İNGİLTERE’DE TİYATRO
Hıristiyanlık çağının
başında Kilise, puta tapanların kültürüyle bağıntılı sanatı doğal olarak
ilençlemişti.[ İlenmek amacıyla söylenen söz,
ilenme, beddua. ] Bu nedenle, ortaçağda tiyatronun kilise
törenlerinin bağrından yeniden doğmasına şaşmamak gerekir. Kilisede ekmek ve
şarabın kutsandığı tören, İsa’nın son aylarında çektiği acıları ve çarmıha
gerilişini temsil eder; dramatik episodlarda [olay, bölüm, perde, kısım
] bol bol kutsal sözlere rastlanır; ve din adamları,
inananların düşünsel ve ahlaksal eğitimi amacıyla bunlardan bazılarını
sahnelemişlerdir. Bunlar kiliseden kilise bahçesine çıkmışlar ve Latinceden konuşma
dillerine dönüşmüşlerdi. Fransa’da ve İspanya’da yalvaç oyunları adını alan
mucize oyunları böyle doğmuştur. İngiltere’den loncalar, Kitabı Mukaddes’i
baştan sona oyunlaştırdılar ve Adem ile Havva’nın işlediği günahtan Kıyamete
kadar evrenin bütün tarihini betimlemeye çalıştılar. Günlerce süren bu dramatik
gösteriler genellikle mayıs ayında gerçekleştiriliyordu. Denizciler Nuh’un
Gemisi’ne bindiriliyor, çobanlar koyun getiriyor, aşçılar Son Yemeği
hazırlıyorlardı. Tiyatro sanatı mucize oyunlarından ibret oyunlarına, yani
kahramanları kötülüklerden ve erdemlerden oluşan alegorik nitelikte oyunlara
yöneldi. Bunların en ünlüsü Everyman dir (Her insan).
Dinsel tiyatronun,
yerini dindışı tiyatroya bırakmakta olduğu dönemin ilk parlak adı Christopher
Marlowe’dur (1564-1593). Canterbury’li bir kunduracının oğlu olan Marlowe,
tiyatro topluluklarının oyunları sahnelettikleri profesyonellerle boy ölçüşen
Üniversiteli Yazarlar topluluğundandı. [Üniversiteli Yazarlar; İngiltere'de, 16. yüzyılın son 15 yılı
içinde İngiliz ara oyun ve tarihsel oyun mirasından yararlanarak yazdıkları
nitelikli ve çok çeşitli oyunlarla bu mirası canlı bir tiyatro geleneğine
dönüştüren bir grup oyun yazarına verilen addır. William Shakespeare’in dehası
bu yazarların hazırladığı ortamda yeşermişti. Grubun en büyük yazarı
Christopher Marlowe’du.]
Marlowe'ın, tarihçi ve
gezgin Sir Walter Raleigh’in eviinde düzenlenen ünlü Gece Okulu’na gittiği
söylenir. Bir tanrı-tanımaz ve dinsizdi Marlowe. Casusluk da yaptı ve yirmi
dokuzunda bir meyhanede bıçaklanarak öldürüldü. Amerikalı bir eleştirmen,
Shakespeare’in yapıtlarını bile ona yakıştırmıştır. Ben Jonson’ın ‘yüce dize’
adını verdiği şeyi o bulmuştu. Bütün tragedyalarında, kaçınılmaz olarak, tek bir kahraman
vardır, ahlâk kurallarına meydan okuyan bir adamdır bu kahraman: Timurlenk,
dünyayı ele geçirmeye; The
Famous Tragedy of the Rich Jew of Malta' daki (1633,
Maltalı Zengin Yahudinin Unlit Trajedisi) Yahudi Barabbas, altınları ele geçirmeye; Faust da tüm Bilgi’yi
ele geçirmeye çalışır. Bütün bunlar, uzayın sonsuzluğunu açıklayan Kopernik
ile Gece Okuluna gelen ve yakılarak öldürülen Giordano Bruno’nun başlattıkları
çağa denk düşüyordu.
[Giordano Bruno (1548-1600), İtalyan
filozof, astronom, matematikçi. Çağdaş bilime öncülük eden kuramlarının en
önemlileri, evrenin sonsuzluğuna ve birden çok dünyanın varlığına ilişkin
olanlardır. Felsefenin görevinin ’doğayı bilmek’ olduğunu savunan Bruno,
İngiliz filozof Roger Bacon’ın başlattığı ve ortaçağ karanlığının aşılmasını
sağlayan yeni doğa felsefesinin en coşkun temsilcisidir. Roma’da Engizisyon
tarafından yargılanmış ve diri diri yakılmıştır.]
Eliot, Marlowe’da
abartmanın her an karikatürün sınırında dolaştığını, ama hiçbir zaman
karikatüre dönüşmediğini gözlemler. Aynı gözlem, Gógora ve Hugo için de
geçerli sayılabilir. Kendi adını taşıyan tragedyada, Timurlenk, tutsakları
olan dört kralın çektiği bir arabada görünür; sövgüler yağdırıp kırbaçlar
onları. Bir başka sahnede, Osmanlı sultanını demirden bir kafese atar. Gene
bir sahnede, kutsal kitap Kuran’ı ateşe atar; burada Kuran, Marlowe’un
izleyicilerinin gözünde Kitabı Mukaddes’i simgelemiş olsa gerektir. Dünyayı
ele geçirmenin yanı sıra, Timurlenk’in yüreğinde tek bir tutku egemendir, o da
Zenocrate’a olan aşkıdır. Zenocrate öldüğünde, Timurlenk ilk kez kendisinin de
ölümlü olduğunu anlar. Çılgına dönmüştür; askerlerine pusatlarını göğe doğrultmalarını
ve tanrıların Öldürülüşünü simgelemek amacıyla gök kubbeyi kara bayraklarla
donatmalarını buyurur. Marlowe’un Timurlenk’e söylettiği, ama Timurlenk’ten çok
Faust’a yakışan şu sözler, Rönesans’a özgüdür: "Doğa, dünyanın
olağanüstü yapısını anlayalım diye yarattı ruhlarımızı."
[Gógora (1561-1627), döneminin en
etkili İspanyol şairlerinden biridir. Góngorismo (Gógoracılık) diye
adlandırılan yoğun barok üslubu, onun kadar usta olmayan şairleri abartılarak
taklit edilmiştir. Bu yüzden de Gógora’nın sanatının çoğu özelliği, yeniden
değerlendirildiği 20. yüzyıla değin karanlıkta kalmıştır.]
The
Tragicall History of Dr. Faustus’u (1604,
Doktor Faustus, 1943, 1965) Goethe
övmüştü. Yapıtın
kahramanı, Mephistopheles’e Helena’nın hayaletini getirtir; şöyle bağırır coşkuyla:
"Demek, bu yüz uğruna denizlere açıldı bin gemi, İlium’un surları bu
yüz uğruna yakılıp yıkıldı. Güzel Helena, bir öpüşünle ölümsüz kıl beni!"
Goethe’nin Faust’unun tersine, Marlowe’un Faustus’u kurtulmaz sonunda. Son
gününde güneşin batmakta olduğunu gördüğünde şöyle haykırır: "Bakın,
Isa’nın kanı sel gibi akıyor gökyüzünde. Tek bir damlası kurtarırdı ruhumu,
yarım damlası bile." Toprağın kendisini saklamasını diler; okyanusta
bir damla, bir toz parçacığı olmak ister. Saat on ikiyi vurur, şeytanlar
Faustus’u alır götürürler. "Kesildi sonuna kadar büyüyebilecek bir
ağaç dalı, yandı bu bilgili adamda kimileyin göğeren Apollon’un defne
dalı."
Marlowe,
arkadaşı olan
Shakespeare’in gelişinin muştucusudur. Uyaksız koşuğa o güne dek görülmemiş
bir parlaklık ve esneklik getirmiştir.
William Shakespeare’in
(1564-1616) yazgısı, ona çağının dışından bakanlarca gizemli diye
değerlendirilmiştir. Oysa gerçekte gizem mizem yoktur Shakespeare’in yaşamında.
Shakespeare, kendi çağında, bizim çağımızdaki gibi neredeyse tapınılan bir
yazar değildi. Nedeni de çok basitti, bir tiyatro yazarıydı Shakespeare
ve o günlerde tiyatro,
edebiyat dünyasının ikincil dallarından biriydi. Shakespeare bir oyuncu, bir
yazar ve bir emprezaryoydu.[
Bir sanatçının çalışma programlarını ve anlaşmalarını belli
bir yüzde karşılığında düzenleyen kimse.] Ben
Jonson’ın toplantılarına katılırdı; nitekim Ben Jonson yıllar sonra onun ‘az
Latincesiyle daha da az Yunancasından’ küçümseyerek söz edecekti. Onunla
çalışan oyunculara bakılırsa, Shakespeare olağanüstü bir kolaylıkla yazıyordu
ve tek bir satırı karalamıyordu, iyi bir edebiyatçı olarak Ben Jonson, "Keşke
bin satırı karalasaydı," demekten alamamıştı kendini. Shakespeare,
ölümünden dört beş yıl önce köyüne, Stratford-on-Avon’a çekildi, orada artık
erince erdiğini gösteren bir ev aldı kendine ve davalara, borç işlerine verdi
kendini. Ün ilgilendirmiyordu onu; yapıtlarının ilk toplu basımı ölümünden sonra
yapıldı.
O zamanlar, Londra’nın dış
mahallelerinde (çoğu Thames’in karşı yakasında) yer alan tiyatroların üstü
açıktı. Halktan izleyiciler bir orta avluda ayakta dururlardı. Çepeçevre, daha
pahalı olan galeriler yer alırdı. Sahnede dekor ya da perde yoktu. Saraylılar,
iskemlelerini taşıyan uşaklarıyla birlikte gelirler, sahnenin yanlarına
otururlardı; oyuncular sahneye çıkmak için onların arasından geçmek zorundaydılar.
Günümüzde bir oyuncunun sahneye çıkmadan başladığı bir konuşma perde kalktıktan
sonra da sürebilir. Shakespeare’in zamanında oyuncuların önce sahneye çıkmaları
gerekiyordu. Gene aynı nedenle, yani perde olmadığı için, genellikle son
perdede sayıları artan ölüleri sahnenin dışına taşımak zorundaydılar. İşte,
Hamlet’in görkemli bir askeri törenle gömülmesinin nedeni budur. Dört komutan
Hamlet’i gömütüne taşırken, Fortinbras şöyle der:
Çalsın
borazanlar, gürlesin
toplar
Şanına
lâyık olsun töreni.
Bereket, dekor
olmadığından Shakespeare,
oyunlarındaki sahneleri
betimleyen sözcükler kullanmıştır. Kimi durumlarda ruhbilimsel nedenlerle böyle
yaptığı da olmuştur. Kral Duncan, kendisini bir gece öldürecekleri Macbeth’in
şatosunu gördüğünde kuleye bakar ve uçuşan kırlangıçları görür; yazgısından
habersiz, acıklı bir iyimserlikle: "Yaz misafiri kırlangıç, o tapınaklar
kuşu/Nazlı yuvasını kurduğuna göre buraya/Göklerin soluğunda cennet kokulan
olmalı," der.[ Jorge Lııis Borges’i» burada William Shakespeare’in Macbeth adlı yapıtından aktardığı sözler aslında Duncan’ın değil, Bonquo’nun.
Küçük bir bellek
sürçmesi olsa gerek.] Oysa kralı öldüreceğini
bilen Lady
Macbeth, haberci Duncan'ın
geldiğini bildirdiğinde, "Karganın da sesi onun için kısıldı demek, " der. "Ne
zaman gidecek?" diye sorar Macbeth’e. "Yarın gitmek niyeti,"
deyince, "Hayır, güneş hiçbir zaman/Öyle bir yarın görmeyecek," diye
yanıtlar Lady
Macbeth.
Goethe, bütün şiirin
durum ve koşullarla bağıntılı olduğu kanısındaydı; Shakespeare’in de, tüm
yazının en coşkun yaratılarından biri olan Macbeth’in tragedyasını yazmasında,
konunun İskoçlarla ilgili bir konu olması ve o sıralar Iskoçya Kralı I.
James’in Ingiltere tahtında oturuyor olması önemli bir rol oynamıştır belki de.
Macbeth'teki (1605-06;
Makbet, 1908 / Macbeth,
1931, 1946, 1989) üç cadıya ya da Yazgılar’a gelince, Kral I. James’in
büyücülük üstüne bir inceleme kaleme aldığını ve büyüye inandığını anımsamakta
yarar var.
Hamlet (1600-01;
Hamlet, 1908,
1944, 1990
/ Hamlet Danimarka
Prensi, 1941) Macbeth'
den daha karmaşık ve daha
ağırdır. Hamlet'in
özgün konusu, Danimarkalı tarihçi Saxo Grammaticus’un [Saxo
Grammaticus (ürün verdiği dönem 12.
yüzyıl ortası-13. yüzyıl başı), Danimarkalı tarihçi. Gesta
Danorurn (Danlur’ın Tarihi) adlı yapıtı, Danimarka
tarihiyle ilgili ilk önemli çalışma ve Danimarka’nın dünya edebiyatına yaptığı
ilk katkıdır.] kitaplarında; ama
Shakespeare okumuş değil tarihçinin yazdıklarını, belki dinlemiş. Kahramanın
kişiliği, sayısız tartışmanın konusu olmuştur. Coleridge’e bakılırsa,
Hamlet’te düş gücü ve akıl, istençten üstündür. Oyunda, bir anlamda, tek bir
ikincil kişi yoktur. Hamlet’in kafatasını ellerine alarak söylediği birkaç
sözle ölümsüzleştirdiği Yorick’i nasıl unutabiliriz? Tragedyanın iki kadın
kahramanı da aynı ölçüde unutulmazdır: Hamlet’i anlayan ve onun tarafından
terk edilmiş olarak ölen Ophelia ve Hamlet’in annesi, katı, acılar çekmiş,
kösnül Gertrude. Hamlet’te
bir de büyüleyici bir buluş, oyun içinde bir oyun vardır; Schopenhauer’in
göklere çıkardığı bir buluş Cervantes’in de hoşuna giderdi sanırız. Her iki
tragedyada da, Macbeth'
te de, Hamlet' te de ana
izlek bir suçtur; birincisine yol açan hırstır, İkincisine yol açansa hırs, öç
alma ve hakkın yerini bulması gereksinimi.
Shakespeare’in romantik
tragedyası Romeo and Juliet (1594-95; Romeo-Julyet, 1938 / Romeo ile Juliet, 1985, 1992), az önce
sözünü ettiğimiz iki yapıttan epeyce farklıdır. Romeo ile Juliet'in izlediği, iki sevgilinin
talihsiz sonları olmaktan çok, aşkın yüceliğidir. Shakespeare’in bütün
yapıtlarında olduğu gibi bu yapıtta da ilginç ruhbilimsel sezgiler vardır. Romeo’nun
Rosaline’i bulmak amacıyla bir maskeli baloya giderken Juliet’i görüp ona
vurulması, övgü ve hayranlıkla karIil.mu hop. Çünkü o sırada ruhu aşka hazırdır
Romeo’nun. Marlowe\la da olduğu gibi, sık sık rastlanılan abartmaları her zaman
doğrulayan bir tutku söz konusudur. Romeo, Juliet’i golüme bağırır:
"Parıldamayı öğretiyor bütün meşalelere!” Daha önce sözünü ettiğimiz
Yorick’in durumunda olduğu gibi, birkaç sözcükle gözler önüne serilen iki
kişiyle tanışırız. Oyunun konusu, kahramanın zehir elde etmesini gerektirdiğinde,
eczacı ona zehir satmaya yanaşmaz. Romeo, ona altın vermeyi önerdiğinde, "Arzum
değil, yoksulluğum boyun eğiyor buna,"
der eczacı. Romeo’nun yanıtı şu olur: "Ben de arzun.! değil,
yoksulluğuna veriyorum paranı.”
Yatak odasındaki ayrılık
sahnesinde, atmosfer bir ruhbiIimsel öğe olarak girer araya. Romeo da, Juliet
de ayrılığı geciktirmek istemektedir; Juliet, sevgilisini, sabahı haberleyen
horozun değil, bülbülün öttüğüne inandırmak ister; ölümle burun buruna olan
Romeo da şafağın ayın kurşunsu bir yansıması olduğuna inanmaya hazırdır.
Shakespeare’nin romantik
nitelikteki bir başka oyunu da Othello' dur. (1604-05; Othello, 1931, 1943,
1985) Othello'da işlenilen izlekler aşk, kıskançlık,
katkısız kötülük ve çağımızda kullanılan deyimiyle aşağılık duygusudur.
Othello’dan nefret eden lago, rütbesi kendisinden yüksek olan Cassio’dan da tiksinir.
Othello, Desdemona’nın yanında aşağılık duygusuna kapılır, çünkü ondan çok
yaşlıdır; sonra Othello bir Magripli’dir. Desdemona yazgısına boyun eğer ve
ölümüne yol açacak suçu üstüne almaya çalıştıktan sonra Othello tarafından
öldürülür. Aşk ve efendisine bağlılıktır onun nitelikleri, lago’nun oynadığı
oyun ortaya çıkınca, Othello Desdemona’nın erdemlerinin farkına varır ve
kendini hançerler; ama vicdan azabından değil, Desdemonasız yaşayamayacağını anladığı
için yapar bunu.
Bu kısa
kitabın dayattığı sınırlar, Antony and Cleopatra (1606-07; Antuvan ile
Kleopatra, 1921 / Antonius
ile Kleopatra, 1944-1988); Julius
Caesar (1599-1600; ]ül Sezar, 1912 / Julius
Caesar, 1930, 1991); The Merchant of penice (1596-97; Venedik Taciri, 1930,
1973): King Lear (1605-06; Kral Lir, 1912 / Kral
Lear, 1937,
1986) gibi
önemli yapıtlardan söz etmemize olanak tanımıyor. Ne var ki, Don Kişot gibi
gülünç, ama sevimli bir şövalye olan Falstaff’a değinmeden geçemeyeceğiz.
Falstaff’ın Don Kişot’tan farkı, on yedinci yüzyıl edebiyatında pek
rastlanmayan bir mizah duyarlığına sahip olmasıdır.
Shakespeare,
yüz kırk kadar da sone
bıraktı ardında. Bu soneler, hiç kuşkusuz özyaşam-öyküsel bir nitelik taşır ve
bugüne dek kimsenin bütünüyle aydınlığa kavuşturamadığı bir aşk öyküsünden söz
eder. Swinburne, "Ölümsüz ve tehlikeli belgeler," diye niteler bu
soneleri. Sonelerden birinde yeni platoncu ‘dünya ruhu’ öğretisine, kimilerinde
de evrenin tarihinin çevrimsel olarak yinelendiği yolundaki Pythagorasçı
öğretiye değinilir.
Shakespeare’in yazdığı
son oyun The Tempest
idi, (1611-12; Fırtına,
1935, 1964) Ariel ve karşıtı Calibon olağanüstü buluşlardır. Büyü
kitabım ortadan kaldırıp büyü sanatından vazgeçen Prospero’nun, Shakespeare’in
kendi yaratıcı Çalışmalarına veda edişini simgelediği de söylenebilir. Sh:
29-35
Zamanın yüzyıllık
dönemlere bölünmesi yararlı bir alışkanlıktan başka bir şey olmadığına göre,
okurlarımız bu alışkanlığa körü körüne bağlı kalmadığımız için bizi
bağışlamalı. Ama £ene de, yazmaya on dokuzuncu yüzyılda başlayıp yirminci
yüzyılda da sürdüren yazarlar arasında hiçbirinin bize Henry James (1843-1916)
kadar yakın olmadığı inancındayız, onun için de bu bölümü James’le
başlatıyoruz. Henry
James, varlıklı ve aydın
bir ailenin çocuğu olarak New York kentinde doğdu. Erkek kardeşlerinden biri, ünlü ruhbilimci
William James’di. Henry James’in dostları arasında Turgenyev, Flaubert,
Goncourt Kardeşler, Wells ve Kipling’i sayabiliriz. Avrupa’yı epeyce gezdikten sonra
İngiltere’ye yerleşen Henry James, ölümüne bir yıl kala İngiliz uyruğuna geçti.
James’in ele aldığı ilk
izlerden biri de, Avrupa’da yaşayan Amerikalıydı. Avrupa’da yaşayan
Amerikalının ahlaksal bakımdan Avrupalıdan üstün olmakla birlikte, kişilik
açısından Avrupalı kadar karmaşık olmadığı kanısındaydı James. 1877’de The American (Amerikalı)
adlı romanı yayımlandı. Bu romanın kahramanı son bölümde öç almaktan cayar. Ama
caymasının nedeni bağışlayıcılığı ya da dinine bağlılığı değildir. Öç
almasının, onu kendine haksızlık edenlere bağlayan zincire bir halka daha
eklemekten başka bir işe yaramayacağını sezinlemiştir. Başka bir romanı, What Maitie Knew (1897; Maisie’nin
Bildiği) dünyadan habersiz küçük bir kızın masum gözlerinden
izlediğimiz acımasız bir öykünün ipuçlarını verir; kız olup biteni anlamadan
anlatır öyküyü. James’in kısa öykülerinde bilinçli bir belirsizlik egemendir.
Sözgelimi, en çok tartışılan öyküsü The Turn of the Screw (1898; Yürek Burgusu, 1988)
en az iki yorum kaldırır. Hiç kimse, James’in bu öyküyü yazarken, bu değişik
yorumlar için, hiçbirini benimsemeksizin çaba göstermiş olabileceğini kabule
yanaşmamıştır. Son öyküsü The
Sense of
the Past (1917;
Geçmiş Duyusu) bir türlü tamamlanmadı. James bu öyküsünde, Well 'in Zaman Makinesi’nin etkisinde, kendini düşünmeye ve yalnızlığa
vererek on sekizinci yüzyıla dönen ve en sonunda şimdi de nasıl bir yabancıysa
geçmişte de öyle yabancı olduğunun farkına varan genç bir Amerikalının
serüvenlerini anlatır. Henry James’in kendi yaşamı da farklı olmasa gerekir: Düşüncelere
gömülmüş bir yalnızlık ve bir sürgün duyarlığı. Bütün yazarlar Henry
James’i usta bilirler,
ama kimse okumaz kitaplarını. Öykülerinden birinde, cennetin karşımıza lüks bir
sanatoryum olarak çıkması anlamlıdır. Henry James umuttan yoksun yaşadı, ama
otuzu aşkın ciltten oluşan yapıtlarının önemine ve yetkinliğine yürekten
inandı.
Gilbert Keith Chesterton
(1874-1936), yalnızca Peder Brown’in ve Katolik inancının etkili bir savunucusu
değil, bir denemeci, eşsiz bir yaşamöyküsü yazarı, tarihçi ve şairdi. Desen ve
resim çalışmaları da yapan Chesterton, dostu Hilaire Belloc’un kimi
kitaplarını resimledi. Daha sonraları kendini bütünüyle edebiyata veren
Chesterton’ın yazdıklarında hep güçlü bir resim öğesi göze çarpar. Kişileri,
sahneye çıkan oyuncular gibidir. Canlı, ama gerçekdışı görünüm betimlemeleri
belleğimizde yer eder. Chesterton, Fin de siécle (19. yüzyıl sonu) diye anılan iç karartıcı yılları yaşadı. Edmund
Bentley’e adadığı bir şiirinde, ‘sen ve ben gençken, dünya çok yaşlıydı
gerçekten,’ der. Bu kaçınılmaz iç sıkıntısından onu kurtaran, Whitman
ve Stevenson
oldu. Ama gene de, o
karamsarlıktan bir şeyler kaldı geriye; ürkünç olana duyduğu güçlü eğilimi
sürdürdü Chesterton. Nitekim, en tanınmış romanı The Man Who Was Thursday’in. (1908; Bay Perşembe, 1988) altbaşlığı Bir Karabasan dır (A Nightmare). Chesterton, bir Edgar Allan Poe
ya da bir Kafka
olabilirdi, ama çok şükür Chesterton olmayı yeğledi. 1911 ’de, Büyük Alfred’in
Danimarkalılara karşı giriştiği savaşları dile getiren The Ballad of the White Horse (Beyaz Atın Baladı) adlı bir epik şiir yayımladı. Olağanüstü bir benzetmeyle
karşılaşırız bu şiirde: ‘Mermer, som ayışığı sanki; altınsa, donmuş bir
ateş.’ Bir başka şiirinde geceyi şöyle betimler: ‘Dünyadan büyük bir
bulut, gözlerden oluşan bir canavar.’ Ballad of Lepanto (İnebahtı
Baladı) da yabana alılır
cinsten değildir. Şiirin son bölümünde, Yüzbaşı Cervantes, kılıcını kınına
sokar ve hafifçe gülümseyerek, Kastilya'nın bilimsiz yollarında dolaşan bir
şövalyeyi düşünür. Peder Brown öyküleri, en ünlü yapıtıdır Chesterton’ın. Her
öyküde, çözülmesi olanaksız görünen, ama sonunda akla uygun bir biçimde
çözülen bir olay sunulur. Paradoks ve nükte, on sekizinci yüzyılda dine karşı
kullanılmıştı. Chesterton bunları dini savunmak için kullandı. Chesterton’ın
Hıristiyanlık savunusu Orthodoxy
(1908; Ortodoksluk) adlı
yapıtını Alfonso Keyes İspanyol cay a büyük bir ustalıkla çevirmiştir. 1922’de
Anglikan Kilisesi’nden ayrılan Chesterton Katolikliği benimsedi. Eleştirel
denemelerinden, Ermiş Francis, Ermiş Thomas, Chaucer, Blake,
Dickens, Browning, Stevenson ve George Bernard Shaw’la ilgili olanlar geliyor
aklımıza. Bir de, The Everlasting Man (1925; Ölümsüz İnsan) adlı çok güzel bir insanlık tarihi yazdı.
Yapıtlarının tümü yüz cildi aşar. Nüktelerinin ardında derin bir bilgi
sezilirdi. Şişmanlığı ise dillere destandı Chesterton’ın: Bir gün otobüste
kalkmış, üç kadına yerini vermiş. Zamanının çok sevilen yazarı olan Chesterton,
edebiyat dünyasının en
albenili kişilerinden biridir.
Bir madenci ile bir öğretmenin oğlu olan David
Herbert Lawrence (1885-1930), çocukluk
çağını, 1913’te yayımlanan Sons
and Lovers (1913; Oğullar ve Sevgililer, 1989) adlı romanında dile
getirdi. Önce ilkokul öğretmenliğini seçen Lawrence, 1911’de yayımlanan ilk
romanı The White Peacock
(Beyaz Tavuskuşu) ile birlikte
yazarlıkta karar kıldı. Bir yıl sonra Frieda Weekley ile birlikte İtalya’ya
yerleşti; 1914’te evlendiler. Aynı yıl The Prussian Officer and Other
Stories'i
(Prusyah Subay ve Başka Öyküler) yayımladı. Ardından Tlıe Rainbow (1915; sansürlü basımı 1916; Yağmur
Kuşağı, 1975 / Gökkuşağı, 1984, 1990) Twilight in Italy (1916; İtalya'da
Alacakaranlık), ona bir ödül kazandıran The Lost Girl (1920; Kayıp Kız,
1982), The Plumed Serpent (1926; Kanatlı Yılan, 1959) ve bir Avustralya gezisinden sonra Kangaroo (1923; Kanguru) geldi. Tıpkı puta tapanlar ve Walt
Whitman gibi D. H. Lawrence
da, bedensel aşkta
kutsal bir yan olduğunu düşünüyordu. Lady Chatterley's Lover (1928; Lady Chatterley'in Sevgilisi,
1981, 1985)
adlı romanının üç değişik metninde, Lawrence bu düşüncesini yansıtmaya
çalışır.
[ D. H .
Lawrence, Lady Cbutterley’in
Sevgilisi'n'i üç kez yazdı. Floransa’da (1928) ve Paris’te (sınırlı sayıda
basılan romanın sansürlü basımı İngiltere’de 1932’de yapıldı. Yazanımı
onayladığı yazanı, 1928’de Floransa’da kendisince bastırılan yazımdır. Tam
metin ancak 1959’da New York kentinde, |960’da da Londra’da yayımlanabildi ve
yankılar uyandıran bir davaya konu
oldu.]
Lawrence, kimi zaman açık tan açığa, kimi zaman ince bir örtüklükle dile
getirir bu düşüncesini. Onu 1925’ten 1928’e kadar uğraştıran Lady Chatterley'in Sevgilisi
belki de başyapıtıdır, ama başyapıtı olmasa bile en ünlü kitabı olduğu su
götürmez. Lawrence’ı en sonun da öldüren veremin, onun duyarlılığını bilediği
ve aşırı tutumlarını haklı gösterdiği de söylenebilir.
Öyle sanıyoruz ki,
Lawrence’a saldıranlar ile Lawrence’ı savunanların azgınlığı, ona hep önyargılı
bakılmasına yol açmıştır. Bu kalem kavgalarının artık son bulduğu günümüzde,
büyük bir yazar olarak karşımızda durmaktadır D. H. Lawrence.
Arabistanlı Lawrence
diye bilinen Thomas
Edward Lawrence (18881935), bir
söylence, destansı bir kişilik ve 1926’da yayımlanan The Seven Pillars of Wisdom
(Bilgeliğin Yedi Temel Direği) adlı uzun düzyazı
destanın ozansı yazarıdır. Oxford’da okudu. Arkeoloji uzmanıydı. Birinci
Dünya Savaşı sırasında Arap boylarının Osmanlı yönetimine karşı ayaklanmasına
komuta etti. Kitabının biricik kusuru, bu serüveni özellikle anlatan
sayfaların fazlalığıdır. Çok yürekli bir insan olan T. E. Lawrence, çok duyarlıydı
da. Bir yerlerde, ‘zaferin bedensel utancı’ndan söz eder. Başka bir yerde,
düşman alayının yiğitliğini şöyle över: ‘Bu savaşta ilk kez, kardeşlerimi
öldürenlerin gözüpekliğinden övünç duydum.’ İtilaf Devletleri’nin 1918’de
Araplara ihanet ettiği inancındaydı. Bu yüzden, bütün saygınlık ve
ayrıcalığını (adını bile) bir yana bıraktı ve Shaw
adıyla gidip Hava
Kuvvetleri’ne girdi. Bir motosiklet kazasında öldü.
T. E.
Lawrence yetkin bir Yunancacıydı.
İngilizcedeki otuz kadar Odysseia
çevirisi arasında onunki en iyilerden biridir.
Virginia
Woolf (1882-1941), tanınmış bir yazar olan
babası Sir Leslie Stephen’ın kitaplığında öğrendi ne öğrendiyse. Gerçekte
şiire yatkın olmasına karşın romanı yeğledi ve bu alanda Henry
James ve Proust
etkisinde görülmemiş
deneylere girişti. Aynı adı taşıyan en ünlü romanının kahramanı Orlando
yalnızca bir birey değil, aynı zamanda eski bir aileyi örnekleyen bir tiptir.
Uç yüz yıl yaşar ve bu uzun öyküsü içinde cinsiyet değiştirir. Night and Day (1919; Gece ve Gündüz), Jacob’s Room (1922; Jacob’m Odası), To the Lighthouse (1927; Deniz Feneri, 1982, 1989)
ve The Waves de (1931; Dalgalar, 1974,
1988) Woolf’un
güzel romanlarındandır. Flush'da (1933)
Browning’lerin öyküsü köpeklerinin gözünden anlatılır. Virginia Woolf’un
kitaplarında olay örgüsü, değişen bilinç durumları ve incelikle betimlenmiş
görünümler kadar önemli değildir. Hem görsel, hem müziksel bir üslup kullanır. Woolf,
ikinci Dünya Savacı
günlerinde bir ırmakta canına kıydı.
Soylu Victoria
Sackville-West (1892-1962), arkadaşı Virginia Woolf’un Orlando'da anlattığı soylu
ailedendi. 1913’te, İngiltere’nin İran Büyükelçisi ve Verlaine ile Swinburne’ün
yaşamöykücüsü Harold
Nicholson’la evlendi. 1922’de yılın işlerini ve günlerini mevsimlere göre
anlattığı The Land (Toprak) adlı şiiri yayımladı. Toprağın işlenmesine
ilişkin öteki şiirleri The
Garden (Bahçe), Orchard and Vineyard (Meyve Bahçesi ve Bağ) ve Some Flowers' dır (Bazı
Çiçekler). Otuz cilt tutan
yapıtları içinde üç roman öne çıkar: The Edwardians (Edward Dönemi İnsanları), The Dark Island
(Kara Ada) ve adını Milton’m Samson Agonistes'mm son dizesinden alan All Passions Spent (Bütün Tutkular Tükendi). Bu son kitabında anlatım geriye doğrudur. Hindistan
genel valilerinden birinin artık yaşlanmış dul karısı, görkemli geçmişini
anımsamaktadır, ama sonunda geçmişin bütün o ağırlığından bıkar ve geçmişinden
kurtarır kendini. Bu kitap, tıpkı The Edwardians'da. olduğu
gibi, İngiliz soylularının yirminci yüzyıl başlarındaki duygularını ve
alışkılarını, şiirselliğin de eksik olmadığı bir incelik ve alaycılıkla
aktarır. Bayan West, ayrıca, İngiltere’de ortaya çıkan ilk kadın yazar, aynı
zamanda bir casus ve kösnül kitaplar yazarı Bayan Aphra Ben üstüne bir inceleme
kaleme aldı; barok şair Andrew Marvell, Jan Dark ve Azize Teresa üstüne
yazılar yazdı.
İrlandalı James Joyce (1882-1981)
yüzyılımızın en olağanüstü yazarlarından biridir kuşkusuz. En büyük yapıtı Ulysses (1922) yoksun olduğu bütünlüğün yerine
inceden inceye işlenmiş bir bakışımlar sistemi getirmeye çalışır. Bu dokuz yüz
sayfalık romanda olaylar tek bir günde geçer. Her bölüm bir renge, insan
bedeninin bir işlevine, bir organa, bir söz sanatına ve belirli bir saate denk
düşer. Örneğin, bir bölümde kan dolaşımı ve abartma sanatının yanı sıra kırmızı
renk ağır basar. Başka bir bölüm, soru-yanıt yöntemine göre düzenlenmiştir.
Gene bölümlerden birinde, kahramanın yorgunluğunu yansıtabilmek amacıyla,
anlatım da giderek savruklaşır, özensiz seçilmiş deyimler ve beylik sözler
gitgide çoğalır. Ayrıca, Stuart Gilbert’ın belirttiği gibi, kitaptaki her öykü
Odysseia’ nın bir bölümüyle örtüşür. Bölümlerden biri,
bir sanrı niteliğindedir; hayaletlerle nesneler arasındaki söyleşimlerden
oluşur. Dublin kerhanelerinden birinde geçer bu bölüm. Okurda bir sona eriş,
bir yineleme, bir uyanış duygusu, uyandıran Finnegan’s Wake
(1939) daha da tuhaftır. Ulysses bir
uyanıklık kitabıysa, Finnegan’s
Wake bir düşler kitabıdır. Finnegan’s Wake*in
kahramanı Dublinli bir meyhanecidir; damarlarında Kelt, İskandinav, Sakson ve
Norman kanı dolaşır. Her gördüğü düşte bu atalarından biri olur; dünyada akla
gelebilecek kim varsa o olur. Romanın söz dağarı ilgeçleri ve harf-i tarifleri
bir yana bırakırsak, aralarında İzlandaca ve Sanskritçeyi de sayabileceğimiz
çeşitli dillerden alınmış bileşik sözcüklerden oluşur. İki Amerikalı bilim
adamı, [Campbell ve H. M.
Robinson] yıllarca uğraşıp A Skeleton Key to Finnegans’s
Wake (Finnegan's Wake İçin Maymuncuk) adlı ne yazık ki onsuz
edilemez bir kitap yayımladılar.
Joyce’un yadsınmaz
dehası, özünde sözseldir. Ne yazık ki, bu dehasını romanda tüketen Joyce iyi
şiir yazmaya pek az yöneldi. Sözünü ettiğimiz kitaplarının çevrilmesi olanaksızdır.
Ama The Dubliners’daki
(1914; Dublinliler, 1987, 1990} adlı o güzel özyaşam-öyküsel romanı
için aynı şey söylenemez.
James Joyce
Birinci Dünya Savaşı
sırasında Paris, Zürih ve Trieste’de yaşadı. Kendi deyişiyle, sürgünde ve
özlemde yazdı. Zürih’te öldüğünde yoksul, yorgun ve kördü. Virginia
Woolf, Ulysses’in şanlı bir yenilgi
olduğunu söylemiştir.
William
Butler Yeats (1865-1939), T. S. Eliot’a göre, zamanımızın
en önde gelen şairidir. Yapıtlar iki döneme ayrılır; ilk dönemi, İrlanda ulusal
edebiyatının canlandığı bir evreye denk gelir. Yeats’in bu döneminin temel
özellikleri müziğinin güzelliği, bile bile belirsizleştirilmiş imge düzeni ve
sık sık eski İrlanda mitologyasına başvurmasıdır. Yeats bu döneminde hiç
kuşkusuz Ön-Raffaellocu akımın şairlerinden etkilenmişti. Buna karşılık,
ikinci döneminde, başka bir deyişle olgunluk evresinde bambaşka bir şair çıkar
karşımıza. Şiirinde varlığını sürdüren mitologya artık süsleyici ya da geçmişe
özlem duyan niteliklerinden sıyrılmıştır, anlam yüklüdür. Dahası, canlı ve
somut, çağdaş imgelerle iç içe geçmiştir. Yeats’in şiiri dolaylı söyleyimleri
değil açıklığı amaçlar. Evrensel bir belleğin varlığına inanıyordu Yeats. Tek
tek bütün bellekler bu evrensel belleğin birer parçasıydı ve onu belirli simgelerle
canlandırmamız olanaklıydı. Teosofik düşünme, Yeats’i yakından
ilgilendiriyordu; daha birçokları gibi o da çevrimsel bir tarih öğretisi
düşünüyordu. Dediğine bakılırsa, bu öğretiyi ona bir Arap gezginin ruhu
açıklamıştı. Yeats’in gerçekçilikten bilinçli bir biçimde uzak kılınmış
tiyatro yapıtlarını, Japon tiyatro sanatının tekniği etkiledi. Sözgelimi,
oyunlarından birinin bir sahnesinde savaşçıların kılıçları düşmanlarının
kalkanlarına iner. Yeats, bu sahnede, kılıçların kalkanlara çarpmaması ve bir gong
sesiyle düşsel bir
çarpışın vurgulanması gerektiğini belirtir.
Rastgele seçtiğimiz şu
dize, bir güzellik ve derinlik örneğidir. Birkaç güzel kadın merdivenden ağır
ağır inmektedir. Birisi bu kadınların ne için yaratıldığını sorar ve şu yanıtı
alır: ‘Günah ve aşk gecesi için.’ 1923’te Yeats’e Nobel
Edebiyat Ödülü verildi.
Bir mühendisin oğlu olan
Charles Langbridge Morgan (1894-1948), Kent kontluğunda dünyaya geldi. Birinci
Dünya Savaşı’nın başlarında Almanlar’a tutsak düştü ve Hollanda’da dört yıl
tutuklu kaldı. The
Fountain (Çeşme) adlı
romanında Hollanda’ya ilişkin bilgilerinden yararlandı. Morgan’ın yapıtlarında
ele aldığı iki ana konu, insan duygularının tinselleştirilmesi ve aşk ile görev
arasındaki çatışmadır. En önemli üç romanı Portrait in a Mirror (Aynadaki Portre), The Fountain ve Sparkenbroke' dur. Portrait in a Mirror,
sevdiği kadının portresini ancak onu tümden anlayabildiği ve bir daha birlikte
olamayacaklarını öğrendiği zaman tamamlayabilen genç bir adamın öyküsüdür. The Fountain’da, birbirlerini seven ve sayan iki adamla bir
kadının öyküsü anlatılır ve çözümlenir. En karmaşık kitabı olan Sparkenbroke' da,
Morgan, bir yazarın acı veren yetkinlik tutkusunu ve en sonunda bir başına
kalışını dile getirir, imgelerin güzelliğine ve en ince duygu titreşimlerine
ihanet etmek istemediğinden, akışı ağır bir anlatımı vardır Morgan’ın.
Henry
James gibi Tlhomas
Stearns Eliot
da (1888-1964) Amerika
Birleşik Devletlerinde doğdu. Gerek İngiltere, gerek dünyada Paul Valéry’ninkine benzer bir yeri
vardır. İlk başlarda, açıkça ve bağlılıkla taşkın Ezra Pound’un yolundan gitti.
1922’de ilk ünlü şiiri The
Waste Land (Çorak Ülke) yayımlandı. Yirmi yıl sonra Four Quartets (Dört Kuartet) adlı ilginç şiir kitabı çıktı. Eliot
Quartet’lerden birinde, sözcükleri değil, yer yer başka bir dilden alınma,
birbiriyle ilintisiz dizeleri kullanır. Böylece, yaygın bir Avusturya müzikhol
şarkısı ile Verlaine’den bir dize art arda gelebilir. Arjantin’de Rafael Obligado,
Las Quintas de mi tiempo
(Benim Zamanımdaki Kır Evleri) adlı şiirinin ilk
düzesinde aynı yönteme başvurmuştu; ama onun amacı hüzünlü bir etki
uyandırmaktı, yoksa Eliot gibi çarpıcı bir karşıtlığı yakalamak değil. Eliot’ın, kişileri
akılda zor kalan oyunları her şeyden önce deneysel bir değer taşır. Eliot,
Shakespeare döneminin uyaksız on
seslemli koşuk biçimi gibi, çağımızı yansıtacak bir koşuk biçimi bulmaya
çalışıyordu. The Family
Reunion'da (1939; Aile Toplantısı), yeniden
canlandırdığı koroya, insanların duyumsayıp da söylemedikleri şeyleri
söyletir. Büyük bir emek ürünü olan eleştinlerinde genellikle romantik akıma
karşı Yeni-Klasik akımı yüceltme eğilimindedir. Dante ve Milton üstüne,
Seneca’nın Elizabeth çağı tiyatrosuna etkisi üstüne incelemeleri de vardır.
1933 yılında İngiliz
uyruğuna geçen Eliot, 1948’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı. Şiirleri,
yazılırlarken nasıl yaz boz tahtasına döndüklerini unutturamayacaklar bize. Ama
yer yer eşsiz olan bu şiirlere, geçmişe özlem ve yalnızlık egemendir. Zaman
zaman Latin ozanlarındaki özlülüğü yakalar Eliot. Bir yerde, ‘tüfek için
yaratılmış’ erkek geyiklerden söz eder. Dinsel bakımdan bir Anglo-Katolik,
edebiyatla klasikçilik yanlısı, siyasette ise monarşi yandaşı olduğunu
yazmıştı.
ÖZET KAYNAKÇA
Chesterton, G. K., The Victorian Age in Literature. Harvey, Sir Paul, The Oxford Companion to English Literature.
Kennedy, Charles W., The Earliest English Poetry.
Ker, W. P., Medieval English Literature.
Lang, Andrew, History of English Literature.
Legouis,
Emile ve Cazamian, Louis, A
History of English Literature.
Saintsbury, George, A Short History of English Literature. Sampson, George, The Concise Cambridge History o English Literature.
Sh: 74-83
Kaynak: Jorge Luis BORGES, DENEME-Bir Ada Bir Kıta, Türkçesi Celâl ÜSTER,
Can Yayınları, Mayıs 1995 İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar