KÜTLELERİN GELİŞİ
Neticesi ister iyi olsun ister kötü, şu
ânda Avrupa kamu hayatında son derece önemli rol oynayan bir gerçek var. Bu
gerçek, kütlelerin sosyal iktidarı tam bir şekilde ele geçirmiş olmaları.
Tarife göre, kütlelerin, kendi şahsî varoluşlarına bir yön vermemeleri
gerektiği ve isteseler de bu yönü veremeyeceklerinden ve hele genellikle
cemiyeti hiç yönetemeyeceklerin den, bu gerçek, Avrupa'nın, insanların, milletlerin
ve medeniyetin, maruz kalabileceği en büyük bir buhran içinde bulunduğunu
apaçık gösterir. Buna benzer buhranlar tarihte daha önceleri de görüldü. Onun
özellikleri ve neticeleri iyi bilinir, tıpkı adının da iyi bilindiği gibi. Ona,
kütlelerin isyanı denir.
Bu ürkütücü gerçeği anlayabilmek için,
başlangıçtan itibaren "isyan”, "kütleler" ve ‘"sosyal
iktidar" kelimelerine münhasıran veya öncelikle siyasî mânalar atfetmekten
çekinmek gerek. Kamu hayatı, aynı derecede, hattâ daha da fazlası,
entellektüel, ahlâki, İktisadî, dinî hayattır; giyim ve eğlencelerle ilgili
modalar da dahil, kollektif bütün örf ve âdetlerimizi kapsar.
Belki, bu tarihî vakıayı en iyi ele almanın
yolu, dikkatimizi, kolayca müşahade edilen bir gerçeğe çevirmek, çağımızın bir
özelliği üzerine parmak basmaktır. Bu gerçeği dile getirmek oldukça kolay ise
de, analizi hiç de kolay değil. Ben, bu gerçeğe kümeleşme, “dolulaşma”
diyeceğim. Bakınız, şehirler insan dolu, evler kiracı dolu, oteller turist
dolu, trenler yolcu dolu, gazinolar müşteri dolu, tiyatrolar seyirci dolu,
plajlar yüzenlerle dolu. Eskiden genellikle, hiç de mesele teşkil etmeyen bir
hal, yanı boş bir yer bulabilmek, artık günlük bir mesele halini aldı.
Hepsi bundan ibaret. Hakikî hayatta bundan
daha basit, daha açık, daha değişmez başka bir gerçek gösterilebilir mi?
Şimdi bu müşahadenin sathını kazıyalım ve
kabuğun altında, beyaz gün ışığını rengârenk parçalara bölen beklenmeyen bir
kaynağı görüp şaşıralım. Görünüşü bizi böylesine hayrete düşüren şey nedir?
Yığınlaşma görüyoruz, medeniyetin yarattığı
yer ve vasıtaları işgal eden kalabalık. Biraz düşünürsek, kendi şaşkınlığımıza
da hayret edeceğiz.
Ne var, ne oluyor?
Eşyanın ideal durumu da bu değil mi?
Tiyatrodaki koltuklarda oturulmak gerek,
başka bir ifade ile, salonun dolması lâzım ve şimdi de salon seyircilerle dolup
taşıyor, koltuklarda oturmak için can atanlar dışarıda kalıyor. Bu gerçek
oldukça tabiî ve mantıkî dahi olsa, daha önceleri böyle bir durumla
karşılaşmadığımızı da idrak etmemek elde değil. Ne var ki, artık durum farklı;
ilk ândaki şaşkınlığımızı haklı gösterecek bir değişiklik, bir yenilik vuku
buldu.
Hayret etmek, şaşkınlık duymak, durumu
anlamaya başlamanın ilk adımı. Bu, entellektüel insana mahsus bir spor, bir
lüks. Entellektüel aşiretinin karakteristik davranışı, dünyaya, faltaşı gibi
açılmış gözleriyle, hayretler içinde bakmak. Bakmasını bilen gözler için
dünyada her şey garip ve şaheser. Bu hayret etme melekesi bir futbolseverin
sahip olamayacağı bir zevk; entellektüel insana ise, devamlı hayal vecdleri
içinde hayatta yol aldırır. Entellektüel insanın gözlerindeki hayret ifadesi
onun kendine mahsus özelliğidir. Kadîm dünyanın insanlarının Minerva’ya (kadim
Romalıların akıl, hikmet, sanat ve harp mabûdesi idi ), dünyayı daima hayretle
açılmış gözleriyle seyreden kuşu, baykuşu, takdim etmelerinin bir sebebi de bu.
Kümeleşme, doluluk, önceki devirlerin
normal vakıalarından değildi. Şimdi niye böyle?
Çevremizdeki yığınların parçalan bir ânda
yerden bitivermedi. Onbeş sene öncesi de hemen hemen aynı sayıda insan vardı.
Harpten (müellif I’inci Dünya Harbinden bahsediyor. — N.M.) sonra daha az
sayıda insan olması gerekirdi. Nasıl olursa olsun, ilk önemli noktaya işte
burada gelmiş oluyoruz. Bu yığınları oluşturan insanlar tek tek daha önceleri
de vardı, ama yığın halinde değil. Dört bir tarafa yayılmış ve küçük gruplar
veya kendi başlarına yaşıyan bu insanlar bütün görünüşleriyle biribirlerinden
farklı, birikirlerinden ayrılmış, kendi hallerinde hayat sürüyorlardı. Her
ferdin veya küçük grubun kırda, köyde, kasabada veya büyük şehrin bir
mahallesinde "burası benim” diyeceği bir yeri vardı. Günümüzde ise, bu
insanlar karşımıza birdenbire bir yığın halinde çıktılar; gözlerimizi nereye
çevirirsek çevirelim, karşımızda hep bu yığınlar. Hem sadece nereye bakarsak
değil, bilhassa en iyi yerlerde hep onlar; beşer kültürünün yarattığı en iyi
yerlerde, önceleri daha küçük gruplara, bir kelime ile, azınlıklara ayrılmış en
iyi yerlerde. Yığınlar birdenbire gözle görülebilir hale geldiler,
kendilerini cemiyetin imtiyazlı yerlerine yerleştirdiler. Yığınlar önceleri
de var idiyseler — sosyal sahnenin gerilerini işgal ettiklerinden — göze
çarpmıyorlardı. Şimdi ise, sahnenin önündeki
ışıklara kadar ilerledi ve baş rolü aldılar. Artık oyunda başrolü oynayacak
yok, sadece koro var.
Yığın kavramı
kemiyettir, gözle görülebilir. Bu kavramı, mahiyetini değiştirmeden, sosyolojik
terimlerle ifade etmeğe çalışalım. Karşımıza “sosyal kütle” denen milletin
çıktığını görüyoruz. Cemiyet, her zaman, iki parçanın dinamik bir birliğinden
oluşur; azınlıklar ve kütleler. Azınlıklar, özel vasıfları haiz fertler veya
fertlerden oluşmuş gruplardır. Kütle ise, özel
vasıflardan mahrum insanların bir araya gelmesiyle vücut bulur.
Şu halde, kütleler derken, sadece veya esas
olarak, “emekçi kütleleri” kastedilmediği anlaşılmalı. Kütle, alelâde
insandır. Böylece, sadece sayı ile ifade
edilen, yani yığın, artık tayin edici bir keyfiyete dönüşür; biribirlerinden
ayırd edilemeyen insanlar müşterek sosyal vasıf halini alır, genel bir tip
ortaya çıkar.
Kemiyetin böylece keyfiyete çevrilmesiyle
ne kazandık?
Keyfiyet vasıtasıyla birincinin nasıl
yaratıldığını ve ne gibi özelliklere sahip olduğunu anlıyoruz. Harcıâlem bir
söz söylemek pahasına da olsa, diyeceğiz ki, bir yığının normal terkibi, onu
meydana getiren fertlerde, arzu, fikir ve hayat tarzlarının uyuşmasını
gerektirir. Seçkin grup olmayı ne kadar isteseler de her sosyal grubun başlıca
özelliğinin aynı olduğunu söyleyerek itiraz etmek isteyenler çıkabilir. Doğru
olmakla beraber, arada esaslı bir fark bulunur. Küme veya yığın olmakla
karakterize edilemeyecek fertler arasındaki belirli uyuşma, büyük sayıdaki
insanlarda görülmeyen bazı arzu, fikir veya ideal üzerine kurulur. Ne çeşit olursa
olsun bir azınlık teşkil etmek için, her azınlık üyesinin, her şeyden önce
kendisini “özel”, oldukça şahsî sebeplerle yığından ayırması gerekir. Demek
oluyor ki, onların azınlık teşkil eden diğerleriyle uyuşması, her birinin
kendine hâs bir tutum takınmasından sonra, ikinci derecede kalır ve bunun
neticesinde de, aralarındaki benzerlik büyük ölçüde mutabakat (aynı olmak)
değildir. Grubun bu kendine özgü özelliğinin belli olduğu yerler var; sınırsız
yığın karşısındaki hoşnutsuzlukların bir araya getirdiği ve kendilerini “gayri
konformist” (cemiyetin hâkim temayüllerine karşı) diye adlandırılan İngiliz
grupları. Azınlığın kendisini çoğunluktan ayrı
tutmak için bir araya gelişi, her azınlığın teşkili için lüzumlu bir unsur. Üstün bir müzisyeni dinleyen belirli bir
topluluktan bahseden Mallerme, az sayıda insandan oluşmuş bu toplulukta yığının
gayrı mevcudiyeti daha kesinlikle belirtildiğini söyler.
Aslında, psikolojik bir gerçek olarak,
kütle, fertlerin kütle nizamında ortaya çıkmalarını beklemeğe lüzum hasıl
olmadan tarif edilebilir. Kütle, kendisi için —
iyi veya kötü — özel sahalara dayalı hiç bir hedef seçmeyen, kendini “herkes
gibi hisseden” ve bu halin kendisini düşündürmediği, gerçekte herkes gibi
hissetmekle kendisini mesut hisseden herkestir. Belirli sahalarda
kendi değerini ölçmeye, şu veya bu işi için kendisinin özel bir yeteneğe sahip
bulunup bulunmadığını veya her hangi bir istikamette üstün kabiliyeti olup
olmadığını idrak eden mütevazi bir insan düşünün. Böyle bir insan kendini,
sıradan, alelâde kabiliyetsiz hissetmekle beraber, "kütle” olarak görmez.
"Seçkin azınlıklar”dan bahsederken,
kötü niyetlilerin bu ifadenin mânasını tersyüz ederek, seçkin insanın kendini
diğerlerinden üstün gören huysuz ve kibirli insan demek olmadığını; kendisinden
— yerine getiremezse de — diğerlerinden istediğinden daha fazlasını talep eden
insanın kastedildiğini bilmez görünmeleri normal. Şüphe edilemez ki, beşeriyet,
en köklü bir şekilde, iki çeşit yaratıktan oluşmuş sınıflara ayrılmıştır;
güçlük ve görevleri, üstüste yığarak kendi varlıklarından büyük talepte
bulunanlar ve kendilerinden özel hiçbir şey talep etmeyenler, yaşadıkları ânı
hayat diye kabul edenler, mükemmellik yolunda hiç bir gayret göstermeyen,
dalgalar üzerinde sallanıp duran şamandıra misâli insanlar. Bu bana iki
farklı koldan oluşan ortodoks Budizm’i hatırlatıyor. Birinin emirleri sert ve
zor, diğerinin kolay ve sıradan; biri, “büyük vasıta” veya “büyük yol” denen Mahayana, diğeri, “küçük vasıta” veya “küçük yol” denen
Hinayana. Önemli olan, hayatımızı,
bu iki vasıtadan hangisine bağladığımız, kendimizden azamî veya asgarî talepte
bulunmamızdır.
Cemiyetin kütleler ve seçkin azınlıklara
ayrılışı, sosyal sınıflara bölünmesi değil, “üst” ve “alt” diye, hiyerarşik
ayırımla bağdaşmayan insan sınıflarına ayrılışı demektir. Tabiatıyle, şurası
açıktır ki, bu “üst” sınıflarda — eğer gerçekten üst sınıflarsa — “büyük
vasıta”yı benimseyenlerin sayılarının çok daha fazla olması, “alt sınıflar'ın
ise, düşük vasıflı fertlerden oluşacağı kuvvetli muhtemel. Fakat doğrusu
istenirse, bu her iki sosyal sınıfta da, hem kütle hem de halis azınlık
bulunabileceğini söylemek hiç de yanlış bir ifade sayılmaz. Göreceğimiz gibi,
çağımızın bir karakteristiği, öteden beri seçkin diye bilinen vasıflarda dahi
kütle ve bayağılığın hâkim oluşu. Bundan böyle, yaratılışı itibariyle özel
vasıflan gerektiren ve bu vasıfların bulunduğu farzedilen entellektüel hayatta
bile, yan münevverin, vasıfsızlığın, bu hayatın gerektirdiği özelliklere hiç
bir zaman sahip olamayacakların ve zihnî dokuları itibariyle entellektüel hayat
için yetersiz kimselerin gittikçe zafer kazandıklarını görüyoruz. Aynı durum,
“asiller”in arta kalan son gruplarındaki kadın ve erkekler için de doğru. Diğer
tarafta, “kütle” dediğimiz fenomenin en iyi örneği olarak ele alınacak
emekçiler arasında asil ve disiplinli kafalar hiç de ender değil.
O halde, cemiyette en
farklı ve değişik düzenlerde ve mahiyetleri itibariyle özel olan ve bunun
neticesi özel yeteneklere sahip bulunmaksızın yürütülemeyecek işlemler,
faaliyet ve fonksiyonlar bulunur. Meselâ; sanatkâr tabiatlı, zevk sahibi
birinin davranışları, hükümet fonksiyonları, kamu işlerinde siyasî karar
verebilme yeteneği. Bu özel faaliyetleri, önceleri, yetenekli azınlıklar veya
hiç olmazsa böyle yeteneklere sahip bulundukları iddia edilen azınlıklar
yürütüyordu. Kütle bu işlemlere karışmak hakkını kendinde görmedi; müdahale
etmeyi düşündüğü takdirde, bu işlemlerin yürütülmesi için gerekli özel
vasıfları elde etmek ve sadece bir kütle olmaktan çıkmak gerekeceğini idrak
etmişti. Onlar sıhhatli, dinamik bir sosyal sistem içindeki yerlerini
biliyorlardı.
Şimdi, başlangıçta
belirtilen gerçeklere dönecek olursak, bu insanların kütlenin davranışındaki
değişikliğin habercileri olarak göründükleri açıkça anlaşılır. Bütün bu
gerçekler, kütlenin artık sosyal hayatın ön safına geçmeğe, şimdiye kadar bir
kaç kişinin inhisarında olan yerleri işgal etmeğe, cihazları kullanmağa ve pek
mahdut sayıda insanlara ayrılan zevkleri paylaşmağa kararlı olduklarını
gösterir.
Meselâ, boyutlarının çok sınırlı olmalarından ötürü, söz konusu bu yerlerin hiç
bir zaman yığınlar için yapılmadığı apaçık olmakla beraber, kalabalık
genişliyor, taşıyor, böylelikle bu yeni fenomen en berrak bir şekilde
gözlerimiz önüne seriliyor; kütle, kütle olmayı terketmeksizin, önceki
azınlığın ayağını kaydırıyor, onun yerini alıyor.
Eminim, insanların, kendi
kendilerini tatmin edecek arzu ve imkânlara sahip bulunmalarından ötürü çok
daha büyük ölçüde ve sayıda hayattan zevk almaları kimsede üzgünlük yaratmaz. Yalnız, işin kötü tarafı
şurası ki, kütlelerin azınlıklara özgü faaliyeti yüklenmeğe karar verişleri,
sadece eğlence sahasına inhisar etmiyor ve etmeyecek; bu çağımızın genel bir
hususiyeti. Böylece — sonraları etraflıca ele alacağımız gibi — ben şuna
inanıyorum ki, son zamanların siyasî yenilikleri, kütlelerin siyasî hâkimiyeti
ellerine geçirmelerinden başka bir şeyi ifade etmiyor. Eski demokrasi,
cömert bir liberalizm ve kanuna hürmet duygusuyla tavlanmış, aşırılığı
önlenmişti. Bu prensipler dahilinde hareket eden fert, kendi kendini
şiddetli bir disipline tâbi tuttu. Azınlık gruplan, liberral prensiplerin ve
kanunun hâkimiyeti çatısı altında yaşıyor ve hareket ediyorlardı.
Kanunun himayesindeki bir hayatta demokrasi
ve kanun yakın anlamlı kelimelerdi. Günümüzde ise, kütlelerin, kanun dışında,
doğrudan doğruya harekete geçtikleri, gaye ve arzularını materyal baskılarla
kabul ettirdikleri bir hiperdemokrasinin zafere ulaştığını görüyoruz.
Kütlelerin politikadan bıkkınlık getirdiklerini ve onun yürütülmesini bu işin
uzmanlarına tevdi ettiklerini söylemek durumu yanlış mütalâa etmek olur.
Bilâkis, gerçekler tamamen aksi yönde. Daha önceki devirlerde vuku bulan bu
idi, demokrasi idi. Kütle, bütün kusur ve zaaflarına rağmen, azınlığın, kamuyu
ilgilendiren meseleleri kendisinden biraz daha fazla anladığını kabul ediyordu.
Günümüzde ise, kütle, kahvehanede ortaya atılan
düşünceleri, kanun yolu ile cemiyete kabul ettirmek hakkına sahip bulunduğuna
inanıyor. Yığınların, tarihin
başka hiç bir devrinde, cemiyeti, günümüzdekinden daha direkt yönettiklerini
sanmıyorum. Hiperdemokrasi diye bahsetmenin sebebi işte bu.
Diğer sahalarda da, bilhassa entellektüel
sahada, aynı şeyler olup bitiyor. Belki yanılıyorum, ama bana öyle geliyor ki,
derinlemesine incelediği bir konu üzerinde yazmak üzere kalemi eline alan
günümüzün yazan bu konu üzerinde hiç bir şekilde durmamış ve konu üzerindeki
bir yazıyı bir şeyler öğrenmek için değil de, kafasında taşıdığı basmakalıp
düşüncelerle uyuşmayan yazar hakkında hüküm vermek için okuyacak vasat
seviyedeki okuyucuyu göz önünde tutmak zorunda. Kütleleri vücuda getiren
fertler kendilerinin bilhassa yetenekli insanlar olduklarına inanmış olsalardı,
bu, sosyolojik bir altüst etme meselesi olmaktan çıkar, şahsî bir hatâ meselesi
olurdu.
Günümüzün
karakteristiği şu; alelâde kafa taşıdıklarını bilen insanlar, bu alelâdelik
hakkını ilân etmek ve onu istedikleri şekilde cemiyete kabul ettirmek inancını
yürütüyor.Birleşik Amerika’da söyledikleri gibi, “Farklı olmak âdâba
aykırıdır.”
Kütle,
ağırlığı altındaki ferdi, yetenekli, seçkin olan her şeyi ezer.
Herkes
gibi olmayan, herkes gibi düşünmeyen her hangi bir insan ortadan kaldırılma
rizikosunu göze alıyor demektir. Ve tabiî, bu “herkes” olmadığı da aşikâr.
Önceleri,
“herkes”, normal olarak, biribirlerinden farklı özelliklere sahip insanların
kütle ile beraberce kaynaştığı bir birlikti. Bugün ise, “herkes” denince sadece
kütle akla gelir.
İşte, özelliklerindeki vahşiliğin hiç bir şekilde gizlenmeksizin anlatıldığı
çağımızın dehşet saçıcı gerçeği bu.
Kaynak:
Ortega y Gasset, KÜTLELERİN İSYANI, Çeviren: Nejat Muallimoğlu, Bedir Yayınevi İstanbul, 1992, sh:15-20
Ortega y Gasset, KÜTLELERİN İSYANI, Çeviren: Nejat Muallimoğlu, Bedir Yayınevi İstanbul, 1992, sh:15-20
***************
Türkiye'de 1960'dan bu yana, zaman zaman
cemiyetimizin geleneksel dokusunu sarsacak ve yırtacak kadar şiddet kazanan
talebe—ve işçi—hareketlerinin mahiyetini derin ve etraflıca öğrenmek isteyen
bir kimse, işe, kanaatımca, geçen asrın Avrupa’sından başlamak zorunda.
Avrupa’da ondokuzuncu asırda “kütle adamı” [conformist (konformist); uymacı;
Cemaatçi, Cemaatin Adamı] denen yepyeni bir insan tipi oluşmağa başlamıştı.
Hegel, “Kütleler ilerliyor,” diyor; modern sosyolojinin kurucusu Auguste
Comte, âdeta resmî bir bildiri ile görüşünü ilân ediyordu: “Cemiyeti nüfuzu
altına alacak yeni bir ruhî akım yaratılamazsa, ihtilâlci olan çağımız bir
felâket yaratacak.” Bu arada filozof Nietzsche de sesini şöyle
yükseltiyordu: “Nihilizm dalgasının yükseldiğini görüyorum.” Nihilizm
dalgası, yani, cemiyetin dinî ve ahlâkî değerlerini, kanunlarını, geleneklerini
reddeden insanlardan oluşmuş bir dalga!
Avrupa’da ondokuzuncu asırda oluşmağa
başlayan kütle adamı, I’inci Dünya Harbinden sonra, “korkunç heybetiyle”
meydana çıktı. Artık gözümüzü nereye çevirsek hep onlar; şehirler, evler,
eğlence yerleri, nakil vasıtaları ve doktor muaye nehâneleri hep insan dolu.
Cemiyetin politikasına ve hattâ entellektüel hayatına onlar hâkim.
Bu
insanlar nereden çıktı?
Bir önemli sebep, hiç şüphesiz, nüfusun
başdöndürücü bir süratle artması. Avrupa nüfusu altıncı asırdan 1800'e kadar,
yani oniki asır boyunca hiç bir zaman 180 milyonun üstüne çıkmadı. Fakat
1800’den 1914’e kadar, yani bir asırdan biraz fazla bir zaman içinde, kıtanın
nüfusu 180 milyondan 460 milyona fırladı! İşte çağımızın hâkimi, üç nesil
içinde tarih sahnesine çıkarılan, onu taşıran bu insanlar. Ve modern dünyanın
gerçeklerini anlayabilmek, her şeyden önce, bu insanların, “kütle adamı’nın
ruhî yapısını bilmekle olur. Böyle bir inceleme, sadece psikoloji ve sosyoloji
sahalarına inhisar etmeyecek, ameliyat masasına yatırılan bu adam, siyasî,
İktisadî ve hepsinin üstünde, tarihî gerçeklerin ışığı altında teşrih
edilecektir. Çağımızın bu “kütleadamı fenomeni”ni en iyi inceleyen de,
şüphesiz, büyük Ispanyol mütefekkiri Jose Ortega y Gasset.
Jose Ortega y Gasset
(okunuş: Hozey Orteyga i Gasset)
tanınmış bir İspanyol gazetecisinin oğlu idi. 1883 yılında Madrit’te doğdu.
Yüksek tahsilini Almanya’da yapan Ortega y Gasset, orada “Yeni Kant’çılar”
denen düşüncenin tesirinde kaldı ve 1910’da da Madrit Üniversitesine metafizik
profesörü tayin edildi. Kendini cemiyetten entellektüelce uzak tutmasına
rağmen, kısa bir zaman içinde Madrit akademik çevrelerinin en popüler profesörü
olan Ortega y Gasset, biribiri ardından pek çok eser verdi. “Meditaciones del
Quijote” (1914) ve “Espana invertebrada” (1921) adlı kitablarında Germanik ve
Akdeniz kültürlerini mukayese etti; 1923 yılında yayınlanan “El tema de nuestro
tiempo” (Modern Çağın Tezi), en iyi felsefe kitaplarından biridir.
“Cumhuriyetçi Münevverler” denen grubun
başına geçerek siyasî hayata atılan ve 1914’ten sonra Ispanya Millî Meclisine
seçilen Ortega y Gasset, kitap halinde yayınlanan yazılarının çoğunu, ilkin
1916’da kurduğu ve 1936’ya kadar yürüttüğü “El espectador” adlı ilmî dergisinde
neşretti. Ispanya Dahilî Harbinden önce, 1936’da Paris’e kaçan filozof, oradan
Arjantin’e gitti. Ispanya’ya ancak 1945’te dönen Ortega, 1955’te 72 yaşındayken
Madrit’te öldü. Yayınlanan eserleri arasında şunlar da var: “Bir Tarih
Felsefesine Doğru” (1941), “Üniversitenin Görevi” (1944), “Barış ve Hürriyet”
(1946), “Sanatta Dejenereleşme” (1948), “insan ve Halk” (1957) ve “insanlık
Kriz içinde” (1958). Bunlara rağmen, Ortega y Gas set’i, dünya çapında meşhur
yapan kitabı, Ispanyolcası 1930’da yayınlanan ve hemen bütün dünya dillerine
çevrilen “La rebelion de las masas” (Kütlelerin
isyanı) oldu.
Okuyacağınız gibi,
cemiyetin bir entellektüel azınlık tarafından yönetilmesini savunan Ortega,
aksi takdirde, onu bir tek şeyin bekleyeceğini söyler: Kaos.
Çünkü, cemiyetin yürütülmesi demek, belirli
fonksiyonların yerine getirilmesi demektir; kütleler ise, bu fonksiyonları
yürütecek yeteneklerden mahrumdurlar. Geçen asırlarda cemiyet
faaliyetlerini, yetenekli azınlıklar veya hiç olmazsa bu yeteneklere sahip
bulundukları iddia edilen insanlar yürütüyordu. Kütle, bu işlere karışmak
hakkını kendinde görmedi; zira, müdahale etmeyi düşündüğü takdirde, kendini bu
işleri yürütmesine imkân verecek özel vasıflarla teçhiz etmesi ve kütle
olmaktan çıkması gerekeceğini idrak ediyordu. Onlar, Ispanyol filozofunun
kelimeleri ile, “sıhhatli, dinamik bir sosyal sistem içindeki yerlerini
biliyorlardı.”
Günümüzün
cemiyetinin kamu hayatı tamamen “kütle adamı’nın hâkimiyeti altında. Önceki demokrasi,
“cömert bir liberalizm ve kanuna hürmet duygusuyla tavlanmış, aşırılığı
önlenmişti.” Bu prensipler altında hareket eden fert, kendini şiddetli bir
disipline tâbi tuttu. Günümüzde ise, kütle,
kendini kanunun üstünde görüyor, kanun dışında doğrudan doğruya harekete
geçiyor. Burada hemen ilâve
edelim ki, Ortega y Gasset, “isyan”, “kütleler” ve “sosyal iktidar”
kelimelerine münhasıran veya öncelikle siyasî mânalar atfedilmemesi gerektiğini
söylüyor. Zira, bir cemiyetin kamu hayatı, onun siyasî hayatıyla aynı derecede
ve “hattâ daha da fazlası, entellektüel, ahlâkî, İktisadî, dinî” hayatıdır,
“giyim ve eğlencelerle ilgili modalar da dahil, kollektif bütün örf ve
âdetlerimizi kapsar.”
Burada,
pek tabiî, “kütle adamı”, “kütle kimdir?” sorusu akla geliyor, işçi sınıfları
mı?
Hiç de değil. Zira, Ortega y Gasset, “kütle
denilen fenomenin en iyi örneği olarak ele alınabilecek emekçi kütleleri
arasında asil ve disiplinli kafalar”ın hiç de “ender” olmadığını söyler.
Kütle adamı, gerçekte, cemiyette her sınıf ve her meslekten insan arasında
görülür. Filozof kütle adamını şöyle tarif ediyor:
Kütle
adamı :“Kendisi için —iyi veya kötü— özel sahalara dayalı hiçbir hedef
seçmeyen, kendini herkes gibi hisseden ve bu halin kendisini düşündürmediğini,
gerçekte kendini herkes gibi hissetmekle kendini mesut hisseden insan.”
(konformist); uymacı)
Demek
ki Ortega y Gasset’e göre, cemiyette iki çeşit insan var: Seçkin azınlık ve
kütle, yani, bir tarafta “güçlük ve görevleri üst üste yığarak kendi
varlıklarından büyük talepte bulunanlar” diğer tarafta ise “kendilerinden
özel hiç bir gayret talep etmeksizin, yaşadıkları ânı hayat diye kabul edenler,
mükemmellik yolunda hiç bir gayret göstermeden, dalgalar üstünde sallanan
şamandıra misâli insanlar.”
Günümüzde,
öteden beri seçkin olarak bilinen vasıflarda dahi kütleye mahsus bayağılık
hâkim. Bunun içindir ki, yaratılışı itibariyle, “özel vasıfları gerektiren ve
bu vasıfların bulunduğu farzedilen entellektüel hayatta bile
yarı-münevverliğin, vasıfsızlığın ve bu hayatın gerektirdiği özelliklere hiç
bir zaman sahip olamayacakların ve zihnî dokuları itibariyle entellektüel hayat
için yetersiz insanların zafer” kazandıklarını görüyoruz. Ortega y Gasset şöyle
devam ediyor:
“Bu,
düşünüp taşınmadan, gelişi güzel söylenmiş bir söz değil. Arzu eden herkes
günümüzde politikada, sanatta, dinde, hayatın ve dünyanın genel meselelerine
ilim adamları’nın ve tabiî ardından doktorların, mühendislerin, finansörlerin,
öğretmenlerin, ilh. düşüncelerindeki, hükümlerindeki ve hareketlerindeki aptallığı
müşahade edebilir... Kütlelerin gerçek hâkimiyetini sembolize eden ve büyük
ölçüde bu hâkimiyeti oluşturan insanların barbarlığı Avrupa’nın demoralize
oluşunun başlıca sebebidir.”
Kütle
adamı bütün cahilliğine, bütün “kör ve sağırlığına, bütün kusur ve zaaflarına
rağmen, dünyada olup bilenler hakkında “matematiksel” görüşler taşır. Elindeki
sınırsız kuvvetten ötürü, “kahvehanede ileri sürülen bu fikirleri” kanun yolu
ile cemiyete kabul ettirmek hakkını kendinde bulur.
Kütle
adamı cemiyette öylesine üstünlük kurmuştur ki, yazarlar, gazeteciler dahi onun
varlığı önünde boyun eğmek zorunda. Ortega bunu şöyle anlatıyor:
“Derinlemesine
incelediği bir konu üzerinde yazmak üzere kalemi eline alan günümüzün yazarı,
bu mevzu üzerinde hiç bir şekilde durmamış ve konu ile ilgili bir yazıyı bir
şeyler öğrenmek için değil de, kafasında taşıdığı basma kalıp düşüncelerle
uyuşmayan yazar hakkında hüküm yürütmek için okuyacak vasat seviyedeki
okuyucuyu göz önünde tutmak zorunda... Alelade kafa taşıdıklarını bilen bu insanlar,
bu alelâdelik hakkını ilân etmek ve onu istedikleri şekilde cemiyete kabul
ettirmek inancını taşıyor... Kütle, ağırlığı altındaki ferdi, yetenekli,
seçkin olan her şeyi, diğerlerinden farklı olan her şeyi, mükemmel olan her
şeyi ezer. Herkes gibi olmayan, herkes gibi düşünmeyen her hangi bir insan,
ortadan kaldırılma rizikosunu göze alıyor demektir... İşte, özelliklerindeki
vahşiliğin hiç bir şekilde gizlenmeksizin anlatıldığı çağımızın dehşet saçıcı
gerçeği bu.”
Çağımızın
bir diğer gerçeği de, modern insanın, elindeki bütün bilgi ve kaynaklara
rağmen, kendini çaresiz hissetmesi. Ortega, daha II’nci Dünya Harbinden ve atom
bombasından önce, insanın, kendinde efsanevî bir yaratma kudreti bulunduğuna
inanmasına rağmen, ne yaratacağını bilemediğini söyledi:
“Her
şeyin hâkimi ama kendinin değil... Böylece kudret hissi ve güvensizlikten
oluşmuş bir bileşim modem insanın ruhunda yerleşti... Bugün, bizim için her
şeyin mümkün olacağından, en kötüsünün vuku bulacağını hissediyoruz.”
Türkiye'de 1960’dan bu yana varlıkları
bilhassa hissedilen “eylemci” kütlelerle Ortega’nın kütleleri arasında hayret
uyandırıcı benzerlikler var. Türk kütle adamının başlıca özelliklerinden biri,
mazinin tamamen inkârı. Halbuki, mazi, yüksek bir yere tırmanıldıktan sonra
fırlatıp atılabilen bir merdiven değildir. Mazi, tıpkı bir ağacın köküne
benzer. Ağaç, ne kadar büyürse büyüsün, onun en yüksekteki yaprakları bile köke
daima muhtaç. Çünkü hayat suyu ancak o yolla gelir. Onları unutalım, bunları
atalım demek, ağacı budamak emeliyle kökleri kesmeğe kalkışmak kadar
çılgınlıktır. Ölenleriyle henüz doğmamış olanları arasında köprü kuramayan
milletlerin yaşamağa hakları yoktur. Ortega diyor ki:
“Mazi ile
günümüz arasındaki bu vahim kopuş, günümüzün genel bir gerçeği ve bugünkü
hayatımızın özelliği olan kargaşalık ve şaşkınlığa yol açan ve pek belirli
olmayan şüphenin sebebidir. Biz hayattakiler kendimizi yeryüzünde yapayalnız
bırakılmış, ölenlerin sadece görünüşleriyle değil, bize artık hiç bir
yardımları dokunmazcasına tamamen göçüp gittiklerini hissediyoruz. Geleneksel
ruhun hiç bir kalıntısı kalmadı, hepsi uçup gitti. Önceki modellerin,
normların, standardların, bize artık hiç faydası yok. Meselelerimizi, ister
sanat, ister ilim veya isterse politika konusunda olsunlar, mazinin her hangi
bir aktif işbirliği olmaksızın kendimiz çözmek zorundayız. Avrupalı tek başına
duruyor, yanında canlı bir hayal yok, tıpkı Peter Schlemihl gibi kendi
gölgesini kaybetti. Gün ortasında hep böyle olur.”
Çağımız
“gençlik” çağı. Bir
taraftan bazı gençlerin vahşet sınırlarına dayanan hareketleri mazur görülmek
istenirken, yaşını başını almış insanlar onları taklit ediyor, “genç” görünmek
istiyor. Ortega, zamanımızın bu inanılmaz vakıasını otuz beş sene önce şöyle
anlatıyordu:
“Günümüzde
gençlik plâtformunun kuruluşu, her mecburiyetten kaçınmanın kısmen gülünç
kısmen yüz kızartıcı fenomenini kısmen izah eder. Zamanımız, belki de bundan
daha gülünç bir manzara ortaya koymadı. İnsanlar, gençliğin, mecburiyetten
fazla hakları olduğundan ve çünkü bu yükümlülükleri olgunluk yıllarına
erteleyebileceklerinden, kendileri için komikçesine genç diyorlar. Gençlik
böylece önemli işler yapmaktan veya yapmış olmanın daima dışında bırakıldı.
Daima kredi ile yaşadı... Gençlik devrelerini arkada bırakanlar kendilerinden
küçük olanlara boyun eğdiler. Fakat günümüzün hayret uyandırıcı vakıası şu ki,
onlar da bunları, ancak bir şeyler yapmış insana bahşedilen hakları
kendilerinin iddia edebilmeleri için tesirli bir hak diye kabul ediyorlar.”
Türkiye’de
“devrimci”liği “meslek” haline getirenler pek çok. Ortega’nın daha 1930’da
söyledikleri bugünün Türk “devrimci’sini tıpatıp yansıtıyor, “ihtilâlci
rolüyle” ortaya çıkan kütleadamının “beden işçisine, fakir sınıflara ve
sosyal adalete gösterdiği yakınlık ve heyecan, nezaket, dürüstlük ve hepsinin
üstünde, üstün fertlere duyulması gereken hürmet gibi bütün mecburiyetleri
reddetmesini kolaylaştıracak bir maske hizmetini görür. Ben, kendilerine,
zekâyı hor görme ve ona hürmet etmekten kaçınma hakkım vereceği için, işçi
sendikalarına ve diğer teşkilâtlara giren pek çoklarını tanıyorum.”
Kütle
fenomeni ile modern diktatörlükler arasında çok yakın bir ilişki var. Ortega, diktatörlerin, “kütle adamını nasıl
okşadıklarını, onun hoşuna giden sözleri söylediklerini, müşterek seviye
üstünde görünen her şeyi nasıl çiğnediklerini çok iyi gördük” diyor.
HİTLER, KÜTLE-ADAMININ RUHÎ YAPISINI EN İYİ
ANLAYAN İNSANLARDAN BİRİYDİ.
Kütlelerdeki huzursuzluk ve güvensizliğin meydana çıkardığı Hitler,
kütle-adamının zaafını çok iyi biliyordu. “Mein Kampf’nda kütleleri bir
“kadın”a benzeterek der ki:
“Onlar
zayıf bir mahlûk üzerinde hegemonya kurmaktansa, kuvvetli bir adama boyun
eğmeyi tercih ederler. Kütleler, yalvaran ve yakaran liderlerden ziyade idare
edenleri seven liberal hürriyetlerden ziyade, rakibine müsamaha tanımayan bir
doktrin onların benliklerinde çok daha fazla memnunluk uyandırır. Hattâ,
tamamen hür insanlar, bu hürriyetleri ile ne yapacaklarını bilemedikleri için,
kendilerini terkedilmiş insanlar olarak dahi görürler.”
Nejat
Muallimoğlu
Kaynak:
Ortega y Gasset, KÜTLELERİN İSYANI, Çeviren: Nejat Muallimoğlu, Bedir Yayınevi İstanbul, 1992, sh:11-14
Ortega y Gasset, KÜTLELERİN İSYANI, Çeviren: Nejat Muallimoğlu, Bedir Yayınevi İstanbul, 1992, sh:11-14
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar