Kur‘an‘da Beni İsrâil (Yahudiler)
Benî İsrâîl, İsrail oğulları demektir. İsrâîl,
Yakûb Aleyhisselamın lakabıdır. Onun nesline Yakub Nesli veya Yâkub Oğulları
yerine İsrail nesli manasında "İsrâîl Oğulları" denmiş ve o şekilde
şöhret bulmuşlardır.
Hz. Yâkûb, Hz. İshak‘ın oğludur. Hz. İshak da Hz.
İbrahim‘in oğludur. Hz. İbrahim‘in karısı Sâre kısırdı, 97 yaşında İshak‘ı
doğurdu (Zâriyat, 51/29-30). Hz. İshak‘ın
iki oğlu oldu, biri Ays, biri de Yâkûb. Yâkub; babası ve dedesinin
memleketi Kenan ili (Filistin)‘de otururdu. 12 oğlu vardı ki İşte Beni İsrâil
bunlar ve uzantılarıdır. Yâkûb‘un küçük oğlu Yûsuf‘un kardeşleri tarafından
kuyuya atılması ve köle diye satılması İsrail oğullarının içinde daha ne
kötülerin ve kötülüklerin olabileceğinin bir habercisidir
İsrâil Oğulları Mısır‘da:
Yûsuf‘un köle diye satılıp, Mısır firavununun
sarayında büyümesi, hapisteyken Mısır Meliki‘nin rüyasını yorumlaması ve Mısır
Azizi yerine, Mısır hazinelerinin, veya mâliyesinin sorumlusu olması, kıtlık
senelerinde kardeşlerinin de buğday almaya gelmeleriyle başlayan kardeşleriyle
temasları neticesinde Yâkûb aleyhisselam ve oğulları, Mısır‘a intikal
etmişlerdi. İsrâil Oğulları, Hz. Yûsuf‘un hayatı boyunca 70 küsur sene Mısır‘da
en mümtaz bir sınıf olarak yaşadılar. Yakub
aleyhisselam Mısır‘da 17 yıl daha yaşayıp vefat ettiğinde Yûsuf 56
yaşında idi. Babasının vefatından sonra 54 sene daha yaşadı ve 110 yaşında
vefat etti. 1
Yûsuf‘dan sonra gelen Mısır Firavunları, Beni
İsrâil‘e itibar etmedi, onlara hiç kıymet vermediler. Tam tersine onları köle
gibi en ağır işkenceli işlerde kullanmaya başladılar. Hatta firavunun
müneccimlerinin, bizzat firavunun Beni İsrail‘den birinin eliyle öldürüleceği
ve saltanatının yok olacağı yönünde verdikleri haberlerden sonra Beni İsrâil‘in
doğan erkek çocukları öldürülüyor, kızları bırakılıyor, erkekleri, âdeta
ezilircesine ağır işlerde kullanılıyorlardı. (Kasas, 28/4).
Mûsâ Aleyhisselam‘ın Peygamberliği:
Hz. Musa‘nın doğumu ve Beni İsrail‘e peygamber
olarak gönderilmesi, işte Beni İsrîl‘in yaşadığı bu en kötü yıllarına tevafuk
ediyordu. Hz Musa 80 yaşlarına geldiğinde Mısır Firavunu, el-Velid b. Mus‘ab
idi. Hz. Musa, Beni İsrail‘i Firavunun zulmünden kurtarmak için çok uğraştı.
Sonunda, gizli olarak bir gece onları şehirden dışarı çıkardı. Firavun sabah
haber alınca ordusuyla peşlerine düştü, Kızıldeniz‘e kadar kovaladı. Hz.
Musa‘nın duâsıyla denizde, Yahudilerin 12 fırkası adedince 12 yol açıldı ve bu
yollardan karşıya geçtiklerinde Firavun ve ordusu tam bu yolların ortasına
geldikleri sırada, dağ gibi dik duran sular tabiatına dönüp birbirine
kavuşunca, Firavun ve ordusu burada boğuldular.
Beni İsrail, hiç iyilik bilmez, Allah‘a en asî, en nankör bir
millet:
Allah‘ın Beni İsraile ilk yardımı ve en büyük
belaları Firavun‘un köleliğinden kurtarması, mûcizevî bir şekilde denizden
karşıya geçirmesi, şeksiz şüphesiz Allah‘a büyük hamd ve şükrü gerektiren
böylesi büyük bir lütuftu ve gerçekleşti. Böylesi büyük bir beladan böylesine
mûcizevî bir şekilde Allah‘ın yardımıyla kurtulacaksın da, Allah‘a sonsuz
minnet ve şükranla sadık kul olmayacaksın? Allah‘a hamd-ü sena ile şükür
secdesine varmayacaksın!? Peygamberine ümmet olmayacaksın?. Böylesi nâmert,
nankör insan olur mu?. Millet olur mu? Elbette olamaz. Ama Beni İsrâil olursa
olur. Ve işte olmuştur.
Bakara (2) suresinin, 40-42 ve 47-50. âyetlerinde
özet olarak Allah onlara şöyle hitabediyor:
"Allah bunlara bahşettiği, Firavun‘dan
kurtuluşlarını, onlar için denizden nasıl yol açtığını ve sahile çıkarma
nimetlerini hatırlatarak, dünyada kimseye vermediği özellikleri bunlara verdiğini, onların da Allah‘a verdikleri
sözde durmaları gerektiğini, Hz Musa‘ya indirilen Tevrat‘a uymaları, nankörlük
yapmamaları, kâfirlerden olmamaları, Hakk‘ın ve bâtılın birbirinden tamamen
ayrılmış olduğunu bildikleri halde, bunları birbirine karıştırmamaları, hakikat
olan gerçekleri gizlememeleri hususlarını hatırlatıyor ve uyarıyor."
Hikmetinden suâl olunmaz Allah‘ımız, yüce
hikmet sahibidir. Ne hikmetse bu Beni İsrail, Hz. ibrahim, İsmail, İshak,
Eyyub, Yâkûb, Yûsuf, Mûsâ ve Hârun gibi salih kullarının ve peygamberlerinin;
milletinden geliyorlar ama, hepsi değil, bazıları onların tam aksine âsî,
nâmert, nankör, kâfir ve münafık, hatta beşeriyete ve özellikle de inanmış
Allah‘ın has kulları müslümanlara en tehlikeli düşman, en şerir, en nankör ve
kötü bir millet olup çıkıyorlar.
Bu sözleri söylemeye, bizi cesaretlendiren
sebebler, biraz sonra görmeye başlıyacağımız, bizzat Allah‘ımızın, Mukaddes
Kitabımız Kur‘ân‘da bize bildirdiği
âyetleridir ve bu milletin siyonistlerinin bilfiil işlediği icrâmi
cürümleridir. Bunları göreceğiz. Âyetleri sıralamaya geçmeden önce sâdece
şu Mâide (5/60) âyetinin özeti bize bu
kanaati vermeye kâfidir:
Bu Kur‘an ayetinin delâletine göre,
Beni İsrâil‘in kötülüklerinin bir kısmının
özeti:
En kötü bir şekilde cezalandırılmaya müstehak
olan bir kavimdir;
Allah‘ın Lânetlediği mel‘ûn bir kavimdir;
Allah‘ın gazab ettiği "Mağdûbu
aleyhim" kavimdir;
Allah‘ın onların bazılarını maymun yaptığı bir
kavimdir;
Allah‘ın onların bazılarını domuz yaptığı bir
kavimdir;
Allah‘ın onların bazılarını Tâğûtun kulları
yaptığı, Şeytan kulu bir kavimdir;
En kötü ve şerir mevkide ve derecede olan bir
kavimdir;
Sırat-ı müstakîmden, Allah‘ın doğru yolundan
sapanların en sapıklarıdırlar.
İmtihan:
Allah-u Azîmü‘ş-şân, şu kâinatı bir imtihan
sahnesi olarak yaratmış. İmtihanın zorluğu, başarısı veya aksi nisbetinde de,
karşılığını ve mükâfaatını koymuştur. Kur‘an‘da imtihan "fitne"
kelimesiyle de ifade edilir.
Âyette (8/28): "Mallarınız ve
evladlarınız sizin için birer fitnedir" yani imtihandır buyurulur. Yani
büyük imtihanları ve cihadı zorunlu kılan veya başlatan fine, fesat, can ve mal
güvenliğine karşı saldırılar, kaza, belâ
ve musîbetler, fakirlik, zenginlik, darlık ve genişlik gibi insanoğlunun
gördüğü ve başına geldiği her türlü şekilde tezâhür eden hadiseler, birer imtihandır.
Rabbimiz kullarını, varlıkla, yoklukla, ferahlık ve darlıkla, bela ve
musibetlerle, her yönden imtihan ediyor.
Dünyada hiç bir millet, İsrail Oğulları kadar domuz olmamış:
İşte İsrail Oğulları‘nı da Allah bu çeşitlerle
imtihan etmiş, onlara hiç bir millete vermediği nimetler ve imtiyazlar vermiş
ve sayısız iyiliklerde bulunmuş ki, adam olsunlar, insan olsunlar, Allah‘a kul
olsunlar, İnsanlara saygılı olsunlar... Ama ne çâre ki onlar, Allah‘ın bütün bu
iyiliklerine karşı, kötü cibilliyetleri gereği, Allah‘a ve peygamberlerine dost
değil, tam tersine düşman olmuşlar, nankörce
isyana devam etmişler. İnsanlara düşmanca saldırmaya devam etmişler...
En sonunda da Allah‘ın ve Peygamberlerinin lânetine müstehak olmuşlardır. Allah‘ın o derece gazabını çekmişler ki,
onları domuz ve maymuna dönüştürmüş. Bir rivayete göre 40 sene öylece
dolaşmışlar.
İnsanlık tarihinde, bunlardan başka hiç bir
milleti Allah, yaratmış olduğu mükerrem insan hilkatinden, hayvan hilkatine
çevirmek sûretiyle gazabını göstermemiştir. Hem de hayvanların en necisi, en
murdarı olan domuza çevirerek....
Demek ki bu millet, Allah‘a, Peygamberlere ve
mükerrem insanlığa o derece aşağılıkla muâmele ederek aşağılık bir millet olmuş
ki, Yaratan Allah onları bu derece aşağılık murdar bir hayvan hilkatine
çevirmiş. Allah onları, en ağır cezalarla yaptığı gibi, en mükemmel ve en güzel
ve güzîde nimetlerle ve iyiliklerle de imtihan ederek, iyi insan olmalarını
istemiş olduğu halde, hiç birisi fayda vermemiş. En sonunda, layık oldukları
hilkate çevirmiş.
İşte Allah‘ın onlar üzerinde tatbik ettiği
imtihanları, Kur‘an‘ın en uzun Bakara suresinde 40. âyetten itibaren Allah bize
haber veriyor. Ve görüyoruz ki: bu sureyi ve özellikle de Kur‘ân‘ı, en çok
meşgul eden Beni İsrail‘dir. Ne hikmetse Allah bu kavme çok, hatta çoktan daha
çok iyilik etmiş, bol nimetler vermiş kimseye tanımadığı imtiyazlar tanımış,
fakat iyilik bilmez bu aşağılık Yahudiler, Allah‘ın kendilerine bahşettiği bu
sayısız bütün iyiliklerini her defasında nankörlükle karşılamışlar, bir türlü
hamdeden hayırlı kullar olamamışlardır.
Şu an ve Kıyâmete kadar yaşamakta ve yaşayacak
olan tüm insanlığın Kâinât ve Saâdet Kitabı Mukaddes Kur‘an‘da, Allah onlara
tatbik ettiği bu imtihanlarını ve bahşettiği bu nimetlerini, onların da
nankörlüklerini ve saygısızlıklarını, tüm insanlara sık sık hatırlatır durur
ki, bütün insanlar, bu mel‘un, aşağılık milleti tanısın, ibret alsın ve herkes
kendine ders çıkarsın, bilmeyenlere bildirsin, duymayanlara duyursun, ona göre
tedbirini alsın, müstehak oldukları derekede onları horlasın, aşağılasın.
Birazdan sırasıyla İlâhî âyetlerde
zikredileceği üzere, tüm insanlar ve devletler bilmelidir ki, şu ân mevcut olan
ve bundan sonra da kıyamete kadar mevcut olacak tüm insanları ve kâinatı
yaratan Allah‘ın Kâinât Kitabı Mukaddes Kur‘ân şahittir ki: Cânîlik, cinâyet,
hunharca canlı ve insan öldürmek, yakıp yıkmak ve imha etmek olan aşağılık
cibilliyetlerini, bütün dünyaya bilfiil göstererek ve belgeleyerek, dünyanın en
adî, en aşağılık milleti ve en büyük insanlık düşmanı, terörist devleti
olduklarını, Beni İsrail siyonistinin
bizzat kendileri, herkesin şâhid
olduğu hunharca yaptıkları
icrâmlarıyla ispatlamışlardır.
Buna göre, bu terörist devletinin, bundan
böyle dünyanın başına ne gibi belâlar getireceği ferâseti doğrultusunda, bütün
silahlardan arındırılmasını ve BM topluluğundan çıkarılmasını, insana saygılı
bütün sulh sever devletler, kendilerine düşen
en mukaddes vazife bilmelidirler.
Meleklerin haber verdiği cibilliyetleri bozuk
olan millet bu millettir: Yahudi milletinin bilhassa siyonistlerinin ki, şu
anda onların temsilciliğini yapan İsrail‘in terör devletidir. Bunlar kadar
Allah tarafından lanetlenen ve aşağılanan mel‘un bir millet daha şu dünyaya
gelmemiştir.
Kâinatı ve insanı yaratan Allah, Hz. Âdemin yaratılacağı
toprağı getirmek için görevlendirdiği Azrâîl aleyhisselam yeryüzünün her
yerinden; güzelinden, çirkininden, temizinden, pisinden ve kokmuşundan,
murdarından ve‘l-hasıl her çeşidinden toplayıp getirmişti. 2
Allah-u âlem, Benî İsrail‘in Siyonistleri, bu
toprak çeşitlerinin en kötüsü, en pis ve en kokuşmuşundan nasiplerini almışlar.
"Bir zamanlar Rabb‘in Allah meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım" demişti de, melekler:
"A!.. Orada bozgunculuk yapacak ve kan
dökecek birilerini mi yaratacaksın? Oysa biz Seni medh-u senâ ile tesbih ve
takdis ediyoruz. Demişlerdi.. (Bakara Suresi, 2/30)" Meâlindeki âyet-i
kerimede dile getirilen "bozgunculuk yapacak ve kan dökecek"
ifadesiyle, Yahudi cinsinin bu pis vampir karakterinin değişmeyen cibilliyeti
mi haber verilmişti acep diye düşünüyor insan.
Yani, mayaları toprağın en çirkefi, ruhları
İblis‘in recîm ve lânetlenmiş ruhuyla yoğrulmuş, katil Kâbil‘in damarından
gelmiş, en kötü tâğûtî insan tipi olarak bu gün, insan kanı dökmekle
vampirleşmiş, dünyanın ve özellikle de İslâm âleminin başına bela olmuş, bir
mikrop. Bunların tarihleri, boydan boya hep böyle kan döken, öldüren, insanlık
düşmanı kâtil bir millet olarak geçmiş. Masum insanları, kucaktaki çocukları,
engelli, sandalyaya mahkum kötürüm insanları, bilhassa düşman olduğu asâletli
milletlerin yetişmiş kıymetli güzide liderlerini öldürmekten çekinmeyen,
bağları, bahçeleri, hayvan, haşat bulduğu ve gördüğü, kendisinin olmayan her
şeyi öldüren, yakan yıkan, en aşağılık terörist, eşkiya millet, olarak mukaddes
bir bölgeyi Kuds-i Şerif‘i ve Mescid-i Aksa‘yı, müslümanların zâ‘fından
bi‘l-istifade kirletmeye, kan
dökmeye devam etmektedir. Bu
çalışmamızda Beni israil‘in bu durumlarını beyan eden, en sağlam kaynak olan
Kur‘an‘ın Bakara Sûresinde geçen, bir çalışmaya sığmayacak kadar çok mikdarda
ilgili âyetlerin, sadece bir kısmını sunmakla yetineceğim. Diğerlerini de
ikinci bir çalışmaya bırakıyorum.
Bu âyetlerin her biri, Beni İsrailin ayrı bir
imtihanı mahiyetindedir.
Sûrede geliş sırasına göre ve özetle
arzediyorum:
1- İlk imtihan, Firavun‘dan kurtuluşları:
Mısır‘da, esâreti altında bulundukları
Firavun, bunların erkeklerini öldürüyor, kadınlarını bırakıyor, çok zor şartlar
altında ezercesine çalıştırıyordu. Kur‘an‘da tafsilatıyla zikreder. Hz. Musa bunlara
peygamber olarak gönderildiğinde onları Mısır‘dan çıkararak bu esaretten
kurtarmaya çalıştı. Bir gece bunları toplayarak şehirden çıktılar. Firavun
sabahleyin haber alınca, hepsini öldürmek için askerleriyle onları Kızıldeniz‘e
kadar kovaladı. On iki kol olan Yahudileri Allah, denizin ortasında açtığı on
iki yoldan karşıya geçirdi. Firavun ve askerleri de onları yakalamak için bu
yollara girdiler. Tam ortasına geldiklerinde Allah denizi kapatıverince Firavun
ve ordusunun hepsi suda boğuldular.
Böyle büyük bir zulümden ve beladan
kurtuldukları için hamdederek, şükrederek Allah‘a sarılıp iyi kul olmaları
gerekirken, o büyük iyiliğe tam tersine, küfrân-ı nimet olarak Allah‘a ve
peygamberine saygısızlık ettiler, nankörlük yaptılar. Daha kötüsü, Allah‘ı ve Rasulünü
bırakıp,
2 Buzağı putuna tapmaya başladılar: (2/51-52)
Âyetler.
Firavun‘dan kurtulduktan sonra, "Hz.
Musa, Allah‘ın davetine icabet ederek Tur-i Sina‘ya gitti. Allah otuz gün oruç
tutmasını, abdest alıp bedenini ve elbisesini temizleyip Tûr-i Sînâ Dağına
gelmesini emretti. Zü‘l-kâde ayının başından sonuna kadar orucunu tuttu.
Kardeşi Hârûn‘u Beni İsrail‘in başına bırakıp dağa doğru yöneldi. Fakat kendi
ağzında hoşuna gitmeyen bir koku buldu. Bir harnup (keçi boynuzu) dalı ile
ağzını, dişlerini misvakladı. Ağzına hoş koku verdirmek istedi. Fakat Allah
O‘na: "Ey Mûsa! Oruçlunun ağzının kokusu Benim için miskten daha hoş
olduğunu bilmez misin? dedi ve on gün
daha oruç tutmasını emretti. Zü‘l-hicce‘nin on gününü daha tuttu. Böylece
Rabbi‘yle olan sözleşmesi 40 güne tamamlandı. (El-Ârâf, 7/142):
Hz. Musa, Allah‘ile olan mîkâtının 30 gün
olacağını Beni israil‘e söylemişti. Bu 30 gün bitip de Musa gelmeyince
başlarında bulunan, Harun Peygamberi bile dinlemeyerek, 10 gün içinde tuttular
buzağı şeklinde put yaparak ona tapmaya başladılar. Allah yolundan ve
inançlarından vaz geçiverdiler. Hz. Musa döndüğünde onları o şekilde bulunca
onlara, tevbe etmelerini ve affolmaları için Allah‘a yalvarmalarını istedi. Bu
isteğini bazıları kabul etti bazıları etmedi. Allah onlara: "Sizler
zâlimlersiniz (51)" buyurdu ve buzağıya tapanların öldürülmelerini
emretti. 3 :(el-Bakara, 2/54) :
Hz. Musa Allah‘ın bu emrini onlara bildirdi.
İki grup, buzağıya tapanlar ve tapmayanlar birbirleriyle öldüresiye
çarpıştılar. Bir rivayete göre 70 bin israilli öldü.4
Hz. Musa‘nın duâ ve yalvarmalarıyla, Allah, o
kadarla yeter deyip vuruşmanın durdurulmasını ve tevbelerinin kabul edileceğini
bildirdi ve vuruşmayı durdurdular. Allah günahlarını affettiğini bildirdi:
(2/51-52) Âyetler:
3- Allah‘ın Kitabı Tevrat‘ını kabul etmediler, Peygamberlerine büyük saygısızlık
yaparak: Bize Allah‘ı açıkça göstermedikçe
Sana inanmayacağız! dediler. Yıldırıma çarpıldılar:
Allah, Beni İsrail‘in selamet ve seâdeti için,
Hz. Musa‘ya Tevrat indirdi. Onda dünya ve âhiret saadetlerinin ve
hidayetlerinin bütün yolları gösteriliyordu. Hz. Musa onlara:
"Ey kavmim! Siz Allah‘ı bırakarak
buzağıya tapacak kadar büyük günahlar işlediniz. Birbirinizi öldürmek suretiyle
Allah sizi affetti. Saâdetiniz için Allah‘ın buyruklarını tutun, Tevrat‘ını
hayatınıza rehber edinin." diye onlara nasihat etti. Allah tarafından
gelen Tevrat‘ı onlara gösterdi ve onunla amel etmeye çağırdı. Fakat onlar: Bize
Allah‘ı açıkça göstermedikçe sana inanmıyacağız! demeleri ve peygamberlerine
saygısızca mukabelede bulunmaları üzerine, Allah onları yıldırıma çarptırdı.
Çünkü, daha hâlâ Allah‘ın, kendileri gibi maddî bir cisim olmadığını ve olmaması
gerektiğini dahi bilemediler veya bilmek istemediler. Buzağı gibi maddi ilahlar
istediler, Peygamberlerine kulak vermediler. Bunun için, ceza olarak Allah
onları yıldırıma çarptırdı, oldukları yerde ölüler halinde bakakaldılar.
Âyetler: (55-56):.
Rivayete göre bu istekte bulunanlar, Hz.
Musa‘nın mikat için seçtiği 70 kişidir. Başka bir görüşe göre de Beni İsrail‘e
teşmil edilecek çoğunluktur. Hz. Musa‘ya hep saygısızca Ya Musa! diye hitab
etmişler. Hiç bir zaman saygıyla Ya Rasulellah! dememişler. Allah seninle
konuşuyor bizimle niye konuşmuyor? diye hem Allah‘a hem Peygamberine karşı
saygısızlık yaptıkları için, oldukları yerde çarpılmışlar, bakakaldıkları halde
ölmüşler.
Hz. Musa, Allah‘a yalvarmış. Allah yeni bir
imtihan için onları yeniden diriltmiştir.5
Ölümden sonra tekrar dirilme fırsatı verilen
bir insan olarak, artık hamdederek Allah‘a sarılmaları beklenirken, "Bu
kadar da olamaz!" dedirtecek mahiyette gene imana gelmemişler, inadlarında
ısrar etmişler, Peygamberlerinden: "Allah‘ı hiç olmazsa sen görmek iste
diye ısrar etmişler. Hz. Musa da, onlara ibret olsun diye istemiş Allah‘ına
şöyle hitabetmiş:
"Ya Rabb‘i! Göster Kendini göreyim demiş.
Allah Ona: Sen Beni (bu dünyada) kesinlikle göremiyeceksin. Fakat şu karşıki
dağa bak! Eğer yerinde kalırsa, o zaman Beni görürsün buyurmuş. Allah bir an
dağa bir nazar etmiş , dağ bir anda tuz-buz oluverince Hz. Musa bayılıp yere
düşmüş." Âyet: (el-Ârâf, 7/ 143):
İyice anlasınlar diye Allah-u Teâlâ el-En‘âm
(6/103) Sûresinde de şöyle buyurur:
"O‘na gözler ulaşamaz; fakat O, gözlere
ulaşır. Çünkü O, " Latîfu‘l-Habîrdir." diye haber verir. Bunu Hz.
Musa da onlara anlatarak, şu maddi dünya bedeniyle Allah‘ın görülemeyeceğine,
O‘na o koca dağların bile dayanamadığına da şâhid oldunuz! dediği halde,
ölümden sonra dünyadayken tekrar dirilme imkanına kavuştukları halde, hâlâ da
küfür ve isyanlarından vaz geçmediler. Allah‘a ve Rasûlüne iman etmediler.
İnsan olarak, "Bu kadar da bayağı ve âdî insan olamaz", dedirttiler.
Bütün bunlara rağmen, sınırsız lütuf sahibi
Allah, onları imtihan etmeye devam edecektir.
1 (Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, 1/21,
İstanbul, 1969).
2 (İbn-i Esîr, el-Kâmil fi‘t-târih,1/27-28;
Sünen-i Ebi Dâvud, 2/634(4693); Sahîhu‘t-Tirmizî, 5/204(2955).
3
İbnü‘l-Esîr, el-kâmil fi‘t-târîh, 1/189-191.
4 Aynı
kaynak,1/191.; Tefsir Taberi, 2/73 ; Tefsir Tantâvî, 1/91.
5 Seyyid Tantâvî Tefsiri, 1/94 ; Eş-Şârâvî
Tefsiri, 1/192.
Doç.Dr.Hüseyin Varol
---------------
Hz. Mûsâ, İsrâiloğulları’nın on iki oymağından
(sıbt) seçtiği yetmiş kişiyi yanına alarak, kavminin altın buzağıya
tapmalarından dolayı af dilemeleri, dua ve niyazda bulunmaları için, Allah’ın
kendisiyle konuştuğu mekân olmasıyla kutsallık kazanmış bulunan Tûrisînâ’ya
ikinci defa gitti. Tevrat’ta (meselâ bk. Çıkış, 24/1 vd., 32/1 vd.; Tesniye,
9/9, 18; 10/10) verilen bilgilere göre Rab, Mûsâ ile iki defa buluşma vakti
tayin etmiş; Rabbin buyruğu uyarınca Mûsâ birinci buluşmada yanına
İsrâiloğulları’nın ileri gelenlerinden yetmiş kişi almıştır. Tevrat’ta Mûsâ’nın
ikinci buluşmada yanına yine yetmiş kişi alıp almadığına ilişkin bilgi yoktur.
İbn Âşûr, ikinci buluşmayı ilkinin tamamlayıcısı gibi düşünerek, Mûsâ’nın bu
buluşmaya da yetmiş kişi götürmesinin Tevrat’a göre mümkün olduğunu ifade eder;
Kur’an’da ise bu husus sarahatle belirtilmiştir. Kur’an’da Mûsâ’nın, Tûr’daki
ilk buluşmasında, dağın sallanmasıyla kendinden geçip yere yığıldığı
bildirilirken, söz konusu yetmiş kişinin orada bulunup bulunmadığından ve
onların da bu sarsıntıdan etkilendiğinden söz edilmemekte; fakat bu durumun
ikinci ziyaret sırasında gerçekleştiği bildirilmektedir. İbn Âşûr, yine Tevrat
ile Kur’an’daki bilgileri birleştirerek, yetmiş kişilik topluluğun ilk
ziyarette de Mûsâ’nın yanında bulunduğunu, Mûsâ gibi onların da sarsıntıdan
yere yığıldıklarını kabul etmektedir (VII, 123-124). Fahreddin er-Râzî, ikinci
ziyaret esnasında söz konusu yetmiş kişinin müthiş bir sarsıntıyla bayılıp
düşmelerinin sebebine ilişkin olarak müfessirlerden şöyle bir bilgi aktarır:
Mûsâ yetmiş kişiyi Tûr’a götürdü. Dağa yaklaştıklarında bütün dağı bir bulut
sütunu kapladı. Mûsâ bu bulutun içine girdi; onun isteği üzerine diğerleri de
bulutun içine girerek hep birlikte secde ettiler; Allah’ın Mûsâ’ya “şunları
yap, şunları yapma...” gibi emirlerini ve yasaklarını duydular. Bulut
çekilince, “Ey Mûsâ! Allah’ı apaçık görmedikçe sana inanmayacağız” dediler
(Bakara 2/55). İşte bu yüzden onları sarsıntı çarptı (XV, 17). Bu olay kısmen
Tevrat’ta da anlatılmakta, ancak orada olay ilk ziyaretin anlatıldığı bölümde
geçmektedir (Çıkış, 24/ 15-18). Hz. Mûsâ, muhtemelen kavmiyle birlikte
yanındaki yetmiş kişinin de daha önce buzağı heykeline tapmak suretiyle ağır
bir suç işlediklerini; ayrıca kendisinin, Tûr’daki ilk bulunuşu sırasında
Allah’tan kendisini görmek istemesinin de bir kusur olduğunu dikkate alarak,
“Ey rabbim! Dileseydin onları ve beni daha önce helâk ederdin” dedi.
“Beyinsizler” diye çevirdiğimiz 155. âyetteki süfehâ’ kelimesi, “cahillik,
ahmaklık, akılsızlık, beyinsizlik, malı boş yere harcama veya barbarlık,
küstahlık” gibi anlamlara gelen sefeh kelimesinden sefîhin çoğuludur. Sefîh
“akıllı, olgun ve ağır başlı davranışlarıyla uygar olduğunu gösteren kişi” anlamındaki
halîmin, fıkıh dilinde ise “belli bir zihnî olgunluk düzeyine erişmiş kişi”
mânasındaki reşîdin zıddıdır. Türkçe’de sefihin karşılığı olarak genellikle
“akılsız, beyinsiz” deyimleri kullanılmaktadır. Âyette süfehâ’ kelimesiyle,
buzağı heykeline taparak ahmak ve akılsız oldukları gibi tutum ve
davranışlarıyla aynı zamanda küstah, hoyrat ve barbar olduklarını da ortaya
koyanlar kastedilmiştir. Mûsâ’nın, “(Allahım!) İçimizdeki beyinsizlerin
işledikleri yüzünden bizi helâk edecek misin?” şeklindeki yakarışından,
İsrâiloğulları arasında, kendisiyle birlikte, buzağıya tapmayan daha başka
kimselerin de bulunduğu anlaşılmaktadır. Ancak Mûsâ, bunların söz konusu
kötülüğü önlemek hususunda yeterince çaba harcamadıklarını düşündüğü için
Cenâbı Hakk’a böyle bir yakarışta bulunmuş olmalıdır. Bu altın buzağı olayı ve
ona bağlı gelişmelerin hepsi temelde Allah’ın takdiriyle vuku bulduğu için Hz.
Mûsâ, “Bu iş senin imtihanından başka bir şey değildir” diyerek olayı ilâhî bir
imtihan olarak algılamış; son planda dalâletin de hidayetin de Allah’tan
geldiğini kabul ederek kendisi ve halkı için rahmet ve mağfiret niyaz etmiş,
dünyada ve âhirette iyilik dilemiştir. Bunun üzerine yüce Allah da, “Azabıma
dilediğimi uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır” buyurmuştur. 156.
âyette geçen rahmet, “acınan kimseye iyilik etme sonucunu doğuran acıma hissi”
şeklinde tanımlanır. Buna göre rahmet kavramının kapsamında hem acıma hem de
iyilik ve ikramda bulunma vardır. Esasen rahmet ve merhamet temelde Allah’ın
sıfatı olup insan ve diğer canlılardaki merhamet duygusu da Allah’ın onlara
rahmet veya merhametinin bir sonucudur. Allah’ın rahmân ve rahîm isimleri de
rahmet kelimesinden türetilmiş olup dünya ve âhirette bütün varlıklara olan
lutuflarını ifade eder (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “rhm” md.). İsfahânî,
konumuz olan âyetteki “... rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır; ayrıca rahmetimi
Allah korkusu taşıyanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara
yazacağım” şeklindeki ifadeden rahmetin dünyada müminiyle kâfiriyle herkesi
kuşattığı, âhirette ise yalnızca müminleri kapsayacağı anlamının çıktığını
belirtir. Buna göre 156. âyette yüce Allah, kullarından ancak bir kısmının
azaba mâruz kalacaklarını; buna karşılık bütün mevcudatın, dünyada varlık
sahnesine çıkışlarından itibaren kendi rahmetinden pay aldıklarını ve
liyakatlerine göre alacaklarını bildirmiştir. Şu halde başlangıçta rahmetten
pay almayan hiçbir şey yoktur ve ancak azabı hak edenlere, ilâhî iradenin azaba
müstahak gördüklerine, rahmetin ardından azap isabet edecektir. Sonuç olarak
rahmet asıl, azap tâlîdir. Nitekim En‘âm sûresinde (6/12) “O, kendi üzerine
(kulları için) rahmeti yazmıştır” buyurularak bu hususa işaret edilmiştir.
İnsan da dahil olmak üzere her varlık, var olmakla rahmete mazhar olmuştur.
Fakat insan, özgür ve ahlâkî varlık olarak, inanç ve eylemlerinin değerine göre
azabı da rahmeti de hak edebilir. Böylece Hz. Mûsâ’nın, “Bize bu dünyada da
âhirette de iyilik yaz” şeklindeki duasına karşılık Allah, “Azabıma dilediğimi
uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır” buyurmak suretiyle, bir yandan
ona, onun ümmetinden sâlih kişilere geniş bir rahmet ümidi vermekle birlikte,
bunun kendisi için bir zorunluluk olmadığını hatırlatma mahiyetinde, azabının
da dikkate alınmasını istemiş; ardından da azaptan koruyup rahmete mazhariyet
kazandıracak iyi hallere birkaç örnek olmak üzere, takvâ ehlinden olmak, zekâtı
vermek ve âyetlere inanmayı sürdürmek gerektiğine işaret buyurmuştur.
Zemahşerî, Allah Teâlâ’nın kendileri için rahmet yazdığı zümrenin, ileride (âhir
zamanda) yaşayacak ve Hz. Muhammed’in ümmetine katılacak İsrâiloğulları
olduğunu ifade eder (II, 165). Aşağıdaki âyet bu görüşü desteklemektedir. Ancak
bu anlayış, âyetin hükmünün umumîliğine engel değildir. Yani yüce Allah, iman
ve iyi halleriyle rahmete lâyık olan herkes gibi Hz. Muhammed’e inanıp müslüman
olan İsrâiloğulları’nı da rahmetinin kapsamına alacaktır. 156. âyette geçen ve
“Şüphesiz biz sana yöneldik” şeklinde meâli verilen cümleyi “Şüphesiz biz tevbe
etmiş olarak sana geldik” diye çevirmek de mümkündür.
Yahudi bir fert İmam Ali’den (aleyhisselâm) senin amcaoğlun
Muhammed’in, senin ve evlatlarının Tevrat’taki adı nedir, diye sorar. İmam Ali
(aleyhisselâm) şöyle cevap verir: “Tevrat’ta Muhammed’in adı “Tab Tab”, benim
adım “İlya” ve evlatlarımın adı da “Şübber ve Şebir”’dir. Yahudi bu cevabı
duyunca hemen Müslüman olur ve iki şahadeti söyler. Allah’ın birliği ve
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) elçiliğine şahadet ettikten sonra
İmam Ali’nin (aleyhisselâm) vasiliği ve velayetine şahadet eder.[4]
Kaynak:
[4] Tusi, Hamza, es-Sekaf Fi Menakıb, Kum, Ensariyan, dovvom, 1412 k,
c. 2, s. 147.
Bu rivayetten istifade edildiği üzere İmam Ali (aleyhisselâm)
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) halifesi ve vasii sıfatıyla açık ve
net bir şekilde Tevrat’ta geçmektedir. Eğer böyle olmasaydı, Yahudi hemen İmam
Ali’nin (aleyhisselâm) sözlerini kabul etmezdi. Aynı şekilde Ehli Beyt
imamlarının (aleyhisselâm) tümünün mübarek isimlerinin Tevrat’ta geçtiği ve
İbranicede şöyle olduğu nakledilmiştir:
Mizmiz (Mustafa), İlya (Ali Mürteza), Kayzur (Hasan Mücteba), İrytil
(şehid Hüseyin), Meşfur (Zeynülabidin), Meshur (İmam Bakır), Meşmut (Cafer
Sadık), Zumera (Musa Kazım), Hazad (Ali b. Musa Rıza), Teymura (Muhammed Taki),
Nestur (Ali Naki), Nukaş (Hasan Askeri), Kadimunya (Muhammed b. Hasan)
Zahibü’z-Zaman (a.c).[5]
Kaynak:
[5] Saduk, Uyun-i Ahbari’r-Rıza, Beyrut, Müessese-i İlmî Metbuati,
evvel, 1404 k, c. 2, s. 147.
Ama Yahudiler ve Hıristiyanların elinde mevcut olan kutsal kitaplar
değişiklik ve tahrife maruz kalmıştır. Bu yüzden rivayetlerde işaret edilen
birçok konu mevcut “Ahitler”’de bulunmamaktadır. Bununla birlikte mevcut
Tevrat’ta rivayetlerin muhtevasını onaylayan hususlar bulunmaktadır. Tevrat’ın
var oluş seferinde şöyle belirtilmiştir: “Ey İbrahim senin İsmail hakkındaki
duanı duydum. Şimdi ona bereketlendirecek, verimli kılacak ve yüce bir makama
yükselteceğim. Onun evlatlarından on iki önder çıkacaktır.”[6]
Kaynak: [6] Tevrat, Sefer-i Peydayış, 17/20, s. 14.
İşte Tevrat'da ve İncil'de Açık Açık Belirten 12 İmam ve Ehli Beyt'in
Kur'an'ı Kerim'de geçmemesi çok ilginçtir...
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar