Print Friendly and PDF

Kıyıdan Köşeden 3



 

Sonsuz Diye Bir Evlilik Düşüncesi

“Dünyevi şeylerin, özellikle de evliliklerin sonsuza kadar süreceğini düşünmeyi çok seviyoruz. Tiyatrolarda bunu tekrar tekrar görüp gerçek dünyayla örtüşmeyen fikirlere kapılıyoruz. Komedilerde evlilik birkaç bölüm boyunca doyurulması ertelenen ve engellenen arzuların adresi olarak gösterilir ve bu amaca erişildiği anda perde iner ve bu tatmin anı içimizde yankısını bulur. Gerçek hayatta ise böyle olmaz. Oyun perdenin arkasında devam eder ve perde yeniden kalkarsa; gördüklerimizden ve duyduklarımızdan pek hoşlanmayız.”(s. 81).

Goethe, Johann Wolfgang von (2015).Gönül Yakınlıkları. (çev. Deniz Arslan)İstanbul: Antik Yayınları

 

Zaman Çözecektir

Bugün bir kitap üzerinde çalışıyordum. Yayına vermek için epeyce çalıştım. Fakat sonra elim varmadı. Neden mi. Çünkü acıların yoğurduğu zihin ve ahlak yapısı hangi dönem olursa olsun tam bir istikamet göstermiyor. Yıkılmış ruh hali gerçeği görmekte  o kadar zorlanıyor ki, geriye dönüş de yapamıyor. Günümüzün tantanalı ortamlarında büyüyen genç neslin çok verimli bir yapıya sahip olacağını zannetmiyorum. Bu nesil gelecekte kaybedilmiş bir kuşak olarak anılacak. Olayların sürekli değişken olduğu doğrunun durduğu yeri görmede zorlanarak oluşan düşünce bedenleri cüzzamlı gibi olduğunu farketmekte olduğumuzu söyleyebiliyorum.

Doğruların çoğaldığı, tercihlerin kontrol edildiği/yönlendirildiği hayatta serbest mi/tutsak mı olduğunu bulmakta zorlandığımız durum gereği bir nesil yıkılıp gidiyor.

Soru şu olabilir çözümü yok mu bunun..

Çözüm masa başında çözülse idi çoktan çözülürdü.

Ancak zamanın ördüğü yumağı yine zaman çözecektir.

 

Hüküm Cengizin

 

Vaktiyle valinin biri azlolunmuş, hayli zaman açıkta kalmış. Bir gün uşağı: Efendi, demiş, filân ağaç kovuğunda bir zat oturur herkes gidip onun duasını alır, büyük bir zattır. Haydi, biz de gidelim de senin için duâ isteyelim!

Efendi de uşağın sözünü dinleyerek kalkar ve beraberce o zâta giderler. Elini öpüp hacetlerini söylerler. O zat da:

“Yâ Rabbî, der, ne ka­dar hayır sahipleri ne kadar sâlihler, âşıklar varsa onların yüzü suyu hürmetine bu adama yakında bir memuriyet ihsan et!”

Bu duayı aldıktan sonra Efendi ve uşak evlerine dönerler. Biraz son­ra da bir yaver gelerek filân yere vali tayin olduğunu bildirir. Aradan beş on sene geçtikten sonra vali tekrar azlolunur. Yine uşağın teklifi üzerine ağaç kavuğundaki zâta gidip yeniden duâ isterler. Ama bu defa o zat:

Yâ Rabbî, ne kadar meyhaneci, edepsiz, katil, hırsız kulların var­sa onların yüzü suyu hürmetine bu adama bir memuriyet ver,” diye duâ eder. Bu türlü bir niyaz beklemeyen valinin hayreti karşısında:

“Merak etme oğlum, tecelli devir devirdir bu da hak, o da hak... Sen işine bak tayin olunursun,” diye cevap verir. Gerçekten de üç gün sonra tekrar bir tâyin çıkarak adamcağız yeni işine gider.

Bazı kimseler görüyorsun, Hak yolunda oldukları halde birçok maddî mahrumiyetler ve elemler içindedirler. Fakat onların içinde bu­lundukları ateşte ne gülistanlar gizlidir. Allah Teâlâ’dan uzak kalan bir kim­se ise, ne kadar zevk ve safa içinde de olsa yine ateşin içindedir. Çünkü aslı ateştir neticede de yine ateşe munkalip olur.

Fakat bu iki ateş arasında azîm farklar vardır. Biri ateş görünür içi gülistandır. Biri gülistan görünür içi ateştir. Fark bu..” (Ken’an Rifâî, Sohbetler, hzl: Sâmiha Ayverdi, İst, 2000, s. 160


Dua edebiliyorsan Verilecek demektir

“Ne zaman dilin taleple açıldı ise bil ki; O sana vermeyi istemiştir.” Hikem

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selem buyurmuştur ki;

Allah Teâlâ kime duayı verdi ise, onu icabetten mahrum etmez" (Taberani)

Abdullah bin Ömer radiyallâhü anhın rivayet ettiği bir hadiste buyrulmuştur ki;

"Sizden kime dua izni verilmiş ise, o kimseye rahmet kapı­ları açılmıştır. Allah Teâlâ'dan istenilecek en sevimli şey, dünya ve ahrette ki af ve afiyettir"  (Buhari)

 

Kolayı varda Zoru Nerde

“Evliyasına ulaşmayı kendisine ulaşmaya vesile kılan ve ancak kendisine ulaştırmak istediği kimseyi evliyasına ulaştıran Allah Teâlâ'yı tespih ederim.” Hikem

 

Hakk’ı bulmak pek kolaydır,  velâkin Hakk’ı bulduran Kâmil insanı bulmak güçtür.   Bunlar kimyâ gibidir,  velâkin bulunması kimyâdan güçtür.

 

Nerde Arıyorsun

 

“Allah Teâlâ’dan isteyeceğin en hayırlı şey onun senden istediğidir.” Hikem

 

Hz. Mevlâna  buyurdu ki;

“Resimdeki noksanlık ressamın isteğidir.” Bu nedenle çileler yurdu olan dünyada Allah Teâlâ’dan razı olmak gerekir.

“Bizim uğrumuzda cihad edenleri (gayret sarf edenleri) elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz.” (Ankebut, 6)

 “Allah Teâlâ´ya ant olsun ki:

Mallarınız ve nefisleriniz hakkında imtihan olunacaksınız.

Elbette sizden evvel kendilerine kitap verilmiş olanlardan ve müşriklerden birçok incitici sözler işiteceksiniz.

Eğer sabrederseniz ve korunursanız, şüphe yok ki, bu metaneti gerektiren işlerdendir.” (Al-i İmran 186)

“Yoksa Cennete gireceğinizi mi zannettiniz?

 Sizden evvelki geçmiş ümmetlerin hali sizlere gelmedikçe. Onları nice şiddetli ihtiyaçlar, hastalıklar kapladı ve sarsıntılara uğradılar.

Hatta rasülleri ve onunla beraber iman edenler, Allah'ın yardımı ne zaman? Diyecek bir hale geldiler.

Haberiniz olsun Allah'ın yardımı şüphe yok ki pek yakındır.” (Bakara 214)

“Görmüyorlar mı ki, onlar her yıl mutlaka bir defa veya iki defa bir fitneye, bir belaya tutuluyorlar da sonra tövbe etmiyorlar.

Onlar düşünüp ibret de almıyorlar.”(Tövbe 126)

“Size musibetten her ne şey isabet ederse kendi ellerinizin kazandığı şey sebebiyledir ve birçoğundan ise afv eder.”(Şura 30)

“Allah Teâlâ´nın izni olmadıkça musibetten bir şey isabet etmez. Her kim Allah Teâlâ´ya iman ederse kalbini hidayete erdirir.

Allah Teâlâ her şeyi hakkıyla bilendir.” (Teğabun 11)

 

Arama Var mı

“Allah Teâlâ kısmet ettiği şeyin yanında başka bir şey araması kişinin, cahillikten hiçbir şey terk etmemesi demektir.”

 

Niyazi-i Mısri anlattı. Şöyle ki: Allah Teâlâ mahlûkatı yaratmış, her şeyi tam yerli yerince koymuştur. Bir kul, Allah Teâlâ’nın fiillerinden kendi ilmine, zevkine ve tab’ına aykırı olan bir şeyi sormak isterse Allah Teâlâ onun basiret gözünü açar ve kul Allah Teâlâ’nın o şeydeki hikmetini görür. Bu suretle kul, zaruri olarak kalbinden niçin, nasıl sorularını çıkarır ve artık ondan hayret etmez. Onu yerine layık görür. Artık hiç bir şeyin sinek kanadı kadar fazla yahut eksik tarafını dahi Rabbına sormayı kendine yakıştıramaz. Elbette bir hastalığın, bir kusurun, bir eksikliğin, bir fakirliğin, bir zararın, bir cehlin, bir küfrün kaldırılmasını doğru bulmaz. Allah Teâlâ’nın insanlara ezelde taksim ettiği rızkı, eceli, kudreti, aczi, taati ve masiyeti değiştirmeyi istemez. Eşyayı olduğu gibi görür. Bunların hepsini, içinde hiç zulüm olmayan, sırf adalet ve eksiksiz sırf kemal, hiç bozukluğu, eğriliği büğrülüğü olmayan tam doğru kabul eder. Her şer sandığının altında bir hayır vardır ve her zarar sandığı şeyin sonunda bir fayda vardır. Bir zaman zulmetin kapladığı bir şeyi, başka bir zaman nur kaplar. Allah Teâlâ cömert, kerim ve merhametlidir. Yaratıklarına asla cimrilik etmez. Onların yararına olan bir şeyi kendine alıkoymaz. İşte bu, ikinci bir soru daha meydana çıkarır ki keşf erbabı bunu sormaktan ve buna cevap vermekten menedilmişler, bilginler bunda hayrete düşmüşlerdir.

“Bizi buna ileten Allah’a hamdolsun. Allah bize hidayet etmeseydi, biz hidayete eremezdik.”  (A’raf, 43)- (ATEŞ, 1971), Onuncu sofra

 

Geçte neden

Ah bir bilsem

Bilenim kadar

Geçte neden

Demeseydim

“Bir gün Davut aleyhisselâm kendisine zulmeden birine beddua etmiş icabet geç olmuştu. Davut aleyhisselâm bu duruma çok üzüldü. Allah Teâlâ

“Ey Davut! Sende bir kimseye zulmedersen, o da sana beddua ederse; Ben sana geç icabet etti-ğim gibi ona da geç icabet edeyim diye, isteğine geç cevap verdim”

Bu nedenle kul Allah Teâlâ´dan bir şeyi ister. Allah Teâlâ;

“Peki, fakat ben bunu sana, gerektiği bir vakitte vereceğim” der. Bu verme ya dünyada veya ahirette olur. Ahirette olan ise daha makbuldür.

 

Allah Teâlâ Seni Kimseye Muhtaç Etmesin

“Bu dünyada olduğun müddetçe keder ve dertlerinin olmasını garipseme. Çünkü dünyaya layık olan sıfat ve özellik onlardır, başkası olamaz.” Hikem

 

İhtiyacın sırrını bilmeyen bazı insanlar “Allah Teâlâ seni kimseye muhtaç etmesin” diye birbirlerine duâ ederler. Aslında âlemde ihtiyaçsız hiçbir şey olmaz. Efendi hizmetkâra ve hizmetkâr efendiye, hasta doktora, doktor hastaya, mürid mürşide, mürşid müride muhtaçtır. Eğer mürid olmasa mürşid kimi irşâd edecektir. Bu sebeple Allah Teâlâ hikmetinden her şeyi birbirine muhtaç ve boş bir şey yaratmamıştır. (Nazif Hasan Dede, Ta’rifü’s Sülûk)

İçinde yaşadığımız dünyanın her yerinde belâ ve musibet vardır.” “İnsanın pak ve temiz olması ancak mihnet ve meşakkat iledir.”  Hikem

“Bu dünyada fâsık kimselerin şerrinden kim âzâde kalabilmiş ki? Hatta Allah Teâlâ rasülleri bile bu belâdan kurtulamamıştır.” (Hacı Hasan Akyol; Tasavvurat-ı Hayriyyem)


Séraphitusdan Damlalar

– Ben ağladığım zaman neden sen de ağlamıyorsun?

 diye sordu Minna, hıçkırıklarla ara sıra kesilen bir sesle.

– Saf ruhtan ibaret olanlar ağlamaz, dedi Séraphitus, ayağa kalkarak. Nasıl ağlayabilirim ki?

 Ben artık insanların sefaletini görmüyorum. Burada iyilik bütün güzelliğiyle güneş gibi parlıyor; aşağıda, telleri tutsak ruhun parmakları altında titreyen ıstıraplar arpının korku dolu yakarışlarını duyuyorum. Buradaysa ahenkli arpların konserini dinliyorum. Aşağıda umut var, inancın bu güzel başlangıcı; ama burada inancın kendisi hüküm sürüyor, yani gerçekleşmiş umut!

– Sizi sevdiğim gibi sevin beni. Ama ikinizi bir varlık olarak görüyorum. Birleşeceğinize söz verin; Tanrı birbirinize eş olmanız için yaratmış sizi.

ne zaman size soru sormaya kalktıysam, dudaklarıma yakıcı bir mühür vuruldu, ve ben bu esrarengiz yasağın gönülsüz gözeticisi oldum.

“Tanrı tarafından gönderildim; seni, insanlara sözünün ve yaratılarının anlamım açıklamak için seçti. Yazman gereken şeyleri sana dikte ettireceğim.”

«Kaldı ki Swedenborg bu konuda İsa Mesih’in şu yüce sözlerini tekrarladı: “Size dünyevi şeyler söylediğim hâlde beni anlamıyorsunuz; göklerin dilini kullansaydım nasıl anlardınız?

 (Yuhanna, 3, 12)

“Musa'nın Tanrı’yla konuştuğu dağ, biri gelip dokunup da ölmesin diye, korunmaktaydı.” Yine aynı yerde (Huruç, XXXIV, 29–35): “Musa ikinci levhaları getirdiğinde yüzü o kadar parlıyordu ki, halkına hitap ederken ölüme sebep olmamak için yüzünü örtmek zorunda kaldı.”

İçimizde, sonucunun eylemlerimizden biri olduğu meydana çıkan ve insanlığa bir tür arka yüz oluşturan uzun mücadeleler vardır. Bu arka yüz Tanrı’nındır, ön yüz ise insanların.

Bizim suçlarımız, sebepleri bizce meçhul ilahi sonuçlardan ibaret, göreli şeyler! Her şey Tanrı! Ya da Tanrı biziz. Ya da Tanrı yok!

«Swedenborg’un da dediği gibi, dünya bir insandır!

«Böylece Avrupa'yı fethedecektim; bu kıta, dünyayı yakıp yakarak toplumları yeniden kuracak böyle bir yeni Mesih beklediği bir döneme girmiş bulunuyor. Avrupa artık ancak kendisini ayakları altında çiğneyene inanacaktır. Bir gün şairler, tarihçiler benim hayatıma övgüler düzecek, beni yüceltecek, bana türlü türlü fikirler, niyetler atfedecekler; oysa bu kanla yazılmış devasa şaka benim için basit bir intikamdan başka bir şey olmayacaktı. Fakat, sevgili Séraphita, gözlemlerim beni kuzeyden tiksindirdi, orada kuvvet fazla kör... Ben Hint ülkelerine susadım! Bencil, ödlek ve bezirgân bir hükümetle çatışmak bana daha cazip geliyor. Hem sonra Kaf dağının eteklerinde oturan kavimlerin hayal gücünü harekete geçirmek, içinde bulunduğumuz buz tutmuş ülkelerin insanlarını ikna etmekten daha kolaydır. Dolayısıyla, içimden bir ses Rusya steplerini geçerek Asya’nın ucuna varmamı ve bu kıtayı Ganj Nehri’ne kadar peşim sıra getirdiğim taşkın insan seliyle boğmamı söylüyor; böylece oralardaki İngiliz iktidarını devireceğim. Daha önce yedi adam, çeşitli devirlerde, bu planı gerçekleştirdi.

«Hz. Muhammed tarafından Avrupa’nın üzerine salınan Sarazenlerin yaptığı gibi, bu sanatı yenileyeceğim! Bugün bir gümrük vergisi konusunda bile kendi uyruklarıyla didişerek Roma İmparatorluğumun eski eyaletlerini yönetenler gibi basit, çıkarcı bir kral olmayacağım. Yoo, hayır! Ne bakışımın yıldırımlarını ne sözlerimin fırtınalarını hiçbir şey durduramayacak! Ayaklarım Cengiz Han’ınkiler gibi yerkürenin üçte birini çiğneyecek, elim Alemgir Şah gibi Asya’yı avucuna alacak.

– İki varlığı aynı anda sevebilir miyiz?

 Bir sevgili bütün kalbi doldurmazsa sevgili olabilir mi?

 Birinci, sonuncu, biricik olması gerekmez mi?

 Saf sevgiden ibaret yaratık sevdiği için dünyayı terk etmez mi?

– Tanrı’yı! dedi Séraphita ve sesi ruhlarda dağdan dağa yakılan bir özgürlük ateşi gibi parladı. Bize asla ihanet etmeyen Tanrı’yı! Bizi terk etmeyen ve arzularımızı anında tatmin eden, yaratıklarının susuzluğunu sonsuz ve katışıksız bir sevinçle giderebilen biricik varlık olan Tanrı’yı! Hiç bıkmayan ve dudaklarından gülümseme eksik olmayan Tanrı’yı! Hep yeni kalan, ruha hazinelerini boca eden, arıtan, hiç acı vermeyen, bütünüyle ahenk ve alev olan Tanrı’yı! İçimize girip orada çiçeklenen, tüm dileklerimizi yerine getiren, ona ait olduğumuz zaman bizimle hesap kitap yapmayıp kendini bütünüyle veren, bizi yerden kaldırıp kendinde yücelten, çoğaltan Tanrı’yı! Fazla söze ne hacet, Tanrı’yı işte! Minna, seni seviyorum, çünkü ona ait olabilirsin. Seni seviyorum, çünkü, ona gelirsen benim olacaksın.

«Bir insan tarlada ilk çiziğini doğru attı mı, diğerlerinin doğruluğu için bu yeterlidir: Tek bir derinleştirilmiş düşünce, işitilen tek bir ses, derinden duyulan tek bir ıstırap, sözün sizde uyandırdığı tek bir yankı, ruhunuzu ebediyen değiştirir. Her yol Tanrı’ya çıkar; dolayısıyla, insanın burnunun dikine gittiği zamanlarda bile onu bulma şansı yüksektir.

«Evren, kim isterse, kim bilirse, kim dua ederse ona aittir; fakat istemek, bilmek ve yapabilmek, kısaca kuvvet, bilgelik ve inanca sahip olmak gerektir.

Peygamberin sözüyle söylediğinden daha çok şeyi sessizliğiyle söyler, salt mevcudiyetiyle zaferi kazanır.

Her şeyin ruhu!

Ey Tanrım!

Kendin için sevdiğim sen!

Hâkim ve baba sen, ancak senin sonsuz iyiliğinle ölçülebilecek bir sevgi ateşinin derinliğini gör! Sana daha iyi ait olabilmem için bana kendi özünü ve yetilerini ver! Al beni ki, artık kendim olmayayım! Yeterince saf değilsem beni tekrar kazana daldır! Tırpan şeklinde yontulmuşsam beni bir besleyici saban demiri ya da muzaffer kılıç yap! Bana parlak bir şehadet nasip eyle ki orada senin sözünü ilan edeyim! Reddedilirsem de adaletine şükredeceğim. Ağır ve sabırlı zahmetlerden esirgeneni aşırı sevgi bir an için elde edebiliyorsa, beni ateşten arabana alarak göğe kaldır! Bana zaferler bağışlasan da yeni acılar çektirsen de sana çok şükürler olsun! Zaten senin uğruna acı çekmek de bir zafer değil mi?

 Tut, kavra, kopar, al götür beni!

İstersen reddet!

Sen kötü bir şey yapmayan, tapınılan varlıksın.

“Selam, yaşayarak yükselene!

Gel, dünyalar çiçeği!

Acıların ateşinden çıkmış elmas!

Lekesiz inci, tensiz arzu, yerle göğün yeni bağı, ışık ol!

Muzaffer ruh, dünyanın sultanı, tacına doğru uç! Dünyayı yenmiş olan, gel al çelengini!

Bizim ol!”

– Milletleri ölüme götürüyorsunuz, dedi Wilfrid. Toprağın kimyasını bozdunuz, sözü anlamından saptırdınız, adaleti beş paralık ettiniz. Meraların otunu yedikten sonra şimdi de koyunları mı öldürüyorsunuz?


Sözlerin Güzeli

 

Senin  ziyaretinle  sabahladım  ey  Necef  ulusu ! 

Mezarına saçmak  için  elimde bir  canım  var.

**

Ya Rasûlu'llâh!

Kâbe'ye  gittim. 

Orada  yine senin  mübarek  toprağını özledim. 

Kâbe'nin  cemalini, senin  yüzünü  anarak  temaşa  ettim.

CAMÎ

 

Halkı cennetle cehenneme bölüştüren,

o halledilmez düğümleri halleden Ali,

elbette bizi elden ayaktan düşmüş bir halde bırakmaz.

Bu kurt gibi kapıcılık, bu zulüm, ne vakte kadar sürecek ?

Ey Allah Arslanı, kendini göster, düşmanı kahreden pençeni izhar et!

Kassam ı behiştu düzah an ukde gusây

HÂFIZ-I ŞİRÂZÎ

 

Kalpte saklı olan sırrı

İfşa etmeyeceksin

Darağacında söyleyebilirsin.

Fakat minberde asla!

Hallaç

 

**

Biz insanlar Allah'ı arayıp dururuz.

Bulsak acaba ne diyeceğiz?

İlk şikâyetimiz, tıynetimizin bozukluğu hakkında olsa yeridir...

Eğer halik mahlûkundan tanınacaksa vay onun da haline 

22 Nisan 1934 Mısır — Heluvan Sh: 214

 Kaynak: Hüseyin Rahmi GÜRPINAR, Dünyanın Mihveri Kadın mı-Para mı? Millî Roman, Hilmi Kitabevi 1948-İstanbul

**

 

Ma hestü nemidanem

Hurşidi ruhadyanem

Bu ayrılık oduna

Ah nice bir yanem

Ah nice bir yanem.

Sevdayı ruhi

Şüd hasılı mahayli

Mecnun gibi vaveyli

Oldum deli divane

Ah deli divane.

 

Râbia el-Adeviyye, yanında dünyâyı kötüleyenlere şöyle diyordu:

 "Sizin kalbinizde onun bir değeri olmasaydı, bu kadar kötülemezdinız".

Nasrâbâzî de

"Zâhid bu dünyâda garibtir, arif öteki dünyâda da garibtir” .

 

İnsan, kendi çobanını kendisi seçtiği zaman, hayvan’dan ayrılır!

**

Bir kadın, kendisi, yüzüme karşı beni görmek istemediğini söylemediği müddetçe ümidimi kesmem. Yüzüme söylediği zaman ise, yüzde elli ihtimalle bunun tam aksini kalben arzu ediyordur diye düşünürüm.

**

Yeryüzünden silinmemiz gerekiyorsa silinelim

ama haysiyetimizi koruyarak, zarafetle

ve yitirmeksizin mizah duygumuzu külliyen.

inanan insanlar daha uzun yaşarlar

inanan uluslar yaşayakalırlar.

Sakin olmakta fayda vardır,

dinlemeyi mümkün kılar.

Felâketlere takılıp kalmayın

ve asla vazgeçmeyin öğrenmekten.

Evrensel dolandırıcılığın hüküm sürdüğü

zamanda, gerçeği söylemek devrimciliktir.

George Orwell

**

“Edebiyat muhbirliktir.”

Frédéric Beigbeder

**

Dünyaya dair olup da, yüzde yüz doğru ya da yüzde yüz yanlış olduğu kanıtlanmış tek bir olgu yoktur; felâket dahil.

**

"Dar kapıdan girmeye çabalayın. Çünkü kişiyi yıkıma götüren kapı büyük ve yol geniştir. Bu kapıdan girenler çoktur. Yaşama götüren kapı ise dar, yol da çetindir. Bu yolu bulanlar çok azdır."

Matta (Luk.l3:24)/İncil

**

‘’Yolunda öldü ‘’ derler başka ne günahımız vardır'  Seyyid Osman Hulusi

**

Nomen:   Latincede “ isim" anlamına gelir: Antik Mısır firavunlarının doğarken aldıkları ismi ifade eder


Sen yetiştir Yeter ki:

Sultan Veled Divanında Mevlâna gibi, büyük bir salâhiyetle resmi anlatıyor. Meselâ: (Divan, S- 125) de Selçukî emirlerinden Alameddin Kayser’e yazdığı gazellerde, ince duyuşlardan ve ağlayan bir kalpten içli bir ses vardır.

 “Birisi ressam olsa dilediği yere istediği şeytan ve melek resimleri yapar. Güzel ve çirkin ne dilerse kâğıda çizebilir. Çünkü o kendi sanatında biriciktir ve yücedir; övmeye ve sövmeye ait iyi ve kötüyü resimle yapar. Bu resimlerden dolayı ona aferinden gayri hiçbir noksan gelmez. Evet, kötü resmi çirkin ve fena bir şeyi aynı fenalık ve çirkinlikte yapacak olursa görenler o resmin çirkinliğini ve fenalığını adam akıllı kınarlarsa kendisi sanatım aşikâr oldu diye şükreder”.

 

Hasan Sabbah/ Haşaşiler

 

Hiç düşündünüz mü, ölümden korkmayan birini neyle tehdit edebilirsiniz?

 

Onların kim olduklarını asla bilemezsiniz.

Onları tanıyamazsınız. Kim olduğunu anladığınız da artık ölüsünüz demektir.

Öyle bir düşman düşünün ki, isiminin anıldığın da korkunun tadı hissedilir. Başkalarına göre haşaşiler. Kendilerine göre Nizâriler.

 

909-1171 yılları arasında Kuzey Afrika, Mısır, Küfe, Basra, İran'da hüküm süren bir Şii Devleti. Bu  Devletin Fatimi halifesinin imamet (idare etmek) tevcihini (makam rütbe vermek) büyük oğlu Nizârdan alarak küçük oğlu Mustali'ye vermesi üzerine yönetime baş kaldırmış, Nizâra sadık kalanların özerkliğini ilan ettiği bir anlamda hem sünni, hem şii, hemde İsmaililer ile sorunlu bir gruptur Haşhaşi oluşumu. İsmaili mezhebi de zaten o gün olduğu gibi bugün de İslam'a göre Batıni bir inanç, siyasi oluşum ve düşünce akımıdır.

 

Hasan Sabbah 11.yüzyılın ortalarında İran'ın kum şehirinde dünyaya geldi. (Bu şehir aynı zamanda İran İslâm devriminin çıkış başlama noktasıdır) Sabbah 17 yaşına kadar astronomi, matematik, metafizik gibi birçok ilim dersleri alır. Hayatı boyunca hiç evlenmemiş.Küçük yaşlardan itibaren ileri zekalı biri olarak görülmüştür. Öyle hırslı, ego sahibi biridir ki, kendine 'el- muntakım' lakabını kullanmayı seçer. Bu "zarar veren, bedel ödeten" anlamına gelir. Bilindiğinin aksine bu oluşuma 'haşaşiler' adını Sabbah değil, düşmanları vermiştir.

 

Hasan Sabbah, önce kendisine dik yamaç ve yüksekliği 2000 metreyi aşan sarp kayalıkların zirvesinde bulunan bir kale seçer. Alamut kalesi. Burası kartal yuvası olarak da anılır. Burada genç yaştaki erkek çocuklara halen daha sırrını koruyan nitelikte eğitimler vermeye başlar. Bu eğitimler yakın dövüş, hançer, kılıç kullanımı, Din, Felsefe, Matematik gibi eğitimlerden oluşur. Sabbahın yetiştirmiş olduğu bu fedailerin görevi sadece suikast üzerine değil, aynı zamanda sızmış olduğu ülkelerde bazen sufi bezen de ordu içerisinde yükselecek niteliklerde bir asker olabiliyorlardı.

 

Burada müritlerine uyuşturucu vererek onların beynini yıkadığı gibi düşmanları tarafından uydurulmuş birçok farklı aslı olmayan söylentiler vardır. Ama bu konuda hiçbir kanıt yoktur. Zira Alamut kalesi yıkıldığında da bahsi geçen ırmaklara, bahçelere falan da rastlanılmış değildir. Verilen eğitim tam bir disiplin ve öğreti üzerine kurulu felsefe içermektedir.

 

Sabbah burada günümüz Mossad, KGB ajanlarına bile taş çıkartacak ajanlar yetiştirir.

O dönemde Büyük Selçuklu İmparatorluğu da Sabbahın düşman listesindedir. Bu ajanların düşmanları üzerinde bırakmış olduğu etki sadece yapmış olduğu suikastlar değil.

Fedailer görevlerini tamamladıktan sonra bile asla kaçmaz oldukları yerde kalır ve düşmanlarına 'biz ölümden korkmuyoruz' mesajı verirlerdi. Bu düşmanlarının üzerinde korkuyla birlikte bir saygıyı da beraberinde getirmesinde etkili olurdu. Onlar herkes'ti. Bir çiftçi, dilenci, vaiz, aşçı, seis her kılığa girebilen donanımda fedailerdi.

Büyük Selçuklu Devleti'nin hükümdarı Melik Şah'ın veziri olan, Nizamülmülk'ü öldürürler. Yaptıkları sayısız suikast bunlarla sınırlı değil.

Ortadoğu'da İslam, hristiyan devletlerinde korku salmadıkları saray ülke yoktur. Devlet adamları öyle korkmuştur ki, herkes birbirinden şüphe eder hale gelir, hükümdarlar korumalarının yanında bile zırh ile gezmeye başlar.

1092 Nizamülmülk'ü, 1103 Hums hükümdarını, 1108 Isfahan kadısını 1113 Musul valisini, 1121 Fatimi vezirini, 1126 Yine Musul valisini, 1127 Selçuklu vezirini, 1130 Fatimi halifesini,(kendi halifeleri) Kudüs kralı Kongrad'ı 1136 Abbasî halifesi, 1200 Harezm vezirini öldürürler. Hristiyanların ünlü tapınak şövalyeleri bile bu uzun listeye dahildir.

Hasan Sabbah 70li yaşlarda kalesinde ölmüş olsa da, örgüt faaliyetlerini Raşidüddin Sinan ile yine etkili bir şekilde yürütmeye devam eder.

 

Rivayete göre  birgün Mısır ve Suriye'yi Haçlı ordularından kurtaran Selahaddin Eyyubi'nin huzuruna bir Hâşaşi fedaisi gelir. Ona oldukça önemli bir mesaj getirdiğini ama bunu sadece kendisine söyleyebileceğini söyler. Eyyubi, 'peki' der. Odadaki en güvendiği, uzun yıllardır yanında olan en iyi, en cevval iki yakın koruması dışında herkesi dışarı çıkartır. Haşaşi fedaisi onların da çıkmasını ister. Bunun üzerine Eyyubi 'onlar bana oğlum kadar yakındır, her sırrıma vakıf emin kişilerdir' der. Oda da sadece Hâşaşi fedaisi, Eyyubi ve iki yakın koruması kalmıştır. Fedai, Eyyubi'ye sorar. 'Madem onlara bu kadar güveniyorsun; O halde emir ver onlara beni öldürsünler.' Eyyubi, emri verir. Ama 'oğlum' dediği korumalar kıpırdamadan durur. Fedai, gülümser ve 'peki ya ben seni öldürmelerini söylemiş olsam' der demez, Eyyubi'nin o güne dek kendi koruması sandığı askerler hançerlerini çekerler. Eyyubi, korkmuştur ve gerekli mesajı almıştır. O günden sonra Eyyubi, Haşaşiler'e dokunmaz. Ve ne gariptir ki, ileriki yıllarda Eyyubi aynı zamanda, Haşaşiler'in de düşmanı olan Fatimi Devletini yıkan kişi olur.

Sonrasında Alamut kalesi, o dönemlerinin en büyük gücü olan; Ülkeleri, kıtaları feth eden Moğol imparatorluğu, Cengizhan'ın torunu, Hülagü han tarafından yerle bir edilir.(1258) Böylece uzun yıllar süren Hâşaşi oluşumu dağılır. Hasan Sabbah'ın torunları olan Ağahan ailesi günümüzde İsviçre'de yaşarlar. Bu aile 1940-50li yılların Dünya zenginler sıralamasında ilk sıralardadır. Not: Dünyaca ünlü sinema oyuncusu Rita Hayworth, Ali Ağa Han ile evlilik yapmış, Sabbah ailesine gelin olmuştur.

 

Hala bu teşkilat devam ediyorsa dünya da değişen ne o zaman…

 

Günahına ancak Settar olur Yaradan.

Hz. Şeyh Abdülkadir Geylâni kıyamette

Niyaz etti:

“Ya Rabbî

hesap günü beni kör haşr eyle;

Beni iyi bilen dostların önünde mahcup kılma.

Onlar beni görsünler,

fakat ben onları görmeyeyim”.

Hakk üstüne iki azap birden yazmaz kuluna

Ey günahların içinde boğulmuş insan,

Cinsin sana acımaz

Kim yardım edecek diye etrafına bakınma

Günahına ancak Settar olur Yaradan.

***

Mevlânâ Celâleddin Muhammed’in ikinci oğludur. Sultan Veled’le anaları birdir. Doğum tarihini bilemiyoruz. Eflâkî, «Sultan Veled ve Alâeddin, 623 yılında o hâtûndan vücûda, geldiler» diyor (I, s. 26). Bu tarih, Sultan Veled’in doğum tarihi midir, Alâeddin Çelebi’nin mi? İkiz doğduklarına dair bir kayıt yok. Hattâ Eflâkî, Alâeddîn’in, Sultan Veled’den bir yaş büyük olduğunu kaydediyor (s. 303). 623 târihini, Sultan Veled’in doğum târihi olarak kabul edersek Alâeddîn’in 622 de (1225) doğmuş olması gerek. 660 Şevvalinin sonlarında Vefât ettiğine göre (1262), vefatında kırkyedi – kırksekiz yaşlarındadır.

 

Eflâkî, Şems’in şehâdetine sebeb olanlara uyduğu için, Mevlânâ’nın, onun cenazesine gelmediğini, namazını kılmadığını rivayet eder (II, s. 686, 766).

Sultan Veled, bir gün  Mevlâna'nın oğlu Alâeddin’in kabrine ziyarete gittiği zaman,

«Senden yalnız ihsan ıssı umarsa, peki, suçlu nereye sığınsın»

metninde arapça bir beyitle,

«Ey kerem ıssı, sen, yalnız iyi kişinin yaptıklarını kabul eder, yalnız onu yarlıgarsan, peki, aşâğılık kişi, suçlu kişi, nereye gitsin de ağlasın inlesin» metninde farsça bir beyit yazdığını söyler (I, s. 523).

 

[Not: Bu beyit, «Mesnevi» nin ikinci cildindedir (Keşf-al Abyât’lı Mesnevi; Tehran — 1299 h. s. 112, satır. 24). «Mesnevi» nin ikinci cildine 662. de başlandığına göre Mevlânâ, bu beyti, oğlunun mezarına, onun ölümünden iki yıl sonra yazmıştır.

[ MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN – MEKTUPLAR, Türkçeye Çeviren Hazırlayan : Abdülbakıy GÖLPINARLI, 1963, İstanbul Sh: 220]

 

Yavuz Vehbi

"Bütün dünyâ benim olsa, gâmım gitmez nedendir bu?..

Ezelden gâm türabıyla yoğurulmuş bedendir bu..."

 

sen koca cihan devletinin sultanıyken bizzat ordunun başında harb meydanlarında savaşıp 4 milyon km2 toprak fethet , 8 sene yaptığın padişahlığında sadece 2 senesini payitahtta geçir   bide gel 6.5 milyon km2 lik devlette yazı üslubundan şair ayırd et. bütün bunları övmek bile bizim haddimize değil  okadar büyük bir şahsiyet .

 

Müzmin Kabızlığın Kolay çözümü

Müzmin/kronik kabızlığı düzene getirmek için yapılması gerekenler.

15-20 yıl denecek kadar sıkıntısını çekmiş birinin tavsiyeleri olarak okuyun. Unutmayın ki kabızlık hastalık değil yanlışların bize dönüşü olan rahatsızlığımızdır. Dikkat edilmediğinde tekrar gelen misafirinizdir,  hemen nükseder. (Bu bazı insanlar için sorun değil gibi görünsede yaşlılık döneminde onlarda bundan biraz haber alacaklardır)

Yapılacak bazı şeyler ile bunları en aza indirgemek için yapabileceğiniz tedbirler.…

a-Tuvalet tercihi kabızlarda alaturka değil klozet olmalı. Çünkü oturuşun uzaması, ıkınmada kanın direk beyine yüklenmemesi için ayaklarda sıkışma olmaması. Kan dolaşımı ayklardan yukarıya olduğu için daha kısa mesafede geri dönüşümler oluşunca ister istemez kılcal damarlarda çatlamalar olunca baş ağrıları olma olasılıkları artar.

Klozette otururken bile oturuşun ilkel sisteme yakın olması için ayaklar altına 25-30 yüsekliğinde bir tabure veya kutu benzeri bir şey konması vücut ağırlığını direk ayaklara değilde kalçaya yönlendirdiğinden dışarı çıkma işleminde azami fayda sağlayacaktır. Ikınma anında sadece karın kaslarına yüklenme daha rahat olur insan yorulmayacaktır.Kabız insanların bu sorunlu durumu resmen işkence gibidir. İlk sert kısım eğer günü birlik vücuttan atılırsa daha sonraki günler bunun faydası kendiliğinden belirecektir.

b-Oturma süresinde acele etmemeli beklemeli.. Üst beyin, ikinci beyin olan bağırsaklara uyarı komut verecek…bu nedenle hemen kalkmamaya çalışmamalı. İlk zamanlar 10 dk olursa da bu bekleyiş zamanla bu kısalacaktır.

c-Günün aynı saatini takip edip o dolaylarda muhakkak dışarı çıkmayı terk etmemeli.

d-Genelde insanlar sabah kalktığında dışarı çıkmayı tercih ederler. Dışarıda bu büyük abdest ihtiyacını gidermek istemez. Onun için ozon miktarının yüksek olduğu sabah vakti temiz hava solumalı pencereden birkaç soluk almaya çalışmalı.. Bunun etkisi çok olur. Kişiye göre  en erken vakit hangisi ise o zaman muhakkak iki bardak(aşırı kabızlık çekenler) ılık su kesinlikle içilmelidir. Bazıları ılık bal şerbeti derler ama bu şekeri yükselteceği için tercih edilmiyor.

e-Sabah kalkar kalkmaz hemen WC gidilmemeli biraz yürümeliyiz.   Bu 100 adım kadar olmalı ki bağırsaklar kendince bir hareket ederek yatış pozisyonunda istenmeyen sıkışmalar olan yerler rahatlamalıdır. Acele WC ye gidildiğinde ne kadar beklenilirse beklensin ihtiyaç giderilemiyor. Kasılmış bağırsaklar spazm halinden çıkana kadar zaman geçeceği için insanlar diğer düşüncelerini yapmaya yöneliyorlar.

Yürürken veya evde ufak tefek işleri yaparken kendinizi tanıdıysanız karın bölgesinde bir çıkma hissi oluşur, aslında bu size, beyinden yapılan uyarıdır.

WC ye gidip sadece dışarıya çıkmaya odaklanmalı ve sabırla işlemini bitirmeye çalışmalı.

f- Kabız olanlar parça etten uzak durmalı kıyma türü tercih etmeli…çünkü hazım yeterince olmayınca sertliğin artımına neden olmaktadır. Soğan ve sarımsak türü yiyecekler çabuk vücudu terk etmeyeceği için rendelenmiş ve pişmiş olanlar tercih edilmeli. Uzun bekleyen besinlerin kokusu zamanla ağıza doğru yükselir kötü koku oluşumu olur.

g-İlk zamanlar bağırsakları dışarıya çıkmaya alıştırmak için haftada bir lavman kullanmak uygundur. [Çok pahalı değil]…Bu şekilde dışarıya çıkmayı unutmuş bağırsaklara görevleri hatırlatılmış olur.

h-Oruçlu zamanlar belki kabız olanlar için en zor geçen evredir…su alımı yemek ile azaldığından vücutta su dengesi bozulmakta ve bu nedenle biraz aksi tesir yapmaktadır. Bu nedenle yeme konusunda az yemek ve hazmı zor yiyeceklerden uzak durmak uygundur. Lifli de yense çok bir kâr edilmez…

i-Kahve ve cola türü meşrubatlar midenin boş zamanlarına yakın içilmesi tercih edilmeli ki, sindirim sistemine yanlış uyarılardan beyni korumalıdır. Uyarıcı özellikleri sisteme yanlış komutlar vermeye sebep olmaktadır.

j-Yemek esnasında su kesinlikle içilmemeli. Bu aslında herkes için geçerli. Ya yarım saat önce içilmeli ya da bir saat sonra…bu şekilde mide asidi olabildiğince daha verimli kullanmaya yardımcı olunur. Su içilince büyük miktar asit hemen bağırsaklara geçeceğinden, sistemde karışıklık meydana gelir.

k-Form çayları türü şeyler, sinameki kullanımı geçici bir tedavi olduğu gibi faydalı besinlerinde vücuttan çabuk atılmasına neden olur. Hiçbir şekilde tedavi özelliğide yoktur. Sadece geçici bir rahatlamaya neden olur. Bir vakit sonra bunlarda vücut tepki vermez.

l-İyot damlası kullanmak. Yurdumuzda iyot eksikliği aşırı derecede vardır. Bu eksiklik troid bezlerinin çalışma dengesini bozduğu için sebze türü beslenmesi aşırı olanlar, boğaz daki gerilmeler, hafif değişimlerin kaslardaki uyarı gibi gelen ağrılar, hafif dıştan bile hissedilen şişlikler takip edilmeli, hiç olmazsa 4 günde birkaç damla iyotu su bardağına atarak içilmeli. Bunun azami derece faydasını görülecektir. Öyleki troid şikayetlerinin azaldığı  görülecektir.

m-Üzüntü  ve huzursuzluk kabızlık nedeni değil insanın kendine karşı duyarsızlığını oluşturmasıdır. Vücut ta bir sistem vardır. Programlı olmaya çalışmalıdır. Üzülünce vücutta olan kaos her şeyi etkiler.

n-Kabız olanlar bir oturuşta fazla yemekten kaçınmalı zamana yaymalıdır. Her ne şekilde olursa olsun ilaç kullanımı [başka hastalıklar içinde], varsa…bu kişi üç litre sudan az içmemelidir. Bedenin dolaşım ve boşaltım sistemindeki hız suyun durumu ile alakalıdır. Su içimi azaldıkça beden suyu iktisatlı kullanmak isteyeceği için su seviyesi sürekli korunmalı ve en önemlisi kaliteli su içilmelidir.

p-Günlük az mitarda mekik (düz ve yan mekik) ve birkaç şınav çekilirse karın kaslarının kuvvetlenmesine yardımcı olduğu gibi fıtık olmaktanda insanı uzak tutacağından terk edilmemelidir. Bir iki sayısı bile çok gelir sadece yapmaya çalışın.

Bunlara ek olarak yiyeceklerin hangisini bedeniniz nasıl tepki veriyorsa onu bilinmelidir. Kabızlık kalıtsal değil, yanlış beslenmeye vücudun verdiği tepkidir. Vucudunuzu tanıdıkça daha rahat bir hayat yaşayabilirsiniz.

 

 

Cuma günü neden yıkanılır?

 

Peygamberimiz salla’llâhü aleyhi ve sellem Cuma günü gusledin demesi kendi kokularından arınmış olarak mescide gelen sahabilerin, onu içlerinde daha iyi hissetmeleri içindir. Çünkü yüzüne doğrudan pek bakamazlardı.

Aşağıdaki videoları birde bu türlü seyredin.

 

Bu meyanda… sık sık yıkananlardaki bir bilinmeyende şu olabilir…yapılan sihir veya başka bir etkinin insanı kendinden uzaklaştırma etkisidir. Öyle ki insanı kendi kokusundan uzaklaştırdıkları gibi nefret bile ettirmişler. Bu nedenle baş ağrıları, huzursuzluklar baş gösterir. Mesela insan uyuduğunda, ruhu bedenden çıkar. Geri geldiğinde bulduğu beden sanal bir beden gibi kokulanmış olunca bir anlık duraksama yaşıyordur ve mecburen sığınılmış bedendeki bu mekan algısı ile strese giriyor..

Terleyin kendi kokunuzu alın artık..

Biliyoruz ki çok kötü kokan bir bedenlerimiz yok. Sadece yediklerimizin istila ettiği kokular, algılarımız, yönlendirilmiş duygular düşünceler var.

Bir konuyu hatırlatalım…koku üzerinde Yahudilerin daha çok düşkün ve uzman olmaları kendi nefretleri ile alakalıdır.

Rivayete göre Allah Teâlâyı görmek isteğinde bulunan İsrailoğulları olmuştur. Hz. Musa aleyhisselâm mecburen onlardan  mikat için seçtiği 70 kişiyi Tur dağına götürmüştür. Başka bir görüşe göre de Beni İsrail‘e teşmil edilecek çoğunluktur.

Hz. Musa aleyhisselâma hep saygısızca Ya Musa! diye hitab etmişler. Hiç bir zaman saygıyla Ya Rasulallah! dememişler. Allah seninle konuşuyor bizimle niye konuşmuyor? diye hem Allah‘a hem Peygamberine karşı saygısızlık yaptıkları için, oldukları yerde çarpılmışlar, bakakaldıkları halde ölmüşler. Hz. Musa, Allah‘a yalvarmış. Allah yeni bir imtihan için onları yeniden diriltmiştir.

Ancak bu ölü kaldıkları süre bedenlerinde çürümeden dolayı oluşan koku hala nesilden nesile devam etmektedir. Bir insan ben ne kadar Yahudiyim derse desin…onlar bu özel kokuyu biliyorlar. İnsanın çamur halindeki kokusunu.

Bir insanla tanıştığınızda eğer onun samimi olup olmadığını veya size bir işaret verdiğini anlamak istiyorsanız buna dikkat edin.

Bir hatıra nakledeyim. Evlenmek isteyen bir erkek sevgilisinin yanına geldiğinde hiç koku sürünmezmiş. O bayanda beğendiği bu kişinin bu kokusunun yani orijinal kokusunun nedenini algılayamazmış çünkü kendisi aşırı yıkanan ve koku sürünen birisi olduğu için kendi öz kokusundan uzak yaşıyormuş. Sonuçta bu arkadaşlık ayrılıkla sonuçlanmış. Bayan ben bıraktım diyor ama arkadaşlığı asıl arkadaşlığı bıraktıran erkek taraf olmuş. Burada verilen mesaj kadın tarafından yanlış algılanılmış. Benim tavsiyem gençlerde sevdiği erkeğin yanına veya kıza giderken kendi öz kokunuzla gidin. Çünkü bu koku sizi ele verecek severse sizi o kokuyla sevecektir. Sevmeyecekse ne yaparsanız yapın sizi sevmeyecektir.

Bu nedenle eskiden Yahudi oldukları bilinmesin diye koku üzerinde uzmanlaştılar. Sırf bu kokuyu gizlemek için. Günümüzde en iyi koku işleri onların kontrolündedir.

Son olarak koku hakkında Rasülullâh “salla’llâhü aleyhi ve sellem” in dünyadan bana üç şey sevdirildi buyurduğu…Kadın, koku ve gözümün nuru namaz…

Bu hadis göre dünya dengesinde kokunun önemini açığa çıkarıyor…

İnsanlar buradaki kokuyu parfüm kullanmak gibi düşünebilir, daha ilerisi iç alemin bedeni etkilediğini söylemek gerekiyor. Peygamberimiz sizi kokularınıza göre seviyorum demek olabilir.

Güzel kokmak istiyorsanız iç aleminizde güzel olmalı…

Ali Emiri

Video 1 - Koku üzerine ilginç

https://youtu.be/yrcFPqN-iFo

 

Video 2- mağaza kokuları

https://youtu.be/ci9dqJsJbqw


Rasülullâh “salla’llâhü aleyhi ve sellem” Efendimizin   Ümmetine Düşkünlüğü

 

İbni Amr ibni As (radiya’llâhü anh) anlatıyor:

Bir gün Rasülullâh “salla’llâhü aleyhi ve sellem”, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) hakkındaki şu ayeti okudu:

 "Rabbim! Bu putlar insanların çoğunu yoldan çıkardılar. Artık kim bana uyarsa bendendir; kim de bana karşı gelirse, elbette Sen çok bağışlayan, koruyup gözetensin." (İbrahim 14/36)

 Ardından Hz. İsa'nın (aleyhisselâm) Kur'an'daki şu sözlerini söyledi:

 "Onlara azab edersen, onlar zaten Senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, elbette Sen güç ve kudret sahibi, her şeyi yerli yerince yapansın."(el-Maide 5/118)                               

Daha sonra Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ellerini açtı: "Allah'ım, ümmetimi koru, ümmetime acı!" diye dua etti ve ağladı.

Bunun üzerine Allah Teâlâ Hz. Peygamberin neden ağladığını bilse de sırf Peygamberinin dilinden duyulsun diye Cebrail'e emretti.

- Cebrail (aleyhisselâm) git Muhammed'e ve niçin ağladığını sor, buyurdu. Cebrail (aleyhisselâm) de ona geldi ve niçin ağladığını sordu. Rasülullâh “salla’llâhü aleyhi ve sellem” ümmeti için duyduğu endişe yüzünden ağladığını söyledi.

Onların azaba düşeceği endişesinden ağladığını söyledi. Zaten Allah-u Teâlâ onun ne için ağladığını çok iyi bilmekteydi. Cebrail (aleyhisselâm) aldığı cevabı Allah-u Teâlâ'ya iletince, Cenab-ı Hak ona şöyle buyurdu:

-Cebrail! Muhammed'e git ve ona; Allah ümmetin hakkında seni razı edecek, seni asla üzmeyecek.

Sen razı olacaksın. Bunu dediğimi söyle!  (Müslim, İman, 346)

Zikri Tevhid…

 

Maneviyattaki en yüksek mertebe bile Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin ayakları altındadır...

Şimdi siz dilinizle Muhammedurrasulüllah derken kalbinizle Lailahe illallah deyin. İkisinin Allah kelimesi birleşsin damla kalbine düşsün sonra titreyen bir elektrik yayılsın  Yani Allah kelimesi de suya düşen damla olsun. Dalgalar gibi vücuduna yayılsın oradan bütün dünyaya içine gelen feyzi yay...

Bu şekilde zikir çekince şeytan kaybolup gider.. Her yerde Peygamberimiz salla’llâhü aleyhi ve sellemi hissedersiniz.


Bilimsel Eser

“Tamamlanıp insanlığa sunulmuş bir bilimsel eserden beklenen şey, artık yeni sorulara hizmet etmesidir. Çünkü her bilimsel eser, aşılmak ve arkada bırakılmak içindir.”

Max Weber /Meslek Olarak Bilim [1919]

 

Beklemek

Beklemek, içinde umut payı taşısa da, hazin bir fiildir. Garların, istasyonların 'Bekleme Salonları'nda hemen hep buruk, gamlı bir atmosfer çarpar insana. Birini beklemek belki bir ana kadar heyecan vericidir, o an devrilir devrilmez  kıpırtılar aleyhimize döner, saat kemirir içimizdeki vakti.

Yıllarca bekleyen, beklemeyi bilenler vardır. Bekleyiş onlarda vakur bir törene dönüşmüştür: Sabırsızlığı, duygusal gelgiti haklı olarak küçümser böyleleri. Uzak deniz fenerlerinin bekçileri gibi, yapayalnız, bekleyişin anlamsızlaşmış gücüne bağlanırlar.

 

Füsun ÖNAL ~ Senden Başka (1973)

Benden sorsan ummanlardır derdim

Hani gözlerin var ya

Bülbülleri susturup dinlerdim

Tatlı sözlerin var ya

Katmer katmer gül açar gönlümde

Hani gülüşün var ya

Daha mutlu olamam ömrümde

Beni öpüşün var ya

Senden başka, senden başka

Gözüm görmez hiç kimseyi

Senden başka, senden başka

Duyamam ben hiç kimseyi

Senden başka, senden başka

Sevemem ben hiç kimseyi

Senden başka, senden başka

Olamam senden başkasıyla

Dizlerim titrer sen görününce

Hani o gelişin var ya

Aklımdan çıkmaz bütün ömrümce

O çapkın gülüşün var ya

Bir ilkbahar yağmuruydu sanki

Ardından güneş doğar ya

Yaktı bir ateş gibi inan ki

O kor dudakların var ya

Senden başka, senden başka

Gözüm görmez hiç kimseyi

Senden başka, senden başka

Duyamam ben hiç kimseyi

Senden başka, senden başka

Sevemem ben hiç kimseyi

Senden başka, senden başka

Olamam senden başkasıyla

 


Sevdiğin işi

Mevlânâ, “Sevdiğin işi her gün azar azar yap. Belki böylece kendine yeni bir yol bulursun.” buyuruyor ve ilâve ediyor.

Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün. Benim sana anlatabileceğim, ancak senin anlayabileceğin kadardır. İş dediğin yapmaktır, söylemek değil. En büyük israf ömrün beyhude yere sarfıdır. Sabır, sevincin anahtarıdır. Sevgi ve acımak insanlık vasfıdır. Kötülükten kork. Yaptığın kötülük bir tohumdur, mutlaka yeşerir, Allah’a ancak sabır ile ulaşılabilir.

 

Maşar Dağı

Bir kuşluk vaktıydı, bahardı.

Yollarda çiçek dere dere

Kişi, Maşar Dağı'na vardı,

Baktı doruğundan düzlere.

Göz alan bir güneş doğardı

Gökçegelin gibi Ağrı'dan.

Ve iki yüce dağın ardı

Kızıl bir laleydi Tanrı'dan.

İçimde sanki sen esersin

Tanrım! Garip kişi kuş ola,

Seni bir yerde bulmak için

Kendini dağdan aşağı sala.

Sen bu doyulmaz evrendesin;

Ama nerdesin? Hangi pınar

Başında hangi ormandasın?

Nerde bahçenden uçan kuşlar?

Boşluklarda seni arıyor

Dağ bir yanda, kişi bir yanda:

Bir yaralı hayvan bağırıyor

Senden ayrı düşen insanda.

 

Ahmet Muhip Dranas

 

 

Sevi

Sözüm el gün için değil

Sevenlere bir söz yeter

Sevdiğimi söylemezsem

Sevmek derdi beni boğar

Taş yürekte ne biter

Dilinden ağu tüter

Nice yumşak söylese

Sözü savaşa benzer

Yunus Emre

 

Çocuk ve Allah – Fazıl Hüsnü Dağlarca

“Senin saçların varsa altın gibi,

Benim de vardı eskiden.

Çocuğum uyuma geceleri

Saçlarındır karanlıklarda giden.

Senin ellerin varsa nur dolu,

Benim de vardı uzaklarda.

Seyret geceleri çocuğum

Ki nur dolu başaklarda.

Senin kirpiklerin varsa rüyadan,

Benim de vardı uyku gibi.

Yum gözlerini geceleri çocuğum

Ki rüyalar bırakmaktadır kalbi.

Ve senin duaların varsa,

Benim de vardı,

Çocuğum geceleri dua et

İnsan uzaklaşabilir Allah’tan.” (Nasihat)

 

 

Ultra

Bir kelimeye

Bin anlam yüklediğim zaman

Sana sesleneceğim.

Özdemir Asaf


Ammar b. Yasir

Hz. Ali Kerremallâhü veche ile birlikte Cemel ve Sıffin savaşlarına katıldı. Sıffin gününde içecek bir şey istedi. Süt getirildiğini görünce: Rasulullah, dünyadan son içeceğin şey süt olacaktır buyurmuştu. dedi ve sütü içti. O gün şehit düşünceye kadar savaştı. Mübarek teni yere serildiğinde 93 yaşında idi. Hz.Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatta iken: “Sana müjdeler olsun ya Ammar! Seni azgın bir topluluk öldürecektir. buyurduğu için, Ammar b. Yasirin şehit düşmesi birçok kişinin uyanmasına vesile olmuştur. Hz. Ali (Kerremallâhü veche) Efendimizin kıldırdığı cenaze namazından sonra şehit olduğu yerde defnedildi.

Ammar b. Yasiri anlatanlar, onun uzun boylu, kara yağız, elâ gözlü ve geniş omuzlu bir kişi olduğunu söylerler. Sade ve nezih bir hayat sürerek dünya hayatını tamamlayan Ammar (radiya’llâhü anh) hakkında Rasul-i Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem)ın şu sözü, Ashab-ı Kiramı baş tacı eden gönüllerde halâ yankı bulur: İliklerine kadar iman ile dolu olan adam!

Bir tartışma sonrasında Rasülullâh “salla’llâhü aleyhi ve sellem”, Ammarı şöyle savundu:

“Kim Ammara düşmanlık ederse, Allah da ona düşmanlık eder. Kim Ammara buğz ederse Allah da ona buğz eder.” (Ahmed b. Hanbel)

 

Yıkıldı şimdi hasretinle gönül mihrâbım.

Yoksun yine ben pûr ateşi aşkınla harâbım,

Yıkıldı şimdi hasretinle gönül mihrâbım.

Sensiz neyim ki? Bir hayâlim çölde serâbım,

Yıkıldı şimdi hasretinle gönül mihrâbım.

 

sen yarimin gasidisen

sen yarimin gasidisen

eylen sene çay demişem

hayalini gönderipti

besgi mene ah vay demişem

ah geceler yatmamışam

men sene laylay demişem

sen yatalı men gözüme

ulduzları say demişem

herkes sene ulduz deye

özüm sene ay demişem

senden sonra hayata men

şirin dese,zay demişem

her gözel bendi gül alıp

sen gözele pay demişem

hemin gül batmağıydı

ay batana tay demişem

indi yaya gış deyirem

sadıhk gışa yay demişem

gehvayılı yada salıp

men deli naynay demişem

sonra sene yasa batıp

ağları hayhay demişem

ömrü süren men gara gün

ah demişem vah demişem

Şehriyar

 

 

Hayat ıskalamaya gelmez...

“Bilgi toplumu oldunuz da, duygu toplumu olmanıza megabaytlarınız mı yetmiyor? “ Müşfik Kenter

Ne güzel söylemiş, ne ara böyle hoşgörüsüz bir toplum olmaya başladık?

Sevgi,sabır, şükür ve huzur tek ihtiyacımız

Sahip olduklarımızın kıymetini bilebilmek

Gönül gözümüz ile bakmak ve görebilmek

Hep bir yerlere, bir şeylere yetişme telaşındasınız değil mi?

Hiç vaktiniz yok, "Fast live", "Fast food", "Fast music", "Fast love"...

Dikte ettirilen "yükselen değerler", "in" ler, "out" lar...

Buna benzer bir odada, şanslıysanız gökyüzünü görebilen bir pencere ardında bitecek hepsi.

Dostluğu klavyelerinde, yaşamı monitörlerinde arayanlar, size sesleniyorum!

Hangi tuş daha etkilidir ki sıcacık bir gülüşten, ya da hangi program verebilir bir ağaç gölgesinde uyumanın keyfini?

Copy-paste yapabilir misiniz dalgaların sahille buluşmasını?

İçinizi ısıtan gün ışığını gönderebilir misiniz maille arkadaşlarınıza?

Sevgiyi tuşlarla mı yazarsınız?

Öpüşmek için hangi tuşlara basmak gerekir?

Ya da geri dönüşüm kutusunda saklanabilir mi kaybolan zaman?

Doğayı bilgisayarlarına döşeyenler, neden görmezsiniz bahçedeki akasyanın tomurcuklandığını?

Ve ıslak toprak kokusu var mıdır dosyalarınız arasında?

Koklamak, duymak, dokunmak, yok mu yaşam skalanızda?

Bilgi toplumu oldunuz da, duygu toplumu olmanıza megabaytlarınız mı yetmiyor?

Müşfik Kenter (1932- 2012)

 

Andrei Tarkovsky-- Bir Delinin Haykırışı--Nostalghia

İçimde hangi atam konuşuyor?

 Hem aklımda hem de bedenimde  aynı anda ayrılamam.

 Bu yüzden tek kişi olamıyorum.

 Kendimi aynı anda sayısız şey olarak hissedebiliyorum.

 Fazla büyük usta kalmadı.

 Zamanımızın gerçek kötülüğü budur.

 Kalbin yolları gölgelerle kaplanmış.

 Yararsız görünen seslere kulak vermeliyiz.

 Okul duvarları, asfalt ve refah reklâmlarının  uzun kanalizasyon boruları ile dolu beyinlere  böceklerin vızıltıları girmeli.

 Her birimizin gözlerini ve kulaklarını  büyük bir rüyanın başlangıcı olan şeylerle doldurmalıyız.

 Birisi piramitleri yapacağımızı haykırmalı.

 Yapmamamızın bir önemi yok!

 O isteği beslemeliyiz  ve ruhun köşelerini esnetmeliyiz  sınırsız bir çarşaf gibi.

 Dünyanın ilerlemesini istiyorsanız  el ele vermeliyiz.

 Sözüm ona sağlıklıları  sözüm ona hastalarla karıştırmalıyız.

 Siz sağlıklı olanlar!

 Sağlığınız ne anlama gelir?

 İnsanoğlunun bütün gözleri, içine  daldığımız çukura bakıyor.

 Özgürlük faydasızdır  eğer gözlerimizin içine bakmaya  yemeye, içmeye ve bizimle yatmaya cesaretiniz yoksa!

 Dünyayı yıkıntının eşiğine getirenler  sözüm ona sağlıklı olanlardır.

 İnsanoğlu dinle!

 Senin içinde su, ateş  ve sonra kül  ve külün içindeki kemikler.

 Kemikler ve küller!

 Beni arabada bekle.

 Merhaba.

 Gerçekliğin içinde veya  hayalimde değilken, ben neredeyim?

 İşte yeni anlaşmam: geceleri güneşli olmalı  ve Ağustos'ta karlı.

 Büyük şeyler sona erer  küçük şeyler baki kalır.

 Toplum böylesine parçalanmaktansa  yeniden bir araya gelmeli.

 Sadece doğaya bak ve hayatın ne kadar basit olduğunu göreceksin.

 Bir zamanlar olduğumuz yere dönmeliyiz  yanlış tarafa döndüğün noktaya.

 Hayatın ana temellerine geri dönmeliyiz  suları kirletmeden.

 Deli bir adam size  kendinizden utanmanızı söylüyorsa  ne biçim bir dünyadır burası!


Hâtif

Gaipten seslenen anlamında daha çok tasavvufta kullanılan bir terim. Sözlükte  “uzatarak bağırmak, çağırmak ve seslenmek” anlamına gelen heft (hütâf)  masdarından türemiş olan hâtif “bağıran, çağıran ve seslenen” demektir  (Lisânü’l-ǾArab, “htf” md.). İslâm’dan önce Araplar çölde dolaşırken  bazan kaynağı belli olmayan bir ses işittiklerini söyler, göremedikleri  bu sesin sahibine sâih, dâî, münâdî ve hâtif derlerdi. Bazan da bir  cinnin, dostu olan bir kişiye görünüp ona gaipten haber verdiğini iddia  eder, buna da reî (görünen, görüntü) adını verirlerdi. Bu tür  görüntülere hitaben şiir söyledikleri, hatta bu görüntülerin de şiir  söylediğine inandıkları olurdu (Câhiz, VI, 243).

Gaipten gelen sesleri  işitme peygamberlerin görevlerine yeni başladıkları sıralarda rastlanan  bir durumdur. Resûl-i Ekrem’in vahye yeni mazhar olduğu sıralarda Hira  mağarasında bu tür sesler işittiği rivayet edilir. Şair Ubeyd b. Ebras  devesini kaybedince hâtiften gelen bir ses ona devesinin yerini tarif  etmişti. Bu tür seslerin, sakınılması gereken bir hususu veya yapılması  gereken bir işi haber verdiğine inanılırdı (Cevâd Ali, VI, 714-736).

 Mes‘ûdî,  gaipten ses işitme olayıyla ilgili olarak şöyle bir açıklama yapar:  Issız sahralarda ve vadilerde yalnız dolaşan kimseyi bir düşünce kaplar;  bu esnada içine bir korku düşer; özellikle korktuğu zaman kendini zan  ve vehimlere, asılsız hayallere kaptırır. Bunlar bazan, o kişinin  zihninde gaipten gelen bir ses veya görünen bir şahıs şeklinde canlanır;  olmayan şeyleri varmış gibi algılamasına sebep olur (Mürûcü’ź-źeheb,  II, 160-164; ayrıca bk. Câhiz, VI, 243). 

Hadislerde “hetf” ve  “hütâf” kelimeleri gaipten gelen ses anlamında geçmemekle birlikte  “çağırmak, davet etmek” mânasında kullanılmıştır (bk. Wensinck,  el-MuǾcem, “htf” md.). Sahâbîler arasında bu tür sesleri işittiğini  söyleyenlerin bulunduğuna dair güvenilir bilgi yoktur. II. (VIII.)  yüzyıldan itibaren bazı zâhid, münzevî ve sûfîlerin hâtiften ses işitme  (hâtif-i gayb, hâtif-i gaybî) olaylarına sıkça rastlanır. Meşhur olan  bir menkıbeye göre İbrâhim b. Edhem avlanmaya çıktığı zaman hâtiften  gelen bir ses ona, “Sen bunun için mi yaratıldın, sana bu mu emredildi?”  deyince irkilmiş, ancak yine avlanmaya devam etmiş; aynı sesi üç defa  duyduktan başka eğerin kaşından da bu nida gelince atından inip çöllere  düşmüştür. Yine İbrâhim b. Edhem, bu sırada yanında bir adamın (Hızır)  belirdiğini görmüştür (Sülemî, s. 30).

Kelâbâzî eserinde hâtif konusuna  bir bölüm ayırmış, Ebû Saîd el-Harrâz ve Ebû Hamza el-Horasânî gibi  sûfîlerin hâtiften gelen sesleri nasıl duyduklarını anlatmıştır  (Taarruf, s. 210). Hargûşî, Tehźîbü’l-esrâr’da hâtif meselesini daha  geniş bir şekilde ele alarak bunun olabilirliğini hem kabul edenler hem  de reddedenler bulunduğunu belirttikten sonra kendisinin de hâtiften bir  ses işittiğini söylemiştir. Hâtiften gelen sesin hak olduğunu kabul  edenlere göre insanı Hakk’a davet eden kişilerden bazılarının gizli  kalması câizdir; Allah kulunu uyarmaya bir hâtifi sebep kılabilir. Bazan  bu tür seslerden bahsedilirken, “Ruhumun derinliklerinden hâtif bana  seslendi”; “Kalbime nida veya ihtar olundu” gibi ifadeler de kullanılır.  Bu ifadeler, bu tür seslerin dış âlemden değil ruhun derinliklerinden  kopup geldiğini, can kulağıyla işitildiğini ve işiteni ciddi bir şekilde  etkilediğini gösterir. Her halde bu sesler, maddî değil mânevî bir  nitelikte olup mutasavvıfların daha çok, “Hak’tan gelen hâtır” veya  “melekten gelen hâtır” dedikleri hâtır türündendir.  Tasavvufî hayatın geliştiği dönemlerde hâtiften gelen sesler üzerinde çok  durulmuş, özellikle şair sûfîler hâtifi ilhamlarının kaynağı olarak  kabul etmişlerdir. Molla Abdullah ve Seyyid Ahmed İsfahânî gibi İranlı  şairler bu sebeple Hâtif veya Hâtifî mahlasını almışlardır. Hâtif ve  Hâtifî mahlaslarını kullanan birçok Türk şairi de vardır (TDEA, IV,  160-161) Süleyman Uludağ


Bir şeyhin Müridine

Söylenecek çok şey varda… acaba diyorum

Bedeli olan imtihana dayanmak...

dayanacak gücü olmazsa diyorum

Büyük Pir den

Bir mürid istemiş…hikaye uzunca

Hoşa gelen hizmeti olmuş, pir de "himmet edelim" demiş…

O da

“Sizin gibi olmak istiyorum” dediğinde

Pir “başka bir şey isteseydin” demiş...

“Yok yok…asla asla deme, illa ki istemeli... diyene değil isteyene

Değil mi istemek”

Keşkesi olmayan kaderin adamlarından olan Pir durmuş…

Çok istemiş isteyende

Pir de, mecburen  “peki” demiş

O aşçı yamağı bilmiyor ki yemeğin altındaki ocağa fazla odun attığını... birdenbire pirleşmiş göz önünde

Onun gibi olmuş...Pir gibi... olmasına da

Ancak ruhu ezel sahrasına uçmuş,

Onu sıralayın demiş pir...gözüne damla varmadan

Şimdi buradaki soru şu…

O mürid mi yoksa pir mi

hata etti

İki cevabı var

pir hata etti demiyeyim ama

Bir kere keşke olsaydı o müridin isteğini yapmayaydı da

Mürid yaşasaydı

Şimdi müridler çok şey istiyor

Hem de Olmaması gerekeni fazladan fazla

Ne yapalım

Bizde noksanlığa talibiz, mürid kamil olsun bizde yol noksana

istese de...yok...bıraksa da.

 

Ne çok söz var

Olana dayan

Olacak varsa zaten oluyor

Ben kendimi sözlerde seyrediyorum

Kendime biraz sabırlı ol

Onlar bilmiyorlar olsa 

Biz  dayanamayız

Yaşa yaşa böyle yaşa

Velevki  sana himmet etmemiş olalım

Bu daha iyi

Allahım a emanet olmalı

O benden daha iyi bilirsa

O ne verirse o kadar versin bakma gayrıya

Vah başım ah başım

Beni biraz anlasalardı

Değil mi…

...


İkisi Olmasın

Bir zat şöyle demiştir:

"Edebi hem zâhirde, hem de bâtında(hem dış hareketlerde, hem de düşünce, duygu ve niyette, ya da hem halk içinde, hem de yalnızken) gözet. Edebi zâhirde terk edersen, zahirde (açıkça) cezalandırılırsın. Onu bâtında ihlâl edersen, bâtında (kalbı hayatında) cezalandırılırsın." (Bu cezalardan hangisinin daha şiddetli olduğu ise, cezanın türüne göre değişir. Ancak kalbî hayatta verilen bir ceza, bazen kişinin ebediyyen dergahtan uzaklaştırılmasına ve bir daha da kendisine dönüş fırsatı verilmemesine sebep olabilir. İblis hem zâhirde, hem de bâtında edebi terk ettiği için, iki şekilde de cezalandırılmış ve ebeddiyyen kovulmuştur. Çünkü o, hem bütün melekler secde ederken zâhiren muhalefet etti, hem de kalbinde kibir taşıdı.)

 

 

Maşaallah

"Kimi olur, temizliğimizi melekler bile kıskanırlar;

Kimi de olur, şeytan bile korkusuzluğumuzu görürde kaçar bizden. Şu toprak bedenimiz, Tanrı emanetini yüklenmiş, Maşaallah çevikliğimize, nazar değmesin gücümüze kuvvetimize "(Rubailer, 1982,19).


Elmas-ı Ken’ân’dır

Öyle ya... hem gözlerde görünür

hem gizli gönüllerde

anlaşılır nakış da değildir...

herkes  bakar … kimi Ken'an,  kimi şeytan

suretlerin en güzeli ateşdir

kahrı var celâli de... elvan içinde

yakan, eriten ne güzelin

rengi ateş…bî-vücut külündür

elmas...kömür gibi yana

“Aslıgül” yine de külsüz kalır

Öyle ya…elmas ve mücevher ayarında olan kimseler de mevhum  vücutlarından, varlıklarından yandıkta, böylece kül, yâni bir nişan bir  iz dahi bırakmazlar. Çünkü kül bile kil, yâni toprak cinsindendir. Onlar ise topraklıktan çıktıkları için kendilerinden nişan bulunmaz.

 “Semiha’m”

 

Ferah mı Semiha

Cenâb-ı Hak ferahlananları sevmez.

Zîra ferahlanmak yâni kendini kaybedercesine zevk ve safâya dalmak,  böylece de ferah ve sürûrün gafleti içinde erimek cinnet alâmetidir.  

Yol çok korkuludur; elde ise delil yok. Fakat bunları kime anlatırsın?

Şu alâka ve üzüntü bir an sonra geçip gidecektir. Halbuki  tefekkür gibi ibâdet olmaz.

Benim hâlim ne olacak? diye düşün.

Dün  ile bu günün amelini mukayese et. Kendini tart.

Rasülullâh “salla’llâhü aleyhi ve sellem” Efendimiz: Dünden daha az kazancı olan kimse  mağbundur/zarardadır, buyuruyor. Halbuki sende hep gerileme, hep gerileme...  Esasen kalbin karanlık, bari onu büsbütün siyahlatacak şeyleri terket. 

Sonra da, Pîr'im var, Şeyh'im var... diyorsun. Senin pîrin değil kendin  varsın. Sen, şeytanı kendine pîr seçmişsin.  

Şeyhin dedikodu yapıyor mu?

Yapıyorsa sen de yap!

Yapmıyorsa  neden yapıyorsun?

Bizde hiç düşünce yok, amelimizi tartma hele hiç! 

Hazret-i Pîr, her nefes nefsini muhasebe etmeyeni biz ricalden saymayız, buyuruyor.

Hangi her nefes?

Ben, günde yarım nefese de razıyım!"

“Ken’an”



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar