Print Friendly and PDF

KÖLELİKTEN EFENDİLİĞE

Bunlarada Bakarsınız


[Bu eser, İslâmla şereflenmiş her müslüman milletin kitabıdır ve İlây-ı Kelimetullaha davettir.
Hacmi küçük, muhtevası derin ve manalı, hedefi yüce, niyeti Allah'ın rızasını tahsil olan bu eser, 1400. senesini idrâk etmek üzere olan Hicri Takvimi, bütün İslâm Âlemi’nin birlikte karşılamasını teklif ve temin etmek maksadıyla yazılmıştır.
İslâm Âlemi’ni yakından ilgilendiren pek çok mühim mesele üzerinde durulmakla beraber bu eserde şu noktaya bilhassa dikkatimiz çekilmekte:
İslâm Âlemi’nin dışındaki dünya, batıl inanışları an'aneleştirip mukaddes günler, yortular, bayramlar, karnavallar adıyla kutlayarak kitle psikolojisini kamçılayıp uyanık tutarken, 1400. senesine kavuşmak üzere olduğumuz şu günlerde Hicret-i Nebevi'nin, İslâm Dünyası için nasıl uyarıcı bir fırsat, ilmin ve imanın ışığında nasıl bağlayıcı ve birleştirici bir imkân olduğunu idrâk etmemek büyük eksiklik ve büyük gaflet olur...
Yazarı değerli insan Sâmiha Ayverdi, neşreden DAMLA YAYINEVİ ise de bu eser sizindir, bizimdir ve bütün Müslümanlarındır. Sahip çıkınız ve mutlaka okuyunuz.]
ÖNSÖZ     
Ey Müslüman Emirler, İslâm Münevverleri, Devlet Reisleri ve Müslüman Kardeşlerim!
Bu küçük risale, 1400. senesini idrâk etmek üzere olan Hicrî takvimi, bütün İslâm Âlemi’nin birlikte karşılamasını teklif etmek maksadiyle yazıldığı kadar, din kardeşlerimizle müşterek dert ve dâvalar üstünde kısaca dertleşip halleşmek niyet ve maksadını da içine almaktadır.
Hicret-i Nebevî’nin 1400. senesini idrâke üç yıl kaldı. (Bugün 18 Şevval 1435)
Ey Müslüman Emirler, Münevverler, Devlet Reisleri!
Dünyâ, bâtıl inanışları, yakıştırma nasları bile, teologların şâşaalı polemikleri ile an’aneleştirip mukaddes günler, yortular, bayramlar adiyle kutlayarak kütle psikolojisini kamçılayıp uyanık tutarken, 1400. senesini idrâk etmek üzre olduğumuz Hicret-i Nebevi, İslâm Âlemi için nasıl uyarıcı bir fırsat, ilmin ve imânın ışığında, nasıl bağlayıcı ve birleştirici bir çığır olmalıdır?
Evet, yer yüzünü tevhîd güneşi ile aydınlatmış ve insanoğluna hak ve hürriyetin şerefli yolunu göstermiş bu mübarek dînin 1400. senesini, el ve gönül birliği ile biz Müslümanlar nasıl kutlamalıyız? İslâm dünyâsı bu müstesna gün için ne düşünebilir, ne hazırlar ve bilhassa neler ümid edip ne gibi faydalar bekleyebilir?
İşte, risalemizin bir yönü dertleşip halleşmek ise, bir yönü de Müslüman devletlerin idarecileri-ne sormak istediğimiz böyle bir suâlle, asırlardır alaca karanlıkta uyuklayan îlâ-yı Kelimetullah gibi mihver bir fikrin ilim ve iman tezgâhında işlenip dokunmasını temennî eylemektir.
Gerçi 1976 senesinde İstanbul’da toplanan İslâm Kongresi, İslâm Birliği’ne doğru atılmış bir merhale idiyse de, bir bakıma, sâdece mes’ûd bir buluşma diyebileceğimiz bu Kongre’de hâkim olan hava, gene de politikadan yakasını kurtaramamış hesaplardı.
Halbuki İslâm Birliği, siyâset mazgalından gözlendiği müddetçe, ulaşması temenni olunan hedefe vâsıl olması düşünülemez. Bu yüzden de o ulvî ve ilâhı neticeyi elde etmenin tek gerçek yolu, İslâm Birliği idealine, ilim ve imanını hareket noktası olarak seçmek olsa gerektir.
Söze başlarken, Cenâb-ı Hakk’ın şehâdeti muvâcehesinde, peşin olarak dilediğim, bu kitabı okuyacak olanlarda, şahsım hakkında uyanabilecek şüphe, endişe, vesvese ve zanların bertaraf olmasıdır. Dünyânın hemen beş kıtasını da sarmış olan fikir ve amel sahtekârlığı, haklı olarak, herkesi herşeyden şüphe eder hâle getirmiş bulunduğuna göre, bu risaleyi yazanın da, karanlık, bulanık ve gizli bir maksadı olduğu düşünülebilir.
Her yer Allah’ın huzurudur O’na âşikâr olmayan hiçbir şey yoktur. İşte bu satırları yazanın da, hayâtı boyunca, vatan ve iman yolunda, maddî mânevi herhangi bir menfâat gözetmeden, İslâm’a ve Türk’e, tâkatı ölçüsünde hizmet eylemeyi cihad kabûl etmiş olmasıdır. Allah’ın şâhid olduğu bu gerçeğe, vatandaşı olan olmayan dindaşlarının inanıp inanmamaları, zihnî ve derûnî kıstaslarına bırakılmıştır.
Bu risâle, bir fantezi, bir iddiâ, bir heves ve aceleye gelmiş bir kararla yazılmamıştır. Aksine, İslâm Âlemi’nin garipliği ve horlanışı karşısında, uzun yıllardır duyulan ıstırâbın yüze çıkmasından ibârettir.
*
*          *
İtiraf etsek de etmesek de, İslâm’ın çatısı altında birleşmiş olması lâzım gelen milletler ve topluluklar, aslında, dağılmış bir zincirin halkaları gibi, parçalar hâlinde bölük bölüktür. Yek-pâre ve birbirine kenetli olması îcâb eden bu parçalan yeniden birbirine lehimleyip, birleştirecek olanlar da, herhangi şahsî bir ihtiras, zümre ve siyâset endîşesiyle gözleri şaşılaşmamış ve gönülleri kararmamış âlimler ve müşâvirler kadrosunun desteğini kazanmış emirler, devlet reisleri, cumhurbaşkanları ve kütlelerin idâri ipuçlarına hâkim olan şuurlu devlet adamlarıdır.
Onun için de bu küçük kitabı, halkın kaderine hükmedenlere ithaf ediyorum.
Bu arada: «Sen kimsin? Kim oluyorsun ki kalkmış bize hitâb etmek cesaretini gösterebiliyorsun?» diyebilirsiniz. Haklısınız. Amma benim de haklı olduğumu zannettiğim nokta, işte bu, belki sizi şaşırtan hattâ belki de öfkelendiren ve: «Kim oluyorsun?» demenize yol açan sıfatsızlık ve selâhiyetsizliğime rağmen, gönlünde İslâm’ın aşkı alev alev yanan, bütün İslâm Âlemi’nin birliği ve beraberliği temennisindeki ihlâs ve samimiyetine Allah’ı şâhit tutan bir Müslüman oluşumdandır.
Bir memleketin ajanı, bir zümrenin sözcüsü, herhangi bir menfâatin kovalayıcısı olsaydım, inanıyorum ki böyle ulvî bir dâvâyı gizli bir emele basamak yaptığım an, Allah’ın gayret sıfatı tecellî ederek, bir kirli veyâ gizli maksat için kullanır olduğum o muhteşem dâvâ, kılıç olup başımı keserdi.
Amma, ey Müslüman emirler, İslâm münevverleri ve Müslüman kardeşlerim! Size hitâb eden bir Müslüman Türk kadınıdır.
«Kimsin? Ne sıfat ve cesâretle bizi karşına almaktasın?» diyebilirsiniz.
Kim olduğumu söyledim. Müslüman ve Türk’üm elhamdülillah. Sıfatımın da sıfatsızlık olduğu-nu tekrar edebilirim. Esâsen cesâretim de, yokluğun verdiği bu huzurlu varlıktan ileri gelmektedir vesselam.
26 Ocak/
20 Şubat 1977 İstanbul
Bir Müslüman Türk olarak dünyâya gelmiş bulunduğum için Allâha hamdederim. Ancak, mensub olduğum milletimin, bin yıl, uğrunda kanını canını vermiş bulunduğu iman hayâtına karşı, son devirlerde, o târihî ve ihtişamlı vazîfe ve mesuliyet çizgisinden ayağının kaymış olduğunu da üzülerek söylemek isterim.
Amma, siyâset platformu üstüne yeni yeni çıkmış bulunmanın acemiliğinden henüz kurtulamamış diğer İslâm devletlerinin de, bir yandan istiklâllerinin gurûruna kapılmak, bir yandan da Garblı devletlerin oyununa getirilmek sûretiyle şaşırtılmış oldukları bir gerçektir.
Bir de bu devletlerarasında, zengin bir yeraltı hazînesinin, petrol adıyla yerüstüne çıkıp, ülkelerine refah ve bollukla berâber, ciddiyet, metodlu bir çalışma şevki, plânlı bir sanayileşme gücü, ilme ve imana dayalı bir tâze aşı getirdiği de maâlesef düşünülemez.
Zira fertlerde olsun cemiyetlerde veyâ devletlerde olsun, ancak geçmiş, hâl ve gelecek üçlüsü hesaba katılarak, basiretli ve ileri görüşle yapılan şuurlu hamlelerdir ki o fertleri ve toplulukları rehâvete ve kof bir güvene düşmek tehlikesinden korur. Böylece de, yıkıcı ve kötü niyetli iç ve dış cereyanların çemberini yarıp selâmete çıkmak mümkün olur.
Bir zamanlar dünyâya parmak ısırtmış, yol göstermiş, ışık saçmış olan İslâm dünyâsının boğazında, hâlâ Muhammed Ümmeti’nin imanına diş bileyenlerin doladıkları çember takılı bulunmaktadır. Ama bu kölelik alâmeti, artık olduğu yerden sökülüp çıkarılmalıdır. Çünkü dünyâ, İslâmiyetin efendilik devrini tanımış, yaşamış, mes’ûd olmuş, yüzü gülmüştür. Bu gün de ona hasrettir. İslâmiyetin, yolunu şaşırmış, aradığını bilip bulamamış, akıl almaz maddî imkânlarına rağmen ne yapacağını kestiremez olmuş bu gökkubbe ehline, yeni bir harman, yeni bir istif ile gelip tekrar insanoğlunu selâmete çıkarması ondan beklenen bir İlâhî vecîbedir.
İslâm, dünyânın direğidir. Onun için Müslüman dünyâsının salâhı ve uyanışı, kâinâtın salâhı ve uyanışı kargaşalığı ve fesadı ise kâinâtın kargaşalığı ve fesâdıdır. Yeter ki evvelâ İslâm Âlemi, yattığı gaflet döşeğinden fırlayıp kalksın, ondan sonra da imdat bekleyen dünyâya el uzatsın.
Gerek İslâm Âleminin Atlas Okyanusu'ndan Çin Şeddine kadar rakipsiz bir medeniyet kurduğu şâhikalaşmış asırlar, gerek gürül gürül akan bir Ortaasya Medeniyeti’nin kurucusu olmuş müstakil Türk devletleri ve nihâyet Selçuklu ve Osmanlı asırları, tevhide dayalı bir devletçilik anlayışı ile idâre edildikleri müddetçe, diinyâ medeniyet ve siyâsetinin saygı mihrakları veyâ belkemiği idiler.
Zîra İslâm, madde plânı ile mânâ plânı arasında bir köprü, zihnî ve rûhî kuvvetler arasında bir vahdet, bir orkestrasyondu. Çünkü İslâm tefekkürünün henüz beyni kireçlenmemiş, zihnî tecessüsü dondurulmamış ve idrâkinin ağzına cehâlet ve taassup gemi vurulmamıştı.
İşte kanı canı çekilip kaskatı kesilmiş olan dünyâ, yeniden İslâm güneşi ile ısınıp kendine geleceği o lâtif devirleri hasretle bekliyor..
İslâm devletlerinin hududlarını tâyîn eden harîtalar, İslâm Birliğini  ayıran çizgiler olmamalıdır.
Sınırlar ve siyâsî menfâatler, bir bakıma, gene de ayrı olabilir. Fakat İslâm Âlemi'ne, hududların ve her türlü menfâatlerin üstünde bir İslâm Birliği lâzımdır.
Birkaç defâ, gayeleri sırf siyâsî olan Arap Birliği teşebbüsleri olmuş, fakat liderlerin kaprisleri ve hayâlleri seviyesini aşamayan bu hareketler, kâğıttan kuleler gibi, ilk sarsıntıda yıkılıp gitmiştir.
Amma İslâm Birliği ruhu, Müslümanlığın mayasında ve temelinde mevcûd olan ana cevherdir ve menfâate dayanan bütün engelleri ve çeşitli ideâlleri ağırlığı altına alacak ve kütleleri tek müşterek çehrede birleştirecek manevî ve ulvî bir gayedir.
Bu, yalnız Arapiara değil bütün dünyâ Müslümanlarına şâmil öyle bir iman çatısıdır ki, onun kubbesi altında tahakkuk edecek bir alış veriş, yalnız manevî birlik bakımından değil, siyâsî ve iktisâdı şahlanış bakımından da, bütün Müslüman devletlerin güçlerine güç katacak bir kudret kaynağıdır. Yeter ki peşin olarak buna biz kendimiz inanalım.
Bu gün İslâm ülkelerini tâyîn eden hudud işaretleri dünyâ politikacılarının usta ve kasıtlı ellerinde, İslâm Birliği’ni tehdîd eden siyâsî kozlar, askerî tehlikeler ve tehdidler olarak kullanılmakta, çeşitli kışkırtmalar, sürtüşmeler, en azından kaş çatmalar hâlinde tecellî ve tahakkuk ederek Müslüman devletlerin iç ve dış siyâsetlerine istedikleri istikameti vermektedir.
Büyük kütle dediğimiz halk, bu gerçeği görmeyebilir. Görmemekte de mazur ve haklıdır. Amma devletlerinin idâre mes’uliyetini üstlerine almış olanların düşman oyununa gelmemeleri, durendiş, basiretli ve uyanık olmaları, birlik ve berâberlik anlayışının bütün İslâm câmiâsı için bir hayat ve memat meselesi olduğunu hem nazarî hem de amelî mânâda bilip, tatbikatında da acele etmeleri lâzımdır.
Şu bir hakikat ki, İslâm devletlerini birbirleriyle düelloya dâvet eden gizli ve sinsi kuvvetler vardır. Henüz Asya ve Afrika Müslümanlarının bir kısmı OsmanlI İmparatorluğu’nun çatısı altında iken o gizli kuvvetler, bu düelloyu Türk ve Arap kavimleri arasında tertîb etmekte idiler. Başlıca senarist de, İngiltere sonra Çarlık Rusyası idi.
Tecrübeli ve kurnaz olduğu kadar gaddar ve merhametsiz de olan İngiliz siyâsetinin yüzünü güldüren haber alma ve câsusluk teşkilâtı hem münevverler hem de halk üstüne tatbik ettiği politikada elhak muvaffak olmuş ve Arab’ı Türk’e diş biler hâle getirmiştir.
Birkaç sene evvel gazetelerde, hiç de dikkati çekmeyen, basit bir yazı çıkmıştı. Çöllerin en yaşlısı olduğu tesbît edilen bir adam ile Garblı bir gazeteci arasında geçen kısa bir konuşma. İhtiyar olduğu kadar câhil de olan bu çöl sakini, kendince çok yaşamanın sırlarını söyledikten sonra, İngilizler sayesinde zengin olduğunu, kendisini Türklerle vuruşmaya teşvîk eden İngiliz ajanlarından çok para aldığını, bu sâyede de on yedi defâ evlendiğini iftiharla söylüyordu.
Muhammed ümmetinden bir gafilin, İsâ ümmetinden bir casusun altın keselerine tamah ederek dindaşlarına kılıç sallaması ve bununla da övünmesi kadar ağdalı bir cehâlet az bulunur. Amma ne yazık ki bu gaflete düşen, çölün o tek adamı değil, çöller dolusu Müslüman, aldatılmış ve elde edilmiş büyük kütlelerdir.
Bu, cehâletin zaferi idi. Halbuki Kur’ân-ı Kerîm : «Oku!» âyeti ile başlıyordu. İç ve dış tabîat bilgilerine teşvîk eden, hattâ emreyleyen bu İlâhî sese riâyet ettiği ölçüde İslâm Âlemi dünyâya ışık tutmuş, rehber olmuş ve kütlelere, akı karadan seçecek kıstası vermişti.
Artık bugün İngiliz politikasının balonu sönmüş ve Büyük Britanya İmparatorluğu denen o azametli varlık, kabuğuna büzülüp kalarak, târihde bir göz açıp kapama müddeti denecek kadar kısa zamanda sağa sola avuç açar hâle gelmiştir.
Amma İslâm Âlemi’ni biribirine düşürmekte büyük menfâati ve payı olan mihraklar kurumamış hattâ yeni yeni fesat merkezleri türemiş bulunmaktadır.
Ancak, bunlar artık Türklerle Arapların arasını açmanın değil, siyâsî istiklâl kazanmış Arap devletlerini birbirine düşürmenin politik keyfi ve kazancı ile faaliyetlerini de bu istikamete çevirmişlerdir.
Bir vakitler Avrupa'nın can damarına kadar ilerlemiş olan Türk ordularına karşı, sırasında birbirini yiyen Avrupalı devletler nasıl birleşmiş idiyseler, şimdi de, İslâm Âleminin yekpâreleşmesine karşı aynı zihniyet kılıç sallamakta bulunuyor.
Siyâsî şartların elâstikiyeti, artık bir Türk-Arap soğukluğuna lüzum göstermediği için de, çatışma alanı, Arap ülkeleri arasına intikal etmiş bulunmaktadır.
Gerçi siyâset sahnesinde zaman zaman Türk-Arap zıddiyeti olmuş idiyse de resmî çerçeve içinde kalan bu ihtilâflar, Türk’ün Arab’a olan saygısını ve sevgisini asla sarsmamıştır. O kadar ki, Kurana ve Peygamberine bağlılığı sonsuz olan Türk, değil mukaddesâtı horlamak, yediği hurmanın çekirdeğini dahî çöplüğe atmayıp ayak basılmayan bir yere bırakacak kadar bir çöl meyvesini bile azîz tutmayı bilmiştir.
Kroniklere dayanan târihî bilgilerde, dâima gerçeklerle efsâneler yan yana yürümüştür. Amma şu var ki, efsâneler hangi devre âit ise, o devrin görüş ve anlayışını aksettirmesi bakımından mühimdir.
Meselâ rivâyete göre, Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey, misafir olduğu Şeyh Edebâli’nin evinde, kendisine tahsîs edilen odanın duvarına asılı bir Kur’ân-ı Kerîm olduğunu görünce, Hak kelâmına karşı uzanıp yatmayı saygısızlık addederek, sabaha kadar elpençe ayakta durmak sûretiyle imanının îcâb ettirdiği hürmet, sevgi ve bağlılığı göstermiştir.
Bu motif, devlet kurucusunun kütleye akseden ve kütle karşısında teyîd ve kabul olunan derûnî duygusudur. Gerçekten de o devrin iman anlayışından tâ bugüne uzanan ve halkın şuur altında yatan aşk ve iman hazînesi budur.
(Bu satırlara yazanın çok yakın bir asker akrabası vardı. Namazını kıldığı da olurdu, kılmadığı da, Kezâ orucunu tuttuğu da olurdu, tutmadığı da. Hovarda meşrep ve iş­retten zevk alan insandı. Evine gelip, çoluğunun çocuğu­nun arasında şöyle bir keyiflendiği zamanlar, sargile iç­mekten de hoşlanırdı. Amma bulunduğu odanın duvarın­da veya rafında bir Kurân-ı Kerîm olduğunu farkederse. derhâl büyük bir hürmetle nargilesini bırakır ve ya­nındakilere : Burada hem Kur’ân-ı Kerîm olduğunu görü­yor hem de nargilemi getiriyorsunuz... diye çıkışırdı.
Bu, bin yıldan bu yana Türkün iliğine kemiğine işle­miş ve hiç değişmemiş olan Kur’an saygısının kıyâmete sürecek zaferi idi. Hem de sofusunda da sefihinde de, bu buydu. Ve gene bu, yediden yetmişe cemiyetin müşterek imanının ortak bir neticesi idi.
Şeyh Edebâli’nin evinde Osman Bey’i sabaha kadar ayakta tuttuğu rivayet edilen İlâhî bağlılık, o zamandan bu zamana kopmadan, örselenmeden gelmiş ve Osman Bey’de tecellî eden haşyet, dürüst, faziletli, fakat içki ka­dehi ile hemhâl olan bir zevk ehlinde bile yoluna devâm eylemiştir.
Amma bu gün, asırların arkasından dağ bayır aşıp gelen o sevgi ve saygının ayak izlerine, cemiyet içinde rastlamak ne yazık ki eskisi kadar kolay değil. S. Ayverdi)
'İslâmiyet, Mekke'de ilk beşâretini verip Medine’de şahlanarak çöllere sahrâlara ve nihâyet izi ve sesi, arz-ı meskûnun büyük bir kısmına hızla yayıldı. Bu öyle bir patlayış idi ki, uyuklayıp başı önüne düşmüş eski medeniyetlere, cehalet ve zulme gömülmüş insanlık âlemine yeni bir hayat yeni bir hamle getirmiş oluyordu.
Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)in büyük mucizesi olan Kur’an’ın bütün beşer sınıflarına ve çeşitli idrâk seviyelerine söyleyecek bir sözü vardı. Allah’ın Resûlü, câhil, putperest dağınık ve serkeş bâdiye ehlini, insan gücünün dayanamayacağı bir celâdet, azîm, sebat ve imanla yirmi üç sene gibi kısa bir zamanda eritip, liberal esaslara göre yeni baştan döküp şekillendirdi.
Böylece de, bir gerilme ve yaylanma devresine giren İslâmiyet, bir taraftan Hind Okyanusu’na doğru sarkarken, Ortaasya Türk Devletlerinin kucağında izzet ve ikbâl ile sevilip okşandı.
Büyük Selçuklu İmparatorluğu'na da Anadolu Selçuklularına ve nihâyet Osmanlı Devleti’ne de ruh, nizam, üslûp, idâre, hukuk, iktisat ve san’at ölçüleri getiren bir îtidâl ve muvâzene unsuru, beşerî-İlâhî idrâkin tâ kendisi idi
Askerî fütûhâtına muvâzî olarak, ilimde ve medeniyette geniş ufuklar açmış olan İslâm Âlemi, karanlıklar içinde emeklemekte olan dünyânın cehaleti ortasında, târihin kaydettiği en ince medeniyetlerden birini sür'atle âbideleştirmeye muvaffak olmuş bulunuyordu.
Bir yandan Bağdad'da ihtişam ve şâşaa ile parlayıp, yeryüzüne ilimden ve teknikten sinyaller verirken, bir yandan da Müslüman dünyâ, düşünmeyi ve okumayı terketmediği müddetçe, ilerlemekte devâm etti.
Emperyalist emeller gütmeyen bu âdil ve müsâvatcı din, hemen hemen bir solukta Mısır’ı Cezayir’i Fas’ı Tunus'u geçip Endülüs’e atladı ve Sicilya kapılarını Avrupa asilzâdelerine açtı.
750 senelerinden XIII. asrın sonuna kadar Müslüman medeniyeti, Atlas Okyanusu'ndan Çin Seddi’ne kadar uzanan bir sâha üzerinde rakipsiz bir hükümranlık kurdu. [ Haydar Bammad; (Ter. Bahadır Dülger) İslâmiyetin Manevî ve Kültürel Değerleri, S. 3ö3. Resimli Posta Matbaası, Ankara, 1963.]
Abbasî halîfelerinin aşağı yukarı beş asır devam eden devletleri, Endülüs’deki üç asır süren parlak devrinden sonra bir o kadar daha ömrü olan İslâm devletleri kütlelerin yüzünü güldüren bir örnek medeniyet ve kültür merkezleri idi.
San’atta olsun ilimde olsun Endülüs, ENDÜLÜS’ÇE o medeniyet cenneti olmuştu ki adım İSLÂM başında çiçeklenmiş san’at eserleri, saraylar, kasırlar, câmiler, medreseler, her karış toprağı nakil gibi donatmış bulunuyor, o kadar ki refah ve bolluğa gark olmuş halk arasında, sadaka ve zekât verecek bir fakir vatandaş bulunmuyordu.
Endülüs limanlarından hareket eden ticâret filoları, İstanbul, İskenderiye, Sicilya ve Akdeniz sahillerine, bu ince medeniyetin ticâret mallarını taşıyordu. San’at, ziraat ve ticâreti bütünleyen bir ilim ve edebiyat düşkünlüğü de, sanki buhar gibi kütlenin üstüne çökmüş ve teneffüs ettiği havaya karışmıştı. Bilhassa Avrupa prensleri ve asilzâdeler, bilgi tahsîli için Sicilya gibi Endülüs medreselerine de sel sel akıyor ve bu ilim pazarlarının metâını fikir dağarcıklarına doldurarak memleketlerine feyz ve ışık taşıyorlardı.
Şiir ise, cemiyette âdetâ hayâtî bir İhtiyaç ve ikinci tabîat olmuştu. Bollukla ilim ve san’atın yoğurup şekillediği kütle içinde en kıymetli nesne şiirdi. Öyle ki halk, sanata değer biçmekte âdetâ yarış ediyor, aldığı zevki değerlendirmek husûsunda san'atkâra, akla gelmedik ikramlarda bulunuyordu. Şâirlere bahâ biçilmez hediyeler bağışlamaya doyamayan hükümdarlar, devlet adamları ve memleketin ileri gelen tabakası, her birine bağlar bahçeler, kasırlar saraylar veriyor gene de bu bahşişleri az bularak, şâirlerin ağızlarını inci ve mücevherlerle dolduruyorlardı.
Ârap yarımadasından başkaldıran iman güneşi, hangi ülkeyi ısıtmışsa, o coğrafyanın millî ve manevî rûhu ile çift olup kurduğu sentez ile dünyâ görüşünü ve hayat üslûbunu mayalamış, böylece de medeniyetlerin kurulmasında temel unsur olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm’in : «Oku!» emri ferdin hem kendi nefsini okuyup arıtması hem muhâsebeii, kontrollü bir manevî düzene girmesi hem de zihnî bilgiler kazanmak yolunda dirsek çürütmesiyle, cemiyet safları arasında tahakkuk ve tecellî etmiştir.
Amma bugün, İslâm Âlemi’nde ruha da maddeye de eğilen o derûnî, ilmî ve mantıkî alâkayı bulmak mümkün mü?
Gerçi petrol çıkaran Müslüman ülkeler kısa zamanda iktisâdî refâha kavuşmuş ve dünyâ siyâsetinin geçer akçesi olan ekonomik zenginlik yüzünden de, milletlerarası politika arenasında at sürer hâle gelmiştir.
Ne ki, lutufkâr bir hazîne olan petrol, kendisinden, çağın teknik imkânlarınca faydalanmayanlardan intikamım acı alır.
Getirdiği bolluk harvurup harman savrulan ve mahalline masruf olup gereği gibi kullanılmayan her mîras misâli, bu yeraltı serveti de elbette bir gün tükenip gider.
Şu ete var ki Avrupa, Amerika ve Rusya, petrolün yerine kaim olacak sun'î veya tabîî enerji kaynaklarının, daha şimdiden izi üstünde bulunmaktadırlar.
Esâsen petrol ihrâcı ile elde edilen gelirin büyük bir kısmı, kısa zamanda modası geçecek harb malzemesi satın almak üzre Batıya akmakta, hele fuzûlî ithâlât, şehir kurma ve îmâr işleri için petrol mukabili Avrupa’dan elde edilen kazanç, tekrar AvrupalI eliyle geri çekilmektedir. Buna karşılık İslâm Âlemi’nin geniş ölçüde teknik eleman yetiştirmesi, plânlı bir sanayileşme politikası, fabrika yapan fabrikalar kurma seviyesine erişme gayretleri, henüz ufukta görünmemektedir.
Petrol veyâ emsâli, hazıra konulmuş cömert tabiat mirasları, bir memleketi muayyen müddet refaha kavuşturabilir. Ancak, Müslüman dünyâsına asıl lâzım olan, kafa ve ruh zenginliğidir.
Yeraltı ve yerüstü madenlerinin, altın, gümüş, mücevher, petrol ve kömür gibi hazînelerden gelen veyâ gelebilen varlık, asırlardır kabuğuna çekilmiş ve düşüncesine karanlık basmış İslâm dünyâsına serbest tefekkür ve çağdaş teknik yarışını da birlikte getirdiği takdirde, devamlı ve faydalı olabilir. Aksi halde, mirasyedi hovardalığına dayalı geçici bir varlığa güvenmek, hatâların en fahişlerindendir.
Müslüman âleminin hatâsı çoktur. Cehalete kapılarını açmakla hatalıdır. Taassuba düşmekle hatâlıdır. Düşmanlarını tanımamakla hatâlıdır. Bilhassa ve bilhassa Kuran ahlâkından uzaklaşmak, böylece de kendinden, kendi mânevi değerlerinden kopmakla hatalıdır.
Amma İslâm dünyâsının önce yerinde sayması sonra da geri geri gitmesindeki sebepler, yalnız şu saydığımız veyâ sayamadığımız iç bünye kusurlarına bağlanamaz. Ne ki biz, kısaca temas etmek istediğimiz dış tertip ve baskılara geçmeden evvel, burada bir Müslüman hânedâna âit hazîn bir hâtırayı nakletmek istiyoruz :
1958 senesi idi. Irak ihtilâlinin henüz kanlan kurumadığı günlerden birinde, Hâşimî Hânedânı’na mensup emirlerden ve maktul Kral Faysal'ın akrabalarından olan münevver bir zat tesadüfen Türkiye'de bulunmakla, ihtilâlcilerin kahrından kurtulmuştu.
Emir, uyanık ve aydın bir İnsan olmakla beraber, köklerinden sökülmemiş, Garbı çok iyi tanıması, kendisini Şarklı olmaktan alakoymamış böylece de geçmiş ile hâl, hattâ istikbâl arasına geçit kurabilmiş bahtiyarlardandı. Karşı karşıya konuştuğumuz bir gün : «Bu ihtilâli bizimkiler istedi» dedi.
Koyduğu teşhis ve verdiği hüküm, dinleyenleri şaşırtacak bir sözdü. Neden! Niçin istiyebilirler, bu vahşî ve barbarca kıtâle nasıl tâlib olabilirlerdi? Emîr, devam etti : “Onlar, birer esmer İngiliz idiler. Anglosakson kültürüyle yetişmiş ve milliyetlerini unutmuş bulunuyorlardı, iktidâra sâhib olduklarından bu yana da, cemiyetin muhtaç bulunduğu mânevî eğitimi bir yana bıraktılar. Başı boş ve imansız yetiştirdikleri nesiller de, işte onlara bu âkıbeti revâ gördü.”
*
*          *
İrak kral hânedânına mensûb olan Emîr, maalesef teşhîs ve tesbîtinde yanılmıyordu. Zîrâ gerek Müslüman hükümdarların, gerek devlet reisleri ve ileri gelenlerin evlâtları, daha kendi memleketlerinin târihî, dînî, içtimâî ve millî realiteleri ile zırh giyip sağlama alınmadan, «eti senin kemiği benim...» dercesine Garb'ın kucağına bırakılmakta ve hamurları, yabancı milletlerin kültürleriyle mayalanmış olarak memleketlerine dönmektedirler.
Bu millî gurur ve heyecânını kaybeden bir Şark hastalığı; «Beni kurtar!» dercesine, kuzunun kurttan medet ummasının hazîn, gafletli ve acıklı tablosudur.
Ancak, bir yandan iç bünyenin bu sakat ve ters tutumundan doğan kendi kendinden yabancılaşma, ortaya bir gafil münevverler sınıfının tehlikesini çıkararak, parçalayıcılığı çok iyi bilen dış tesirlerin de işlerini kolaylamaktadır.
Öyle ki, İslâm Âlemi’ne çevrilmiş zehirli oklar nerelerden gelmiş ve kimler tarafından atılmış ve atılmakta bulunulmuştur? Bunu evvelâ idareciler kadrosunun bilmesi, böylece de uyanışın, zirvelerden kütleye ve eğitim çarkının içine alınarak, yedi yaşındaki çocuğun idrâkine kadar indirilmesi, İslâm dünyâsının ihmâle gelmez hayat teminâtıdır.
Münevveri, kendi toprağının gerçeklerinden câhil olan ülkeler için yaşama hakkı düşünülemez. Bugün İslâm Âlemi’ne lâzım olan, şoven bir milliyetçilik değildir. Ayrı idârelere ayrı hududlara ayrı menfaatlere rağmen, politika hesaplarının dışında ve Kur’an ahlâkının ölçüleri içinde yüksek voltajlı bir İslâmî şuur ve heyecan ile İslâm Âlemi'nin yekdiğerini desteklemesi lâzımdır. Zîrâ bu birliğin temîn edeceği menfaat, siyâsî ihtiras ve ümitler peşinde karşılıklı çelme takıp birbirini yere sermekten beklenen faydanın yanında ölçülemeyecek kadar azîmdir.
Ne ki, bir İslâm Birliği çatısı kurmanın, istisnâsız, bütün Müslüman ülkeler için artık bir ölüm kalım zarureti olduğunu görmezlikten gelip, bu muhteşem ve ilâhî fırsatı kaçırmış olmayalım.
Ey Emîrler, Devlet Reisleri, Münevverler ve Müslüman Kardeşlerim!
İslâm dünyâsının düşmanı çok olmuştur. Başlıcaları: Mûsâ ümmeti, İsâ ümmeti ve nihâyet bunları, komünist blokun devreye girmesi tâkîb etmiştir.
Dünyânın isiâmiyeti idrâki, daha evvel gelmiş olan dinlerin karşısına düşmanca dikilip horlamak ve mücâdele etmek gibi küçük ve ednâ hesaplara dayanmak gayesini gütmediği ve kitabında da açıkça : «Senin dînin sana benimki bana!»   demek suretiyle, vicdânî kanaatlara hürmetini cihâna îlân ettiği hâlde, değişik imanların atış hedefi olmaktan kurtulamamıştır. Zîrâ, İslâmiyetin beşer nev'î için ciddî bir otorite ve gerçek bir istikrar müessesesi olduğunu sezmiş olmaları, onu yıkamasalar bile, yıpratmaya mâtuf hareketlere baş vurmaktan geri bırakmamıştır.
Yıkıcı hareketleri sınıflandırırken karşımıza dün de bugün de, ilk çıkan Yahudiliktir. Mûsâ ümmetinin ilk büyük fitnesi de Hz. Osman'ın şehâdetini hazırlıyan vak'adır.
Amma Yahudi'nin dünyâ târihine karşı binlerce senedenberi tatbîk edegeldiği sistemli bozgunculuk siyâsetinin içinden, yalnız Müslümanlığın hissesine düşen kısmı alıp, bu ihtilâller ve fitneler zincirini başından ve sonundan tecrîd edersek, tabloyu noksan çizmiş oluruz.
Azınlık ve dağınıklıklarından dolayı silâhlı çarpışmayı kabûl edemiyen İsrâiloğuIIarı için, yaşadıkları memleketlerin iktisâdı hâkimiyetini ele almak, sonra da bu ülkelerin içtimâi ve siyâsî haritası üstünde gerek anarşik hareketler, gerek kitap, gazete, çeşitli neşriyat, sinema, televizyon yollarıyla millî değerleri tahrîb etmek, bilhassa siyâsî, iktisâdî ve mâlî sâhalara el atmak gibi sinsi ve gizli faaliyetlerde bulunmak şaşmaz taktikleri olmuştur.
Mîlâddan asırlarca evvel siyâsî İstiklâlini kaybeden Yahûdî kavmi, bir yandan dünyâya yayılırken bir yandan da Buhtunnasır tarafından esir edilip Bâbil'e sürülmüş olmakla berâber, kısa zamanda memleket hayâtına intibak ederek faaliyet sâhaları bulmakta gecikmemiş, hükümdarın ölümünden sonra da, bu kalabalık cemaat; Keldânî devletinin idârî, iktisâdı ve içtimâi kontrolünü ele geçirmiştir.
Memleket mukadderatına hâkim olduktan sonra ise, komşu İran’la pazarlığa girişerek, yapmaya muvaffak olduğu anlaşma ile, Bâbil'i târih sahnesinden kaldırmıştır.
Bu defâ da İran, şükran ve minnet duygusuyla, Yahüdîye kapılarını açmışsa da, muhteşem İran medeniyeti, bu lütufkârlığının cezâsını pek ağır ödemiştir. Öyle ki saraya, idâreye, siyâsî ve içtimâî müesseselere derinlemesine dalan Siyon nüfuzu, Keldânîlerde olduğu gibi, İran devletinin de tepe aşağı gitmesindeki âmillerin önünde gelmiştir.
Faaliyet programlarını Mezopotamya’dan Garb’a doğru nakledip genişleten aynı kavim, an’ane, ahlâk ve mukaddesatı kundaklayan yıkıcı faaliyetlerine, nihâyet Roma’yı seçmiştir. Öyle ki, bu şövalye ruhlu devlet de, fikriyâtına nüfuz eden Yahûdî filozoflar ve hukukçular elinde kalarak, içtimâî, siyâsî ve hukukî müesseselerî ile ahlâk anlayışında onulmaz yaralar açılmış böylece de Yahûdî, binlerce yıldır yaşadığı sürgün hayâtının öcünü beşeriyetten bir kere daha almıştır.
Dünyâyı Yahûdîleştirmeyi gaye kabûi etmiş İsrâiloğulları, Romayı çökerterek maddî ve mâlî imkânlarını artırıp geniş bir nefes alacakları sırada, ne çâre ki karşılarına İsâ Peygamber ve onun ümmeti çıkacaktı.
İnsanoğluna muhabbet ve sükûnet vaad eden bir din, Tevrat anlayışına göre, muhakkak içinden hançerlenmeli idi. Nitekim pusuya çekilerek hazırlanan Yahûdî zekâsı, tekrar târihî rolünü alarak bir kere daha yeryüzünü kana boyadı. Kamçılanan ihtiraslar, insanlara kurtuluş ve huzur yolunu muştulayan Tanrı elçisini, çarmıha sürüklemeye uğraşıyordu.
İsâ’dan sonra ise peygamberine cefâ ve hakareti reva görmekle alnına silinmez damga yemiş Hristiyan dünyâsı ile Yahûdî şeriatçılığı, kâh yenerek kâh yenilerek asırlar boyu güreşmiştir.
İskenderiye Mektebi Tevrat mezhep ve felsefesini harman yapıp dünyâya dağıtırken Yahûdîliği fikir ve îtikad yolundan kabûl ettirmek metodu üstünde çalışmıştır. Böylece açtığı neoplatonik çığır ile gafil, zayıf ve masum kütleleri asırlarca tesîr ve nüfûzu altında tutmuştur.
*
*          *
Ne ki, zaman gelmiş, bu defa da beşeriyet, dünyânın koyu ve ağdalı cehaleti içinde birdenbire parlayan İslâmiyetin tevhîd, ihlâs ve iman bayrağı altında toplanır olmuştur. Gerçekten de, insanoğluna beklediği birlik ferahlığını, vicdânî hürriyet ve içtimâî adâleti getiren Müslümanlık, kısa zamanda yaylanıp, zuhûr ettiği ülkeden çok uzaklara fırlar olunca, beşeriyet için ideal ölçüler ve prensipler getiren bu tevhîdci din de, gene Yahûdînin târihî hücumlarıyla karşı karşıya kalmıştır.
Zîrâ İslâmın yeryüzü için gerçek bir otorite ve muvâzene unsuru olduğunu anlayan İsrailoğulları’nın, ellerini çabuk tutup fesad ve fitne kundakçılığı ile bu sefer de Muhammed ümmetinin birliğini parçalama faaliyetine girişecekleri tabîî idi. Nitekim öyle de oldu.
Renk ve ırk ayrılığını reddeden İslâmiyet, beşer nev'înin tamamına hitâbediyor, «Allah, âlemlerin Rabbıdır» diyerek cümle âlemi, açtığı tevhîd bayrağının altına çağırıyordu.
Bu dâvete icâbet edenlerin sayısı kısa zamanda kıtadan kıtaya atlayıp kan, kabile ve aşiret dâvâları, iğne değmiş balon gibi sönüverince, bu yeni düzenin getirdiği nizam ve dünyâ görüşü yüzünden menfaatleri zedelenenlerin olması tabiî idi. Bunların başında gelenler de Yahûdîlerdi. Çünkü onların Allah’ı, yalnız İsrailoğulları’nı benimseyip koruyan ve bunu da Tevrat âyetleri ile öğütleyen inhisarcı bir ilâhtı. Halbuki İslâmın tebliği bir zümreye değil, bütün cihâna şâmildi.
Ancak, binlerce yıldır ırkçılığının ve şeriatçılığının taassubu ile şartlanmış olan Yahûdî, yakalandığı üstünlük psikolojisi ile kendini büyük, cümle âlemi de Tevrat'ın yücelttiği kavminin ayakları altında küçük ve mahkûm kabûl etmeye alışmış bulunuyordu.
Yahûdînin inandığı ilâh nasıl bir ilâh idi ki, insanlık âlemini hiçe sayarak bütün üstünlükleri ve imkânları İsrâiloğulları'na tahsis etmiş bulunuyordu. Meselâ: Tevrat’ta; «Eğer Rabbın kelâmını dikkatle dinleyip benim sana bu gün tebliğ ettiğim emirlerin tamâmını hıfz ve icrâ edersen, Rab seni, cümle tâifelerine üstün kılacaktır», 28. bab âyet 1. «Şehirde mübarek ve sahrâda mübarek olacaksın» aynı bab âyet 3. «Aleyhine kalkan düşmanlarını Rab, senin önünde kıracaktır»», «Rab sana nîmet hazînesini, yâni gökleri açıp toprağın için yağmuru mevsiminde verip elinin her bir işini bereketleyecektir. Sen dahî çok kimselere ödünç vereceksin ve ödünç almaya çaksın.» âyet 12. «Rab seni kuyruk etmeyip baş edecektir. Sen dahî her zaman üst çıkacaksın ve alt olmayacaksın.» âyet 14.
Bir ırkın millî gurûru için mücâdele etmesi tabîî olduğu kadar güzeldir de. Amma İlâhî gerçeklere dayanmayan bir şerîatın körü körüne emrine girmiş Yahûdî, dünyâ hegemonyası peşinde ve kendi ırkından gayriye hak tanımıyan bir bâtıl zihniyet içinde bulunmakla, o temiz hakkı suistimâl eylemiş bulunmaktadır.
O kadar ki Yahûdî, yeryüzünü pençesinde zebûn eylemek gayesiyle bir bakıma dünyâ iktisadiyâtını hattâ siyâsetini bu emelle buyruğu altına almış ve İslâm âleminin merkezine bir çıban olarak gelip oturmuştur.
*
Hz. Peygamberin ölümünden sonra, İslâm'ın içinde bâzı anlaşmazlıklar ve hiziplere bölünmeler çıktı. Bunların bir kısmının kökü, ferdî ve kabileler arası düşmanlıklara dayanıyordu. Bu bölünmelerin en vahimi, mezhep farkları yüzünden doğan parçalanmalar oldu. Bütün bu anlaşmazlıklarda ve bölünmelerde Yahûdîlerin entrikaları çok ehemmiyetli ve çok zararlı bir rol oynadı. Öyle ki düşmanlıkları azdırdı ve İslâm’a ölçülemeyecek kadar büyük zararlar verdi.
İslâmiyetin zuhûrunu tâkib eden asırlarda bir Müslüman Hıristiyan zıddiyeti olmamıştır.
Bir medeniyet hamlesini, insan hak, hürriyet ve haysiyetine saygı ve sevgiyi getirmiş olan İslâm, az evvel de söylediğimiz gibi: «Senin dînin sana, benimki bana!» demek sûretiyle çeşitli inanış ve imanlara gösterdiği saygıyı hıristiyanlardan da esirgememiştir. O kadar ki, Hz. Muhammed ve halîfeleri, sözlü ve yazılı beyanlarıyle, gerek keşişlere tanıdıkları imtiyazrar gerek hıristiyan halka gösterdikleri yumuşak ve tatlı muamele ile İslâm prensiplerini nazarî kalıplar hâlinde bırakmıyarak fiilen gerçekleştirmişlerdir.
*
Yahûdî, Yaradanın sahabet, himâye ve koruyuculuğunu tek kavme yâni İsrâiloğulları'na tahsîs etmiş olduğu için ilâhî hakîkati bulamamıştır.
Hıristiyan ise, Allah'ı üçe bölmüş ve onu göklerde aramış olduğu için ne hakdan ne de ilâhî gerçeklerden gereği gibi nasîb alabilmiştir.
Tek Allah’a inanan Müslümana gelince, bütün mükevvenatta ve her bir yaratılmışta Hakk’ın bir isim, sıfat, tecellî ve zuhûrunu görerek birliği bulmuştur.
Allah’ı, kendine şahdamarından daha yakın gören bu vahdet inanışından dolayı da vicdanlara, imanlara ve insanlara saygıyı, dolayısıyla da sevgi, adâ[et, merhamet ve insâfı, ibâdet ölçüsünde azîz tutmuştur.
*
*          *
Ne yazık ki artık bugün bir Müslüman Hıristiyan dostluğu kalmamıştır. Aksine, uzun asırlardan beri sürüp giden bir Müslüman Hıristiyan çekişme, çatışma hattâ nefreti mevcuttur.
Ancak, İslâmın zuhûrunu tâkîb eden yüzyıllar boyunca devâm etmiş bulunan bu iyi komşuluk münâsebetlerini bozmak ve araya ikilik, ayrılık ve ikrah sokmak mesuliyetini, bilhassa Haçlı Seferleri taşımakta ve anlaşmış iki dostu düşman hâline getirmeye muvaffak olmuş bulunmaktadır.
Bilindiği gibi, bir zamanlar hıristiyan Garb, vicdan hürriyetinin ve müsbet ilmin karşısında heyûlâ gibi dikilmiş bulunuyordu. Onun için de, serbest tefekkür ve bilgi, güneş görmeyen zindanların kürek mahkûmu idiler. Her kim mazgallardan başını uzatıp sesini duyurmak istese, o baş, ya kesiliyor ya da boğazına kızgın kurşun akıtılıyordu. Bunlardan, Hristiyanlığın yüz karası olan engizisyon mahkemeleri ise, serbest tefekkürü kanla boğan bir vahşet örneği idi.
Bu yüz kızartıcı senaryonun hazırlayıcısı da, doğrudan doğruya kilise idi. Halbuki o devirlerin İslâm dünyâsı, batmak bilmeyen bir ilim, hikmet ve irfan güneşi ile ışıl ışıl parlıyor, gerek aklî gerek naklî bilgilerin ufkunda sanki küheylânlar varış ediyordu.
İste fanatik, öfkeli ve şuursuz kilise, İslâmın bu göz kamaştırıcı üstünlüğünü çekemedi. Zîrâ tekniğin de ilmin de meşalesi İslâmın elinde bulunuvordu. Ya bu mes’alevi söndürmeli yâhut da onu kendi toprağına çekip almalı idi.
Böyle bir mücâdeleyi başlatmak için ise kilise, küçümsenmeyecek silâhlara malikti: Avrupa’nın fikir koması içinde bulunan asilzade şövalyeleri ile, şövalyeler ve kırsallar arasında ezildikçe ezilen sığ kafalı, câhil halk yığınları harekete geçmek için bir işarete bakmakta idiler.
Amma halk câhil idi de, şövalyeler değil miydi?
İşte kilisenin, bu dar görüşlü mağrur asilleri, câzip vaatlerle kandırması güç olmayacaktı. Nitekim olmadı da. Her ne kadar ilim ve irfandan yana fakir idilerse de, şatolarının hazînelerinde büyük servetleri vardı. Amma Şarka yapacakları seferler, onları hayâl edemeyecekleri efsânevî varlıklara boğduktan başka, alınlarına da kahramanlık damgası basacaktı.
Halk ise, câhil olduğu kadar da mutaassıptı. Üstelik bir tarafta derebeylerinin diğer tarafta kralların zâlim ve müstebit idareleri altında şaşkın ve canından usanmış bir çâresizlik içinde bulunuyordu. Onun için de, bu ezilmiş kalabalığın istenilen yere sevkedilmesi kolaydı.
Yarı bezginlikten yarı mâcerâ, vurgun ve ganimet ümidinden, daha da çok, Müslüman öldürmekle kazanacakları cennet ve sevap vaadlerinden gözleri karartılmış bu vahşî güruh, yüzlerce sene ve defâlarca memleketlerinden kopup İslâm ülkeleri üstüne çığ gibi inerek yaktılar, yıktılar, astılar, kestiler.
Bu durmadan tekrarlanan vahşî seferler karsısında, tabîî ki İslâm devletleri de kendilerini müdâfaa etmek mecburiyetinde idiler. Medeniyetlerinin varmış olduğu seviye ise bu müdâfaaya elverişli bulunuyordu. Şöyle ki :
“XII. asrın İslâm âlimleri, barutun formülünü kesin şekilde tesbît etmişlerdi. Batının devamlı Haçlı taarruzlarına karşı müdâfaa zarûretivle İslâm hükümdarları, dünyâca meşhur kimyagerlerini, kimyevî bir harb vâsıtası olan barutun yakıcı ve tahrîb edicî tesirlerini araştırmak üzere barut imâlâthânelerinde çalıştırıyorlardı. Müslümanların XIII. asrın yarısında roketler için itici bir vâsıta olarak barutu kullanacak vaziyette bulundukları muhakkaktır.” [ Dr. Sigrid Hunke; (Ter. Servet Sezgin) Avrupa’nın Üzerine Doğan İslâm Güneşi, s. 50 - 51, İstanbul 1972.]
Ancak, her Haçlı Seferi kapanırken muhârebe bilançosunun, asillere de halka da söylediği son söz, kilise tarafından aldatılmış olduklarının beyânı idi. Zîrâ Haçlı ordularını takdîs ederek sefere çıkaran papazların dedikleri gibi, yakıp yıkıp taş taş üstünde bırakmadıkları ülkelerde ne dört ayaklı ne de kuyruklu insanlar vardı. Aksine, bütün bu tahrîb eyledikleri memleketler birer ilim, irfan ve medeniyet merkezleri idi.
Her Haçlı Seferi'nin dalgası İslâm coğrafyasının üstünden çekilip kendi topraklarına dönerken, çektikleri ızdırap, sefâlet ve aldatılmış kütle psikolojisine rağmen, cehlin, bilgi, görgü, ilim ve hikmetle bu kanlı karşılaşması, câhil ve kirli paslı Garb'ı, elini şakağına koydurup uzun uzun düşündürmüş, bu mukayese ise, Batının lehine çıkacak zemini hazırlamak bakımından çok faydalı olmuştur.
*
O devirler Avrupası’nın medenî seviyesini tâyin etmek için tâ Haçlı Seferlerine kadar gitmeye de lüzum olmasa gerek. Garb âleminin birkaç yüz sene evvelki hâli ile aynı devirlerin Osmanlı medeniyeti kıyaslanacak olursa, karşımıza, Avrupa’nın aleyhine, tiksinilecek bir tablo çıkar. Meselâ, Brandeboug Prensinin 1624 senesinde verdiği bir ziyafetin davetiyesine misâfirlerin riâyet etmeleri gereken hususları kaydettirmiş olması, asillerin ve yüksek tabakadan Avrupalının terbiye, görgü ve muaşeret seviyesini belirtmesi bakımından üstünde durulmaya değer bir keyfiyettir. Davetiyeye ilâve edilen notlar şu tavsiye ve tembihleri ihtivâ etmektedir: «Sahanlara, dirseklerine kadar ellerini sokmak, yaladıkları kemikleri tekrar sahana koymak veyâ fırlatıp arkaya atmak, parmak yalamak, tabaklara tükürmek, örtü kenarlarına burun silmek yasaktır.»
Aynı târihlerde diğer Avrupa hânedan saraylarında da vaziyet başka türlü değildi. İngiltere Kralı Birinci Jaques'in sofrası da böyle idi. Fransa’nın kadifeler, danteller, atlaslar içinde salınıp gezen kral, prens ve prenseslerinin ise, kokudan yanlarından geçilmezdi. Batıdan Osmanlı Devletine gelen elçilerin, hamama sokulmadan evvel pâdişâhın huzuruna çıkarılamadıkları ise, bir târihî gerçektir.
Üçüncü Sultan Ahmed devri olan 1730 seneleri, Osmanlı İmparatorluğunun gerek askerlikte gerek siyâsette çok yorgun ve kırgın olduğu bir çağdır. İngiliz sefiresi olarak Türkiye’de bulunan. Lady Montague, kitap hâlinde neşredilen mektuplarında, Müslüman Türk temizliğini, terbiye, zarâfet ve nezâketini anlatmaya doyamaz ve sarayında misâfir olduğu Hafize Sultan'ın, bir el işi şaheseri olan peşkiri kendisine hediye ettiğini, fakat buna kıyıp da ağzım silemediğini ilâve eder.
Yemeğe oturmadan evvel elini yıkayan, sofradan kalktıktan sonra tekrar aynı isi yapan Türk temizliği, elbette Avrupalıyı şaşırtacak hareketlerdir.
Çok yakın zamanların meşhur sîmâlarından ve hastabakıcılığa medenî bir cehre getiren Florence Ninhtinoale’in kalemi ise, 1850 yıllarındaki İngiliz hastahânelerinden ve hastabakıcılarından bahsederken akıl almaz pislik, bakımsızlık, ihmâl ve ahlâksızlığı söylemekle bitiremez. Koğuşlar, seksen yüz kişiliktir. Duvarlar rutûbetten pamuklanmış, hastaların tabiî ihtiyaçları döşemelerin üstünde yığın yığındır.
Bugünün Avrupalısı, dünkü cedlerinin iptidâî seviyesinden alınmamalıdır. Ve biz de bu gerçekleri, Garb'ı küçültmek değil, Şarka: «İsterseniz siz de kısa zamanda dünyâ ile yarış eder hâle gelebilirsiniz...» diyebilmek için söylüyoruz.
Batı, medeniyetini kurarken emperyalizmden başka gayesi yoktu. Onun için, insanlığı bir tarafa iterek, kıyasıya bir çalışkanlık ve teşkilâtçılıkla maddî refâhın anahtarı olan teknolojide dev adımlar attı. Fakat mânevî disipline yer vermediği için moral çöküntü ile de yıkılır oldu.
İslâmın gayesi ise, hazır ve ideal bir nizamname olarak, eli altındadır: îlâ-yı Kelimetullah ve bu üstün gayenin tahakkukunu gerçekleştirecek rûhî kemâl. İslâm yeniden bu noktaya geldiği an, o şevk ile ancak kendine ve dünyâya faydalı olacak bir seviyenin zirvesinden beşeriyete hitâb edebilir.
İlâ-yı Kelimetullah, önce Müslüman Arap ordularının sonra da Müslüman Türk ordularının devraldıkları yücelerden yüce emânet.
Allah adını yükseltmeği ve yaymayı hedef tutmuş bir anlayış kadar beşeriyet için hangi gaye daha üstün olabilir?
Allah adını yüceltmek şevki, rûhu yücelmiş olanların kârıdır. Yalnız İslâm imanına sahip olanlar için değil, bütün beşeriyet için en kestirme en aydınlık ve aydınlatıcı yol budur. Zîra Allah aşkının hâkim olup saltanat sürdüğü yerde, ednâ, küçük ve kirli işlere, şerre, habasete nasıl yer olur? Şu dünyâ ah şu dünyâ. İlâ-yı Kelimetullah aşkı ile dolup taşmanın, onun için yaşayıp onun için ölmenin, ölümsüz hayâtın tâ kendisi olduğunu bir bilse, ne olur bir bilebilse...
*
Dikkate değer bir nokta da şudur ki, Haçlı dünyâ düşmanlıkta nasıl Türk'e karşı birleşmeyi bir iman borcu bilmişse, Garb'ın, kilise kürsülerinden duya duya körü körüne kazandığı bu zihniyet, dar bir ilim çevresi müstesna, günümüzün Hristiyan âleminde hâlâ bütün tâzeliği ile yaşamaktadır.
Bir zamanlar Katolik Protestan savaşları ile kıran kırana dövüşen, boğazlaşan Avrupa, gene Ortodoks mezhebine diş bileyen Katolik kilisesi, memleketlerinin siyâsî menfaatleri îcâb ettirdikçe kıyasıya birbirlerini dişlerken, Türk kam dökmek fırsatı çıkar çıkmaz silâha sarılmış ve İslâmiyeti kıt'adan kıt’aya taşımış olan Müslüman Türkler'e karşı cenkleşmek noktasında dâimâ birleşmişler ve bu arada, siyâsî, askerî, İktisadî ablukalarım sıkıştırdıkça sıkıştırmış, daraltdıkça daralmışlardır. Mâalesef şimdi de keyfiyet aynıdır.
Şu var ki, Tevrat anlayışına ve dolayısıyla Ahd-i Atîk çerçevesi içinde Yahûdî fikriyâtına yer vermiş olan Batı, İslâm tefekkür ve medeniyetinden alacağını aldıktan sonra, onu yıkmaya kararlı görünüyordu. Nitekim yaptığı da bu oldu.
Ancak, hamurunun terkîbine solüsyon hâlinde sızıp karışarak hâkim olmuş Yahûdî fikriyatının kâbusunu taşıyan Avrupa, İslâm’daki ilim ve medeniyet yükünü kendi topraklarına naklederken, onun spiritüel değerlerini de götürmek kudretini gösteremedi. Gösteremezdi de. Zîrâ katı, merhametsiz ve materyalist idi. Öyle de kaldı. Sert mizacı, gerçekler önünde eğilip bükülmeye elverişli değildi. Hz. İsâ’nın sevgi tavsiyesi, kendi peygamberlerine karşı bile nazarî kalıplar hâlinden çıkıp gerçekleşememiş, İncillerin satırları arasından dünyâ yüzüne fırlayıp boy gösterememişti.
Târihin şahâdetine dayanarak üstünde durulacak nokta, Hz. İsâ’nın vaz’ettiği prensiplerin, Hristiyanlıkta ifâde bulamamış olması, bu yüzden de cemiyete ideal ve tatmîn edici bir nizam getirememiş bulunmasıdır. Onun için de, Haçlı dünyâda, Müslümanlığın kendi kendine karşı samîmi ve kendi vicdânına hesap veren manevî düzeni sâbit olamamıştır.
Müslüman milletler, imanlarının esâsını rehber kabûl ettikleri müddetçe bu şevk ve heyecan, İçtimaî adâlet, manevî hürriyet, vicdanî huzur, kütleleri perçinleyen eşsiz bir enerji kaynağı olmuş ve yer yer çiçeklenen medeniyetler bu hızla meydana gelmiştir. İşte iman potasında temizlenerek cemiyet içine katılan ferâgatlı, şuurlu ve rehber insanlar, taşıdıkları seçkin vasıfları kütlelere de nakletmekle, çevrelerini mayalamış cemiyetin yüzünü güldürmüşlerdir. Öyle ki, ceza müeyyidelerinin bekçilik edemediği, kanunun pençeleyip durduramadığı beşer ihtiraslarını bir karar ve kıvâma ayarlayan bu rehber müminler, kanun vâz’ılarından daha kuvvet ve isâbetle cemiyet nizamlarının bekçiliğini etmişlerdir.
Amma İslâmın, düzenini kaybedip dışardan güç ve enerji alma mevkiine düştüğü zaaf devirlerinde, içtimâi adaleti sanki bir ithâl malı gibi fikir hududlarından içeri sokmak zavallılığına yakalanmışlardır. Farazâ, Fransız ansiklopedilerinin İnsan Hakları Beyannâmesi ile te'sîs etmeye uğraştığı o satıh üstü düzene, devirler boyu muhteşem bir adâlet, insaf ve şefkat tecrübesi yaşamış Müslüman dünyâsının avuç açması gülünçlüğü gibi...
Amerika’nın keşfi ve Rönesans'ı idrakten sonra Garb’ın büyük sanâyi devrine girmesiyle maddî refâhı ve maddeye tasarrufu attıkça, kahrı da artıyor ve duygu iffeti ise her geçen zamanla biraz daha eksiliyordu. Böylece de, kendini dünyânın merkezi ve tek söz sahibi zanneden Garb, şımardıkça şımarıyor ve bulunduğu kıt’adan dünyânın dört bucağına kol ata-rak, târihi boyunca emperyalist olmamış ve sömürme nedir bilmemiş Müslüman milletler de dâhil, çeşitli ırkları, topraklarıyla berâber paylaşıp mâsum İnsanları forsaya çakılmış esirler gibi, bütün insafsızlığı ile canlı bir malzeme olarak kullanıyor ve böylece de, sömürebildiği kadar sömürüyordu.
Gerçi artık uyanan bir dünyâ karşısında eli kolu bağlı bir Avrupa vardır. Amma gene de asırlar boyunca emek ve şekil verdiği organize bir cemiyetin henüz garantisi içinde görünmektedir. Ne ki, dikkat edilecek olursa, bu bir kâzib fecirden başka şey değildir.
Garb’ın düşünen ve araştıran ilim çevreleri, hâlâ hemen bütün müesseseleri ile ayakta bulunuşlarının bir yalancı aydınlığa benzediğini artık çok iyi bilmekte ve bunu da îkrâr ederek, kendilerini aldatma yoluna gitmemekte ve yıkılan felsefelerinin enkazı altında çırpınıp durmaktadırlar.
Madde rûhu doğurmayıp ruh maddeye can verdiğine göre, Garplı ilim adamı da, artık maddesine bir ruh aramakta ve bunun da İslâmda olduğunu hissedip, zihnî ve ruhî antenlerini o tarafa çevirmiş bulunmaktadır. Amma, hâlâ karşısına dikilen bir kilise, hâlâ kilise tarafından şartlandırılmış bir umûmî efkâra toslayıp ileri gidememekte, belki de gitmekten çekinmektedir.
Ancak, ona destek olması, kuvvet vermesi ve : «Aradığın bendedir!» diye imanına dâvet etmesi, hattâ o imanı ayağına götürmesi, İslâm Âlemi’ne düşerken, neden Müslüman dünyâ başbaşa verip bunu düşünmemekte ve zamanını olmadık işlerde israf edip bu fırsatı kaçırmaktadır?
Batı, aradığı mânevî nafakayı ve ruh disiplinini kilisesinden bulamamıştır. Ey Müslüman Emîrler, Devlet Reîsleri, İlim ve iman Adamları! Neden sizden meded umanları açlıktan kurtarmıyor, bekledikleri nafakayı onlardan esirgiyorsunuz?
Amelî ve maddî hayatta muvaffak olan, kilit ve hareket noktası materyalizm bulunan Avrupaiı, doğurduğunu yiyen kediler gibi, tasarruf ve hükmüne aldığı madde tarafından kemirildiğinin, henüz kütte olarak, tam şuurunda değildir. Zîrâ, İlmî, içtimâi, İktisadî, sınâî, hukukî ve siyâsî müessese, münâsebet ve muâmelesini tanzîm etmiş bulunan mekanikleşmiş bir maddeci düzenin kabuğu içinde bulunmaktadır. Acısı şu ki Avrupa, insanlaşmadan evvel sanâyileştlği için katı ve merhametsiz kalmış ve materyalizm hegemonyasının pençesinden yakasını kurtaramamış ve işte kurtaramamakta olmasının acısını çekmekte bulunmuştur. Onun için de, yumuşatıcı bir iman ve samimiyetle beraber örf ve âdetlerin yardım etmediği nizamların tek ayakla seke seke yürümeye çalışması gibi, tek taraflı kalmış dünyâ görüşüne çakılmış bulunmaktadır. Bu yüzden de organize ve tam randımanla işler görünen Garb cemiyeti, kuru, katı bir ortaklık ve menfaat mübâdelesinden öte geçememekten nihayet bu robot, maddeciliğin buz dağlarına çarpmaktan kurtulamamıştır.
Bugün dünyâ gençliği bir serseri mayın halindedir. İşte, buz dağlarına çarpıp iç bünyesi parçalandığı için, meselesi, gayesi, imanı da parçalanıp kaybolmuş, onun için de, sahte heyecanların peşine takılmış, gayesizliği gaye hâline getirerek âvâreleşmiştir. Şu hâlde modern cemiyetin fesat ve kargaşalıklar içinde oluşunun başlıca sebebi, alâka ve dikkatini sâdece dış bünyesine çevirip iç dünyâsını ihmâl etmiş olmasıyle sosyal ve kozmik âleme intibaksızlık, onu bol bol elde ettiği teknik imkânlara rağmen mes ud edememektedir.
Dünyâ, gaye fedâîleri olan merkezlerini kaybedeliberi, cemiyetler, tehlikeli bir hürriyetin başı boşluğu içinde kalmıştır. Bunun da mes’ulleri olarak, arkada bıraktığımız asrın fikir adamlarını görmek îcâb eder.
*
*          *
Bir vakitler karanlıklar ve cehâletler içinde kıvranan Garb, bir bakıma Şark’ı bozguna uğratıp benliği kalesi içine gururla yerleştikten bu yana, asırlar ve devirler gelip geçti. Artık çok geride kalan Rönesans ve bu hamleyi tâkîb eden Romantizme kadar, sür’atle inkişaflar gösteren Avrupa medeniyeti târihi, XVIII. asrın akliyecilik ve maddecilik felsefesine dört elle sarılırken, Şark'ın spiritüel verimlerine ters ve abus bir tavır takındı ve horladığı Şark’ın, hâlâ bütün dünyâya verebileceği bir gizli hayat nefhası olduğunu bilemedi.
Kuruyup kemikleşmiş dünyâsında ve bu dünyânın medeniyet saydığı teknolojisi içinde, Şark’ın sırlarına ve bu sırların başına ve sonuna bir göz olsun atmadı. Atamazdı. Zîrâ beşiğinden mezarına kadar «Ben varım» diyordu. Bugün çektiği ıztırap ve çözülüş de işte, o kendinden öte geçememesinin, egosantrik felsefesinin çilesinden başka birşey değildir,
Garb, hakîkaten ayağının altında bir medeniyet dünyâsının kayıp gittiğinin tam şuûruna varmış sayılmaz. Zîrâ mağrur ve ihtişamlı mâzîsinin renkli ve zengin tortusu ve artıkları hâlâ gözünü boyamaktadır. Medeniyetine temel olan felsefesi inkıraz etmiş olsa dahî, sosyal bünyenin bunu yiizdeyüz hissetmesi için henüz vakit erkendir. Zîrâ işlemekte olan içtimâî ve iktisâdı düzen hızını tam kesmemiş, onun için de amel hâline gelmiş bir otomatizm, çarkı çevirmeye devam eylemekte bulunmuştur.
Nitekim bir vakitler Şark'da da böyle olmuştu. Yıkılış, birden kendini göstermemiş, kütleler ilk sarsıntıları hemen hissetmemişlerdi. Lâkin tefekkürün yediği darbe, siyâsî, askerî ve içtimâî muvâzeneye te’sîr edince, çöküş de kendini hissettirir olmuştu.
Öyle ki bütün aktif kuvvetlerin evvelâ müdâfaaya geçişleri, müdâfaadan da hezîmete kayışları, cemiyeti sefâlet ve esârete kadar götürmüştü.
RENÉ  GUÉNON’un isabetle işâret ettiği gibi, Garb, tek dünyâ medeniyeti olduğunda ve ancak bâzı kademelere çıkmış medeniyet taslaklarının bulunduğunda ısrar ettikçe, Garbimin Şarklıyı anlaması mümkün değildir.
İşin hakikati şudur ki dünyâ, ayrı ayrı istikametlerde inkişâf etmiş çeşitli medeniyetlere sahne olmuştur. Bu yüzden de, onları birbirinden üstün veya aşağı olarak sınıflandırmak yanlıştır. Zîrâ, bütün cepheleriyse birbirine fâik medeniyet yoktur. Çünkü insanoğlu, faaliyetlerini her istikamette müsâvî olarak ve aynı zamanda, tahakkuk ettirmeye muktedir değildir. Bununla beraber, kıyas etmeye kalkışınca, fikrî ve rûhî faaliyet derecesiyle maddî faaliyet derecesi, şüphesiz birbirinden farkeder. Böyle olunca da, bir cephesiyle aşağı görünen bir medeniyet, diğer yönü ile inkâr götürmez bir üstünlük arzeder. Fakat bu üstünlüğe rağmen gene de zararlı çıkmış olabilir. Garb’ın Şark’ı hezîmete uğratıp elde ettiği üstünlük berâtını dünyânın gözüne sokması gibi.
Şayet basîretli ve tarafsız bir bakış, Garb'ın içyüzünün Şark’ın da dış yüzünün hasta ve sakatlanmış olduğunu görerek, bu iki ayrı medeniyetin derdi ile yakından alâkalansa, belki de tesbit ve hükmünü bunların, iki ayrı dünyâ görüşünün üstüne demir atıp kalmış olmalarıyla îzâh edecektir.
Şöyle ki Garb, durmadan: «Ben!» derken, Şark kendini inkârdan gele gele ulvîleştikçe ulvîleşmesine rağmen, madde plânında yaya kaldığı için pusudaki hasımları tarafından gafil avlanıp arkadan vurulmuş bulunmaktadır.
Onun için de, madde gücü zayıf düşerek âdeta cisimsız ve platonik bir şeffaflıkla yetinen Doğu, çöküş devirlerinden sonra sâdece mânevî gücüne baş eğip, açıkgöz komşusunun ileri adımlarım ne görmüş ne de tehdidlerine kulak asmıştır. Ne çâre ki hâlâ da asmamakta ve hazıra konan bir tüketici olarak kapılarım sâdece Garb’ın teknik hârikalarına açmış bulunmaktadır. Ardına kadar dayadığı bu kapılardan da içeri oluk oluk madde verimleri kadar maddeciliğin fikir tortuları da akmaktadır.
Halbuki İslâmiyetin dünyâya ışık saldığı devirlerde aklî bilgilerle naklî bilgiler yâni madde ve mânâ, atbaşı giden iki dost kuvvetti.
Hadîs, tefsîr, mantık, sarf nahiv, fıkıh, bedî’ beyân gibi hukûkî ve şer'î bilgiler kadar, tıpta, fizikte, kimyada, astronomide, matematikte zirveleşmiş müsluman âlimlerin sesine dünyâ kulak kabartıyor ve yazdıkları eserleri kervanlar, medeniyet merkezlerine taşıyordu.
Ne yazık ki o parlak devirlerin üstüne karanlık çökeliberi, İslâm Âlemi de adetâ kendinden utanır bir küçüklük duygusu ile Garb’a boyun kesmiştir.
Amma gene ne yazık ki Şark'ın bünye hususiyetini tanımayan, belki de tanımak istemeyen kafa adamı Garb, gönül adamı Şarka, ancak hazır veya eski elbise satan pazarlar gibi, kullanıp tecrübe ettiği veya yıprattığı madde mahsûllerini verebilmiştir.
Buhar kuvveti, elektrik enerjisi, telefon, televizyon, tren, tayyare, otomobil ve benzeri buluşlar, bir vakitler Avrupa fikir pazarlarına ilmin meyve ve mahsûllerini dökmüş olan Şark’ı teshîr edip kendinden utandırmaya yetmiş ve böylece de Garb, Şark’ın hayranlık mihrabı oluvermişti.
Ne ki, Haçlı dünyânın akıl verimlerine körü körüne müşteri olan İslâm Âlemi ona : «Biraz da huzur isterim!» diyememiştir. Zîrâ Şark'ın bilgi meş'alesini elinden kapmış olan Garb'da en bulunmayan gerçek, irfan, hikmet, hakikat ve huzurdur. Şark ise bunları orada bulamıyacağını çok iyi bilir. Bildiği için de Batının batpazarına, ancak madde müşterisi olarak gider. Öyle ki rûhî ve mânevî değerleri yıkan Batı çeteciliğinin ilk işi, her adım attığı ülkede mânevî kıymetlere saldırmaktır. Çünkü bu ülkeler ehlini kendi menfaatlerinin emrine alabilmek İçin, bir eşkiyâ insafsızlığı ile, gelmişten geçmişten neleri varsa yok etmekle ancak ondan sonra saltanatını kuracağını ve hükmünü yürüteceğini bilir. Zîrâ kendisine siyâsî, iktisâdı, ticarî bir otlak bir beslenme yeri olarak seçip ayak bastığı bu topraklar üstünde kültür emperyalizmini yerleştirip kütle fikriyâtına hâkim olması, hükümranlık menfaatinin sigortasıdır.
*
*          *
Spiritüel dünyâ görüşü ile insanoğluna gülümseyen İslâmî, egosuna tapan menfaatçı Garb’ın anlaması mümkün değildir. Anlayabilmiş olsa, bu, kurtuluşunun müjdesi olabilir. Hâlbuki o, Şark’ı et kemik bağlamamış bir medeniyet iskeleti olarak görmekte devâm eylemektedir.
İnsan hak ve hürriyetine geniş ufuklar açan, adâleti, güzel ahlâkı, merhameti, şefkati cömertce kütlelere dağıtan İslâm, zâlim ve barbar Avrupa müstemlekeciliğinin yanında, çatısı altına aldığı tâbî kavimlere haysiyetli muâmeleyi mübâreklemiş; ırk, mezhep, renk ayırmadan herkese insanca yaşama hak ve hürriyetinin çığırım açmıştır. H. G. VVells bu hakikati şöyle ifâde eder: «İslâmın şevket ve kudretinin üçüncü bir unsuru da, mü’minlerin, aralarında renk, menşe’ ve içtimâî mevki farkı olmaksızın kardeşliklerinde ve Allah katında müsâvî olduklarında ısrar eylemesinden ileri gelmektedir.» [H. G. Wells, Abrégê de Histoire du Monde» Cenevre baskısı, sh. 181. ] Yüksek seviyedeki Garb ilim adamlarının, âdeta bilgi ve idrâk göklerinden topladıkları takdir ölçüleri, ne yazık ki kiliseye toslayarak, asırlardır halkın seviyesine inememiştir.
Amma gene ne yazık ki hâlâ İslâm Âlemi, tek ayakla seken Avrupa’ya körü körüne hayranlık ve teslimiyet içinde bulunuyor. Hâlbuki artık Batının Doğuya değil, Doğu’nun Batı’ya söyleyeceği söz, dolayısıyla da, öğreteceği irfan ve hikmet devri gelmiştir. Bir bakıma Garb Şark'ı bozguna uğratmışsa da, bozulmak ve çözülmek sırası artık kendisinde olduğunu idrâk etmesi, bir ikbâl ve istikbâl garantisidir.
Evet Garb, artık bağ bozumu mevsimine girmiş bulunmaktadır. Lâkin İslâm Âlemi henüz bunun pek farkında değildir. Tek tük uyanık kafa varsa da, seslerini, büyük kütlelerin sağırlaşmış kulaklarına işittirememektedirler.
Bir umûmî efkâr seviyesi teşekkül etmemiş kütleler, siyâsî ve içtimâi her türlü psikoza her zaman açıktır. Onun için İslâm Âlemine fikrî ve derûnî bir irtifa ve seviye kazandırmak, bu yolda canını kütleye adamış İslâm büyüklerinin boyunlarına düşen bir iman borcudur.
Asırlardan beri Batinın avuçları içinde yumuşak mum gibi evrilip çevrilerek kalıptan kalıba sokulan Doğu’nun bir an evvel uykulu gözlerini açıp uyanması ve kendi şerefli makamına geçip oturarak kölelikten kurtulup efendiliğini bulması, İslâm için olduğu kadar, dünyâ milletleri için de selâmet ve huzûrun müjdesi demektir.
Akliyeci ve maddeci felsefesinin eteğine sıkı sıkı yapışmış olan Batı, demir atıp kaldığı dünyâ görüşünün doğru olup olmadığım düşünüp hazır ve idea! bir nizamname olan İslâmiyet'i anlayacak basireti göstermiş olsaydı, iç ve dış tabiatları arasında kuracağı âhenkle kendisinin de dünyânın da yüzünü güldürebilirdi.
Halbuki o, Şark’ın iç ve dış dünyâsını yıkmak için her türlü fesat, fitne ve şekaveti helâl bir vâsıta imiş gibi kullandı ve bu gayretinde de elhak muvaffak oldu.
Ancak, elindeki kazma bu gün ters dönüp kendisine çarpmış bulunuyor. Ama henüz ne İslâm dünyâsının ne de kendinin bu gerçekten gereği kadar haberi var.
Ne ki, hâlâ tapar olduğumuz Garb putu, artık kendi genç adamım bile doyurmuyor, hoşnut da etmiyor. Amma anası babası ve çevresinin insanı, henüz rûhunu, maddesinin kabuğu ile sarıp katılaştırmamış olduğundan, Garb’ın körpe ve genç nesli, içinin alacakaranlığına rağmen, bir şeyler sezer gibi oluyor. Bu yüzden de tatminsizlik ve huzursuzluk içinde kıvranıyor. Zîrâ o, maddeyi ve dolayısıyle de icatlarını ve keşiflerini aşıp kendi cevherini bulamamak, iç tabiatıyla âşinâlık kuramamış olmak azap ve ıztırâbını çeken bir dünyânın çocuğudur. Böylece de Batı gençliği içinde mânevi nafaka kıtlığından açlık krizleri geçiren bir zümre doğmuş bulunuyor. Bu huzursuz ve buhranlı gençlik ise, ya anarşinin kollarına atılıyor yâhut da cemiyetinden ve âilesinden kopup maddenin kıyasıya diş geçiremediği ve insanlarının da dünyâdan el etek çekmeyi mârifet saydığı topraklara göç edip sığınıyor.
Dikkat edilirse, bu fikir ve ruh muhâcirlerini bu yerini yurdunu terk eden buhranlı insanları cezbeden hava İslâm dünyâsından ziyâde, Buda'nın kucağı ve hayâtın değerini takdir edemeyen Budistlerin arası oluyor. Batı gençliği, neden bir kalemde İslâmiyeti görmezlikten gelip, Şark’ın iptidailiği içine, üstünde çürüyüp işe yaramaz hâle geleceği bir coğrafyaya doğru koşuyor? Koşuyor. Zira Haçlı dünyânın insanı, ana sütünden sonra, âilesinden cemiyetinden ve kilisesinden, devamlı olarak Müslüman kanı emmiş, ninnilerinde bile kulağına Müslüman düşmanlığı fısıldanmış, umacı olarak da gene hâyâline çizilen korkunç ima], Müslümanın yüzü olmuştur. İsâ ümmeti, Budist’den Mecûsî'den, Zerdüşt’den ve dîğer bütün iptidâi dinlerden bir tehlike olarak korkmamıştır ki, onu gündüz bir türlü gece bir türlü homurdana sayıklaya kötülesin.
*
*          *
Bilindiği gibi İslâm Âlemi, Garblı kafanın îcadları karşısında sâdece âciz bir müşteridir. Ne görür ne duyar ne bulursa almaya çalışır ve alabildiği kadar da alır. Zîrâ asırlardan beri keşiflerden, îcadlardan ve buluşlardan elini eteğini çekerek hazır yiyiciliğin kötü kaderini yaşamaktadır. Çünkü mâlik olduğu hazînesi yatalak bir sermâye hâlinde uyumaktadır. Bu hazîneleri açacak, işletecek ve gün yüzüne çıkarıp kütleleri hem maddî hem de rûhânî zenginliğe kavuşturacak o mübârek ve ihlâslı el nerede?
Dış tabîatın efendisi olduğu hâlde kendi benliğinin esîri olmaktan gelen azapla ıztırap çeken dünyâ, işte bu eli beklemektedir...
Şunu da bilmek lâzım ki, bir medeniyetin teknik seviyesi, o medeniyetin dünyâ muvacehesindeki şeref ve itibârının ölçüsü olamazsa da, bu şahlanmış gücün, ona sâhib olamamış milletler tarafından küçümsenmemesi gerektir. Amma Garb’ı küçümsememek, ona körü körüne havran olmak demek değildir. Esasen Garb’a hayran olanlar, onu üstünkörü tanı-yanlardır. İç yüzünü bilenler ise ihtişamlı manzarasının altında bir canavarın gizli olduğunu görerek ona yanaşmaktan korkup kaçarlar.
Biz Türkler de dâhil, câhil münevverler sınıfının söz sahibi olduğu Doğu dünyâsı, idrak felcinden yeni yeni kurtularak, vaktiyle görmediğimizi görmeye bilmediğimizi öğrenmeye başlamış bulunuyoruz.
Avrupa’yı, iç ve dış yapısını kuran felsefesiyle berâber tanımak lâzım. Tanıdığımız zaman da, insanlaşmadan sanayileştiği için, meydana getirdiği teknik zürriyeti tarafından boğazlanır hâle gelmiş bulunduğunu görmemek mümkün değildir.
Şu hâlde bugün İslâm Âleminin vâsıl olmaya mecbûr bulunduğu insânî nokta, bir yandan Garb maddeciliğinin seviyesini aşmaya uğraşırken bir yandan da, fikrî ve bedenî rehâvetten silkinerek, Batiya Doğu'nun spiritüel zenginliklerini götürüp, bu izdivaçla da dünyânın yüzünü güldürebilmektir.
*
İslâmın içinde bir tefekkür kâinâtı vardır. Sırları, derinlikleri, yere göğe sığmayan İlâhî coşkunlukları, meçhulleri mâlümları, şevkleri vecidleri ile ucu bucağı bulunmayan bir kâinat...
Amma dıştan gözlemekle onu fetheylemek ne mümkün? İslâmî, gerçek Müslüman ölçüleri ve haysiyeti ile yaşayıp potası içinde cürufundan arınmadan tanımak ve hele çevresine ondan nişan ve bereket vermek de imkânsız.
Ey Emîrler, Devlet Adamları, Âlimler ve Din Uluları!
Azgın bir maddecilik fırtınası içinde serseme dönmüş beşeriyet bir kurtuluş bekliyor. El yordamı ile birşeyler arayan, bir türlü de istikametini tâyîn edip gerçek hedefi bulamayan dünyâyı neden elinden tutup aydınlığa çıkarmıyorsunuz?
İnsanoğlu, bir mukaddes galeyan, muhayyilesini ateşleyecek bir ulvî heyecan bekliyor. İslâm ideali, siyâset menfaatlerinden bin kere üsttür. Kefene sarılmış bir cesed gibi, daha ne zamana kadar dünyâ hırslarının örtüsü altında çürüyeceğimiz günleri bekleyeceğiz?
Ey Emirler, Devlet Reisleri, Münevverler!
Neden bu çaresiz kütlelere kurtuluş yolunu açmıyor, soluk alacakları o kâinattan haber vermiyorsunuz?
Allah’ın kelâmı için : «Kur’an diğerleri gibi bir din kitabından ibâret değildir. O, insanlara siyâsî ve içtimâi ideal getiren rûhânî bir tebliğdir»  [  Joseph Chelhod, introduction  a la sociologfe de l’islam, 177. s., Paris 1958.] diyen adam, İslâm prensipleri üstüne başını eğmiş bir yabancıdır.
Amma İslâm'ın ve Kur’ân'ın yeryüzü için tek kurtuluş yolu olduğunun şuûruna evvelâ biz Müslümanların inanıp zihnî ve rûhî güçlerimizi o ateş içinde temizlememiz ve İslâma lâyık seviyeye gelmemiz gerek.
İslâm, aklın ve rûhun imtizaç ve izdivacının şahikasıdır. Kütlelerin, âhenk ve huzuru bulabilmesi için bu çifte kuvvetin, kuşu uçuran iki kanat gibi, insan varlığında muvazeneli faaliyeti gerektir. Zîrâ ne tek tarafİı madde, ne de tek taraflı mânâ, beşeriyetin muhtaç bulunduğu nizamı kurup içtimâi huzur ve adaleti temîn ve tesis edemez.
Su hâlde, fertlerin de kütlelerin de idrâklerini perdeleyen cehâlet ve gaflet kabuğunu ilim, irfan ve hikmetle çatlatıp gerçeklerle yüzleştirmek lâzımdır. Bu da sizin ihlâslı, şuurlu, plânlı ve basiretli himmetinizi bekliyor ey emirler, devlet reisleri, İslâm münevverleri ve din kardeşlerim...
İslâm dünyâsının, üstünde durması gereken temel mesafelerden biri de, hac farizasıdır. Şüphe yok ki hac, Allah’ın farz kıldığı esasların en manâlılarından biridir. Ancak, değişen dünyâ şartları muvacehesinde en basitinden, Kâbe yolculuğunun da, hacca icâbet ölçüsünün de, değişikliklere uğraması tabîî idi.
Bir zamanlar, dünyânın en uzak köşelerinden bu farizayı yerine getirmek isteyenler, kafileler ve kervanlarla karalardan denizlerden ve en iptidâî nakil vâsıtaları ile hattâ yürüyerek, aylar süren yolculuktan sonra maksûd olan mahalle vâsıl olurlardı. Bu gün ise, uçak seferleriyle, günü gününe denebilecek kısa bir zamanda, memleketlerinden çıkmalarıyla Hicaz semâlarına girmeleri bir oluyor.
Gene eskiden, kemiyetleri mahdud olan hacılar,, bugün gerek Müslüman nüfûsunun artmış olmasından, gerek ulaşma kolaylıkları yüzünden, her iki mübârek şehirde de bir izdiham manzarası meydana getirmiş bulunuyorlar.
Ancak, haccın ana gayesi, dünyâ Müslümanlarıns bir arava toplayıp, aralarında, içtimâi, İktisadî, vicdanî, kültürel ve hattâ sivâsî bir alışveriş bir meşveret imkânı hazırlamak olduğu hâlde, gerek aşırı kalabalıktan, gerek bu türlü toplantı ve müzâkereler için teşkilâtlanılmamış olduğundan, bu vecidli zikr, bu rûhânî galeyan, şahısları aşıp bir sel yatağında birleşerek, İslâm milletlerini ardınca sürükleyip müşterek fikir ve aksiyonlara götürmüyor.
Eğer hac, meşverete açık bir ibâdet olmasaydı, Hz. Muhammed, en mühim hitabelerini hattâ Vedâ Hutbesi’ni hacda okur muydu?
Şu hâlde hac mevsiminde Hicaz, bir İslâm şûrasına sahne olup, her Müslüman devletten davet edilecek otoriteler ve selâhiyetler tarafından iktisat, teknik ve kültür mevzularında yapılacak müzâkerelerle İslâm’ın emrettiği karşılıklı yardımlaşma imkânları araştırılmalıdır.
Gene hac farizasına tekaddüm eden günlerde Mekke’de bir İslâm Devletleri Fuarinın açılması, Müslüman iktisâdiyâtı, işbirliği ve meşveret mevzuunda Müslüman dünyâsı için büyük faydaların başlangıcı olabilir.
Eskiden Csmanh Türklerinde de, ibadethane, etle tırnak gibi, İlâhî olduğu kadar beşerî, dolayısiyle de, İçtimaî ve medenî bir çehreye sâhipti. Bir ibâdet külliyesi dahî, yalnız diyânet kadrosundan birkaç vazifelinin ardınca toplanıp, ibâdet edilecek bir yerden ibaret değildi, öyle ki küllîyeler merkez olarak camii ortasına alıp etrafında bütün beşerî ihtiyaçlara cevap verecek müesseseleri toplayan bir manzume idi. Ana merkez olan camiin etrafında kütüphane, medreseler, aşhane, kilerler, mumhâne, şifâhâne, tabhâne, misâfirhâne, yolcu hayvanlarına mahsus ahırlar ve kopuşlar gibi etrafına topladığı sosyal müesseseierle ibâdethâne, dînî-İçtimaî bir canlı uzuvdu. Halk, hemen bütün medenî ve sosyâl ihtiyaçlarının cevâbını bu külliyenin içinde bulabilirdi. Hattâ bâzı camilerde, padişahların ve devlet erkânının siyâsî müşâverelerine tahsis edilmiş ayrı hücreler de bulunmaktaydı. İlâhî beşerî bir din olan İslâmiyet, son asırlarda bütün İçtimaî vazifeleri elinden alınarak âdetâ zorla cami içine itilmiş ve hapsedilmiştir.
Bir ahlâk, iman ve enerji karargâhı olan İslâm dîni, hele bâzı İslâm ülkelerinde öylesine ürkütülmüş, öylesine gücünden kuvvetinden tecrîd edilmiş bulunuyor ki, selâmeti câmiin dört duvarı arasına sığınmakta arayan kütle uyku taklidi yaparcasına sesini soluğunu kesmiş bulunmaktadır.
Gene İslâm Âleminin selâhiyetli kadrolarca ele alınması gereken teme! farzlarından biri de, zekât müessesesidir. İçtimâi huzûrun sigortası ve dolayısıyla siyâsî istikrârın teminâtı olan zekât kadar kütteler arasında sözü geçkin bir başka yol olmadığına göre, bilhassa aşırı varlıklı Müslüman zenginlerin, mallarının fazlasını atmak suretiyle o malı temizleyecek olan zekâtlarıyla, aşırı fakirliği ortadan kaldırmaları bir hayâl ve zan değil, hakikatin tâ kendisidir.
Asr-ı Saadet’ten bu yana, vergi mükellefiyetlerinin ağırlaşması, böylece de şahıslardan devlet hazînesine kayan meblağların zekât yerine kaim olduğu vehmini uyandırmış bulunmaktadır. Onun için de, bir Allah emrini gönüllerince tevîl etmek suretiyle işin içinden çıktıklarını zannedenlere, bir orta sınıfın teşekkülüne mânî oldukları kadar, fakir halkla berâber, kendilerini de bu barajın teminâtından mahrum bıraktıklarını anlatmak, gene selâhiyetli bir diyanet kadrosuna düşen kudsi vazifelerden biridir.
Âvrupa emperyalizminin gadir ve zulüm çiftinden bir veled-i zinâ doğmuştur: Komünizm.
Ferdî, içtimâî, idâri, siyâsî her gayr-i meşrü hâdise gibi, soysuzca başlayan bu hareket, evvelâ, Garb emperyalizminin bîr reaksiyonu olarak, yer yer ve zaman zaman Avrupa merkezlerinin orasında burasında patlak vermiş, yenmiş yenilmiş, sonunda da bir devlet idaresinde ifâde bulmuştur.
Daha sonra, karakterinden gelen bulaşıcı bir cür'etle etrafa sıçrayıp, bayrağını açtığı insan hak ve hürriyetinin zebânîsi kesilerek, kütlelere va’adettiği hürriyete rağmen, istibdadın tâ kendisi olmuştur.
Dış görünüşü ve sloganları ile beynelmilel olduğu hâlde, iç politikası ve tatbikatı ile şoven bir Rus milliyetçiliğinin ve Rus emperyalizminin gerçekleşmesi yolunda kendi halkı dâhil, gözünü kırpmadan dünyâyı kana boğarak XX. asrın alnına, silinmesi muhal bir kara leke basmıştır,
Amma XVIII. asırdan beri Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde zaman zaman çıkışlar yapan komünist mihraklarının, sonunda Çarlık Rusya’ya sıçrayıp bir imparatorluk kurmasında, mağrur, maddeci ve emperyalist Garb’ın günâhı büyüktür.
Onun için de, târihin kaydettiği sayılı istilâcı ve müstebit imparatorlukların başında olduğu söylenilebilecek Sovyet Rusya’nın, gerek bencil Garb’ı gerek boynu bükük Şark’ı gafil avlayıp, dünyânın beş kıt’ası üstünde yer yer nüfuz bölgeleri iesîs eylemiş olması yadırganmaz. Zîrâ, madde ve ruh terkiplerinin muvâzene dozu bozulmuş olduğundan Şark’ın da Garb’ın da bünyelerinde, menfî kuvvetlere karşı koyacak kudret, celâdet ve hamleyi aramak elbette abestir.
Zîrâ Haçlı dünyâ, hâlâ dostunu düşmanını seçemeyecek târihî hatâsının karanlığı içindedir. Öyle ki, elinde avucunda kalan medeniyet kırıntısına, malına, canına, toprağına ve İnancına göz dikmiş bir tabîat paraziti olan bu rejime karşı kendi insanını zihnî ve ruhî, daha kestirmesi, mukabil felsefî silâhlar ve bir İslâmî dünyâ görüşü ile donatacağı yerde, kendi başının selâmeti adına eteğine yapışması gereken İslâm dünyâsına kur yapmak şöyle dursun, hâlâ kıyasıya saldırmaktan vazgeçmemiştir.
O İslâm imanı ki bugün dahî şer ve bozguncu ceryanların kalesi olmak kudretini muhâfaza etmekte iken, Garblı kafanın taassubu, ona kendi çıkarına yarayacak bu hayatî tedbîri dahî düşündürmemekte ve ardı arası kesilmeyen hücumlarıyle, Müslüman âlemini bir iman müdâfaasına mecbûr ederek yormaktadır.
Gafil Garblı, hiç değilse Lenin’in : «Her millet komünist olabilir. Ancak Müslümanları komünist yapamazsınız. Onun için de evvelâ bu milleti dinlerinden soğutmak, ellerinden imanlarını almak lâzımdır.» demiş olduğunu dahî duymamış görünmektedir. Zîrâ haçlılar için misyonerlik, rahat, emîn ve her türlü maddî imkânları kolaylıkla ayağına getiren bir ekmek kapısı, vazgeçilmez bir menfaat tuzağıdır. Dünyânın en zengin müessesesi olan kilise, misyonerini emrinde kullandığını zannederken, aylıklı, bol tahsîsatlı misyoner, rahatlıkla kiliseyi emrine almış bulunmaktadır.
Şu da var ki misyonerlik teşkîlâtı, Avrupai devletlerin de arttan arda himâyesini görerek, Müslüman imanını zedelemekle vakit kaybetmek ve ziyâna girmek gafletinden vazgeçememektedir. Halbuki bir para, pazarlık ve menfaat ocağı olan bu teşkilâtın faal ve çeşitli gurupları, mücâdele enerjilerini bu çok iptidâî, tavı geçmiş ve utandırıcı yolda eritip tüketmekle neler kaybetmekte olduklarının farkında değillerdir. Daha doğrusu, farketmek menfaatlerine uygun gelmemektedir.
Müslüman, «ehl-i kitab» dediği hıristiyanı, kendi imanına kazanmak için, kilisenin tuttuğu bu gülünç ve sinsi yola asla sapmamıştır. Amma kilise, asırlardır, Kur'ân-ı Kerîm gibi kıyamete kadar, insanoğlunun maddesine de mânâsına da deva ve şifâ getirecek olan bir kitaba inananların imanına musallat olmak alışkanlığını terketmemiş ve abesle iştigalde devâm etmiştir.
*
Bugün komünizm ile demokrasilerin yaka yakaya cenkleri, görünüşte bir ideoloji çatışması ise de, gerçekte, iki tarafın da gayesi siyâsîdir.
Şöyle ki, Rusya, bir dünyâ hâkimiyeti peşindedir ve en kuvvetli silâhı da komünizmdir. Fakat elde etmek istediği bu hâkimiyetten maksat, beşeriyetin huzur, selâmet ve hürriyetini istemek gibi yüksek ve İnsanî bir hedefe yönelmiş değildir. Onun için de, demokratik düzenden tamâmiyle ayrı bir eğitim politikası tâkîb ederek gerek Slav gençliğinin gerek sömürge ve peyklerinin idrâklerini kabzetmekte, sonra da istediği biçime sokup meram ettiği istikamete sevketmektedir.
1917 ihtilâlinden bu yana, Sovyet Rusya'nın bir yandan tatbîk ettiği terör, baskı, işkence ve zulüm siyâseti bir yandan da genç ve körpe dimağlara kâbus gibi çöken eğitim politikasının doğmaları ile, elinde tuttuğu nesilleri, hür dünyânın nimetlerine karşı kör ve sağır hâle getirmek suretiyle, karşı rejimlerle kıran kırana mücâdeleye girmiş bulunmaktadır.
Hiçbir devletin maârif bütçesiyle kıyaslanmayacak bir cömertlik içinde gençliği sun’î ve zorlama gayretler sarfederek eğiten Sovyet maârifi, bu robotlaştırdığı makine insanlar kalabalığını bir malzeme gibi kullanarak, bir yandan sanayiini geliştirmiş bir yandan da el koymak istediği ülkelerde geniş bir ajan ve câsus şebekesi kurmak sûretiyle rejimini yayma faaliyetinde akıl almaz bir ustalık göstermiştir.
Amma insan hak ve hürriyetini tekmeleye tekmeleye zorla elinden alan, üç beş patronla avanesine yer açıp saltanat temîn eden bu rejim, daha ne kadar zaman pâdiyâr olur, ne kadar zaman dünyâyı kana boğmakta ve idrâklere kilit vurmakta devam eder, bilinmez. Bilinen bir şey varsa, o da, tabîat kanunlarına kafa tutan ve Allah’a harb îlân eden komünizmin, târihte bir göz açıp kapama müddeti sayılacak yarım asrı aşkın ömrünün uzun sürmeyeceği işaretleri görülmektedir. Zîrâ her ne ki insan yaradılışına aykırıdır, korku ve zorla kabul ettirilmiştir, onun için ikbâl ve istibâl asla tasavvur edilemez.
Ancak, salgının virüsü hızını kaybetmiş olmakla beraber, henüz hastalık devâm etmektedir. Binâenaleyh sirâyetini önlemeye çalışmak, muafiyet yollarına başvurmak şarttır.
İnsan bünyesi gibi dünyâ da bir bütündür. Faraza kolu ağrıyan kimsenin bacağı ağrımadığı hâlde gene de keyfi yerinde olamaz. Kezâ, gözünde bir arıza olanın, kulağı ve diğer uzuvları sağlam dahî olsa, gene de huzursuz ve rahatsızdır.
Zengin ve kibar görünüşüne rağmen Batı, doymak bilmez ye açgözlüdür. Onun için de, fakir sömürgelerinin sırtından geçinmeye alışmış bulunduğundan, asırlar boyu birikmiş olan günâhları, bir paratoner gibi komünist şimşeğini dünyânın üstüne çekmiştir. Amma ne çâre ki günahkâr Garbra, hâlâ hatâsının farkında denemez.
Bu arada, aynı gökkubbe altında yaşayan İslâm Âleminin de bu cihan hastalığından hissesini alacağı tabîî idi. Kaldı ki komünist Rusya için, Asya’da olduğu gibi Afrika’da ve Avrupa’da buyruk yürütmek, politikasının can damarlarından birini teşkil etmektedir. Onun için de, bilhassa bu emelinin önüne gerilmiş olan Türkiye, Rus'un diş bilediği en yakın komşusudur.
Gene Sovyet emperyalizmine geçit vermeyen hattâ göz açtırmayan engel, Kur’ân ahlâkı ve İslâm imanı ile sağlama alınmış milletler olduğundan, elbette ki bir yandan inançları sulandıracak çârelere başvurmak bir yandan da sûret-i haktan görünerek ajanları vâsıtasıyla taassubu kamçılamak ve gene, oyak sesi duyulmadan, memleketler arasında ağlarını kuran bu ajanlar marifetiyle İslâm Âlemini birbiri aleyhinde kışkırtmak, Rus menfaatinin îcablarındandır.'
Tıpkı kapitalist blok gibi, komünist blok da, İslâm devletleri üzerinde siyâsî ve İktisadî bir hegemonya kurabilmek için, bu emellerini bir gözbağcılık bir paradoks perdesi altında saklayarak, İslâm dîninin vazetmiş olduğu prensiplerin, kendi doktrinlerine yakın olduğunu iddiâ etmektedirler.
Hâlbuki târihî ve tabîî hakikatlerin bize açıkça ifâde ettiği gerçek, bu iddiânın tamâmiyle aksini göstermektedir. Şöyle ki, komünizm veyâ sosyalizm, insanı insan yapan millî ve mânevî değerleri temelinden reddederken, onu kendi doktrini diktatoryasının emrine vererek cansız ve idraksiz bir malzeme bir makine parçası olarak kabul edip muamelesini de ona göre îfâ eylemektedir.
Kapitalist doktrinde ise insanlara, bâzı hürriyetler tanınmakla berâber, bu rejim içinde de, bilhassa sömürge insanı, sermâye terakümünden istifâde edilen bir unsur olarak görülmektedir.
Bu iki doktrin muvâcehesinde ise İslâm, ne Jean Paul Roux'nun ve bâzı Batılı oriantaiist ve yazarların iddiâ ettikleri gibi kapitalizmle ne de Maxim Rodinson ve Roger Garudy’nin söyledikleri gibi komünizm veya sosyalizmle aynı paraleldedir. Hattâ Roger Garudy’nin vazettiği ve bâzı İslâm devletleri tarafından kabûl edilen İslâm Sosyalizmini, İslâm adına müdâfaa etmek de mümkün değildir. [Maxime Rodinson, Marxisme et monde musulman, Paris, Ed. du Seuil, 1972 Jean Paul Roux, l'Islam en Asie, Paris, Ed. Payot, 1958.]
İslâmın insanlığa vazettiği siyâsî ve iktisâdî prensipler, yukarıda zikredilen doktrinlerden çok ayrı olup, onların ölçülemeyecek kadar ilerisinde ve üstündedir.
Raymond Lerouge : «Bugün bizim ortaya koymakta olduğumuz içtimâî mes eleleri, İslâmiyet hemen hallediverecek bir takım düsturlara sâhiptir. Bunu unutacak olursak, ferdî hukuk alanında yapmış olduğumuz inkılâpla, Sovyet Rusya’nın bütün dünyâya yaymak istediği komünist inkılâbına karşı İslâm Âleminin göstermekte olduğu reaksiyonun mâhiyet ve ehemmiyeti nasıl anlaşılabilir?
der .[ Raymond Lerouge, “Vie de Mahomet” sh. 21. Paris 1939.]
Vakit vakit, peşin hükümlerin üstüne çıkarak fikir patlamaları ile hakikatleri yakalayan Garb’ın üst seviyedeki insanları, beşeriyet için kurtuluşun hangi ufuktan geleceğini görür gibi olmaktadırlar.
Dünyâ dünyâ olalıberi, insanoğlunun kaderine hükmeden çeşitli devlet idâreleri, bir karalama kâğıdı gibi dünyânın çehresine türlü rejimlerin damgasını vurmuştur.
Aynı fikre Amerikalı târihçi Will Durant da şöyle parmağını basıyor: «Kur'ân, onüç asır boyunca milyonlarca insanın hâfızasını süslemiş, hayâlini coşturmuş, karakterini düzenlemiş hattâ şuur ve idrâkini saygı ile ürpertmiştir. Ruhlara, dünyâda mevcud imanların en saf en açık olanını, dînî merâsim bakımından da en sâdesini getirmiştir. Bilhassa putperestlik ve papazlıkla asla alâkası olmayan bir tarzı temîn eylemiştir.
Kuran'daki ilâhî vahiy, mü'mmlerin mânevî ve fikrî seviyelerini yükseltmiş, içtimâî birliklerini ve cemiyet nizâmını tanzîm etmiş, beden sağlığı esaslarını öğretmiş, yalancılığı zulmü adaletsizliği sindirmiş, esâret şartlarını asgarîye indirmiş, fakirin ve yoksulun elinden tutup yükseltmiştir.»  [Will Durant, «L’âge de la foi» serisi «Histoire de la civilisation médiévale» sh. 233, Paris 1952 (Fransızca Tercüme)]
Bir milleti, ekmeksizlik değil gayesizlik öldürür. İslâmın gayesi îlâ-yı Kelimetullah olduğu müddetçe, kurduğu tevhîd ağı ile kıt’aları birbirine bağlamakta zorluk çekmemiştir.
1914-18 Cihan Harbi’nden sonra artık bir Türkiye yoktu. Ne bir Osmanlı İmparatorluğu ne de bir Türk Devleti kalmıştı. Amma gayesini kaybetmemiş, gönlündeki iman meş’alesi sönmemiş bir Türk Milleti vardı. Onun için direnme gücünü buluyor, anasının ak sütü gibi helalinden nafakalandığı gayesine sarılıyordu.
Topraklarım işgal edip paylaşan düşmanına karşı vatandaşını birliğe, beraberliğe, meşverete çağırırken : «Müslüman!» hitâbiyle davet ediyordu.
«Müslüman!
Önümüzdeki Cumâ günü resmî duâ gündür. Yevm-i mezkûrda Fâtih, Sultan Ahmed, Bâyezid Camilerinde Cuma namazından sonra Müslüman ve Türk yurdlarının halâsı için duâ edilecektir. Vatanını seven her müslümamn bu içtimâlarda bulunması vecîbe-i dîniyyedir. Camilerde, evlerde tazarrû et! Duadan sonra Allah’a yükselen kalbinle Sultan Ahmed’e, bütün Türk ve Müslümanların koşacağı büyük ve umûmî içtimaa gel! Sevgili vatanın parçalanıyor. Öldürücü felâketler yağıyor. Camilerini, mukaddesatını çiğneyecekler! Gözlerini aç, dindaşlarını, milletini düşün! İzmir facialarını Öğren! Anadolu senin de karârını bekliyor. Haksızlıklara karşı feryâd et! Âlemin vicdânına hitâb eden heyecanlarınla hakkını müdâfaaya ve parçalanan vatanının imdadına koş!
Bu mitingde kurtarıcı kararlarını ver ve halâsın için çalışmaya yemin et!
«Müslüman»
Yukarıya aldığımız yazı, 1919’larda Sultan Ahmed’de yapılan ve yüzbinlerce kişinin iştirak ettiği mitinglerin birinde dağıtılan beyannamenin suretidir. Aslının klişesini ise aşağıya koymuş bulunuyoruz.
Türkler 1914 -18 Harbinden, müttefikleriyle beraber, mağlûb olarak çıktıktan sonra Osmanlı İmparatorluğu, galip devletler arasında bölüşülmüş, Anadolu gibi İstanbul da, İngiliz, Fransız, İtalyan orduları ile bu devletlerin sömürge askerleri tarafından istîlâ ve işgal edilmişti. Ancak, Türk Milleti düşmanların vatanlarını ve istiklâllerini ellerinden almak karârına, akıl almaz bir şiddetle karşı koyarak, vatan ve iman aşkıyla kaplarına sığmaz hâle gelmiş, böylece de, tam bir birlik ve beraberlik içinde Anadolu’da yer yer teşekkül eden mukavemet mihraklarına, müttefiklerin göz açtırmayan tehdidlerine ve mâruz bırakıldıkları zulüm ve işkencelere rağmen, yardım etmekten geri kalmamışlardı. Sırasında sürülüyor, dövülüyor, öldürülüyor fakat gene de silâh ve cephane kaçırıyor sonra yüzbinlerce İstanbullunun iştirak eylediği mitingleri, coşkun fakat vekârlı ve haysiyetli bir nizâm içinde yapıyorlardı.
            [Ancak günümüzde imam-hatipler ve vaizler Cuma hutbelerinde ve vaazlarında Müslüman ve Müminler kelimesini terk ediyorlar/terk ettiriyorlar. Yeri gelmişken bu konuyu burada zikretmek uygun geldi. İhramcızade-2014 ]

*          *
Yalnız Türkiye için değil, bütün İslâm Âlemi için birbirine «Müslüman!» diye hitâb etmenin gurûru, işte tevhîd şuûriyle gerçekleşmiş bu birlik ve berâberlik, haçlı ve siyonist dünyâ tarafından asırlardan beri atış hedefi olmuş bulunuyor.
Elli küsûr seneden bu yana, Müslüman ülkelerde arabozuculuk ve yıkıcılık adına devreye girmiş bulunan üçüncü büyük güç, komünizmdir.
Garb kapitalizminin gayr-ı meşru çocuğu olan komünizm, insan hak ve hürriyeti parolasını kullanarak siyâset sahnesine çıkmasına rağmen, yüzü kızarmadan, politik sahtekârlıkların en bayağı ve gaddarına kaçmaktan utanmamış, böylece de iktidârının ipuçlarını eline alır almaz, insan hak ve hürriyetinin baş düşmanı kesilmiştir.
Artık bir Çarlık Rusya yoktur. Fakat bugünkü Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, çarlık devrinin istilâcılık politikasından vazgeçmek şöyle dursun, komünizmi, millî ideallerinin yem borusu olarak kullanmak suretiyle gafil, çaresiz ve müdafaasız milletleri gayelerinin ağı içine çekip düşürmekte bulunmuştur.
Dışa karşı beynelmilelci görünen Sovyet Rusya, kendi içinde öylesine millî ideallerine düşkündür ki, görünüşte çarlık devrinin amansız düşmanı olduğu halde, Sovyet ordusunun büyüklerine verilen askerî nişanlar bile, diş bilediği çarlık devri kahramanlarının isimlerini taşımaktadır.
Ancak, insan idrâkini ebediyen zincire vurmak mümkün olmadığına göre, sakat doğan bu hilkat garibesi, bu hastalıklı rejim, bir İçtimaî psikoz, bir epidemi olarak gününü tamamlayıp târih sahîfeleri arasında kanlı ve iğrenç bir çizgi bırakıp, belki de kısa zamanda yok olup gidecektir.
Ne ki, henüz sirâyet gücü tamâmiyle sönmemiş olan bu illetin zehrine karşı, kütleleri, taassup hudûduna girmeyen gerçek ve şuurlu bir iman panzehiri ile korumak, İslâm coğrafyası üstündeki devletlerin, teknik ve maddî hamlelere olduğu kadar, şuûrlu bir maârif politikasına da hız vermeleri, devânın ve şifânın tek yolu olarak görünmektedir.
İslâm fütûhâtının, her yayıldım topluluk tarafından bir kurtarıcı olarak karşılanıp benimsenmesinin ve adım attığı ülkelere kendinden bîr öz vermesinin başlıca sebebini berâberinde taşıdığı tevhîd, hikmet, adalet ve samîmi bir sevgide aramak lâzım olsa gerektir.
İlimde olsun, tefekkür ve sanatta olsun, dünyâya tepeden bakan bu zirvelere üç asır yalnız Müslümanlar tırmandı durdu.
Fakat yavaş yavaş fikirlerine karanlık basan Araplar’ın kültür bayraktarlığına rağmen, İslâmiyet üstündeki hâkimiyetleri ve kıt'alar üstünde perende atabilmeleri, üçyüz seneden fazla bir ömre sahip olamadı. Böylece de, İslâm dünyâsında mihver devlet olma pâyesi IX. asrın ortalarında Türklere geçti. Georgie Zeydan «Medeniyet-i İslâmîye» târihinde bu noktaya temâs ederken : «O zamâna kadar Türk askeri halîfeye sadâkat yemini ederken, ondan sonra halîfeler Türk askerine sadâkat yemini eder oldular» der.
Şayet bu gerileme ve inkırazın âmillerini arayacak olursak, karşımıza küçük bir risâle içinde îzâhı mümkün olmayan yığın yığın sebepler çıkar. Lâkin bunların en belli başlı olanları, idareciler sınıfının İslâmî prensipleri hafife almaya başlamaları, şahısların ve zümrelerin ise, yabancı şeriatlar tarafından desteklenen bölücülük, cehâlet, taassup ve tembelliğe kaymaları önde gelir.
Netîce itibariyle, dînin yumuşak dokusu katılaşarak zamânın akışını tâkipten geri kalıp elastikiyetini kaybetmiş böylece de, kütlenin heyecan ve hamle merkezi olan iman hayâtının sarsılması, ona bağlı olan medeniyetin bütününe sirayet eylemiştir.
Nihayet Arap kavminin kolu kanadı altında kendisine yeni inkişaf ufukları bulamayan İslâm medeniyeti, Ortaasya’nın feyz ve bereketiyle yüklü olan bir başka aksiyoncu kavmi seçerek, otağını onun bağrında kurmuş ve Müslüman akîde ve imanını Selçuklu ve Osmanlı isimleri altında dünyâ yüzüne yayacak yeni mihver devletlere döl ve zürriyet vermeye koyulmuştur.
Bü küçük risale, bir târih kitabı olmadığından, bin yıl imanı yolunda olmazları oldurmuş can verip can almış Türk kavminin o şerefli ve mübârek cihadlarından söz etmeyeceğiz.
Esasen temel mevzûumuz Müslüman Araba da Müslüman Türke de ve topyekûn bütün İslâm Âlemi nin içine kundak sokmakta yarış eylemiş Yahûdî, Hıristiyan ve nihâyet Moskof mâcerâsı üstünden kısaca geçtikten sonra, esas meselemiz olan ırk, millet ve renk ayrılığı düşünmeksizin, İslâmın birlik, beraberlik ve kardeşlik havası içinde uyanmasının lüzum ve çâreleri üstünde durmaktır.
İmânı uğrunda bin yıl kılıç sallamış Türk milletiyle Rus'lar arasında sayısız Türk-Rus muharebeleri oldu. Pek çoğunda yenildik. Osmanlı İmparatorluğu’nun hezimetleri, zâten Rus patronajı altına girmiş ve girmek tehlikesiyle karşılaşmış bulunan Ortaasya ve bilhassa Kırım Türklüğü’nün de esarete doğru giden adımlarını sıklaştırması demekti, nitekim öyle de oldu.
Fakat Akdeniz’in ılık sularına göz dikmiş Çarlık Rusyası'nın Uzak ve Yakın Şark Türklüğü'nü imhâ ve istîlâ politikası, zaferlerinin ve gayesinin tadını hiç bir galibiyette bugünkü kadar çıkaramadı. Öyle ki, asırlardır vahşî ve kanlı vuruşlarla Türkün canını, malını, topraklarını elinden almıştı amma vicdanına, irfanına, târihine, diline, imanına ve topyekûn kültürüne diş gecirecek darbeyi vuramamıştı. Onun için de, her maalûbiyet, Türk’ü Rus’a karşı daha kindar daha diş biler hâle getirdi. İntikam duygusunu arttırdı, eksiltmedi.
Halbuki, elli seneden beri giriştiği kültür savaşı ile, Türk’ü Türk yapan bütün mânevî değerleri tuz buz etti. Böylece de, asırlardır Türkün iman hâline getirdiği Moskof kînî, bir moskof hayranlığına can atar oldu. Memleketi bir iskelet hâlinde görmekten içi yanmayan menfaat gurublarım, âciz ve zavallı gafı! münevverleri elde eylemekle de, işini daha da kolaylaştırdı ve gayesine daha da süratle yaklaşmış oldu.
*
*          *
Türk olsun, Arap olsun, İranlı, Pakistanlı, Çinli, Sudanlı, Habeş, Arnavut, Boşnak, kitabı Kuran olan bütün İslâm devletlerinin, birlik ve beraberlik dâvâsını artık en ciddî en samîmî en menfaatsiz bir cihad rûhu ile ele alıp vatandaşlarım çatılarının mahremiyetine kadar uzanmış şakî ellerin tehlikesinden haberdâr eylemeleri bir ölüm kalım mes’elesidir.
Muhammed Ümmeti’nin, hangi ırk, hangi renk, hangi milletten olursa olsun, birbirine destek, yardımcı, koruyucu olması, omuz omuza diz dize verecek bir anlayış içinde yetişmesi, bugün İslâmiyetin ilk ve beiki de tek mes’elesidir.
Nasıl ki kolu, bacağı, gövdesi, başı kesilip parçalara ayrılmış bir vücut için hayat bitmişse, didik didik edilmiş ve birbiriyle maddî manevî irtibatı kalmamış İslâm Âlemi’ni de yeniden diriltmek için İslâmın müşterek ruhunu, Kur’an ahlâkını geri getirmek ve İslâm Birliği’ni kurmak gerek.
Müslüman haritası neden paramparça olmuş, içten ve dıştan niçin kendi kendine yabancılaşmıştım demeye lüzum yok. Zîrâ yukandanberi sayabildiğimiz ve sayamadığımız çeşitli sebeo ve illet mihraklarına kısaca parmak basmış bulunuyoruz. Şu hâlde mademki hastalık meydana çıkmıştır, yapılacak iş, tezelden büyük bir dikkat, şuur ve uyanıklıkla tedâvîve geçmek, bu mübârek vücûdu eski sağlığına kavuşturmak olmalıdır.
İlmî, İçtimâi ve Maârifle Alâkalı Hususlar
1          — İslâm memleketlerinin zihnî ve ruhî seviyelerini yükseltecek bir eğitim felsefesi tesbit edilip, Müslümanın Kuran ahlâkından koparılmadan, yaşadığı çağın ihtiyaç ve İcaplarına göre yetiştirilmesi.
2          — Yüksek ve tarafsız ilim çevrelerinde meşveret ve içtihada imkân verecek ve mezhep ayrılığının zararlarını önleyecek ilmî-dînî bir çalışma zemini hazırlamak üzere, Müslüman memleketlerinin ilim ve iman çevrelerinden teşekkül edecek olan bir akademi kurulması.
3          — Saf, sağlam ve ciddî ilim otoriteleri eliyle hazırlanacak bir ilmî araştırma fonu kurulması.
4          — İslâm memleketlerinde ortak bir burs teşkilâtı meydana getirilip kabiliyetli çocukların okutulmasının temini.
5          — Dünyâ literatürünün tâkip ve tercüme ettirilip kültür çevrelerinin alâkalarına sunulması ve İslâm kültür ve medeniyetinin meydana getirdiği büyük ve mühim eserlerin basılması, tercüme ettirilmesi, İslâm memleketlerine ve bütün dünyâya yayılması.
Bu arada kütüphanelerdeki elyazması eserlerin gün ışığına çıkarılmasından başka, siyer, târih, edebiyat, fıkıh, tasavvuf, tefsir, hadîs, kelâm, felsefe, mantık, matematik, tıp, astronomi, coğrafya, tabiat, mûsikî ve askerlik ilimleri sâhasındaki eserlerin de en mühimlerinin ilk elde neşredilmesi.
6          — Kral hanedanına mensup gençleri ve memleket idarecilerinin ve refahlı ailelerin evlâdlarını yabancı ülkelere tahsîle gönderip Batı emperyalizminin bir hayranı hâline gelmeleri tehlikesinin önlenmesi.
7          — Garb tesiri ile zihinleri ve ruhiarı şartlanmış olarak geri dönen bu genç insanların, memleketlerinin realitelerinden hakkiyle haberdâr olmaları mümkün olmadığına göre, İslâmî ahlâk ve değerlerini idrâk edebilen yerli ve fakat üstün seviyeli bir eğitim kadrosunun tez elden meydana getirilip kadın erkek, Müslüman gençlerin, bir İslâmî fazilet ve iman çerçevesi içinde yetiştirilmesi.
8          — İlericilik zannı ile İslâmî değerlere baş çevirip Batı kopyeciliğini bir kalkınma yolu kabûl etmek hatâsı ile, târihinden, imanından, örf ve âdetlerinden olma yolunu seçmiş Müslüman memleketlerin örnek alınmaması.
9          — Hac farizasını kuru bir şekil ve kalıplaşmış bir ibâdet olmaktan kurtarıp, aslî mânâ ve gerçek ruhunun yeniden kazandırılması.
Bilhassa Müslüman münevverlerinin, bu mukaddes topluluktan şahsen kazançlı çıkmaları kadar, bilgilerinden görgü ve tecrübelerinden risâlemizin metin kısmında îzâh edildiği üzere gerek fertlere, gerek isiâm câmiasına itibar ve kazanç getirmesinin de sağlanması.
10       —Zekât müessesesinin işler hâle konulup İçtimaî bünye içinde, yoksulluğu yenmiş, şuurlu ve uyanık bir orta sınıfın teşekkülüne yardımcı olunması.
11       — İsraf ve sefahatten kaçınılması ve âile müessesesinin, devletlerin bünyeleri içinde sosyal yapının en küçük fakat en sağlam bir çekirdek olduğunu düşünerek, cemiyetin kudret ve değerlerinin hem sahibi, hem de bekçisi mâhiyetinde bulunduğunu gözönüne alıp onun, şer ve menfî hücumlara karşı kendini koruyacak bîr şuurla eğitilip silâhlandırılması.
12       — Dünyâ petrol rezervleri, yapılan tahminlere göre, 2000 yılında tükenecektir. Avrupa, Amerika ve Rusya'da bu toprak altı hazînesinin yerine kaim olacak sun’î veya tabîî enerji kaynakları arandığına göre, bâzı Müslüman ülkelerde bulunan işbu mühim gelir kaynağının ehemmiyeti, yakın zamanda ortadan kalkmak tehlikesiyle karşı karşıya demektir. Şu hâlde, petrol gelirine güvenmemek lâzımdır.
Bu meyanda, petrolden elde edilen gelirin büyük bir kısmı, başta yeni buluşlarla işe yaramaz hâle gelen harb malzemesine ve Batı'dan yapılan çeşitli fuzûlî ithâlâta, şehirler kurmaya ve îmar işlerine sarfedilerek, tekrar Avrupalılar Amerikalılar eliyle Garb tarafından çekilip geri alınmaktadır. Bu hayâtî nokta üstünde ciddiyetle durulup gereken tedbirlerin alınması.
13       — Petrol ihrâç eden memleket gelirlerinin, müşterek hareket edilerek bütün İslâm ülkelerinin kalkınması için kredi olarak kullanılmasının temîni ve yabancı bankalarda yatan ölü sermâyenin kurulacak bir İslâm bankasında kredi kaynağı olabilmesi.
14       — Şu halde Müslüman ülkelerde bir yandan teknik elemanların yetiştirilmesi ve plânlı bir sanâyileşme politikasının gerçekleştirilmesi yoluna gidilmesi, yalnız fabrikalar kurulması değil, fabrikalar yapan fabrikalar kurmak seviyesine çıkarılması, acele ve tez elden alınmak gereken çâreler olduğunun bilinmesi.
15       — Siyâsî coğrafyadan mühim olan târihî ve iktisâdı coğrafyanın İcaplarım değerlendirerek, Müslüman memleketler arasında müşterek faaliyetlere girmek üzere ortak kalkınma projeleri bursu ihdâs edilmesi. Hicaz, Irak, Suriye, Yemen, Tunus, Cezâyir, Fas, Libya ve Türkiye bin yıl iktisâdı bütünlük içinde yaşamış olduğuna göre, Lozan Andlaşması’nın getirdiği bölünme siyâsî hududlar ayrılığı, iktisâdî coğrafyanın emirlerini değerlendirmemize mânî olmamalıdır.
16       — 1976 yılında dünyâ üzerindeki İslâm ülkelerinin millî gelirleri, toplam olarak 150 milyar dolar olduğu hâlde, aynı yılda yalnız İtalya’nın millî geliri bu miktara müsavidir. Bu acı gerçek, İslâm memleketlerinin bir müşterek iktisat politikasında birleşmelerinin ne derece elzem olduğunun anlaşılmaya yetip artmasını göstermektedir.
17       — Dünyâ üzerindeki Hristiyan memleketler, Müslüman Türkiye’nin de dâhil olduğu, Nato’da, sosyalist memleketler ise, Varşova Paktı'nda birleşmişlerdir.
Şu hâlde bütün Müslüman memleketlerin kendi aralarında müşterek müdâfaa sistemi olabilecek bir anlaşma tesîs eyleme yoluna gitmeleri.
18       — Bir Müslüman ülke olan Türkiye’nin yetişmiş kafa ve el emeğini Hıristiyan Avrupa memleketlerine göndereceği yerde bu çalışma ekiplerinin bilgi ve tecrübelerini, diğer Müslüman memleketlerinin emrine vermesi her iki taraf için de müsbet ve mantıkî faydalar temîn eyleyeceğinin bilinmesi.
19       — İslâm ülkelerinin, artan petrol geliriyle büyük ölçüde ithalâta girdikleri görülmektedir. Aşırı meblâğlara varan bu malların nakli için, gene Hristiyan memleketlerinin nakiiye filolarına çok yüksek navlun bedelleri ödenmektedir. Müslüman memleketler arasında müşterek bir deniz ticâreti filosunun hem döviz tasarrufu sağlayacağım ve hem de ülkeler arası münasebetlerini geliştireceğini düşünmek ve değerlendirmek zamânının geldiğinin düşünülmesi.
20       — İslâm kardeşliğini siyâsî endîşe ve her türlü menfaatin üstünde tutarak politik düellolarla, bu birliğin parçalanmaması.
Bugün İslâm memleketlerinin başında bulunanlar, bu kısa devredeki fırsatı değerlendirerek târihe «Büyük İnsanlar» nâmiyle geçip bütün İslâm Âlemi tarafından minnet ve saygı ile anılacaklardır. Aksi takdirde, herkes gibi, zamanın sisleri arasında kaybolup gitmelerinin mukadder olduğunun bilinmesi.
21       — Yaklaşmakta olan 1400. Hicrî Yıldönümünün, Müslüman dünyâsı için bir yeniden doğuşun başlangıcı hâline getirilmesi. Bunun için de, İslâm Âlemi’nin müşterek parolası, şevk, aşk ve hamle kaynağı olan îlâ-yı Kelimetuilah için yaşamanın, onun uğrunda yaşamak kadar ölmenin de bir nîmet ve saâdet olduğunun zihinlerde ve gönüllerde gayeleşip zafere ulaşması.
Ey Emîrler, Devlet Reisleri, İslâm Âlimleri!
Müslüman dünyâsının nabzım elinize almak zamanı daha gelmedi mi? Milyonlarca garib, ezilmiş, câhil, yardım ve şifâ bekleyen dindaşınız bir fikir koması içinde bulunuyor. Bu gökkubbenin altında, münevver ve uyanık İslâm toplulukları olmakla beraber, İslâmın müşterek prensiplerini, müşterek hafızasını ve îlâ-yı Kelimetullah aşkım körletmeyi vazife bilen gafil ve kendilerini menfaatlerinin emrine vermiş şer kuvvetleri de vardır. Dolu dizgin at süren bu dalâlet erbabına daha ne zamana kadar göz açtıracaksınız? Bu zavallıların çoğu, alâkalıların kayıtsızlıkları ve ihmâlleri yüzünden gidecekleri yolu ters seçmiş kimsesizler, garib kişilerdir.
Güneşi tanıyan, idâre kandiliyle aydınlanmak istemez. Amma evlâtlarının eğitim ve öğretimine, çocuk yaştan yabancıların el koymasına izin veren devletleri, gençlerden güneşi esirgemekle suçlamak hiç de günâh olmaz.
Şu hâlde artık Müslüman memleketler, evlâtlarının zihinlerine ve ruhlarına sâhip çıkıp onlara öz değerlerinden zırh giydirerek düşman oklarının tehlikesinden korumalıdır.
Ey Emirler, Devlet Reisleri, ilim ve iman Büyükleri! Genç ve körpe insanlar sizden himmet elinizin kendilerine uzanmasını bekliyor. Onları ayıltıp şifâlandıracak devâ, ilim, irfan, hikmet ve îlâ-yı Keiimetullah aşkıdır. Bu uyurgezer bütün kütleleri, siyâset hesaplarından, iktidar rekabetlerinden, içine maddî manevî herhangi menfaat karışmamış ciddî, samîmî, ihiâslı, ölçülü, fîsebilillâh bir gayretle silkeleyip uyandırarak kendilerine getirin!
*
*          *
İslâm kardeşliğini politika hesaplarının üstünde tutmak, yalnız manevî birlik bakımından değil, Müslüman coğrafyası üstündeki bütün müstakil devletlerin menfaatleri yönünden de sonsuz faydalara gebe olduğunu bilmek gerek.
Amma çeşitli çıkarlarla gözleri kararmış şer kuvvetleri, zümre ve şahıs menfaatleri, İslâmın bu mes’ud dönüm noktasını elbette türlü fesat ve fitneler çıkararak önlemeye uğraşacaklardır.
Garb, kültür seferberliği ve teknik üstünlüğü ile Şark'ı ayağının altına almış, içtimâi ve fikrî hükümranlığı ile onu zaptedip kölesi hâline getirmiştir. Bu yüzden de, bir vakitler İslâm’ın uyandırmış olduğu meş’ale hâlâ Garb’ın elinde bulunuyor.
Batı’da bir Fransız bir Alman bir Avusturya bir İtalyan medeniyeti yok, Haçlı bir Avrupa medeniyeti vardır. Irkî husûsiyetler bir yana, eskiden İslâm coğrafyası da tek medeniyet çatısının müşterek esas ve prensiplerine sahip bulunuyordu.
Bugün mühim olan, İslâm Âlemi’ni tekrar aynı müşterek çizgi üstüne getirmek, böylece de çekirdeklikten çıkarıp yeşertmek, yeniden dal budak salacak meyve ve mahsûl verecek hâli ihya etmek zamânıdır.
Baştan beri söylediğimiz gibi, İslâm Âlemi’nin bilmesi gereken hakîkat: «Burası benimdir, şurası şenindir!» dîye çizdiği hudutlar içinde siyâsî istiklâl ve ayrılık dâvâsı gütmek yüzünden, İslâm Birliğini engelleyecek beşerî ve nefsânî aldanışlara düşmemek lâzımdır. Amma buna, evvelâ kendi kendimizin inanıp, Devr-i Saadet’teki o saf şevk ve galeyanla dâvamızı gerçekleştirdiğimiz takdirde, dünyânın karşısına kurşun işlemez bir salâbet ve bütünlükle çıkmak, hiç de güç olmayacaktır.
Ey Emirler, Devlet Reisleri, Müslüman Münevverler!
Artık bu birliğe hakikat çehresi verecek fırsat gününün ayak sesleri duyulur hâle gelmiştir. 1400. Hicret senesinin bütün İslâm Âlemi'nce müştereken karşılanması, İslâm Birliği şuurunun ilk adımı neden olmasın?
*    *
Asırlarca, Ortodoks Şarkî Roma’nın can çekiş meşine seyirci kalmış olan Katolik Garbi Roma, mağlûp ve perişan Ortodoks Bizans’ın bütün tâviz ve yalvarmalarına rağmen o zamanlar, bu mezhebi ayrı dindaşına yardım elini uzatmamıştı. Amma geç de olsa, hatâsını anlayan katolik dünyâ, Bizans, târih mezarına gömüldükten 500 sene sonra, dünyâ hıristiyan birliğine şirin görünmek ve bir yekpârelik manzarası çizmek üzere, taassup kaftanından sıyrılır bir edâ ile, bu suçunu, sembolik bir jest ile tâmîr etmek istedi ve Papa VI. Paul’ü 1967 senesinin Temmuz’unda İstanbul’a yollayarak eski bir kilise olan Ayasofya’nın mihrâbında haç çıkartarak diz çökertti.
Asırlar sonra katolik kilisesinin ortodoksluğa gösterdiği bu saygı nümâyişi, hâlâ kulağı ağır işiten ve basîret gözündeki perde düşmemiş olan İslâm Âlemine utandırıcı olduğu kadar acıklı ve alaylı bir ihtardır da.
Papanın diz çöküp haç çıkardığı Ayasofya, Bizans'ı Türkler fethettiğinde, Fâtih Sultan Mehmed'in, içinde ilk Cuma namazını kılarak câmi hâline sokmuş olduğu bir mâbet bulunması bakımından da, bu ziyaretle Haçlı dünyâ, vahdâniyetci âlemden bir kere daha hınç almış bulunuyordu.
Sonra da aynı Papa, çeyrek asır içinde bir hokkabaz maharetiyle el ve dil çabukluğuna getirilerek Efes oluveren Selçuk kasabasındaki Meryem Ana Kilisesi'ne de giderek, Türk’ün bu şâhâne gafletinden faydalanıp şehri, Hıristiyanlık adına takdis ve tescîl etmiş oldu.
Bütün bu ince ince düşünülerek Müslümanlığın kalbine saplanan intikam oklarıyla da hıristiyanlık âlemi, bir kalemde mezhep ayrılıklarının ve nefretlerin üstüne kalın bir çizgi çeker ve Kur’ân ehline karşı dâimâ elele olduklarının her fırsatta işaretini verirken, Müslümanların, Allah katında değer taşımayan siyâsî menfaat ve iktidar çekişmeleri yüzünden birbirlerine dis bilercesine atıp tutmaları, haçlı, siyonist ve komünist dünyâ karşısında dağınık, perîşan ve kavgalı olmaları revâ mıdır?
İş, hatânın hatâ olduğunu anlayabilmektedir. Suç sabit olduktan sonra ondan rücü etmemek ise, insanlık şanına yakışır dâva değildir.
Ancak biz Müslümanlara hatâlarımızı kabûl etmek güç geliyor. Çünkü doğruyu yanlıştan ayıracak endazemizi kaybetmiş bulunuyoruz.
Dev adımlarla ileri atılan bir dünyâda, daha nice zaman el yordamıyla yürüyeceğiz?
Yahûdî, binlerce senedir dünyânın neresinde olursa olsun ve hanqi dili konuşursa konuşsun, ırkçılığının ve şeriatçılığının çizgisinden ayrılmadığı için, kendi kavminden başkalarına hayat hakkı tanımayan bir dînî taassubu dünyâya karşı silâh olarak kullanıyor. Amma dünyâ da, öylesine gafil ve çeşitli mes’elelerin içine öylesine dalmış bulunuyor ki, nedir bu Tevrat yobazlığı, nedir ona inananların insanoğluna etlikleri? demeye ya fırsat bulamıyor yahut da Yahudi gözbağcılığı veya tehdîdi, buna meydan vermiyor.
Hıristiyan ise, peygamberinden bir asır sonra türlü eller tarafından yazılan İncil’ine güvenemediği için kiliseye kuvvet vererek, haçı, onun yaşatılması yolunu tutmuş bulunuyor. Kilise de, kesesini ve kasasını günâhlarına siper ederek medenî cemiyetleri bir türlü, câhil ve iptidâi kabîle ve toplulukları bir başka türlü baskısı ve tesîri altında tutma yolunda her türlü insafsızlığı ve günâhı insanoğluna revâ görüyor.
Tek âyetinde dahî tereddüd ve şüphe olmayan, her emri ve tavsiyesi beşeriyete gerçek saadet ve huzûru müjdeleyen Kur an ehli Müslüman ise, bir eşsiz hazînenin sâhibi olduğu hâlde onu ne kendi açıp faydalanabiliyor ne de gökkubbe ehline : Gelin, gelin.... aradığınız buradadır! deyip Allah’a îlâ’yı Kelimetullah seferberliğine dâvet edebiliyor.
Ey Emirler, Devlet Reisleri ve Münevverler! İslâmın kararmış çerâğını uyandırmak, Allâh’a ve kula karşı borçlu olduğunuz mes'uliyeti idrâk eylemek zamânı daha gelmedi mi?
Fîsebîlillah cihâdın, ibâdet ölçüsünde kutsi olduğunu bildiğiniz hâlde ne duruyor ne bekliyorsunuz? Celâdetiniz, cesâretiniz, şuûrunuz ve ihlâsımız ile kılıcı kınından çıkarmak zamanıdır.
Çarlık Rusya devrinde bir avuç Kafkasyalı Müslüman, Moskof birliklerinin o bitip tükenmez gece baskınları başlarken, münâdîler de mahalle mahalle dolaşır ve koşa koşa kapıların önüne gelerek : «Ey Müslümanlar uyanın... cennet ayağınıza geldi. Ne duruyorsunuz, koşun... Ya gazi olacaksınız ya şehîd!» diye bağırarak Dağıstan yiğitlerini, acele cihâda dâvet ederlerdi.
Amma bugün dünyâda kılıç kalkan, top tüfek hattâ mermi füze ile cenk eylemek ikinci plâna düşmüştür. İslâm Âlemi’ni de, ateşli silâhlar ve ordulardan ziyâde, yabancı kültür hayranlığı, yabancı fikir tuzakları, rehavet ve tembellik yıktı. Onun için de bugün, İslâm Âlemi’nin içine düştüğü kıymetler buhrânı, gerçeklerin yerini sahtelere bırakmış bulunuyor.
Ey Emirler, Devlet Reisleri ve Din Kardeşlerim!
«Cennet kapınıza geldi!» diye cihâda çağıran ses hâlâ kapı kapı dolaşıp bağırmakta. Uyanalım ve idrâkimizi saran dört duvar arasından fırlayıp savaşa koşalım. Amma belimize asılı kılıcı kınından çıkararak değil... Bir bakıma o devirler uzaklardadır. Uyanık bir gönül, uyanık bir kafa ile ileri atılıp, Garb'a kaptırdığımız ilim meş’alesini, Şark'ın hikmet ve irfânı ile zenginleştirerek yeniden elimize alalım.
*          *
Neden olmasın? İlimle bilenmiş tek kafa, aşk ve imanla cilâlanmış tek yürek, yeri yerinden oynatır. Öyle ki gafletten, cehaletten, şerden ve nifaktan haraç alır. Belki haraç da değil, ganimetler elde eder.
İslâmın eksiği ve kusuru, güvenip emîn olacağı ve sayacağı bir merkezî otoritesi olmayışıdır. Bu dağınıklık ise, İslâm devletlerinin birleşmesinden korkan karşı kuvvetlerin târihî taktikleri ile, oldu olası kışkırtılmak sûretiyle devam etmektedir.
İslâm dünyâsı, müşterek imanlarını tâzeleyecek ve diriltecek ilham, heyecan ve hayat kaynağına susamış bulunuyor. Ne duruyorsunuz, ey Allah'ın kendilerine akıl ve imkân verdiği siz Emîrler, Devlet Reisleri ve Münevverler?
*
*          *
Biz Müslüman Türkler de hatalıyız. Zîrâ İslâm'ın hikmet, irfan ve ahlâkına baş çevirerek redd-i mîras eylemiş bulunuyoruz. Onun için de işte topraklarımızda düşman kol geziyor. Tarihsiz, dilsiz, dinsiz nesiller yetiştirdik. Acısı büyük oldu. Amma gaflet ve hatâmızın henüz tam şuurunda değilsek bile, ufuklarda gün ağarmaya başlamış bulunuyor. Ne yazık ki bu hatâmız yüzünden kendi kendine düşmanlık eden bir eğitim politikası, yaptığının da yapacağının da farkında olmayan bir câhil münevverler kütlesini vatan sathında söz sâhibi eylemiştir.
Aydınlığın faydası âmâlara değil, görücü gözleredir. Biz ise yerli olmayan öyle bir okuryazarlar sınıfı meydana getirdik ki ezberlemiş oldukları Garb işi sloganlardan gayri karşılarında târihin ve imanın alev alev parlayan nurlarına görmez gözlerle kör kör bakmakta ve içine düşmüş oldukları gayyâyı dahî fark edememektedirler.
*
*          *
İslâmda «Sen, ben, biz, siz» olmaz. Türk, Arap, Acem, Kürt, Arnavut, Boşnak, Gürcü, Çerkez, Zenci, Habeş ayrılığı yoktur. Zîrâ İslâm, ayırıcı değil birleştiricidir, birlikçidir. Şu hâlde ey Müslüman milletler, siz de birleşin, tevhîdin şânı, Allah’ın Kuranı, sizden bunu bekliyor.
Durmadan dirsek vuran ve İslâm Âleminin boynundan bir türlü pençesini çekmeyen haçlı, siyonist ve komünist dünyâ, elindeki ve kafasındaki en güçlü silâhlarla bizi hem iç hem dış varlığımızdan vurup yerle bir etmek fırsatını gözlüyor.
Ey merd-i meydanlar!
Çıkın ortaya... Uyandırın İslâm Âlemi’ni... Çığ gibi büyüye büyüye üstümüze yürüyen tehlikeleri görmezlikten gelmek ve rahat döşeğimizde istirahata varmak haram bize... İslâmın kıyametini koparmak için elele vermiş şer kuvvetleri, asırlardır pusudan çıkıp çıkıp bizi hançerlemekte...
Onlara, daha nice zaman göz yumacak karşı koymayacaksınız?
Kendinde olan sermedî sırrı etrafına sirâyet ettirebilmek gücünde bulunan müstesnâ kimseler ne bahtiyardır. Müslüman coğrafyası üstünde insan kıtlığı mı var ki büyük kıymetler, yüzlerine ölü toprağı serpilmiş gibi susuyorlar?
Ey varlıklarını Allah katında yokluğa çevirmiş olan mânâ zenginleri! Hayvânî duygularını ve beşerî hırslarını kara mangır gibi harcamış ulular! Çıkın, çıkın artık ortaya...
İnsanoğluna, adaletin, merhametin, haysiyet ve şerefin yolunu açmış Müslüman îmânının etrafındaki setleri siz yıkacak, bütün dünyâya birlik berâberlik ve kurtuluş yollarını siz işaretleyecek, siz gösterecek siz açacaksınız.
Ey Müslüman Emîrler, Devlet Reisleri, İdareciler, ilim ve iman Adamları! Siyâsî, kavmî ve şahsî öfke ve kinlerinizi beslemeyin, aç kalıp ölsünler.
Emîrler de, başbuğlar da, başkanlar da, âlimler, san’atkârlar bütün insanlar ve bu insanların kurup meydana getirdiği bütün düzenler, iktidarlar, ne var ne yok hepsi fânîdir ve birer semboldür. Tıpkı eskiler gibi bugünküler de gelip geçecektir. Siz ey ellerine Allah tarafından fırsat verilmiş olanlar! Geçmiyecek, fenâ bulmayacak olan ezelî ve ebedîye hizmet ederseniz siz de ebedîlerden olursunuz.
Her medeniyet için bir inkiraz davulunun çalması mukadder ise de, şuûr altında ve gözlerden ırak canlı hücrelerini kıskançlıkla saklamış olan medeniyetler için bir yeni nizam, ayakları çağının zeminine basmış bir yeni terkîb içinde dirilmek de alın yazısıdır ve mukadderdir.
İşte bugün bir iflâs manzarası arzetmesine rağmen, İslâm Âlemi’nin de ba’s-i ba’delmevte erişmesi uzak değildir.
Bir Müslüman için en büyük iftihar, İslâm ile müşerref olmuş bulunmasıdır. Zaman tozlarının tabakalaşıp karanlığa gömdüğü İslâm medeniyeti ile çağdaş dünyânın nikâhını tazelemek ve ortaya, cehâlet ve taassuptan arınmış bir dünyâ görüşü getirmek günüdür. Ne duruyor ne bekliyor ne düşünüyorsunuz?
Haydi ayağa kalksanıza...
İnsanoğluna adâletin, insâfın, haysiyet, şeref ve huzurlu bir dünyâ görüşünün kapılarım açmış olan bu mübârek dînin 1400. senesi aheste aheste geliyor.
Ey Emîrler, Devlet Reisleri, İlim Adamları, Münevverler ve Din Kardeşlerim!
Hepinizi, hepimizi tek anlayış tek âhenk tek gaye etrafında birleşmeye çağırıyorum. Gene hepinizi, hepimizi, dalı budağı eflâke uzanmış bu tevhîd ağacının altına çağırıyorum. Allah’ın, bütün yaratılmışlara eşsiz ihsânı olan Kur'ân ahlâkına çağırıyorum. Hakîkate çağırıyorum, Hakk’ın Resulüne çağırıyorum. Hakk’ın birliğine çağırıyorum.
Sizi Allâh’a, Allah'ın rızâsını kazanmaya çağırıyorum.
Kaynak: Sâmiha AYVERDİ Hanımefendi, Hicrî 1400. Yıla Yaklaşırken KÖLELİKTEN
EFENDİLİĞE, Damla Yayınevi, 1978, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar