KORKUYU YÖNETMEK
Türkiye'nin son yıllarda
gündemi en fazla dolduran husus, hiç kuşkusuz Güneydoğu’da yaşanan ve sürekli
tırmanma gösteren PKK terörüdür. Terör örgütü, eylemlerin temel unsur olarak
Güneydoğulu gençleri kullanmaktaydı. Bölgedeki ailelerin önemli bir kısmı,
genç çocuklarının terör malzemesi olarak kullanılmasına engel olmak üzere,
onları ülkenin Batı bölgelerindeki büyük kentlere göndermişlerdir. Böyle bir
imkânı bulamayan dağlık ve kırsal alanlardaki ailelerin genç çocuklarının
teröre zorla katılması sonucunda bu kaynağın aşırı bir şekilde kullanılmasıyla
da son on yıl içerisinde PKK terör örgütü, yeterli eylem malzemesi olan insan
bulmakta güçlük çekmekteydi. İşte tam böyle bir zamanda, başta Amerikan ve
Almanya olmak üzere Batılı ülkeler, PKK terörüne karşı tedbirler alarak, bölge
üzerinde operasyonlarında ve müdahalelerinde, başka dinamikleri kullanma
stratejisine yöneldiler.
Batının, Türkiye'nin,
dünyada çok önemli değişmelerin ve gelişmelerin olduğu bir zamanda, yoğun iç
sorunlarla uğraşarak enerjisini ve gücünü bu alanda harcamasına yöneltilmesi
çerçevesinde ortaya attığı yeni kavramlar içerisinde en ilgi çekici olanı "Siyasi çözüm" şeklindeki, ne
anlama geldiği tam olarak anlaşılamayan, şimdilik içi boş bırakılmış, muğlak ve
belirsiz bir ’’sihirli formüldür”.
"Siyasi çözüm"
konusunda yakın bir zamanda Türkiye’de, başta iletişim araçları olmak üzere,
birçok siyasi parti ve derneklerin faaliyetleri ile çeşitli kuruluşların çalışmalarında,
bir kaşık suda fırtınalar koparılmaya başlandığını hep birlikte göreceğiz.
Şimdilik, "siyasi çözüm" ün ne olduğu, kasıtlı olarak toplumun ve kamuoyunun
bilgisinden saklanıyor. Çünkü, ilgili kaynaklar, toplumun öncelikle bu kavramın
sihrine ve büyüsüne alışmasını beklemektedirler. Toplumun yöneticileri ve
ülkedeki bu konuda duyarlı kamuoyu, belirli ölçülerde bu çerçevesi henüz
doldurulamamış olan formüle alıştıktan sonra, peteğin içi yavaş yavaş
doldurulmaya çalışılacak ve bu hususta "zihinsel planda" bir terör
estirilecektir.
Batının Güneydoğu ile
ilgili yeni stratejisinde, Türkiye'de kendisine bulacağı en önemli yandaş
grupları, ideolojik yapılarında var olan bazı evrensellik özellikleri bakımından
Marksistler, kapitalistler ve fundamantalistlerdir. Görünüşte tam birbirlerinin
zıttı olan hem teoride, hem de uygulamada birbirinin can düşmanı gibi gözüken
bu düşünce akımlarının, Türkiye'nin bölünmesi ve Türk devletinin yıkılması
hususunda çok ilgi çekici ve çarpıcı bir işbirliği ve dayanışma sergiledikleri
gözlenmektedir. Bu çerçevede Marksist, kapitalist, ve fundamandalist düşüncelerin
ideolojik yapılanmaları ve temel dinamikleri hakkında kısa bir analiz, konunun
daha açık anlatılmasına ve açıklanmasına katkıda bulunacaktır.
Marksist düşüncenin temelinde, "diyalektik” yani
"ceddeleşme" kavramı vardır. Tarihi diyalektiğe göre, insanlar ve
toplumlar günümüze kadar, birbirleriyle mücadele ederek, kavga yaparak ve
savaşarak gelmişlerdir. Marksizm’in öngörülerine
göre, toplumların tarihi macerası, toplayıcılık, avcılık, kölelik, feodalite
ve kapitalizm aşamalarıyla kendini göstermektedir. Her önceki toplum yapısı,
bir sonraki tarafından yıkılmış ve sona erdirilmiştir. Marksizm’in iddiasına
göre, bütün bu ceddeleşmeler zinciri, komünizmin aşamasıyla son bulacaktır.
Komünizmin, mutlu bir son olarak insanlar ve sınıflar arası mücadeleyi sona
erdirmesinde ise en önemli engel devlet olarak görülmektedir. Bu anlamda,
Marksist düşüncenin hep özlemini çektiği "proleterya ihtilalinin”
kopmaması ve kominizim aşamasına ulaşılmasının, dolayısıyla Marksist şemanın
gerçekleşmemesinin tek sorumlusu güçlü devlet olgusudur. Bu bakımdan bütün
Marksistlerin bilinçaltı devlet düşmanlığı ile doludur. Türkiye bağlamında
konuyu değerlendirecek olursak, ülkemizde Marksist düşünce akımı, birçok türevi
ile birlikte, Türk devletini zayıflatacak ve güçsüz bırakacak bütün
hareketlere destek vermektedir. Marksistler ülkedeki ayrılıkçı ve bölücü
faaliyetlerin fikir öncülüğünü yaptıkları gibi, bilinçaltlarında var olan
devlet düşmanlığı ile de "siyasi
çözüm" formüllerinin mucitliğini ve en hızlı savunuculuğunu
yapmayı sürdüreceklerdir.
Türkiye'nin toprak bütünlüğü konusundaki en duyarsız sosyal kesimin ikinci
grubu, kapitalist düşünceyi, temsil eden kişilerdir. Batı toplumlarında
büyük bir sosyallik hamlesi yaparak toplumla bütünleşmeyi sağlayan iş
çevreleri çoğunlukta iken, Türkiye'deki kapitalist sınıf, halen 19. yüzyıl
kapitalist düşüncesinden kurtulmuş değildir. 19. yüzyıl kapitalizminin temel
felsefesi, ne pahasına olursa olsun maksimum (en fazla) kârı elde etmektedir.
Ayrıca, maksimum kârı elde etme yönündeki bütün çabalar da, kapitalistlerin en
doğal ve meşru hakları olarak görülür. Bu çerçevede "sermaye" nin vatanı
ve devleti de olmaz. "Sermaye’nin tek vatanın ve
devleti vardır, o da "maksimum kâr"dır. Batı toplumlarında iş
çevreleri ve girişimci sınıf, "sermaye’nin sınır tanımazlığından çok,
bulunduğu iç ve dış çevre şartları çerçevesinde bir uzlaşmaya öncelik vererek
"optium kâr" anlayışına yönelmiş iken, gelişmekte olan bir ülke
konumundaki ülkemiz kapitalist kesiminin -toplumsal uzlaşmaya yönelik küçük
bir grup hariççoğunlukla hali hazırda böyle bir zihinsel ve kültürel sıçramayı
gerçekleştirememiş oldukları gözlenmektedir. Kapitalistlerin Güneydoğu
hakkındaki düşünceleri ve teklifleri hep bu "maksimum kâr" motifi
üzerinde kuruludur. Ülkenin önemli kaynaklarının, Güneydoğu'ya
aktarılarak ekonomik davranılmadığı biçiminde, açıkça söylenemeyen ve ifade
edilmeyen, ama bilinçaltlarında saklı tuttukları, bazı ön yargılar vardır. Bazı kapitalistlerin
söylediklerinden hareket ederek, söylemedikleri ve sakladıkları düşüncelere
ulaşmak mümkündür, işte bu konuda bazı söylenenler: "PKK örgütüne
Güneydoğu'da üç il verilebilir’', "Nu mutlu Türkiyelim diyelim”,
"Türkiye, Kürt kimliği üzerine siyasi parti kurulmasına izin
vermelidir" v.b. gibi. Öyle anlaşılıyor
ki, kapitalist kesimin önemli bir kısmı, Güneydoğu'nun ekonomik geriliğini,
Türkiye'nin üzerinde bir kambur gibi görüyor ve olayları bu açıdan
değerlendirerek, bölünme ve ayrılma sürecinin ilk adımı "siyasal
çözüm" formülünü hararetle savunuyor.
Türkiye Cumhuriyeti ibaresinin sözlü ifadesinde PKK'nın geliştirdiği bir
"T.C." söyleyiş biçimini, ısrarla tekrarlayan ve vatanın bölünmesi
konusunda en yoğun çalışmaları sürdürten sac ayağının üçüncüsü, fundamantalist
eğilimlerdir. İslamiyet’i anlamaktan
ve yaşamaktan çok, ideolojik bir kavga ve savaş cihazı gibi kullanmak çabası
biçiminde örgütlenmiş olan bu akımın temel hareket noktası ise belirsiz ve
sınırsız bir "ümmet" kavramıdır (Acaba Müslüman
Türkler bu kavrama dahil mi?). Fundamantalist ibarelerde ve iletişimde,
teorik olarak belirsiz bir kavram olarak kullanılan "ümmet" deyiminin
arkasında, ilgili kişilerce açıkça söylenmese de, bilinç altına saklanmış
olan ve bazen kendi aralarında konuşulan yönleriyle çoğunlukla İslamiyet'in
İran tecrübesi vardır. Güneydoğulu Türk vatandaşlarının din gibi önemli bütünleşme
unsurunu, bizzat bölünme ve ayrılmada birer araç olarak kullanma yöntemini
tercih eden fundamantalist akımında temel dinamiklerinden biri, yaygın ve
yoğun bir Türk devleti düşmanlığıdır. Bu düşünce akımının mensuplarının bütün
Müslüman ülkelerde, zihin ve düşünce arka planında çoğu Marksist kökenli
kişilerin olması bir tesadüf değildir. Temelde fundamantalistlerin devlet düşmanlığı ile Marksist devlet
düşmanlığı duyguları, birbiriyle örtüşmekte ve benzeşmektedir.
Fundamantalistlerin devlete ve nihayet toplumla olan çatışmalarında ve
sürtüşmelerinde, kendi amaçlarına ulaşma konusunda en büyük engel, devlet
örgütlenmesi gibi gözükmektedir. Bu bakımdan, fundamantalist akım büyük
engel, aralarında büyük zıtlıklar varmış gibi gözüken Marksist düşünce gibi
devletin zayıflaması ve gücünü kaybetmesi bağlamında, sonuçta yumuşak bir
bölünme sürecine götürecek olan "siyasal çözüm" teklifler ne büyük
önem vermektedir.
Sonuç olarak, henüz
şartlandırma, aşılama ve alıştırma aşamalarında bulunan "siyasal
çözüm" ve "kültürel haklar" gibi formüller, PKK'nın şiddet yoluyla
gerçekleştiremediği bölünmeyi, bazılarının deyimiyle "barışçı
yöntemle" ve "sivil çözümle" gerçekleştirme stratejisinin ilk
adımlarıdır. Bu kapı aralanmaya
görülsün, sonuna kadar açılmasını önlemek, PKK terörünü önlemekten daha çok zor
olacaktır. Bu anlayış içerisinde,
bu topraklara "benimdir" diye sahip çıkabilme yeteneğinin ve
yürekliliğini gösterebilen bütün insanlar ve "Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşı" ya da "Türk milletinin bir ferdi" olma şerefini
taşıyan herkes, Türk devletinin birliğim ve Türk milletinin bütünlüğüne, her
ortak ve bağlamda sahip çıkmalıdır.
Sh: 27-33
Batı Almanya Birinci ve
İkinci Dünya Savaşlarının başlatılmasında ve genişletilmesinde birinci derecede
sorumlu bir ülke idi. Dünyadaki yeni gelişmeler doğrultusunda Doğu Almanya ile
birleşmesinden sonra, yeni bir süper güç haline gelmiş durumdadır. Şu anda,
Birleşik Almanya ekonomik ve teknolojik gücünü, askeri ve siyasi bir etkinlik
haline dönüştürme çabası içerisindedir. Tabiattaki her canlının, sahip olduğu
gücü çevresine gösterme ilkesine uygun olarak, Almanya da sahip olduğu gücünü,
yaşama alanını genişletme doğrultusunda, daha etkili bir şekilde kullanmaya
yönelik çeşitli stratejiler gelişmektedir. Almanya'nın yenidünya düzeninde, yenidünyanın
enerji ve pazar alanlarının yeniden paylaşılması sürecinde, Ortadoğu ile olan
ilgisinde son derece dikkat çekici bir artış olmuştur. Çünkü, Alman ekonomisi ve sanayisinin can daman olan enerji kaynağı, Basra
Körfezi ile Hazar Havzası’dır. Ayrıca, bir ihracat ekonomisine sahip olan Almanya, ürettiği
malları dış pazarlara satamadığı zaman önce ekonomisi, sonra da sosyal ve
siyasi yapısı büyük bir çıkmaz içerisine girer. Bu anlamda, Alman
sanayisinin çarklarının aynı hızda ve hatta daha fazla dönmesi için en uygun
pazar alanları da yine önemli hammadde kaynaklarına sahip olan Ortadoğu
ülkeleri ve Orta Asya Türk Cumhuriyetleridir.
Dünya coğrafyasının en
önemli enerji ve pazar alanları olarak görülen bu bölgeler büyük ölçüde Türk ve
İslam dünyası ile ilgili coğrafyadır. Bu coğrafya, şu anda yenidünya düzeni
çerçevesinde, büyük ekonomik ve askeri güce sahip olan süper devletlerin
yaşama ve nüfuz alanlarını genişletmek için birbirleriyle yarıştıkları ve
mücadele ettikleri bir çatışma alanı gibi gözükmektedir. Bu bölgede, son elli
yıldır hiç çatışmasız ve savaşsız kalmamıştır. Önceleri, Arap-İsrail
savaşları iken, daha sonradan çok Müslüman toplulukların birbiriyle olan
mücadeleleri (mesela, Iran-Irak, Irak-Kuveyt gibi)
sürekli kışkırtılmış ve hareket geçirilmiştir. Ayrıca, bölgede önemli bir güç
dengesi ve unsuru olmaya aday iki müslüman ülke olarak Türkiye ve Mısır'ın
devlet ve yönetimi mekanizmalarını sürekli meşgul edecek iç sorunlar
yaratılarak, bu ülkelerin Ortadoğu çatışma alanına etkili bir güç olarak
katılmaları sürekli olarak engellenmiştir.
Almanya, Ortadoğu'da
yaşama ve nüfuz alanını genişletmek ve yeni mevziler ve çıkarlar elde etmek
isteyen güçlerden sadece biridir. Ama, bölgedeki çeşitli iç ve dış krizlerin
yaratılmasında rol oynamak bakımından en etkili olanlardan biridir. Bu çerçevede,
Türkiye'nin çok önemli bir güç potansiyeline sahip olduğu bilinirse, ki
Batıklar bunu bizlerden daha iyi bilmektedir, sürekli olarak Türkiye'nin bu
gücü fiiliyata geçirmesi çeşitli yollardan engellenmeye çalışılmıştır. 12
Eylül öncesinde Türkiye, hem Sovyetler Birliği hem de Batılılar tarafından
geniş ölçüde desteklenen Marksist ve Leninist bir kültür kirlenmesi ile karşı
karşıya bırakılmış ve ülke bir savaş alanına döndürülmüştür. Böylece,
milletlerarası ekonomik yarışta Türkiye, sanayileşmesini tamamlayamayarak ve
beklenen ekonomik hamleyi gerçekleştiremeyerek, çok gerilerde kalmıştır. 1984'ten başlayarak yaklaşık 10 yıldır Türkiye görünüşte Ermeni-PKK terörü
ile uğraşıp durmaktadır. Bu terör kaynağı farklı
da olsa önceki gibi 10 yıldır Türkiye'yi hem içte hem de dışta yoğun bir
şekilde meşgul etmiş ve böylece, Türkiye’nin potansiyel gücü bir türlü
fiiliyata geçme fırsatı yine bulamamıştır. Dünyaya yukarıdan kuş bakışı
bakılırsa herhalde şu manzara gözükür; gelişmiş Batılı ülkelerin ekonomisi
durmadan üretim yapıyor ve dışarıya mal satıyorlar, Türkiye gibi ülkeler de
böyle bir üretim yapamayarak dışarıdan sürekli ithalatta bulunuyorlar.
Bu manzaranın özellikle
Türkiye bağlamında ayrıca yine terör, yine kan, yine gözyaşı var. Türkiye yeni
yarışta önemli ekonomik, siyasi ve diplomatik mevziler kaybediyor. Bu arada, bu manzarayı
yaratmakla görevli PKK terörü, kendi insan ve finansman desteğinin bütün
potansiyelini kullanıyor ve TBMM'deki siyasi temsilcileri de ülkedeki bazı
"demokratlık kompleksine" yakalananların himayesine rağmen önemli
ölçüde yıpranıyor. Hem dış kamuoyunda hem
de iç kamuoyunda, özellikle de PKK terörünün kendine dayanarak yapmaya güney
doğulu vatandaşlar gözünde bu örgütün tam bir cinayet mekanizması olduğu iyice
pekişiyor. Bunlardan daha önemlisi, Türk devleti de, daha önceki dönemlere
nazaran çok hissedilir, terörle mücadele konusunda daha kararlı olduğu görünümünü
veriyor. Ayrıca, on yıldır uğraşılan PKK terörü ile baş etme yönünde çok önemli
tecrübeler kazanıyor. Yıllarca önce başvurulması gereken özel hareket
timlerinin yetiştirilmesi, nihayet aktif bir şekilde terörle mücadelenin ana eksenini
oluşturuyor.
Türkiye'yi, sürekli
olarak bir terör konusu ile meşgul eden Batılılar, özellikle de Almanya şimdi
ne yapabilir?
Almanya'nın bu durumda
yapacağı şey, çok önemli bir spor karşılaşmasında oyuncusu çok yıpranan ve
yorulan takım yöneticisinin yaptığını yapmak oluyor. Yani, oyunun hızın kesmek
için önce mola istemek sonra da yeni oyuncuyu oyuna hazırlamaktır. Açıkçası,
bu PKK terörü zaten bitecekti. Hem de yalnızca Türk devletinin kendi
kadrolarıyla ve tedbirleriyle bitecekti. Almanya ve diğer ülkeler, daha erken
bir manevra ile lütufta bulunuyormuş gibi, kendi kucaklarındaki terör oyunundan
çekme kararı aldılar. Böylece, Türk devletinin kararlılığı ile etkili bir
şekilde terörün bitirilmesi konusundaki toplumun çok ihtiyacı olan yüksek bir
"kendine güven" duygusunun doğmasını engellemiş oldular.
Almanya'nın PKK ve
yandaşları kuruluşları yasaklamasının arkasında, ileriye yönelik başka çıkarlar
ve hesaplar da vardır. Bunlardan biri de, terörün bitmesinde etkili rol oynama
şeklindeki bir yapay ve haksız bir pazarlık gücü ile Türkiye'nin başta Kuzey
Irak’taki peşmerge devletine engel olmaması yanında, Güney doğuda birtakım
"siyasi çözüm" ve "kültürel haklar" ile ilgili bazı
adımları atmasını beklemek ve istemektir. Ancak, bu beklenti ve
isteklerini de, zannedildiği gibi kendi kurumlan ve birimleri aracılığıyla
değil, Türkiye'deki nasıl ve görsel medyanın "şovmen" starları
aracılığıyla iletecektir (yakında, ünlü televizyon kanallarının ünlü haber ve
tartışma programlarında ünlü "medya" yıldızları, bu konuda toplum
üzerinde, psikolojik bir hazırlama görevine başlayacaklardır).
Almanya'nın ve diğer
ülkelerin PKK'yı yasaklamalarının arkasında, bu oyuncuların yorulması ve
yerlerine başka bir oyuncu grubunun hazırlanmaya çalışılması dışında,
Türkiye'deki başka bir gelişme de çok önemli bir rol oynamıştır. Türkiye'de PKK
terörü, sayısız tahribatlar yaratmakla beraber, Türk kimliği konusunda
toplumda bir uyanışa da sebebiyet vermiştir. Batılıların Türkiye için ortaya
koyduğu her senaryoda "Türk kimliği" nin uykuda olması önemli bir
faktördür. Eğer bu kimlik, fikirde, sanatta, kültürde, ekonomide ve
yönetimde, çok etkili olmaya başlarsa, başta Almanya olmak üzere, bütün
Türkiye ile rekabet içinde olan bütün toplumların bu ’Türk kimliği”ne göre
yeniden stratejiler tespit etmeleri gerekir. Bu durum ise belirsizlikler içinde
geleceği planlanmak biçiminde startejik yönetimin en istenmeyen ortamını
yaratır. Çünkü bütün siyasi-ideolojik hareketleri çok kolay yönlendirmek
mümkün iken, milliyetçilik akımları üzerine oyun teorisi üretmek oldukça
zordur.
Almanya'nın bölgedeki terör oyunundaki görevini tamamladığı için PKK'yı
yasaklamasına karşılık, bu oyun için hazırladığı yeni oyuncular kim olacak,
sorusu hemen akla gelmektedir. Bu oyuncu, öyle bir
oyuncu olmalı ki, bir taraftan belki Türkiye'ye bir on yıl daha başka bir terör
konusunda uğraştırmak, bir taraftan da önceki PKK terör nöbeti sırasında tırmanma
gösteren Türk milliyetçiliğinin gelişmesini durdurmaya yönelik olmasıdır.
Bölgedeki bu terör oyunlarının yeni oyuncuları kimler olabilir?
Bu sorunun cevabı,
Ortadoğu'da Almanya ile önemli siyasi, ekonomik, askeri ve diplomatik
ilişkiler içerisinde bulun bir ülkenin etki alanı içerisinde gözüken çeşitli
akımlardır. Bu noktada birşey daha akla geliyor; Almanya, PKK'yı legal
olan, legal olmayan kuruluşları ile yasaklarken, orada bulunan bazı Ortadoğu
kaynaklı terörist kolonilere neden dokunmadı acaba?
Sonuç olarak, Türkiye,
her on yılda bir terör dalgası ve fırtınası ile boğuşmak zorunda kalmaktadır.
Birinci terör döneminde, Türkiye'nin çok önemli sayıda üniversite gençliğinin
beyni komünizmle kirletildi ve bazı sanayi işçileri üretim sürecinde çok
önemli darboğazlar yarattılar. İkinci terör döneminde, ülkenin geniş bir
coğrafyasında ekonomik, sosyal, psikolojik ve yönetsel sıkıntılar ortaya
çıktı. Almanya ve diğerleri, yine boş durmayacak ve üçüncü bir terör döneminin
hazırlıklarına başlayacaklardır. Her defasında teröre karşı hazırlıksız
yakalanan Türk devleti bu defa daha hazırlıklı olmalıdır. Ancak, geçmişten
alman dersle, bu hazırlığın milliyetçi kadrolarla yapılması gerekir.
Türkiye'nin her türlü probleminde olduğu gibi terörle ilgili konularda da, gerçek
çözümlerin üreticilerinin ve uygulayıcılarının milliyetçi kadrolar olduğu
inşallah iyi anlaşılmıştır.
Sh: 50-56
İnsanın, insanla ya da
toplumla olan ilişiklerinin temelinde iletişim olgusu vardır. Belirli bir
topluluk içerisinde yaşayan ve kendi dışındaki diğer insanlar ile sosyal teması
kaçınılmaz olan her birey, iletişim sürecine ihtiyaç duymaktadır.
İnsanlar, sosyal hayatın
akışı içerisinde başkalarıyla olan ilişkilerinde, iletişim olgusundan,
yalnızca belirli anlayış ve mesajların alışveriş biçimi olaraktan değil, aynı
zamanda kendi varlık ve kişiliklerinin ortaya konulması aracı olarak da
yararlanırlar. Bu anlamda, bir bireyin çeşitli, grup ve toplulukları
içerisinde sosyal statü ve önem derecesi, iletişim mekanizmasını kullanma
biçimine ve bu bağlamda kendi kimliğini vurgulama etkinliğine bağlıdır.
Her sosyo-kültürel yapı,
kendi iletişim geleneklerine ve dinamiklerine uygun bir iletişim ve kimlik
ortaya koyar. Bu anlamda, bazı toplumsal gelenekler ve değişkenler, bireylerin
başkalarıyla olan ilişkilerinde daha kolay ve açık bir iletişim düzeni tayin
ederken, aynı zamanda bireyin sosyal ilişkideki önemini vurgulamasının da
teşvik edecek bir dil mantığı, geliştirmişlerdir. Buna karşılık, bazı
toplumlarda ise bireylerarası iletişim imkânı ve fırsatı, bir taraftan mümkün
olduğu ölçüde sınırlanırken, öte taraftan da büyük çoğunluğun kendi kişilik ve
kimliğinin ön plana çıkarıcı bir tarzda iletişimde bulunmasını engelleyici bir
gelenek oluşturmuşlardır.
Batılı kültürler, son
derece açık ve rahat bir iletişim olgusunu imkan tanırken, aynı zamanda de
iletişim sürecinin aktif bir sübjesi olarak, bireylere, kendilerini
"ben" şeklinde vurgulama fırsatının da vermektedir. Doğulu kültürler
ise çoğunlukla bireylerarası iletişimi kısıtlayarak, bu olguyu toplum içindeki
hiyerarşik sıralamanın üstünde yer alanların doğal bir hakkı olarak
görmüşlerdin Mesela, "Söz gümüş ise sükut (sessizlik) altındır",
"büyük lokma ye, büyük söz söyleme", "Büyüklerin yanında
konuşulmaz ve onlara karşılık verilmez” şeklindeki Türkçe atasözü ve özdeyişlerin
varlığı, Türk kültür yapısında iletişimin sınırlandırıldığının açık
örnekleridir. Bundan başka, sınırlı ve kısıtlı da olsa, başvurulan sözlü iletişim
sırasında, iletişim sübjesinin kendini özellikle "ben” şeklinde ortaya
koyması hiç istenmeyen bir durumdur. Telefon görüşmeleri sırasında, çoğunlukla
telefon açıldığında kim olduğunu söylememek ve illada karşı tarafı kimliğinin
açıklatmaya yöneltici tavırlarda bulunmak alışkanlığı da aslında, iletişimde
"kimliği" tebarüz ettirmeme geleneğinin bir uzantısı olarak
görülebilir. Bu bağlamda, "Ben demek şeytana yakışır” anlayışı içerisinde
"ben" diyerek başlayan konuşmalar, çok ukala ve toplum dışı bir tavır
olarak değerlendirilir, "enel hak" dediği için yanlış anlaşılma
nedeniyle büyük bir tepki aldığı bilinen Hallac-ı Mansur'un bu sözünün belki de
"Enel-Ben" kısmı, büyük bir öfkenin doğmasına yol açmıştır.
İletişim
teknolojisindeki büyük ilerlemeler, sanayileşme ve kentleşme olguları, her
toplumdaki insanların, bu gelişmelerin, henüz yeterince gerçekleşmediği
zamanlara göre, birbiriyle daha fazla bir iletişim içerisine girdikleri bir
döneme girmelerine yol açmıştır. Gündelik ve sosyal hayat içerisinde iletişimin
sayısında ve türünde çok farklı değişmeler meydana gelmektedir. Her ne kadar,
bu hızlı ve çok yönlü iletişim sürecine "cemaat" biçimindeki
enformal örgütlenmeler ile belirli sınırlar getirilmeye çalışılsa da, artık
modern hayatın iletişim çeşitliliğinden uzak kalmak pek mümkün olmayacak gibi
görünmektedir. Bu çerçevede, bütün makro ve mikro grupların geleneksel
iletişim sınırlamalarına rağmen, bireyler daha fazla iletişim ve doğal olarak
da daha fazla kimlik arayışı içerisine girmişlerdir.
Türk toplum yapısının,
iletişim konusundaki kültürel sınırlamaları doğrultusunda, "kimliğin"
belirlenmesi hususunda da pek çok büyük ihmallerin olduğu da açıkça
görülmektedir. Türklerin tarihe pek
önem vermedikleri herkesin malumudur. Göktürk yazıtlarının dışında, Türk tarihi
ile ilgili bilgilerin çoğunu, Çin, Arap, Fars ve Batılı kaynaklardan almış
olmamız bize göstermektedir ki, Türkler tarih yapmışlar ve yaratmışlar, ama
bunu kayıt altına almayı ihmal etmişlerdir. Bunun sosyolojik nedeni ise Türklerin
kendilerinden ve "kimliklerinden" söz etmekten pek hoşlanmamalarıdır.
Zira tarih bir toplumun kendinden söz etmesidir. Oysa Türkler, tarih boyunca
kendilerinden söz etme gereği duymayacak kadar kendilerinden emindirler. Bu çerçevede de,
Türkler, en güçlü oldukları zaman, yani Osmanlı devletinin yükselme döneminde
dahi, özellikle çok farklı milletler üzerinde egemenlikleri sürerken,
"Biz Türk'üz" deme ihtiyacı duymamışlardır. Egemen ve üstün konumuna
rağmen Osmanlı Devletinde Türk kimliğini sahiplenmeme olgusu, büyük ölçüde
diğer toplumların rencide edilmek ve horlanmak istenmeyişi gibi bir gerçek
"Türk efendiliğinin" sonucu olarak da görülmelidir.
19. yüzyılda başlayan ve
20. yüzyılda da bütün hızıyla sürmekte olan değişim rüzgârları, bütün
toplumların, ekonomik, siyasi, sosyo-kültürel ve zihniyet yapılarında da büyük
sarsıntılara ve değişmelere yol açmıştır. Bunlar içerisinde, özellikle
kişilerarası iletişim ve kitle iletişimi alanındaki kapsamlı ve şiddetli
değişim ki bu çağa enformasyon çağı denildiğini de hatırlarsak -birçok hususta
olduğu gibi insanların kimlik arayışlarına da, büyük bir ivme kazandırmıştır.
Her toplumda, ortalama insan, daha fazla iletişimde ve dolayısıyla da daha
fazla kişiliğini ve kimliğini vurgulama tavrı içerisine girmektedir. Bu
doğrultu da, toplum içinde bireylerin, milletlerarasında da toplumların, kendi
kimlikleriyle ilgili söylemeleri daha da yükseltmek gibi bir genel eğilim
içerisinde olduklarına, her geçen gün biraz daha tanık olmaya başlayacağız.
Sonuç olarak, millet
olma aşamasına henüz gelmemiş bulunan ya da böyle bir imkânı, gerekli sosyolojik
ve antropolojik öğelerden yoksun olduğu için de bulamayacak gibi gözüken ve
değişik milli kültürler içerisinde varlıklarım sürdüren bazı mikro grupların
bile "kültürel kimlik" arayışına yönelmeleri, çağımızda kimliğinin
vurgulanması konusundaki duyarlılığın, ne ölçüde yaygınlaştığının açık bir
örneğini teşkil eder. Tarihi süreç itibariyle belki milli kimliğini ortaya
konmasına gerek yoktu. Ama bugün için milli kimliğinin yükseltilmesi, çok doğal
bir "ben de varım" davranışıdır.
"Var olanlar
açıklanır ve söylenir" anlayışına bağlı olarak, ister Türklerin
efendiliğinden, ister alışkın olmadıklarından dolayı, şimdiye kadar pek söylemedikleri
Türk kimliği, her fırsatta ortaya konmalıdır. Aksi takdirde, kendi
kimliklerini açıklıkla ve cesaretle vurgulayanlar "Türk kimliği" gibi
bir olgunun olmadığını söylemeye başlayabilirler.
Sh: 112-116
Kaynak: Prof. Dr. Feyzullah EROĞLU, Korkuyu Yönetmek, Berikan Yayınları
Düşünce Dizisi – 2000, Ankara
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar