Print Friendly and PDF

Kur‘an‘da Beni İsrâil (Yahudiler)



Benî İsrâîl, İsrail oğulları demektir. İsrâîl, Yakûb Aleyhisselamın lakabıdır. Onun nesline Yakub Nesli veya Yâkub Oğulları yerine İsrail nesli manasında "İsrâîl Oğulları" denmiş ve o şekilde şöhret bulmuşlardır.
Hz. Yâkûb, Hz. İshak‘ın oğludur. Hz. İshak da Hz. İbrahim‘in oğludur. Hz. İbrahim‘in karısı Sâre kısırdı, 97 yaşında İshak‘ı doğurdu (Zâriyat, 51/29-30). Hz. İshak‘ın  iki oğlu oldu, biri Ays, biri de Yâkûb. Yâkub; babası ve dedesinin memleketi Kenan ili (Filistin)‘de otururdu. 12 oğlu vardı ki İşte Beni İsrâil bunlar ve uzantılarıdır. Yâkûb‘un küçük oğlu Yûsuf‘un kardeşleri tarafından kuyuya atılması ve köle diye satılması İsrail oğullarının içinde daha ne kötülerin ve kötülüklerin olabileceğinin bir habercisidir
İsrâil Oğulları Mısır‘da:
Yûsuf‘un köle diye satılıp, Mısır firavununun sarayında büyümesi, hapisteyken Mısır Meliki‘nin rüyasını yorumlaması ve Mısır Azizi yerine, Mısır hazinelerinin, veya mâliyesinin sorumlusu olması, kıtlık senelerinde kardeşlerinin de buğday almaya gelmeleriyle başlayan kardeşleriyle temasları neticesinde Yâkûb aleyhisselam ve oğulları, Mısır‘a intikal etmişlerdi. İsrâil Oğulları, Hz. Yûsuf‘un hayatı boyunca 70 küsur sene Mısır‘da en mümtaz bir sınıf olarak yaşadılar. Yakub  aleyhisselam Mısır‘da 17 yıl daha yaşayıp vefat ettiğinde Yûsuf 56 yaşında idi. Babasının vefatından sonra 54 sene daha yaşadı ve 110 yaşında vefat etti. 1
Yûsuf‘dan sonra gelen Mısır Firavunları, Beni İsrâil‘e itibar etmedi, onlara hiç kıymet vermediler. Tam tersine onları köle gibi en ağır işkenceli işlerde kullanmaya başladılar. Hatta firavunun müneccimlerinin, bizzat firavunun Beni İsrail‘den birinin eliyle öldürüleceği ve saltanatının yok olacağı yönünde verdikleri haberlerden sonra Beni İsrâil‘in doğan erkek çocukları öldürülüyor, kızları bırakılıyor, erkekleri, âdeta ezilircesine ağır işlerde kullanılıyorlardı. (Kasas, 28/4).
Mûsâ Aleyhisselam‘ın Peygamberliği:
Hz. Musa‘nın doğumu ve Beni İsrail‘e peygamber olarak gönderilmesi, işte Beni İsrîl‘in yaşadığı bu en kötü yıllarına tevafuk ediyordu. Hz Musa 80 yaşlarına geldiğinde Mısır Firavunu, el-Velid b. Mus‘ab idi. Hz. Musa, Beni İsrail‘i Firavunun zulmünden kurtarmak için çok uğraştı. Sonunda, gizli olarak bir gece onları şehirden dışarı çıkardı. Firavun sabah haber alınca ordusuyla peşlerine düştü, Kızıldeniz‘e kadar kovaladı. Hz. Musa‘nın duâsıyla denizde, Yahudilerin 12 fırkası adedince 12 yol açıldı ve bu yollardan karşıya geçtiklerinde Firavun ve ordusu tam bu yolların ortasına geldikleri sırada, dağ gibi dik duran sular tabiatına dönüp birbirine kavuşunca, Firavun ve ordusu burada boğuldular.
Beni İsrail, hiç iyilik     bilmez, Allah‘a en asî, en nankör bir millet:
Allah‘ın Beni İsraile ilk yardımı ve en büyük belaları Firavun‘un köleliğinden kurtarması, mûcizevî bir şekilde denizden karşıya geçirmesi, şeksiz şüphesiz Allah‘a büyük hamd ve şükrü gerektiren böylesi büyük bir lütuftu ve gerçekleşti. Böylesi büyük bir beladan böylesine mûcizevî bir şekilde Allah‘ın yardımıyla kurtulacaksın da, Allah‘a sonsuz minnet ve şükranla sadık kul olmayacaksın? Allah‘a hamd-ü sena ile şükür secdesine varmayacaksın!? Peygamberine ümmet olmayacaksın?. Böylesi nâmert, nankör insan olur mu?. Millet olur mu? Elbette olamaz. Ama Beni İsrâil olursa olur. Ve işte olmuştur.
Bakara (2) suresinin, 40-42 ve 47-50. âyetlerinde özet olarak Allah onlara şöyle hitabediyor:
"Allah bunlara bahşettiği, Firavun‘dan kurtuluşlarını, onlar için denizden nasıl yol açtığını ve sahile çıkarma nimetlerini hatırlatarak, dünyada kimseye vermediği özellikleri bunlara  verdiğini, onların da Allah‘a verdikleri sözde durmaları gerektiğini, Hz Musa‘ya indirilen Tevrat‘a uymaları, nankörlük yapmamaları, kâfirlerden olmamaları, Hakk‘ın ve bâtılın birbirinden tamamen ayrılmış olduğunu bildikleri halde, bunları birbirine karıştırmamaları, hakikat olan gerçekleri gizlememeleri hususlarını hatırlatıyor ve uyarıyor."
Hikmetinden suâl olunmaz Allah‘ımız, yüce hikmet sahibidir. Ne hikmetse bu Beni İsrail, Hz. ibrahim, İsmail, İshak, Eyyub, Yâkûb, Yûsuf, Mûsâ ve Hârun gibi salih kullarının ve peygamberlerinin; milletinden geliyorlar ama, hepsi değil, bazıları onların tam aksine âsî, nâmert, nankör, kâfir ve münafık, hatta beşeriyete ve özellikle de inanmış Allah‘ın has kulları müslümanlara en tehlikeli düşman, en şerir, en nankör ve kötü bir millet olup çıkıyorlar.
Bu sözleri söylemeye, bizi cesaretlendiren sebebler, biraz sonra görmeye başlıyacağımız, bizzat Allah‘ımızın, Mukaddes Kitabımız Kur‘ân‘da bize bildirdiği  âyetleridir ve bu milletin siyonistlerinin bilfiil işlediği icrâmi cürümleridir. Bunları göreceğiz. Âyetleri sıralamaya geçmeden önce sâdece şu  Mâide (5/60) âyetinin özeti bize bu kanaati vermeye kâfidir:
Bu Kur‘an ayetinin delâletine göre,
Beni İsrâil‘in kötülüklerinin bir kısmının özeti:
En kötü bir şekilde cezalandırılmaya müstehak olan bir kavimdir;
Allah‘ın Lânetlediği mel‘ûn bir kavimdir;
Allah‘ın gazab ettiği "Mağdûbu aleyhim" kavimdir;
Allah‘ın onların bazılarını maymun yaptığı bir kavimdir;
Allah‘ın onların bazılarını domuz yaptığı bir kavimdir;
Allah‘ın onların bazılarını Tâğûtun kulları yaptığı, Şeytan kulu  bir kavimdir;
En kötü ve şerir mevkide ve derecede olan bir kavimdir;
Sırat-ı müstakîmden, Allah‘ın doğru yolundan sapanların en sapıklarıdırlar.
İmtihan:
Allah-u Azîmü‘ş-şân, şu kâinatı bir imtihan sahnesi olarak yaratmış. İmtihanın zorluğu, başarısı veya aksi nisbetinde de, karşılığını ve mükâfaatını koymuştur. Kur‘an‘da imtihan "fitne" kelimesiyle de ifade edilir.
Âyette (8/28): "Mallarınız ve evladlarınız sizin için birer fitnedir" yani imtihandır buyurulur. Yani büyük imtihanları ve cihadı zorunlu kılan veya başlatan fine, fesat, can ve mal güvenliğine  karşı saldırılar, kaza, belâ ve musîbetler, fakirlik, zenginlik, darlık ve genişlik gibi insanoğlunun gördüğü ve başına geldiği her türlü şekilde tezâhür eden hadiseler, birer imtihandır. Rabbimiz kullarını, varlıkla, yoklukla, ferahlık ve darlıkla, bela ve musibetlerle, her yönden imtihan ediyor.
Dünyada hiç bir millet,    İsrail Oğulları kadar domuz olmamış:
İşte İsrail Oğulları‘nı da Allah bu çeşitlerle imtihan etmiş, onlara hiç bir millete vermediği nimetler ve imtiyazlar vermiş ve sayısız iyiliklerde bulunmuş ki, adam olsunlar, insan olsunlar, Allah‘a kul olsunlar, İnsanlara saygılı olsunlar... Ama ne çâre ki onlar, Allah‘ın bütün bu iyiliklerine karşı, kötü cibilliyetleri gereği, Allah‘a ve peygamberlerine dost değil, tam tersine düşman olmuşlar, nankörce  isyana devam etmişler. İnsanlara düşmanca saldırmaya devam etmişler... En sonunda da Allah‘ın ve Peygamberlerinin lânetine müstehak olmuşlardır.  Allah‘ın o derece gazabını çekmişler ki, onları domuz ve maymuna dönüştürmüş. Bir rivayete göre 40 sene öylece dolaşmışlar.
İnsanlık tarihinde, bunlardan başka hiç bir milleti Allah, yaratmış olduğu mükerrem insan hilkatinden, hayvan hilkatine çevirmek sûretiyle gazabını göstermemiştir. Hem de hayvanların en necisi, en murdarı olan domuza çevirerek....
Demek ki bu millet, Allah‘a, Peygamberlere ve mükerrem insanlığa o derece aşağılıkla muâmele ederek aşağılık bir millet olmuş ki, Yaratan Allah onları bu derece aşağılık murdar bir hayvan hilkatine çevirmiş. Allah onları, en ağır cezalarla yaptığı gibi, en mükemmel ve en güzel ve güzîde nimetlerle ve iyiliklerle de imtihan ederek, iyi insan olmalarını istemiş olduğu halde, hiç birisi fayda vermemiş. En sonunda, layık oldukları hilkate çevirmiş.
İşte Allah‘ın onlar üzerinde tatbik ettiği imtihanları, Kur‘an‘ın en uzun Bakara suresinde 40. âyetten itibaren Allah bize haber veriyor. Ve görüyoruz ki: bu sureyi ve özellikle de Kur‘ân‘ı, en çok meşgul eden Beni İsrail‘dir. Ne hikmetse Allah bu kavme çok, hatta çoktan daha çok iyilik etmiş, bol nimetler vermiş kimseye tanımadığı imtiyazlar tanımış, fakat iyilik bilmez bu aşağılık Yahudiler, Allah‘ın kendilerine bahşettiği bu sayısız bütün iyiliklerini her defasında nankörlükle karşılamışlar, bir türlü hamdeden hayırlı kullar olamamışlardır.
Şu an ve Kıyâmete kadar yaşamakta ve yaşayacak olan tüm insanlığın Kâinât ve Saâdet Kitabı Mukaddes Kur‘an‘da, Allah onlara tatbik ettiği bu imtihanlarını ve bahşettiği bu nimetlerini, onların da nankörlüklerini ve saygısızlıklarını, tüm insanlara sık sık hatırlatır durur ki, bütün insanlar, bu mel‘un, aşağılık milleti tanısın, ibret alsın ve herkes kendine ders çıkarsın, bilmeyenlere bildirsin, duymayanlara duyursun, ona göre tedbirini alsın, müstehak oldukları derekede onları horlasın, aşağılasın.
Birazdan sırasıyla İlâhî âyetlerde zikredileceği üzere, tüm insanlar ve devletler bilmelidir ki, şu ân mevcut olan ve bundan sonra da kıyamete kadar mevcut olacak tüm insanları ve kâinatı yaratan Allah‘ın Kâinât Kitabı Mukaddes Kur‘ân şahittir ki: Cânîlik, cinâyet, hunharca canlı ve insan öldürmek, yakıp yıkmak ve imha etmek olan aşağılık cibilliyetlerini, bütün dünyaya bilfiil göstererek ve belgeleyerek, dünyanın en adî, en aşağılık milleti ve en büyük insanlık düşmanı, terörist devleti olduklarını,    Beni İsrail  siyonistinin  bizzat  kendileri, herkesin şâhid olduğu hunharca yaptıkları  icrâmlarıyla  ispatlamışlardır.
Buna göre, bu terörist devletinin, bundan böyle dünyanın başına ne gibi belâlar getireceği ferâseti doğrultusunda, bütün silahlardan arındırılmasını ve BM topluluğundan çıkarılmasını, insana saygılı bütün sulh sever devletler, kendilerine düşen  en mukaddes vazife bilmelidirler.
Meleklerin haber verdiği cibilliyetleri bozuk olan millet bu millettir: Yahudi milletinin bilhassa siyonistlerinin ki, şu anda onların temsilciliğini yapan İsrail‘in terör devletidir. Bunlar kadar Allah tarafından lanetlenen ve aşağılanan mel‘un bir millet daha şu dünyaya gelmemiştir.
Kâinatı ve insanı yaratan Allah, Hz. Âdemin yaratılacağı toprağı getirmek için görevlendirdiği Azrâîl aleyhisselam yeryüzünün her yerinden; güzelinden, çirkininden, temizinden, pisinden ve kokmuşundan, murdarından ve‘l-hasıl her çeşidinden toplayıp getirmişti. 2
Allah-u âlem, Benî İsrail‘in Siyonistleri, bu toprak çeşitlerinin en kötüsü, en pis ve en kokuşmuşundan nasiplerini almışlar. "Bir zamanlar Rabb‘in Allah meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti de, melekler:
"A!.. Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birilerini mi yaratacaksın? Oysa biz Seni medh-u senâ ile tesbih ve takdis ediyoruz. Demişlerdi.. (Bakara Suresi, 2/30)" Meâlindeki âyet-i kerimede dile getirilen "bozgunculuk yapacak ve kan dökecek" ifadesiyle, Yahudi cinsinin bu pis vampir karakterinin değişmeyen cibilliyeti mi haber verilmişti acep diye düşünüyor insan.
Yani, mayaları toprağın en çirkefi, ruhları İblis‘in recîm ve lânetlenmiş ruhuyla yoğrulmuş, katil Kâbil‘in damarından gelmiş, en kötü tâğûtî insan tipi olarak bu gün, insan kanı dökmekle vampirleşmiş, dünyanın ve özellikle de İslâm âleminin başına bela olmuş, bir mikrop. Bunların tarihleri, boydan boya hep böyle kan döken, öldüren, insanlık düşmanı kâtil bir millet olarak geçmiş. Masum insanları, kucaktaki çocukları, engelli, sandalyaya mahkum kötürüm insanları, bilhassa düşman olduğu asâletli milletlerin yetişmiş kıymetli güzide liderlerini öldürmekten çekinmeyen, bağları, bahçeleri, hayvan, haşat bulduğu ve gördüğü, kendisinin olmayan her şeyi öldüren, yakan yıkan, en aşağılık terörist, eşkiya millet, olarak mukaddes bir bölgeyi Kuds-i Şerif‘i ve Mescid-i Aksa‘yı, müslümanların zâ‘fından bi‘l-istifade  kirletmeye, kan dökmeye  devam etmektedir. Bu çalışmamızda Beni israil‘in bu durumlarını beyan eden, en sağlam kaynak olan Kur‘an‘ın Bakara Sûresinde geçen, bir çalışmaya sığmayacak kadar çok mikdarda ilgili âyetlerin, sadece bir kısmını sunmakla yetineceğim. Diğerlerini de ikinci bir çalışmaya bırakıyorum.
Bu âyetlerin her biri, Beni İsrailin ayrı bir imtihanı mahiyetindedir.
Sûrede geliş sırasına göre ve özetle arzediyorum:
1- İlk imtihan, Firavun‘dan kurtuluşları:
Mısır‘da, esâreti altında bulundukları Firavun, bunların erkeklerini öldürüyor, kadınlarını bırakıyor, çok zor şartlar altında ezercesine çalıştırıyordu. Kur‘an‘da tafsilatıyla zikreder. Hz. Musa bunlara peygamber olarak gönderildiğinde onları Mısır‘dan çıkararak bu esaretten kurtarmaya çalıştı. Bir gece bunları toplayarak şehirden çıktılar. Firavun sabahleyin haber alınca, hepsini öldürmek için askerleriyle onları Kızıldeniz‘e kadar kovaladı. On iki kol olan Yahudileri Allah, denizin ortasında açtığı on iki yoldan karşıya geçirdi. Firavun ve askerleri de onları yakalamak için bu yollara girdiler. Tam ortasına geldiklerinde Allah denizi kapatıverince Firavun ve ordusunun hepsi suda boğuldular.
Böyle büyük bir zulümden ve beladan kurtuldukları için hamdederek, şükrederek Allah‘a sarılıp iyi kul olmaları gerekirken, o büyük iyiliğe tam tersine, küfrân-ı nimet olarak Allah‘a ve peygamberine saygısızlık ettiler, nankörlük yaptılar. Daha kötüsü, Allah‘ı ve Rasulünü bırakıp,
2 Buzağı putuna tapmaya başladılar: (2/51-52) Âyetler.
Firavun‘dan kurtulduktan sonra, "Hz. Musa, Allah‘ın davetine icabet ederek Tur-i Sina‘ya gitti. Allah otuz gün oruç tutmasını, abdest alıp bedenini ve elbisesini temizleyip Tûr-i Sînâ Dağına gelmesini emretti. Zü‘l-kâde ayının başından sonuna kadar orucunu tuttu. Kardeşi Hârûn‘u Beni İsrail‘in başına bırakıp dağa doğru yöneldi. Fakat kendi ağzında hoşuna gitmeyen bir koku buldu. Bir harnup (keçi boynuzu) dalı ile ağzını, dişlerini misvakladı. Ağzına hoş koku verdirmek istedi. Fakat Allah O‘na: "Ey Mûsa! Oruçlunun ağzının kokusu Benim için miskten daha hoş olduğunu bilmez misin? dedi  ve on gün daha oruç tutmasını emretti. Zü‘l-hicce‘nin on gününü daha tuttu. Böylece Rabbi‘yle olan sözleşmesi 40 güne tamamlandı. (El-Ârâf, 7/142):
Hz. Musa, Allah‘ile olan mîkâtının 30 gün olacağını Beni israil‘e söylemişti. Bu 30 gün bitip de Musa gelmeyince başlarında bulunan, Harun Peygamberi bile dinlemeyerek, 10 gün içinde tuttular buzağı şeklinde put yaparak ona tapmaya başladılar. Allah yolundan ve inançlarından vaz geçiverdiler. Hz. Musa döndüğünde onları o şekilde bulunca onlara, tevbe etmelerini ve affolmaları için Allah‘a yalvarmalarını istedi. Bu isteğini bazıları kabul etti bazıları etmedi. Allah onlara: "Sizler zâlimlersiniz (51)" buyurdu ve buzağıya tapanların öldürülmelerini emretti. 3 :(el-Bakara, 2/54) :
Hz. Musa Allah‘ın bu emrini onlara bildirdi. İki grup, buzağıya tapanlar ve tapmayanlar birbirleriyle öldüresiye çarpıştılar. Bir rivayete göre 70 bin israilli öldü.4
Hz. Musa‘nın duâ ve yalvarmalarıyla, Allah, o kadarla yeter deyip vuruşmanın durdurulmasını ve tevbelerinin kabul edileceğini bildirdi ve vuruşmayı durdurdular. Allah günahlarını affettiğini bildirdi: (2/51-52) Âyetler:
3-         Allah‘ın Kitabı Tevrat‘ını kabul  etmediler, Peygamberlerine büyük saygısızlık yaparak: Bize Allah‘ı açıkça göstermedikçe  Sana inanmayacağız! dediler. Yıldırıma çarpıldılar:
Allah, Beni İsrail‘in selamet ve seâdeti için, Hz. Musa‘ya Tevrat indirdi. Onda dünya ve âhiret saadetlerinin ve hidayetlerinin bütün yolları gösteriliyordu. Hz. Musa onlara:
"Ey kavmim! Siz Allah‘ı bırakarak buzağıya tapacak kadar büyük günahlar işlediniz. Birbirinizi öldürmek suretiyle Allah sizi affetti. Saâdetiniz için Allah‘ın buyruklarını tutun, Tevrat‘ını hayatınıza rehber edinin." diye onlara nasihat etti. Allah tarafından gelen Tevrat‘ı onlara gösterdi ve onunla amel etmeye çağırdı. Fakat onlar: Bize Allah‘ı açıkça göstermedikçe sana inanmıyacağız! demeleri ve peygamberlerine saygısızca mukabelede bulunmaları üzerine, Allah onları yıldırıma çarptırdı.
Çünkü, daha hâlâ Allah‘ın, kendileri gibi  maddî bir cisim olmadığını ve olmaması gerektiğini dahi bilemediler veya bilmek istemediler. Buzağı gibi maddi ilahlar istediler, Peygamberlerine kulak vermediler. Bunun için, ceza olarak Allah onları yıldırıma çarptırdı, oldukları yerde ölüler halinde bakakaldılar. Âyetler: (55-56):.
Rivayete göre bu istekte bulunanlar, Hz. Musa‘nın mikat için seçtiği 70 kişidir. Başka bir görüşe göre de Beni İsrail‘e teşmil edilecek çoğunluktur. Hz. Musa‘ya hep saygısızca Ya Musa! diye hitab etmişler. Hiç bir zaman saygıyla Ya Rasulellah! dememişler. Allah seninle konuşuyor bizimle niye konuşmuyor? diye hem Allah‘a hem Peygamberine karşı saygısızlık yaptıkları için, oldukları yerde çarpılmışlar, bakakaldıkları halde ölmüşler.
Hz. Musa, Allah‘a yalvarmış. Allah yeni bir imtihan için onları yeniden diriltmiştir.5
Ölümden sonra tekrar dirilme fırsatı verilen bir insan olarak, artık hamdederek Allah‘a sarılmaları beklenirken, "Bu kadar da olamaz!" dedirtecek mahiyette gene imana gelmemişler, inadlarında ısrar etmişler, Peygamberlerinden: "Allah‘ı hiç olmazsa sen görmek iste diye ısrar etmişler. Hz. Musa da, onlara ibret olsun diye istemiş Allah‘ına şöyle hitabetmiş:
"Ya Rabb‘i! Göster Kendini göreyim demiş. Allah Ona: Sen Beni (bu dünyada) kesinlikle göremiyeceksin. Fakat şu karşıki dağa bak! Eğer yerinde kalırsa, o zaman Beni görürsün buyurmuş. Allah bir an dağa bir nazar etmiş , dağ bir anda tuz-buz oluverince Hz. Musa bayılıp yere düşmüş." Âyet: (el-Ârâf, 7/ 143):
İyice anlasınlar diye Allah-u Teâlâ el-En‘âm (6/103) Sûresinde de şöyle buyurur:
"O‘na gözler ulaşamaz; fakat O, gözlere ulaşır. Çünkü O, " Latîfu‘l-Habîrdir." diye haber verir. Bunu Hz. Musa da onlara anlatarak, şu maddi dünya bedeniyle Allah‘ın görülemeyeceğine, O‘na o koca dağların bile dayanamadığına da şâhid oldunuz! dediği halde, ölümden sonra dünyadayken tekrar dirilme imkanına kavuştukları halde, hâlâ da küfür ve isyanlarından vaz geçmediler. Allah‘a ve Rasûlüne iman etmediler. İnsan olarak, "Bu kadar da bayağı ve âdî insan olamaz", dedirttiler.
Bütün bunlara rağmen, sınırsız lütuf sahibi Allah, onları imtihan etmeye devam edecektir.
1 (Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, 1/21, İstanbul, 1969).
2 (İbn-i Esîr, el-Kâmil fi‘t-târih,1/27-28; Sünen-i Ebi Dâvud, 2/634(4693); Sahîhu‘t-Tirmizî, 5/204(2955).
3  İbnü‘l-Esîr, el-kâmil fi‘t-târîh, 1/189-191.
4  Aynı kaynak,1/191.; Tefsir Taberi, 2/73 ; Tefsir Tantâvî, 1/91.
5 Seyyid Tantâvî Tefsiri, 1/94 ; Eş-Şârâvî Tefsiri, 1/192.
Doç.Dr.Hüseyin Varol
---------------
Hz. Mûsâ, İsrâiloğulları’nın on iki oymağından (sıbt) seçtiği yetmiş kişiyi yanına alarak, kavminin altın buzağıya tapmalarından dolayı af dilemeleri, dua ve niyazda bulunmaları için, Allah’ın kendisiyle konuştuğu mekân olmasıyla kutsallık kazanmış bulunan Tûrisînâ’ya ikinci defa gitti. Tevrat’ta (meselâ bk. Çıkış, 24/1 vd., 32/1 vd.; Tesniye, 9/9, 18; 10/10) verilen bilgilere göre Rab, Mûsâ ile iki defa buluşma vakti tayin etmiş; Rabbin buyruğu uyarınca Mûsâ birinci buluşmada yanına İsrâiloğulları’nın ileri gelenlerinden yetmiş kişi almıştır. Tevrat’ta Mûsâ’nın ikinci buluşmada yanına yine yetmiş kişi alıp almadığına ilişkin bilgi yoktur. İbn Âşûr, ikinci buluşmayı ilkinin tamamlayıcısı gibi düşünerek, Mûsâ’nın bu buluşmaya da yetmiş kişi götürmesinin Tevrat’a göre mümkün olduğunu ifade eder; Kur’an’da ise bu husus sarahatle belirtilmiştir. Kur’an’da Mûsâ’nın, Tûr’daki ilk buluşmasında, dağın sallanmasıyla kendinden geçip yere yığıldığı bildirilirken, söz konusu yetmiş kişinin orada bulunup bulunmadığından ve onların da bu sarsıntıdan etkilendiğinden söz edilmemekte; fakat bu durumun ikinci ziyaret sırasında gerçekleştiği bildirilmektedir. İbn Âşûr, yine Tevrat ile Kur’an’daki bilgileri birleştirerek, yetmiş kişilik topluluğun ilk ziyarette de Mûsâ’nın yanında bulunduğunu, Mûsâ gibi onların da sarsıntıdan yere yığıldıklarını kabul etmektedir (VII, 123-124). Fahreddin er-Râzî, ikinci ziyaret esnasında söz konusu yetmiş kişinin müthiş bir sarsıntıyla bayılıp düşmelerinin sebebine ilişkin olarak müfessirlerden şöyle bir bilgi aktarır: Mûsâ yetmiş kişiyi Tûr’a götürdü. Dağa yaklaştıklarında bütün dağı bir bulut sütunu kapladı. Mûsâ bu bulutun içine girdi; onun isteği üzerine diğerleri de bulutun içine girerek hep birlikte secde ettiler; Allah’ın Mûsâ’ya “şunları yap, şunları yapma...” gibi emirlerini ve yasaklarını duydular. Bulut çekilince, “Ey Mûsâ! Allah’ı apaçık görmedikçe sana inanmayacağız” dediler (Bakara 2/55). İşte bu yüzden onları sarsıntı çarptı (XV, 17). Bu olay kısmen Tevrat’ta da anlatılmakta, ancak orada olay ilk ziyaretin anlatıldığı bölümde geçmektedir (Çıkış, 24/ 15-18). Hz. Mûsâ, muhtemelen kavmiyle birlikte yanındaki yetmiş kişinin de daha önce buzağı heykeline tapmak suretiyle ağır bir suç işlediklerini; ayrıca kendisinin, Tûr’daki ilk bulunuşu sırasında Allah’tan kendisini görmek istemesinin de bir kusur olduğunu dikkate alarak, “Ey rabbim! Dileseydin onları ve beni daha önce helâk ederdin” dedi. “Beyinsizler” diye çevirdiğimiz 155. âyetteki süfehâ’ kelimesi, “cahillik, ahmaklık, akılsızlık, beyinsizlik, malı boş yere harcama veya barbarlık, küstahlık” gibi anlamlara gelen sefeh kelimesinden sefîhin çoğuludur. Sefîh “akıllı, olgun ve ağır başlı davranışlarıyla uygar olduğunu gösteren kişi” anlamındaki halîmin, fıkıh dilinde ise “belli bir zihnî olgunluk düzeyine erişmiş kişi” mânasındaki reşîdin zıddıdır. Türkçe’de sefihin karşılığı olarak genellikle “akılsız, beyinsiz” deyimleri kullanılmaktadır. Âyette süfehâ’ kelimesiyle, buzağı heykeline taparak ahmak ve akılsız oldukları gibi tutum ve davranışlarıyla aynı zamanda küstah, hoyrat ve barbar olduklarını da ortaya koyanlar kastedilmiştir. Mûsâ’nın, “(Allahım!) İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk edecek misin?” şeklindeki yakarışından, İsrâiloğulları arasında, kendisiyle birlikte, buzağıya tapmayan daha başka kimselerin de bulunduğu anlaşılmaktadır. Ancak Mûsâ, bunların söz konusu kötülüğü önlemek hususunda yeterince çaba harcamadıklarını düşündüğü için Cenâbı Hakk’a böyle bir yakarışta bulunmuş olmalıdır. Bu altın buzağı olayı ve ona bağlı gelişmelerin hepsi temelde Allah’ın takdiriyle vuku bulduğu için Hz. Mûsâ, “Bu iş senin imtihanından başka bir şey değildir” diyerek olayı ilâhî bir imtihan olarak algılamış; son planda dalâletin de hidayetin de Allah’tan geldiğini kabul ederek kendisi ve halkı için rahmet ve mağfiret niyaz etmiş, dünyada ve âhirette iyilik dilemiştir. Bunun üzerine yüce Allah da, “Azabıma dilediğimi uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır” buyurmuştur. 156. âyette geçen rahmet, “acınan kimseye iyilik etme sonucunu doğuran acıma hissi” şeklinde tanımlanır. Buna göre rahmet kavramının kapsamında hem acıma hem de iyilik ve ikramda bulunma vardır. Esasen rahmet ve merhamet temelde Allah’ın sıfatı olup insan ve diğer canlılardaki merhamet duygusu da Allah’ın onlara rahmet veya merhametinin bir sonucudur. Allah’ın rahmân ve rahîm isimleri de rahmet kelimesinden türetilmiş olup dünya ve âhirette bütün varlıklara olan lutuflarını ifade eder (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “rhm” md.). İsfahânî, konumuz olan âyetteki “... rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır; ayrıca rahmetimi Allah korkusu taşıyanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım” şeklindeki ifadeden rahmetin dünyada müminiyle kâfiriyle herkesi kuşattığı, âhirette ise yalnızca müminleri kapsayacağı anlamının çıktığını belirtir. Buna göre 156. âyette yüce Allah, kullarından ancak bir kısmının azaba mâruz kalacaklarını; buna karşılık bütün mevcudatın, dünyada varlık sahnesine çıkışlarından itibaren kendi rahmetinden pay aldıklarını ve liyakatlerine göre alacaklarını bildirmiştir. Şu halde başlangıçta rahmetten pay almayan hiçbir şey yoktur ve ancak azabı hak edenlere, ilâhî iradenin azaba müstahak gördüklerine, rahmetin ardından azap isabet edecektir. Sonuç olarak rahmet asıl, azap tâlîdir. Nitekim En‘âm sûresinde (6/12) “O, kendi üzerine (kulları için) rahmeti yazmıştır” buyurularak bu hususa işaret edilmiştir. İnsan da dahil olmak üzere her varlık, var olmakla rahmete mazhar olmuştur. Fakat insan, özgür ve ahlâkî varlık olarak, inanç ve eylemlerinin değerine göre azabı da rahmeti de hak edebilir. Böylece Hz. Mûsâ’nın, “Bize bu dünyada da âhirette de iyilik yaz” şeklindeki duasına karşılık Allah, “Azabıma dilediğimi uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır” buyurmak suretiyle, bir yandan ona, onun ümmetinden sâlih kişilere geniş bir rahmet ümidi vermekle birlikte, bunun kendisi için bir zorunluluk olmadığını hatırlatma mahiyetinde, azabının da dikkate alınmasını istemiş; ardından da azaptan koruyup rahmete mazhariyet kazandıracak iyi hallere birkaç örnek olmak üzere, takvâ ehlinden olmak, zekâtı vermek ve âyetlere inanmayı sürdürmek gerektiğine işaret buyurmuştur. Zemahşerî, Allah Teâlâ’nın kendileri için rahmet yazdığı zümrenin, ileride (âhir zamanda) yaşayacak ve Hz. Muhammed’in ümmetine katılacak İsrâiloğulları olduğunu ifade eder (II, 165). Aşağıdaki âyet bu görüşü desteklemektedir. Ancak bu anlayış, âyetin hükmünün umumîliğine engel değildir. Yani yüce Allah, iman ve iyi halleriyle rahmete lâyık olan herkes gibi Hz. Muhammed’e inanıp müslüman olan İsrâiloğulları’nı da rahmetinin kapsamına alacaktır. 156. âyette geçen ve “Şüphesiz biz sana yöneldik” şeklinde meâli verilen cümleyi “Şüphesiz biz tevbe etmiş olarak sana geldik” diye çevirmek de mümkündür.
Yahudi bir fert İmam Ali’den (aleyhisselâm) senin amcaoğlun Muhammed’in, senin ve evlatlarının Tevrat’taki adı nedir, diye sorar. İmam Ali (aleyhisselâm) şöyle cevap verir: “Tevrat’ta Muhammed’in adı “Tab Tab”, benim adım “İlya” ve evlatlarımın adı da “Şübber ve Şebir”’dir. Yahudi bu cevabı duyunca hemen Müslüman olur ve iki şahadeti söyler. Allah’ın birliği ve Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) elçiliğine şahadet ettikten sonra İmam Ali’nin (aleyhisselâm) vasiliği ve velayetine şahadet eder.[4]
Kaynak:
[4] Tusi, Hamza, es-Sekaf Fi Menakıb, Kum, Ensariyan, dovvom, 1412 k, c. 2, s. 147.
Bu rivayetten istifade edildiği üzere İmam Ali (aleyhisselâm) Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) halifesi ve vasii sıfatıyla açık ve net bir şekilde Tevrat’ta geçmektedir. Eğer böyle olmasaydı, Yahudi hemen İmam Ali’nin (aleyhisselâm) sözlerini kabul etmezdi. Aynı şekilde Ehli Beyt imamlarının (aleyhisselâm) tümünün mübarek isimlerinin Tevrat’ta geçtiği ve İbranicede şöyle olduğu nakledilmiştir:
Mizmiz (Mustafa), İlya (Ali Mürteza), Kayzur (Hasan Mücteba), İrytil (şehid Hüseyin), Meşfur (Zeynülabidin), Meshur (İmam Bakır), Meşmut (Cafer Sadık), Zumera (Musa Kazım), Hazad (Ali b. Musa Rıza), Teymura (Muhammed Taki), Nestur (Ali Naki), Nukaş (Hasan Askeri), Kadimunya (Muhammed b. Hasan) Zahibü’z-Zaman (a.c).[5]
Kaynak:
[5] Saduk, Uyun-i Ahbari’r-Rıza, Beyrut, Müessese-i İlmî Metbuati, evvel, 1404 k, c. 2, s. 147.
Ama Yahudiler ve Hıristiyanların elinde mevcut olan kutsal kitaplar değişiklik ve tahrife maruz kalmıştır. Bu yüzden rivayetlerde işaret edilen birçok konu mevcut “Ahitler”’de bulunmamaktadır. Bununla birlikte mevcut Tevrat’ta rivayetlerin muhtevasını onaylayan hususlar bulunmaktadır. Tevrat’ın var oluş seferinde şöyle belirtilmiştir: “Ey İbrahim senin İsmail hakkındaki duanı duydum. Şimdi ona bereketlendirecek, verimli kılacak ve yüce bir makama yükselteceğim. Onun evlatlarından on iki önder çıkacaktır.”[6]
Kaynak: [6] Tevrat, Sefer-i Peydayış, 17/20, s. 14.
İşte Tevrat'da ve İncil'de Açık Açık Belirten 12 İmam ve Ehli Beyt'in Kur'an'ı Kerim'de geçmemesi çok ilginçtir...


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar