Kıyıdan Köşeden 3
Sonsuz Diye Bir Evlilik Düşüncesi
“Dünyevi şeylerin, özellikle de evliliklerin sonsuza kadar süreceğini
düşünmeyi çok seviyoruz. Tiyatrolarda bunu tekrar tekrar görüp gerçek dünyayla
örtüşmeyen fikirlere kapılıyoruz. Komedilerde evlilik birkaç bölüm boyunca
doyurulması ertelenen ve engellenen arzuların adresi olarak gösterilir ve bu
amaca erişildiği anda perde iner ve bu tatmin anı içimizde yankısını bulur.
Gerçek hayatta ise böyle olmaz. Oyun perdenin arkasında devam eder ve perde
yeniden kalkarsa; gördüklerimizden ve duyduklarımızdan pek hoşlanmayız.”(s.
81).
Goethe, Johann Wolfgang von (2015).Gönül Yakınlıkları. (çev. Deniz
Arslan)İstanbul: Antik Yayınları
Zaman Çözecektir
Bugün bir kitap üzerinde çalışıyordum. Yayına vermek için epeyce çalıştım.
Fakat sonra elim varmadı. Neden mi. Çünkü acıların yoğurduğu zihin ve ahlak
yapısı hangi dönem olursa olsun tam bir istikamet göstermiyor. Yıkılmış ruh
hali gerçeği görmekte o kadar zorlanıyor ki, geriye dönüş de
yapamıyor. Günümüzün tantanalı ortamlarında büyüyen genç neslin çok verimli bir
yapıya sahip olacağını zannetmiyorum. Bu nesil gelecekte kaybedilmiş bir kuşak
olarak anılacak. Olayların sürekli değişken olduğu doğrunun durduğu yeri
görmede zorlanarak oluşan düşünce bedenleri cüzzamlı gibi olduğunu farketmekte
olduğumuzu söyleyebiliyorum.
Doğruların çoğaldığı, tercihlerin kontrol edildiği/yönlendirildiği hayatta
serbest mi/tutsak mı olduğunu bulmakta zorlandığımız durum gereği bir nesil
yıkılıp gidiyor.
Soru şu olabilir çözümü yok mu bunun..
Çözüm masa başında çözülse idi çoktan çözülürdü.
Ancak zamanın ördüğü yumağı yine zaman çözecektir.
Hüküm Cengizin
Vaktiyle valinin biri azlolunmuş, hayli zaman açıkta
kalmış. Bir gün uşağı: Efendi, demiş, filân ağaç kovuğunda bir zat oturur
herkes gidip onun duasını alır, büyük bir zattır. Haydi, biz de gidelim de
senin için duâ isteyelim!
Efendi de uşağın sözünü dinleyerek kalkar ve beraberce
o zâta giderler. Elini öpüp hacetlerini söylerler. O zat da:
“Yâ Rabbî, der, ne kadar hayır sahipleri
ne kadar sâlihler, âşıklar varsa onların yüzü suyu hürmetine bu adama yakında
bir memuriyet ihsan et!”
Bu duayı aldıktan sonra Efendi ve uşak evlerine
dönerler. Biraz sonra da bir yaver gelerek filân yere vali tayin olduğunu
bildirir. Aradan beş on sene geçtikten sonra vali tekrar azlolunur. Yine uşağın
teklifi üzerine ağaç kavuğundaki zâta gidip yeniden duâ isterler. Ama bu defa o
zat:
Yâ Rabbî, ne kadar meyhaneci, edepsiz,
katil, hırsız kulların varsa onların yüzü suyu hürmetine bu adama bir
memuriyet ver,” diye duâ eder. Bu türlü bir niyaz beklemeyen valinin hayreti
karşısında:
“Merak etme oğlum, tecelli devir devirdir
bu da hak, o da hak... Sen işine bak tayin olunursun,” diye cevap verir. Gerçekten de üç
gün sonra tekrar bir tâyin çıkarak adamcağız yeni işine gider.
Bazı kimseler görüyorsun, Hak yolunda oldukları halde
birçok maddî mahrumiyetler ve elemler içindedirler. Fakat onların içinde bulundukları
ateşte ne gülistanlar gizlidir. Allah Teâlâ’dan uzak kalan bir kimse ise, ne
kadar zevk ve safa içinde de olsa yine ateşin içindedir. Çünkü aslı ateştir
neticede de yine ateşe munkalip olur.
Fakat bu iki ateş arasında azîm farklar vardır. Biri ateş görünür içi
gülistandır. Biri gülistan görünür içi ateştir. Fark bu..” (Ken’an Rifâî,
Sohbetler, hzl: Sâmiha Ayverdi, İst, 2000, s. 160
Dua edebiliyorsan Verilecek demektir
“Ne zaman dilin taleple açıldı ise bil ki; O sana vermeyi istemiştir.”
Hikem
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selem buyurmuştur ki;
“Allah Teâlâ kime duayı verdi ise, onu icabetten mahrum
etmez" (Taberani)
Abdullah bin Ömer radiyallâhü
anhın rivayet ettiği bir
hadiste buyrulmuştur ki;
"Sizden kime dua izni verilmiş ise, o kimseye rahmet kapıları
açılmıştır. Allah Teâlâ'dan istenilecek en sevimli şey, dünya ve ahrette ki af
ve afiyettir" (Buhari)
Kolayı varda Zoru Nerde
“Evliyasına ulaşmayı kendisine ulaşmaya vesile kılan ve ancak kendisine
ulaştırmak istediği kimseyi evliyasına ulaştıran Allah Teâlâ'yı tespih ederim.” Hikem
Hakk’ı bulmak pek kolaydır, velâkin Hakk’ı bulduran Kâmil insanı
bulmak güçtür. Bunlar kimyâ gibidir, velâkin
bulunması kimyâdan güçtür.
Nerde Arıyorsun
“Allah Teâlâ’dan isteyeceğin en hayırlı şey onun senden istediğidir.” Hikem
Hz. Mevlâna buyurdu ki;
“Resimdeki noksanlık ressamın isteğidir.” Bu nedenle çileler yurdu olan dünyada
Allah Teâlâ’dan razı olmak gerekir.
“Bizim uğrumuzda cihad edenleri (gayret sarf edenleri) elbette kendi
yollarımıza eriştireceğiz.” (Ankebut, 6)
“Allah Teâlâ´ya ant olsun ki:
Mallarınız ve nefisleriniz hakkında imtihan olunacaksınız.
Elbette sizden evvel kendilerine kitap verilmiş olanlardan ve müşriklerden
birçok incitici sözler işiteceksiniz.
Eğer sabrederseniz ve korunursanız, şüphe yok ki, bu metaneti gerektiren
işlerdendir.” (Al-i İmran 186)
“Yoksa Cennete gireceğinizi mi zannettiniz?
Sizden evvelki geçmiş ümmetlerin hali sizlere gelmedikçe. Onları nice
şiddetli ihtiyaçlar, hastalıklar kapladı ve sarsıntılara uğradılar.
Hatta rasülleri ve onunla beraber iman edenler, Allah'ın yardımı ne zaman?
Diyecek bir hale geldiler.
Haberiniz olsun Allah'ın yardımı şüphe yok ki pek yakındır.” (Bakara 214)
“Görmüyorlar mı ki, onlar her yıl mutlaka bir defa veya iki defa bir
fitneye, bir belaya tutuluyorlar da sonra tövbe etmiyorlar.
Onlar düşünüp ibret de almıyorlar.”(Tövbe 126)
“Size musibetten her ne şey isabet ederse kendi ellerinizin kazandığı şey
sebebiyledir ve birçoğundan ise afv eder.”(Şura 30)
“Allah Teâlâ´nın izni olmadıkça musibetten bir şey isabet etmez. Her kim
Allah Teâlâ´ya iman ederse kalbini hidayete erdirir.
Allah Teâlâ her şeyi hakkıyla bilendir.” (Teğabun 11)
Arama Var mı
“Allah Teâlâ kısmet ettiği şeyin yanında başka bir şey araması kişinin,
cahillikten hiçbir şey terk etmemesi demektir.”
Niyazi-i Mısri anlattı. Şöyle ki: Allah Teâlâ mahlûkatı yaratmış, her şeyi
tam yerli yerince koymuştur. Bir kul, Allah Teâlâ’nın fiillerinden kendi
ilmine, zevkine ve tab’ına aykırı olan bir şeyi sormak isterse Allah Teâlâ onun
basiret gözünü açar ve kul Allah Teâlâ’nın o şeydeki hikmetini görür. Bu
suretle kul, zaruri olarak kalbinden niçin, nasıl sorularını çıkarır ve artık
ondan hayret etmez. Onu yerine layık görür. Artık hiç bir şeyin sinek kanadı
kadar fazla yahut eksik tarafını dahi Rabbına sormayı kendine yakıştıramaz.
Elbette bir hastalığın, bir kusurun, bir eksikliğin, bir fakirliğin, bir
zararın, bir cehlin, bir küfrün kaldırılmasını doğru bulmaz. Allah Teâlâ’nın
insanlara ezelde taksim ettiği rızkı, eceli, kudreti, aczi, taati ve masiyeti
değiştirmeyi istemez. Eşyayı olduğu gibi görür. Bunların hepsini, içinde hiç
zulüm olmayan, sırf adalet ve eksiksiz sırf kemal, hiç bozukluğu, eğriliği
büğrülüğü olmayan tam doğru kabul eder. Her şer sandığının altında bir hayır
vardır ve her zarar sandığı şeyin sonunda bir fayda vardır. Bir zaman zulmetin
kapladığı bir şeyi, başka bir zaman nur kaplar. Allah Teâlâ cömert, kerim ve
merhametlidir. Yaratıklarına asla cimrilik etmez. Onların yararına olan bir
şeyi kendine alıkoymaz. İşte bu, ikinci bir soru daha meydana çıkarır ki keşf
erbabı bunu sormaktan ve buna cevap vermekten menedilmişler, bilginler bunda
hayrete düşmüşlerdir.
“Bizi buna ileten Allah’a hamdolsun. Allah bize hidayet etmeseydi, biz
hidayete eremezdik.” (A’raf, 43)- (ATEŞ, 1971), Onuncu sofra
Geçte neden
Ah bir bilsem
Bilenim kadar
Geçte neden
Demeseydim
“Bir gün Davut aleyhisselâm kendisine
zulmeden birine beddua etmiş icabet geç olmuştu. Davut aleyhisselâm bu duruma
çok üzüldü. Allah Teâlâ
“Ey Davut! Sende bir kimseye zulmedersen,
o da sana beddua ederse; Ben sana geç icabet etti-ğim gibi ona da geç icabet
edeyim diye, isteğine geç cevap verdim”
Bu nedenle kul Allah Teâlâ´dan bir şeyi
ister. Allah Teâlâ;
“Peki, fakat ben bunu sana, gerektiği bir vakitte vereceğim” der. Bu verme
ya dünyada veya ahirette olur. Ahirette olan ise daha makbuldür.
Allah Teâlâ Seni Kimseye Muhtaç Etmesin
“Bu dünyada olduğun müddetçe keder ve dertlerinin olmasını garipseme. Çünkü
dünyaya layık olan sıfat ve özellik onlardır, başkası olamaz.” Hikem
İhtiyacın sırrını bilmeyen bazı insanlar “Allah Teâlâ seni kimseye
muhtaç etmesin” diye birbirlerine duâ ederler. Aslında âlemde
ihtiyaçsız hiçbir şey olmaz. Efendi hizmetkâra ve hizmetkâr efendiye, hasta
doktora, doktor hastaya, mürid mürşide, mürşid müride muhtaçtır. Eğer mürid
olmasa mürşid kimi irşâd edecektir. Bu sebeple Allah Teâlâ hikmetinden her şeyi
birbirine muhtaç ve boş bir şey yaratmamıştır. (Nazif Hasan Dede, Ta’rifü’s
Sülûk)
İçinde yaşadığımız dünyanın her yerinde belâ ve musibet vardır.” “İnsanın
pak ve temiz olması ancak mihnet ve meşakkat iledir.” Hikem
“Bu dünyada fâsık kimselerin şerrinden kim âzâde kalabilmiş ki? Hatta Allah
Teâlâ rasülleri bile bu belâdan kurtulamamıştır.” (Hacı Hasan Akyol; Tasavvurat-ı
Hayriyyem)
Séraphitusdan Damlalar
– Ben ağladığım zaman neden sen de ağlamıyorsun?
diye sordu Minna, hıçkırıklarla ara sıra kesilen bir sesle.
– Saf ruhtan ibaret olanlar ağlamaz, dedi Séraphitus, ayağa kalkarak. Nasıl ağlayabilirim ki?
Ben artık insanların sefaletini görmüyorum. Burada iyilik bütün
güzelliğiyle güneş gibi parlıyor; aşağıda, telleri tutsak ruhun parmakları
altında titreyen ıstıraplar arpının korku dolu yakarışlarını duyuyorum.
Buradaysa ahenkli arpların konserini dinliyorum. Aşağıda umut var, inancın bu
güzel başlangıcı; ama burada inancın kendisi hüküm sürüyor, yani gerçekleşmiş
umut!
– Sizi sevdiğim gibi sevin beni. Ama ikinizi bir varlık olarak görüyorum.
Birleşeceğinize söz verin; Tanrı birbirinize eş olmanız için yaratmış sizi.
ne zaman size soru sormaya kalktıysam, dudaklarıma yakıcı bir mühür
vuruldu, ve ben bu esrarengiz yasağın gönülsüz gözeticisi oldum.
“Tanrı tarafından gönderildim; seni, insanlara sözünün ve yaratılarının
anlamım açıklamak için seçti. Yazman gereken şeyleri sana dikte ettireceğim.”
«Kaldı ki Swedenborg bu konuda İsa Mesih’in şu yüce sözlerini
tekrarladı: “Size dünyevi şeyler söylediğim hâlde beni anlamıyorsunuz;
göklerin dilini kullansaydım nasıl anlardınız?
” (Yuhanna, 3, 12)
“Musa'nın Tanrı’yla konuştuğu dağ, biri gelip dokunup da ölmesin diye,
korunmaktaydı.” Yine aynı yerde (Huruç, XXXIV, 29–35): “Musa ikinci levhaları
getirdiğinde yüzü o kadar parlıyordu ki, halkına hitap ederken ölüme sebep
olmamak için yüzünü örtmek zorunda kaldı.”
İçimizde, sonucunun eylemlerimizden biri olduğu meydana çıkan ve insanlığa
bir tür arka yüz oluşturan uzun mücadeleler vardır. Bu arka yüz Tanrı’nındır,
ön yüz ise insanların.
Bizim suçlarımız, sebepleri bizce meçhul ilahi sonuçlardan ibaret, göreli
şeyler! Her şey Tanrı! Ya da Tanrı biziz. Ya da Tanrı yok!
«Swedenborg’un da dediği gibi, dünya bir insandır!
«Böylece Avrupa'yı fethedecektim; bu kıta, dünyayı yakıp yakarak toplumları
yeniden kuracak böyle bir yeni Mesih beklediği bir döneme girmiş bulunuyor.
Avrupa artık ancak kendisini ayakları altında çiğneyene inanacaktır. Bir gün
şairler, tarihçiler benim hayatıma övgüler düzecek, beni yüceltecek, bana türlü
türlü fikirler, niyetler atfedecekler; oysa bu kanla yazılmış devasa şaka benim
için basit bir intikamdan başka bir şey olmayacaktı. Fakat, sevgili Séraphita,
gözlemlerim beni kuzeyden tiksindirdi, orada kuvvet fazla kör... Ben Hint
ülkelerine susadım! Bencil, ödlek ve bezirgân bir hükümetle çatışmak bana daha
cazip geliyor. Hem sonra Kaf dağının eteklerinde oturan kavimlerin hayal gücünü
harekete geçirmek, içinde bulunduğumuz buz tutmuş ülkelerin insanlarını ikna
etmekten daha kolaydır. Dolayısıyla, içimden bir ses Rusya steplerini geçerek
Asya’nın ucuna varmamı ve bu kıtayı Ganj Nehri’ne kadar peşim sıra getirdiğim
taşkın insan seliyle boğmamı söylüyor; böylece oralardaki İngiliz iktidarını
devireceğim. Daha önce yedi adam, çeşitli devirlerde, bu planı gerçekleştirdi.
«Hz. Muhammed tarafından Avrupa’nın üzerine salınan Sarazenlerin yaptığı
gibi, bu sanatı yenileyeceğim! Bugün bir gümrük vergisi konusunda bile kendi
uyruklarıyla didişerek Roma İmparatorluğumun eski eyaletlerini yönetenler gibi
basit, çıkarcı bir kral olmayacağım. Yoo, hayır! Ne bakışımın yıldırımlarını ne
sözlerimin fırtınalarını hiçbir şey durduramayacak! Ayaklarım Cengiz
Han’ınkiler gibi yerkürenin üçte birini çiğneyecek, elim Alemgir Şah gibi
Asya’yı avucuna alacak.
– İki varlığı aynı anda sevebilir miyiz?
Bir sevgili bütün kalbi doldurmazsa sevgili olabilir mi?
Birinci, sonuncu, biricik olması gerekmez mi?
Saf sevgiden ibaret yaratık sevdiği için dünyayı terk etmez mi?
– Tanrı’yı! dedi Séraphita ve sesi ruhlarda dağdan dağa yakılan bir
özgürlük ateşi gibi parladı. Bize asla ihanet etmeyen Tanrı’yı! Bizi terk
etmeyen ve arzularımızı anında tatmin eden, yaratıklarının susuzluğunu sonsuz
ve katışıksız bir sevinçle giderebilen biricik varlık olan Tanrı’yı! Hiç
bıkmayan ve dudaklarından gülümseme eksik olmayan Tanrı’yı! Hep yeni kalan,
ruha hazinelerini boca eden, arıtan, hiç acı vermeyen, bütünüyle ahenk ve alev
olan Tanrı’yı! İçimize girip orada çiçeklenen, tüm dileklerimizi yerine
getiren, ona ait olduğumuz zaman bizimle hesap kitap yapmayıp kendini bütünüyle
veren, bizi yerden kaldırıp kendinde yücelten, çoğaltan Tanrı’yı! Fazla söze ne
hacet, Tanrı’yı işte! Minna, seni seviyorum, çünkü ona ait olabilirsin. Seni
seviyorum, çünkü, ona gelirsen benim olacaksın.
«Bir insan tarlada ilk çiziğini doğru attı mı, diğerlerinin doğruluğu için
bu yeterlidir: Tek bir derinleştirilmiş düşünce, işitilen tek bir ses, derinden
duyulan tek bir ıstırap, sözün sizde uyandırdığı tek bir yankı, ruhunuzu
ebediyen değiştirir. Her yol Tanrı’ya çıkar; dolayısıyla, insanın burnunun
dikine gittiği zamanlarda bile onu bulma şansı yüksektir.
«Evren, kim isterse, kim bilirse, kim dua ederse ona aittir; fakat istemek,
bilmek ve yapabilmek, kısaca kuvvet, bilgelik ve inanca sahip olmak gerektir.
Peygamberin sözüyle söylediğinden daha çok şeyi sessizliğiyle söyler, salt
mevcudiyetiyle zaferi kazanır.
Her şeyin ruhu!
Ey Tanrım!
Kendin için sevdiğim sen!
Hâkim ve baba sen, ancak senin sonsuz iyiliğinle ölçülebilecek bir sevgi
ateşinin derinliğini gör! Sana daha iyi ait olabilmem için bana kendi özünü ve
yetilerini ver! Al beni ki, artık kendim olmayayım! Yeterince saf değilsem beni
tekrar kazana daldır! Tırpan şeklinde yontulmuşsam beni bir besleyici saban
demiri ya da muzaffer kılıç yap! Bana parlak bir şehadet nasip eyle ki orada
senin sözünü ilan edeyim! Reddedilirsem de adaletine şükredeceğim. Ağır ve
sabırlı zahmetlerden esirgeneni aşırı sevgi bir an için elde edebiliyorsa, beni
ateşten arabana alarak göğe kaldır! Bana zaferler bağışlasan da yeni acılar
çektirsen de sana çok şükürler olsun! Zaten senin uğruna acı çekmek de bir
zafer değil mi?
Tut, kavra, kopar, al götür beni!
İstersen reddet!
Sen kötü bir şey yapmayan, tapınılan varlıksın.
“Selam, yaşayarak yükselene!
Gel, dünyalar çiçeği!
Acıların ateşinden çıkmış elmas!
Lekesiz inci, tensiz arzu, yerle göğün yeni bağı, ışık ol!
Muzaffer ruh, dünyanın sultanı, tacına doğru uç! Dünyayı yenmiş olan, gel
al çelengini!
Bizim ol!”
– Milletleri ölüme götürüyorsunuz, dedi Wilfrid. Toprağın kimyasını
bozdunuz, sözü anlamından saptırdınız, adaleti beş paralık ettiniz. Meraların
otunu yedikten sonra şimdi de koyunları mı öldürüyorsunuz?
Sözlerin Güzeli
Senin ziyaretinle sabahladım ey Necef ulusu
!
Mezarına
saçmak için elimde bir canım var.
**
Ya Rasûlu'llâh!
Kâbe'ye gittim.
Orada yine senin mübarek toprağını
özledim.
Kâbe'nin cemalini,
senin yüzünü anarak temaşa ettim.
CAMÎ
Halkı cennetle cehenneme bölüştüren,
o halledilmez düğümleri halleden Ali,
elbette bizi elden ayaktan düşmüş bir
halde bırakmaz.
Bu kurt gibi kapıcılık, bu zulüm, ne vakte
kadar sürecek ?
Ey Allah Arslanı, kendini göster, düşmanı
kahreden pençeni izhar et!
Kassam ı behiştu düzah an ukde gusây
HÂFIZ-I ŞİRÂZÎ
Kalpte saklı olan sırrı
İfşa etmeyeceksin
Darağacında söyleyebilirsin.
Fakat minberde asla!
Hallaç
**
Biz insanlar Allah'ı arayıp dururuz.
Bulsak acaba ne diyeceğiz?
İlk şikâyetimiz, tıynetimizin bozukluğu
hakkında olsa yeridir...
Eğer halik mahlûkundan tanınacaksa vay
onun da haline
22 Nisan 1934 Mısır — Heluvan Sh: 214
Kaynak: Hüseyin Rahmi GÜRPINAR,
Dünyanın Mihveri Kadın mı-Para mı? Millî Roman, Hilmi Kitabevi 1948-İstanbul
**
Ma hestü nemidanem
Hurşidi ruhadyanem
Bu ayrılık oduna
Ah nice bir yanem
Ah nice bir yanem.
Sevdayı ruhi
Şüd hasılı mahayli
Mecnun gibi vaveyli
Oldum deli divane
Ah deli divane.
Râbia el-Adeviyye, yanında dünyâyı
kötüleyenlere şöyle diyordu:
"Sizin kalbinizde onun bir
değeri olmasaydı, bu kadar kötülemezdinız".
Nasrâbâzî de
"Zâhid bu dünyâda garibtir, arif
öteki dünyâda da garibtir” .
İnsan, kendi çobanını kendisi seçtiği
zaman, hayvan’dan ayrılır!
**
Bir kadın, kendisi, yüzüme karşı beni
görmek istemediğini söylemediği müddetçe ümidimi kesmem. Yüzüme söylediği zaman
ise, yüzde elli ihtimalle bunun tam aksini kalben arzu ediyordur diye
düşünürüm.
**
Yeryüzünden silinmemiz gerekiyorsa silinelim
ama haysiyetimizi koruyarak, zarafetle
ve yitirmeksizin mizah duygumuzu külliyen.
inanan insanlar daha uzun yaşarlar
inanan uluslar yaşayakalırlar.
Sakin olmakta fayda vardır,
dinlemeyi mümkün kılar.
Felâketlere takılıp kalmayın
ve asla vazgeçmeyin öğrenmekten.
Evrensel dolandırıcılığın hüküm sürdüğü
zamanda, gerçeği söylemek devrimciliktir.
George Orwell
**
“Edebiyat muhbirliktir.”
Frédéric Beigbeder
**
Dünyaya dair olup da, yüzde yüz doğru ya
da yüzde yüz yanlış olduğu kanıtlanmış tek bir olgu yoktur; felâket dahil.
**
"Dar kapıdan girmeye çabalayın. Çünkü
kişiyi yıkıma götüren kapı büyük ve yol geniştir. Bu kapıdan girenler çoktur.
Yaşama götüren kapı ise dar, yol da çetindir. Bu yolu bulanlar çok azdır."
Matta (Luk.l3:24)/İncil
**
‘’Yolunda öldü ‘’ derler başka ne
günahımız vardır' Seyyid Osman Hulusi
**
Nomen: Latincede “
isim" anlamına gelir: Antik Mısır firavunlarının doğarken aldıkları ismi
ifade eder
Sen yetiştir Yeter ki:
Sultan Veled Divanında Mevlâna gibi, büyük bir salâhiyetle resmi anlatıyor.
Meselâ: (Divan, S- 125) de Selçukî emirlerinden Alameddin Kayser’e yazdığı
gazellerde, ince duyuşlardan ve ağlayan bir kalpten içli bir ses vardır.
“Birisi ressam olsa dilediği yere istediği şeytan ve melek resimleri
yapar. Güzel ve çirkin ne dilerse kâğıda çizebilir. Çünkü o kendi sanatında
biriciktir ve yücedir; övmeye ve sövmeye ait iyi ve kötüyü resimle yapar. Bu
resimlerden dolayı ona aferinden gayri hiçbir noksan gelmez. Evet, kötü resmi
çirkin ve fena bir şeyi aynı fenalık ve çirkinlikte yapacak olursa görenler o
resmin çirkinliğini ve fenalığını adam akıllı kınarlarsa kendisi sanatım aşikâr
oldu diye şükreder”.
Hasan Sabbah/ Haşaşiler
Hiç düşündünüz mü, ölümden korkmayan birini neyle tehdit edebilirsiniz?
Onların kim olduklarını asla bilemezsiniz.
Onları tanıyamazsınız. Kim olduğunu anladığınız da artık ölüsünüz demektir.
Öyle bir düşman düşünün ki, isiminin anıldığın da korkunun tadı hissedilir.
Başkalarına göre haşaşiler. Kendilerine göre Nizâriler.
909-1171 yılları arasında Kuzey Afrika, Mısır, Küfe, Basra, İran'da hüküm
süren bir Şii Devleti. Bu Devletin Fatimi halifesinin imamet (idare
etmek) tevcihini (makam rütbe vermek) büyük oğlu Nizârdan alarak küçük oğlu
Mustali'ye vermesi üzerine yönetime baş kaldırmış, Nizâra sadık kalanların
özerkliğini ilan ettiği bir anlamda hem sünni, hem şii, hemde İsmaililer ile
sorunlu bir gruptur Haşhaşi oluşumu. İsmaili mezhebi de zaten o gün olduğu gibi
bugün de İslam'a göre Batıni bir inanç, siyasi oluşum ve düşünce akımıdır.
Hasan Sabbah 11.yüzyılın ortalarında İran'ın kum şehirinde dünyaya geldi. (Bu şehir aynı
zamanda İran İslâm devriminin çıkış başlama noktasıdır) Sabbah 17 yaşına kadar
astronomi, matematik, metafizik gibi birçok ilim dersleri alır. Hayatı
boyunca hiç evlenmemiş.Küçük yaşlardan itibaren ileri zekalı biri olarak
görülmüştür. Öyle hırslı, ego sahibi biridir ki, kendine 'el-
muntakım' lakabını kullanmayı seçer. Bu "zarar veren, bedel
ödeten" anlamına gelir. Bilindiğinin aksine bu oluşuma 'haşaşiler' adını
Sabbah değil, düşmanları vermiştir.
Hasan Sabbah, önce kendisine dik yamaç ve yüksekliği 2000 metreyi aşan sarp
kayalıkların zirvesinde bulunan bir kale seçer. Alamut kalesi. Burası kartal
yuvası olarak da anılır. Burada genç yaştaki erkek çocuklara halen daha sırrını
koruyan nitelikte eğitimler vermeye başlar. Bu eğitimler yakın dövüş, hançer,
kılıç kullanımı, Din, Felsefe, Matematik gibi eğitimlerden oluşur. Sabbahın
yetiştirmiş olduğu bu fedailerin görevi sadece suikast üzerine değil, aynı
zamanda sızmış olduğu ülkelerde bazen sufi bezen de ordu içerisinde yükselecek
niteliklerde bir asker olabiliyorlardı.
Burada müritlerine uyuşturucu vererek onların beynini yıkadığı gibi
düşmanları tarafından uydurulmuş birçok farklı aslı olmayan söylentiler vardır.
Ama bu konuda hiçbir kanıt yoktur. Zira Alamut kalesi yıkıldığında da bahsi geçen ırmaklara, bahçelere
falan da rastlanılmış değildir. Verilen eğitim tam bir disiplin ve öğreti
üzerine kurulu felsefe içermektedir.
Sabbah burada günümüz Mossad, KGB ajanlarına bile taş çıkartacak ajanlar
yetiştirir.
O dönemde Büyük Selçuklu İmparatorluğu da Sabbahın düşman listesindedir. Bu
ajanların düşmanları üzerinde bırakmış olduğu etki sadece yapmış olduğu
suikastlar değil.
Fedailer görevlerini tamamladıktan sonra bile asla kaçmaz oldukları yerde
kalır ve düşmanlarına 'biz ölümden korkmuyoruz' mesajı verirlerdi. Bu düşmanlarının üzerinde korkuyla
birlikte bir saygıyı da beraberinde getirmesinde etkili olurdu. Onlar
herkes'ti. Bir çiftçi, dilenci, vaiz, aşçı, seis her kılığa girebilen donanımda
fedailerdi.
Büyük Selçuklu Devleti'nin hükümdarı Melik Şah'ın veziri olan,
Nizamülmülk'ü öldürürler. Yaptıkları sayısız suikast bunlarla sınırlı değil.
Ortadoğu'da İslam, hristiyan devletlerinde korku salmadıkları saray ülke
yoktur. Devlet adamları öyle korkmuştur ki, herkes birbirinden şüphe eder hale
gelir, hükümdarlar korumalarının yanında bile zırh ile gezmeye başlar.
1092 Nizamülmülk'ü, 1103 Hums hükümdarını, 1108 Isfahan kadısını 1113 Musul
valisini, 1121 Fatimi vezirini, 1126 Yine Musul valisini, 1127 Selçuklu
vezirini, 1130 Fatimi halifesini,(kendi halifeleri) Kudüs kralı Kongrad'ı 1136
Abbasî halifesi, 1200 Harezm vezirini öldürürler. Hristiyanların ünlü tapınak şövalyeleri
bile bu uzun listeye dahildir.
Hasan Sabbah 70li yaşlarda kalesinde ölmüş olsa da, örgüt faaliyetlerini
Raşidüddin Sinan ile yine etkili bir şekilde yürütmeye devam eder.
Rivayete göre birgün Mısır ve Suriye'yi Haçlı ordularından
kurtaran Selahaddin Eyyubi'nin huzuruna bir Hâşaşi fedaisi gelir. Ona oldukça
önemli bir mesaj getirdiğini ama bunu sadece kendisine söyleyebileceğini
söyler. Eyyubi, 'peki' der. Odadaki en güvendiği, uzun yıllardır
yanında olan en iyi, en cevval iki yakın koruması dışında herkesi dışarı
çıkartır. Haşaşi fedaisi onların da çıkmasını ister. Bunun üzerine Eyyubi
'onlar bana oğlum kadar yakındır, her sırrıma vakıf emin kişilerdir' der. Oda
da sadece Hâşaşi fedaisi, Eyyubi ve iki yakın koruması kalmıştır. Fedai,
Eyyubi'ye sorar. 'Madem onlara bu kadar güveniyorsun; O halde emir ver onlara
beni öldürsünler.' Eyyubi, emri verir. Ama 'oğlum' dediği korumalar
kıpırdamadan durur. Fedai, gülümser ve 'peki ya ben seni öldürmelerini söylemiş
olsam' der demez, Eyyubi'nin o güne dek kendi koruması sandığı askerler
hançerlerini çekerler. Eyyubi, korkmuştur ve gerekli mesajı almıştır. O günden
sonra Eyyubi, Haşaşiler'e dokunmaz. Ve ne gariptir ki, ileriki yıllarda Eyyubi
aynı zamanda, Haşaşiler'in de düşmanı olan Fatimi Devletini yıkan kişi olur.
Sonrasında Alamut kalesi, o dönemlerinin en büyük gücü
olan; Ülkeleri, kıtaları feth eden Moğol imparatorluğu, Cengizhan'ın torunu,
Hülagü han tarafından yerle bir edilir.(1258) Böylece uzun yıllar süren Hâşaşi oluşumu
dağılır. Hasan Sabbah'ın torunları olan Ağahan ailesi günümüzde
İsviçre'de yaşarlar. Bu aile 1940-50li yılların Dünya zenginler sıralamasında
ilk sıralardadır. Not: Dünyaca ünlü sinema oyuncusu Rita Hayworth, Ali
Ağa Han ile evlilik yapmış, Sabbah ailesine gelin olmuştur.
Hala bu teşkilat devam ediyorsa dünya da
değişen ne o zaman…
Günahına ancak Settar olur Yaradan.
Hz. Şeyh Abdülkadir Geylâni kıyamette
Niyaz etti:
“Ya Rabbî
hesap günü beni kör haşr eyle;
Beni iyi bilen dostların önünde mahcup kılma.
Onlar beni görsünler,
fakat ben onları görmeyeyim”.
Hakk üstüne iki azap birden yazmaz kuluna
Ey günahların içinde boğulmuş insan,
Cinsin sana acımaz
Kim yardım edecek diye etrafına bakınma
Günahına ancak Settar olur Yaradan.
***
Mevlânâ Celâleddin Muhammed’in ikinci oğludur. Sultan Veled’le anaları
birdir. Doğum tarihini bilemiyoruz. Eflâkî, «Sultan Veled ve Alâeddin, 623
yılında o hâtûndan vücûda, geldiler» diyor (I, s. 26). Bu tarih, Sultan
Veled’in doğum tarihi midir, Alâeddin Çelebi’nin mi? İkiz doğduklarına dair bir
kayıt yok. Hattâ Eflâkî, Alâeddîn’in, Sultan Veled’den bir yaş büyük olduğunu
kaydediyor (s. 303). 623 târihini, Sultan Veled’in doğum târihi olarak kabul
edersek Alâeddîn’in 622 de (1225) doğmuş olması gerek. 660 Şevvalinin
sonlarında Vefât ettiğine göre (1262), vefatında kırkyedi – kırksekiz
yaşlarındadır.
Eflâkî,
Şems’in şehâdetine sebeb olanlara uyduğu için, Mevlânâ’nın, onun cenazesine
gelmediğini, namazını kılmadığını rivayet eder (II, s. 686, 766).
Sultan
Veled, bir gün Mevlâna'nın oğlu Alâeddin’in kabrine ziyarete gittiği
zaman,
«Senden
yalnız ihsan ıssı umarsa, peki, suçlu nereye sığınsın»
metninde
arapça bir beyitle,
«Ey kerem ıssı, sen, yalnız iyi kişinin
yaptıklarını kabul eder, yalnız onu yarlıgarsan, peki, aşâğılık kişi, suçlu
kişi, nereye gitsin de ağlasın inlesin» metninde farsça bir beyit yazdığını söyler (I, s.
523).
[Not: Bu beyit, «Mesnevi» nin ikinci
cildindedir (Keşf-al Abyât’lı Mesnevi; Tehran — 1299 h. s. 112, satır. 24).
«Mesnevi» nin ikinci cildine 662. de başlandığına göre Mevlânâ, bu beyti,
oğlunun mezarına, onun ölümünden iki yıl sonra yazmıştır.
[ MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN – MEKTUPLAR, Türkçeye
Çeviren Hazırlayan : Abdülbakıy GÖLPINARLI, 1963, İstanbul Sh: 220]
Yavuz Vehbi
"Bütün dünyâ benim olsa, gâmım gitmez
nedendir bu?..
Ezelden gâm türabıyla yoğurulmuş bedendir
bu..."
sen koca cihan devletinin sultanıyken
bizzat ordunun başında harb meydanlarında savaşıp 4 milyon km2 toprak fethet ,
8 sene yaptığın padişahlığında sadece 2 senesini payitahtta
geçir bide gel 6.5 milyon km2 lik devlette yazı üslubundan
şair ayırd et. bütün bunları övmek bile bizim haddimize değil okadar
büyük bir şahsiyet .
Müzmin Kabızlığın Kolay çözümü
Müzmin/kronik kabızlığı düzene getirmek için yapılması gerekenler.
15-20 yıl denecek kadar sıkıntısını çekmiş birinin tavsiyeleri olarak
okuyun. Unutmayın ki kabızlık hastalık değil yanlışların bize dönüşü olan
rahatsızlığımızdır. Dikkat edilmediğinde tekrar gelen
misafirinizdir, hemen nükseder. (Bu bazı insanlar için sorun değil
gibi görünsede yaşlılık döneminde onlarda bundan biraz haber alacaklardır)
Yapılacak bazı şeyler ile bunları en aza indirgemek için yapabileceğiniz
tedbirler.…
a-Tuvalet tercihi kabızlarda alaturka değil klozet olmalı. Çünkü oturuşun
uzaması, ıkınmada kanın direk beyine yüklenmemesi için ayaklarda sıkışma
olmaması. Kan dolaşımı ayklardan yukarıya olduğu için daha kısa mesafede geri
dönüşümler oluşunca ister istemez kılcal damarlarda çatlamalar olunca baş
ağrıları olma olasılıkları artar.
Klozette otururken bile oturuşun ilkel sisteme yakın olması için ayaklar
altına 25-30 yüsekliğinde bir tabure veya kutu benzeri bir şey konması vücut
ağırlığını direk ayaklara değilde kalçaya yönlendirdiğinden dışarı çıkma
işleminde azami fayda sağlayacaktır. Ikınma anında sadece karın kaslarına
yüklenme daha rahat olur insan yorulmayacaktır.Kabız insanların bu sorunlu
durumu resmen işkence gibidir. İlk sert kısım eğer günü birlik vücuttan
atılırsa daha sonraki günler bunun faydası kendiliğinden belirecektir.
b-Oturma süresinde acele etmemeli beklemeli.. Üst beyin, ikinci beyin olan
bağırsaklara uyarı komut verecek…bu nedenle hemen kalkmamaya çalışmamalı. İlk
zamanlar 10 dk olursa da bu bekleyiş zamanla bu kısalacaktır.
c-Günün aynı saatini takip edip o dolaylarda muhakkak dışarı çıkmayı terk
etmemeli.
d-Genelde insanlar sabah kalktığında dışarı çıkmayı tercih ederler.
Dışarıda bu büyük abdest ihtiyacını gidermek istemez. Onun için ozon miktarının
yüksek olduğu sabah vakti temiz hava solumalı pencereden birkaç soluk almaya
çalışmalı.. Bunun etkisi çok olur. Kişiye göre en erken vakit
hangisi ise o zaman muhakkak iki bardak(aşırı kabızlık çekenler) ılık su
kesinlikle içilmelidir. Bazıları ılık bal şerbeti derler ama bu şekeri
yükselteceği için tercih edilmiyor.
e-Sabah kalkar kalkmaz hemen WC gidilmemeli biraz
yürümeliyiz. Bu 100 adım kadar olmalı ki bağırsaklar kendince
bir hareket ederek yatış pozisyonunda istenmeyen sıkışmalar olan yerler
rahatlamalıdır. Acele WC ye gidildiğinde ne kadar beklenilirse beklensin
ihtiyaç giderilemiyor. Kasılmış bağırsaklar spazm halinden çıkana kadar zaman
geçeceği için insanlar diğer düşüncelerini yapmaya yöneliyorlar.
Yürürken veya evde ufak tefek işleri yaparken kendinizi tanıdıysanız karın
bölgesinde bir çıkma hissi oluşur, aslında bu size, beyinden yapılan uyarıdır.
WC ye gidip sadece dışarıya çıkmaya odaklanmalı ve sabırla işlemini
bitirmeye çalışmalı.
f- Kabız olanlar parça etten uzak durmalı kıyma türü tercih etmeli…çünkü
hazım yeterince olmayınca sertliğin artımına neden olmaktadır. Soğan ve
sarımsak türü yiyecekler çabuk vücudu terk etmeyeceği için rendelenmiş ve
pişmiş olanlar tercih edilmeli. Uzun bekleyen besinlerin kokusu zamanla ağıza
doğru yükselir kötü koku oluşumu olur.
g-İlk zamanlar bağırsakları dışarıya çıkmaya alıştırmak için haftada bir
lavman kullanmak uygundur. [Çok pahalı değil]…Bu şekilde dışarıya çıkmayı
unutmuş bağırsaklara görevleri hatırlatılmış olur.
h-Oruçlu zamanlar belki kabız olanlar için en zor geçen evredir…su alımı
yemek ile azaldığından vücutta su dengesi bozulmakta ve bu nedenle biraz aksi
tesir yapmaktadır. Bu nedenle yeme konusunda az yemek ve hazmı zor
yiyeceklerden uzak durmak uygundur. Lifli de yense çok bir kâr edilmez…
i-Kahve ve cola türü meşrubatlar midenin boş zamanlarına yakın içilmesi
tercih edilmeli ki, sindirim sistemine yanlış uyarılardan beyni korumalıdır.
Uyarıcı özellikleri sisteme yanlış komutlar vermeye sebep olmaktadır.
j-Yemek esnasında su kesinlikle içilmemeli. Bu aslında herkes için geçerli.
Ya yarım saat önce içilmeli ya da bir saat sonra…bu şekilde mide asidi
olabildiğince daha verimli kullanmaya yardımcı olunur. Su içilince büyük miktar
asit hemen bağırsaklara geçeceğinden, sistemde karışıklık meydana gelir.
k-Form çayları türü şeyler, sinameki kullanımı geçici bir tedavi olduğu
gibi faydalı besinlerinde vücuttan çabuk atılmasına neden olur. Hiçbir şekilde
tedavi özelliğide yoktur. Sadece geçici bir rahatlamaya neden olur. Bir vakit
sonra bunlarda vücut tepki vermez.
l-İyot damlası kullanmak. Yurdumuzda iyot eksikliği aşırı derecede vardır.
Bu eksiklik troid bezlerinin çalışma dengesini bozduğu için sebze türü
beslenmesi aşırı olanlar, boğaz daki gerilmeler, hafif değişimlerin kaslardaki
uyarı gibi gelen ağrılar, hafif dıştan bile hissedilen şişlikler takip edilmeli,
hiç olmazsa 4 günde birkaç damla iyotu su bardağına atarak içilmeli. Bunun
azami derece faydasını görülecektir. Öyleki troid şikayetlerinin
azaldığı görülecektir.
m-Üzüntü ve huzursuzluk kabızlık nedeni değil insanın kendine
karşı duyarsızlığını oluşturmasıdır. Vücut ta bir sistem vardır. Programlı
olmaya çalışmalıdır. Üzülünce vücutta olan kaos her şeyi etkiler.
n-Kabız olanlar bir oturuşta fazla yemekten kaçınmalı zamana yaymalıdır.
Her ne şekilde olursa olsun ilaç kullanımı [başka hastalıklar içinde], varsa…bu
kişi üç litre sudan az içmemelidir. Bedenin dolaşım ve boşaltım sistemindeki
hız suyun durumu ile alakalıdır. Su içimi azaldıkça beden suyu iktisatlı
kullanmak isteyeceği için su seviyesi sürekli korunmalı ve en önemlisi kaliteli
su içilmelidir.
p-Günlük az mitarda mekik (düz ve yan mekik) ve birkaç şınav çekilirse
karın kaslarının kuvvetlenmesine yardımcı olduğu gibi fıtık olmaktanda insanı
uzak tutacağından terk edilmemelidir. Bir iki sayısı bile çok gelir sadece
yapmaya çalışın.
Bunlara ek olarak yiyeceklerin hangisini bedeniniz nasıl tepki veriyorsa
onu bilinmelidir. Kabızlık kalıtsal değil, yanlış beslenmeye vücudun verdiği
tepkidir. Vucudunuzu tanıdıkça daha rahat bir hayat yaşayabilirsiniz.
Cuma günü neden yıkanılır?
Peygamberimiz salla’llâhü aleyhi ve sellem Cuma günü gusledin demesi kendi
kokularından arınmış olarak mescide gelen sahabilerin, onu içlerinde daha iyi
hissetmeleri içindir. Çünkü yüzüne doğrudan pek bakamazlardı.
Aşağıdaki videoları birde bu türlü seyredin.
Bu meyanda… sık sık yıkananlardaki bir bilinmeyende şu olabilir…yapılan
sihir veya başka bir etkinin insanı kendinden uzaklaştırma etkisidir. Öyle ki
insanı kendi kokusundan uzaklaştırdıkları gibi nefret bile ettirmişler. Bu
nedenle baş ağrıları, huzursuzluklar baş gösterir. Mesela insan uyuduğunda,
ruhu bedenden çıkar. Geri geldiğinde bulduğu beden sanal bir beden gibi
kokulanmış olunca bir anlık duraksama yaşıyordur ve mecburen sığınılmış
bedendeki bu mekan algısı ile strese giriyor..
Terleyin kendi kokunuzu alın artık..
Biliyoruz ki çok kötü kokan bir bedenlerimiz yok. Sadece yediklerimizin
istila ettiği kokular, algılarımız, yönlendirilmiş duygular düşünceler var.
Bir konuyu hatırlatalım…koku üzerinde Yahudilerin daha çok düşkün ve uzman
olmaları kendi nefretleri ile alakalıdır.
Rivayete göre Allah Teâlâyı görmek isteğinde bulunan İsrailoğulları
olmuştur. Hz. Musa aleyhisselâm mecburen onlardan mikat için seçtiği
70 kişiyi Tur dağına götürmüştür. Başka bir görüşe göre de Beni İsrail‘e teşmil
edilecek çoğunluktur.
Hz. Musa aleyhisselâma hep saygısızca Ya Musa! diye hitab etmişler. Hiç bir
zaman saygıyla Ya Rasulallah! dememişler. Allah seninle konuşuyor bizimle niye
konuşmuyor? diye hem Allah‘a hem Peygamberine karşı saygısızlık yaptıkları
için, oldukları yerde çarpılmışlar, bakakaldıkları halde ölmüşler. Hz. Musa,
Allah‘a yalvarmış. Allah yeni bir imtihan için onları yeniden diriltmiştir.
Ancak bu ölü kaldıkları süre bedenlerinde çürümeden dolayı oluşan koku hala
nesilden nesile devam etmektedir. Bir insan ben ne kadar Yahudiyim derse
desin…onlar bu özel kokuyu biliyorlar. İnsanın çamur halindeki kokusunu.
Bir insanla tanıştığınızda eğer onun samimi olup olmadığını veya size bir
işaret verdiğini anlamak istiyorsanız buna dikkat edin.
Bir hatıra nakledeyim. Evlenmek isteyen bir erkek sevgilisinin yanına
geldiğinde hiç koku sürünmezmiş. O bayanda beğendiği bu kişinin bu kokusunun
yani orijinal kokusunun nedenini algılayamazmış çünkü kendisi aşırı yıkanan ve
koku sürünen birisi olduğu için kendi öz kokusundan uzak yaşıyormuş. Sonuçta bu
arkadaşlık ayrılıkla sonuçlanmış. Bayan ben bıraktım diyor ama arkadaşlığı asıl
arkadaşlığı bıraktıran erkek taraf olmuş. Burada verilen mesaj kadın tarafından
yanlış algılanılmış. Benim tavsiyem gençlerde sevdiği erkeğin yanına veya kıza
giderken kendi öz kokunuzla gidin. Çünkü bu koku sizi ele verecek severse sizi
o kokuyla sevecektir. Sevmeyecekse ne yaparsanız yapın sizi sevmeyecektir.
Bu nedenle eskiden Yahudi oldukları bilinmesin diye koku üzerinde
uzmanlaştılar. Sırf bu kokuyu gizlemek için. Günümüzde en iyi koku işleri
onların kontrolündedir.
Son olarak koku hakkında Rasülullâh “salla’llâhü aleyhi ve sellem” in
dünyadan bana üç şey sevdirildi buyurduğu…Kadın, koku ve gözümün nuru namaz…
Bu hadis göre dünya dengesinde kokunun önemini açığa çıkarıyor…
İnsanlar buradaki kokuyu parfüm kullanmak gibi düşünebilir, daha ilerisi iç
alemin bedeni etkilediğini söylemek gerekiyor. Peygamberimiz sizi kokularınıza
göre seviyorum demek olabilir.
Güzel kokmak istiyorsanız iç aleminizde güzel olmalı…
Ali Emiri
Video 1 - Koku üzerine ilginç
https://youtu.be/yrcFPqN-iFo
Video 2- mağaza kokuları
https://youtu.be/ci9dqJsJbqw
Rasülullâh “salla’llâhü aleyhi ve sellem”
Efendimizin Ümmetine Düşkünlüğü
İbni Amr ibni As (radiya’llâhü anh) anlatıyor:
Bir gün Rasülullâh “salla’llâhü aleyhi ve sellem”, Hz.
İbrahim (aleyhisselâm) hakkındaki şu ayeti okudu:
"Rabbim! Bu putlar insanların çoğunu yoldan
çıkardılar. Artık kim bana uyarsa bendendir; kim de bana karşı gelirse, elbette
Sen çok bağışlayan, koruyup gözetensin." (İbrahim
14/36)
Ardından Hz. İsa'nın (aleyhisselâm) Kur'an'daki şu
sözlerini söyledi:
"Onlara azab edersen, onlar zaten Senin
kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, elbette Sen güç ve kudret sahibi, her
şeyi yerli yerince yapansın."(el-Maide 5/118)
Daha sonra Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) ellerini açtı: "Allah'ım, ümmetimi koru, ümmetime
acı!" diye dua etti ve ağladı.
Bunun üzerine Allah Teâlâ Hz. Peygamberin neden
ağladığını bilse de sırf Peygamberinin dilinden duyulsun diye Cebrail'e
emretti.
- Cebrail (aleyhisselâm) git Muhammed'e ve niçin
ağladığını sor, buyurdu. Cebrail (aleyhisselâm) de ona geldi ve niçin
ağladığını sordu. Rasülullâh “salla’llâhü aleyhi ve sellem” ümmeti için duyduğu
endişe yüzünden ağladığını söyledi.
Onların azaba düşeceği endişesinden ağladığını
söyledi. Zaten Allah-u Teâlâ onun ne için ağladığını çok iyi bilmekteydi.
Cebrail (aleyhisselâm) aldığı cevabı Allah-u Teâlâ'ya iletince, Cenab-ı Hak ona
şöyle buyurdu:
-Cebrail! Muhammed'e git ve ona; Allah ümmetin
hakkında seni razı edecek, seni asla üzmeyecek.
Sen razı olacaksın. Bunu dediğimi söyle! (Müslim, İman,
346)
Zikri Tevhid…
Maneviyattaki en yüksek mertebe bile Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin
ayakları altındadır...
Şimdi siz dilinizle Muhammedurrasulüllah derken kalbinizle Lailahe illallah
deyin. İkisinin Allah kelimesi birleşsin damla kalbine düşsün sonra titreyen
bir elektrik yayılsın Yani Allah kelimesi de suya düşen damla olsun.
Dalgalar gibi vücuduna yayılsın oradan bütün dünyaya içine gelen feyzi yay...
Bu şekilde zikir çekince şeytan kaybolup gider.. Her yerde Peygamberimiz
salla’llâhü aleyhi ve sellemi hissedersiniz.
Bilimsel Eser
“Tamamlanıp insanlığa sunulmuş bir bilimsel eserden beklenen şey, artık
yeni sorulara hizmet etmesidir. Çünkü her bilimsel eser, aşılmak ve arkada
bırakılmak içindir.”
Max Weber /Meslek Olarak Bilim [1919]
Beklemek
Beklemek, içinde umut payı taşısa da, hazin bir fiildir. Garların,
istasyonların 'Bekleme Salonları'nda hemen hep buruk, gamlı bir atmosfer çarpar
insana. Birini beklemek belki bir ana kadar heyecan vericidir, o an devrilir
devrilmez kıpırtılar aleyhimize döner, saat kemirir içimizdeki
vakti.
Yıllarca bekleyen, beklemeyi bilenler vardır. Bekleyiş onlarda vakur bir
törene dönüşmüştür: Sabırsızlığı, duygusal gelgiti haklı olarak küçümser
böyleleri. Uzak deniz fenerlerinin bekçileri gibi, yapayalnız, bekleyişin
anlamsızlaşmış gücüne bağlanırlar.
Füsun ÖNAL ~ Senden Başka (1973)
Benden sorsan ummanlardır derdim
Hani gözlerin var ya
Bülbülleri susturup dinlerdim
Tatlı sözlerin var ya
Katmer katmer gül açar gönlümde
Hani gülüşün var ya
Daha mutlu olamam ömrümde
Beni öpüşün var ya
Senden başka, senden başka
Gözüm görmez hiç kimseyi
Senden başka, senden başka
Duyamam ben hiç kimseyi
Senden başka, senden başka
Sevemem ben hiç kimseyi
Senden başka, senden başka
Olamam senden başkasıyla
Dizlerim titrer sen görününce
Hani o gelişin var ya
Aklımdan çıkmaz bütün ömrümce
O çapkın gülüşün var ya
Bir ilkbahar yağmuruydu sanki
Ardından güneş doğar ya
Yaktı bir ateş gibi inan ki
O kor dudakların var ya
Senden başka, senden başka
Gözüm görmez hiç kimseyi
Senden başka, senden başka
Duyamam ben hiç kimseyi
Senden başka, senden başka
Sevemem ben hiç kimseyi
Senden başka, senden başka
Olamam senden başkasıyla
Sevdiğin işi
Mevlânâ, “Sevdiğin işi her gün azar azar yap. Belki böylece kendine
yeni bir yol bulursun.” buyuruyor ve ilâve ediyor.
Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün. Benim sana anlatabileceğim,
ancak senin anlayabileceğin kadardır. İş dediğin yapmaktır, söylemek değil. En
büyük israf ömrün beyhude yere sarfıdır. Sabır, sevincin anahtarıdır. Sevgi ve
acımak insanlık vasfıdır. Kötülükten kork. Yaptığın kötülük bir tohumdur,
mutlaka yeşerir, Allah’a ancak sabır ile ulaşılabilir.
Maşar Dağı
Bir kuşluk vaktıydı, bahardı.
Yollarda çiçek dere dere
Kişi, Maşar Dağı'na vardı,
Baktı doruğundan düzlere.
Göz alan bir güneş doğardı
Gökçegelin gibi Ağrı'dan.
Ve iki yüce dağın ardı
Kızıl bir laleydi Tanrı'dan.
İçimde sanki sen esersin
Tanrım! Garip kişi kuş ola,
Seni bir yerde bulmak için
Kendini dağdan aşağı sala.
Sen bu doyulmaz evrendesin;
Ama nerdesin? Hangi pınar
Başında hangi ormandasın?
Nerde bahçenden uçan kuşlar?
Boşluklarda seni arıyor
Dağ bir yanda, kişi bir yanda:
Bir yaralı hayvan bağırıyor
Senden ayrı düşen insanda.
Ahmet Muhip Dranas
Sevi
Sözüm el gün için değil
Sevenlere bir söz yeter
Sevdiğimi söylemezsem
Sevmek derdi beni boğar
Taş yürekte ne biter
Dilinden ağu tüter
Nice yumşak söylese
Sözü savaşa benzer
Yunus Emre
Çocuk ve Allah – Fazıl Hüsnü Dağlarca
“Senin
saçların varsa altın gibi,
Benim
de vardı eskiden.
Çocuğum
uyuma geceleri
Saçlarındır
karanlıklarda giden.
Senin
ellerin varsa nur dolu,
Benim
de vardı uzaklarda.
Seyret
geceleri çocuğum
Ki nur
dolu başaklarda.
Senin kirpiklerin
varsa rüyadan,
Benim
de vardı uyku gibi.
Yum
gözlerini geceleri çocuğum
Ki
rüyalar bırakmaktadır kalbi.
Ve
senin duaların varsa,
Benim
de vardı,
Çocuğum
geceleri dua et
İnsan
uzaklaşabilir Allah’tan.” (Nasihat)
Ultra
Bir kelimeye
Bin anlam yüklediğim zaman
Sana sesleneceğim.
Özdemir Asaf
Ammar b. Yasir
Hz. Ali Kerremallâhü veche ile birlikte Cemel ve Sıffin savaşlarına
katıldı. Sıffin gününde içecek bir şey istedi. Süt getirildiğini görünce:
Rasulullah, dünyadan son içeceğin şey süt olacaktır buyurmuştu. dedi ve sütü
içti. O gün şehit düşünceye kadar savaştı. Mübarek teni yere serildiğinde 93
yaşında idi. Hz.Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatta iken: “Sana
müjdeler olsun ya Ammar! Seni azgın bir topluluk öldürecektir. buyurduğu için,
Ammar b. Yasirin şehit düşmesi birçok kişinin uyanmasına vesile olmuştur. Hz.
Ali (Kerremallâhü veche) Efendimizin kıldırdığı cenaze namazından sonra şehit
olduğu yerde defnedildi.
Ammar b. Yasiri anlatanlar, onun uzun boylu, kara yağız, elâ gözlü ve geniş
omuzlu bir kişi olduğunu söylerler. Sade ve nezih bir hayat sürerek dünya
hayatını tamamlayan Ammar (radiya’llâhü anh) hakkında Rasul-i Ekrem
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)ın şu sözü, Ashab-ı Kiramı baş tacı eden
gönüllerde halâ yankı bulur: İliklerine kadar iman ile dolu olan adam!
Bir tartışma sonrasında Rasülullâh “salla’llâhü aleyhi ve sellem”, Ammarı
şöyle savundu:
“Kim Ammara düşmanlık ederse, Allah da ona düşmanlık eder. Kim Ammara buğz
ederse Allah da ona buğz eder.” (Ahmed b. Hanbel)
Yıkıldı şimdi hasretinle gönül mihrâbım.
Yoksun yine ben pûr ateşi aşkınla harâbım,
Yıkıldı şimdi hasretinle gönül mihrâbım.
Sensiz neyim ki? Bir hayâlim çölde serâbım,
Yıkıldı şimdi hasretinle gönül mihrâbım.
sen yarimin gasidisen
sen yarimin gasidisen
eylen sene çay demişem
hayalini gönderipti
besgi mene ah vay demişem
ah geceler yatmamışam
men sene laylay demişem
sen yatalı men gözüme
ulduzları say demişem
herkes sene ulduz deye
özüm sene ay demişem
senden sonra hayata men
şirin dese,zay demişem
her gözel bendi gül alıp
sen gözele pay demişem
hemin gül batmağıydı
ay batana tay demişem
indi yaya gış deyirem
sadıhk gışa yay demişem
gehvayılı yada salıp
men deli naynay demişem
sonra sene yasa batıp
ağları hayhay demişem
ömrü süren men gara gün
ah demişem vah demişem
Şehriyar
Hayat ıskalamaya gelmez...
“Bilgi toplumu oldunuz da, duygu toplumu olmanıza megabaytlarınız mı
yetmiyor? “ Müşfik Kenter
Ne güzel söylemiş, ne ara böyle hoşgörüsüz bir toplum olmaya başladık?
Sevgi,sabır, şükür ve huzur tek ihtiyacımız
Sahip olduklarımızın kıymetini bilebilmek
Gönül gözümüz ile bakmak ve görebilmek
Hep bir yerlere, bir şeylere yetişme telaşındasınız değil mi?
Hiç vaktiniz yok, "Fast live", "Fast food", "Fast
music", "Fast love"...
Dikte ettirilen "yükselen değerler", "in" ler,
"out" lar...
Buna benzer bir odada, şanslıysanız gökyüzünü görebilen bir pencere ardında
bitecek hepsi.
Dostluğu klavyelerinde, yaşamı monitörlerinde arayanlar, size sesleniyorum!
Hangi tuş daha etkilidir ki sıcacık bir gülüşten, ya da hangi program verebilir
bir ağaç gölgesinde uyumanın keyfini?
Copy-paste yapabilir misiniz dalgaların sahille buluşmasını?
İçinizi ısıtan gün ışığını gönderebilir misiniz maille arkadaşlarınıza?
Sevgiyi tuşlarla mı yazarsınız?
Öpüşmek için hangi tuşlara basmak gerekir?
Ya da geri dönüşüm kutusunda saklanabilir mi kaybolan zaman?
Doğayı bilgisayarlarına döşeyenler, neden görmezsiniz bahçedeki akasyanın
tomurcuklandığını?
Ve ıslak toprak kokusu var mıdır dosyalarınız arasında?
Koklamak, duymak, dokunmak, yok mu yaşam skalanızda?
Bilgi toplumu oldunuz da, duygu toplumu olmanıza megabaytlarınız mı
yetmiyor?
Müşfik Kenter (1932- 2012)
Andrei Tarkovsky-- Bir Delinin Haykırışı--Nostalghia
İçimde hangi atam konuşuyor?
Hem aklımda hem de bedenimde aynı anda ayrılamam.
Bu yüzden tek kişi olamıyorum.
Kendimi aynı anda sayısız şey olarak hissedebiliyorum.
Fazla büyük usta kalmadı.
Zamanımızın gerçek kötülüğü budur.
Kalbin yolları gölgelerle kaplanmış.
Yararsız görünen seslere kulak vermeliyiz.
Okul duvarları, asfalt ve refah reklâmlarının uzun
kanalizasyon boruları ile dolu beyinlere böceklerin vızıltıları
girmeli.
Her birimizin gözlerini ve kulaklarını büyük bir rüyanın
başlangıcı olan şeylerle doldurmalıyız.
Birisi piramitleri yapacağımızı haykırmalı.
Yapmamamızın bir önemi yok!
O isteği beslemeliyiz ve ruhun köşelerini
esnetmeliyiz sınırsız bir çarşaf gibi.
Dünyanın ilerlemesini istiyorsanız el ele vermeliyiz.
Sözüm ona sağlıklıları sözüm ona hastalarla
karıştırmalıyız.
Siz sağlıklı olanlar!
Sağlığınız ne anlama gelir?
İnsanoğlunun bütün gözleri, içine daldığımız çukura
bakıyor.
Özgürlük faydasızdır eğer gözlerimizin içine
bakmaya yemeye, içmeye ve bizimle yatmaya cesaretiniz yoksa!
Dünyayı yıkıntının eşiğine getirenler sözüm ona sağlıklı
olanlardır.
İnsanoğlu dinle!
Senin içinde su, ateş ve sonra kül ve külün
içindeki kemikler.
Kemikler ve küller!
Beni arabada bekle.
Merhaba.
Gerçekliğin içinde veya hayalimde değilken, ben neredeyim?
İşte yeni anlaşmam: geceleri güneşli olmalı ve Ağustos'ta
karlı.
Büyük şeyler sona erer küçük şeyler baki kalır.
Toplum böylesine parçalanmaktansa yeniden bir araya
gelmeli.
Sadece doğaya bak ve hayatın ne kadar basit olduğunu göreceksin.
Bir zamanlar olduğumuz yere dönmeliyiz yanlış tarafa
döndüğün noktaya.
Hayatın ana temellerine geri dönmeliyiz suları
kirletmeden.
Deli bir adam size kendinizden utanmanızı
söylüyorsa ne biçim bir dünyadır burası!
Hâtif
Gaipten seslenen anlamında daha çok tasavvufta kullanılan bir terim.
Sözlükte “uzatarak bağırmak, çağırmak ve seslenmek” anlamına gelen
heft (hütâf) masdarından türemiş olan hâtif “bağıran, çağıran ve
seslenen” demektir (Lisânü’l-ǾArab, “htf” md.). İslâm’dan önce
Araplar çölde dolaşırken bazan kaynağı belli olmayan bir ses
işittiklerini söyler, göremedikleri bu sesin sahibine sâih, dâî,
münâdî ve hâtif derlerdi. Bazan da bir cinnin, dostu olan bir kişiye
görünüp ona gaipten haber verdiğini iddia eder, buna da reî
(görünen, görüntü) adını verirlerdi. Bu tür görüntülere hitaben şiir
söyledikleri, hatta bu görüntülerin de şiir söylediğine inandıkları
olurdu (Câhiz, VI, 243).
Gaipten gelen sesleri işitme peygamberlerin görevlerine yeni
başladıkları sıralarda rastlanan bir durumdur. Resûl-i Ekrem’in
vahye yeni mazhar olduğu sıralarda Hira mağarasında bu tür sesler
işittiği rivayet edilir. Şair Ubeyd b. Ebras devesini kaybedince
hâtiften gelen bir ses ona devesinin yerini tarif etmişti. Bu tür
seslerin, sakınılması gereken bir hususu veya yapılması gereken bir
işi haber verdiğine inanılırdı (Cevâd Ali, VI, 714-736).
Mes‘ûdî, gaipten ses işitme olayıyla ilgili olarak şöyle
bir açıklama yapar: Issız sahralarda ve vadilerde yalnız dolaşan
kimseyi bir düşünce kaplar; bu esnada içine bir korku düşer;
özellikle korktuğu zaman kendini zan ve vehimlere, asılsız hayallere
kaptırır. Bunlar bazan, o kişinin zihninde gaipten gelen bir ses
veya görünen bir şahıs şeklinde canlanır; olmayan şeyleri varmış
gibi algılamasına sebep olur (Mürûcü’ź-źeheb, II, 160-164; ayrıca
bk. Câhiz, VI, 243).
Hadislerde “hetf” ve “hütâf” kelimeleri gaipten gelen ses
anlamında geçmemekle birlikte “çağırmak, davet etmek” mânasında
kullanılmıştır (bk. Wensinck, el-MuǾcem, “htf” md.). Sahâbîler
arasında bu tür sesleri işittiğini söyleyenlerin bulunduğuna dair
güvenilir bilgi yoktur. II. (VIII.) yüzyıldan itibaren bazı zâhid,
münzevî ve sûfîlerin hâtiften ses işitme (hâtif-i gayb, hâtif-i
gaybî) olaylarına sıkça rastlanır. Meşhur olan bir menkıbeye göre
İbrâhim b. Edhem avlanmaya çıktığı zaman hâtiften gelen bir ses ona,
“Sen bunun için mi yaratıldın, sana bu mu emredildi?” deyince
irkilmiş, ancak yine avlanmaya devam etmiş; aynı sesi üç
defa duyduktan başka eğerin kaşından da bu nida gelince atından inip
çöllere düşmüştür. Yine İbrâhim b. Edhem, bu sırada yanında bir adamın
(Hızır) belirdiğini görmüştür (Sülemî, s. 30).
Kelâbâzî eserinde hâtif konusuna bir bölüm ayırmış, Ebû Saîd
el-Harrâz ve Ebû Hamza el-Horasânî gibi sûfîlerin hâtiften gelen
sesleri nasıl duyduklarını anlatmıştır (Taarruf, s. 210). Hargûşî,
Tehźîbü’l-esrâr’da hâtif meselesini daha geniş bir şekilde ele
alarak bunun olabilirliğini hem kabul edenler hem de reddedenler
bulunduğunu belirttikten sonra kendisinin de hâtiften bir ses
işittiğini söylemiştir. Hâtiften gelen sesin hak olduğunu
kabul edenlere göre insanı Hakk’a davet eden kişilerden bazılarının
gizli kalması câizdir; Allah kulunu uyarmaya bir hâtifi sebep
kılabilir. Bazan bu tür seslerden bahsedilirken, “Ruhumun
derinliklerinden hâtif bana seslendi”; “Kalbime nida veya ihtar
olundu” gibi ifadeler de kullanılır. Bu ifadeler, bu tür seslerin
dış âlemden değil ruhun derinliklerinden kopup geldiğini, can
kulağıyla işitildiğini ve işiteni ciddi bir şekilde etkilediğini
gösterir. Her halde bu sesler, maddî değil mânevî bir nitelikte olup
mutasavvıfların daha çok, “Hak’tan gelen hâtır” veya “melekten gelen
hâtır” dedikleri hâtır türündendir. Tasavvufî hayatın geliştiği
dönemlerde hâtiften gelen sesler üzerinde çok durulmuş, özellikle
şair sûfîler hâtifi ilhamlarının kaynağı olarak kabul etmişlerdir.
Molla Abdullah ve Seyyid Ahmed İsfahânî gibi İranlı şairler bu
sebeple Hâtif veya Hâtifî mahlasını almışlardır. Hâtif ve Hâtifî
mahlaslarını kullanan birçok Türk şairi de vardır (TDEA,
IV, 160-161) Süleyman Uludağ
Bir şeyhin Müridine
Söylenecek çok şey varda… acaba diyorum
Bedeli olan imtihana dayanmak...
dayanacak gücü olmazsa diyorum
Büyük Pir den
Bir mürid istemiş…hikaye uzunca
Hoşa gelen hizmeti olmuş, pir de "himmet edelim" demiş…
O da
“Sizin gibi olmak istiyorum” dediğinde
Pir “başka bir şey isteseydin” demiş...
“Yok yok…asla asla deme, illa ki istemeli... diyene değil isteyene
Değil mi istemek”
Keşkesi olmayan kaderin adamlarından olan Pir durmuş…
Çok istemiş isteyende
Pir de, mecburen “peki” demiş
O aşçı yamağı bilmiyor ki yemeğin altındaki ocağa fazla odun attığını...
birdenbire pirleşmiş göz önünde
Onun gibi olmuş...Pir gibi... olmasına da
Ancak ruhu ezel sahrasına uçmuş,
Onu sıralayın demiş pir...gözüne damla varmadan
Şimdi buradaki soru şu…
O mürid mi yoksa pir mi
hata etti
İki cevabı var
pir hata etti demiyeyim ama
Bir kere keşke olsaydı o müridin isteğini yapmayaydı da
Mürid yaşasaydı
Şimdi müridler çok şey istiyor
Hem de Olmaması gerekeni fazladan fazla
Ne yapalım
Bizde noksanlığa talibiz, mürid kamil olsun bizde yol noksana
istese de...yok...bıraksa da.
Ne çok söz var
Olana dayan
Olacak varsa zaten oluyor
Ben kendimi sözlerde seyrediyorum
Kendime biraz sabırlı ol
Onlar bilmiyorlar olsa
Biz dayanamayız
Yaşa yaşa böyle yaşa
Velevki sana himmet etmemiş olalım
Bu daha iyi
Allahım a emanet olmalı
O benden daha iyi bilirsa
O ne verirse o kadar versin bakma gayrıya
Vah başım ah başım
Beni biraz anlasalardı
Değil mi…
...
İkisi Olmasın
Bir zat şöyle demiştir:
"Edebi hem zâhirde, hem de bâtında(hem dış hareketlerde, hem de
düşünce, duygu ve niyette, ya da hem halk içinde, hem de yalnızken) gözet.
Edebi zâhirde terk edersen, zahirde (açıkça) cezalandırılırsın. Onu bâtında
ihlâl edersen, bâtında (kalbı hayatında) cezalandırılırsın." (Bu
cezalardan hangisinin daha şiddetli olduğu ise, cezanın türüne göre değişir.
Ancak kalbî hayatta verilen bir ceza, bazen kişinin ebediyyen dergahtan
uzaklaştırılmasına ve bir daha da kendisine dönüş fırsatı verilmemesine sebep
olabilir. İblis hem zâhirde, hem de bâtında edebi terk ettiği için, iki şekilde
de cezalandırılmış ve ebeddiyyen kovulmuştur. Çünkü o, hem bütün melekler secde
ederken zâhiren muhalefet etti, hem de kalbinde kibir taşıdı.)
Maşaallah
"Kimi olur, temizliğimizi melekler bile kıskanırlar;
Kimi de olur, şeytan bile korkusuzluğumuzu görürde kaçar bizden. Şu toprak
bedenimiz, Tanrı emanetini yüklenmiş, Maşaallah çevikliğimize, nazar değmesin
gücümüze kuvvetimize "(Rubailer, 1982,19).
Elmas-ı Ken’ân’dır
Öyle ya... hem gözlerde görünür
hem gizli gönüllerde
anlaşılır nakış da değildir...
herkes bakar … kimi Ken'an, kimi şeytan
suretlerin en güzeli ateşdir
kahrı var celâli de... elvan içinde
yakan, eriten ne güzelin
rengi ateş…bî-vücut külündür
elmas...kömür gibi yana
“Aslıgül” yine de külsüz kalır
Öyle ya…elmas ve mücevher ayarında olan kimseler de mevhum
vücutlarından, varlıklarından yandıkta, böylece kül, yâni bir nişan bir
iz dahi bırakmazlar. Çünkü kül bile kil, yâni toprak cinsindendir. Onlar
ise topraklıktan çıktıkları için kendilerinden nişan bulunmaz.
“Semiha’m”
Ferah mı Semiha
Cenâb-ı Hak ferahlananları sevmez.
Zîra ferahlanmak yâni kendini kaybedercesine zevk ve safâya
dalmak, böylece de ferah ve sürûrün gafleti içinde erimek cinnet
alâmetidir.
Yol çok korkuludur; elde ise delil yok. Fakat bunları kime anlatırsın?
Şu alâka ve üzüntü bir an sonra geçip gidecektir.
Halbuki tefekkür gibi ibâdet olmaz.
Benim hâlim ne olacak? diye düşün.
Dün ile bu günün amelini mukayese et. Kendini tart.
Rasülullâh “salla’llâhü aleyhi ve sellem” Efendimiz: Dünden daha az
kazancı olan kimse mağbundur/zarardadır, buyuruyor. Halbuki
sende hep gerileme, hep gerileme... Esasen kalbin karanlık, bari onu
büsbütün siyahlatacak şeyleri terket.
Sonra da, Pîr'im var, Şeyh'im var... diyorsun. Senin pîrin değil
kendin varsın. Sen, şeytanı kendine pîr seçmişsin.
Şeyhin dedikodu yapıyor mu?
Yapıyorsa sen de yap!
Yapmıyorsa neden yapıyorsun?
Bizde hiç düşünce yok, amelimizi tartma hele hiç!
Hazret-i Pîr, her nefes nefsini muhasebe etmeyeni biz ricalden saymayız,
buyuruyor.
Hangi her nefes?
Ben, günde yarım nefese de razıyım!"
“Ken’an”
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar