MASKELİ BOYACI MERVLÎ HÂKİM
Angelica
Ocampo'ya
Yanılmıyorsam,
Horasan’ın Peçeli (ya da, sözcüğü sözcüğüne, Maskeli) Peygamberi Mokanna’yla
ilgili başlıca bilgi kaynaklarının sayısı dördü geçmez:
a) el-Balazuri'nin
derlediği Halifeler Tarihi’nin bazı bölümleri;
b) Abbasîlerin
vakanüvisi İbn Ebî Tahir Tayfur’un kaleme aldığı Dev’in Elkitabı ya da Düzeltmeler ve Gözden Geçirmeler Kitabı;
c) Peygamber'in
kutsal kitabı olan Siyah Gül ya da Gizli Gül ’deki
ürkünç sapkınlıkların çürütülmesini içeren Gülün Yok Edilmesi adlı
Arapça elyazması; ve
d) Trans-Hazar
Demiryolu için yapılan kazılar sırasında mühendis Andrusov tarafından
günışığına çıkarılan ve güçlükle okunabilen bazı sikkeler. Bugün Tahran’daki
Sikke Koleksiyonu’nda bulunan bu sikkelerin üzerinde, Gülün Yok Edilmesi'nin ana bölümlerini özetleyen ya
da düzelten bazı Farsça beyitler yer almaktadır. Gül’ün aslı kayıptır; çünkü
l899’da bulunan ve Morgenlandisches Archiv tarafından çarçabuk
yayımlanan elyazmasının düzmece olduğunu, önce Horn, sonra da Sir Percy Sykes
açıklamıştır.
Peygamber, Batı’daki ününü,
Thomas Moore'un, İrlandalı bir yurtseverin aşırı duygusallığıyla yüklü, bitmek
bilmeyen bir şiirine borçludur.
Çağının ve
ülkesinin insanları tarafından sonradan Peçeli Peygamber diye anılacak olan
Hâkim denen adam, Hicrî 120 yılında (İS 736) Türkistan’da doğdu. Bağları, bahçeleri,
otlakları alabildiğine uzanıp giden çöle hüzünle bakan eski Merv kentiydi yurdu.
Kentlilerin soluğunu kesen, siyah üzüm salkımlarının üzerini külrengi bir
örtüyle örten toz bulutları ortalığı kaplamamışsa, öğle vakti, göz kamaştırıcı
bir beyaza keserdi Merv kenti.
Hâkim,
bu bezgin kentte büyüdü. Amcalarından birinin, onu, o zamanlar kâfirlerin,
sahtekârların, hilebazların sanatı olan yün boyama işine çırak olarak aldığını
biliyoruz. O kâfir, sahtekâr ve hilebazların, sonradan, Hâkim’in sıra saygı
tanımaz hayatının ilk alçaklıklarının esin kaynağı olacaklarını da. Gülün Yok Edilmesi ’nin ünlü sayfalarından birinde, Hâkim’in şu sözleri
aktarılır:
“Yüzüm altın suyuna batmıştır, ama ben boyalarımı karıp
demlendirdim, ikinci gece taranmamış yünü boyaya bastırdım, üçüncü gece
işlenmiş yüne boyayı emdirdim. Adaların hükümdarları hâlâ bu kızıl kumaş için
birbirlerini yer dururlar. Diyeceğim, gençlik çağımda, Allah’ın işine kanştım,
O’nun yarattığı gerçek renklere hile karıştırarak günaha girdim. Melek, koçun
kaplanla aynı renkte olmadığını söylemişti; Şeytan da, Yüce Allah’ın koçla
kaplanın aynı renkte olmalarını istediğini, her şeye kadir Yüce Allah’ın benim
ustalığımdan ve boya sırlarımdan yararlandığını. Ama artık, Meleğin de,
Şeytanın da hakikatten saptıklarını ve bütün renklerin iğrenç olduğunu
biliyorum.”
Hicri
146 yılında, Hâkim, Merv’den kayboldu. Kazanları ve boya fıçılan, bir Şiraz
kılıcı ve bir tunç aynayla birlikte, paramparça bulundu.
158 yılının Şaban
ayı sonlarıydı, çölde hava dupduruydu; birtakım adamlar, Merv yolu üzerindeki
bir kervansarayın kapısının önüne oturmuş, akşam göğüne bakıyor, benliği
dizginleme ve oruç tutma dönemini başlatacak olan Ramazan ayının hilâlini
gözlüyorlardı. Bunlar köleler, dilenciler, at tacirleri, deve hırsızları ve
kasaplardı. Yere çömelip birbirlerine sokulmuş, işareti bekliyorlardı ağırbaşlılıkla.
Gözleri günbatımındaydı ve günbatımı kum rengindeydi.
lşıl
ışıl titreşen çölün (ki güneşi yakıp kavurur, ayı ürpertip dondurur) öte
ucundan, dev gibi görünen üç karaltının yaklaştığını gördüler. insandılar, ama
ortadakinin başı boğa başıydı. İyice yaklaştıklarında, anlaşıldı ki, ortadaki
adamın yüzü bir maskeyle örtülü, yoldaşlarıysa kördü.
Kervansarayın
kapısının önünde oturanlardan biri (Binbir Gece Masalları’nda olduğu gibi)
kerametinin sırrını açıklamasını istedi adamdan. Maskeli adam da dedi ki:
“Onlar kör, çünkü benim yüzüme baktılar.”
Abbasilerin vakanüvisinin kayıtlarına bakılırsa, çölden
gelen adam (sesinde benzersiz bir yumuşaklık vardı, belki de o yabanıl maskeden
hiç beklenmediği için öyle geliyordu insana), kervancılara, nedamet ayını
başlatacak işareti beklediklerini bildiğini, ama kendisinin çok daha büyük bir
işaretin vaizi, ömür boyu nedamet ve şehadetin vaizi olduğunu söyledi.
Kendisini Osman’ın oğlu Hâkim diye tanıttıktan sonra, Hicrî 146 yılında evine
bir adamın girdiğini, abdest alıp namaz kıldıktan sonra bir palayla kafasını
kesip Cennet'e götürdüğünü anlattı. Yabancının (vahiy meleği Cebrail'di bu)
sağ elinde tuttuğu Hâkim’in kellesi Cennet’in en yüce katına, Allah'ın huzuruna
çıkarılmış, Allah da onu peygamberlikle görevlendirmişti; ona öyle eski
sözcükler öğretmişti ki, o sözcükleri söyleyenin ağzı yanardı; yüzünü öyle bir
nurla aydınlatmıştı ki, ölümlü gözler bakmaya dayanamazdı. İşte yüzüne bu
yüzden maske takıyordu. Yeryüzündeki insanların tümü yeni yasaya bağlılıklarını
açıkladıklarında, Yüz onlara açılacak ve meleklerin çoktan tapınmakta oldukları
Yüz’e insanlar da açıktan açığa tapınabileceklerdi. Hâkim, görevini
açıkladıktan sonra, onları kutsal savaşa, cihada ve şehitlik mertebesine
erişmeye çağırdı.
Köleler,
dilenciler, at tacirleri, deve hırsızları ve kasaplar, Hâkim’in çağrısına
kulak asmadılar. Biri, “Büyücü!” diye bağırdı; bir başkasının, “Düzenbaz!” diye
haykırdığı duyuldu.
İçlerinden
birinin yanında bir pars vardı; belki de, İranlı avcıların yetiştirdiği
cinsten, acımasız, ipek gibi parlak bir hayvan. Nasıl olduysa oldu, pars birden
zincirlerini koparıverdi. Maskeli peygamber ve iki yoldaşı dışında, herkes birbirini
çiğneyerek kaçıştı, çil yavrusu gibi dağıldı. Hep birlikte geri döndüklerinde
bir de baktılar, peygamber hayvanın gözlerini kör etmiş. Parsın pınl pınl
parıldayan ölü gözlerini görünce, Hâkim'in önünde secdeye geldiler, onun
doğaüstü güçlerini kabul ettiler.
Abbasî
halifelerinin vakanüvisi, Horasan'da Peçeli Hâkim’in namının yürümesini
yazarken pek o kadar istekli görünmüyor. En ünlü kabile reislerinin
başarısızlığa uğrayıp çarmıha gerilmesiyle büyük acılara boğulan Horasanlılar,
Nur Yüzlü'nün öğretilerine umarsızca bir coşkuyla sarıldılar, armağan olarak
kanlarını döküp altınlarını sundular. (Hâkim, artık o yabanıl maskesini çıkarıp
atmış, yüzünü değerli taşlarla bezeli dört kat beyaz ipekten bir peçeyle örter
olmuştu. Ülkeye hükmeden Ben-i Abbas hanedanını simgeleyen renk siyahtı; Hâkim
ise Koruyucu Peçesi, sancakları ve sarıkları için tam karşıt rengi, beyazı
seçmişti.) Sefer iyi başladı. Hiç kuşku yok ki, Düzeltmeler Kitabı'na
bakarsanız, Halife'nin ordularının her yerde muzaffer olduklarını görürsünüz;
ama dikkatli okur, her zaferden sonra komutanların görevden alındıklarını, en
ele geçirilmez sanılan kalelerin terk edildiğini gözden kaçırmayacak, işin
aslını kestirebilecektir. 161 yılının Recep ayı sonunda şanlı Nişabur kenti
demir kapılarını Maskeli’ye açtı; 162 yılının başlarında Nişabur'u
Esterâbad kenti izledi. Hâkim'in askerî etkinliği (tıpkı ondan daha talihli bir
peygamberin de yaptığı gibi), savaşın en şiddetli anında, kızıla çalan bir
devenin sırtında Allah katına yükselerek ince bir sesle dua etmekten öteye
gitmiyordu. Oklar sağından solundan ıslık çalarak geçiyor, bir teki bile gövdesine
değmiyordu. Tehlikeye meydan okuyordu sanki. Bir gece tiksinç cüzzamlılar
sarayının çevresinde toplandığında, onları içeri aldırttı, bir bir öptü, gümüş
ve altın dağıttı.
Yönetimle ilgili gündelik işleri
altı yedi sofu yürütüyordu. Huzur içinde derin düşüncelere dalan Peygamber,
kutsal gövdesinin gereksinimlerini karşılayabilmek için ellerinden geleni yapan
yüz on dört kör kadından oluşan bir harem kurmuştu.
Ne denli boşboğaz
ya da tehlikeli olurlarsa olsunlar, söyledikleri sözler dinsel inançlara bağlı
kaldığı sürece, İslâmiyet Allah'la bir mahremiyeti paylaşanları hoşgörür.
Peygamber'in kendisine kalsa, belki de bu hoşgörüyü hor görmezdi; ama
müritleri, elde ettiği zaferler ve Halife'nin -Muhammed el-Mehdî idi- gizlisiz
saklısız açığa vurulan öfkesi en sonunda onun sapkınlığa saplanmasına yol açtı.
Yok oluşuna yol açan bu aykırıgeliş, eski irfaniyye inanışlarının izlerine
rastlanan kişisel bir inancın öğretilerini belirlemesini de sağladı aynı zamanda.
Hâkim'e
göre, evrenin yaratılışının kaynağında tanrının tayfı yatmaktaydı. Bu tanrı o
denli görkemliydi ki, nereden geldiği belli değildi; ne adı vardı, ne de yüzü.
Değişmez bir tanrıydı, ama suretinin düşürdüğü dokuz gölge aracılığıyla
tenezzül buyurup evreni yaratmış, bir ilk cennet kurmuş, bakıp gözetmişti.
Yaradan'ın bu ilk hükümdarlığından, kendi melekleri, güçleri ve tahtlarıyla
bir ikincisi meydana gelmiş; bunlar da, ilkinin bakışımlı bir aynası olan bir
alt cennet kurmuşlardı. Bu ikinci cennetin yansısı bir üçüncüsüne, üçüncünün
yansısı bir dördüncüye vurmuş, 999'a kadar böyle gitmişti. En alt cennetin
tanrısı, bizleri yönetendi, gölgelerin gölgelerinin gölgesiydi ve
tanrısallığının ondalığı sıfıra yakındı.
Yaşadığımız
dünya bir yanılgı, gülünç bir yansılamaydı. Aynalar ve tanrılık, bu gülünç
yansılamayı çoğaltıp doğruladıkları için, birer iğrençlikten başka bir şey
değildi. Bilgeliklerin en yücesi, kendini tümüyle vermekti. Bu bilgeliğe
erişmenin de iki yolu vardı (Peygamber seçimi serbest bırakıyordu): Ya dünya
nimetlerinden el etek çekecektin ya da sefahate dalacaktın; ya teni tümden
yadsıyacaktın ya da tene aşın düşkünlük gösterecektin.
Hâkim'in
kişisel cennet ve cehennemi de az umutsuz değildi:
“Kelâm’ı inkâr edenler, Peçe’yi ve Yüz’ü tanımayanlar (diye lânet okur Gizli Gül’de)
kendilerini dehşetengiz bir cehennemde bulacaklardır: Yolunu şaşınnış her ruh,
999 alev hükümdarlığında; ve her hükümdarlıkta 999 alev dağında; ve her dağda
999 alev kalesinde; ve her kalede 999 alev odasında; ve her odada 999 alev
yatağında yanacak; ve her yatakta kendi yüzüne ve kendi sesine bürünmüş
alevlerin 999 çeşidinde ebediyete kadar azap çekecektir."
Bunu,
günümüze ulaşmış bir başka âyet de doğrulamaktaydı:
“Bu hayatta tek bir bedende azap
çekersin; ama ölüp de günahlarının cezasını çekerken sonsuz sayıda bedende azap
çekersin.”
Cennet'se
o kadar açık seçik değildi:
“Orada karanlık sonsuzdur, taş
çeşmeler ve havuzlar vardır ve bu Cennet’teki mutluluk dünya nimetlerinden
elini eteğini çekmenin, özlünden geçmenin ve uykuda olduklarını bilenlerin
mutluluğudur.”
Hicret'in yüz
altmış üçüncü (ve Nur Yüzlü’nün beşinci) yılında, Hâkim, Semnan'da Halife'nin
ordusunca kuşatıldı. Erzaktan ve şehitten yana hiç sıkıntı çekilmedi; iyilik
meleklerinin vâki olması pek yakındı. İşte tam o sırada, ortalığa korku salan
bir söylenti dolaştı kalenin içinde. Haremde zina yapmış bir kadın, haremağaları tarafından
boğulurken, Peygamberin sağ elinin yüzük parmağının olmadığını ve bütün
tırnaklarının dökülmüş olduğunu haykırmıştı. Söylenti müminler arasında hemen yayıldı. Hâkim,
cemaatinin ortasında, bir yükseltinin üstüne çıkmış, kendisine zafer ihsan
eylemesi ya da özel bir işaret göndermesi için Allah’a dua ediyordu. Bardaktan
boşanırcasına yağan bir yağmurdan sakınıyormuşçasına başlarını öne eğmiş iki
kolağası, yanına yaklaşıp Peçe’yi çekti aldı.
O saat herkesin tüyleri ürperdi. Resul’ün mukaddes yüzü,
o cennetlik yüz gerçekten de beyazdı, ama bu beyazlık miskin illetine
yakalananların yüzlerinde görülen beyazlıktı. Şişkin
yumrularla kaplı korkunç yüzü görenler maske sandılar. Kaşları yoktu; sağ
gözkapağının altı, büzülüp buruşmuş yanağının üstüne sarkmıştı; iri bir yumru
topağı dudaklarını yiyip bitirmişti; burnu dümdüz olmuş, insan burnundan çok
aslan burnuna benzemişti.
Hakim, sesini yükselterek, son bir hileye başvurmaya yeltendi.
“Bağışlanmaz günahlarınız yüzünden, yüzümdeki nuru göremiyorsunuz,” diyecek
oldu.
Kolağaları,
oralı olmadılar, kargılarıyla delik deşik ettiler Hâkim'i.
Sh:61-68
Kaynağı Arabistan’a
uzanan bu masalın yazarı belli değil. Ama masalda anlatılanlara bakılırsa,
yazarının Müslüman bir İspanyol olduğu kestirilebilir:
Evvel zaman içinde,
Endülüs hükümdarlığında bir kent varmış. Hükümdarlar, adına kimilerinin Lebtit,
kimilerinin Ceuta, kimilerinin de Jaen dedikleri bu kentte otururlarmış. Kentin
sağlam kalesinin demir kapılarından ne içeri girilir, ne de dışarı çıkılırmış,
kapılar hep kilitli tutulunnuş. Ölen hükümdarın yerine tahta çıkan her yeni
hükümdar, kapılara kendi elleriyle yeni bir kilit takmış. Sonunda kilitlerin
sayısı yirmi dördü bulmuş; her hükümdara bir kilit düşüyormuş.
Gel zaman git zaman, hükümdarlığın başına hanedandan olmayan
biri geçmiş; tahtı zorla ele geçiren bu kötü yürekli adam, kapıya yeni bir
kilit takmaya yanaşmamış, yirmi dört eski kilidi açıp kalenin içinde neler
olduğunu görmeyi koymuş kafasına. Vezir ve emirler eski kilitleri açmaması için yalvar yakar
olmuşlar; demir anahtarlığı gizlemişler, yeni bir kilit takınanın yirmi dört
kilidi açmaktan daha kolay olduğunu söylemişlerse de dinletememişler. Hükümdar,
nuh diyor peygamber demiyormuş: “Bu kalenin içinde neler olduğunu görmek
istiyorum.” Bu kez, toplayabildikleri bütün zenginlikleri hükümdarın önüne
sermişler: Sürü sürü hayvanlar, Hıristiyan putları, gümüşler, altınlar. Gene de
razı edememişler. Hükümdar sağ eliyle (sonsuza dek yansın!) bir bir söküp
çıkarmış kilitleri içeri girince bir de ne görsünler, kalenin içi Arap
suretleriyle dolu değil mi! Tez ayaklı develerin ve atların sırtında, uçları
omuzlarından aşağı uzanan sarıkları, kuşaklarından sarkan palaları, ellerinde
uzun kargılar, madenden ve ağaçtan oyulmuş Araplar. Suretlerin hepsi de
yontuymuş ve gölgeleri yere vuruyormuş. Atların ön ayakları şaha kalkmışçasına
yere değmemesine karşın, güçlü kuvvetli küheylanlar devrilip yıkılmıyormuş. Bu
usta ellerden çıkma yontuların kıpırtısız duruşlar ve müthiş suskunluğu
hükümdarın yüreğine korku salmış; hepsi de aynı yöne -batıya- bakıyormuş,
ağızlarından tek bir söz çıkmıyor, tek bir boru sesi duyulmuyormuş. Bunlar ilk
odadakilermiş.
İkinci odada, Davud oğlu
Süleyman -ikisi de huzur içinde yatsın!- için yapılmış oyma bir masa görmüşler.
Masa, yekpare zümrütten oyulmuşmuş. Herkes bilir ki, zümrüdün rengi yeşildir ve
fırtınalar dindirmek, sahibinin namusunu korumak, kanlı ishali gidermek ve
cinleri kovmak, düşmanlara karşı üstünlük sağlamak ve doğumları kolaylaştırmak
gibi gizli hünerleri vardır; gerçek, ama tarifsiz hünerlerdir bunlar.
Üçüncü
odada, iki kitap bulmuşlar. İlk kitap siyahmış ve madenlerin özelliklerini,
tılsımların nasıl kullanılacağını, günlerin gezegenlere değgin yasalarını,
zehirlerin ve pan-zehirlerin nasıl hazırlanacağını açıklıyormuş. Öteki kitapsa
beyazmış, ama harflerinin açık seçik okunabilmesine karşın, öğretisini hiç
kimse çözememiş.
Dördüncü
odada yeryüzünün tekmil hükümdarlıklarını ve kentlerini ve
denizlerini ve kalelerini ve tehlikelerini gerçek adları ve doğru biçimleriyle
gösteren bir dünya haritası bulmuşlar.
Beşinci
odada, Davud oğlu Süleyman -ikisi de huzur içinde yatsın! - için
yapılmış yuvarlak bir aynaya rastlamışlar. Değişik madenlerden yapılmış olan bu
paha biçilmez aynaya her kim bakarsa, Adem babamızdan tutun da Kıyamet
Borusu’nu duyacaklara kadar tüm atalarının ve oğullarının yüzlerini görürmüş.
Altıncı
odada, tek bir damlası üç bin dirhem gümüşü üç bin dirhem saf
altına dönüştürmeye yetecek bir iksir bulmuşlar.
Yedinci
oda boş görünüyormuş. O kadar uzun bir odaymış ki, en usta
okçular bile kapının ağzından karşı duvara ok yetirememişler. Duvarda uğursuz
bir yazıt kazılıymış. Hükümdar yazıtı okumuş ve anlamış. Şöyle diyormuş: “Hangi kendini bilmez bu kalenin
kapısını açacak olursa, buradaki yontulara tıpatıp benzeyen canlı savaşçılar
hükümdarlığı ele geçireceklerdir.”
Bütün bunlar, Hicret'in
seksen dokuzuncu yılında olmuş. Daha on iki ay geçmeden, Tarık bin Ziyad kaleyi
ele geçirmiş, hükümdar bozguna uğratmış, kadınlarını ve çocuklarını köle olarak
satmış, ülkeyi baştan başa yakıp yıkmış. Araplar, incir ağaçlarıyla ve sulak
çayırlarla kaplı, susuzluk nedir bilinmeyen Endülüs hükümdarlığına işte böyle
egemen olmuşlar. Hazinelere gelince, denir ki, Tarık bin Ziyad onları efendisi
halife hazretlerine göndermiş; halife de hazineleri bir piramidin içine
saklamış.
Binbir Gece
Masallan’ndan, 271 ve 272
Sh:85-87
Kaynak: JORGE LUIS BORGES, Alçaklığın Evrensel Tarihi, Historia
Universal de la infamia (1935), ÇEVİREN: Celâl ÜSTER, ll. BASKI 2011, Istanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder