KÖLELİKTEN EFENDİLİĞE
[Bu eser, İslâmla şereflenmiş her müslüman milletin kitabıdır ve İlây-ı
Kelimetullaha davettir.
Hacmi küçük, muhtevası derin ve manalı, hedefi yüce, niyeti Allah'ın
rızasını tahsil olan bu eser, 1400. senesini idrâk etmek üzere olan Hicri
Takvimi, bütün İslâm Âlemi’nin birlikte karşılamasını teklif ve temin etmek
maksadıyla yazılmıştır.
İslâm Âlemi’ni yakından ilgilendiren pek çok mühim mesele üzerinde
durulmakla beraber bu eserde şu noktaya bilhassa dikkatimiz çekilmekte:
İslâm Âlemi’nin dışındaki dünya, batıl inanışları an'aneleştirip mukaddes
günler, yortular, bayramlar, karnavallar adıyla kutlayarak kitle psikolojisini
kamçılayıp uyanık tutarken, 1400. senesine kavuşmak üzere olduğumuz şu günlerde
Hicret-i Nebevi'nin, İslâm Dünyası için nasıl uyarıcı bir fırsat, ilmin ve
imanın ışığında nasıl bağlayıcı ve birleştirici bir imkân olduğunu idrâk
etmemek büyük eksiklik ve büyük gaflet olur...
Yazarı değerli insan Sâmiha Ayverdi, neşreden DAMLA YAYINEVİ ise de bu eser
sizindir, bizimdir ve bütün Müslümanlarındır. Sahip çıkınız ve mutlaka
okuyunuz.]
Ey Müslüman Emirler, İslâm Münevverleri, Devlet Reisleri ve Müslüman
Kardeşlerim!
Bu küçük risale, 1400. senesini idrâk etmek üzere olan Hicrî takvimi, bütün
İslâm Âlemi’nin birlikte karşılamasını teklif etmek maksadiyle yazıldığı kadar,
din kardeşlerimizle müşterek dert ve dâvalar üstünde kısaca dertleşip halleşmek
niyet ve maksadını da içine almaktadır.
Hicret-i Nebevî’nin 1400. senesini idrâke üç yıl kaldı. (Bugün 18 Şevval
1435)
Ey Müslüman Emirler, Münevverler, Devlet Reisleri!
Dünyâ, bâtıl inanışları, yakıştırma nasları bile, teologların şâşaalı
polemikleri ile an’aneleştirip mukaddes günler, yortular, bayramlar adiyle
kutlayarak kütle psikolojisini kamçılayıp uyanık tutarken, 1400. senesini idrâk
etmek üzre olduğumuz Hicret-i Nebevi, İslâm Âlemi için nasıl uyarıcı bir
fırsat, ilmin ve imânın ışığında, nasıl bağlayıcı ve birleştirici bir çığır
olmalıdır?
Evet, yer yüzünü tevhîd güneşi ile aydınlatmış ve insanoğluna hak ve
hürriyetin şerefli yolunu göstermiş bu mübarek dînin 1400. senesini, el ve
gönül birliği ile biz Müslümanlar nasıl kutlamalıyız? İslâm dünyâsı bu müstesna
gün için ne düşünebilir, ne hazırlar ve bilhassa neler ümid edip ne gibi
faydalar bekleyebilir?
İşte, risalemizin bir yönü dertleşip halleşmek ise, bir yönü de Müslüman
devletlerin idarecileri-ne sormak istediğimiz böyle bir suâlle, asırlardır
alaca karanlıkta uyuklayan îlâ-yı Kelimetullah gibi mihver bir fikrin ilim ve
iman tezgâhında işlenip dokunmasını temennî eylemektir.
Gerçi 1976 senesinde İstanbul’da toplanan İslâm Kongresi, İslâm Birliği’ne
doğru atılmış bir merhale idiyse de, bir bakıma, sâdece mes’ûd bir buluşma diyebileceğimiz
bu Kongre’de hâkim olan hava, gene de politikadan yakasını kurtaramamış
hesaplardı.
Halbuki İslâm Birliği, siyâset mazgalından gözlendiği müddetçe, ulaşması
temenni olunan hedefe vâsıl olması düşünülemez. Bu yüzden de o ulvî ve ilâhı
neticeyi elde etmenin tek gerçek yolu, İslâm Birliği idealine, ilim ve imanını
hareket noktası olarak seçmek olsa gerektir.
Söze başlarken, Cenâb-ı Hakk’ın şehâdeti muvâcehesinde, peşin olarak
dilediğim, bu kitabı okuyacak olanlarda, şahsım hakkında uyanabilecek şüphe,
endişe, vesvese ve zanların bertaraf olmasıdır. Dünyânın hemen beş kıtasını da
sarmış olan fikir ve amel sahtekârlığı, haklı olarak, herkesi herşeyden şüphe
eder hâle getirmiş bulunduğuna göre, bu risaleyi yazanın da, karanlık, bulanık
ve gizli bir maksadı olduğu düşünülebilir.
Her yer Allah’ın huzurudur O’na âşikâr olmayan hiçbir şey yoktur. İşte bu
satırları yazanın da, hayâtı boyunca, vatan ve iman yolunda, maddî mânevi
herhangi bir menfâat gözetmeden, İslâm’a ve Türk’e, tâkatı ölçüsünde hizmet eylemeyi
cihad kabûl etmiş olmasıdır. Allah’ın şâhid olduğu bu gerçeğe, vatandaşı olan
olmayan dindaşlarının inanıp inanmamaları, zihnî ve derûnî kıstaslarına
bırakılmıştır.
Bu risâle, bir fantezi, bir iddiâ, bir heves ve aceleye gelmiş bir kararla
yazılmamıştır. Aksine, İslâm Âlemi’nin garipliği ve horlanışı karşısında, uzun
yıllardır duyulan ıstırâbın yüze çıkmasından ibârettir.
*
* *
İtiraf etsek de etmesek de, İslâm’ın çatısı altında birleşmiş olması lâzım
gelen milletler ve topluluklar, aslında, dağılmış bir zincirin halkaları gibi,
parçalar hâlinde bölük bölüktür. Yek-pâre ve birbirine kenetli olması îcâb eden
bu parçalan yeniden birbirine lehimleyip, birleştirecek olanlar da, herhangi
şahsî bir ihtiras, zümre ve siyâset endîşesiyle gözleri şaşılaşmamış ve
gönülleri kararmamış âlimler ve müşâvirler kadrosunun desteğini kazanmış
emirler, devlet reisleri, cumhurbaşkanları ve kütlelerin idâri ipuçlarına hâkim
olan şuurlu devlet adamlarıdır.
Onun için de bu küçük kitabı, halkın kaderine hükmedenlere ithaf ediyorum.
Bu arada: «Sen kimsin? Kim oluyorsun ki kalkmış bize hitâb etmek
cesaretini gösterebiliyorsun?» diyebilirsiniz. Haklısınız. Amma benim de
haklı olduğumu zannettiğim nokta, işte bu, belki sizi şaşırtan hattâ belki de
öfkelendiren ve: «Kim oluyorsun?» demenize yol açan sıfatsızlık ve
selâhiyetsizliğime rağmen, gönlünde İslâm’ın aşkı alev alev yanan, bütün İslâm
Âlemi’nin birliği ve beraberliği temennisindeki ihlâs ve samimiyetine Allah’ı
şâhit tutan bir Müslüman oluşumdandır.
Bir memleketin ajanı, bir zümrenin sözcüsü, herhangi bir menfâatin
kovalayıcısı olsaydım, inanıyorum ki böyle ulvî bir dâvâyı gizli bir emele
basamak yaptığım an, Allah’ın gayret sıfatı tecellî ederek, bir kirli veyâ
gizli maksat için kullanır olduğum o muhteşem dâvâ, kılıç olup başımı keserdi.
Amma, ey Müslüman emirler, İslâm münevverleri ve Müslüman kardeşlerim! Size
hitâb eden bir Müslüman Türk kadınıdır.
«Kimsin? Ne sıfat ve cesâretle bizi karşına almaktasın?» diyebilirsiniz.
Kim olduğumu söyledim. Müslüman ve Türk’üm elhamdülillah. Sıfatımın da
sıfatsızlık olduğu-nu tekrar edebilirim. Esâsen cesâretim de, yokluğun verdiği
bu huzurlu varlıktan ileri gelmektedir vesselam.
26 Ocak/
20 Şubat 1977 İstanbul
20 Şubat 1977 İstanbul
Bir Müslüman Türk olarak dünyâya gelmiş bulunduğum için Allâha hamdederim.
Ancak, mensub olduğum milletimin, bin yıl, uğrunda kanını canını vermiş
bulunduğu iman hayâtına karşı, son devirlerde, o târihî ve ihtişamlı vazîfe ve
mesuliyet çizgisinden ayağının kaymış olduğunu da üzülerek söylemek isterim.
Amma, siyâset platformu üstüne yeni yeni çıkmış bulunmanın acemiliğinden
henüz kurtulamamış diğer İslâm devletlerinin de, bir yandan istiklâllerinin
gurûruna kapılmak, bir yandan da Garblı devletlerin oyununa getirilmek
sûretiyle şaşırtılmış oldukları bir gerçektir.
Bir de bu devletlerarasında, zengin bir yeraltı hazînesinin, petrol adıyla
yerüstüne çıkıp, ülkelerine refah ve bollukla berâber, ciddiyet, metodlu bir
çalışma şevki, plânlı bir sanayileşme gücü, ilme ve imana dayalı bir tâze aşı
getirdiği de maâlesef düşünülemez.
Zira fertlerde olsun cemiyetlerde veyâ devletlerde olsun, ancak geçmiş, hâl
ve gelecek üçlüsü hesaba katılarak, basiretli ve ileri görüşle yapılan şuurlu
hamlelerdir ki o fertleri ve toplulukları rehâvete ve kof bir güvene düşmek tehlikesinden
korur. Böylece de, yıkıcı ve kötü niyetli iç ve dış cereyanların çemberini
yarıp selâmete çıkmak mümkün olur.
Bir zamanlar dünyâya parmak ısırtmış, yol göstermiş, ışık saçmış olan İslâm
dünyâsının boğazında, hâlâ Muhammed Ümmeti’nin imanına diş bileyenlerin
doladıkları çember takılı bulunmaktadır. Ama bu kölelik alâmeti, artık olduğu
yerden sökülüp çıkarılmalıdır. Çünkü dünyâ, İslâmiyetin efendilik devrini
tanımış, yaşamış, mes’ûd olmuş, yüzü gülmüştür. Bu gün de ona hasrettir.
İslâmiyetin, yolunu şaşırmış, aradığını bilip bulamamış, akıl almaz maddî
imkânlarına rağmen ne yapacağını kestiremez olmuş bu gökkubbe ehline, yeni bir
harman, yeni bir istif ile gelip tekrar insanoğlunu selâmete çıkarması ondan
beklenen bir İlâhî vecîbedir.
İslâm, dünyânın direğidir. Onun için Müslüman dünyâsının salâhı ve uyanışı,
kâinâtın salâhı ve uyanışı kargaşalığı ve fesadı ise kâinâtın kargaşalığı ve
fesâdıdır. Yeter ki evvelâ İslâm Âlemi, yattığı gaflet döşeğinden fırlayıp
kalksın, ondan sonra da imdat bekleyen dünyâya el uzatsın.
Gerek İslâm Âleminin Atlas Okyanusu'ndan Çin Şeddine kadar rakipsiz bir
medeniyet kurduğu şâhikalaşmış asırlar, gerek gürül gürül akan bir Ortaasya
Medeniyeti’nin kurucusu olmuş müstakil Türk devletleri ve nihâyet Selçuklu ve
Osmanlı asırları, tevhide dayalı bir devletçilik anlayışı ile idâre edildikleri
müddetçe, diinyâ medeniyet ve siyâsetinin saygı mihrakları veyâ belkemiği
idiler.
Zîra İslâm, madde plânı ile mânâ plânı arasında bir köprü, zihnî ve rûhî
kuvvetler arasında bir vahdet, bir orkestrasyondu. Çünkü İslâm tefekkürünün
henüz beyni kireçlenmemiş, zihnî tecessüsü dondurulmamış ve idrâkinin ağzına
cehâlet ve taassup gemi vurulmamıştı.
İşte kanı canı çekilip kaskatı kesilmiş olan dünyâ, yeniden İslâm güneşi
ile ısınıp kendine geleceği o lâtif devirleri hasretle bekliyor..
İslâm devletlerinin hududlarını tâyîn eden harîtalar, İslâm Birliğini ayıran çizgiler olmamalıdır.
Sınırlar ve siyâsî menfâatler, bir bakıma, gene de ayrı olabilir. Fakat
İslâm Âlemi'ne, hududların ve her türlü menfâatlerin üstünde bir İslâm Birliği
lâzımdır.
Birkaç defâ, gayeleri sırf siyâsî olan Arap Birliği teşebbüsleri olmuş,
fakat liderlerin kaprisleri ve hayâlleri seviyesini aşamayan bu hareketler,
kâğıttan kuleler gibi, ilk sarsıntıda yıkılıp gitmiştir.
Amma İslâm Birliği ruhu, Müslümanlığın mayasında ve temelinde mevcûd olan
ana cevherdir ve menfâate dayanan bütün engelleri ve çeşitli ideâlleri ağırlığı
altına alacak ve kütleleri tek müşterek çehrede birleştirecek manevî ve ulvî
bir gayedir.
Bu, yalnız Arapiara değil bütün dünyâ Müslümanlarına şâmil öyle bir iman
çatısıdır ki, onun kubbesi altında tahakkuk edecek bir alış veriş, yalnız
manevî birlik bakımından değil, siyâsî ve iktisâdı şahlanış bakımından da,
bütün Müslüman devletlerin güçlerine güç katacak bir kudret kaynağıdır. Yeter
ki peşin olarak buna biz kendimiz inanalım.
Bu gün İslâm ülkelerini tâyîn eden hudud işaretleri dünyâ politikacılarının
usta ve kasıtlı ellerinde, İslâm Birliği’ni tehdîd eden siyâsî kozlar, askerî
tehlikeler ve tehdidler olarak kullanılmakta, çeşitli kışkırtmalar,
sürtüşmeler, en azından kaş çatmalar hâlinde tecellî ve tahakkuk ederek
Müslüman devletlerin iç ve dış siyâsetlerine istedikleri istikameti
vermektedir.
Büyük kütle dediğimiz halk, bu gerçeği görmeyebilir. Görmemekte de mazur ve
haklıdır. Amma devletlerinin idâre mes’uliyetini üstlerine almış olanların
düşman oyununa gelmemeleri, durendiş, basiretli ve uyanık olmaları, birlik ve
berâberlik anlayışının bütün İslâm câmiâsı için bir hayat ve memat meselesi
olduğunu hem nazarî hem de amelî mânâda bilip, tatbikatında da acele etmeleri
lâzımdır.
Şu bir hakikat ki, İslâm devletlerini birbirleriyle düelloya dâvet eden
gizli ve sinsi kuvvetler vardır. Henüz Asya ve Afrika Müslümanlarının bir kısmı
OsmanlI İmparatorluğu’nun çatısı altında iken o gizli kuvvetler, bu düelloyu
Türk ve Arap kavimleri arasında tertîb etmekte idiler. Başlıca senarist de,
İngiltere sonra Çarlık Rusyası idi.
Tecrübeli ve kurnaz olduğu kadar gaddar ve merhametsiz de olan İngiliz
siyâsetinin yüzünü güldüren haber alma ve câsusluk teşkilâtı hem münevverler
hem de halk üstüne tatbik ettiği politikada elhak muvaffak olmuş ve Arab’ı
Türk’e diş biler hâle getirmiştir.
Birkaç sene evvel gazetelerde, hiç de dikkati çekmeyen, basit bir yazı çıkmıştı.
Çöllerin en yaşlısı olduğu tesbît edilen bir adam ile Garblı bir gazeteci
arasında geçen kısa bir konuşma. İhtiyar olduğu kadar câhil de olan bu çöl
sakini, kendince çok yaşamanın sırlarını söyledikten sonra, İngilizler
sayesinde zengin olduğunu, kendisini Türklerle vuruşmaya teşvîk eden İngiliz
ajanlarından çok para aldığını, bu sâyede de on yedi defâ evlendiğini iftiharla
söylüyordu.
Muhammed ümmetinden bir gafilin, İsâ ümmetinden bir casusun altın
keselerine tamah ederek dindaşlarına kılıç sallaması ve bununla da övünmesi
kadar ağdalı bir cehâlet az bulunur. Amma ne yazık ki bu gaflete düşen, çölün o
tek adamı değil, çöller dolusu Müslüman, aldatılmış ve elde edilmiş büyük
kütlelerdir.
Bu, cehâletin zaferi idi. Halbuki Kur’ân-ı Kerîm : «Oku!» âyeti ile
başlıyordu. İç ve dış tabîat bilgilerine teşvîk eden, hattâ emreyleyen bu İlâhî
sese riâyet ettiği ölçüde İslâm Âlemi dünyâya ışık tutmuş, rehber olmuş ve
kütlelere, akı karadan seçecek kıstası vermişti.
Artık bugün İngiliz politikasının balonu sönmüş ve Büyük Britanya
İmparatorluğu denen o azametli varlık, kabuğuna büzülüp kalarak, târihde bir
göz açıp kapama müddeti denecek kadar kısa zamanda sağa sola avuç açar hâle
gelmiştir.
Amma İslâm Âlemi’ni biribirine düşürmekte büyük menfâati ve payı olan mihraklar
kurumamış hattâ yeni yeni fesat merkezleri türemiş bulunmaktadır.
Ancak, bunlar artık Türklerle Arapların arasını açmanın değil, siyâsî
istiklâl kazanmış Arap devletlerini birbirine düşürmenin politik keyfi ve
kazancı ile faaliyetlerini de bu istikamete çevirmişlerdir.
Bir vakitler Avrupa'nın can damarına kadar ilerlemiş olan Türk ordularına
karşı, sırasında birbirini yiyen Avrupalı devletler nasıl birleşmiş idiyseler,
şimdi de, İslâm Âleminin yekpâreleşmesine karşı aynı zihniyet kılıç sallamakta
bulunuyor.
Siyâsî şartların elâstikiyeti, artık bir Türk-Arap soğukluğuna lüzum
göstermediği için de, çatışma alanı, Arap ülkeleri arasına intikal etmiş
bulunmaktadır.
Gerçi siyâset sahnesinde zaman zaman Türk-Arap zıddiyeti olmuş idiyse de
resmî çerçeve içinde kalan bu ihtilâflar, Türk’ün Arab’a olan saygısını ve
sevgisini asla sarsmamıştır. O kadar ki, Kurana ve Peygamberine
bağlılığı sonsuz olan Türk, değil mukaddesâtı horlamak, yediği hurmanın
çekirdeğini dahî çöplüğe atmayıp ayak basılmayan bir yere bırakacak kadar bir
çöl meyvesini bile azîz tutmayı bilmiştir.
Kroniklere dayanan târihî bilgilerde, dâima gerçeklerle efsâneler yan yana
yürümüştür. Amma şu var ki, efsâneler hangi devre âit ise, o devrin görüş ve
anlayışını aksettirmesi bakımından mühimdir.
Meselâ rivâyete göre, Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey, misafir
olduğu Şeyh Edebâli’nin evinde, kendisine tahsîs edilen odanın duvarına asılı
bir Kur’ân-ı Kerîm olduğunu görünce, Hak kelâmına karşı uzanıp yatmayı
saygısızlık addederek, sabaha kadar elpençe ayakta durmak sûretiyle imanının
îcâb ettirdiği hürmet, sevgi ve bağlılığı göstermiştir.
Bu motif, devlet kurucusunun kütleye akseden ve kütle karşısında teyîd ve
kabul olunan derûnî duygusudur. Gerçekten de o devrin iman anlayışından tâ
bugüne uzanan ve halkın şuur altında yatan aşk ve iman hazînesi budur.
(Bu satırlara yazanın çok yakın bir asker akrabası vardı. Namazını kıldığı
da olurdu, kılmadığı da, Kezâ orucunu tuttuğu da olurdu, tutmadığı da. Hovarda
meşrep ve işretten zevk alan insandı. Evine gelip, çoluğunun çocuğunun
arasında şöyle bir keyiflendiği zamanlar, sargile içmekten de hoşlanırdı. Amma
bulunduğu odanın duvarında veya rafında bir Kurân-ı Kerîm olduğunu farkederse.
derhâl büyük bir hürmetle nargilesini bırakır ve yanındakilere : Burada hem
Kur’ân-ı Kerîm olduğunu görüyor hem de nargilemi getiriyorsunuz... diye
çıkışırdı.
Bu, bin yıldan bu yana Türkün iliğine kemiğine işlemiş ve hiç değişmemiş
olan Kur’an saygısının kıyâmete sürecek zaferi idi. Hem de sofusunda da
sefihinde de, bu buydu. Ve gene bu, yediden yetmişe cemiyetin müşterek imanının
ortak bir neticesi idi.
Şeyh Edebâli’nin evinde Osman Bey’i sabaha kadar ayakta tuttuğu rivayet
edilen İlâhî bağlılık, o zamandan bu zamana kopmadan, örselenmeden gelmiş ve
Osman Bey’de tecellî eden haşyet, dürüst, faziletli, fakat içki kadehi ile
hemhâl olan bir zevk ehlinde bile yoluna devâm eylemiştir.
Amma bu gün, asırların arkasından dağ bayır aşıp gelen o sevgi ve saygının
ayak izlerine, cemiyet içinde rastlamak ne yazık ki eskisi kadar kolay değil.
S. Ayverdi)
'İslâmiyet, Mekke'de ilk beşâretini verip Medine’de şahlanarak çöllere
sahrâlara ve nihâyet izi ve sesi, arz-ı meskûnun büyük bir kısmına hızla
yayıldı. Bu öyle bir patlayış idi ki, uyuklayıp başı önüne düşmüş eski
medeniyetlere, cehalet ve zulme gömülmüş insanlık âlemine yeni bir hayat yeni
bir hamle getirmiş oluyordu.
Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)in büyük mucizesi olan Kur’an’ın
bütün beşer sınıflarına ve çeşitli idrâk seviyelerine söyleyecek bir sözü
vardı. Allah’ın Resûlü, câhil, putperest dağınık ve serkeş bâdiye ehlini, insan
gücünün dayanamayacağı bir celâdet, azîm, sebat ve imanla yirmi üç sene gibi
kısa bir zamanda eritip, liberal esaslara göre yeni baştan döküp şekillendirdi.
Böylece de, bir gerilme ve yaylanma devresine giren İslâmiyet, bir taraftan
Hind Okyanusu’na doğru sarkarken, Ortaasya Türk Devletlerinin kucağında izzet
ve ikbâl ile sevilip okşandı.
Büyük Selçuklu İmparatorluğu'na da Anadolu Selçuklularına ve nihâyet
Osmanlı Devleti’ne de ruh, nizam, üslûp, idâre, hukuk, iktisat ve san’at
ölçüleri getiren bir îtidâl ve muvâzene unsuru, beşerî-İlâhî idrâkin tâ kendisi
idi
Askerî fütûhâtına muvâzî olarak, ilimde ve medeniyette geniş ufuklar açmış
olan İslâm Âlemi, karanlıklar içinde emeklemekte olan dünyânın cehaleti
ortasında, târihin kaydettiği en ince medeniyetlerden birini sür'atle
âbideleştirmeye muvaffak olmuş bulunuyordu.
Bir yandan Bağdad'da ihtişam ve şâşaa ile parlayıp, yeryüzüne ilimden ve
teknikten sinyaller verirken, bir yandan da Müslüman dünyâ, düşünmeyi ve
okumayı terketmediği müddetçe, ilerlemekte devâm etti.
Emperyalist emeller gütmeyen bu âdil ve müsâvatcı din, hemen hemen bir
solukta Mısır’ı Cezayir’i Fas’ı Tunus'u geçip Endülüs’e atladı ve Sicilya
kapılarını Avrupa asilzâdelerine açtı.
750 senelerinden XIII. asrın sonuna kadar Müslüman medeniyeti, Atlas
Okyanusu'ndan Çin Seddi’ne kadar uzanan bir sâha üzerinde rakipsiz bir
hükümranlık kurdu. [ Haydar Bammad; (Ter. Bahadır Dülger) İslâmiyetin Manevî ve Kültürel
Değerleri, S. 3ö3. Resimli Posta Matbaası, Ankara, 1963.]
Abbasî halîfelerinin aşağı yukarı beş asır devam eden devletleri,
Endülüs’deki üç asır süren parlak devrinden sonra bir o kadar daha ömrü olan
İslâm devletleri kütlelerin yüzünü güldüren bir örnek medeniyet ve kültür
merkezleri idi.
San’atta olsun ilimde olsun Endülüs, ENDÜLÜS’ÇE o medeniyet cenneti olmuştu
ki adım İSLÂM başında çiçeklenmiş san’at eserleri, saraylar, kasırlar, câmiler,
medreseler, her karış toprağı nakil gibi donatmış bulunuyor, o kadar ki refah
ve bolluğa gark olmuş halk arasında, sadaka ve zekât verecek bir fakir vatandaş
bulunmuyordu.
Endülüs limanlarından hareket eden ticâret filoları, İstanbul, İskenderiye,
Sicilya ve Akdeniz sahillerine, bu ince medeniyetin ticâret mallarını
taşıyordu. San’at, ziraat ve ticâreti bütünleyen bir ilim ve edebiyat
düşkünlüğü de, sanki buhar gibi kütlenin üstüne çökmüş ve teneffüs ettiği
havaya karışmıştı. Bilhassa Avrupa prensleri ve asilzâdeler, bilgi tahsîli için
Sicilya gibi Endülüs medreselerine de sel sel akıyor ve bu ilim pazarlarının
metâını fikir dağarcıklarına doldurarak memleketlerine feyz ve ışık
taşıyorlardı.
Şiir ise, cemiyette âdetâ hayâtî bir İhtiyaç ve ikinci tabîat olmuştu.
Bollukla ilim ve san’atın yoğurup şekillediği kütle içinde en kıymetli nesne
şiirdi. Öyle ki halk, sanata değer biçmekte âdetâ yarış ediyor, aldığı zevki
değerlendirmek husûsunda san'atkâra, akla gelmedik ikramlarda bulunuyordu.
Şâirlere bahâ biçilmez hediyeler bağışlamaya doyamayan hükümdarlar, devlet
adamları ve memleketin ileri gelen tabakası, her birine bağlar bahçeler,
kasırlar saraylar veriyor gene de bu bahşişleri az bularak, şâirlerin
ağızlarını inci ve mücevherlerle dolduruyorlardı.
Ârap yarımadasından başkaldıran iman güneşi, hangi ülkeyi ısıtmışsa, o
coğrafyanın millî ve manevî rûhu ile çift olup kurduğu sentez ile dünyâ
görüşünü ve hayat üslûbunu mayalamış, böylece de medeniyetlerin kurulmasında
temel unsur olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm’in : «Oku!» emri ferdin hem kendi nefsini
okuyup arıtması hem muhâsebeii, kontrollü bir manevî düzene girmesi hem de
zihnî bilgiler kazanmak yolunda dirsek çürütmesiyle, cemiyet safları arasında
tahakkuk ve tecellî etmiştir.
Amma bugün, İslâm Âlemi’nde ruha da maddeye de eğilen o derûnî, ilmî ve
mantıkî alâkayı bulmak mümkün mü?
Gerçi petrol çıkaran Müslüman ülkeler kısa zamanda iktisâdî refâha kavuşmuş
ve dünyâ siyâsetinin geçer akçesi olan ekonomik zenginlik yüzünden de,
milletlerarası politika arenasında at sürer hâle gelmiştir.
Ne ki, lutufkâr bir hazîne olan petrol, kendisinden, çağın teknik
imkânlarınca faydalanmayanlardan intikamım acı alır.
Getirdiği bolluk harvurup harman savrulan ve mahalline masruf olup gereği
gibi kullanılmayan her mîras misâli, bu yeraltı serveti de elbette bir gün
tükenip gider.
Şu ete var ki Avrupa, Amerika ve Rusya, petrolün yerine kaim olacak sun'î
veya tabîî enerji kaynaklarının, daha şimdiden izi üstünde bulunmaktadırlar.
Esâsen petrol ihrâcı ile elde edilen gelirin büyük bir kısmı, kısa zamanda
modası geçecek harb malzemesi satın almak üzre Batıya akmakta, hele fuzûlî
ithâlât, şehir kurma ve îmâr işleri için petrol mukabili Avrupa’dan elde edilen
kazanç, tekrar AvrupalI eliyle geri çekilmektedir. Buna karşılık İslâm
Âlemi’nin geniş ölçüde teknik eleman yetiştirmesi, plânlı bir sanayileşme
politikası, fabrika yapan fabrikalar kurma seviyesine erişme gayretleri, henüz
ufukta görünmemektedir.
Petrol veyâ emsâli, hazıra konulmuş cömert tabiat mirasları, bir memleketi
muayyen müddet refaha kavuşturabilir. Ancak, Müslüman dünyâsına asıl lâzım
olan, kafa ve ruh zenginliğidir.
Yeraltı ve yerüstü madenlerinin, altın, gümüş, mücevher, petrol ve kömür
gibi hazînelerden gelen veyâ gelebilen varlık, asırlardır kabuğuna çekilmiş ve
düşüncesine karanlık basmış İslâm dünyâsına serbest tefekkür ve çağdaş teknik
yarışını da birlikte getirdiği takdirde, devamlı ve faydalı olabilir. Aksi
halde, mirasyedi hovardalığına dayalı geçici bir varlığa güvenmek, hatâların en
fahişlerindendir.
Müslüman âleminin hatâsı çoktur. Cehalete kapılarını açmakla hatalıdır.
Taassuba düşmekle hatâlıdır. Düşmanlarını tanımamakla hatâlıdır. Bilhassa ve
bilhassa Kuran ahlâkından uzaklaşmak, böylece de kendinden, kendi mânevi
değerlerinden kopmakla hatalıdır.
Amma İslâm dünyâsının önce yerinde sayması sonra da geri geri gitmesindeki
sebepler, yalnız şu saydığımız veyâ sayamadığımız iç bünye kusurlarına
bağlanamaz. Ne ki biz, kısaca temas etmek istediğimiz dış tertip ve baskılara
geçmeden evvel, burada bir Müslüman hânedâna âit hazîn bir hâtırayı nakletmek
istiyoruz :
1958 senesi idi. Irak ihtilâlinin henüz kanlan kurumadığı günlerden
birinde, Hâşimî Hânedânı’na mensup emirlerden ve maktul Kral Faysal'ın
akrabalarından olan münevver bir zat tesadüfen Türkiye'de bulunmakla,
ihtilâlcilerin kahrından kurtulmuştu.
Emir, uyanık ve aydın bir İnsan olmakla beraber, köklerinden sökülmemiş,
Garbı çok iyi tanıması, kendisini Şarklı olmaktan alakoymamış böylece de geçmiş
ile hâl, hattâ istikbâl arasına geçit kurabilmiş bahtiyarlardandı. Karşı
karşıya konuştuğumuz bir gün : «Bu ihtilâli bizimkiler istedi» dedi.
Koyduğu teşhis ve verdiği hüküm, dinleyenleri şaşırtacak bir sözdü. Neden!
Niçin istiyebilirler, bu vahşî ve barbarca kıtâle nasıl tâlib olabilirlerdi?
Emîr, devam etti : “Onlar, birer esmer İngiliz idiler. Anglosakson kültürüyle yetişmiş ve
milliyetlerini unutmuş bulunuyorlardı, iktidâra sâhib olduklarından bu yana da,
cemiyetin muhtaç bulunduğu mânevî eğitimi bir yana bıraktılar. Başı boş ve
imansız yetiştirdikleri nesiller de, işte onlara bu âkıbeti revâ gördü.”
*
* *
İrak kral hânedânına mensûb olan Emîr, maalesef teşhîs ve tesbîtinde
yanılmıyordu. Zîrâ gerek Müslüman hükümdarların, gerek devlet reisleri ve ileri
gelenlerin evlâtları, daha kendi memleketlerinin târihî, dînî, içtimâî ve millî
realiteleri ile zırh giyip sağlama alınmadan, «eti senin kemiği benim...»
dercesine Garb'ın kucağına bırakılmakta ve hamurları, yabancı milletlerin
kültürleriyle mayalanmış olarak memleketlerine dönmektedirler.
Bu millî gurur ve heyecânını kaybeden bir Şark hastalığı; «Beni kurtar!»
dercesine, kuzunun kurttan medet ummasının hazîn, gafletli ve acıklı
tablosudur.
Ancak, bir yandan iç bünyenin bu sakat ve ters tutumundan doğan kendi
kendinden yabancılaşma, ortaya bir gafil münevverler sınıfının tehlikesini
çıkararak, parçalayıcılığı çok iyi bilen dış tesirlerin de işlerini
kolaylamaktadır.
Öyle ki, İslâm Âlemi’ne çevrilmiş zehirli oklar nerelerden gelmiş ve kimler
tarafından atılmış ve atılmakta bulunulmuştur? Bunu evvelâ idareciler
kadrosunun bilmesi, böylece de uyanışın, zirvelerden kütleye ve eğitim çarkının
içine alınarak, yedi yaşındaki çocuğun idrâkine kadar indirilmesi, İslâm
dünyâsının ihmâle gelmez hayat teminâtıdır.
Münevveri, kendi toprağının gerçeklerinden câhil olan ülkeler için yaşama
hakkı düşünülemez. Bugün İslâm Âlemi’ne lâzım olan, şoven bir milliyetçilik
değildir. Ayrı idârelere ayrı hududlara ayrı menfaatlere rağmen, politika
hesaplarının dışında ve Kur’an ahlâkının ölçüleri içinde yüksek voltajlı bir
İslâmî şuur ve heyecan ile İslâm Âlemi'nin yekdiğerini desteklemesi lâzımdır.
Zîrâ bu birliğin temîn edeceği menfaat, siyâsî ihtiras ve ümitler peşinde
karşılıklı çelme takıp birbirini yere sermekten beklenen faydanın yanında
ölçülemeyecek kadar azîmdir.
Ne ki, bir İslâm Birliği çatısı kurmanın, istisnâsız, bütün Müslüman
ülkeler için artık bir ölüm kalım zarureti olduğunu görmezlikten gelip, bu
muhteşem ve ilâhî fırsatı kaçırmış olmayalım.
Ey Emîrler, Devlet Reisleri, Münevverler ve Müslüman Kardeşlerim!
İslâm dünyâsının düşmanı çok olmuştur. Başlıcaları: Mûsâ ümmeti, İsâ ümmeti
ve nihâyet bunları, komünist blokun devreye girmesi tâkîb etmiştir.
Dünyânın isiâmiyeti idrâki, daha evvel gelmiş olan dinlerin karşısına
düşmanca dikilip horlamak ve mücâdele etmek gibi küçük ve ednâ hesaplara
dayanmak gayesini gütmediği ve kitabında da açıkça : «Senin dînin sana
benimki bana!» demek suretiyle,
vicdânî kanaatlara hürmetini cihâna îlân ettiği hâlde, değişik imanların atış
hedefi olmaktan kurtulamamıştır. Zîrâ, İslâmiyetin beşer nev'î için ciddî
bir otorite ve gerçek bir istikrar müessesesi olduğunu sezmiş olmaları, onu
yıkamasalar bile, yıpratmaya mâtuf hareketlere baş vurmaktan geri
bırakmamıştır.
Yıkıcı hareketleri sınıflandırırken karşımıza dün de bugün de, ilk çıkan
Yahudiliktir. Mûsâ ümmetinin ilk büyük fitnesi de Hz. Osman'ın şehâdetini hazırlıyan
vak'adır.
Amma Yahudi'nin dünyâ târihine karşı binlerce senedenberi tatbîk edegeldiği
sistemli bozgunculuk siyâsetinin içinden, yalnız Müslümanlığın hissesine düşen
kısmı alıp, bu ihtilâller ve fitneler zincirini başından ve sonundan tecrîd
edersek, tabloyu noksan çizmiş oluruz.
Azınlık ve dağınıklıklarından dolayı silâhlı çarpışmayı kabûl edemiyen
İsrâiloğuIIarı için, yaşadıkları memleketlerin iktisâdı hâkimiyetini ele almak,
sonra da bu ülkelerin içtimâi ve siyâsî haritası üstünde gerek anarşik
hareketler, gerek kitap, gazete, çeşitli neşriyat, sinema, televizyon
yollarıyla millî değerleri tahrîb etmek, bilhassa siyâsî, iktisâdî ve mâlî
sâhalara el atmak gibi sinsi ve gizli faaliyetlerde bulunmak şaşmaz taktikleri
olmuştur.
Mîlâddan asırlarca evvel siyâsî İstiklâlini kaybeden Yahûdî kavmi, bir
yandan dünyâya yayılırken bir yandan da Buhtunnasır tarafından esir edilip
Bâbil'e sürülmüş olmakla berâber, kısa zamanda memleket hayâtına intibak ederek
faaliyet sâhaları bulmakta gecikmemiş, hükümdarın ölümünden sonra da, bu
kalabalık cemaat; Keldânî devletinin idârî, iktisâdı ve içtimâi kontrolünü ele
geçirmiştir.
Memleket mukadderatına hâkim olduktan sonra ise, komşu İran’la pazarlığa
girişerek, yapmaya muvaffak olduğu anlaşma ile, Bâbil'i târih sahnesinden
kaldırmıştır.
Bu defâ da İran, şükran ve minnet duygusuyla, Yahüdîye kapılarını açmışsa
da, muhteşem İran medeniyeti, bu lütufkârlığının cezâsını pek ağır ödemiştir. Öyle ki saraya, idâreye, siyâsî ve içtimâî müesseselere derinlemesine dalan
Siyon nüfuzu, Keldânîlerde olduğu gibi, İran devletinin de tepe aşağı
gitmesindeki âmillerin önünde gelmiştir.
Faaliyet programlarını Mezopotamya’dan Garb’a doğru nakledip genişleten
aynı kavim, an’ane, ahlâk ve mukaddesatı kundaklayan yıkıcı faaliyetlerine,
nihâyet Roma’yı seçmiştir. Öyle ki, bu şövalye ruhlu devlet de, fikriyâtına
nüfuz eden Yahûdî filozoflar ve hukukçular elinde kalarak, içtimâî, siyâsî ve
hukukî müesseselerî ile ahlâk anlayışında onulmaz yaralar açılmış böylece de
Yahûdî, binlerce yıldır yaşadığı sürgün hayâtının öcünü beşeriyetten bir kere
daha almıştır.
Dünyâyı Yahûdîleştirmeyi gaye kabûi etmiş İsrâiloğulları, Romayı çökerterek
maddî ve mâlî imkânlarını artırıp geniş bir nefes alacakları sırada, ne çâre ki
karşılarına İsâ Peygamber ve onun ümmeti çıkacaktı.
İnsanoğluna muhabbet ve sükûnet vaad eden bir din, Tevrat anlayışına göre,
muhakkak içinden hançerlenmeli idi. Nitekim pusuya çekilerek hazırlanan Yahûdî
zekâsı, tekrar târihî rolünü alarak bir kere daha yeryüzünü kana boyadı.
Kamçılanan ihtiraslar, insanlara kurtuluş ve huzur yolunu muştulayan Tanrı
elçisini, çarmıha sürüklemeye uğraşıyordu.
İsâ’dan sonra ise peygamberine cefâ ve hakareti reva görmekle alnına
silinmez damga yemiş Hristiyan dünyâsı ile Yahûdî şeriatçılığı, kâh yenerek kâh
yenilerek asırlar boyu güreşmiştir.
İskenderiye Mektebi Tevrat mezhep ve felsefesini harman yapıp dünyâya
dağıtırken Yahûdîliği fikir ve îtikad yolundan kabûl ettirmek metodu üstünde
çalışmıştır. Böylece açtığı neoplatonik çığır ile gafil, zayıf ve masum
kütleleri asırlarca tesîr ve nüfûzu altında tutmuştur.
*
* *
Ne ki, zaman gelmiş, bu defa da beşeriyet, dünyânın koyu ve ağdalı cehaleti
içinde birdenbire parlayan İslâmiyetin tevhîd, ihlâs ve iman bayrağı altında
toplanır olmuştur. Gerçekten de, insanoğluna beklediği birlik ferahlığını,
vicdânî hürriyet ve içtimâî adâleti getiren Müslümanlık, kısa zamanda yaylanıp,
zuhûr ettiği ülkeden çok uzaklara fırlar olunca, beşeriyet için ideal ölçüler
ve prensipler getiren bu tevhîdci din de, gene Yahûdînin târihî hücumlarıyla
karşı karşıya kalmıştır.
Zîrâ İslâmın yeryüzü için gerçek bir otorite ve muvâzene unsuru olduğunu
anlayan İsrailoğulları’nın, ellerini çabuk tutup fesad ve fitne kundakçılığı
ile bu sefer de Muhammed ümmetinin birliğini parçalama faaliyetine
girişecekleri tabîî idi. Nitekim öyle de oldu.
Renk ve ırk ayrılığını reddeden İslâmiyet, beşer nev'înin tamamına
hitâbediyor, «Allah, âlemlerin Rabbıdır» diyerek cümle âlemi, açtığı
tevhîd bayrağının altına çağırıyordu.
Bu dâvete icâbet edenlerin sayısı kısa zamanda kıtadan kıtaya atlayıp kan,
kabile ve aşiret dâvâları, iğne değmiş balon gibi sönüverince, bu yeni düzenin
getirdiği nizam ve dünyâ görüşü yüzünden menfaatleri zedelenenlerin olması
tabiî idi. Bunların başında gelenler de Yahûdîlerdi. Çünkü onların Allah’ı,
yalnız İsrailoğulları’nı benimseyip koruyan ve bunu da Tevrat âyetleri ile
öğütleyen inhisarcı bir ilâhtı. Halbuki İslâmın tebliği bir zümreye değil,
bütün cihâna şâmildi.
Ancak, binlerce yıldır ırkçılığının ve şeriatçılığının taassubu ile
şartlanmış olan Yahûdî, yakalandığı üstünlük psikolojisi ile kendini büyük,
cümle âlemi de Tevrat'ın yücelttiği kavminin ayakları altında küçük ve mahkûm
kabûl etmeye alışmış bulunuyordu.
Yahûdînin inandığı ilâh nasıl bir ilâh idi ki, insanlık âlemini hiçe
sayarak bütün üstünlükleri ve imkânları İsrâiloğulları'na tahsis etmiş
bulunuyordu. Meselâ: Tevrat’ta; «Eğer Rabbın kelâmını dikkatle dinleyip
benim sana bu gün tebliğ ettiğim emirlerin tamâmını hıfz ve icrâ edersen, Rab
seni, cümle tâifelerine üstün kılacaktır», 28. bab âyet 1. «Şehirde mübarek ve sahrâda mübarek olacaksın» aynı bab âyet 3. «Aleyhine kalkan düşmanlarını Rab, senin önünde kıracaktır»», «Rab sana nîmet
hazînesini, yâni gökleri açıp toprağın için yağmuru mevsiminde verip elinin her
bir işini bereketleyecektir. Sen dahî çok kimselere ödünç vereceksin ve ödünç
almaya çaksın.» âyet 12. «Rab seni kuyruk etmeyip baş edecektir. Sen dahî her zaman üst çıkacaksın
ve alt olmayacaksın.» âyet 14.
Bir ırkın millî gurûru için mücâdele etmesi tabîî olduğu kadar güzeldir de.
Amma İlâhî gerçeklere dayanmayan bir şerîatın körü körüne emrine girmiş Yahûdî,
dünyâ hegemonyası peşinde ve kendi ırkından gayriye hak tanımıyan bir bâtıl
zihniyet içinde bulunmakla, o temiz hakkı suistimâl eylemiş bulunmaktadır.
O kadar ki Yahûdî, yeryüzünü pençesinde zebûn eylemek gayesiyle bir bakıma
dünyâ iktisadiyâtını hattâ siyâsetini bu emelle buyruğu altına almış ve İslâm
âleminin merkezine bir çıban olarak gelip oturmuştur.
*
Hz. Peygamberin ölümünden sonra, İslâm'ın içinde bâzı anlaşmazlıklar ve
hiziplere bölünmeler çıktı. Bunların bir kısmının kökü, ferdî ve kabileler
arası düşmanlıklara dayanıyordu. Bu bölünmelerin en vahimi, mezhep farkları
yüzünden doğan parçalanmalar oldu. Bütün bu anlaşmazlıklarda ve bölünmelerde
Yahûdîlerin entrikaları çok ehemmiyetli ve çok zararlı bir rol oynadı. Öyle ki
düşmanlıkları azdırdı ve İslâm’a ölçülemeyecek kadar büyük zararlar verdi.
İslâmiyetin zuhûrunu tâkib eden asırlarda bir Müslüman Hıristiyan zıddiyeti
olmamıştır.
Bir medeniyet hamlesini, insan hak, hürriyet ve haysiyetine saygı ve
sevgiyi getirmiş olan İslâm, az evvel de söylediğimiz gibi: «Senin dînin sana,
benimki bana!» demek sûretiyle çeşitli inanış ve imanlara gösterdiği saygıyı
hıristiyanlardan da esirgememiştir. O kadar ki, Hz. Muhammed ve halîfeleri,
sözlü ve yazılı beyanlarıyle, gerek keşişlere tanıdıkları imtiyazrar gerek
hıristiyan halka gösterdikleri yumuşak ve tatlı muamele ile İslâm prensiplerini
nazarî kalıplar hâlinde bırakmıyarak fiilen gerçekleştirmişlerdir.
*
Yahûdî, Yaradanın sahabet, himâye ve koruyuculuğunu tek kavme yâni
İsrâiloğulları'na tahsîs etmiş olduğu için ilâhî hakîkati bulamamıştır.
Hıristiyan ise, Allah'ı üçe bölmüş ve onu göklerde aramış olduğu için ne
hakdan ne de ilâhî gerçeklerden gereği gibi nasîb alabilmiştir.
Tek Allah’a inanan Müslümana gelince, bütün mükevvenatta ve her bir
yaratılmışta Hakk’ın bir isim, sıfat, tecellî ve zuhûrunu görerek birliği
bulmuştur.
Allah’ı, kendine şahdamarından daha yakın gören bu vahdet inanışından
dolayı da vicdanlara, imanlara ve insanlara saygıyı, dolayısıyla da sevgi,
adâ[et, merhamet ve insâfı, ibâdet ölçüsünde azîz tutmuştur.
*
* *
Ne yazık ki artık bugün bir Müslüman Hıristiyan dostluğu kalmamıştır.
Aksine, uzun asırlardan beri sürüp giden bir Müslüman Hıristiyan çekişme,
çatışma hattâ nefreti mevcuttur.
Ancak, İslâmın zuhûrunu tâkîb eden yüzyıllar boyunca devâm etmiş bulunan bu
iyi komşuluk münâsebetlerini bozmak ve araya ikilik, ayrılık ve ikrah sokmak
mesuliyetini, bilhassa Haçlı Seferleri taşımakta ve anlaşmış iki dostu düşman
hâline getirmeye muvaffak olmuş bulunmaktadır.
Bilindiği gibi, bir zamanlar hıristiyan Garb, vicdan hürriyetinin ve müsbet
ilmin karşısında heyûlâ gibi dikilmiş bulunuyordu. Onun için de, serbest
tefekkür ve bilgi, güneş görmeyen zindanların kürek mahkûmu idiler. Her kim
mazgallardan başını uzatıp sesini duyurmak istese, o baş, ya kesiliyor ya da
boğazına kızgın kurşun akıtılıyordu. Bunlardan, Hristiyanlığın yüz karası olan
engizisyon mahkemeleri ise, serbest tefekkürü kanla boğan bir vahşet örneği
idi.
Bu yüz kızartıcı senaryonun hazırlayıcısı da, doğrudan doğruya kilise idi.
Halbuki o devirlerin İslâm dünyâsı, batmak bilmeyen bir ilim, hikmet ve irfan
güneşi ile ışıl ışıl parlıyor, gerek aklî gerek naklî bilgilerin ufkunda sanki
küheylânlar varış ediyordu.
İste fanatik, öfkeli ve şuursuz kilise, İslâmın bu göz kamaştırıcı
üstünlüğünü çekemedi. Zîrâ tekniğin de ilmin de meşalesi İslâmın elinde
bulunuvordu. Ya bu mes’alevi söndürmeli yâhut da onu kendi toprağına çekip
almalı idi.
Böyle bir mücâdeleyi başlatmak için ise kilise, küçümsenmeyecek silâhlara
malikti: Avrupa’nın fikir koması içinde bulunan asilzade şövalyeleri ile,
şövalyeler ve kırsallar arasında ezildikçe ezilen sığ kafalı, câhil halk
yığınları harekete geçmek için bir işarete bakmakta idiler.
Amma halk câhil idi de, şövalyeler değil miydi?
İşte kilisenin, bu dar görüşlü mağrur asilleri, câzip vaatlerle kandırması
güç olmayacaktı. Nitekim olmadı da. Her ne kadar ilim ve irfandan yana fakir
idilerse de, şatolarının hazînelerinde büyük servetleri vardı. Amma Şarka
yapacakları seferler, onları hayâl edemeyecekleri efsânevî varlıklara boğduktan
başka, alınlarına da kahramanlık damgası basacaktı.
Halk ise, câhil olduğu kadar da mutaassıptı. Üstelik bir tarafta
derebeylerinin diğer tarafta kralların zâlim ve müstebit idareleri altında
şaşkın ve canından usanmış bir çâresizlik içinde bulunuyordu. Onun için de, bu
ezilmiş kalabalığın istenilen yere sevkedilmesi kolaydı.
Yarı bezginlikten yarı mâcerâ, vurgun ve ganimet ümidinden, daha da çok,
Müslüman öldürmekle kazanacakları cennet ve sevap vaadlerinden gözleri
karartılmış bu vahşî güruh, yüzlerce sene ve defâlarca memleketlerinden kopup
İslâm ülkeleri üstüne çığ gibi inerek yaktılar, yıktılar, astılar, kestiler.
Bu durmadan tekrarlanan vahşî seferler karsısında, tabîî ki İslâm
devletleri de kendilerini müdâfaa etmek mecburiyetinde idiler. Medeniyetlerinin
varmış olduğu seviye ise bu müdâfaaya elverişli bulunuyordu. Şöyle ki :
“XII. asrın İslâm âlimleri, barutun formülünü kesin şekilde tesbît
etmişlerdi. Batının devamlı Haçlı taarruzlarına karşı müdâfaa zarûretivle İslâm
hükümdarları, dünyâca meşhur kimyagerlerini, kimyevî bir harb vâsıtası olan
barutun yakıcı ve tahrîb edicî tesirlerini araştırmak üzere barut
imâlâthânelerinde çalıştırıyorlardı. Müslümanların XIII. asrın yarısında
roketler için itici bir vâsıta olarak barutu kullanacak vaziyette bulundukları
muhakkaktır.” [ Dr. Sigrid Hunke; (Ter. Servet Sezgin) Avrupa’nın Üzerine Doğan
İslâm Güneşi, s. 50 - 51, İstanbul 1972.]
Ancak, her Haçlı Seferi kapanırken muhârebe bilançosunun, asillere de halka
da söylediği son söz, kilise tarafından aldatılmış olduklarının beyânı idi.
Zîrâ Haçlı ordularını takdîs ederek sefere çıkaran papazların dedikleri gibi,
yakıp yıkıp taş taş üstünde bırakmadıkları ülkelerde ne dört ayaklı ne de
kuyruklu insanlar vardı. Aksine, bütün bu tahrîb eyledikleri memleketler birer
ilim, irfan ve medeniyet merkezleri idi.
Her Haçlı Seferi'nin dalgası İslâm coğrafyasının üstünden çekilip kendi
topraklarına dönerken, çektikleri ızdırap, sefâlet ve aldatılmış kütle
psikolojisine rağmen, cehlin, bilgi, görgü, ilim ve hikmetle bu kanlı
karşılaşması, câhil ve kirli paslı Garb'ı, elini şakağına koydurup uzun uzun
düşündürmüş, bu mukayese ise, Batının lehine çıkacak zemini hazırlamak
bakımından çok faydalı olmuştur.
*
O devirler Avrupası’nın medenî seviyesini tâyin etmek için tâ Haçlı
Seferlerine kadar gitmeye de lüzum olmasa gerek. Garb âleminin birkaç yüz sene
evvelki hâli ile aynı devirlerin Osmanlı medeniyeti kıyaslanacak olursa,
karşımıza, Avrupa’nın aleyhine, tiksinilecek bir tablo çıkar. Meselâ,
Brandeboug Prensinin 1624 senesinde verdiği bir ziyafetin davetiyesine
misâfirlerin riâyet etmeleri gereken hususları kaydettirmiş olması, asillerin
ve yüksek tabakadan Avrupalının terbiye, görgü ve muaşeret seviyesini
belirtmesi bakımından üstünde durulmaya değer bir keyfiyettir. Davetiyeye ilâve
edilen notlar şu tavsiye ve tembihleri ihtivâ etmektedir: «Sahanlara,
dirseklerine kadar ellerini sokmak, yaladıkları kemikleri tekrar sahana koymak
veyâ fırlatıp arkaya atmak, parmak yalamak, tabaklara tükürmek, örtü
kenarlarına burun silmek yasaktır.»
Aynı târihlerde diğer Avrupa hânedan saraylarında da vaziyet başka türlü
değildi. İngiltere Kralı Birinci Jaques'in sofrası da böyle idi. Fransa’nın
kadifeler, danteller, atlaslar içinde salınıp gezen kral, prens ve
prenseslerinin ise, kokudan yanlarından geçilmezdi. Batıdan Osmanlı Devletine
gelen elçilerin, hamama sokulmadan evvel pâdişâhın huzuruna çıkarılamadıkları
ise, bir târihî gerçektir.
Üçüncü Sultan Ahmed devri olan 1730 seneleri, Osmanlı İmparatorluğunun
gerek askerlikte gerek siyâsette çok yorgun ve kırgın olduğu bir çağdır.
İngiliz sefiresi olarak Türkiye’de bulunan. Lady Montague, kitap hâlinde
neşredilen mektuplarında, Müslüman Türk temizliğini, terbiye, zarâfet ve
nezâketini anlatmaya doyamaz ve sarayında misâfir olduğu Hafize Sultan'ın, bir
el işi şaheseri olan peşkiri kendisine hediye ettiğini, fakat buna kıyıp da
ağzım silemediğini ilâve eder.
Yemeğe oturmadan evvel elini yıkayan, sofradan kalktıktan sonra tekrar aynı
isi yapan Türk temizliği, elbette Avrupalıyı şaşırtacak hareketlerdir.
Çok yakın zamanların meşhur sîmâlarından ve hastabakıcılığa medenî bir cehre
getiren Florence Ninhtinoale’in kalemi ise, 1850 yıllarındaki İngiliz
hastahânelerinden ve hastabakıcılarından bahsederken akıl almaz pislik,
bakımsızlık, ihmâl ve ahlâksızlığı söylemekle bitiremez. Koğuşlar, seksen yüz
kişiliktir. Duvarlar rutûbetten pamuklanmış, hastaların tabiî ihtiyaçları
döşemelerin üstünde yığın yığındır.
Bugünün Avrupalısı, dünkü cedlerinin iptidâî seviyesinden alınmamalıdır. Ve
biz de bu gerçekleri, Garb'ı küçültmek değil, Şarka: «İsterseniz siz de kısa
zamanda dünyâ ile yarış eder hâle gelebilirsiniz...» diyebilmek için
söylüyoruz.
Batı, medeniyetini kurarken emperyalizmden başka gayesi yoktu. Onun için,
insanlığı bir tarafa iterek, kıyasıya bir çalışkanlık ve teşkilâtçılıkla maddî
refâhın anahtarı olan teknolojide dev adımlar attı. Fakat mânevî disipline yer
vermediği için moral çöküntü ile de yıkılır oldu.
İslâmın gayesi ise, hazır ve ideal bir nizamname olarak, eli altındadır:
îlâ-yı Kelimetullah ve bu üstün gayenin tahakkukunu gerçekleştirecek rûhî
kemâl. İslâm yeniden bu noktaya geldiği an, o şevk ile ancak kendine ve dünyâya
faydalı olacak bir seviyenin zirvesinden beşeriyete hitâb edebilir.
İlâ-yı Kelimetullah, önce Müslüman Arap ordularının sonra da Müslüman Türk
ordularının devraldıkları yücelerden yüce emânet.
Allah adını yükseltmeği ve yaymayı hedef tutmuş bir anlayış kadar beşeriyet
için hangi gaye daha üstün olabilir?
Allah adını yüceltmek şevki, rûhu yücelmiş olanların kârıdır. Yalnız İslâm
imanına sahip olanlar için değil, bütün beşeriyet için en kestirme en aydınlık
ve aydınlatıcı yol budur. Zîra Allah aşkının hâkim olup saltanat sürdüğü yerde,
ednâ, küçük ve kirli işlere, şerre, habasete nasıl yer olur? Şu dünyâ ah şu
dünyâ. İlâ-yı Kelimetullah aşkı ile dolup taşmanın, onun için yaşayıp onun için
ölmenin, ölümsüz hayâtın tâ kendisi olduğunu bir bilse, ne olur bir
bilebilse...
*
Dikkate değer bir nokta da şudur ki, Haçlı dünyâ düşmanlıkta nasıl Türk'e
karşı birleşmeyi bir iman borcu bilmişse, Garb'ın, kilise kürsülerinden duya
duya körü körüne kazandığı bu zihniyet, dar bir ilim çevresi müstesna,
günümüzün Hristiyan âleminde hâlâ bütün tâzeliği ile yaşamaktadır.
Bir zamanlar Katolik Protestan savaşları ile kıran kırana dövüşen,
boğazlaşan Avrupa, gene Ortodoks mezhebine diş bileyen Katolik kilisesi,
memleketlerinin siyâsî menfaatleri îcâb ettirdikçe kıyasıya birbirlerini
dişlerken, Türk kam dökmek fırsatı çıkar çıkmaz silâha sarılmış ve İslâmiyeti
kıt'adan kıt’aya taşımış olan Müslüman Türkler'e karşı cenkleşmek noktasında
dâimâ birleşmişler ve bu arada, siyâsî, askerî, İktisadî ablukalarım
sıkıştırdıkça sıkıştırmış, daraltdıkça daralmışlardır. Mâalesef şimdi de
keyfiyet aynıdır.
Şu var ki, Tevrat anlayışına ve dolayısıyla Ahd-i Atîk çerçevesi içinde
Yahûdî fikriyâtına yer vermiş olan Batı, İslâm tefekkür ve medeniyetinden
alacağını aldıktan sonra, onu yıkmaya kararlı görünüyordu. Nitekim yaptığı da
bu oldu.
Ancak, hamurunun terkîbine solüsyon hâlinde sızıp karışarak hâkim olmuş
Yahûdî fikriyatının kâbusunu taşıyan Avrupa, İslâm’daki ilim ve medeniyet
yükünü kendi topraklarına naklederken, onun spiritüel değerlerini de götürmek
kudretini gösteremedi. Gösteremezdi de. Zîrâ katı, merhametsiz ve materyalist
idi. Öyle de kaldı. Sert mizacı, gerçekler önünde eğilip bükülmeye elverişli
değildi. Hz. İsâ’nın sevgi tavsiyesi, kendi peygamberlerine karşı bile nazarî
kalıplar hâlinden çıkıp gerçekleşememiş, İncillerin satırları arasından dünyâ
yüzüne fırlayıp boy gösterememişti.
Târihin şahâdetine dayanarak üstünde durulacak nokta, Hz. İsâ’nın
vaz’ettiği prensiplerin, Hristiyanlıkta ifâde bulamamış olması, bu yüzden de
cemiyete ideal ve tatmîn edici bir nizam getirememiş bulunmasıdır. Onun için
de, Haçlı dünyâda, Müslümanlığın kendi kendine karşı samîmi ve kendi vicdânına
hesap veren manevî düzeni sâbit olamamıştır.
Müslüman milletler, imanlarının esâsını rehber kabûl ettikleri müddetçe bu
şevk ve heyecan, İçtimaî adâlet, manevî hürriyet, vicdanî huzur, kütleleri
perçinleyen eşsiz bir enerji kaynağı olmuş ve yer yer çiçeklenen medeniyetler
bu hızla meydana gelmiştir. İşte iman potasında temizlenerek cemiyet içine
katılan ferâgatlı, şuurlu ve rehber insanlar, taşıdıkları seçkin vasıfları
kütlelere de nakletmekle, çevrelerini mayalamış cemiyetin yüzünü
güldürmüşlerdir. Öyle ki, ceza müeyyidelerinin bekçilik edemediği, kanunun
pençeleyip durduramadığı beşer ihtiraslarını bir karar ve kıvâma ayarlayan bu
rehber müminler, kanun vâz’ılarından daha kuvvet ve isâbetle cemiyet
nizamlarının bekçiliğini etmişlerdir.
Amma İslâmın, düzenini kaybedip dışardan güç ve enerji alma mevkiine
düştüğü zaaf devirlerinde, içtimâi adaleti sanki bir ithâl malı gibi fikir
hududlarından içeri sokmak zavallılığına yakalanmışlardır. Farazâ, Fransız
ansiklopedilerinin İnsan Hakları Beyannâmesi ile te'sîs etmeye uğraştığı o
satıh üstü düzene, devirler boyu muhteşem bir adâlet, insaf ve şefkat tecrübesi
yaşamış Müslüman dünyâsının avuç açması gülünçlüğü gibi...
Amerika’nın keşfi ve Rönesans'ı idrakten sonra Garb’ın büyük sanâyi devrine
girmesiyle maddî refâhı ve maddeye tasarrufu attıkça, kahrı da artıyor ve duygu
iffeti ise her geçen zamanla biraz daha eksiliyordu. Böylece de, kendini
dünyânın merkezi ve tek söz sahibi zanneden Garb, şımardıkça şımarıyor ve
bulunduğu kıt’adan dünyânın dört bucağına kol ata-rak, târihi boyunca
emperyalist olmamış ve sömürme nedir bilmemiş Müslüman milletler de dâhil,
çeşitli ırkları, topraklarıyla berâber paylaşıp mâsum İnsanları forsaya
çakılmış esirler gibi, bütün insafsızlığı ile canlı bir malzeme olarak
kullanıyor ve böylece de, sömürebildiği kadar sömürüyordu.
Gerçi artık uyanan bir dünyâ karşısında eli kolu bağlı bir Avrupa vardır.
Amma gene de asırlar boyunca emek ve şekil verdiği organize bir cemiyetin henüz
garantisi içinde görünmektedir. Ne ki, dikkat edilecek olursa, bu bir kâzib
fecirden başka şey değildir.
Garb’ın düşünen ve araştıran ilim çevreleri, hâlâ hemen bütün müesseseleri
ile ayakta bulunuşlarının bir yalancı aydınlığa benzediğini artık çok iyi
bilmekte ve bunu da îkrâr ederek, kendilerini aldatma yoluna gitmemekte ve
yıkılan felsefelerinin enkazı altında çırpınıp durmaktadırlar.
Madde rûhu doğurmayıp ruh maddeye can verdiğine göre, Garplı ilim adamı da,
artık maddesine bir ruh aramakta ve bunun da İslâmda olduğunu hissedip, zihnî
ve ruhî antenlerini o tarafa çevirmiş bulunmaktadır. Amma, hâlâ karşısına
dikilen bir kilise, hâlâ kilise tarafından şartlandırılmış bir umûmî efkâra toslayıp
ileri gidememekte, belki de gitmekten çekinmektedir.
Ancak, ona destek olması, kuvvet vermesi ve : «Aradığın bendedir!» diye
imanına dâvet etmesi, hattâ o imanı ayağına götürmesi, İslâm Âlemi’ne düşerken,
neden Müslüman dünyâ başbaşa verip bunu düşünmemekte ve zamanını olmadık
işlerde israf edip bu fırsatı kaçırmaktadır?
Batı, aradığı mânevî nafakayı ve ruh disiplinini kilisesinden bulamamıştır.
Ey Müslüman Emîrler, Devlet Reîsleri, İlim ve iman Adamları! Neden sizden meded
umanları açlıktan kurtarmıyor, bekledikleri nafakayı onlardan esirgiyorsunuz?
Amelî ve maddî hayatta muvaffak olan, kilit ve hareket noktası materyalizm
bulunan Avrupaiı, doğurduğunu yiyen kediler gibi, tasarruf ve hükmüne aldığı
madde tarafından kemirildiğinin, henüz kütte olarak, tam şuurunda değildir.
Zîrâ, İlmî, içtimâi, İktisadî, sınâî, hukukî ve siyâsî müessese, münâsebet ve
muâmelesini tanzîm etmiş bulunan mekanikleşmiş bir maddeci düzenin kabuğu
içinde bulunmaktadır. Acısı şu ki Avrupa, insanlaşmadan evvel sanâyileştlği için
katı ve merhametsiz kalmış ve materyalizm hegemonyasının pençesinden yakasını
kurtaramamış ve işte kurtaramamakta olmasının acısını çekmekte bulunmuştur.
Onun için de, yumuşatıcı bir iman ve samimiyetle beraber örf ve âdetlerin
yardım etmediği nizamların tek ayakla seke seke yürümeye çalışması gibi, tek
taraflı kalmış dünyâ görüşüne çakılmış bulunmaktadır. Bu yüzden de organize ve
tam randımanla işler görünen Garb cemiyeti, kuru, katı bir ortaklık ve menfaat
mübâdelesinden öte geçememekten nihayet bu robot, maddeciliğin buz dağlarına
çarpmaktan kurtulamamıştır.
Bugün dünyâ gençliği bir serseri mayın halindedir. İşte, buz dağlarına
çarpıp iç bünyesi parçalandığı için, meselesi, gayesi, imanı da parçalanıp
kaybolmuş, onun için de, sahte heyecanların peşine takılmış, gayesizliği gaye
hâline getirerek âvâreleşmiştir. Şu hâlde modern cemiyetin fesat ve
kargaşalıklar içinde oluşunun başlıca sebebi, alâka ve dikkatini sâdece dış
bünyesine çevirip iç dünyâsını ihmâl etmiş olmasıyle sosyal ve kozmik âleme
intibaksızlık, onu bol bol elde ettiği teknik imkânlara rağmen mes ud
edememektedir.
Dünyâ, gaye fedâîleri olan merkezlerini kaybedeliberi, cemiyetler,
tehlikeli bir hürriyetin başı boşluğu içinde kalmıştır. Bunun da mes’ulleri
olarak, arkada bıraktığımız asrın fikir adamlarını görmek îcâb eder.
*
* *
Bir vakitler karanlıklar ve cehâletler içinde kıvranan Garb, bir bakıma
Şark’ı bozguna uğratıp benliği kalesi içine gururla yerleştikten bu yana,
asırlar ve devirler gelip geçti. Artık çok geride kalan Rönesans ve bu hamleyi
tâkîb eden Romantizme kadar, sür’atle inkişaflar gösteren Avrupa medeniyeti
târihi, XVIII. asrın akliyecilik ve maddecilik felsefesine dört elle
sarılırken, Şark'ın spiritüel verimlerine ters ve abus bir tavır takındı ve
horladığı Şark’ın, hâlâ bütün dünyâya verebileceği bir gizli hayat nefhası
olduğunu bilemedi.
Kuruyup kemikleşmiş dünyâsında ve bu dünyânın medeniyet saydığı teknolojisi
içinde, Şark’ın sırlarına ve bu sırların başına ve sonuna bir göz olsun atmadı.
Atamazdı. Zîrâ beşiğinden mezarına kadar «Ben varım» diyordu. Bugün çektiği
ıztırap ve çözülüş de işte, o kendinden öte geçememesinin, egosantrik
felsefesinin çilesinden başka birşey değildir,
Garb, hakîkaten ayağının altında bir medeniyet dünyâsının kayıp gittiğinin
tam şuûruna varmış sayılmaz. Zîrâ mağrur ve ihtişamlı mâzîsinin renkli ve
zengin tortusu ve artıkları hâlâ gözünü boyamaktadır. Medeniyetine temel olan
felsefesi inkıraz etmiş olsa dahî, sosyal bünyenin bunu yiizdeyüz hissetmesi
için henüz vakit erkendir. Zîrâ işlemekte olan içtimâî ve iktisâdı düzen hızını
tam kesmemiş, onun için de amel hâline gelmiş bir otomatizm, çarkı çevirmeye
devam eylemekte bulunmuştur.
Nitekim bir vakitler Şark'da da böyle olmuştu. Yıkılış, birden kendini
göstermemiş, kütleler ilk sarsıntıları hemen hissetmemişlerdi. Lâkin tefekkürün
yediği darbe, siyâsî, askerî ve içtimâî muvâzeneye te’sîr edince, çöküş de
kendini hissettirir olmuştu.
Öyle ki bütün aktif kuvvetlerin evvelâ müdâfaaya geçişleri, müdâfaadan da
hezîmete kayışları, cemiyeti sefâlet ve esârete kadar götürmüştü.
RENÉ GUÉNON’un isabetle işâret
ettiği gibi, Garb, tek dünyâ medeniyeti olduğunda ve ancak bâzı kademelere
çıkmış medeniyet taslaklarının bulunduğunda ısrar ettikçe, Garbimin Şarklıyı
anlaması mümkün değildir.
İşin hakikati şudur ki dünyâ, ayrı ayrı istikametlerde inkişâf etmiş
çeşitli medeniyetlere sahne olmuştur. Bu yüzden de, onları birbirinden üstün
veya aşağı olarak sınıflandırmak yanlıştır. Zîrâ, bütün cepheleriyse birbirine
fâik medeniyet yoktur. Çünkü insanoğlu, faaliyetlerini her istikamette müsâvî
olarak ve aynı zamanda, tahakkuk ettirmeye muktedir değildir. Bununla beraber,
kıyas etmeye kalkışınca, fikrî ve rûhî faaliyet derecesiyle maddî faaliyet
derecesi, şüphesiz birbirinden farkeder. Böyle olunca da, bir cephesiyle aşağı görünen
bir medeniyet, diğer yönü ile inkâr götürmez bir üstünlük arzeder. Fakat bu
üstünlüğe rağmen gene de zararlı çıkmış olabilir. Garb’ın Şark’ı hezîmete
uğratıp elde ettiği üstünlük berâtını dünyânın gözüne sokması gibi.
Şayet basîretli ve tarafsız bir bakış, Garb'ın içyüzünün Şark’ın da dış
yüzünün hasta ve sakatlanmış olduğunu görerek, bu iki ayrı medeniyetin derdi
ile yakından alâkalansa, belki de tesbit ve hükmünü bunların, iki ayrı dünyâ
görüşünün üstüne demir atıp kalmış olmalarıyla îzâh edecektir.
Şöyle ki Garb, durmadan: «Ben!» derken, Şark kendini inkârdan gele gele
ulvîleştikçe ulvîleşmesine rağmen, madde plânında yaya kaldığı için pusudaki
hasımları tarafından gafil avlanıp arkadan vurulmuş bulunmaktadır.
Onun için de, madde gücü zayıf düşerek âdeta cisimsız ve platonik bir
şeffaflıkla yetinen Doğu, çöküş devirlerinden sonra sâdece mânevî gücüne baş
eğip, açıkgöz komşusunun ileri adımlarım ne görmüş ne de tehdidlerine kulak
asmıştır. Ne çâre ki hâlâ da asmamakta ve hazıra konan bir tüketici olarak
kapılarım sâdece Garb’ın teknik hârikalarına açmış bulunmaktadır. Ardına kadar
dayadığı bu kapılardan da içeri oluk oluk madde verimleri kadar maddeciliğin
fikir tortuları da akmaktadır.
Halbuki İslâmiyetin dünyâya ışık saldığı devirlerde aklî bilgilerle naklî
bilgiler yâni madde ve mânâ, atbaşı giden iki dost kuvvetti.
Hadîs, tefsîr, mantık, sarf nahiv, fıkıh, bedî’ beyân gibi hukûkî ve şer'î
bilgiler kadar, tıpta, fizikte, kimyada, astronomide, matematikte zirveleşmiş
müsluman âlimlerin sesine dünyâ kulak kabartıyor ve yazdıkları eserleri
kervanlar, medeniyet merkezlerine taşıyordu.
Ne yazık ki o parlak devirlerin üstüne karanlık çökeliberi, İslâm Âlemi de
adetâ kendinden utanır bir küçüklük duygusu ile Garb’a boyun kesmiştir.
Amma gene ne yazık ki Şark'ın bünye hususiyetini tanımayan, belki de
tanımak istemeyen kafa adamı Garb, gönül adamı Şarka, ancak hazır veya eski
elbise satan pazarlar gibi, kullanıp tecrübe ettiği veya yıprattığı madde
mahsûllerini verebilmiştir.
Buhar kuvveti, elektrik enerjisi, telefon, televizyon, tren, tayyare,
otomobil ve benzeri buluşlar, bir vakitler Avrupa fikir pazarlarına ilmin meyve
ve mahsûllerini dökmüş olan Şark’ı teshîr edip kendinden utandırmaya yetmiş ve
böylece de Garb, Şark’ın hayranlık mihrabı oluvermişti.
Ne ki, Haçlı dünyânın akıl verimlerine körü körüne müşteri olan İslâm Âlemi
ona : «Biraz da huzur isterim!» diyememiştir. Zîrâ Şark'ın bilgi
meş'alesini elinden kapmış olan Garb'da en bulunmayan gerçek, irfan, hikmet,
hakikat ve huzurdur. Şark ise bunları orada bulamıyacağını çok iyi bilir.
Bildiği için de Batının batpazarına, ancak madde müşterisi olarak gider. Öyle
ki rûhî ve mânevî değerleri yıkan Batı çeteciliğinin ilk işi, her adım attığı
ülkede mânevî kıymetlere saldırmaktır. Çünkü bu ülkeler ehlini kendi
menfaatlerinin emrine alabilmek İçin, bir eşkiyâ insafsızlığı ile, gelmişten
geçmişten neleri varsa yok etmekle ancak ondan sonra saltanatını kuracağını ve
hükmünü yürüteceğini bilir. Zîrâ kendisine siyâsî, iktisâdı, ticarî bir otlak
bir beslenme yeri olarak seçip ayak bastığı bu topraklar üstünde kültür
emperyalizmini yerleştirip kütle fikriyâtına hâkim olması, hükümranlık
menfaatinin sigortasıdır.
*
* *
Spiritüel dünyâ görüşü ile insanoğluna gülümseyen İslâmî, egosuna tapan
menfaatçı Garb’ın anlaması mümkün değildir. Anlayabilmiş olsa, bu, kurtuluşunun
müjdesi olabilir. Hâlbuki o, Şark’ı et kemik bağlamamış bir medeniyet iskeleti
olarak görmekte devâm eylemektedir.
İnsan hak ve hürriyetine geniş ufuklar açan, adâleti, güzel ahlâkı,
merhameti, şefkati cömertce kütlelere dağıtan İslâm, zâlim ve barbar Avrupa
müstemlekeciliğinin yanında, çatısı altına aldığı tâbî kavimlere haysiyetli
muâmeleyi mübâreklemiş; ırk, mezhep, renk ayırmadan herkese insanca yaşama hak
ve hürriyetinin çığırım açmıştır. H. G. VVells bu hakikati şöyle ifâde eder: «İslâmın
şevket ve kudretinin üçüncü bir unsuru da, mü’minlerin, aralarında renk, menşe’
ve içtimâî mevki farkı olmaksızın kardeşliklerinde ve Allah katında müsâvî
olduklarında ısrar eylemesinden ileri gelmektedir.» [H. G. Wells, Abrégê de
Histoire du Monde» Cenevre baskısı, sh. 181. ] Yüksek seviyedeki Garb ilim
adamlarının, âdeta bilgi ve idrâk göklerinden topladıkları takdir ölçüleri, ne
yazık ki kiliseye toslayarak, asırlardır halkın seviyesine inememiştir.
Amma gene ne yazık ki hâlâ İslâm Âlemi, tek ayakla seken Avrupa’ya körü
körüne hayranlık ve teslimiyet içinde bulunuyor. Hâlbuki artık Batının Doğuya
değil, Doğu’nun Batı’ya söyleyeceği söz, dolayısıyla da, öğreteceği irfan ve
hikmet devri gelmiştir. Bir bakıma Garb Şark'ı bozguna uğratmışsa da, bozulmak
ve çözülmek sırası artık kendisinde olduğunu idrâk etmesi, bir ikbâl ve
istikbâl garantisidir.
Evet Garb, artık bağ bozumu mevsimine girmiş bulunmaktadır. Lâkin İslâm
Âlemi henüz bunun pek farkında değildir. Tek tük uyanık kafa varsa da,
seslerini, büyük kütlelerin sağırlaşmış kulaklarına işittirememektedirler.
Bir umûmî efkâr seviyesi teşekkül etmemiş kütleler, siyâsî ve içtimâi her
türlü psikoza her zaman açıktır. Onun için İslâm Âlemine fikrî ve derûnî bir
irtifa ve seviye kazandırmak, bu yolda canını kütleye adamış İslâm büyüklerinin
boyunlarına düşen bir iman borcudur.
Asırlardan beri Batinın avuçları içinde yumuşak mum gibi evrilip çevrilerek
kalıptan kalıba sokulan Doğu’nun bir an evvel uykulu gözlerini açıp uyanması ve
kendi şerefli makamına geçip oturarak kölelikten kurtulup efendiliğini bulması,
İslâm için olduğu kadar, dünyâ milletleri için de selâmet ve huzûrun müjdesi
demektir.
Akliyeci ve maddeci felsefesinin eteğine sıkı sıkı yapışmış olan Batı,
demir atıp kaldığı dünyâ görüşünün doğru olup olmadığım düşünüp hazır ve idea!
bir nizamname olan İslâmiyet'i anlayacak basireti göstermiş olsaydı, iç ve dış
tabiatları arasında kuracağı âhenkle kendisinin de dünyânın da yüzünü
güldürebilirdi.
Halbuki o, Şark’ın iç ve dış dünyâsını yıkmak için her türlü fesat, fitne
ve şekaveti helâl bir vâsıta imiş gibi kullandı ve bu gayretinde de elhak
muvaffak oldu.
Ancak, elindeki kazma bu gün ters dönüp kendisine çarpmış bulunuyor. Ama
henüz ne İslâm dünyâsının ne de kendinin bu gerçekten gereği kadar haberi var.
Ne ki, hâlâ tapar olduğumuz Garb putu, artık kendi genç adamım bile
doyurmuyor, hoşnut da etmiyor. Amma anası babası ve çevresinin insanı, henüz
rûhunu, maddesinin kabuğu ile sarıp katılaştırmamış olduğundan, Garb’ın körpe
ve genç nesli, içinin alacakaranlığına rağmen, bir şeyler sezer gibi oluyor. Bu
yüzden de tatminsizlik ve huzursuzluk içinde kıvranıyor. Zîrâ o, maddeyi ve
dolayısıyle de icatlarını ve keşiflerini aşıp kendi cevherini bulamamak, iç
tabiatıyla âşinâlık kuramamış olmak azap ve ıztırâbını çeken bir dünyânın
çocuğudur. Böylece de Batı gençliği içinde mânevi nafaka kıtlığından açlık
krizleri geçiren bir zümre doğmuş bulunuyor. Bu huzursuz ve buhranlı gençlik
ise, ya anarşinin kollarına atılıyor yâhut da cemiyetinden ve âilesinden kopup
maddenin kıyasıya diş geçiremediği ve insanlarının da dünyâdan el etek çekmeyi
mârifet saydığı topraklara göç edip sığınıyor.
Dikkat edilirse, bu fikir ve ruh muhâcirlerini bu yerini yurdunu terk eden
buhranlı insanları cezbeden hava İslâm dünyâsından ziyâde, Buda'nın kucağı ve
hayâtın değerini takdir edemeyen Budistlerin arası oluyor. Batı gençliği, neden
bir kalemde İslâmiyeti görmezlikten gelip, Şark’ın iptidailiği içine, üstünde
çürüyüp işe yaramaz hâle geleceği bir coğrafyaya doğru koşuyor? Koşuyor. Zira
Haçlı dünyânın insanı, ana sütünden sonra, âilesinden cemiyetinden ve
kilisesinden, devamlı olarak Müslüman kanı emmiş, ninnilerinde bile kulağına
Müslüman düşmanlığı fısıldanmış, umacı olarak da gene hâyâline çizilen korkunç
ima], Müslümanın yüzü olmuştur. İsâ ümmeti, Budist’den Mecûsî'den, Zerdüşt’den
ve dîğer bütün iptidâi dinlerden bir tehlike olarak korkmamıştır ki, onu gündüz
bir türlü gece bir türlü homurdana sayıklaya kötülesin.
*
* *
Bilindiği gibi İslâm Âlemi, Garblı kafanın îcadları karşısında sâdece âciz
bir müşteridir. Ne görür ne duyar ne bulursa almaya çalışır ve alabildiği kadar
da alır. Zîrâ asırlardan beri keşiflerden, îcadlardan ve buluşlardan elini
eteğini çekerek hazır yiyiciliğin kötü kaderini yaşamaktadır. Çünkü mâlik
olduğu hazînesi yatalak bir sermâye hâlinde uyumaktadır. Bu hazîneleri açacak,
işletecek ve gün yüzüne çıkarıp kütleleri hem maddî hem de rûhânî zenginliğe
kavuşturacak o mübârek ve ihlâslı el nerede?
Dış tabîatın efendisi olduğu hâlde kendi benliğinin esîri olmaktan gelen
azapla ıztırap çeken dünyâ, işte bu eli beklemektedir...
Şunu da bilmek lâzım ki, bir medeniyetin teknik seviyesi, o medeniyetin
dünyâ muvacehesindeki şeref ve itibârının ölçüsü olamazsa da, bu şahlanmış
gücün, ona sâhib olamamış milletler tarafından küçümsenmemesi gerektir. Amma
Garb’ı küçümsememek, ona körü körüne havran olmak demek değildir. Esasen Garb’a
hayran olanlar, onu üstünkörü tanı-yanlardır. İç yüzünü bilenler ise ihtişamlı
manzarasının altında bir canavarın gizli olduğunu görerek ona yanaşmaktan
korkup kaçarlar.
Biz Türkler de dâhil, câhil münevverler sınıfının söz sahibi olduğu Doğu
dünyâsı, idrak felcinden yeni yeni kurtularak, vaktiyle görmediğimizi görmeye
bilmediğimizi öğrenmeye başlamış bulunuyoruz.
Avrupa’yı, iç ve dış yapısını kuran felsefesiyle berâber tanımak lâzım.
Tanıdığımız zaman da, insanlaşmadan sanayileştiği için, meydana getirdiği
teknik zürriyeti tarafından boğazlanır hâle gelmiş bulunduğunu görmemek mümkün
değildir.
Şu hâlde bugün İslâm Âleminin vâsıl olmaya mecbûr bulunduğu insânî nokta,
bir yandan Garb maddeciliğinin seviyesini aşmaya uğraşırken bir yandan da,
fikrî ve bedenî rehâvetten silkinerek, Batiya Doğu'nun spiritüel
zenginliklerini götürüp, bu izdivaçla da dünyânın yüzünü güldürebilmektir.
*
İslâmın içinde bir tefekkür kâinâtı vardır. Sırları, derinlikleri, yere
göğe sığmayan İlâhî coşkunlukları, meçhulleri mâlümları, şevkleri vecidleri ile
ucu bucağı bulunmayan bir kâinat...
Amma dıştan gözlemekle onu fetheylemek ne mümkün? İslâmî, gerçek Müslüman
ölçüleri ve haysiyeti ile yaşayıp potası içinde cürufundan arınmadan tanımak ve
hele çevresine ondan nişan ve bereket vermek de imkânsız.
Ey Emîrler, Devlet Adamları, Âlimler ve Din Uluları!
Azgın bir maddecilik fırtınası içinde serseme dönmüş beşeriyet bir kurtuluş
bekliyor. El yordamı ile birşeyler arayan, bir türlü de istikametini tâyîn edip
gerçek hedefi bulamayan dünyâyı neden elinden tutup aydınlığa çıkarmıyorsunuz?
İnsanoğlu, bir mukaddes galeyan, muhayyilesini ateşleyecek bir ulvî heyecan
bekliyor. İslâm ideali, siyâset menfaatlerinden bin kere üsttür. Kefene
sarılmış bir cesed gibi, daha ne zamana kadar dünyâ hırslarının örtüsü altında
çürüyeceğimiz günleri bekleyeceğiz?
Ey Emirler, Devlet Reisleri, Münevverler!
Neden bu çaresiz kütlelere kurtuluş yolunu açmıyor, soluk alacakları o
kâinattan haber vermiyorsunuz?
Allah’ın kelâmı için : «Kur’an diğerleri gibi bir din kitabından ibâret
değildir. O, insanlara siyâsî ve içtimâi ideal getiren rûhânî bir
tebliğdir» [ Joseph Chelhod, introduction a la sociologfe de l’islam, 177. s., Paris
1958.] diyen adam, İslâm prensipleri üstüne başını eğmiş bir yabancıdır.
Amma İslâm'ın ve Kur’ân'ın yeryüzü için tek kurtuluş yolu olduğunun şuûruna
evvelâ biz Müslümanların inanıp zihnî ve rûhî güçlerimizi o ateş içinde
temizlememiz ve İslâma lâyık seviyeye gelmemiz gerek.
İslâm, aklın ve rûhun imtizaç ve izdivacının şahikasıdır. Kütlelerin, âhenk
ve huzuru bulabilmesi için bu çifte kuvvetin, kuşu uçuran iki kanat gibi, insan
varlığında muvazeneli faaliyeti gerektir. Zîrâ ne tek tarafİı madde, ne de tek
taraflı mânâ, beşeriyetin muhtaç bulunduğu nizamı kurup içtimâi huzur ve
adaleti temîn ve tesis edemez.
Su hâlde, fertlerin de kütlelerin de idrâklerini perdeleyen cehâlet ve
gaflet kabuğunu ilim, irfan ve hikmetle çatlatıp gerçeklerle yüzleştirmek
lâzımdır. Bu da sizin ihlâslı, şuurlu, plânlı ve basiretli himmetinizi bekliyor
ey emirler, devlet reisleri, İslâm münevverleri ve din kardeşlerim...
İslâm dünyâsının, üstünde durması gereken temel mesafelerden biri de, hac
farizasıdır. Şüphe yok ki hac, Allah’ın farz kıldığı esasların en
manâlılarından biridir. Ancak, değişen dünyâ şartları muvacehesinde en
basitinden, Kâbe yolculuğunun da, hacca icâbet ölçüsünün de, değişikliklere
uğraması tabîî idi.
Bir zamanlar, dünyânın en uzak köşelerinden bu farizayı yerine getirmek
isteyenler, kafileler ve kervanlarla karalardan denizlerden ve en iptidâî nakil
vâsıtaları ile hattâ yürüyerek, aylar süren yolculuktan sonra maksûd olan
mahalle vâsıl olurlardı. Bu gün ise, uçak seferleriyle, günü gününe denebilecek
kısa bir zamanda, memleketlerinden çıkmalarıyla Hicaz semâlarına girmeleri bir
oluyor.
Gene eskiden, kemiyetleri mahdud olan hacılar,, bugün gerek Müslüman
nüfûsunun artmış olmasından, gerek ulaşma kolaylıkları yüzünden, her iki
mübârek şehirde de bir izdiham manzarası meydana getirmiş bulunuyorlar.
Ancak, haccın ana gayesi, dünyâ Müslümanlarıns bir arava toplayıp,
aralarında, içtimâi, İktisadî, vicdanî, kültürel ve hattâ sivâsî bir alışveriş
bir meşveret imkânı hazırlamak olduğu hâlde, gerek aşırı kalabalıktan, gerek bu
türlü toplantı ve müzâkereler için teşkilâtlanılmamış olduğundan, bu vecidli
zikr, bu rûhânî galeyan, şahısları aşıp bir sel yatağında birleşerek, İslâm
milletlerini ardınca sürükleyip müşterek fikir ve aksiyonlara götürmüyor.
Eğer hac, meşverete açık bir ibâdet olmasaydı, Hz. Muhammed, en mühim
hitabelerini hattâ Vedâ Hutbesi’ni hacda okur muydu?
Şu hâlde hac mevsiminde Hicaz, bir İslâm şûrasına sahne olup, her Müslüman
devletten davet edilecek otoriteler ve selâhiyetler tarafından iktisat, teknik
ve kültür mevzularında yapılacak müzâkerelerle İslâm’ın emrettiği karşılıklı
yardımlaşma imkânları araştırılmalıdır.
Gene hac farizasına tekaddüm eden günlerde Mekke’de bir İslâm Devletleri
Fuarinın açılması, Müslüman iktisâdiyâtı, işbirliği ve meşveret mevzuunda
Müslüman dünyâsı için büyük faydaların başlangıcı olabilir.
Eskiden Csmanh Türklerinde de, ibadethane, etle tırnak gibi, İlâhî olduğu
kadar beşerî, dolayısiyle de, İçtimaî ve medenî bir çehreye sâhipti. Bir ibâdet
külliyesi dahî, yalnız diyânet kadrosundan birkaç vazifelinin ardınca toplanıp,
ibâdet edilecek bir yerden ibaret değildi, öyle ki küllîyeler merkez olarak
camii ortasına alıp etrafında bütün beşerî ihtiyaçlara cevap verecek
müesseseleri toplayan bir manzume idi. Ana merkez olan camiin etrafında
kütüphane, medreseler, aşhane, kilerler, mumhâne, şifâhâne, tabhâne,
misâfirhâne, yolcu hayvanlarına mahsus ahırlar ve kopuşlar gibi etrafına
topladığı sosyal müesseseierle ibâdethâne, dînî-İçtimaî bir canlı uzuvdu. Halk,
hemen bütün medenî ve sosyâl ihtiyaçlarının cevâbını bu külliyenin içinde
bulabilirdi. Hattâ bâzı camilerde, padişahların ve devlet erkânının siyâsî
müşâverelerine tahsis edilmiş ayrı hücreler de bulunmaktaydı. İlâhî beşerî bir
din olan İslâmiyet, son asırlarda bütün İçtimaî vazifeleri elinden alınarak
âdetâ zorla cami içine itilmiş ve hapsedilmiştir.
Bir ahlâk, iman ve enerji karargâhı olan İslâm dîni, hele bâzı İslâm
ülkelerinde öylesine ürkütülmüş, öylesine gücünden kuvvetinden tecrîd edilmiş
bulunuyor ki, selâmeti câmiin dört duvarı arasına sığınmakta arayan kütle uyku
taklidi yaparcasına sesini soluğunu kesmiş bulunmaktadır.
Gene İslâm Âleminin selâhiyetli kadrolarca ele alınması gereken teme!
farzlarından biri de, zekât müessesesidir. İçtimâi huzûrun sigortası ve
dolayısıyla siyâsî istikrârın teminâtı olan zekât kadar kütteler arasında sözü
geçkin bir başka yol olmadığına göre, bilhassa aşırı varlıklı Müslüman
zenginlerin, mallarının fazlasını atmak suretiyle o malı temizleyecek olan
zekâtlarıyla, aşırı fakirliği ortadan kaldırmaları bir hayâl ve zan değil,
hakikatin tâ kendisidir.
Asr-ı Saadet’ten bu yana, vergi mükellefiyetlerinin ağırlaşması, böylece de
şahıslardan devlet hazînesine kayan meblağların zekât yerine kaim olduğu
vehmini uyandırmış bulunmaktadır. Onun için de, bir Allah emrini gönüllerince
tevîl etmek suretiyle işin içinden çıktıklarını zannedenlere, bir orta sınıfın
teşekkülüne mânî oldukları kadar, fakir halkla berâber, kendilerini de bu barajın
teminâtından mahrum bıraktıklarını anlatmak, gene selâhiyetli bir diyanet
kadrosuna düşen kudsi vazifelerden biridir.
Âvrupa emperyalizminin gadir ve zulüm çiftinden bir veled-i zinâ doğmuştur:
Komünizm.
Ferdî, içtimâî, idâri, siyâsî her gayr-i meşrü hâdise gibi, soysuzca
başlayan bu hareket, evvelâ, Garb emperyalizminin bîr reaksiyonu olarak, yer
yer ve zaman zaman Avrupa merkezlerinin orasında burasında patlak vermiş,
yenmiş yenilmiş, sonunda da bir devlet idaresinde ifâde bulmuştur.
Daha sonra, karakterinden gelen bulaşıcı bir cür'etle etrafa sıçrayıp,
bayrağını açtığı insan hak ve hürriyetinin zebânîsi kesilerek, kütlelere
va’adettiği hürriyete rağmen, istibdadın tâ kendisi olmuştur.
Dış görünüşü ve sloganları ile beynelmilel olduğu hâlde, iç politikası ve
tatbikatı ile şoven bir Rus milliyetçiliğinin ve Rus emperyalizminin
gerçekleşmesi yolunda kendi halkı dâhil, gözünü kırpmadan dünyâyı kana boğarak
XX. asrın alnına, silinmesi muhal bir kara leke basmıştır,
Amma XVIII. asırdan beri Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde zaman zaman
çıkışlar yapan komünist mihraklarının, sonunda Çarlık Rusya’ya sıçrayıp bir
imparatorluk kurmasında, mağrur, maddeci ve emperyalist Garb’ın günâhı
büyüktür.
Onun için de, târihin kaydettiği sayılı istilâcı ve müstebit imparatorlukların
başında olduğu söylenilebilecek Sovyet Rusya’nın, gerek bencil Garb’ı gerek
boynu bükük Şark’ı gafil avlayıp, dünyânın beş kıt’ası üstünde yer yer nüfuz
bölgeleri iesîs eylemiş olması yadırganmaz. Zîrâ, madde ve ruh terkiplerinin
muvâzene dozu bozulmuş olduğundan Şark’ın da Garb’ın da bünyelerinde, menfî
kuvvetlere karşı koyacak kudret, celâdet ve hamleyi aramak elbette abestir.
Zîrâ Haçlı dünyâ, hâlâ dostunu düşmanını seçemeyecek târihî hatâsının
karanlığı içindedir. Öyle ki, elinde avucunda kalan medeniyet kırıntısına,
malına, canına, toprağına ve İnancına göz dikmiş bir tabîat paraziti olan bu
rejime karşı kendi insanını zihnî ve ruhî, daha kestirmesi, mukabil felsefî
silâhlar ve bir İslâmî dünyâ görüşü ile donatacağı yerde, kendi başının selâmeti
adına eteğine yapışması gereken İslâm dünyâsına kur yapmak şöyle dursun, hâlâ
kıyasıya saldırmaktan vazgeçmemiştir.
O İslâm imanı ki bugün dahî şer ve bozguncu ceryanların kalesi olmak
kudretini muhâfaza etmekte iken, Garblı kafanın taassubu, ona kendi çıkarına
yarayacak bu hayatî tedbîri dahî düşündürmemekte ve ardı arası kesilmeyen
hücumlarıyle, Müslüman âlemini bir iman müdâfaasına mecbûr ederek yormaktadır.
Gafil Garblı, hiç değilse Lenin’in : «Her millet komünist olabilir.
Ancak Müslümanları komünist yapamazsınız. Onun için de evvelâ bu milleti
dinlerinden soğutmak, ellerinden imanlarını almak lâzımdır.» demiş olduğunu
dahî duymamış görünmektedir. Zîrâ haçlılar için misyonerlik, rahat,
emîn ve her türlü maddî imkânları kolaylıkla ayağına getiren bir ekmek kapısı,
vazgeçilmez bir menfaat tuzağıdır. Dünyânın en zengin müessesesi olan kilise,
misyonerini emrinde kullandığını zannederken, aylıklı, bol tahsîsatlı misyoner,
rahatlıkla kiliseyi emrine almış bulunmaktadır.
Şu da var ki misyonerlik teşkîlâtı, Avrupai devletlerin de arttan arda
himâyesini görerek, Müslüman imanını zedelemekle vakit kaybetmek ve ziyâna
girmek gafletinden vazgeçememektedir. Halbuki bir para, pazarlık ve menfaat
ocağı olan bu teşkilâtın faal ve çeşitli gurupları, mücâdele enerjilerini bu
çok iptidâî, tavı geçmiş ve utandırıcı yolda eritip tüketmekle neler
kaybetmekte olduklarının farkında değillerdir. Daha doğrusu, farketmek
menfaatlerine uygun gelmemektedir.
Müslüman, «ehl-i kitab» dediği hıristiyanı, kendi imanına kazanmak için,
kilisenin tuttuğu bu gülünç ve sinsi yola asla sapmamıştır. Amma kilise,
asırlardır, Kur'ân-ı Kerîm gibi kıyamete kadar, insanoğlunun maddesine de
mânâsına da deva ve şifâ getirecek olan bir kitaba inananların imanına musallat
olmak alışkanlığını terketmemiş ve abesle iştigalde devâm etmiştir.
*
Bugün komünizm ile demokrasilerin yaka yakaya cenkleri, görünüşte bir
ideoloji çatışması ise de, gerçekte, iki tarafın da gayesi siyâsîdir.
Şöyle ki, Rusya, bir dünyâ hâkimiyeti peşindedir ve en kuvvetli silâhı da
komünizmdir. Fakat elde etmek istediği bu hâkimiyetten maksat, beşeriyetin
huzur, selâmet ve hürriyetini istemek gibi yüksek ve İnsanî bir hedefe yönelmiş
değildir. Onun için de, demokratik düzenden tamâmiyle ayrı bir eğitim
politikası tâkîb ederek gerek Slav gençliğinin gerek sömürge ve peyklerinin
idrâklerini kabzetmekte, sonra da istediği biçime sokup meram ettiği istikamete
sevketmektedir.
1917 ihtilâlinden bu yana, Sovyet Rusya'nın bir yandan tatbîk ettiği terör,
baskı, işkence ve zulüm siyâseti bir yandan da genç ve körpe dimağlara kâbus
gibi çöken eğitim politikasının doğmaları ile, elinde tuttuğu nesilleri, hür
dünyânın nimetlerine karşı kör ve sağır hâle getirmek suretiyle, karşı
rejimlerle kıran kırana mücâdeleye girmiş bulunmaktadır.
Hiçbir devletin maârif bütçesiyle kıyaslanmayacak bir cömertlik içinde
gençliği sun’î ve zorlama gayretler sarfederek eğiten Sovyet maârifi, bu
robotlaştırdığı makine insanlar kalabalığını bir malzeme gibi kullanarak, bir
yandan sanayiini geliştirmiş bir yandan da el koymak istediği ülkelerde geniş
bir ajan ve câsus şebekesi kurmak sûretiyle rejimini yayma faaliyetinde akıl
almaz bir ustalık göstermiştir.
Amma insan hak ve hürriyetini tekmeleye tekmeleye zorla elinden alan, üç
beş patronla avanesine yer açıp saltanat temîn eden bu rejim, daha ne kadar
zaman pâdiyâr olur, ne kadar zaman dünyâyı kana boğmakta ve idrâklere kilit
vurmakta devam eder, bilinmez. Bilinen bir şey varsa, o da, tabîat kanunlarına
kafa tutan ve Allah’a harb îlân eden komünizmin, târihte bir göz açıp kapama
müddeti sayılacak yarım asrı aşkın ömrünün uzun sürmeyeceği işaretleri
görülmektedir. Zîrâ her ne ki insan yaradılışına aykırıdır, korku ve zorla
kabul ettirilmiştir, onun için ikbâl ve istibâl asla tasavvur edilemez.
Ancak, salgının virüsü hızını kaybetmiş olmakla beraber, henüz hastalık
devâm etmektedir. Binâenaleyh sirâyetini önlemeye çalışmak, muafiyet yollarına
başvurmak şarttır.
İnsan bünyesi gibi dünyâ da bir bütündür. Faraza kolu ağrıyan kimsenin
bacağı ağrımadığı hâlde gene de keyfi yerinde olamaz. Kezâ, gözünde bir arıza
olanın, kulağı ve diğer uzuvları sağlam dahî olsa, gene de huzursuz ve
rahatsızdır.
Zengin ve kibar görünüşüne rağmen Batı, doymak bilmez ye açgözlüdür. Onun
için de, fakir sömürgelerinin sırtından geçinmeye alışmış bulunduğundan,
asırlar boyu birikmiş olan günâhları, bir paratoner gibi komünist şimşeğini
dünyânın üstüne çekmiştir. Amma ne çâre ki günahkâr Garbra, hâlâ hatâsının
farkında denemez.
Bu arada, aynı gökkubbe altında yaşayan İslâm Âleminin de bu cihan hastalığından
hissesini alacağı tabîî idi. Kaldı ki komünist Rusya için, Asya’da olduğu gibi
Afrika’da ve Avrupa’da buyruk yürütmek, politikasının can damarlarından birini
teşkil etmektedir. Onun için de, bilhassa bu emelinin önüne gerilmiş olan
Türkiye, Rus'un diş bilediği en yakın komşusudur.
Gene Sovyet emperyalizmine geçit vermeyen hattâ göz açtırmayan engel,
Kur’ân ahlâkı ve İslâm imanı ile sağlama alınmış milletler olduğundan, elbette
ki bir yandan inançları sulandıracak çârelere başvurmak bir yandan da sûret-i
haktan görünerek ajanları vâsıtasıyla taassubu kamçılamak ve gene, oyak sesi
duyulmadan, memleketler arasında ağlarını kuran bu ajanlar marifetiyle İslâm
Âlemini birbiri aleyhinde kışkırtmak, Rus menfaatinin îcablarındandır.'
Tıpkı kapitalist blok gibi, komünist blok da, İslâm devletleri üzerinde
siyâsî ve İktisadî bir hegemonya kurabilmek için, bu emellerini bir gözbağcılık
bir paradoks perdesi altında saklayarak, İslâm dîninin vazetmiş olduğu
prensiplerin, kendi doktrinlerine yakın olduğunu iddiâ etmektedirler.
Hâlbuki târihî ve tabîî hakikatlerin bize açıkça ifâde ettiği gerçek, bu
iddiânın tamâmiyle aksini göstermektedir. Şöyle ki, komünizm veyâ sosyalizm,
insanı insan yapan millî ve mânevî değerleri temelinden reddederken, onu kendi
doktrini diktatoryasının emrine vererek cansız ve idraksiz bir malzeme bir
makine parçası olarak kabul edip muamelesini de ona göre îfâ eylemektedir.
Kapitalist doktrinde ise insanlara, bâzı hürriyetler tanınmakla berâber, bu
rejim içinde de, bilhassa sömürge insanı, sermâye terakümünden istifâde edilen
bir unsur olarak görülmektedir.
Bu iki doktrin muvâcehesinde ise İslâm, ne Jean Paul Roux'nun ve bâzı Batılı oriantaiist ve yazarların iddiâ ettikleri gibi
kapitalizmle ne de Maxim Rodinson ve Roger Garudy’nin söyledikleri gibi komünizm veya sosyalizmle aynı paraleldedir. Hattâ Roger
Garudy’nin vazettiği ve bâzı İslâm devletleri tarafından kabûl edilen İslâm
Sosyalizmini, İslâm adına müdâfaa etmek de mümkün değildir. [Maxime Rodinson, Marxisme et monde musulman, Paris, Ed. du Seuil, 1972
Jean Paul Roux, l'Islam en Asie, Paris, Ed. Payot, 1958.]
İslâmın insanlığa vazettiği siyâsî ve iktisâdî prensipler, yukarıda
zikredilen doktrinlerden çok ayrı olup, onların ölçülemeyecek kadar ilerisinde
ve üstündedir.
Raymond Lerouge : «Bugün bizim ortaya koymakta olduğumuz içtimâî mes eleleri, İslâmiyet hemen
hallediverecek bir takım düsturlara sâhiptir. Bunu unutacak olursak, ferdî
hukuk alanında yapmış olduğumuz inkılâpla, Sovyet Rusya’nın bütün dünyâya
yaymak istediği komünist inkılâbına karşı İslâm Âleminin göstermekte olduğu
reaksiyonun mâhiyet ve ehemmiyeti nasıl anlaşılabilir?
der .[ Raymond Lerouge, “Vie de Mahomet” sh. 21. Paris 1939.]
Vakit vakit, peşin hükümlerin üstüne çıkarak fikir patlamaları ile
hakikatleri yakalayan Garb’ın üst seviyedeki insanları, beşeriyet için
kurtuluşun hangi ufuktan geleceğini görür gibi olmaktadırlar.
Dünyâ dünyâ olalıberi, insanoğlunun kaderine hükmeden çeşitli devlet
idâreleri, bir karalama kâğıdı gibi dünyânın çehresine türlü rejimlerin
damgasını vurmuştur.
Aynı fikre Amerikalı târihçi Will Durant da şöyle parmağını basıyor: «Kur'ân, onüç asır boyunca milyonlarca
insanın hâfızasını süslemiş, hayâlini coşturmuş, karakterini düzenlemiş hattâ
şuur ve idrâkini saygı ile ürpertmiştir. Ruhlara, dünyâda mevcud imanların en
saf en açık olanını, dînî merâsim bakımından da en sâdesini getirmiştir.
Bilhassa putperestlik ve papazlıkla asla alâkası olmayan bir tarzı temîn
eylemiştir.
Kuran'daki ilâhî vahiy, mü'mmlerin mânevî ve fikrî seviyelerini yükseltmiş,
içtimâî birliklerini ve cemiyet nizâmını tanzîm etmiş, beden sağlığı esaslarını
öğretmiş, yalancılığı zulmü adaletsizliği sindirmiş, esâret şartlarını asgarîye
indirmiş, fakirin ve yoksulun elinden tutup yükseltmiştir.» [Will Durant, «L’âge de la foi» serisi
«Histoire de la civilisation médiévale» sh. 233, Paris 1952 (Fransızca
Tercüme)]
Bir milleti, ekmeksizlik değil gayesizlik öldürür. İslâmın gayesi îlâ-yı
Kelimetullah olduğu müddetçe, kurduğu tevhîd ağı ile kıt’aları birbirine
bağlamakta zorluk çekmemiştir.
1914-18 Cihan Harbi’nden sonra artık bir Türkiye yoktu. Ne bir Osmanlı
İmparatorluğu ne de bir Türk Devleti kalmıştı. Amma gayesini kaybetmemiş,
gönlündeki iman meş’alesi sönmemiş bir Türk Milleti vardı. Onun için direnme
gücünü buluyor, anasının ak sütü gibi helalinden nafakalandığı gayesine
sarılıyordu.
Topraklarım işgal edip paylaşan düşmanına karşı vatandaşını birliğe,
beraberliğe, meşverete çağırırken : «Müslüman!» hitâbiyle davet ediyordu.
«Müslüman!
Önümüzdeki Cumâ günü resmî duâ gündür. Yevm-i mezkûrda Fâtih, Sultan Ahmed,
Bâyezid Camilerinde Cuma namazından sonra Müslüman ve Türk yurdlarının halâsı
için duâ edilecektir. Vatanını seven her müslümamn bu içtimâlarda bulunması
vecîbe-i dîniyyedir. Camilerde, evlerde tazarrû et! Duadan sonra Allah’a
yükselen kalbinle Sultan Ahmed’e, bütün Türk ve Müslümanların koşacağı büyük ve
umûmî içtimaa gel! Sevgili vatanın parçalanıyor. Öldürücü felâketler yağıyor.
Camilerini, mukaddesatını çiğneyecekler! Gözlerini aç, dindaşlarını, milletini
düşün! İzmir facialarını Öğren! Anadolu senin de karârını bekliyor.
Haksızlıklara karşı feryâd et! Âlemin vicdânına hitâb eden heyecanlarınla
hakkını müdâfaaya ve parçalanan vatanının imdadına koş!
Bu mitingde kurtarıcı kararlarını ver ve halâsın için çalışmaya yemin et!
«Müslüman»
Yukarıya aldığımız yazı, 1919’larda Sultan Ahmed’de yapılan ve yüzbinlerce
kişinin iştirak ettiği mitinglerin birinde dağıtılan beyannamenin suretidir.
Aslının klişesini ise aşağıya koymuş bulunuyoruz.
Türkler 1914 -18 Harbinden, müttefikleriyle beraber, mağlûb olarak
çıktıktan sonra Osmanlı İmparatorluğu, galip devletler arasında bölüşülmüş,
Anadolu gibi İstanbul da, İngiliz, Fransız, İtalyan orduları ile bu devletlerin
sömürge askerleri tarafından istîlâ ve işgal edilmişti. Ancak, Türk Milleti düşmanların
vatanlarını ve istiklâllerini ellerinden almak karârına, akıl almaz bir
şiddetle karşı koyarak, vatan ve iman aşkıyla kaplarına sığmaz hâle gelmiş,
böylece de, tam bir birlik ve beraberlik içinde Anadolu’da yer yer teşekkül
eden mukavemet mihraklarına, müttefiklerin göz açtırmayan tehdidlerine ve mâruz
bırakıldıkları zulüm ve işkencelere rağmen, yardım etmekten geri kalmamışlardı.
Sırasında sürülüyor, dövülüyor, öldürülüyor fakat gene de silâh ve cephane
kaçırıyor sonra yüzbinlerce İstanbullunun iştirak eylediği mitingleri, coşkun
fakat vekârlı ve haysiyetli bir nizâm içinde yapıyorlardı.
[Ancak günümüzde imam-hatipler ve vaizler Cuma hutbelerinde ve vaazlarında
Müslüman ve Müminler kelimesini terk ediyorlar/terk ettiriyorlar. Yeri
gelmişken bu konuyu burada zikretmek uygun geldi. İhramcızade-2014 ]
* *
Yalnız Türkiye için değil, bütün İslâm Âlemi için birbirine «Müslüman!»
diye hitâb etmenin gurûru, işte tevhîd şuûriyle gerçekleşmiş bu birlik ve
berâberlik, haçlı ve siyonist dünyâ tarafından asırlardan beri atış hedefi
olmuş bulunuyor.
Elli küsûr seneden bu yana, Müslüman ülkelerde arabozuculuk ve yıkıcılık
adına devreye girmiş bulunan üçüncü büyük güç, komünizmdir.
Garb kapitalizminin gayr-ı meşru çocuğu olan komünizm, insan hak ve
hürriyeti parolasını kullanarak siyâset sahnesine çıkmasına rağmen, yüzü
kızarmadan, politik sahtekârlıkların en bayağı ve gaddarına kaçmaktan
utanmamış, böylece de iktidârının ipuçlarını eline alır almaz, insan hak ve
hürriyetinin baş düşmanı kesilmiştir.
Artık bir Çarlık Rusya yoktur. Fakat bugünkü Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti,
çarlık devrinin istilâcılık politikasından vazgeçmek şöyle dursun, komünizmi,
millî ideallerinin yem borusu olarak kullanmak suretiyle gafil, çaresiz ve
müdafaasız milletleri gayelerinin ağı içine çekip düşürmekte bulunmuştur.
Dışa karşı beynelmilelci görünen Sovyet Rusya, kendi içinde öylesine millî
ideallerine düşkündür ki, görünüşte çarlık devrinin amansız düşmanı olduğu
halde, Sovyet ordusunun büyüklerine verilen askerî nişanlar bile, diş bilediği
çarlık devri kahramanlarının isimlerini taşımaktadır.
Ancak, insan idrâkini ebediyen zincire vurmak mümkün olmadığına göre, sakat
doğan bu hilkat garibesi, bu hastalıklı rejim, bir İçtimaî psikoz, bir epidemi
olarak gününü tamamlayıp târih sahîfeleri arasında kanlı ve iğrenç bir çizgi
bırakıp, belki de kısa zamanda yok olup gidecektir.
Ne ki, henüz sirâyet gücü tamâmiyle sönmemiş olan bu illetin zehrine karşı,
kütleleri, taassup hudûduna girmeyen gerçek ve şuurlu bir iman panzehiri ile
korumak, İslâm coğrafyası üstündeki devletlerin, teknik ve maddî hamlelere
olduğu kadar, şuûrlu bir maârif politikasına da hız vermeleri, devânın ve
şifânın tek yolu olarak görünmektedir.
İslâm fütûhâtının, her yayıldım topluluk tarafından bir kurtarıcı olarak
karşılanıp benimsenmesinin ve adım attığı ülkelere kendinden bîr öz vermesinin
başlıca sebebini berâberinde taşıdığı tevhîd, hikmet, adalet ve samîmi bir
sevgide aramak lâzım olsa gerektir.
İlimde olsun, tefekkür ve sanatta olsun, dünyâya tepeden bakan bu zirvelere
üç asır yalnız Müslümanlar tırmandı durdu.
Fakat yavaş yavaş fikirlerine karanlık basan Araplar’ın kültür
bayraktarlığına rağmen, İslâmiyet üstündeki hâkimiyetleri ve kıt'alar üstünde
perende atabilmeleri, üçyüz seneden fazla bir ömre sahip olamadı. Böylece de,
İslâm dünyâsında mihver devlet olma pâyesi IX. asrın ortalarında Türklere
geçti. Georgie Zeydan «Medeniyet-i İslâmîye» târihinde bu noktaya temâs ederken
: «O zamâna kadar Türk askeri halîfeye sadâkat yemini ederken, ondan sonra
halîfeler Türk askerine sadâkat yemini eder oldular» der.
Şayet bu gerileme ve inkırazın âmillerini arayacak olursak, karşımıza küçük
bir risâle içinde îzâhı mümkün olmayan yığın yığın sebepler çıkar. Lâkin
bunların en belli başlı olanları, idareciler sınıfının İslâmî prensipleri
hafife almaya başlamaları, şahısların ve zümrelerin ise, yabancı şeriatlar
tarafından desteklenen bölücülük, cehâlet, taassup ve tembelliğe kaymaları önde
gelir.
Netîce itibariyle, dînin yumuşak dokusu katılaşarak zamânın akışını
tâkipten geri kalıp elastikiyetini kaybetmiş böylece de, kütlenin heyecan ve
hamle merkezi olan iman hayâtının sarsılması, ona bağlı olan medeniyetin
bütününe sirayet eylemiştir.
Nihayet Arap kavminin kolu kanadı altında kendisine yeni inkişaf ufukları
bulamayan İslâm medeniyeti, Ortaasya’nın feyz ve bereketiyle yüklü olan bir
başka aksiyoncu kavmi seçerek, otağını onun bağrında kurmuş ve Müslüman akîde
ve imanını Selçuklu ve Osmanlı isimleri altında dünyâ yüzüne yayacak yeni
mihver devletlere döl ve zürriyet vermeye koyulmuştur.
Bü küçük risale, bir târih kitabı olmadığından, bin yıl imanı yolunda
olmazları oldurmuş can verip can almış Türk kavminin o şerefli ve mübârek
cihadlarından söz etmeyeceğiz.
Esasen temel mevzûumuz Müslüman Araba da Müslüman Türke de ve topyekûn
bütün İslâm Âlemi nin içine kundak sokmakta yarış eylemiş Yahûdî, Hıristiyan ve
nihâyet Moskof mâcerâsı üstünden kısaca geçtikten sonra, esas meselemiz olan
ırk, millet ve renk ayrılığı düşünmeksizin, İslâmın birlik, beraberlik ve
kardeşlik havası içinde uyanmasının lüzum ve çâreleri üstünde durmaktır.
İmânı uğrunda bin yıl kılıç sallamış Türk milletiyle Rus'lar arasında
sayısız Türk-Rus muharebeleri oldu. Pek çoğunda yenildik. Osmanlı
İmparatorluğu’nun hezimetleri, zâten Rus patronajı altına girmiş ve girmek
tehlikesiyle karşılaşmış bulunan Ortaasya ve bilhassa Kırım Türklüğü’nün de
esarete doğru giden adımlarını sıklaştırması demekti, nitekim öyle de oldu.
Fakat Akdeniz’in ılık sularına göz dikmiş Çarlık Rusyası'nın Uzak ve Yakın
Şark Türklüğü'nü imhâ ve istîlâ politikası, zaferlerinin ve gayesinin tadını
hiç bir galibiyette bugünkü kadar çıkaramadı. Öyle ki, asırlardır vahşî ve
kanlı vuruşlarla Türkün canını, malını, topraklarını elinden almıştı amma
vicdanına, irfanına, târihine, diline, imanına ve topyekûn kültürüne diş
gecirecek darbeyi vuramamıştı. Onun için de, her maalûbiyet, Türk’ü Rus’a karşı
daha kindar daha diş biler hâle getirdi. İntikam duygusunu arttırdı,
eksiltmedi.
Halbuki, elli seneden beri giriştiği kültür savaşı ile, Türk’ü Türk yapan
bütün mânevî değerleri tuz buz etti. Böylece de, asırlardır Türkün iman hâline
getirdiği Moskof kînî, bir moskof hayranlığına can atar oldu. Memleketi bir
iskelet hâlinde görmekten içi yanmayan menfaat gurublarım, âciz ve zavallı
gafı! münevverleri elde eylemekle de, işini daha da kolaylaştırdı ve gayesine
daha da süratle yaklaşmış oldu.
*
* *
Türk olsun, Arap olsun, İranlı, Pakistanlı, Çinli, Sudanlı, Habeş, Arnavut,
Boşnak, kitabı Kuran olan bütün İslâm devletlerinin, birlik ve beraberlik
dâvâsını artık en ciddî en samîmî en menfaatsiz bir cihad rûhu ile ele alıp
vatandaşlarım çatılarının mahremiyetine kadar uzanmış şakî ellerin
tehlikesinden haberdâr eylemeleri bir ölüm kalım mes’elesidir.
Muhammed Ümmeti’nin, hangi ırk, hangi renk, hangi milletten olursa olsun,
birbirine destek, yardımcı, koruyucu olması, omuz omuza diz dize verecek bir
anlayış içinde yetişmesi, bugün İslâmiyetin ilk ve beiki de tek mes’elesidir.
Nasıl ki kolu, bacağı, gövdesi, başı kesilip parçalara ayrılmış bir vücut
için hayat bitmişse, didik didik edilmiş ve birbiriyle maddî manevî irtibatı
kalmamış İslâm Âlemi’ni de yeniden diriltmek için İslâmın müşterek ruhunu,
Kur’an ahlâkını geri getirmek ve İslâm Birliği’ni kurmak gerek.
Müslüman haritası neden paramparça olmuş, içten ve dıştan niçin kendi
kendine yabancılaşmıştım demeye lüzum yok. Zîrâ yukandanberi sayabildiğimiz ve
sayamadığımız çeşitli sebeo ve illet mihraklarına kısaca parmak basmış
bulunuyoruz. Şu hâlde mademki hastalık meydana çıkmıştır, yapılacak iş, tezelden
büyük bir dikkat, şuur ve uyanıklıkla tedâvîve geçmek, bu mübârek vücûdu eski
sağlığına kavuşturmak olmalıdır.
İlmî, İçtimâi ve Maârifle Alâkalı Hususlar
1 — İslâm memleketlerinin
zihnî ve ruhî seviyelerini yükseltecek bir eğitim felsefesi tesbit edilip,
Müslümanın Kuran ahlâkından koparılmadan, yaşadığı çağın ihtiyaç ve İcaplarına
göre yetiştirilmesi.
2 — Yüksek ve tarafsız ilim
çevrelerinde meşveret ve içtihada imkân verecek ve mezhep ayrılığının
zararlarını önleyecek ilmî-dînî bir çalışma zemini hazırlamak üzere, Müslüman
memleketlerinin ilim ve iman çevrelerinden teşekkül edecek olan bir akademi
kurulması.
3 — Saf, sağlam ve ciddî ilim
otoriteleri eliyle hazırlanacak bir ilmî araştırma fonu kurulması.
4 — İslâm memleketlerinde
ortak bir burs teşkilâtı meydana getirilip kabiliyetli çocukların okutulmasının
temini.
5 — Dünyâ literatürünün tâkip
ve tercüme ettirilip kültür çevrelerinin alâkalarına sunulması ve İslâm kültür
ve medeniyetinin meydana getirdiği büyük ve mühim eserlerin basılması, tercüme
ettirilmesi, İslâm memleketlerine ve bütün dünyâya yayılması.
Bu arada kütüphanelerdeki elyazması eserlerin gün ışığına çıkarılmasından
başka, siyer, târih, edebiyat, fıkıh, tasavvuf, tefsir, hadîs, kelâm, felsefe,
mantık, matematik, tıp, astronomi, coğrafya, tabiat, mûsikî ve askerlik
ilimleri sâhasındaki eserlerin de en mühimlerinin ilk elde neşredilmesi.
6 — Kral hanedanına mensup
gençleri ve memleket idarecilerinin ve refahlı ailelerin evlâdlarını yabancı
ülkelere tahsîle gönderip Batı emperyalizminin bir hayranı hâline gelmeleri
tehlikesinin önlenmesi.
7 — Garb tesiri ile zihinleri
ve ruhiarı şartlanmış olarak geri dönen bu genç insanların, memleketlerinin
realitelerinden hakkiyle haberdâr olmaları mümkün olmadığına göre, İslâmî ahlâk
ve değerlerini idrâk edebilen yerli ve fakat üstün seviyeli bir eğitim
kadrosunun tez elden meydana getirilip kadın erkek, Müslüman gençlerin, bir
İslâmî fazilet ve iman çerçevesi içinde yetiştirilmesi.
8 — İlericilik zannı ile
İslâmî değerlere baş çevirip Batı kopyeciliğini bir kalkınma yolu kabûl etmek
hatâsı ile, târihinden, imanından, örf ve âdetlerinden olma yolunu seçmiş
Müslüman memleketlerin örnek alınmaması.
9 — Hac farizasını kuru bir
şekil ve kalıplaşmış bir ibâdet olmaktan kurtarıp, aslî mânâ ve gerçek ruhunun
yeniden kazandırılması.
Bilhassa Müslüman münevverlerinin, bu mukaddes topluluktan şahsen kazançlı
çıkmaları kadar, bilgilerinden görgü ve tecrübelerinden risâlemizin metin
kısmında îzâh edildiği üzere gerek fertlere, gerek isiâm câmiasına itibar ve
kazanç getirmesinin de sağlanması.
10 —Zekât müessesesinin işler
hâle konulup İçtimaî bünye içinde, yoksulluğu yenmiş, şuurlu ve uyanık bir orta
sınıfın teşekkülüne yardımcı olunması.
11 — İsraf ve sefahatten
kaçınılması ve âile müessesesinin, devletlerin bünyeleri içinde sosyal yapının
en küçük fakat en sağlam bir çekirdek olduğunu düşünerek, cemiyetin kudret ve
değerlerinin hem sahibi, hem de bekçisi mâhiyetinde bulunduğunu gözönüne alıp
onun, şer ve menfî hücumlara karşı kendini koruyacak bîr şuurla eğitilip
silâhlandırılması.
12 — Dünyâ petrol rezervleri,
yapılan tahminlere göre, 2000 yılında tükenecektir. Avrupa, Amerika ve Rusya'da
bu toprak altı hazînesinin yerine kaim olacak sun’î veya tabîî enerji
kaynakları arandığına göre, bâzı Müslüman ülkelerde bulunan işbu mühim gelir
kaynağının ehemmiyeti, yakın zamanda ortadan kalkmak tehlikesiyle karşı karşıya
demektir. Şu hâlde, petrol gelirine güvenmemek lâzımdır.
Bu meyanda, petrolden elde edilen gelirin büyük bir kısmı, başta yeni
buluşlarla işe yaramaz hâle gelen harb malzemesine ve Batı'dan yapılan çeşitli
fuzûlî ithâlâta, şehirler kurmaya ve îmar işlerine sarfedilerek, tekrar
Avrupalılar Amerikalılar eliyle Garb tarafından çekilip geri alınmaktadır. Bu
hayâtî nokta üstünde ciddiyetle durulup gereken tedbirlerin alınması.
13 — Petrol ihrâç eden memleket
gelirlerinin, müşterek hareket edilerek bütün İslâm ülkelerinin kalkınması için
kredi olarak kullanılmasının temîni ve yabancı bankalarda yatan ölü sermâyenin
kurulacak bir İslâm bankasında kredi kaynağı olabilmesi.
14 — Şu halde Müslüman ülkelerde
bir yandan teknik elemanların yetiştirilmesi ve plânlı bir sanâyileşme
politikasının gerçekleştirilmesi yoluna gidilmesi, yalnız fabrikalar kurulması
değil, fabrikalar yapan fabrikalar kurmak seviyesine çıkarılması, acele ve tez
elden alınmak gereken çâreler olduğunun bilinmesi.
15 — Siyâsî coğrafyadan mühim
olan târihî ve iktisâdı coğrafyanın İcaplarım değerlendirerek, Müslüman
memleketler arasında müşterek faaliyetlere girmek üzere ortak kalkınma
projeleri bursu ihdâs edilmesi. Hicaz, Irak, Suriye, Yemen, Tunus, Cezâyir,
Fas, Libya ve Türkiye bin yıl iktisâdı bütünlük içinde yaşamış olduğuna göre,
Lozan Andlaşması’nın getirdiği bölünme siyâsî hududlar ayrılığı, iktisâdî
coğrafyanın emirlerini değerlendirmemize mânî olmamalıdır.
16 — 1976 yılında dünyâ
üzerindeki İslâm ülkelerinin millî gelirleri, toplam olarak 150 milyar dolar
olduğu hâlde, aynı yılda yalnız İtalya’nın millî geliri bu miktara müsavidir. Bu
acı gerçek, İslâm memleketlerinin bir müşterek iktisat politikasında
birleşmelerinin ne derece elzem olduğunun anlaşılmaya yetip artmasını
göstermektedir.
17 — Dünyâ üzerindeki Hristiyan
memleketler, Müslüman Türkiye’nin de dâhil olduğu, Nato’da, sosyalist
memleketler ise, Varşova Paktı'nda birleşmişlerdir.
Şu hâlde bütün Müslüman memleketlerin kendi aralarında müşterek müdâfaa
sistemi olabilecek bir anlaşma tesîs eyleme yoluna gitmeleri.
18 — Bir Müslüman ülke olan
Türkiye’nin yetişmiş kafa ve el emeğini Hıristiyan Avrupa memleketlerine
göndereceği yerde bu çalışma ekiplerinin bilgi ve tecrübelerini, diğer Müslüman
memleketlerinin emrine vermesi her iki taraf için de müsbet ve mantıkî faydalar
temîn eyleyeceğinin bilinmesi.
19 — İslâm ülkelerinin, artan petrol
geliriyle büyük ölçüde ithalâta girdikleri görülmektedir. Aşırı meblâğlara
varan bu malların nakli için, gene Hristiyan memleketlerinin nakiiye filolarına
çok yüksek navlun bedelleri ödenmektedir. Müslüman memleketler arasında
müşterek bir deniz ticâreti filosunun hem döviz tasarrufu sağlayacağım ve hem
de ülkeler arası münasebetlerini geliştireceğini düşünmek ve değerlendirmek
zamânının geldiğinin düşünülmesi.
20 — İslâm kardeşliğini siyâsî
endîşe ve her türlü menfaatin üstünde tutarak politik düellolarla, bu birliğin
parçalanmaması.
Bugün İslâm memleketlerinin başında bulunanlar, bu kısa devredeki fırsatı
değerlendirerek târihe «Büyük İnsanlar» nâmiyle geçip bütün İslâm Âlemi
tarafından minnet ve saygı ile anılacaklardır. Aksi takdirde, herkes gibi, zamanın
sisleri arasında kaybolup gitmelerinin mukadder olduğunun bilinmesi.
21 — Yaklaşmakta olan 1400.
Hicrî Yıldönümünün, Müslüman dünyâsı için bir yeniden doğuşun başlangıcı hâline
getirilmesi. Bunun için de, İslâm Âlemi’nin müşterek parolası, şevk, aşk ve
hamle kaynağı olan îlâ-yı Kelimetuilah için yaşamanın, onun uğrunda yaşamak
kadar ölmenin de bir nîmet ve saâdet olduğunun zihinlerde ve gönüllerde
gayeleşip zafere ulaşması.
Ey Emîrler, Devlet Reisleri, İslâm Âlimleri!
Müslüman dünyâsının nabzım elinize almak zamanı daha gelmedi mi?
Milyonlarca garib, ezilmiş, câhil, yardım ve şifâ bekleyen dindaşınız bir fikir
koması içinde bulunuyor. Bu gökkubbenin altında, münevver ve uyanık İslâm
toplulukları olmakla beraber, İslâmın müşterek prensiplerini, müşterek
hafızasını ve îlâ-yı Kelimetullah aşkım körletmeyi vazife bilen gafil ve
kendilerini menfaatlerinin emrine vermiş şer kuvvetleri de vardır. Dolu dizgin
at süren bu dalâlet erbabına daha ne zamana kadar göz açtıracaksınız? Bu
zavallıların çoğu, alâkalıların kayıtsızlıkları ve ihmâlleri yüzünden
gidecekleri yolu ters seçmiş kimsesizler, garib kişilerdir.
Güneşi tanıyan, idâre kandiliyle aydınlanmak istemez. Amma evlâtlarının
eğitim ve öğretimine, çocuk yaştan yabancıların el koymasına izin veren devletleri,
gençlerden güneşi esirgemekle suçlamak hiç de günâh olmaz.
Şu hâlde artık Müslüman memleketler, evlâtlarının zihinlerine ve ruhlarına
sâhip çıkıp onlara öz değerlerinden zırh giydirerek düşman oklarının
tehlikesinden korumalıdır.
Ey Emirler, Devlet Reisleri, ilim ve iman Büyükleri! Genç ve körpe insanlar
sizden himmet elinizin kendilerine uzanmasını bekliyor. Onları ayıltıp
şifâlandıracak devâ, ilim, irfan, hikmet ve îlâ-yı Keiimetullah aşkıdır. Bu
uyurgezer bütün kütleleri, siyâset hesaplarından, iktidar rekabetlerinden,
içine maddî manevî herhangi menfaat karışmamış ciddî, samîmî, ihiâslı, ölçülü,
fîsebilillâh bir gayretle silkeleyip uyandırarak kendilerine getirin!
*
* *
İslâm kardeşliğini politika hesaplarının üstünde tutmak, yalnız manevî birlik
bakımından değil, Müslüman coğrafyası üstündeki bütün müstakil devletlerin
menfaatleri yönünden de sonsuz faydalara gebe olduğunu bilmek gerek.
Amma çeşitli çıkarlarla gözleri kararmış şer kuvvetleri, zümre ve şahıs
menfaatleri, İslâmın bu mes’ud dönüm noktasını elbette türlü fesat ve fitneler
çıkararak önlemeye uğraşacaklardır.
Garb, kültür seferberliği ve teknik üstünlüğü ile Şark'ı ayağının altına
almış, içtimâi ve fikrî hükümranlığı ile onu zaptedip kölesi hâline
getirmiştir. Bu yüzden de, bir vakitler İslâm’ın uyandırmış olduğu meş’ale hâlâ
Garb’ın elinde bulunuyor.
Batı’da bir Fransız bir Alman bir Avusturya bir İtalyan medeniyeti yok,
Haçlı bir Avrupa medeniyeti vardır. Irkî husûsiyetler bir yana, eskiden İslâm
coğrafyası da tek medeniyet çatısının müşterek esas ve prensiplerine sahip
bulunuyordu.
Bugün mühim olan, İslâm Âlemi’ni tekrar aynı müşterek çizgi üstüne
getirmek, böylece de çekirdeklikten çıkarıp yeşertmek, yeniden dal budak
salacak meyve ve mahsûl verecek hâli ihya etmek zamânıdır.
Baştan beri söylediğimiz gibi, İslâm Âlemi’nin bilmesi gereken hakîkat: «Burası
benimdir, şurası şenindir!» dîye çizdiği hudutlar içinde siyâsî istiklâl ve
ayrılık dâvâsı gütmek yüzünden, İslâm Birliğini engelleyecek beşerî ve nefsânî
aldanışlara düşmemek lâzımdır. Amma buna, evvelâ kendi kendimizin inanıp,
Devr-i Saadet’teki o saf şevk ve galeyanla dâvamızı gerçekleştirdiğimiz
takdirde, dünyânın karşısına kurşun işlemez bir salâbet ve bütünlükle çıkmak,
hiç de güç olmayacaktır.
Ey Emirler, Devlet Reisleri, Müslüman Münevverler!
Artık bu birliğe hakikat çehresi verecek fırsat gününün ayak sesleri
duyulur hâle gelmiştir. 1400. Hicret senesinin bütün İslâm Âlemi'nce müştereken
karşılanması, İslâm Birliği şuurunun ilk adımı neden olmasın?
* *
Asırlarca, Ortodoks Şarkî Roma’nın can çekiş meşine seyirci kalmış olan
Katolik Garbi Roma, mağlûp ve perişan Ortodoks Bizans’ın bütün tâviz ve
yalvarmalarına rağmen o zamanlar, bu mezhebi ayrı dindaşına yardım elini
uzatmamıştı. Amma geç de olsa, hatâsını anlayan katolik dünyâ, Bizans, târih
mezarına gömüldükten 500 sene sonra, dünyâ hıristiyan birliğine şirin görünmek
ve bir yekpârelik manzarası çizmek üzere, taassup kaftanından sıyrılır bir edâ
ile, bu suçunu, sembolik bir jest ile tâmîr etmek istedi ve Papa VI. Paul’ü
1967 senesinin Temmuz’unda İstanbul’a yollayarak eski bir kilise olan
Ayasofya’nın mihrâbında haç çıkartarak diz çökertti.
Asırlar sonra katolik kilisesinin ortodoksluğa gösterdiği bu saygı
nümâyişi, hâlâ kulağı ağır işiten ve basîret gözündeki perde düşmemiş olan
İslâm Âlemine utandırıcı olduğu kadar acıklı ve alaylı bir ihtardır da.
Papanın diz çöküp haç çıkardığı Ayasofya, Bizans'ı Türkler fethettiğinde,
Fâtih Sultan Mehmed'in, içinde ilk Cuma namazını kılarak câmi hâline sokmuş
olduğu bir mâbet bulunması bakımından da, bu ziyaretle Haçlı dünyâ,
vahdâniyetci âlemden bir kere daha hınç almış bulunuyordu.
Sonra da aynı Papa, çeyrek asır içinde bir hokkabaz maharetiyle el ve dil
çabukluğuna getirilerek Efes oluveren Selçuk kasabasındaki Meryem Ana
Kilisesi'ne de giderek, Türk’ün bu şâhâne gafletinden faydalanıp şehri,
Hıristiyanlık adına takdis ve tescîl etmiş oldu.
Bütün bu ince ince düşünülerek Müslümanlığın kalbine saplanan intikam
oklarıyla da hıristiyanlık âlemi, bir kalemde mezhep ayrılıklarının ve nefretlerin
üstüne kalın bir çizgi çeker ve Kur’ân ehline karşı dâimâ elele olduklarının
her fırsatta işaretini verirken, Müslümanların, Allah katında değer taşımayan
siyâsî menfaat ve iktidar çekişmeleri yüzünden birbirlerine dis bilercesine
atıp tutmaları, haçlı, siyonist ve komünist dünyâ karşısında dağınık, perîşan
ve kavgalı olmaları revâ mıdır?
İş, hatânın hatâ olduğunu anlayabilmektedir. Suç sabit olduktan sonra ondan
rücü etmemek ise, insanlık şanına yakışır dâva değildir.
Ancak biz Müslümanlara hatâlarımızı kabûl etmek güç geliyor. Çünkü doğruyu
yanlıştan ayıracak endazemizi kaybetmiş bulunuyoruz.
Dev adımlarla ileri atılan bir dünyâda, daha nice zaman el yordamıyla
yürüyeceğiz?
Yahûdî, binlerce senedir dünyânın neresinde olursa olsun ve hanqi dili konuşursa
konuşsun, ırkçılığının ve şeriatçılığının çizgisinden ayrılmadığı için, kendi
kavminden başkalarına hayat hakkı tanımayan bir dînî taassubu dünyâya karşı
silâh olarak kullanıyor. Amma dünyâ da, öylesine gafil ve çeşitli mes’elelerin
içine öylesine dalmış bulunuyor ki, nedir bu Tevrat yobazlığı, nedir ona
inananların insanoğluna etlikleri? demeye ya fırsat bulamıyor yahut da Yahudi
gözbağcılığı veya tehdîdi, buna meydan vermiyor.
Hıristiyan ise, peygamberinden bir asır sonra türlü eller tarafından yazılan
İncil’ine güvenemediği için kiliseye kuvvet vererek, haçı, onun yaşatılması
yolunu tutmuş bulunuyor. Kilise de, kesesini ve kasasını günâhlarına siper
ederek medenî cemiyetleri bir türlü, câhil ve iptidâi kabîle ve toplulukları
bir başka türlü baskısı ve tesîri altında tutma yolunda her türlü insafsızlığı
ve günâhı insanoğluna revâ görüyor.
Tek âyetinde dahî tereddüd ve şüphe olmayan, her emri ve tavsiyesi
beşeriyete gerçek saadet ve huzûru müjdeleyen Kur an ehli Müslüman ise, bir
eşsiz hazînenin sâhibi olduğu hâlde onu ne kendi açıp faydalanabiliyor ne de
gökkubbe ehline : Gelin, gelin.... aradığınız buradadır! deyip Allah’a îlâ’yı
Kelimetullah seferberliğine dâvet edebiliyor.
Ey Emirler, Devlet Reisleri ve Münevverler! İslâmın kararmış çerâğını
uyandırmak, Allâh’a ve kula karşı borçlu olduğunuz mes'uliyeti idrâk eylemek
zamânı daha gelmedi mi?
Fîsebîlillah cihâdın, ibâdet ölçüsünde kutsi olduğunu bildiğiniz hâlde ne
duruyor ne bekliyorsunuz? Celâdetiniz, cesâretiniz, şuûrunuz ve ihlâsımız ile
kılıcı kınından çıkarmak zamanıdır.
Çarlık Rusya devrinde bir avuç Kafkasyalı Müslüman, Moskof birliklerinin o
bitip tükenmez gece baskınları başlarken, münâdîler de mahalle mahalle dolaşır
ve koşa koşa kapıların önüne gelerek : «Ey Müslümanlar uyanın... cennet
ayağınıza geldi. Ne duruyorsunuz, koşun... Ya gazi olacaksınız ya şehîd!»
diye bağırarak Dağıstan yiğitlerini, acele cihâda dâvet ederlerdi.
Amma bugün dünyâda kılıç kalkan, top tüfek hattâ mermi füze ile cenk
eylemek ikinci plâna düşmüştür. İslâm Âlemi’ni de, ateşli silâhlar ve
ordulardan ziyâde, yabancı kültür hayranlığı, yabancı fikir tuzakları, rehavet
ve tembellik yıktı. Onun için de bugün, İslâm Âlemi’nin içine düştüğü kıymetler
buhrânı, gerçeklerin yerini sahtelere bırakmış bulunuyor.
Ey Emirler, Devlet Reisleri ve Din Kardeşlerim!
«Cennet kapınıza geldi!» diye cihâda çağıran ses hâlâ kapı kapı
dolaşıp bağırmakta. Uyanalım ve idrâkimizi saran dört duvar arasından fırlayıp
savaşa koşalım. Amma belimize asılı kılıcı kınından çıkararak değil... Bir
bakıma o devirler uzaklardadır. Uyanık bir gönül, uyanık bir kafa ile ileri
atılıp, Garb'a kaptırdığımız ilim meş’alesini, Şark'ın hikmet ve irfânı ile
zenginleştirerek yeniden elimize alalım.
* *
Neden olmasın? İlimle bilenmiş tek kafa, aşk ve imanla cilâlanmış tek
yürek, yeri yerinden oynatır. Öyle ki gafletten, cehaletten, şerden ve nifaktan
haraç alır. Belki haraç da değil, ganimetler elde eder.
İslâmın eksiği ve kusuru, güvenip emîn olacağı ve sayacağı bir merkezî
otoritesi olmayışıdır. Bu dağınıklık ise, İslâm devletlerinin birleşmesinden
korkan karşı kuvvetlerin târihî taktikleri ile, oldu olası kışkırtılmak
sûretiyle devam etmektedir.
İslâm dünyâsı, müşterek imanlarını tâzeleyecek ve diriltecek ilham, heyecan
ve hayat kaynağına susamış bulunuyor. Ne duruyorsunuz, ey Allah'ın kendilerine
akıl ve imkân verdiği siz Emîrler, Devlet Reisleri ve Münevverler?
*
* *
Biz Müslüman Türkler de hatalıyız. Zîrâ İslâm'ın hikmet, irfan ve ahlâkına
baş çevirerek redd-i mîras eylemiş bulunuyoruz. Onun için de işte
topraklarımızda düşman kol geziyor. Tarihsiz, dilsiz, dinsiz nesiller
yetiştirdik. Acısı büyük oldu. Amma gaflet ve hatâmızın henüz tam şuurunda
değilsek bile, ufuklarda gün ağarmaya başlamış bulunuyor. Ne yazık ki bu
hatâmız yüzünden kendi kendine düşmanlık eden bir eğitim politikası, yaptığının
da yapacağının da farkında olmayan bir câhil münevverler kütlesini vatan
sathında söz sâhibi eylemiştir.
Aydınlığın faydası âmâlara değil, görücü gözleredir. Biz ise yerli olmayan
öyle bir okuryazarlar sınıfı meydana getirdik ki ezberlemiş oldukları Garb işi
sloganlardan gayri karşılarında târihin ve imanın alev alev parlayan nurlarına
görmez gözlerle kör kör bakmakta ve içine düşmüş oldukları gayyâyı dahî fark
edememektedirler.
*
* *
İslâmda «Sen, ben, biz, siz» olmaz. Türk, Arap, Acem, Kürt, Arnavut,
Boşnak, Gürcü, Çerkez, Zenci, Habeş ayrılığı yoktur. Zîrâ İslâm, ayırıcı değil
birleştiricidir, birlikçidir. Şu hâlde ey Müslüman milletler, siz de birleşin,
tevhîdin şânı, Allah’ın Kuranı, sizden bunu bekliyor.
Durmadan dirsek vuran ve İslâm Âleminin boynundan bir türlü pençesini
çekmeyen haçlı, siyonist ve komünist dünyâ, elindeki ve kafasındaki en güçlü
silâhlarla bizi hem iç hem dış varlığımızdan vurup yerle bir etmek fırsatını
gözlüyor.
Ey merd-i meydanlar!
Çıkın ortaya... Uyandırın İslâm Âlemi’ni... Çığ gibi büyüye büyüye üstümüze
yürüyen tehlikeleri görmezlikten gelmek ve rahat döşeğimizde istirahata varmak
haram bize... İslâmın kıyametini koparmak için elele vermiş şer kuvvetleri,
asırlardır pusudan çıkıp çıkıp bizi hançerlemekte...
Onlara, daha nice zaman göz yumacak karşı koymayacaksınız?
Kendinde olan sermedî sırrı etrafına sirâyet ettirebilmek gücünde bulunan
müstesnâ kimseler ne bahtiyardır. Müslüman coğrafyası üstünde insan kıtlığı mı
var ki büyük kıymetler, yüzlerine ölü toprağı serpilmiş gibi susuyorlar?
Ey varlıklarını Allah katında yokluğa çevirmiş olan mânâ zenginleri!
Hayvânî duygularını ve beşerî hırslarını kara mangır gibi harcamış ulular!
Çıkın, çıkın artık ortaya...
İnsanoğluna, adaletin, merhametin, haysiyet ve şerefin yolunu açmış
Müslüman îmânının etrafındaki setleri siz yıkacak, bütün dünyâya birlik
berâberlik ve kurtuluş yollarını siz işaretleyecek, siz gösterecek siz
açacaksınız.
Ey Müslüman Emîrler, Devlet Reisleri, İdareciler, ilim ve iman Adamları!
Siyâsî, kavmî ve şahsî öfke ve kinlerinizi beslemeyin, aç kalıp ölsünler.
Emîrler de, başbuğlar da, başkanlar da, âlimler, san’atkârlar bütün
insanlar ve bu insanların kurup meydana getirdiği bütün düzenler, iktidarlar,
ne var ne yok hepsi fânîdir ve birer semboldür. Tıpkı eskiler gibi bugünküler
de gelip geçecektir. Siz ey ellerine Allah tarafından fırsat verilmiş olanlar!
Geçmiyecek, fenâ bulmayacak olan ezelî ve ebedîye hizmet ederseniz siz de
ebedîlerden olursunuz.
Her medeniyet için bir inkiraz davulunun çalması mukadder ise de, şuûr
altında ve gözlerden ırak canlı hücrelerini kıskançlıkla saklamış olan
medeniyetler için bir yeni nizam, ayakları çağının zeminine basmış bir yeni
terkîb içinde dirilmek de alın yazısıdır ve mukadderdir.
İşte bugün bir iflâs manzarası arzetmesine rağmen, İslâm Âlemi’nin de
ba’s-i ba’delmevte erişmesi uzak değildir.
Bir Müslüman için en büyük iftihar, İslâm ile müşerref olmuş bulunmasıdır.
Zaman tozlarının tabakalaşıp karanlığa gömdüğü İslâm medeniyeti ile çağdaş
dünyânın nikâhını tazelemek ve ortaya, cehâlet ve taassuptan arınmış bir dünyâ
görüşü getirmek günüdür. Ne duruyor ne bekliyor ne düşünüyorsunuz?
Haydi ayağa kalksanıza...
İnsanoğluna adâletin, insâfın, haysiyet, şeref ve huzurlu bir dünyâ
görüşünün kapılarım açmış olan bu mübârek dînin 1400. senesi aheste aheste
geliyor.
Ey Emîrler, Devlet Reisleri, İlim Adamları, Münevverler ve Din Kardeşlerim!
Hepinizi, hepimizi tek anlayış tek âhenk tek gaye etrafında birleşmeye
çağırıyorum. Gene hepinizi, hepimizi, dalı budağı eflâke uzanmış bu tevhîd
ağacının altına çağırıyorum. Allah’ın, bütün yaratılmışlara eşsiz ihsânı olan
Kur'ân ahlâkına çağırıyorum. Hakîkate çağırıyorum, Hakk’ın Resulüne
çağırıyorum. Hakk’ın birliğine çağırıyorum.
Sizi Allâh’a, Allah'ın rızâsını kazanmaya çağırıyorum.
Kaynak: Sâmiha AYVERDİ Hanımefendi, Hicrî 1400. Yıla Yaklaşırken KÖLELİKTEN
EFENDİLİĞE, Damla Yayınevi, 1978, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar