Print Friendly and PDF

İslami Bilgiler

Bunlarada Bakarsınız


Kurân-ı Kerim’in dili

Bütün bunların yanında Kur'an'ın Kureyş lehçesi ile indirildiği iddialarına karşı çıkan âlimler de vardır. Mesela Suyuti bu konuda bir delil olmadığını, Kur'an'da çeşitli kıraatlar olduğunu ve Kureyş lehçesinde olmayan kelimeler bulunduğunu ifade eder. Yine Kureyş lehçesi için farklı kabilelerden kelime alırken, yabancılarla komşuluğu olan kabilelerden kelime almadığı, sadece Kays, Temim ve Esed'den kelime aldığı iddia edilir. Temmam Hassan Kur’an’ın indirildiği müşterek dilin Kureyş lehçesi olduğu görüşünü şu sebeplerle reddeder:
 1. Bu iddiayı savunanlar tarihî tek bir delil gösteremezler, sadece dinî duyguları ön plandadır.
2. Kur’an’ın ““Apaçık bir Arapça ile...” (Şuara, 95) “  ifadesinde “arabiyyün mübin ” demek; Kureyş dili demek değil, tüm Arapların dili anlamındadır.
3. Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem insanlara hitap ederken kendi kabilelerinin lehçesiyle konuşuyordu. Bu lehçeler de Kureyş lehçesindeki fesahata sahiplerdi.
 4. Kureyş lehçesi gramerci ve dilcilerin kelime alımında başvurdukları kabileler arasında değildir. Bunun sebebi yabancılarla karışmış olmasıdır.
5. Kureyş kabilesine ait şiirsel eserler yoktur. Cahiliye şairleri diğer Arap kabilelerindendir.
 6. Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem, Hevazin kabilesinin ileri gelenlerinden olan Sad b. Bekiroğullarının yanında yetişmiştir. Sa’d oğullarının dili Kureyş’e göre daha fasihtir. Bu nedenle Kureyş, kendi soyundan bazılarını dili daha düzgün öğrenmesi için Sa’d oğullarına göndermiştir. Ayrıca  (“Biz her peygamberi iyice açıklasın diye kendi halkının dili ile gönderdik İbrahim, 4..”) ayetindeki hüküm tüm Arapları içine alır.
7. Kur’an yedi harf üzere indirilmiştir. Okuyuş birden fazladır, tüm bu okuyuşlar da Nebi’ den sahih senetlerle rivayet edilmiştir. Bu okuyuşların çoğunda Kureyş lehçesinde bulunmayan dil olguları vardır.
 8. Kureyş lehçesinde bazı dil özellikleri Kur’an’da ve şiirde kullanıldığı biçimden farklılık gösterir. Mesela Kur’an’da hemzenin tahkiki söz konusu iken Kureyş teshilini tercih eder. Yani fasih müşterek dil sadece Kureyş lehçesi değil tüm Arap lehçeleridir.
Mekke ve Kâbe

Mekke’de yaşayan Amâlika, Cürhüm, Huzâa ve Kureyş gibi bir çok kavim, Kâbe’ye saygılarından ötürü evlerini hiçbir zaman ondan daha yüksek yapmamaya özellikle dikkat etmişlerdir. Bu saygı hissi, onlarda uyulması gereken bir kanun hali- ne gelmişti. Daha sonraları bu gelenek yıkılarak yüksek evler yapılmaya başlandı. Genelde, cahiliye döneminde Mekke halkı ev yaparken ustaya, evin tavanının Kâbe’nin tavanını geçmemesini ve ondan daha yüksek olmamasını emrederlerdi.
 Bu duruma göre, Mekke evlerinin Kâbe’den alçak olduğu, Kabe’yi geçmemek şartıyla birkaç kat olabileceği kanaatine varılmaktadır. Şeybe b. Osman’ın Kâbe’den daha yüksek yapılan evleri yıktırması, tezimizi desteklemektedir.
Mekkeliler, Kâbe’ye bakan evler yapmazlardı. Kâbe’nin görünmesini engelleyecek ev yapmayı hoş da karşılamazlardı.
Özellikle Merve ve Safâ arasında da ev yapmaya karşıydılar. Yani bina yapımları Kâbe’ye göre ayarlanırdı.
 Ayrıca Kâbe, şekil olarak kareye yakın dikdörtgen olması, Mekke halkının köşeli ev yapımını kötü görmesine sebep olmuştur. Mekke halkı evlerini dairemsi yaparlardı.
Köşeli ev yapıldığında başlarına belalalar geleceğine inanan halk, ilk defa geleneği bozarak Mekke’de köşeli ev yapan Hümeyd b. Züheyr için şu şiiri söylemiştir

 “Hümeyd dört köşeli yaptı evini
Bu onun için ya ölüm olur ya hayat.”

 Hümeyd b. Züheyr Esedî’den sonra, halkın Kâbe’ye karşı duyduğu sevgi ve saygı anlayışında meydana gelen bu değişiklik üzerine Kâbe gibi köşeli evler yapılmaya başlandığı kaydedilmektedir. Bazılarına göre İlk köşeli ev yapan kişi, Yezîd b. Verkâ el-Huzâî’dir.

 Mekke’de ilk ev konusunda da tartışma vardır. Mekke’de ilk bina yapımım Sa’d b. Amr es-Sehmî’nin gerçekleştirdiğini  iddia edenler de vardır. Mekke’de yarı bedevilerin yaptığı kamış, balçık kulübe türü evler ve haymeler (çadırlar) dışında evlerin taş ve topraktan yapıldığı  ve zaman zaman ahşap malzemelerin de kullanıldığı görülmektedir. Nitekim, Kâbe de taş ve ahşap malzeme  ile yapıldı.
Evlerin tavanında yağmur yağdığında suların içeri girmesini en- gellemesi için de izhir otu kullanılmıştır. Aynı zamanda izhir, Mekke yapılarında balçıkla beraber dolgu malzemesi olarak kullanılırdı.

 Mekke’de evlerde kullanılan taşlar, etraftaki dağlardan getirilirdi.
 Bu taşlar, siyah ve beyaz renkliydi.
Ayrıca evlerde harç olarak balçık ve kilin kullanıldığı görülmektedir. Peygamber’in bu iki malzemenin mezarlıklarda kullanılmasını yasaklaması da düşündürücüdür.
Şi’râ  Yıldızının Ayrıcalığı

Mekkelilerin gök cisimlerini kutsadıkları bilinmektedir. Kureyş, çocuklarına çokça Abduşems (güneşin kulu) ismini koyardı.
 Bu durum Kureyş’in güneşe çok önem verdiğini göstermektedir. Ayrıca Mekke’de bazı Kinâne kollarının aya taptığı  rivayetine bakılırsa Kureyş’in, gökteki cisimleri de Allah’a ortak koştuğu söylenebilir.
Mekke’de bazı Kureyş ve Huzâa mensuplarının Şi’râ denen yıldıza taptıkları bildirilmektedir.
 Şi’râ yıldızına tapma fikrini ilk olarak Mekke’ye getiren şahsın, Huzâa Kabilesi lideri olan Ebû Kebşe’dir.
 “Ebû Kebşe” Peygamber’in annesinin babası oian Vehb b. Abdimenâf ın dedesidir. Ebû Kebşe'nin ismi Ebî Kayle Vecz b. Ğâlib’dır. (bkz. Zübeyrî, 261; Âlûsî, Bulûğ, II, 239)
 Ebû Kebşe Kureyş’in dinine karşı çıkıp, onların putlarına tapmadı. Peygamber de putlara tapmaya karşı çıktığından dolayı ona Ebû Kebşe lakâbını takmışlardı. Rivayete göre Ebû Kebşe bir gün eşraftan  olması nedeniyle Kabilesi’ni toplar ve onlara
“Gökteki yıldızlar enlem çizgisinde olup sadece Şi ’râ yıldızı boylam çizgisinde yürümektedir. Şi ’râ, diğer yıldızlardan farklıdır. Bu nedenle artık putlara ibâdeti bırakıp Şi’ra yıldızına tapacağım” dedi. Sonra Ebû Kebşe, kendine bağlı olanlarla birlikte Şi’râ yıldızına ibâdet etmeye başlayarak Kureyş Kabilesi’ne muhalefette bulunduğu rivayet edilmektedir.
 Bazı araştırmacılara göre Araplar, Allah’a ibâdet etmekle birlikte Allah’ın en büyük yaratıkları olduğu için yıldızlara da tâzîm ederlerdi. Arapların yıldızlara yaptıkları tâzîm gelişerek onlara yapılan özel ibâdetleri doğurdu. Gökten düştüğünü kabul ettikleri taşlarla yıldızlar arasında ilgi kurarak taşlara da ibâdet ettiler, daha sonra düşmese dahi bazı taşlara ibâdet etmeye başladılar.
 Mekke’de yaşayan Huzâa Kabilesi’nin Müleyoğullan boyu, cahiliye döneminde Şi’râ yıldızına ibâdet etmekteydi.
Kabile’nin liderlerinden Şi’râ’ya ilk ibâdet eden Ebû Kebşe’yi Kur’ân, eleştirmekte ve Şi’ra yıldızının tanrı olmadığını Yüce Allah’ın onun da tanrısı olduğunu “Rabbu Şi’râ (Şi’râ Yıldızmın Rabbi) ifadeleriyle anlatmaktadır.
Huzâa, Kusay’a yenilerek Mekke’den çıkarken Şair Abdullah b. Zib’arî şiirinde, “Öteden beri Harem'e tecavüz edilemez. Şi’râ yıldızı Harem’e saygısızlık eden geceyi yaratmamıştır diyordu.
 Neticede Şi’râ yıldızının Mekke’de azımsanmayacak kadar ibâdet edenlerinin olduğu söylenebilir. Yıldızlara tapanlara “Sâbiî” dendiği rivayet edilmektedir. Sâbiîler, mümin ve kafir olarak iki gruba ayrılmaktaydı. İnananlara “Hanif Sabii” inanmayanlara ise, “Kafir Sabii’ kavramları kullanılmaktadır. “Kafir Sabii” dedikleri müşriklerdir.
Bunlar yedi gezegene ve on iki yıldıza tâzîm gösterip tasavvurlarını heykel şeklinde ortaya koyarlardı. Her gezegen için bir heykel yaptılar. Güneşi ve ayı temsil eden birer heykel vardı. İddialara göre “Sâbiîlik Dini” tüm dinlerin iyi yönlerinin bir araya getirilmesinden oluşmuştur. Bu din mensuplarına tüm dinlerin bağlarından kurtuldukları için “Sabii' denmektedir.
Zındık

Dilcilere göre; Arapça’da kullanılmakta olan, “Zındık” kelimesinin aslının Farsça “Zend diri' sözcüğü olup, Arapçalaşmış ve çoğulu “Zenâdika” dır.
 İbn Manzûr, “Zendik, zamanın sonsuzluğunu savunan mülhid (ateist) ve dehrî anlamlarına gelip aslının Farsça zamanın sonsuzluğu anlamındaki “Zend Kiray” kelimesinin Arapçalaşmış şekli olduğunu söylemektedir.
 “Zendin” Zen(kadm) ve din kelimelerinden oluşmuş, “kadın dinli” veya “kadın dinli” anlamlarına geldiğini söyleyenler olduğu gibi,
 “Zendîk” Zend veya Zendin'in emir ve yasaklarına göre hareket eden kimseye denir ve Zındık, Zend'in Arapçalaşmış halidir iddiasında olanlar da vardır. Cevherî’ye göre “Zendik”, “Sâneviye” anlamında Arapçalaşmış olup, çoğulu ise “Zinâdika”dır, Kamus müellifleri, kelimenin “Zendin”den Arapça’ya girdiğini belirtirler. Ebû Leys, “Zındık’ kelimesi, ahirete ve yaratıcının vahdaniyetine inanmayandır, demektedir. Sa’lebî ise; “Zındık” kelimesi, Arap dilinde bulunmayıp genelde mülhid (ateist) ve dehrî anlamındadır açıklamalarında bulunmaktadır. Farsça sözlükler kelimenin kökenini açıklayıcı bilgiler vermemektedirler.
Kız Çocuklarını Diri Diri Gömerek Öldürme Adeti

Temîm kabilesinde kadın ve kız çocuklarına bakış açısını gösteren ve Câhiliye döneminin vahşetinin simgesi olarak sunulan kız çocuklarını diri diri gömerek öldürme âdeti olgusu, üzerinde durulması gereken önemli bir konudur.
Önemli olduğu kadar tartışmalı olan bu konuyu, biz de konunun sınırları içinde kalarak ve Benî Temîm’le ilişkili olarak ele alacağız. Câhiliye döneminin çirkin âdetlerinden olan kız çocuklarını diri diri gömerek öldürme âdeti için ve’dü’l-benât, bu işi yapan kişi için vâid, diri diri gömülen kız çocukları için ise mev’ûde denilirdi.
 Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de de diri diri gömülen kız çocuğu manasında mev’ûde kelimesi kullanılmıştır. Araplar’da var olan bu çirkin âdete işaret edilerek Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulmuştur: “Diri diri toprağa gömülen kıza hangi günahı sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda…” [Tekvîr 81/8.]
 Diri diri gömülerek öldürülen çocukların çoğunun cinsiyetinin kız olması dikkat çekmektedir. Bunun yanında bazı kaynaklarda gömülerek öldürülen çocuğun cinsiyetinin erkek olduğu da geçmektedir.
 Diri diri gömülerek öldürülen çocukların cinsiyetinin kız olmasıyla ilgili olarak tefsir ve siyer kitapları genel olarak iki husus üzerinde durmaktadırlar. Nitekim İmam Kurtubî, kız çocuklarının tercih edilmesini iki gerekçeye dayandırarak şöyle demektedir:
 “Birinci sebep olarak Araplar, melekler Allah’ın kızlarıdır derler ve onları Allah’a geri gönderirlerdi. İkinci sebep olarak da kadın ve kız çocuklarının, savaşlarda esir alınarak köle durumuna düşmeleriydi. Kadın ve kız çocuklarının esir alınması kabileleri için bir utanç olarak görülürdü.”
 Yukarıdaki bilgilere ilave olarak Arap toplumunda kadına bakış açısının genelde olumsuz oluşu, kadınların erkeklere göre daha zayıf kabul edilişi ve birer yük olarak görülüşü de etkili olmuştur.
 Çocukların öldürülmesinin diğer bir sebebi de yoksulluk ve geçim korkusudur. Âyet-i kerîmede, “Bir de fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onlara da sizlere de rızkı biz veririz.” buyrularak çocukları öldürme, geçim korkusuyla ilişkilendirilmektedir.
 Kız çocuklarının nasıl gömüldüğü ve bu gömme işinin kim veya kimler tarafından yapıldığı gibi hususlar ile ilgili olarak da kaynaklarda hemen hemen aynı bilgiler anlatılmaktadır. Bir kişinin kızı olduğu zaman eğer kızını öldürmeyecekse kızının yaşamasına rıza göstereceğinin bir sembolü olarak kızına kıl veya yünden bir elbise giydirip, ona koyun ve deve çobanlığı yaptırırdı. Doğan kız çocuğunu öldürmek isterse de kız çocuğu altı yaşına gelince çocuğu güzelce süsler, akrabalara götürme bahanesiyle onu daha önceden kazmış olduğu çukura götürür ve içine atıp üstünü toprakla örterdi.
Başka bir rivâyette ise hamile kadın sancısı artmaya başlayınca daha önceden kazdığı kuyuya giderek doğumunu yapar. Çocuk kız olursa onu oraya gömerdi. Eğer erkek olursa da onu korur ve sahiplenirdi.
 Yukarıda kız çocuklarının öldürülmesiyle ilgili olarak aktarılan bilgiler arasında öldürülme zamanının daha erken bir yaşta, belki doğar doğmaz olması, anne ve çocuk arasında duygusal bağ gerçekleşmeden yapılmasının daha uygun olabileceği bazı araştırmacılar tarafından ifade edilmiştir.
Bu âdetin Araplar arasında ne zaman ortaya çıktığı tam olarak bilinmemektedir. Zaman olarak İslâm’ın ortaya çıktığı döneme yakın olduğu veya daha erken devirlerde ortaya çıktığı ile ilgili kesin sonuca varmak zordur. Bu kötü âdetin Araplar arasında ne kadar yaygın ve bilinen bir âdet olduğu hususunda da farklı bilgiler bulunmaktadır.
Meydânî, bu âdetin İslâm’ın geldiği döneme kadar Araplar arasında bulunduğunu ve özellikle Benî Temîm içinde yaygın olduğunu söylemektedir.
 Ayrıca bu âdeti bilen kabileler arasında Kinde, Hüzeyl, Kays, Bekir b. Vâil ve Esed gibi çoğunluğu Mudarî olan kabilelerin ismi geçmektedir. Bu kötü âdet ilk olarak Benî Temîm’de ortaya çıkmıştır. Bu kabileden diğer kabilelere geçmiş ve Mudar kabileleri arasında yayılmıştır.
 Bazı araştırmacılara göre ise bu kötü âdet, Araplar arasında çok yaygın değildir. Sadece geçim sıkıntısı çeken, Esed ve Benî Temîm gibi bazı kabilelerle sınırlıdır.
 Kays b. Âsım

Kaynaklarda “Kız çocuklarını diri diri gömerek öldürme âdetinin” Benî Temîm’de var olduğuna kanıt olarak ileri sürülen rivâyetlerin hemen hemen hepsi Kays b. Âsım’la ilgilidir. Birçok kaynakta geçen ve benzer bilgilerin aktarıldığı meşhur rivâyete göre Temîmliler, Hîre’deki Lahmîler’e yıllık olarak itâve denen vergi öderlerdi. Bir yıl vergiyi ödeyemedikleri için dönemin Hîre emîri, Temîmliler üzerine bir ordu gönderdi. Hatta bu ordunun çoğunluğunu Bekir b. Vâil kabilesi oluşturuyordu. Temîmliler’in topraklarına gelen askerler ganimet olarak hayvanlarını aldılar, kadın ve kızlarını esir ettiler. Kays b. Âsım’ın da içinde bulunduğu Benî Temîm’den bir grup Nu‘mân’dan af dileyip kadın ve kızlarının geri verilmesini istedi. Hîre emîri Nu‘mân, kadın ve kızları kabilelerine dönmeleri için serbest bıraktı. Kabilenin bütün kadın ve kızları kabilelerinin yanına geri dönmesine rağmen, Kays b. Âsım’ın kızı dönmedi. Kays b. Âsım, kızının yanına dönmemesine çok üzüldü ve “Bir daha kız çocuğum olursa onu öldüreceğim.” diye yemin etti.
Cevâd Ali, benzer bir rivâyetin Rebîa kabilesi reisi için de anlatıldığını söylemektedir. Mev’ûdeyi başlatan ilk kişi olarak ismi geçen Kays b. Âsım’ın kişiliği dikkat çekmektedir. Birçok savaşta kabilesine liderlik yapmış, yumuşak huyluluk gibi olumlu özelliklerin yanında, yalancılık ve içkiye olan düşkünlük gibi kötü hasletlerle öne çıkan Kays b. Âsım, Hz. Peygamber tarafından kabilesine zekât memuru olarak görevlendirilen isimler arasında da yer almaktaydı.
 Kays b. Âsım el-Minkârî, müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber ile aralarında geçen konuşmada belki duyduğu pişmanlıktan ötürü olarak, “Ben Câhiliye döneminde sekiz kız çocuğumu diri diri toprağa gömerek öldürdüm.” diyerek itirafta bulunmuş ve ne yapması gerektiğini sormuştur. Hz. Peygamber, “Diri diri gömerek öldürdüğün her bir çocuğa karşılık bir köle azat et.” buyurmuştur. Kays b. Âsım el-Minkârî, “Benim kölelerim yok, develerim var.” deyince Hz. Peygamber, “Yaptığın her bir kötülüğe karşılık olarak bir deve kes.” buyurmuştur. Hz. Ömer rivâyetiyle anlatılan bu konuşma ile ilgili zaman vb. konularda detaylı bilgi yoktur.
 Kays b. Âsım el-Minkârî, Hz. Peygamber’in huzurunda geçen konuşmasında kız çocukları yüzünden utanç yaşamaktan ve kınanmaktan korktuğunu, bundan dolayı bütün kız çocuklarını öldürdüğünü söylemektedir. Gömdüğü kız çocuklarının hiç birine acımadığını, bunlar içinde sadece bir çocuğuna acıdığını söyleyen Kays b. Âsım el-Minkârî, başından geçen şöyle bir olay anlatır:
“Ben seferdeyken hamile eşim bir kız doğurmuş ve bu kızı benden habersizce dayılarının yanına bırakmıştı. Eşime doğan çocuğu sorunca, eşim çocuğun ölü doğduğunu söyleyerek benden gizledi.”
Aradan geçen uzun bir zaman sonra bu kız çocuğu büyümüş ve boynuna yaş hurmadan gerdanlık takmış ve saçlarını örmüştü. Bu kızı gören Kays b. Âsım, kızı beğenip “Bu kim?” diye sorunca, Kays b. Âsım’ın eşi ağlayarak “Bu kız senin” demiştir. Kays b. Âsım, daha sonra çocuğun annesinin haberi olmadan bu kızını da toprağa gömerek öldürmüştür. Kızı, “Babacığım bana ne yapıyorsun? Benim üzerime toprak atıp ve beni burada bırakıp gidecek misin?” deyince sesi kesilinceye kadar çocuğun üstüne toprak atmıştır. Sonradan bu yaptığına pişman olmuştur.
Benî Temîm gibi sayı bakımından oldukça kalabalık bir kabilede bu kötü âdet ile ilgili olarak tek bir ismin geçmesi dikkat çekmektedir. Tek bir isim olan Kays b. Âsım isminin geçmesinin sebepleri arasında şunları söyleyebiliriz: Kays b. Âsım, Araplar arasında tanınan bir isimdir. Aynı şekilde Kays b. Âsım’ın yaptığı bu çirkin iş, başka birileri tarafından değil, kendisi tarafından itiraf edilmiştir. Bununla beraber Benî Temîm’in bedevî ve kalabalık yapısı içinde belki Kays b. Âsım ismi kadar bilinmeyen başka birilerinin de bu kötü işi yapmış olabileceği ihtimali göz ardı edilmemelidir. Nitekim kaynaklarda bu konu ile ilişkilendirebileceğimiz bir başka bilgiyi de Belâzürî aktarmaktadır. Amr b. Temîm’in neslinden gelen Ühayha b. Mihcen’i, annesi kız çocuğu zannedip kabilesine çukura atması için verdiğinde, babası Ühayha’nın erkek olduğunu fark etmiş ve böylece Ühayha hayatta kalmıştır. Belâzürî, hayatta kalan Ühayha’nın müslüman olduğunu ve Kûfe’ye gittiğini söylemektedir.
Sa‘sa‘a b. Nâciye
 Bu rivâyet Benî Temîm içinde başka isimlerin de benzer veya farklı sebeplerden dolayı bu kötü işi yapmış olabilecekleri ihtimalini güçlendirmektedir. Kız çocuklarının diri diri gömülerek öldürülme âdetinin olduğu Temîm kabilesinde bu kötü âdete karşı çıkan, engel olan bir isim olarak kaynaklarda meşhur şair Ferezdak’ın dedesi Sa‘sa‘a b. Nâciye isminin geçmesi dikkat çekmektedir.
Cömertliğiyle bilinen Sa‘sa‘a b. Nâciye, rivâyete göre müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber’e gelerek Câhiliye döneminde yaptığı iyi işlerden ecir alıp alamayacağını sormuş ve kendisinin 360 kız çocuğunun hayatını kurtardığını ve her biri için karşılık olarak iki gebe deve ve bir binek deve verdiğini söylemiştir. Bunun üzerine Hz Peygamber de şöyle buyurmuştur: “Allah, yaptığın bu iyiliklere karşılık sana İslâm nimetini verdi.”
 Nitekim Şair Ferezdak, bir beytinde dedesinin bu davranışını överek şöyle demiştir: “Kız çocuklarının diri diri gömülmesini önleyen bizdendir.”
Yine bir gün Emevî Hükümdarı Süleyman b. Abdülmelik’in huzurunda geçen konuşmada şair Ferezdak “Ben ölüleri dirilten adamın oğluyum. Benim dedem kız çocuklarının öldürülmesine engel olurdu.” dedikten sonra Sa‘sa‘a b. Nâciye’yi kast ederek, “ Dedem doksan iki kız çocuğunun diri diri gömülmesini önleyip sağ bırakmıştır.” demiştir.
 İbn Düreyd, el-İştikâk adlı eserinde Sa‘sa‘a b. Nâciye’nin mev’ûde çocukları satın alıp yaşattığını, İslâm geldiğinde yanında bulunan bu mev’ûde çocuklardan otuz kadar bulunduğunu söylemektedir.
 İbn Habîb, Sa‘sa‘a b. Nâciye’nin cömertliğini anlatırken mev’ûdeleri yaşatan (ihyâü’l-mev’ûdât) olduğunu, İslâm geldiğinde Sa‘sa‘a b. Nâciye’nin yanında yüz câriye ve dört çocuk bulunduğunu söylemektedir. Yine İbn Habîb, Sa‘sa‘a b. Nâciye’nin yanında bulunan bu câriye ve çocukları babalarından satın aldığına da dikkat çekmektedir.
 İbn Kuteybe de Sa‘sa‘a b. Nâciye’nin Câhiliye döneminde saygın bir isim olduğunu söyleyip, otuz mev’ûdeyi satın aldığını aktarırken bu mev’ûdelerin içinde Kays b. Âsım el-Minkârî’nin kızının da olduğunu söylemektedir.
 Sa‘sa‘a b. Nâciye’nin kurtardığı mev’ûdelerin sayısı hakkında farklı rivâyetler olsa da Sa‘sa‘a b. Nâciye’nin, bu çirkin âdet karşısında bireysel olarak kendi imkânları ölçüsünde bir tepki ortaya koyduğu, belli sayıda mev’ûdenin hayatını kurtardığı anlaşılmaktadır. Ayrıca Sa‘sa‘a b. Nâciye’nin kurtardığı mev’ûdelerin kendi kabilesinden olabileceği gibi başka kabilelerden olma ihtimali de vardır.
Mut’îm b. Adiyy
Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellem ve müslümanlar Bedir savaşı netîçesinde müşriklere karşı ilk zaferlerini kazanmışlardı. Bu şekilde artık siyâsi olarak güçlü bir varlığa sâhip olduklarını göstermiş oldular. Hz. Muhammed savaş sonrasında esirlere hitâben bir konuşma yaptı.
“Eğer Mut’îm b. Adiyy şu anda sağ olsaydı, şu kokmuş adamlar için benimle konuşup, onları bağışlamamı isteseydi, muhakkak ben Mut’im‘in hatırı için fidye istemeden onları serbest bırakırdım.”
dedi. Bu sözleri şüphesiz orada bulunanlar işittiler ve sükût ettiler. Çünkü Bedir’de müslümanlara karşı savaşanlar arasında Sakıfliler de vardı. Mut’im ise, Taif ziyaretinde Taif’li akrabalarının sâhip çıkmadığı peygambere hâmi olmak gibi önemli bir karâr vermişti. Üstelik bu kararın getirdiği sorumlulukları da her türlü tehlikeyi göze alarak kabul etmişti. Böylece Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem onların bu âlicenaplığa sığmayan davranışlarını onlara hatırlatıyordu. Zîra, Sakıfliler Taif ziyâreti esnâsında sergiledikleri hatâlarını müslümanlara karşı savaşarak devam ettirmiş oluyorlardı.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar