılarının ucu bu koşu esnasında
parçalanır. Bir müddet sonra Ebü’n-Nasr Efendi otomobili durdurup kendisini
yanma alır. Davet yeri olan Maarrâ kasabasına geldiklerinde İbrahim Halil
Efendi’yi indirip “seni buraya kadar getirdik nereye gitmek istiyorsan git
artık” der. Arabadan inen İbrahim Halil Efendi bu mürşidinin girdiği evin
önünde elini bağlayarak bekler. Olayın hikmetinden habersiz ev sahibi
Ebü’n-Nasr Efendi’nin tanımadıkları bu yabancıyı ismediğini görünce kovmaya
çalışır. Ne kadar uğraştılarsa da İbrahim Halil Efendi yerinden kımıldamaz.
Nihayet Ebü’n-Nasr Efendi’nin emriyle müridleri onu içeriye davet ederler.
Bu olaydan sonra İbrahim Halil Efendi, Ebü’n-Nasr Efendi’nin yanında
dört ay kadar kalır. Abdülbâsıt Efendi’nin bildirdiğine göre İbrahim Halil Efendi
bu dört ay boyunca sıra dışı bir eğitimden geçer. Bu eğitimin sonunda İbrahim
Halil Efendi’ye mânevi bir cezbe hâkim olur. Ebü’n-Nasr Efendi bu halin
üzerinden kaldırılması için onu Hamalı Ahmed Murad Efendi’ye gönderir. İbrahim
Halil Efendi bu mürşidiyle henüz ilk selamlaşmasında bayılır ve bir ölüyü
andıracak şekilde on altı gün baygın olarak kalır. Ayıldıktan sonra kendisine
hâkim olan cezbe hali sona ermiş olarak,
Ebü’n-Nasr Efendi’nin yanma döner. Bir müddet daha bu mürşidinin
yanında kaldıktan sonra Ebü’n-Nasr Efendi onu başka bir mürşide gönderir.
İbrahim Halil Efendi’nin son mürşidinin Yalova’da bulunan Şeyh
Muhammed el- Medenî’nin halifesi Şeyh Şerafeddin er-Reşadî olması muhtemelse de
Kemaleddin el- Bektaşî Efendi olmalıdır. O, bu mürşidinin yanında tasavvufî
eğitimine son noktayı koyar.
Suriye’ye Geçişi (1928)
İbrahim Halil Efendi, Şeyh Saîd (ö. 1925) haraketinin ardından ihtiyat
askeri olarak askere çağrılır. Kendisi mevcut hükümetin yaptığı bir takım
icraatlardan memnun olmadığından askere gitmek istemez, ancak babasına bu
konuda çeşitli baskılar yapıldığı için bir süre sonra askere gitmek zorunda
kalır. Onun askeriyede subay olduğuna dair Mustafa Oztürk’ün naklettiği bilgi
doğru değildir. Zira o, bu ihtiyat askerliğinde on yedinci kolordu, istihbarat
kalem kâtipliğinde yazıcı onbaşı olarak görev yaptığını kendi notlarında
belirtir.
İbrahim Halil Efendi 1928 yılına bulunduğu bölgede yaşanan bazı askerî
operasyonlarda bazı komutanlarla anlaşmazlığa düşer. Bu anlaşmazlığın büyümesi
üzerine, kendisine taraf olan bazı subaylar onun zarar görmemesi için bağlı
bulunduğu birlikteki görevlerle alakalı olarak askerî bir emirle, istihbarat
takibi için Suriye’ye gitmesini sağlarlar. Daha sonra tekrar birliğine teslim
olmadığı için yurt dışına gönderildiğinden terhis edilir. Onun zikri geçen
subaylarla neden anlaşmazlığa düştüğü ve neden tekrar birliğine teslim
olmadığının açıkça ortaya koyulabilmesi için henüz yeterince bilgiye sahip
değiliz.
İbrahim Halil Efendi Suriye’ye geçtikten sonra ilk gittiği yer
mürşidlerinden Şeyh Ebü’n-Nasr Halef nin yanıdır. O tarihlerde Halep’te
Şa’baniye medresesinde altı ay kadar tedrisatla meşgul olduktan sonra, Şam’a, Lübnan’a ve Ürdün’e gider. Buralarda
ilim ehli kimseleri ziyaret ederek onlarla Suriye ve İslam dünyasının o zamanki
durumunu müzakere eder.
Bu müzakerelerin ardından İbrahim Halil Efendi 1929 yılında Halep’in
(Suriye) kuzeyinde bulunan Afrin bölgesine geçer. Burada ikamet etmeye başlar.
Afrin, Türkiye sınırına yakın ve o zamanlar Suriye’yi işgal etmiş olan
Fransızlar’ın yönetim merkezine uzak bir yerleşim birimidir. Suriye Devleti’nin
azınlık kısmını oluşturan Kürtler’in yoğun olarak yaşadığı bir yerdir.
Bilindiği gibi Suriye o tarihlerde Fransız yönetimi altındadır.
Fransızlar F Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra İngilizlerin bölgeyi
terketmesiyle 1920 yılında Suriye’yi mandası altına almıştır. Suriye’deki etnik
yapıyı dikkate alan Fransızlar ülkeyi çeşitli bölgelere ayırarak yönetmeye
çalışmışlar ancak işgali kabul etmeyen halk,silahlı mücadeleye girişerek
ülkenin çeşitli yerlerinde direniş başlatmışlardır. Suriye’nin kuzey
tarafındaki hareketin lideri olan İbrahim Hananû (ö. 1935) Türkiye ile iyi
ilişkiler kurarak hareketine Türkiye’nin desteğini sağlar. O dönemde bu
harekete mensup olanların kuzey Suriye’yi Türkiye’ye bağlama düşüncesinde
oldukları zikredilir. Ancak Türkiye’nin Fransa’yla yaptığı anlaşmalar gereği direnişçilere
olan desteğini çekmesiyle onların Türkiye’ye olan bakış açılarında da
değişiklik olur.
1927 yılına kadar Fransa, isyanları pek çok defa güç kullanarak
bastırmışsa da bu şekilde uzun süre yönetimi elinde tutamayacağından olsa
gerek, siyasi manevralara başvurmuş, direnişçilerle masaya oturarak onlarla
anlaşma yoluna gitmiştir. Bu anlaşma gereği 1928 yılında seçim yapılarak Fransa
gözetiminde Suriyelilerden oluşan bir hükümet kurulmuştur. Hâşim el-Atâsî (ö.
1947) başkanlığında kurulan bu yeni hükümetin yetkilileri aynı zamanda
direnişçilerin de öncülerinden olmaları ülkedeki direnişçilerin silah
bırakmalarına sebep olmuş ve bu tarihten sonra önemli bir silahlı direniş
hareketi kaydedilmemiştir .
Fransızların yönetimi seçimle işbaşına gelen yönetime bırakacağı
sözünün ve seçimlerin direnişi kırmak için yapılan siyasi bir manevra olduğu
aradan geçen bir kaç yıl içinde anlaşılmışsa da silahların artık bırakılmış
olması ve yönetimin tümüyle eski direnişçilerden oluşması yeni bir silahlı
direnişe imkan tanımamıştır.
İbrahim Halil Efendi Suriye halkının tam olarak Fransızların eline
düştüğü bu yıllarda Afrin mıntıkasında tepelere konuşlanmış yedi köyün
ortasında bir vadide kurulmuş tarihi bir yapı olan Uryâ Nebî (Hûri Nebî)
camisini tamir ettirerek burada Cuma günleri haftalık vaaz ve nasihatler
vermeye başlar. Kısa zamanda bütün
bölge halkı İbrahim Halil Efendi’ye intisap ederek mürid olurlar. Kendisi de
bölge halkından olan Musa Na’sân Efendi bunu şu şekilde dile getirir:
“Çok uzak köylerin halkı dahi Hz. Şeyh’in vaazlarını dinlemek için
gelmeye başlarlar. Hz. Şeyh’in buradaki varlığı; önü alınamayan ve daha önce
görülmedik kalabalıkların oluşmasına sebep olur. Her giden tarikata intisap
eder ve gittikçe müridler çoğalır; bu çoğalma sadece kemmiyet olarak değil
keyfiyet olarak ta güçlü bir bağa sahiptir. Şeyhlerine karşı sonsuz muhabbet ve
teslimiyet içindedirler. Üzerlerinden cahiliyet karanlığı kalkıp, mürid olan ve
olmayanların tümünün üzerine mânevi bir güneş doğar, zihinleri aydınlanır.
Cemaate gelenler ve kendisini görenler ayrılmak istemezler, bütün dünya umurunu
unutarak tarikata intisap edenler; bütün haramları terkedip, günahlarına
ağlayarak nedametle tevbe etmektedirler. Hatta sigara içmeyi haram olarak gören
Hz. Şeyh, sigarayı bırakmayanı müridliğe kabul etmemektedir. Bu şartlarda mürid
olanlar katiyyetle sigarayı terkederler. Dünya muhabbeti kalplerinden çıkıp
yerine aşk ve muhabbetullah dolar. Müridlerinde mânevi haller zuhur eder. Her
nereye gitse arkasında onu takip eden yüzlerce müridi olur, her taraftan davet
olunur.”
İbrahim Halil Efendi’nin bölgeye yabancı bir insan olarak çok kısa bir
sürede bu kadar büyük bir mürid topluluğu oluşturması ve bölgede bulunan aşiret
ağalarının nüfuzunun giderek azalması Şeyh İsmâil ve Dîko adlı iki aşiret
ağasını bir hayli rahatsız eder. Bu
ağaların İbrahim Halil Efendi’nin varlığından rahatsız olmaları gayet
anlaşılabilir bir durumdur. Zira o, bölgede ilim seferberliği başlatmakla cahil
kalmış köylüleri ağaların kontrolünden çıkarmış ve kısa bir zaman içerisinde
bölgede büyük bir sosyal değişim yaşanmıştır. Pek çok kimse okur-yazar olup,
dinî ilimlere vakıf bir hale gelmiştir.
Böylece yoksul halkın çoğu aşiret ağalarının tasallutundan tamamen
kurtulmuştur. İbrahim Halil Efendi’nin bu başarısı, muhalifleri tarafından dahi
takdir edilmektedir.
Önceleri İbrahim Halil Efendi’ye arka çıkan bu ve bazı diğer ağalar
onun ağalık sistemini yıkan öğretilerinden dolayı kendisine düşman olurlar. Bu
ağaların daha sonraları müridlere karşı silahlı savaşa dönüşecek olan bu
düşmanlıkları, önceleri halkı müridlikten soğutmaya çalışmak ve Fransa’yla
Türkiye resmî makamlarına aleyhte ihbarlar yapmak şeklinde ortaya çıkar. Halkın
arasına İbrahim Halil Efendi’nin Şeyh olmayıp Türkiye tarafından özel olarak
gönderildiği fikrini yaymaya çalışırlar. Ancak İbrahim Halil Efendi’nin
müridleriyle arasında kurduğu bağ, bu tür haberlere müridlerin inanmayacağı
kadar kuvvetlidir. Bu yolla destek bulamayan ağalar, İbrahim Halil Efendi’yi
Türkiye istihbaratından olma ithamıyla Fransa makamlarına defalarca şikâyet
ederler. Fransız yetkililer iki defa İbrahim Halil Efendi’yi sorgular, fakat bu
ithamları doğrulayacak bir bilgiye de ulaşamazlar. Yine de hızla sayıları artan
müridleri kontrollerinde tutabilmek için özel takibe başlarlar. Ağalar
ithamlarıyla Fransa’dan bir şey elde edip İbrahim Halil Efendi’yi
durduramayınca bu defa Türkiye’ye şikâyette bulunarak onu Türkiye aleyhinde
olmakla suçlayıp, Türkiye’de yasak olan şeyhlik ve tarikat faaliyetlerinde
bulunduğunu ihbar ederler. Ağaların
Fransa ve Türkiye makamlarına verdiği birbirine zıt dilekçeler, onların
amaçlarının bir hakikati ortaya koymak olmayıp sadece çıkarları doğrultusunda
İbrahim Halil Efendi’den kurtulmak olduğunu gösterir niteliktedir. O bu konuyu
şu şekilde dile getirir:
“Ben Suriye’deyken Şeyh İsmail Ağalar ve diğer akrabası olan ağalar
dehâletle bir taraftan Fransızlara Türkçü olduğumu; diğer taraftan Türkiye’nin
Kilis Kazası’nm Halk Fırkası Başkanı İsmail Bey’e aleyhde idâre-i kelâm
ettiğimi ve tarikat şeyhliğiyle meşgul olduğumu bildiren raporlar
veriyorlardı.” "
Nihayet 1930 yılının Temmuz ayında İbrahim Halil Efendi Fransız
müsteşarı Kapitan Larest tarafından tutuklanarak Türkiye’ye teslim edilir. O, Suriye’de bulunan müridlerinin başına
Suriye’ye ilk gittiği zaman sade bir çoban olan ancak kısa zamanda kendisini
yetiştirmiş Hanif Arabû Efendi’yi (ö. 1947) vekil olarak bırakır ve ona
kendisinin yokluğunda Ebü’n-Nasr Efendi’yle istişare etmeyi tavsiye eder.
Fransızlar Tarafından Türkiye’ye Teslimi (Temmuz 1930)
İbrahim Halil Efendi Türkiye’ye Kilis’ten teslim edilir ve burada
nezarette tutulur. Kaymakam ve emniyet amiri onun Şeyh Saîd hareketinde Şeyh
Osman’ın arkadaşı Hopalı İbrahim Hoca olduğunu ileri sürerler. Bu sebeple
İbrahim Halil Efendi derhal Gaziantep’e sevk edilir. Gaziantep Emniyet
Müdürlüğü tarafından tekrar kimlik kontrolü yapılır ve kendisinin İzmitli
olduğuna ve Hopalı İbrahim Hoca olmadığına karar verilir. Bu kararla İbrahim
Halil Efendi idamdan kurtulmuşsa da hakkında Suriye’den gelen raporlar sebebiyle
şapka aleyhine halkı tahrik suçlamasıyla hapishaneye atılır.
İbrahim Halil Efendi on altı ay kadar Gaziantep hapishanesinde
kalır. Bu müddet içerisinde o bölgede de
pek çok tanıdıkları olur. Onun bu
bölgede tanınmasına neden olan olaylardan birisi şu şekilde cereyan eder:
O tarihlerde hapishanede bulunan mahkumlar arasında ciddi düşmanlıklar
olmuş ve mahkumlar iki gruba ayrılmışlardır. Her iki grup da çıkacak bir
kavgaya karşı dışarıdan kesici aletler temin etme yarışındadırlar. Bu durum
hapishane yetkilileri tarafından biliniyor olsa da onlar da arayı bulamamış ve
çaresiz kalmışlardır. İbrahim Halil Efendi bu gördüğü manzara karşısında çok
müteessir olur ve hapishane yetkililerine müracaat ederek valilik ve
müftülükten hapishane içerisinde Cuma namazı kıldırmak, vaaz ve nasihatlerde
bulunmak üzere izin alır. Gerekli izinleri aldıktan sonra bir Cuma vakti
hapishane avlusunda ezan okur. Pek çok mahkumla birlikte namaz kılarlar.
Okuduğu hutbe herkesin kalbine tesir ederek hemen herkesin tövbe etmesine
vesile olur.
Bu şekilde bu iki düşman grubun arasını bulmaya muvaffak olan İbrahim
Halil Efendi’nin şöhreti kısa zamanda bölgeye yayılır. Pek çok kimse kendisine
mürid olur. Bölgenin tanınmış simalarından olan ve sonraları kendisine
kayınpeder olacak olan Mekke Şeyhi namıyla bilinen Abdullah Efendi (ö. 1931)
kendisini defalarca hapishanede ziyaret eder.
İbrahim Halil Efendi ülkeyi pasaportsuz terketme dışında hudut
dâhilinde her hangi bir suç işlediğine dair yeterli delil bulunmadığı için 1931
yılında serbest bırakılır. O, hapisten çıktıktan sonra her ne kadar Suriye’ye
yakın olan Gaziantep’te ikamet etmek istese de, emniyet birimlerinden gelen
baskılar sonucu İzmit’e döner. Burada
göstermelik bir marangoz açarak halkın arasına karışır. Kendi beyanına göre bir
milli bayram günü tören meydanına gerekli bütün tertibatı kendisi sağlar ve
oraya gelenlere etkili bir konuşma yapar. Bu hitabeti sayesinde orada bulunan
birçok devlet yetkilisiyle iyi diyaloglar kurar. Bu diyaloglar neticesinde
Gaziantep’ten gelen aleyhindeki istihbaratı İzmit Emniyeti dikkate almaz. Bu
istihbaratta Hopalı İbrahim Hoca’yla İbrahim Halil Soğukoğlu’nun aynı kişiler
olduğu bildirilmektedir. İbrahim Halil
Efendi, İzmit Emniyet Müdürlüğü’ne kendisinin daha önce bu sebepten dolayı haksız
yere on altı ay hapishanede kaldığı, daha sonra beraat ettiği bilgisini verir.
Emniyet Müdürü kendisine bunu ispat eden gerekli mahkeme evraklarını 15 gün
içerisinde getirmesini ister. Bu sebebe binaen İbrahim Halil Efendi tekrar
Gaziantep’e gider. Gerekli evrakları mahkemeden alıp İzmit Emniyet Müdürlüğü’ne
gönderir.
Gaziantep’ten İbrahim Halil Efendi aleyhine gelen raporun onun lehine
tecelli ettiği görülür. Emniyetin baskısıyla Gaziantep’ten ayrılmak zorunda
kalan İbrahim Halil Efendi mahkeme evraklarını İzmit Emniyeti’ne gönderme
bahanesiyle tekrar Gaziantep’e dönmüş bulunur. İbrahim Halil Efendi bu sefer
burada kalma niyetindedir ve kısa bir süre içerisinde daha önce zikredildiği
gibi Abdullah Efendi’nin kızıyla evlenir. Bu evlilik onun Gaziantep’te kalma
gerekçesi olur.
İbrahim Halil Efendi Gaziantep’te kalmakla hem buradaki müridlerin
sayısını arttırmış ve hem de Suriye’deki müridi eriyle istediği bağı tekrar
sağlamıştır. Onun bu faaliyetlerine son derece gizlilik içerisinde devam
ettirdiği görülür. Çünkü Gaziantep’te artan nüfuzu devlet birimleri tarafından
yakından takip edilmektedir ve mürid olan köylere çeşitli baskılar
yapılmaktadır. İbrahim Halil Efendi’nin
buradayken bir kaç kere Ankara’ya da giderek dönemin hızlı gelişen siyasetine
yön verme çabası içerisinde olduğu görülmektedir.
Aynı yıllar İbrahim Halil Efendi’nin müridleri “Vatan Kitlesi”
yetkilileriyle yakın ilişki kurarlar. Bu durum Fransızların dikkatini çekmiş
olmalı ki ağalara müridlere karşı maddî destek vererek mürid hareketini bitirmeye
çalışırlar. Bu tarihlerde müridlerle ağalar arasında pek çok çatışma yaşanır.
Ağaların Fransızlar tarafından desteklendiği halk tarafından bilindiği için, bu
çatışmaların hep müridlere güç kazandırdığı kaydedilmiştir.
Bilecik’te Zorunlu İskân (1934 - 1937)
İbrahim Halil Efendi Gaziantep’teki faaliyetleri ve Suriye’deki
müridleriyle olan bağlantısı sebepleriyle olsa gerek, 1934 yılında Bilecik’e
Bakanlar Kurulu kararıyla mecbûrî iskâna gönderilir. Bu kararda Fransa’nın Türkiye’ye olan
başvurularının da etkisi olduğu düşünülebilir.
İbrahim Halil Efendi Bilecik’te sıkı bir takibe alınmış olmasına
rağmen müridleriyle kendisini ziyarete gelen habercilerle iletişimini devam
ettirir. Günden güne güçlenen bu
hareketi Fransız kaynaklan daha önce de ifade edildiği gibi “Mürid Hareketi”
olarak zikreder. İbrahim Halil Efendi o tarihlerde her ne kadar hareketin
başında bulunmasa da onun önderliğini yaptığı bu hareket Suriye’nin istiklâli
için çalışan bölgedeki tek silahlı güç niteliğindedir. Nitekim 1927’ den sonra
Vatan Kitlesi’nin hükümet olmasıyla
Fransızlara karşı müridlerin dışında kaydadeğer silahlı bir güç
kalmadığı anlaşılmaktadır.
İbrahim Halil Efendi Bilecik’teyken, Afrin bölgesi müridlerin her şeyi
kontrol altına almasıyla, adliye, maliye, askeriye organları bulunan İslâmî
ilkelere bağlı bir yönetim halini almıştı.
Daha çok kırsal kesimleri içine alan bu bölgeye Fransız kuvvetleri
girememekteydi. Nitekim 1934 yılında Fransız birlikleri bu bölgeye çıkarma yapmak
isterken müridler tarafından saldırıya uğramış üç Fransız askerinin
vurulmasından sonra birlik geri dönmüştür. Fransızlar günden güne güçlenen bu
yönetimin diğer bölgelere de sıçramasından çekindikleri için olsa gerek bu
hareketi bitirmek için yoğun bir çaba içersine girerler. Bunun bir tezahürü
olarak 1936 yılında Vatan Kitlesi yetkilileri Fransa’ya giderek Fransızlarla
anlaşmaya vardıktan sonra, Fransızlar Vatan Kitlesi’ne müridlerin silah
bırakması için baskı yapmalarını ister. Bu sebeple Fransızlar haklarında idam
kararı bulunan müridlerin komutanlarının mahkemesiz affedileceğini duyurarak
1937 yılında İbrahim Halil Efendi’nin vekili Şeyh Hanifle görüşürler. Fransız
yetkililer Şeyh Hanife bu silahlı grubun dağdan inmesi durumunda mahkemesiz
affedileceklerini sadece hareketin ileri gelenlerinin Şam’da zorunlu ikamet
edeceklerini bildirirler. Vatan Kitlesi’nin de ısrarıyla Şeyh Hanif bu
anlaşmayı şartların gereği olarak uygun bulur ve kabul eder. Bunun akabinde
silahlı grubun lideri Reşid İbo ve bazı arkadaşları Şam’a sürgüne gönderilir. Vatan
Kitlesi yetkililerinin girişimleriyle altı ay kadar sonra Halep’te yaşayıp
Afrin bölgesine gitmemeleri kaydıyla sürgünleri sonlandırırlar.
Hatay’a Gönderilişi (Şubat 1937)
1937 yılında Fransa Suriye’nin toprak bütünlüğünü kabul etmiş ve bütün
mahallî idareler Suriye hükümetine bağlanmıştır. Aynı yıllar Türkiye de
Hatay’ın Suriye’den sayılmaması için yoğun çaba harcar ve bu meseleyi milletler
meclisine getirir. İbrahim Halil Efendi’nin Türkiye’nin doğusundaki ve kuzey
Suriye’deki nüfuzu bilindiği için
3/2/1937 tarihinde Bakanlar Kurulu kararnamesiyle serbest bırakılarak
Ankara’ya çağırılır. O tarihlerde babası Saîd Hilmi Efendi de Ankara’nın Çubuk
Nahiyesi’nde imam olarak görevlidir. Öncelikle onun yanma gider. Daha sonra
burada siyasi bazı temasları olur.
Bu temaslarda o tarihlerde
Türkiye’nin millî meselesi olan Hatay konusu görüşülmüş olmalıdır. Çünkü orada
yapılacak referandumda halkı Türkiye lehine teşvik edecek kimselerin bölgeye
gönderilmesi gerekiyordu. Bunun yanında mürid hareketinin Hatay’ın Türkiye’ye
bağlanmasında rol oynayabileceği düşünülmüş olmalıdır. Nitekim Fransızlar
İbrahim Halil Efendi’yi Türkiye istihbaratına çalışan birisi olduğunu
varsaymaktaydılar. Onların bu düşüncesi bölgedeki en etkin sosyal ve silahlı
gücün Türkiye tarafından yönetildiği tezini doğuruyordu. Bu durumun
Fransızları, Hatay meselesini geciktirirlerse kuzey Halep’in belki de daha
fazlasının Hatay gibi Türkiye taraftarlığı yapacağı endişesine sevk ettiği,
bunun ise Fransa’nın Hatay’ı gözden çıkarmasını kolaylaştıran bir faktör olduğu
görülebilir.
Ankara’daki siyasi temaslarının akabinde İbrahim Halil Efendi Hatay’a
gönderilir. Bu konuyu Şükrü Sökmensüer (ö. 1978) şu şekilde dile getirir:
“Hatay nüfusuna kayıtlıymış gibi, iki maliye müfettişini de oraya gönderdik.
Bunların arasında bir de meşhur Nakşibendî şeyhi ki, Atatürk çok severdi.”
İbrahim Halil Efendi burada Hatay Erginlik Cemiyeti’ne bir dönem başkanlık
eder. Onun, burada henüz tam olarak ortaya koyamadığımız Türkiye’nin sosyal ve
dinî anlamda kaderini etkileyen çalışmalarının olduğu aile efradı tarafından
beyan edilmektedir.
Hatay da yaptığı hizmetlerden ötürü İbrahim Halil Efendi Türkiye
içerisinde bir nebze olsun rahatlamıştır. Bu hizmetleri esnasında birçok
yetkilinin yanı sıra Hatay Cumhurbaşkanı Tayfur Sökmen’le de iyi ilişkiler
kurmuş ve nihayet 1938 yılının
Temmuz ayında bütün ailesini de yanma alarak resmî yollarla Suriye’ye
göçerek
Halep’te ikamet etmeye başlamıştır.
İkinci Kez Suriye’ye Gidişi (Temmuz 1938)
İbrahim Halil Efendi’nin Suriye’ye bu ikinci gelişinde konumu bir
önceki gelişine göre çok farklılaşmıştır. Daha önce fakir ve eğitimsiz halkı
her alanda eğiten bir üstat konumundayken bu sefer her konuda kendilerini
geliştirmiş silahlı bir kuvvetin komutanı olmuştur. Bu konumu gereği
Fransızlar’ın bölgeden çıkartılması için tekrar yoğun bir çalışma içersine
girer. Bir süre Halep’te kaldıktan sonra müridi erin bölgesine geçmeden önce
Şeyh Ebü’n-Nasr, Şeyh Ahmed Murad, Şeyh İsa el-Beyanûnî ve bölgeye yakın diğer
toplum önderleriyle görüşür. Daha sonra Vatan Kitlesi’nin önde gelen
yetkililerinden olan Sa’dullah Câbirî, Fâtih el-Mar’aşî, Abdû Mısrî ile de
görüşür ve kendilerinden maddî-manevî destek sözü alır. Bu görüşmelerde İbrahim Halil
Efendi’nin kendi hedefleri doğrultusunda Hatay meselesini de masaya yatırmış
olması muhtemeldir.
Vatan Kitlesi yetkilileri her ne kadar Fransız hükümetiyle anlaşmaya
vardıysa da Fransa’ya güvenmemekteydiler ve bu nedenle müridlerin Fransızlara
karşı bağımsız bir kuvvet olarak bölgede bulunmaları ellerini güçlendiriyordu.
Bu sebeple söz konusu toplantıda mürid hareketine her türlü desteği verecekleri
sözünü vermişlerdi. Nitekim o tarihlerde Suriye kendi silahlı kuvvetini kurmaya
çalışıyordu ve müridlere gerektiği takdirde mühimmat yardımı yapabilirlerdi.
Jandarma kuvvetleri mahallî idareye bağlı olduğundan bu gizli anlaşma İbrahim
Halil Efendi’nin de elini güçlendirmekteydi. İbrahim Halil Efendi 1938 yılının
Eylül ayında müridlerin elinde bulunan Kürt Dağı bölgesine geçer. Daha önce
kendisine karşı olan ağalarla Vatan Kitlesi’yle anlaştıklarını ve niyetlerinin
Fransızlar’ı Suriye’den çıkarmak olduğunu, kendilerine engel teşkil etmedikleri
takdirde bu bölgeden başlayıp bütün Suriye’ye yayılacak bir hareket
başlatacaklarını belirterek barışmak ister. Bu konuda ne kadar çaba göstermişse
de ağalar onunla görüşmeyi dahi kabul etmez ve hatta anlaşmak bir yana
Fransızlarla ittifak kurarlar.
Fransa’nın müridlere kendi kuvvetleriyle saldırmaktan çekindiği
düşünülmektedir. Nitekim böyle bir hareket bölgede zaten hassas olan dengeleri
bozabilir ve müridlere hiç hesap edilmeyen destekler çıkabilirdi. Bu nedenle
kendilerinin yapamadıkları saldırıları genellikle bölge halkından olan ağalar
vasıtasıyla sürdürmekteydiler. Silah ve mühimmat desteği de bulan ağalar,
İbrahim Halil Efendi’nin bölgeye gelişiyle birlikte yeniden müridlere cephe
açarlar. Pek çok sıcak çatışma yaşanır, hepsinde de ağalar büyük kayıplar
verirler. Aynı şekilde müridlerin bu tarihlerde Fransızlarla da pek çok
çatışması olmuş ve Fransızlar önemli kayıplar vermişlerdir.
1939 yılına gelindiğinde müridi er Fransızlarca desteklenen ağaların
saldırılarına rağmen çok daha güçlenmişlerdi. Müridlerin bu durumu Fransızlar
için ciddî problem oluşturmaya başlar. Fransız yetkililer bu tarihte önemi hızla
artan bu konunun hallinin sadece ağalarla olmayacağını düşünmüş olmalılar ki
bundan sonraki süreçte Suriye’nin siyasî yönetimini elinde bulunduran Vatan
Kitlesi içerisinde bazı dostları vasıtasıyla parti içerisinde mürid karşıtı bir
grup oluşturmaya çalışmışlardır. Özellikle de Jandarma genel komutanı Behiç
Hatip’i yüksek maddi imkanlar sağlayarak kendi yanlarına çekmeyi başarırlar.
Suriye halkından oluşan Jandarma kuvvetlerinin müridlerin aleyhinde olması
İbrahim Halil Efendi açısından sıkıntılı bir durum oluşturmuştur.
İbrahim Halil Efendi notlarında konu ile ilgili şu bilgilere yer
verir:
“Beş yüz jandarmayla binbaşı Cemil, Sehrincek Köyü’ne gelerek bizi
orada sanmışlardı. Şeyh Horoz Köyü’nden haber aldım; onların arkalarını yüz
elli kişi ile çevirdim. “Cemil Bey’i acele bana çağmnız”, demem üzerine bir
jandarma zabiti koşarak atma bindi ve gitti; beraberce geldiler. Baktılar ki
muhasara altmdalar! Ziyaretine gelmiştik, seni Sehrincek Köyü’nde sanmıştık,
dediler. Ondan sonra vedalaşıp gittiler.”
Bu notlardan da anlaşılacağı üzere Fransızlar Behiç Hatip’i müridlere
karşı kendi saflarına çekmelerinden sonra jandarma kuvvetleri birçok kez
İbrahim Halil Efendi’yi ve müridlerin ileri gelenlerinden Bekir Fehmi (ö. 1941)
ve Reşid İbo (ö. 2005)’yu tutuklamaya teşebbüs etmiş ancak hiç birinde başarılı
olamamışlardır. Son olarak jandarma genel komutanı Behiç Hatip bizzat Hanif
Efendi’ yİ e görüşme talebinde bulunur ve bu maksatla Naz Eişağı Köyüne gelir.
Daha önceleri Vatan Kitlesi üyesi olan Behiç Hatip’le birçok toplantıda bir
araya gelmiş olan Hanif Efendi onun kendisine ihanet edeceğini hiç düşünmemiş
olsa gerek ki, tedbir aldırmaya dahi gerek duymaz. Behiç Hatip kendisiyle
görüşürken bir yandan da askerlere köyü kuşatma altına almalarını emreder.
Askerler kısa bir süre içerisinde Hanif Efendi’yi tutarak Afrin Hapishanesi’ne
götürürler. Müridlerin ileri
gelenlerinden Hanif Efendi’nin tutuklanması müridi eri derinden etkiler. Mevcut
durumu derhal Vatan Kitlesi’ne bildiren İbrahim Halil Efendi karşı bir hamle yaparak
Hanif Efendi’yle takas yapılması için bazı jandarmaların esir alınması talimat
verir. Müridi erden bir grup Zeytunak Jandarma Karakolu’na baskın düzenlerler
ancak, saldırılara karşı hazırlıklı olmalarından olsa gerek jandarmalar müridi
eri farkederler. Çıkan çatışmada bir jandarma eri hayatını kaybeder. Müridlerin
kendilerinden daha kalabalık olduğunu gören jandarma çavuşu kaçınca müridi er
karakolu kalan askerlerle beraber teslim alırlar. Bu olayda her ne kadar müridler istediklerini
elde etmişlerse de İbrahim Halil Efendi bu operasyonun Suriye halkından olan
bir jandarma erinin öldürülmesiyle gerçekleştirildiği için o karakolu ve
esirleri karşılıksız serbest bıraktırır. Bu olay, mürid hareketini bitirmek
isteyen Fransızlar için önemli bir fırsata dönüşür. Nitekim bu olayların
akabinde Jandarma Genel Komutanı Behiç Hatip’in eline müridlere karşı
Fransızlarla açıkça işbirliği yapmak için fırsat geçmiş olur.
1939 yılında Vatan Kitlesi Fransa’nın Behiç Hatip gibi bazı
yetkilileri kendi yanlarına çekmeleri sebebiyle olsa gerek, kendi içlerinde
bölünmeye başlar. Bu bölünmedeki en önemli sebebin Vatan Kitlesi’nin Hatay
konusuna gerekli önemi vermemesi olduğu tahmin edilmektedir. Nitekim o
tarihlerde Hatay resmen Türkiye’ye bağlanmıştır. Nihayet 18 Şubat 1939’da Vatan
Kitlesi hükümeti düşer. Bunun akabinde Fransa’nın desteklediği Behiç Hatip
Suriye’deki en yetkin şahıs olur. Mürid hareketi karşıtlığı ile bilinen Behiç
Hatip’in idareyi eline almasıyla birlikte müridlere olan her türlü yardım
kesilmekle kalmaz, mürid hareketini bitirmek için Fransızlar’dan da yardım
ister." Bir başka ifadeyle mürid hareketini bitirmek isteyen Fransızlar,
Behiç Hatip’in idareyi ele almasıyla müridlere karşı onu harekete geçirirler.
Bunun akabinde Fransız uçakları bütün mürid köylerine baskın yapılacağına dair
bildiriler atar. Aradan bir iki gün
geçtikten sonra Fransız hava kuvvetleri uçaklarla bütün mürid köylerini
bombalamaya başlar. Musa Na’sân Efendi’nin ve olaya tanıklık edenlerin beyanına
göre günde iki-üç kere on yedi kadar askeri uçak müridlerin yaşadığı bölgeleri
bombalar. Bu bombardımanda asker sivil ayrımı yapılmaksızın, müridlerin
yaşadığı tahmin edilen bütün evlerin yerle bir edildiği, olaya tanıklık edenler
tarafından ifade edilmektedir.
Bombardımanların akabinde Fransız birlikleri General Moni kumandasında
bir alay askerle karadan harekete geçer. Jandarma ve bölgeyi iyi bilen aşiret
ağaları da harekete destek verirler. Silahlı müridler dağlarda yer tuttuğu için
her ne kadar ciddi bir zayiat vermemiş olsa da, kış şartlarında çoluk-çocuk
denmeden her yerin bombardımana tâbi tutulup ailelerin perişan olması ve
İbrahim Halil Efendi’yle anlaşmış olmalarına rağmen, Fransız korkusuyla bu
olaylara Vatan Kitlesi yetkililerinin seyirci kalması ve Jandarmanın dahi bu
saldırılarda kullanılması İbrahim Halil Efendi’yi derinden etkiler. Musa Na’sân
Efendi onun bu saldırılar esnasında müridlere şöyle hitap ettiğini kaydeder:
“Bizim silahlara ihtiyacımız gayet çoktur. Arap kardeşlerimiz
Fransızlardan korkup bize vaad eyledikleri umurlara muhalif kalıp bu halimize
seyirci kaldılar. Bu hareketimiz Suriye’de bir kuvâ-i milliyye hareketidir.
Aşiret ağalarını bize musallat eden Fransızlar. Biz her şeye rağmen ağalardan
sulh istedik kabul etmediler ve eşkiyalarıyla i’tidâda bulundular. Biz mecbur
olup müdafâda bulunduk. Biz Fransızlardan harp istemedik onlar müdahale
ettiler. Müttefiklerimiz Hizbü’l-vatan başkan ve âzâları bize vaad
eylediklerinin birisi “Fransız askeriye müdahaledesinde bulunursa, biz de
müdahalede bulunuruz, Jandarma heyeti bize bağlıdır; onlardan çekinmeyiniz,
size karışmazlar.” Bunun aksine Jandarma umum kumandanı Behiç Hatip Şeyh
Hanif’i hıyanetle yakaladı. Şu anda bu müdahaleye karşı Hizbü’l-vatan mensuplan
ve naîbler meclisi hala sükût içindedirler. Bu dava bütün Suriye’de
yaşayanların davasıdır. Her taraftan bu müdahaleye karşı itirazlarda ve
müzaharalarda bulunmaları vâcip iken Suriye halkı bize yapılan saldırıya karşı
sükût etmişler. Sanki bu müdahale Suriye’de olmuyor gibi herkes hadisenin
neticesini bekliyorlar.
Türkiye’ye Dönüşü (1939)
Müridlerin silah ve mühimmatının içeriden destek olmadan Fransızlara
karşı yetmeyeceğini gören İbrahim Halil Efendi, bu şartlar altında müridlerin
daha fazla zarar görmemesi için bir kaç müridini yanma alarak Türkiye’ye teslim
our. Teslim olmadan önce müridlere
yazılı bir talimat göndererek isimlerini zikrettiği on üç kişinin Fransızlara
teslim olmayıp Türkiye’ye gelmesini, diğerlerinin bulunduğu yerde Fransızlara
teslim olmasını bildirmiştir. Ancak İbrahim Halil Efendi’nin bu yazılı talimatı
müridlere ulaştığında silah tutamayan müridlerin çoğu Türkiye’ye ilticâ etmiş
durumdadır. 18 Mart 1939 yılında Türkiye
hudut kapılarını bu mültecilere açar. Bu aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti
Devleti tarihindeki Türkiye’ye ilk iltica hareketidir.
Müridlerden iltica edenler daha çok silah tutamayan kimselerdi.
Silahlı mürid grubu ise henüz yerlerini terk etmemişlerdi. Bu sebeple
Fransızlar’ın Türkiye’yi Suriye’de kalan müridlerin silah bırakmaması halinde
Türkiye’ye iltica eden aileleri sınır dışı etmeye zorladığı görülür. Bölge
halkı Türkiye’nin o zamanlar böyle bir bildiride bulunduğunu söylerler. Nitekim
bu bildirinin akabinde dağdaki bazı müridler de silah bırakarak Türkiye’ye
iltica ederler. Bütün bunlardan sonra bile Suriye’de binden fazla silahlı mürid
grubu Bekir Fehmi ve Reşid İbo komutasında bölgede Fransızlarla mücadeleye
devam etmiştir.
Türkiye’ye teslim olan İbrahim Halil Efendi bir müddet Kilis’te
tutulduktan sonra,
Bakanlar Kurulu kararnamesiyle tekrar Bilecik’te zorunlu ikamete tabi
tutulur. Burada kaldığı müddetçe istihbarat birimleri tarafından yakından takip
edilse de, onun bazı kimselerle gizli bir şekilde müridleriyle olan iletişimini
devam ettirdiği anlaşılmaktadır.
Bu tarihlerde müridler Fransızlarla pek çok çatışmaya girerler.
Bölgeyi iyi bilme avantajını da kullanan müridlere karşı Fransızlar pek çok
zayiat verir. İkinci Dünya savaşının da
başlamasıyla bölgeyi kontrol altında tutmak için Fransa hızlı bir şekilde
bölgeyi silahsızlandırmaya başlar. Bu çerçevede müridi erle anlaşma yoluna
gider. Fransız General Merkovi bu
konuda yetkili olarak müritlerle iletişime geçer. O sırada müridlerin başında
bulunan Bekir Fehmi ve Şeyho Seydo müridler adına bu görüşmeyi gerçekleştirir.
Fransız General müridlerin ve bölge halkının hepsinin Kürt olduğunu ve
Arapların kendilerine yaptıkları mücadelede hiç yardımlarının
olmadığını belirterek müridlerin silah bırakması halinde onlarla özel anlaşma
yapmak istediklerini belirtir. Bunun yanında kendilerine her türlü desteği
sağlayacaklarını ve Suriye’ye girişi yasak olan bütün müridlerin girişinin
serbest olacağını söyler. Müridler adına görüşmeyi gerçekleştiren Bekir Fehmi
ve Şeyho Seydo, Fransızlarla yapılacak hiçbir anlaşmaya yanaşmayacaklarını
açıkça General Merkovi’ye bildirirler. Olumsuz geçen bu görüşmeye rağmen
Fransızlar müridlerin ileri gelenleri hariç, diğer müritlere af çıkarmıştır.
Musa Na’sân Efendi’ye göre, eğer bu görüşmede İbrahim Halil Efendi bizzat
bulunabilmiş olsaydı Fransızlarla anlaşma yoluna gidip Kürt bölgesi için özerklik
alabilirdi.
Üçüncü Kez Suriye’ye Geçişi (Haziran 1940)
Suriye’de meydana gelen bu siyasi gelişmeler İbrahim Halil Efendi’yi
tekrar harekete geçirir. O, zaten Türkiye’ye göçmelerini istemediği Suriye’de
yargılanmayacak olan müridi erine kendi aile fertleriyle beraber resmî yollarla
Suriye’ye geçmelerini emreder.
Fransızlar İbrahim Halil Efendi’nin ailesine müridlerin bölgesine
gitmeyi yasaklamalarından ötürü onlar Halep’e yerleşirler. Kendisi ise 1940 Haziran ayında zorunlu iskân
yeri olan Bilecik’ten kaçarak, yakalandığı takdirde idamla yargılanacağı
Suriye’ye gayr-ı resmî olarak silahlı müritleriyle birlikte dağlardan geçerek
intikal eder. Suriye’de kendi
müridlerinin yanında kalması tehlikeli olacağından Halep’te Şeyh Ebü’n-Nasr’ın
müridlerinin evlerinde gizlenir. Buradan Fransız yönetimine Türkiye’den
gönderiyormuş gibi birçok mektup yazar ancak herhangi bir cevap alamaz. İbrahim
Halil Efendi bu mektuplarla Fransızlar’ın tekrar müridleri muhatap alarak
yeniden onlarla görüşme yapmalarını sağlamaya çalışmıştır. Çünkü Fransızlarla
yapılan daha önceki görüşme İbrahim Halil Efendi’nin kontrolü dışında, onun
istemediği bir şekilde sonuçlanmıştır.
İbrahim Halil Efendi’nin düşüncesi Almanya’nın Fransa’yı işgal
etmesiyle Suriye’den çıkmak zorunda kalacak olan Fransızlarla bölgeyle ilgili
kendilerinin söz sahibi olacağı bir anlaşma yapmak olmalıdır. Musa Na’sân
Efendi ve bazı kaynaklar onun Fransızlar’dan Kürt bölgesi için özerklik
istediğini zikreder. O, bu konuda özellikle Fransızlar’ın daha önce müridleri
muhatap almalarından ötürü ümitli olmalıdır ki yakalandığı takdirde idamla
yargılanacağını bile bile, bir daha Türkiye’ye dönmeyecekmiş gibi bütün
ailesiyle beraber Suriye’ye geçmiştir. Bütün bu düşüncelerle ağalara mektuplar
ve haberciler göndererek mevcut durumun eskiye göre çok farklı olduğunu,
Fransızlar’ın Suriye’den çıkacaklarını ve Fransızlar’a karşı ellerinin güçlü
olması için eski düşmanlıkları bırakarak birlik olmaları gerektiğini bildirir.
İlk etapta bu konuda ikna olmuşlarsa da İbrahim Halil Efendi bölgeye gelene
kadar ağaların fikirlerinin değiştiği görülür.
Fransızlar’ın İbrahim Halil Efendi’nin girişimlerini yanıtsız
bırakmalarının nedeni Müridlerin Fransızlar’ı reddettikten sonra bölgeyle
ilgili kararlarını vermiş bulunmaları olmalıdır. Müridlerin bölgedeki mevcut
konumları ise Fransızlar’ın bu kararını değiştirmeye zorlayıcı bir unsur
değildir. İbrahim Halil Efendi bu yüzden bu son gelişinde ağalarla irtibata
geçmeye çalışır. O, her ne kadar bu durumu 1939’da Türkiye’ye teslim olmadan
önce görmüş, müridi erine bölgeyi terketmeyerek Fransızlar’a teslim olmalarını
bildirmişse de daha önce de zikredildiği gibi bu bildirisi müridlere zamanında
ulaşmamıştır. Müridlerin bölgeyi toplu olarak terk etmesi, bölgede İbrahim
Halil Efendi’nin nüfuzunu azaltmıştır. Mevcut durumu değerlendiren İbrahim
Halil Efendi Suriye’ye geçmeden önce bütün Suriyeli müridlerine evlerine
dönmeyi emretmişse de evlerine dönen müridler, Fransız saldırısında sağlam
kalan evlerinin ve tarlalarının ağalar tarafından gasp edildiğine veya yakılıp
yıkıldığına şahit olurlar ve bölgeye istedikleri gibi yerleşemezler.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen İbrahim Halil Efendi bölgeyi tekrar
hareketlendirmek maksadıyla Halep’te saklandığı yerden ayrılarak müridlerin
bölgesine geçer. Müridler, Fransızlar’ın saldırılarına karşı tedbir amaçlı olsa
gerek Türkiye tarafında karargâh kurmuşlardır. Daha önce de zikredildiği gibi
İbrahim Halil Efendi bu karargâhtan ağaların yanma geçmeden önce, ağalarla
anlaşmaya varır. Ancak ağaları iyi tanıyan İbrahim Halil Efendi onlardan
gelebilecek bir ihanete karşı tedbirli davranarak bölgeye geçişini bir kaç gün
tehirli olarak yapar. Yanına yetmiş kişiyi de alarak ağalarla görüşmek için
Gavende Köyü’ne giden İbrahim Halil Efendi, beklediği gibi ağalar
tarafından saldırıya uğrar. Bu ihanetin ardından İbrahim Halil Efendi
çok müteessir olur ve askerleriyle beraber Türkiye’deki karargâhlarına geri
döner.
Ağalardan artık kesin olarak ümit kesen İbrahim Halil Efendi bölgede
müridleri Fransızlar’a karşı güçlü göstermek maksadıyla olsa gerek yüz kişiyi
aşkın bir kuvvetle Afrin’in Raco Nahiyesi’nde bulunan Fransız birliğine
saldırıda bulunur. Ancak bu saldırı da neticesiz kalır. Bütün birliğiyle tekrar
karargâha dönen İbrahim Halil Efendi, dağda kaçak olarak yaşaması gereken
müridlerin dışındaki bütün müridlerine silahlarını bırakarak evlerine
dönmelerini emreder. Kendisi ise dağda kalan az sayıdaki müridiyle birlikte
kalır. Bir müddet daha Fransızlarla irtibata geçmeye çalışan İbrahim Halil
Efendi bazen dağdaki müritleri arasında bazen de Halep’te kendisini
sevenlerin Fransızlar, İbrahim Halil Efendi’nin Türkiye Cumhuriyeti Devleti
tarafından Hatay’ın Türkiye’ye katılımını kolaylaştırmak ve Kürt Dağ bölgesini
Türkiye’ye katmak için gönderildiğini düşünmektedirler. Buna binaen Fransa
Türkiye’den İbrahim Halil Efendi’nin derhal bölgeden uzaklaştırmalarını istemiş
olmalıdır. Nitekim İbrahim Halil Efendi’nin bu faaliyetleri Türkiye’nin
Fransa’yla yapmış olduğu anlaşmalara Türkiye’nin sadık kalmadığı izlenimini
vermekle Fransa-Türkiye ilişkilerine zarar vermekteydi. Fransa Türkiye’yi bu
noktada uyarmış olabilir. Ancak İbrahim Halil Efendi’nin özellikle bu son
gelişi sürgün gittiği yerden kaçarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden tamamen
bağımsız olarak gerçekleşmiştir. Bu yüzden Türkiye tarafından yakalandığı
takdirde zor durumda kalacağını yakinen bilen İbrahim Halil Efendi, Türkiye’de
tanıdığı bazı hükümet yetkililerini de araya koyarak bir çıkış yolu arar.
Nihayet yetkililerinden kendisinin Türkiye’ye dönmesi halinde Suriye’de
Fransızlar’a karşı giriştiği mücadeleden dolayı herhangi bir yargılamaya tabi
tutulmayacağı sözünü alır. Bu konuda sözlü taahhütten başka resmî bir yazı
aldığını da kaydeder.
Türkiye’ye Son Olarak Dönüşü (1941) ve Vefatı
Bu yazıyı aldıktan sonra da İbrahim Halil Efendi Türkiye’ye resmî
olmayan yollardan girip çıkmaya devam eder. Nihayet Ağustos 1941’de Şeyh Biber
adındaki müridiyle Kilis’te yolda jandarmalar tarafından tutulur. Kendisini
tanıyan yetkililerin de araya girmesiyle sadece bir ay kadar pasaportsuz
seyahat ve ruhsatsız silah taşıma suçlarından hapsedilir. Daha sonra Bakanlar
Kurulu kararıyla bir daha doğu illerine gitmemesi şartıyla Manisa’da zorunlu
ikamet etmesine karar verilir.
İbrahim Halil Efendi’ye Manisa’da iskân hakkı olarak devlet
arazisinden toprak tahsis edilerek buraya yerleşmesi sağlanır. Bundan sonraki
hayatı orada daimi gözetim altında geçer. O buradayken de müritleriyle
irtibatını kesmez. Devamlı kendisini ziyarete gelen müridlerle Suriye’deki
müritlerine mektup ve haberler gönderir. Bazı müritlerini kendi yanma alarak
tasavvufî anlamda eğitmek için onları tarlada çalışan işçi olarak gösterir. Bu
şekilde pek çok müridini burada tasavvufî anlamda eğitimden geçirir. Nitekim
kendisinden sonra tarikat umurunu emanet ettiği Musa Na’sân Efendi de Manisa’da
yetiştirdiği müridlerindendir. Ancak İbrahim Halil Efendi’nin tarlasında
çalışanların bu amaçla orada bulunduğunu Manisa halkı bilmemektedir. Burada
devamlı tarassut altında olduğundan, tasavvufî yönünü halka hiç bildirmeyen
İbrahim Halil Efendi’ye Manisa halkı tarlada çalışanların çoğunun Kürt asıllı
olmasından ötürü ‘Kürt Bey’i lakabını takarlar. Bunun dışında çok güzel bir
seda ile Kur’ân-ı Kerim okumasından ve hafız olmasından dolayı kendisine ‘Hafız
Efendi’ diyenler de vardır. İbrahim Halil Efendi’ye 1950 yıllarında bir
süreliğine serbest dolaşım hakkı verilmişse de kısa bir süre sonra hakkında
tekrar Manisa dışına çıkma yasağı konmuştur.
İbrahim Halil Efendi Manisa’ya mecbûrî iskâna gönderildikten sonra
tekrar Suriye’ye gitmek istemişse de Suriye’de ağalar tarafından aleyhine
yapılan propagandalara Vatan Kitlesi üyelerinin bir kısmının da inanmasıyla
vazgeçer. Nitekim ağalar her ne kadar Fransızlarla anlaşmışlarsa da
Fransızların 1946 da Suriye’yi terketm el erinden sonra kendilerinin varlıklı
olmalarından olsa gerek kurulan Suriye hükümetleriyle araları devamlı iyi
olmuş; bunun bir sonucu olarak 1947 yılında yapılan Suriye’nin ilk seçimlerinde
milletvekili seçilen İbrahim Halil Efendi’nin vekili Hanif Efendi’nin henüz millet
meclisine gidemeden ağalar tarafından azmettirilerek şehid edilmesinin
araştırılmasına dahi imkan bulunamamıştır.
İbrahim Halil Efendi Manisa’da her ne kadar kemalatını gizlemişse de
halkla iyi ilişkiler kurduğu, onlara nasihatler ettiği, onların dertleriyle
dertlendiği bilinmektedir. Arife Soğukoğlu bu konuda şunları nakleder: İbrahim
Halil Efendi dönemin İçişleri Bakanı Manisalı Feyzi Lütfü Karaosmanoğlu (ö.
1978) ve yakınlarının bazı hukuksuz işlerine şahit olunca, kendisinin ve bazı
mağdur köylülerin hukukunu korumak adına onları mahkemeye verdi. Bir kaç
defa tehdit edilmişse de o aldırış etmeyerek davasını sürdürdü. Nihayet 1951
yılında silahlı saldırıya uğramış, ağır yaralanarak bir ay kadar hastanede
yatmıştır. Cemalettin Soğukoğlu, İbrahim Halil Efendi’nin bu saldırı öncesi ve
sonrasında pek çok defa Başbakan Adnan Menderes’le Bakan Feyzi Lütfı
Karaosmanoğlu hakkında görüşmek için irtibata geçmeye çalıştığını ancak
Başbakan Adnan Menderes’in onun bu taleplerine ehemmiyet vermediğini kaydeder.
Hükümet gücünün kullanılarak haksızlıklar yapılması ve bu haksızlıklara kendi
adamlarını korumak adına ses çıkarılmaması İbrahim Halil Efendi’yi derinden
etkiler. Kendisinin yapabileceği her türlü başvuruyu yaptıktan sonra sonuçsuz
kalınca “intikamımı Allah onlardan alacaktır” diyerek bu haksızlıkları
yapanları ve buna seyirci kalanları Allah Teâlâ’ya havale ettiği söylenir.
Nihayet 24 Nisan 1952 yılında azmettiricisi aile efradı tarafından
bilinen kimseler tarafından Manisa’da evinden tarlaya giderken pusuda bekleyen
kiralık katiller tarafından silahla vurularak şehit edilmiştir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar