İnsan Yüreğine Yolculuk- Emin Özdemir
Derleyen: Halit YILDIRIM 26 Ocak 2009
Sunuş
Emin Özdemir’le elli yılın neredeyse her anını birlikte yaşadık.
Huylarımızdan huy kaptık, duygularımızdan duygu... Bir ömre de buncası yetmez
mi?
Özdemir onca kitap yazdı, nice etkinliklere
katıldı, TRT’de yıllarca programlar yaptı, konuşmalarını dinleyenler daha da
sürdürsün diye ağzına baktılar...Bir günden bir güne, şunu yaptım bunu yaptım
diye övündüğünü duymadım. Yine de, övündüğünün tek tanığı belki de benim!
Bir gün, telefonda, “Yazarlığıma bir şey diyemem, ama iyi bir okur
olduğumla övünebilirim...” dedi.
Bir genelleme yaparak ben de diyebilirim ki, okuma herkesin yapabileceği
bir etkinliktir, “İyi okur olmak” ise çok az kişinin edindiği temel
alışkanlıklardan biridir.
İyi okur, duyumsamalarıyla, algılamalarıyla, okuduğunu yeniden yaratır.
Okurla yazar arasındaki duygusal ya da eleştirel etkileşim bu yolla
gerçekleşir.
Jorge Luis Borges’in Alçaklığın Evrensel Tarihi adlı
kitabında, “Kimi zaman iyi okurların iyi yazarlardan bile ender
bulunduğundan kuşkulanıyorum (...) Açık ki, okuma, yazmadan sonra gelen bir
etkinliktir. Daha alçak gönüllü, daha az sıkıntı verici, daha entelektüel bir
uğraştır,” dediği budur.
Yazarın, birer güçlü far olan gözleriyle aydınlattığı yolu, ancak iyi okur
görebiliyor. Onun mekanı, artık anlam gökleridir, duyumsama ırmaklarıdır,
algılamanın en üst tepeleridir...
Bu nedenle, yazar; bilinen duyuların dışında kendine özgü sezgisel bir duyu
da geliştirir; olaylara öyle bakar, gerçekleri o gözle görüp yargılar.
Goethe, bu sezgiyle, ışığı gördüğünü
söylemiyor, “Işığı duyuyorum!” diyor: Emin Özdemir, İnsan Yüreğine Yoluculuk adlı bu denemesel anlatısında,
okurluğunu yazarlığıyla da besleyerek, başka yazarların ışıttığı yolda
gördüklerini, gözlemlerle, yorumlarla, düşünsel ve düşsel üretimlerle, filmlere
de göndermeler yaparak aktarıyor bize.
Yazarları bir yerde buluşturan, sözün gücüdür. Özdemir, sözün ne olduğunu,
İncil’in başında yer alan şu alıntıyla anlatıyor: “Başlangıçta söz vardı, / ve söz
Tanrıd'aydı, /ve söz Tanrıydı. / O başlangıçta Tanrıdaydı, / her şey onunla
yapıldı, / ve onsuz yapılamadı / var olanlardan hiçbiri. / onda hayat vardı, /
ve hayat onların ışığıydı.”
Özdemir, insan Yüreğine Yolculuk’ta, her biri ayrı bir
dünyanın kapısını aralayan yazarları, örneğin Homeros’la Yaşar Kemal’i
sözcüklerin evrensel dünyasında buluşturuyor, nice yazarlar arasında duygu
ağları kurarak, onlarla birlikte bir uzun yolculuğa çıkıyor. Doğal olarak,
kendini de, değişik kurgularla olayların içine sokuyor.
Yazarlar arasındaki bu uzun yolculuğunu, birbiriyle iç içe üç genel bölümde
yansıtıyor:
1. Ölümü
Sorgulamak,
2. Sevginin
Gökkuşağı,
3. Tutkular
Kavşağı...
Bu, biçimsel bir bölümlenme değildir, “insan halleri”nin iç yönsemeleridir.
Ölümü düşünmediğimiz gün olmuş mudur, sevgiyi tatmadığımız ya da sevgisizliğe
uğramadığımız, tutkuların kavşaklarında bunalıma girmediğimiz gün?.. Adnan
Binyazar
Ölümü
Sorgulamak
Adlandırılamayan
Bir süre önce günlük gazetelerin birinde bir haber okudum. Bir köpeğin
intiharını anlatan kısa bir haberdi bu. Çok etkiledi beni. O günden sonra
hayvanlara bakışım değişti. Eskiden yollarda, parklarda köpek gezdiricilerine
kızar, köpekleriyle konuşanların, onları bağırlarına basan, öpüp koklayanların
tutumunda bir yapaylık, bayağılık bulurdum. Artık öyle düşünmüyorum.
Sahibi Ölen Köpek İntihar Etti. Moskova (AA).
Moskova yakınlarındaki Puşkin kasabasında sahibinin ölümüne üzülen bir
köpek dokuzuncu kattan atlayarak intihar etti. “Moskovisky Komsomolets
Gazetesi”nin haberine göre köpeğin sahibi N. Çiçikof 24 Aralık günü
hastalandı. Köpek, hastalanan sahibinin yanından bir dakika bile ayrılmadı. N.
Çiçikof, 30 aralıkta öldü. Sahibinin ölümünden duyduğu acıyı uluyarak ve
ağlayarak dile getiren köpek bu acıya bir gün dayanabildi. Yılbaşı gecesi
bulunduğu binanın dokuzuncu katından atlayarak intihar etti. Köpeğin intiharı
ve duyarlı davranışı kasabada günün konusu oldu.
Haberin beni etkileyen yönü köpeğin, salt sahibinin ölümüne dayanamayıp
intihar edişi değildi. Başka bir neden daha vardı. Haber, yıllar öncesine, öğretmenlik
yaptığım Eğin’in bir köyüne, Hoyu’ya götürdü beni. Tıpatıp aynı olmasa da,
haberde söylenenleri anıştıran bir olaya tanık olmuştum.
Köydeki gençlerden biriydi Çırpı İsmail. Güler yüzlü, hafif şaşı, ince,
uzun boylu bir genç. Çırpı İsmail, bir gün, bir iş için dağ köylerinden birine
gitmiş. Elbette yaz kış, gece gündüz yanından ayırmadığı köpeğiyle. Köyde uzun
sürmüş işi. Köylüler, “Akşam oldu, bu saatten sonra yola çıkılmaz, kal bu gece,
yarın gündüz gözüyle dönersin,” demişler. Demişler ya, dinlememiş Çırpı,
karanlık basarken yola koyulmuş. Kanlı Kaya’nın oraya kadar gelmişler. Tam
uçurumların başladığı yerde at mı ürkmüş, yoksa uyumuş mu Çırpı İsmail, orasını
kimse bilmiyor, uçuruma yuvarlanmış.
Sahibinin uçuruma yuvarlandığını gören köpek çılgına dönmüş. Başlamış köye
doğru havlayarak koşmaya. Gecenin bir yarısında Çırpı İsmail’in evindekiler,
komşuları, köpeğin ortalığı birbirine katan havlamalarıyla uyanmışlar. Atı da,
İsmail’i de göremeyince kötü bir şeyler olduğunu sezmişler. Köpeğin ardından
hemen düşmüşler dağ yoluna. Kanlı Kaya’nın oraya ancak gün ağarırken varmışlar.
Gelenleri görünce at kişnemeye başlamış. Uçurumdan aşağı bakınca kanlar içinde
İsmail’in ölüsünü görmüşler.
Asıl içler acısı olan, İsmail gömüldükten sonra oldu. Herkes mezarlıktan
dönmüş, ancak köpek dönmemişti. Birkaç gün sürdü bu bekleyiş, sonra, köpek
ortalıkta görünmez oldu. “Herhalde küsüp gitti,” diye
düşündüler. Yanılmışlardı.
Bir sabah bir köpek ulumasıyla uyandım. Çırpı İsmail’in gömüldüğü yerden
geliyordu uluma, bir süre sürdü, sonra kesildi. Sabahleyin oğlunun mezarına
giden Çırpı’nın babası, gördüklerine inanamamış; deliye dönmüş öfkeden. Sanki
birileri mezarı açmaya yeltenmiş. Mezarı örten toprak, sağa sola savrulmuş,
etrafa yayılmış. Kim yapmış olabilir bunu?
Çırpı İsmail’in köpeği, hem ağlamaklı bir sesle uluyor, hem de mezarın
topraklarını tırmalayıp ortalığa savuruyormuş. Bunu görünce şaşırmış baba;
köpek mi, değil mi ayıramamış ilkin. İster korkudan deyin, ister öfkeden, eli
ayağı buz kesmiş. Biraz kendini toplayınca üst üste iki el ateş etmiş, köpeği
öldürmüş.
Ölümün ve acının bilincinde olan tek canlı, insandır. İnsanoğlu dışında
hiçbir canlı, ölümün, yok oluşun anlamına varamaz. Bu yönden hayvanların iç
acısı çektiği söylenemez; onların acıyı, sevgiyi yansıtan eylemleri içgüdüsel
olmaktan öteye geçmez.
Hayvanlar da acı çekiyor bana göre; ancak acılarını dışa vurma, yansıtma
biçimi farklı. Acılarını, çekilerini adlandıramıyor hayvanlar; ses düzleminde
kalıyor onlarınki. Adlandırıp söze dönüştüremiyorlar.
Bunu yapabilselerdi zaten hayvan-insan ayrımı da yapmazdık ki... Bir
denemecimiz, Nermin Uygur da aynı kanıda, o da böyle düşünüyor:
Adlandırma insanı insan yapan etmendir. Hayvanların, hele bâzı hayvanların
insanınkilere yaklaşan, insanınkileri andıran, insanınkileri aşan özellikleri
vardır. İş bölümlü yaşamada arıya, yön bulmada leyleğe, koşmada tavşana, iz
sürmede köpeğe imreniriz. Gene de hiç kimse bu hayvanları insan dünyasının
içine almaya kalkışmaz.
Hayvanlar konuşsaydılar bizden olacaklardı. Papağana bâzı sözcükler
belletilebilir; yunuslarsa birbirinden ayrı ve belirli yüze yakın ses
çıkarıyormuş.
Ama papağanlar kelimeleri çeşitli durumlarda değişen bir düzenle bir araya
getirip kullanamazlar. Bir yunus öbürüyle sesle anlaşsa bile, bu seslerin tarih
içinde gelişen bir dilin kelimeleri olduğu ileri sürülemez. Hayvanı insandan
ayıran adım, dilin açtığı uçurumdur.
İnsanın ayrıcalığı da buradan, kuşkusuz bu adlandırma, anlatabilme gücünden
geliyor. Dilin gücünden desem daha mı doğru olur? Dili değil midir, insanı
insan kılan? İnsan, doğasının, yaradılışının özüne de ancak dil yeteneğiyle
varmamış mıdır?
Ölümün ve acının bilincinde olan tek canlının insan olduğu savı öteden beri
söylenegelen bir genellemedir. Her genelleme gibi tartışılabilir; aklıma Antonio
Tabucchi’nin, “Tristano Ölürken”de anlattığı
fillerin ölüm törenine değin söyledikleri geliyor, bu genellemenin doğruluğuna
olan kuşkum, daha da büyüyor. Kitaptan o bölümü arayıp buluyorum:
Bütün hayvanlar içinde ölüm törenine hayran olduğum tek hayvan fildir: Çok
garip biçimde ölürler, bilir misin? Bir fil, saatinin gelip çattığını
hissettiği an sürüden ayrılır ama tek başına değil, kendine bir arkadaş seçer
ve beraber yola düşerler. Savanlar'dan koşarcasına yürümeye başlarlar; artık ne
kadar hızlı gittikleri ölmek üzere olanın acelesine bağlıdır...Giderler,
giderler, belki kilometrelerce yol alırlar ve en sonunda can çekişen fil, ölmek
istediği yeri bulur, bir iki kez dönüp yere bir çember çizer, artık saatinin
geldiğini bilir, ölüm kendi içindedir ama onu bir mekana yerleştirmek ister
gibidir ama, deyim yerindeyse sanki ölümün haritasını çizer...ve o çemberin
içine yalnız kendisi girebilir, çünkü ölüm özel, çok özel bir olaydır ve can
çekişenden başka kimse o çemberin içine giremez...işte o zaman arkadaşını bırakır,
sağ olasın, hoşça kal der ve öteki de sürüye döner...
İnsan da var oluşundan bu yana ölümü, ölümün yarattığı dipsiz korkuyu
içinde, yüreğinin derinliklerinde taşımıştır. Yaşam çemberinin içinde dönenip
dururken bu korkuyu yenmenin yollarını aramıştır hep. Bu arayışta en büyük
silahı söz ve sözcükler olmuştur.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar