Print Friendly and PDF

KOKOTLAR MEKTEBİ - HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR



Yazarın Giriş Mahiyetindeki Yazısı
Romancılar başlarken çok defa olayın gerçekliğini temine uğraşırlar. Bu defa ben tersini iddia ediyorum. Bu hikâye baştanbaşa hayaldir. Kokotlar Mektebini İstanbul'un hiç bir semtinde boş yere aramayınız. Bulamasınız. Ne kadar yorulsanız içinde öğrenimdeki hanımlardan hiç birine aşina çıkamazsınız. Çünkü onlar romancının muhayyelesinden başka bir yerde mevcut değildirler.
Mesleğimin uzun yıllarından beri hep olaylar arkasından koştum. Her zaman tamamıyle tabiattan alınmaz ya... Bazen de fantazyamıza göre hikâye biçemez miyiz?
İyi yazar, fena yazar.
Fena yazar iyiye oranla çok fazladır. Çünkü kültürü yok denecek kadar belli olan bir sınıf halk, ki her yerde çoğunluğu meydana getirir, fena yazar yetiştirir ve karşılık olarak fena yazar bu sürünün duygusunu bütün bütün adileştirir. Bu suretle ikisi birbirini yaratırlar ve yaşatırlar, ikisinin birbirine ihtiyacı çok sıkıdır.
Bu tip okuyucu eline aldığı kitabı açar açmaz hemen ilk sayfada heyecan arar. Tabiî bilimsel, estetik heyecan değil... Meyhane, genelev, sokak, alçakça iş, intihar cinayetlerinin vereceği heyecanlar... (Filmlerde bugün aynı usul uygulanmaktadır.)
Yazar böyle olayların kokusuna koşar. Bire on katar. Onun en büyük ustalığı mübalâğadadır. Dehşetten okuyucuların ağızlarını birer karış açık bırakacak noktalan şişirmeyi iyi bilir. Üfürür, üfürür, ta çatlatıncaya kadar.
Eserlerinin her sayfasını, öldürülme yerine çeviren yazarları ve cinayet kıtlığı olan günlerde okuyucularını bu kanlı ziyafetten yoksun bırakmamak için zabıtanın tekrar tekrar yalanlamasının tersine olaylar uydurarak ustalıklarının dehası ile sütunlar süsleyen yazarları benim kadar siz de bilirsiniz.
Bu edebiyat kolerası şimdi bizde ortalığı kırıp geçiriyor. İşte size on sekiz yerinden delinmiş, sokak ortasında yatan bir ceset... Bu tablonun sanatçısı okur yazar olmayan bir hamaldır. Bu marifetiyle halkı heyecana veren o katile şimdi borçlu mu kalacağız? Evet, çünkü öldürülenin etrafına bakınız. Kaç zabıta, adliye memuru telâşla soruşturma yapıyorlar. Kaç fotoğraf makinesi işliyor. Kaç yazar not almakla meşgul.
Yarın bu klişeler, bu geniş tutulmuş yazı, gazetelerin baş sütunlarına girecek, yargılama günü hamalın ne diyeceğini işitmek için Adliye salonları hıncahınç dolacak.
* *
Ben okuyuculara böyle cinayet tuzakları kurmak istemiyorum. Basın pazarlarında hemen bunlardan başka bir şey yok. Günün romanı, günün ahlâk ve gerçeklerinin aynası olmalı imiş. İyi. Fakat bu defa, müsaadenizle, tezi biraz değiştiremez miyiz? Gerçi bu da başkâtip bir cinayet ama çeşnisi başka.
Bunun için bu romanda her sayfayı kanlara bulayacak öldürmeler, intiharlar yoktur. Eğer, Tanrıya sığındık, genel olarak okumadan aranılan duygu bu ise gazeteleri dolduran günlük cinayet olayları bu zevki tatmine yetişmiyor mu? Artık sokaklarda, izbe yerlerde öldürenlerle öldürülenleri boğaz boğaza bırakarak bazı hikâyelerimizde çok gerekli sosyal meselelere yükselemez miyiz? Ya kimse anlamazsa? Kimse anlamazsa romancı sanatından, erdeminden, ustalığından, iddiasından hiç bir şey kaybetmiş olmaz. O zaman kusuru esere değil, anlamayanların dimağca zaaflarına bulmak çaresizliğine düşeriz.
Bununla beraber bu hikâyede çok eğlenceli tablolar vardır. Hatta piç kalmış ufak tefek intihar olayları bile...
Kısacık sosyal bir felsefe bahsine müsaadenizi rica ederim. Ufaktır, karışık değildir. Hikâyeye bu vadiden girişmek gerekiyor.
«Nietzsche» filozoftan ziyâde doğru söylemek cesaretini gösterdi. Felsefesini ahlâka aykırı buldular. Felsefeden mutlak ahlâk çıkaracaksak ilk adımda onu kayıtlandırmış olmuyor muyuz? Doğan güneş dünya yüzünde yalnız olma, yerden bitme gücü göstermiyor. Bir taraftan da ısıttıklarını çürütüyor.)
Tabiatı kendimizden yana yorumlamağa uğraşmakla onu bize karşı bazı haksızlıklarından çevirmiş olamayız. Her gerçekten insanlara menfaat sonucu çıkmaz. Bunun için çıkarımıza uymayan gerçeklere yan gözle bakar ve bu sakatlıkla en belli gerçekleri inkâra kalkar, yahut arzularımıza göre değiştirmeğe uğraşırız.
Tabiatla iyi geçinmenin en doğru yolu onunla zıtlaşmamaktır. Her yanlış hareketimizde o, bize hal diliyle hatırlatmalarda bulunur. Aldırmazsak emirlerini şiddetlendirir. Yine anlamazsak nihayet çarpar. Çünkü tabiatın kanunları İnsanlarınkinden çok güçlü, olması önlenemeyen kanunlardır.
(Bütün filozoflar yüzyıllardan beri dırlanmışlar durmuşlar, meslek üzerine meslek çıkarmışlar. Yazdıkça istenen sonucu karışıklığa, anlaşılmazlığa boğmuşlar. Bunlardan hangilerinin prensipleri medenilerce kabul edilmiştir? En güçlü devletlerden en zayıf bireylere kadar hangilerimiz, hangi işimizde onlara fikir danışarak işi görmüşüz ve görmekteyiz?
Felsefe derinleştikçe bize dipsiz uçurum gösteren bir bilimdir. Bu, baş döndürücü tehlikelerin üzerlerini bazen gül yapraklan ile örtmeğe uğraşıyorlar. Neye yarar? O, bazen salonlarda lüks sohbetlere sermaye oluyor. Medeniyetteki en önemli rolü belki de budur|
Hayat kesin olarak bitirilmez bir dava... Devamlı bir haşir ve neşir. Herkes nefsi için bir hak arkasından koşarak başkalarına haksızlık yapmakla meşgul. Meselenin kesin çözümüne ve hükmüne ermek için kıyameti beklemek ne ahmaklıktır.
Barış, zayıfın dilinde gezen manasız bir söz. En adi işlerin yapısında gizli savaşlar var En ufak çıkarların hükmü birbirini öldürme... Her kavganın ortasında (hak) diye çekiştirilen şeyin sahibini bulmak zor. Herkes «o benim» feryadı ile çırpınıyor. Belki bazen iki iddiacı da haksızlığa uğramış ve haklıdır. O halde anlaşmazlığı nasıl halledelim?
Haksız kimdir?
İki tarafın da mazereti yaşamaktır. İnsanın yaradılışında yaşamağa rehberlik eden iki duygu vardır: İçgüdü ve zekâ. İçgüdüde hayvanlarla ortağız. Zekâmızı eğitim ve öğrenimle yükseltmeğe uğraşarak hayvanlıktan ayrılıyoruz.
Birey olarak insan kendisiyle ilgili bir çıkar kutbudur. Sadece kendisi ve yuvası için fıkırdayan bir potadır. Herkesi tersine duyguya çağıranlar acaba bu düzelmenin kendi kalp ve vicdanlarında oluşundan emin midirler?
Millet milletle dalaşırken çıkar bakımından bir cinsten olan toplumların amaçları birleşir. Hayvanlarda da böyledir. Sürü ile çapula çıktıkları zaman öldürürler, beslenirler. Hayvanlığın tek olarak hırs ve vahşîliği tamamıyle sürüde ve insan topluluklarında ortak olarak bellidir. Medenî insan öteki insanı doğrudan doğruya yemek için öldürmez. Fakat bu vahşî işte dolayısıyla yine bir mide ve çıkar arzusu vardır.
Affedersiniz, öldürmek için toplanan insanların da bir kurt sürüsünden hiç farkları olmadığını söyleyeceğim. Bu vahşîliğe karşı koyabilmek için çalışan zekânın bulabildiği kuvvet nedir? Kanun... Fakat kanun zekâ ile tam bir ahenk halinde görünebiliyorsa içgüdü ile şimdiye kadar uyuşamamıştır. Onunla ileride tamamıyla uyuşabileceği de düşünülemez:
Aç kalan bir insanı tıpkı bir hayvan gibi içgüdüsü çalmaya çırpmaya, öldürmeye zorlar ve kanun karşıdan demir pençesini gösterir; işte insan bu iki müthiş kuvvetin arasında daima bir kaçamak yolu izlemekle meşguldür.
Yaradılışına zıt gelen dinî ve medenî kanunlarla insan ne zaman barışacak? Çifte koşulacak öküzlerin kendi kendilerine boyunduruğa başlarını uzatmaları gibi insanlar ne vakit kanuna tamamıyla boyun eğeceklerdir? Çünkü bütün kanunların konusunda, yapılmasında zor ve şiddet vardır. Çünkü kanunu sayma türlü cezalarla kayıtlandırılır.
İnsanın yaradılışında daima iniş çıkış yapan içgüdü ile kanun kuvvetleri arasında ne suretle denge kurulacak? Kanun mu içgüdüye yaklaşacak? Yoksa içgüdü mü kuşaktan kuşağa olgunluğa ererek medenileşecek?
Bu yolun neresindeyiz?
Önümüzde ne var?
İyilik mi?
Felâket mi?
Her memlekette daima kanun yapılıyor. Fakat amaç daima «ideal» uzaklığın sisleri içinde kalıyor. İşte bunun için hukukçulardan biri:
«Cemiyetin her gün kanun tanzim ettiğini görüyoruz. Kanunun cemiyeti tanzim ettiği asla görülmedi.» diyor.
Şimdiye kadar çaresi bulunamayan bu müşkülün bir halli mümkün olacak mı? Yoksa medenîlik iddiası ile her gün zamanın ihtiyacına göre kanun değiştirmekle uğraşan toplumlar bu çalışmalarında daima isteklerine kavuşamayacaklar mı?
Bugün ilerleme ve yenilik kasırgaları içinde başları dönen milletler eski inanç, gelenek ve göreneklerinden çırılçıplak soyunuyorlar. Ağır gelen bağları, engelleri üzerlerinden atıyorlar. Bu fırtına sayısız yüz yılların afyonları ile uyuşmuş kavimlere kadar bulaştı.
En ağır uykuda sandığımız milletler arasında birer depreşme, birer silkinme hareketi var. Bütün ciğerler temiz özgürlük havası arayarak şişip iniyor. Bütün kanunlar sürelerini doldurduktan sonra çürüyüp mantar kesiliyorlar. Yeni yapılan kanunlar milletlerin bünyelerinde sağlam bir gelenek halini alıncaya kadar yüz yıllar geçecek ve bu şekillenmeden sonra da zamanaşımı ile fikirler değişecek, gelenek geleneğin, kanun kanunun şekil ve kalıbını değiştirecek, insanlık hep bu sonsuz oyunla mı ömür sürecek?
Bugün ruvayalizm, emperyalizm, meşrutiyet, cumhuriyet, sosyalizm, komünizm, proleterya gürültüleri içindeyiz. Belki yarın bu kaynaşan hayat ufuklarından yeni doğacak kelimelerin sancakları altına koşuşulacaktır.
Bugün zamanın mümkün olduğu kadar nezaket ve ihtiyaçlarını karşılayan kanunlar yapmak en zor bir iştir. Medeniyetin şimdiye kadar yapılışında, hal ve çözümünde başarı ilân ettiği kanunların birçokları sırıtkan birer haldedirler. Bunların bazılarını azıcık kurcalarsak vaktiyle yaranın hafif bir pansumanla kapatılıp sarılmış olduğu görülür.
En ağır hastalıkların belirtisini göstermeğe istidatlı bir illetin böyle hafif bir tedavi ile göz önünden kaldırılmaya uğraşılmasındaki sebep nedir? Her mesele, Önünde tartışılan milletin olgunluğu derecesine göre bir çözüm yolunu bulur. Olgunlaşmayan milletler arasında bazı meselelerden bahsetmenin tehlikelerini saymağa lüzum görmüyorum. Yanlış sosyal görüşler yüzünden tartışmaları sakıncalı ve hatta tehlikeli, sayılan meseleler müzminleşerek bünyelerim kemirdikleri milletleri ağır ağır zaafa düşürürler.
Dünya yüzündeki hemen bütün milletler, gösterdikleri iyi niyetlerine rağmen bu tehlikeli marazları ameliyat masası üzerine çıkararak kesin bir operasyona girişmekten çekiniyorlar. Bu sosyal hastalıklara açıkgözle bakmayı, baktırmayı bile ahlâka aykırı sayıyorlar. İkiyüzlülük, ahlâkın sırmalı mantosuna bürünerek gerçeğin önüne çıkıp yolunu kapıyor. Bütün uyuşuk fikirliler bu yol kesimine taraflı.
Kanunun bu acziyle karşılaşınca tekrar felsefeye döndüm. Bu büyük profesörün kucağında gözlerim karardı. Bu bilimin sayfalarından topladığım bilinmeyen nokta, sebep ve gerçekleri oldukları gibi, şimdi ortaya şaçamam. Kanunları köstekleyen zincirler benim de kalemime dolandı. Ağzımı, dilimi bağladı. Özgür yaşadıklarını sanan ayrıntısız bütün milletlerin düşmüş oldukları fikirce ve geleneksel esirliklere ağladım.
Ben susuyorum. Nietzsche de aynı ıstırap içinde... O söylesin. Büyük sözü geçerliği ve otoritesiyle o söylesin. İşte:
Nictzsche, Platon’dan kendi zamanına kadar felsefe adına lakırdı süsleyen filozofların ahlâka ait prensiplerini köklerinden söküp suratlarına fırlatarak asıl bundan sonra coşuyor. Fakat eserimde fazlaya yer yok. Zorla bahsi kesiyorum
Uzaktan uzağa kurtulmayı nereden seçtim biliyor musunuz? Bütün medeniyet bağlarından uzak, başı boş, tam bir serbestlik içinde yaşayan vahşîler arasında...
Tabiat gereğine uymayan morallerin, kanunların kısırlığa uğramaya mahkûm oluşları, bugünlerde en belli, en açık gerçeklerdendir. İnsanlara: «Siz meleksiniz. Tıpkı onlar gibi yaşayacaksınız.» diyorlar. Hâlbuki onlar bazı hususlarda hayvanlardan daha endişe verici huylarla sakattırlar.
Meselenin içyüzü korkunç. Bu fenalık tabiatı olduğu gibi görüp göstermekle hafifleyebilir. Moralcilerde buna cesaret yok. İşi idare etmek için uydurulmuş her çürük, asılsız, yalan inanışların üzerine sırmalı bir örtü atarak onu heybetlendirmeğe uğraşmakla meseleyi kapattık sanıyorlar. Hâlbuki bu, foyası çoktan meydana çıkan bir gözbağcılıktır.
Tabiatla insan kanunlarının bu çatışmaları ileride ne şekil alacak, bilemiyorum. Fakat tabiattan kuvvetli hangi kanun düşünülebilir ki, ona karşı üstünlük saylayabilmek ümidini versin?
Gelecekte herhangi bir memleketin eski çatısından çıkacak bu sosyal yangın derhal bütün dünyayı saracaktır.
Bilmiyorum ki, bütün dünya havasında gizli bir orkestranın radyosunu andırır ve büsbütün başka bir âlemden esen, sinirlendirici, çıldırtıcı nasıl tonların dalgaları dolaşıyor. Duygululuk son derecede. Kimsede olgunlaşmanın ağır hareketine sabır göstermeğe tahammül yok. Herkes kendi vicdanını veya vicdansızlığını kendine kanun yapmak, hazırdan başka türlü bir adam olmak, özlediği bir durağa doğru koşmak istiyor. Bu akımın fırtınaları içinde eski fikirlere saplanıp kalmış olanların gelenekseverlikleri eski yapıların damlarından, saçaklarından kopan kiremitler, tahta parçaları gibi havaya savruluyor.
En sağlamca dayananlar kanunların, dinlerin yasaklarına karşı hile düşünerek kaçamak yolları arıyorlar. Hele eski inançsızların ahlâka ve her şeye karşı çıkardıkları alaya alma ıslıkları ve ortaya saçmak istedikleri ekstra prensipleri dinlemeğe bilmem her kulağın zarı tahammül edebilir mi?
Geçenlerde bir gün bu olması önlenemeyecek olan meselelerden biri bütün dehşetiyle kendi kendine önüme çıktı. Önce tiksinerek olaydan kaçmak istedim. Fakat sonradan merak ederek maceraya karışır gibi oldum.
Hadiseyi bana göründüğü şekilde anlatacağım. Beğenen, beğenmeyen olabilir. Fakat o, kimsenin onay veya reddiyle ortadan kalkar şey değil. O, hangi yönden el uzatsanız bir çözüm yolu kabul etmeyen insanlığın sonsuz bir yarası... Ahlâk, kanun bunun türlü şekilde tartışmasını düsturları arasına sokmuyorlar. Onun hakkında tek bir emir veriyorlar. Böyle olacak diyorlar. Ne yazık dedikleri olmuyor. Emirleri dinlenmiyor. İnsanlığın hayvanlığı ahlâkın, kanunun bütün korkutmalarına üstün geliyor.
Kimseyi herhangi bir fikrin kabulüne çağırmıyorum. Fakat hikâyenin ilk bölümlerini okuduktan sonra okuyucuları içten düşündürmek istiyorum. Bu, gayretle önemli bir ankettir. Gerçeğin açıklanması, aydınlanması için boş fikirlerle kösteklenmemiş dimağların tarafsız tartışmaları gerektir. Fakat bu çok çetin meselede zihinler özgür düşünme yeteneğini muhafaza edebilecekler mi?
** *
Yeni felsefelerden yeni dinler çıkarmak isteyen modern bilginler, gözleri ufuklarda, bekliyorlar. Fakat halk sabırsızlanarak haykırıyor:
«— Bilginler, filozoflar, doktorlar, profesörler hep bir tarafa durunuz. Gökten bize aşk ile açlığın devasını getirecek bir peygamber inecek mi? İşte beklediğimiz kurtarıcı...»
Sh: 7-14
HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR
25 Ekim 1927, Heybeliada
Kaynak: Hüseyin Rahmi Gürpınar, Kokotlar Mektebi, Roman (Tam Metin), (Bu Baskı Mükerrem Kâmil Su Eliyle Bugünün Diline Aktarılmıştır.)İstanbul — 1968

Hüseyin Rahmi Gürpınar, bu eserinde açık açık söyleyemiyeceği düşünceleri bir kokot’un dili ile bizlere aktarmıştır. Döneminin tutucu romanlarına göre daha farklı konu işlemiştir. Aslında yazar romanda Ulviye Melek’in karşısında bir tavır alır. Ancak bu tavır gerçekten Hüseyin Rahmi’ye mi aittir kestiremiyoruz.
Eserde bol bol Fransızca kelime yer almaktadır. Buda Hüseyin Rahmi’nin Fransız edebiyatından feyz aldığını gösterir.
Hikâyenin anlatıcısı, hikâyede insanlığın faydasına çalışan ünlü bir edebiyatçıdır. Bu edibin evine bir gün bir kadın gelir ve ediple görüşmek ister, edip de bu teklifi kabul eder ve görüşürler. Bu sohbet sırasında kadının yanında iki genç kız, edibin yanında yeğeni de vardır.
Ulviye Melek adındaki kadın ünlü bir kokottur. Zamanında birçok zengine metreslik yapmıştır ve şimdi de İstanbul’da bir kokot mektebi açmıştır. Kadının amacı metresliği meşru hale getirmektir. Sohbet de bu konu üzerinedir. Edip bu görüşe şiddetle karşı çıkar, böyle bir şeyin asla olamayacağını söyler. Bu sohbet böyle devam eder ve bir sonuca bağlanmaz. Kadın edipten bu konuda bir kitap yazmasını ister. Edip bu teklifi kabul etmez. Sonunda kadın edibe “Meşru Metres” adlı bir kitap verir ve ondan bu kitabı okumasını rica eder. Sohbetin sonunda el sıkışıp ayrılırlar.
Edibi asıl rahatsız eden bir genelev pozisyonundaki mekana mektep denmesidir, çünkü mektep, iyiyi, doğruyu öğreten yerdir. Ancak Kokotlar Mektebi...
Edibin yeğeni İrfan Yekta kokotla birlikte gelen Şevkat adındaki kıza tutulur, artık 23 gününü mektepte geçirmektedir. Amcası bu durumdan rahatsızdır. Ancak bilir ki her zaman yasaklar daha gizemli ve cezbedicidir.
Bu sırada mektep bayağı ün salar. Dünyanın dört bir yanından “Kimsesiz Kızları Koruma Yurdu” na zenginler hücum eder. Yurdun müdürü Ulviye Melek bu durumdan oldukça memnundur. Ayrıca Ulviye Melek Avrupa’da Prenses adıyla ün yapmış bir kokotu kızlara ders vermesi için İstanbul’a çağırır. Bu kadın günde iki saat kızlara ders verecektir.
Bir gün mektebe Ekselans Elmansur Alelfazl Mahmud-ül Meki adında Arap bir Prens gelir. Yurttaki kızlardan Anafor’u metres olarak alır ve karşılığında müdüre iki bin lira verir.
Yine bir gün Ragıp Şeyda adında bir bey mektebe gelir. O da mektepten Nevare adında bir kızı metres olarak alır. Ragıp Şeyda Bey evli olduğu için metresine bir apartman dairesi tutar ve haftada 4 gününü o dairede geçirir.
Bir gün Ragıp Şeyda Bey’in eşi Fahire Şeyda Hanım yurdu basar ve kocasına ne yaptıklarını öğrenmek ister. Yurt müdürü Ulviye Melek, kadını yatıştırır ve kadına da bir “aman” gerektiğini söyler. Kadın bu teklifi kabul eder. Yurt müdürü hemen kadı için Cevherioğlu Baha Bey’i tutar. Bu saatten sonra kadınla amanı arasında bir ilişki başlar. Bir yandan Ragıp Bey bir yandan Fahire Hanım paralarını hızla tüketirler. Bu arada Baha ile Nevare arasında bir ilişki başlar. Sonuçta Bey ve Hanım aynı ortamda Baha ve Nevare’yi yakalarlar. Bu olaydan sonra karıkoca hatalarını anlayıp birbirlerine dönerler.
Bu arada ünlü edip Ulviye Melek’in kendine verdiği meşru metres adlı kitabı okumaya başlar. Kitap tüm dünyada yapılan anketler sonucu oluşturulmuştur. Kitapta her erkeğin bir metresi, her kadınında bir amanı olması gerektiğinden bahsedilir. Ayrıca kitap her erkek tüm kadınların kocasıdır, her kadın da bütün erkeklerin karısıdır der. Edip bu görüşlere şiddetle karşı çıkar. Çünkü bu görüşler Türk insanının örf ve ananesine aykırıdır.
Bu arada İrfan Yekta’nın metresi Şefkat, Ali Vahit adında ünlü bir zengine metres olarak verilir. Ancak kız ilk gününde kaçar. Fakat İrfan Yekta buna inanmaz. Bunun Ali Vahit’in bir yalanı olduğunu düşünür. Tefeci Aram la birlikte Ali Vahit’in yanına gitmeye karar verir. Ve bir meyhanede görüşürler. Görüşme esnasında her iki tarafta kızgındır, sonunda (bilgi yelpazesi.net) Ali Vahit, İrfan Yekta’yı omzundan bıçaklar. İki hafta yatakta yatan İrfan Yekta’ya akrabalarının kızı olan Nevbet bakar. Bu sırada Nevbet İrfan Yekta’ya gönlünü kaptırır. İrfan Yekta’nın amcası ve yengesi İrfan’ı Nevbet’le evlendirmek isterler, ancak İrfan bu fikre şiddetle karşı çıkar. Çünkü o sadece Şevkat’i istemektedir.
Bu arada Şevkat, İrfan’a bir mektup gönderir. Fakat bu mektup İrfan’ın amcası ve yengesi tarafından açılır. Zavallı kız bu mektup da İrfan’dan yardım istemektedir.
İrfan iyileştikten sonra Şevkat’i aramaya başlar. Bir türlü Nevbet’i sevemez. Sonunda Nevbet mektup’un bir kopyasını İrfan’a verir. İrfan o günden sonra kaybolur. Elli gün sonra Paris adresli bir mektup gelir. Mektup İrfan’a aittir. Mektupta İrfan ailesine teşekkür eder ve en kısa zamanda görüşmek üzere der. Ayrıca Şevkat’le çok mutlu olduğunu da yazar. BU saatten sonra Nevbet tekrar evine döner ve yüreğine tuz basar.
Sonuçta İrfan’ın ailesi zorla güzellik olmayacağını ve aşkın üzerinde başka bir güç olmadığını anlarlar.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar