MUSEVÎLER VE İSRAİL DEVLETİNİN GEÇMİŞİ
Museviliğin, tektanrılığın saf bir şekli olduğu söylenir. Dinî bir inanç
olmaktan başka Musevîlik insanın düşünme tarzı ve onun hayattaki davranışını
etkilemeyi amaçlayan bir kuvvettir. Bu din, saliklerinin iddiasına göre İbrahim
Peygamber tarafından anlatılmıştır. Dünyanın iki büyük dini olan ve yer
küresinin bir kısmını kaplayan Hıristiyanlıkla İslâm’ın içerdiği esasları,
büyük ölçüde, tek tanrılı dinlerin en eskisi olan Museviliğin oluşturduğu ve
her iki dinin de müjdecisi olduğu söylenir. Abraham A. Neuman Musevilik üzerindeki makalesinde şu mütalâada bulunur :
Musevîlik küçük bir milletin, Yahudilerin
inandığı bir dindir, İkinci Dünya Savaşında nüfusunun zirvesine ulaştığında
sayılan onaltı milyondan fazla olmayan Yahudiler dinlerini yıkmaya ve halkının
kökünü kurutmaya karar vermiş bir grubun delice hiddeti ile on ilâ oniki
milyona indirilmiştir.[1]
Fakat Musevîlik terimine hangi resmî ve kesin tanımın yapılabileceği
sorusunu da cevaplandırmak gerekiyor. The Encyclopedia of Religions and Ethics’de konu ile ilgili
makalede şu paragraf yer alır:
Museviliğin resmî ve kesin tanımını yapmak
biraz zordur. Çünkü mutlak ortak payda hangisidir? sorusu ortaya çıkmaktadır.
Öte yandan denebilir ki... Musevilik iki ilkeye dayanır, Tanrının birliği ve
İsrail’in seçkinliği. Musevilik puta tapmayı çoktanrılığı reddeder. Evrensel
bir Tanrıya inanır, fakat bunda istisna teşkil etmez. [2]
Musevilik «Kanun» a çok önem verir. Encyclopedia Britanica’ya. göre :
Bu kanun (yani Yahudi Kanunu) yazılı kanun (Torah She-beKhethabah) ve sözlü
kanun (Torah She-be-al Peh) olmak üzere iki türlü idi. Sina’da vahyedilmiş olan
kanun genel emirler getirmektedir. Örneğin elbiseler üzerinde Tanrıyı
hatırlamak üzere püskül yapmak, Cumartesi günü çalışmaktan kaçınmak gibi. Fakat
bu genel emirler tanımlanmamıştır. Çıkışa (XXIV. 12-18) göre (Exodus) Musa dağda 40 gün kalarak yazılı kanunu
takviye eden talimatları aldı. Sözlü Kanun denen bu talimatlardaki emirlerin
herbirine «halakhah le Moshe’h mis-Sinai», Musa’ya Sina’da verilen kanun, denir
(Bak. Haggadah; Talmud). Sözlü kanunu sadece sonraki Rabbilerin bid’atı
olarak adlandırmak moda olmuştu. Bu konu ancak sınırlı bir ölçüde doğrudur.
Aslmda Sözlü Kanunun büyük bölümü sadece eski Yahudi geleneğidir. Bunun bazı
kısımları gerçekte Sami’dir. Yahudiler bunları Sami amme hukuku ve
adetlerinden almışlardır, ([3])
Abraham Neuman şu görüşe yer veriyor:
Kitabı mukaddesin temelleri üzerine dağlar
kadar ilahiyat inşa edilmiş fakat Yahudi metafiziğinin temeltaşı halinde gelmiş
olan «Dinle, ey İsrail, Rab bizim Tanrımızdır, Tanrı Bir’dir.»den başka metafizik
doktrinin açık bir biçimini görmek zordur. Başlangıçta çoktanrılığa karşı
yöneltilmiş bir iddia olan tektanrılığın bu ilânı, İranlıların ikililiğine (Dualizmine) meydan okumuş, bugün de teslise karşı veya
Tanrı’nın Tek Varlık olduğunu gölgeleyen herhangi bir anlayışa karşı bir
itirazdır. ([4])
Museviliğin Öğretileri
Abraham Neuman’a göre: İnsanlarla din arasındaki
çözülmez bağ Museviliğin temel özelliğidir. ([5]) İsrail,
özü bütün dünyaya ait olan dinin muhafızıdır. ([6])
Yetkili yazarlardan alman yukardaki iktibaslar, Museviliğin İbrahim
dininden gelen üç Sami dinden biri olduğunu gösteriyor. Museviliğin öğretileri
Allah'ın emriyle Musa tarafından bildirilmişti. O, kendisine, Tevrat denen
mukaddes kitap gönderilmiş olan Allah’ın büyük bir Peygamberi idi.
Sami olmayan dinlerden farklı olarak Musevîlik vahiy ile gelmiş bir dindir.
Vahiy, bütün Sami dinlerin ortak özelliğidir.
Musevilik yalnız kendi ailesinin dinleri olan Hıristiyanlık ve İslâm
dininden değil, vahye dayanmayan Doğu dinlerinden de, yani Ari ve Moğol dinlerinden'
daha eskidir. Museviliğin Hazreti İsa’dan sekizyüz yıl önce kurulduğunu görmüş
bulunuyoruz. Budizm, Konfüçyonizm ve Taoizm gibi eski Doğu dinleri ise Milâttan
önce beşinci ve altıncı yüzyılda ortaya çıktı. Demek ki Musevilik bu dinlerden
yaklaşık üçyüz yıl daha eskidir.
Musevîlerin Sayısı:
Tekrar Neuman’dan nakil yaparsak geleneğe göre:
Davud ilahiler besteler, Süleyman nükteler ve hikmetli tespihler yazardı.
70 yılında millet olarak siyasî kaderleri belirlenince dünya insanları olarak
tarihi yolculuklarına koyulduklarında dört-beş milyondular. Yaşamlarını
bağladıkları din ve Mukaddes Kitabı savunmaya ve gerektiğinde bunlar için
ölmeye hazırdılar. Onüçüncü yüzyılda Musevilikte rabbiliğin (hahamlık)
gelişmesinin zirveye çıktığı ve doğmakta olan Avrupa medeniyetine büyük etkisi
olduğu sıralarda Avrupa’daki Yahudi nüfusu bir milyonun pek üstünde değildi, ([7])
Yahudilerin Sosyal Şartları :
Yahudiler Tevrat’ın emirlerine uymadıkları için ve Allah’ın büyük
peygamberi Musa’ya itaatsizlik ettikleri için, Allah’ın elçilerini
yalanladıkları için Allah’ın cezasına uğradılar ve dünyevî iktidar ile yetkiden
yoksun bırakıldılar. Kur’ân-ı Kerîm’e göre :
Onlara zillet ve meskenet damgası basıldı. Allah’ın gazabına da uğradılar.
Çünkü Allah’ın âyetlerine küfrederler, Peygamberleri haksız yere öldürürlerdi. (Kur’ân - ı Kerîm , 2/61.)
M.S. 71 yılında Titus’un Yahudileri
Filistin’den kovması ve sinagogları yıkmasıyla, dünyanın değişik yerlerinde
oradan oraya giderek sürgün dönemleri başladı. Binlerce yıl dünyanın her
tarafında dağınık durumda kaldılar ve her ne kadar zamanla değişik ülkelere
yerleşti iseler de, hiçbir yerde barış ve huzura kavuşamadılar. Her yerde dinî
işkence ve taassubun hedefi oldular. T.
W. Arnold’a göre, «Üçbuçuk yüzyıl boyunca
İngiltere Yahudilerin bu ülkeye ayak basmalarına izin vermedi.» Fakat Yahudiler eziyet ve düşmanlığın dişleri arasında hürriyetlerini
korumasını beceren dişli insanlar olduklarını ispat ettiler. Fakat Müslümanların bu husustaki dinî müsamahası
Yahudilere büyük bir lütuf oldu ve onların özbenliklerini korumada büyük yardımı
dokundu. Bütün tarafsız yazarlar (Yahudi ve Hıristiyan olanlar dahil) Rönesanstan
önce Avrupa’da Hıristiyanlardan eza gören Yahudilerin İslâm dünyasında bir
cennet sığmağı bulduğu hususunda hemfikirdirler. Bir Hıristiyan bilgin olan Edward Etiyah’ın yazdığına göre :
«Bu kitabın ilk bölümlerinde gördüğümüz gibi Yahudiler, Bağdad ve İspanya
Halifelerinin hamiliği altında Arap medeniyetini meydana getiren bilimsel
çalışmalarda önemli rol oynamışlardır. Arap ve Osmanlı imparatorluklarının
bütün tarihi boyunca Yahudi azınlıklar Arap ülkelerinde müsamaha görmüşlerdir.
Avrupa’da sık sık işkenceye maruz kalan Yahudiler Müslüman hakimiyeti altında
sığınak buldular.» ([8])
İslâmın Etkisi:
Müslümanların Yahudilere yaptığı iyilik yalnız onlara karşı gösterdikleri
müsamahadan ibaret değildir. İslâm Museviliğin büyümesi ve gelişmesinde de
önemli bir rol oynamıştır. Bir Yahudi bilgin olan Abraham Neuman, bunu şu
sözlerle kanıtlar:
Müslüman etkisiyle ve daha sonra
Hıristiyan skolostiğine karşı koyma çabasıyladır ki Musevîlik kendi görüşünü
sistemleştirerek belli bir biçime koymaya yöneldi. Böylece hakim durumda olan
rakip dinlerle uyum halinde olduğu ve olmadığı hususları ortaya koyabilecekti. ([9])
Fakat Hıristiyanların Yahudilerden öç alma duygusu yatışınca Yahudiler,
üstün zihnî yetenekleri ve iş çevirmedeki becerileriyle Hıristiyan ülkelerinde
nüfuzlu bir mevki sağlamayı başardılar. Öte yandan, Müslümanların siyasî
gerilemelerinden dolayı Batı kendi siyasi ve ekonomik üstünlüğünü kurmayı ve
sağlamlaştırmayı başardı. Bundan başka Batıda güç kazanan milliyetçilik fikri
Yahudilerin de milliyetçilik duygularını uyandırdı, öyle ki onlar da bir Yahudi
vatanını, sonra da bir Yahudi devletini hayal etmeye başladılar. Bethman’a
göre:
Siyonizmin ilk alevi 1832’de, Çar Aleksandır
II’ye 1881’de yapılan suikastin ardından girişilen katliamdan sonra, bir Rus
Yahudisi olan Leo Pinsker tarafından tutuşturuldu. Pinsker, Autoemancipation adlı bir kitap yazdı. Bu ateş 1896’da Theodor Herzl tarafından Yahudi Devleti adlı kitabında alev haline getirildi.
1897’de Basel’de ilk Siyonist Kongre yapıldı. Herzl plânlarını gerçekleştirmek
için zamanını ve çabasını esirgemiyordu. Başlangıçta Yahudilerin yerleşmesi için belirli bir ülke
öngörülmemişti. Arjantin, Uganda ve Kenya düşünülmüştü. Ancak Doğu Yahudileri kısa zamanda nüfuzunu hissettirdi ve eski vatanları
Filistin’den başka hiçbir yeri istemediklerini duyurdular.
Fakat 1911 yılma kadar Siyonistlerin fikri ayrı bir Yahudi devleti kurmak
değil, bir Yahudi vatanı idi. 1911’de Bazel’de yapılan onuncu kongrede başkan
şu açıklamayı yaptı: Siyonizm’in amacı, Yahudi milletine Filistin’de resmen tanınmış ve kanunen
güvence altına alınmış bir vatan kurmaktır. Bir Yahudi devleti değil, atalarımızın eski topraklarında baskı ve
işkenceden uzak Musevî hayatı yaşayabileceğimiz bir vatan. Bizim istediğimiz,
Filistin’e giden Yahudi göçmenlere vatandaşlık imkânı verilsin ve hakarete
uğramadan, Musevî adetlerine uygun olarak yaşamasına engel olunmasın...
Amacımız bundan başka birşey değildir. ([10])
Bu Siyonist hedefin gerçekleştirilmesine doğru ilk adım, İngiliz
hükümetinin, Yahudilerin Filistin’e yerleşmesini sempati ile karşıladığına
dair tekbaşına güvence vermesiyle atıldı. 1917 Ekim Belfour Beyannamesi der ki
:
Majestelerinin hükümeti Yahudilerin
Filistin’de millî bir vatan kurmalarını memnunlukla karşılar. Bunun gerçekleşmesi
için her çabayı gösterecektir. Filistin’de halen yaşayan Yahudi olmayan toplumun
amme ve dinî hakları veya Yahudilerin diğer ülkelerde sahip olduğu siyasi statü
hiçbir şekilde zarar görmeyecektir.
Belfour Beyannamesinin A.B.D.’ye danışılıp onayı alındıktan sonra ilân
edildiği söylenir. Fernau’ya göre :
Başkan Wilson’un yönetimi 1917’de
Belfour Beyannamesini ortaya koymakla büyük iş yapmıştır. 1948’de Başkan
Truman’ın yönetiminde Amerika Birleşik Devletlerinin bağımsız İsrail
devletinin meydana gelmesine büyük katkısı olmuştur. ([11])
Yahudilere Filistin’de millî bir yurt vaadeden
Belfour beyannamesi, Mac Mahon sözleşmesine ve 7 Ekim 1918 İngiliz-Fransız
beyannamesine ters düştüğü gibi Başkan Wilson’un ünlü Dört Maddesine de
karşıydı. Bundan başka beyanname hiçbir yerde bir Yahudi devletinin kurulmasını
vaadetmiyordu. Fakat 1918 ve 1948 yılları arasındaki otuz yıllık dönem
süresince, hem Müslüman hem de Hıristiyan yerli Filistin nüfusunun isteklerine
karşı olarak bir Yahudi devletinin kurulmasına yol açan şartlar yaratıldı.
Dışardaki Yahudileri otuz yıllık himaye süresince Filistin’de bir Yahudi
devleti kurma yolunda İngilizlerin gösterdiği çabalar acıklı bir hikâyedir.
İngilizlerin Siyonist bir devlet yaratma konusuna gösterdiği yakın ilgi,
Belfour beyannamesinden önce Filistin’deki Yahudilerin sayısının ancak 100.000 olduğu
gerçeğinden anlaşılmaktadır. Edward Atiyah’a göre «Filistin, Suriye'den ayırt edilmeyen Arap dünyasının bölünmez bir
parçasıydı ve nüfusunun yüzde 90'ı Arap idi.» Fakat bugün, tam
tersine, Yahudiler nüfusun yüzde doksanını, Araplar ise yüzde ondan bile daha
azını oluşturmaktadır. Bu şaşırtıcı değildir. Çünkü Siyonist Yahudiler tâ
başından beri dünyanın dörtbir yanından Yahudileri buraya getirmeyi ve yerli
nüfusa hakim olmayı amaç edinmişlerdir. 1920’de kurulan King Crane Komisyonu
Siyonist emellerinden haberdardı. İngiliz Hükümetinin 1922’de kurduğu Haycraft
Komisyonu önünde de bir Yahudi tanık bu emelleri açık sözlerle belirtmişti.
Bu sebeple Filistin'de bir «Yahudi Yurdu» kurulmasına yardım vaadinde bulunulması, Filistin Araplarının tabiî ve millî haklarına karşı olduğu apaçıktı. İki tarafı
uzlaştırma girişimi kendini aldatma ve yapmacıktı. Bu temel gerçeği
tanımamazlık, Araplar ile Yahudiler arasında 1929 yılına kadar süren aralıksız
karışıklıklara ve kan dökülmesine yol açtı. 1929 karışıklıkları özellikle
çok kanlıydı. Bunu gözönünde tutarak Ramsay Macdonald’ın İşçi Partisi, Siyonist
emellere ters düşen İngiliz siyasetini ikinci defa olarak açıklamak gereğini
duydu. Ne var ki İngiltere’deki Yahudiler, nüfuzları sayesinde işçi hükümetine
baskı yaparak siyasetini değiştirmesini ve Arapların «siyah
belge» olarak niteledikleri bir belge elde etmeyi başardılar.
Otuz yıllarında Almanya’da Naziler iktidara gelince Yahudilere karşı bir
işkence kampanyası başlattılar. Almanya’dan genel bir çıkış ve Filistin’e
plânlı bir göç başladı. Yerleşme hızı sürekli olarak arttı ve yılda 60.000 gibi
telaşlandırıcı bir sayıya ulaştı. Bu
süreç dört yıl devam etti (1933-36). Böylece dört yıl gibi kısa bir dönem
içinde, nüfusu yaklaşık 1,2 milyon olan Filistin gibi küçük bir ülkeye
ikiyüzbin Yahudi yerleşip durumunu pekiştirdi. Bu korku verici durumun baskısıyla
Araplar 1936’da iki ay süren boykot siyasetlerine başladılar. Bundan başka Arap
gönüllüleri Yahudilere kuvvetle karşı koymağa başladılar. Fakat Arap gönüllülerini
bastıracak 20.000 İngiliz askeri hazır bulunuyordu. Yine de ikinci dünya harbi
başlayıncaya kadar Arap mukavemeti bastırılamazdı. Çünkü Araplar, Yahudilerin
Filistin’e hakim olmayı nasıl plânladıklarını, dünya kamuoyunu yanıltmak için
Nazi zulmünü nasıl ustaca takdim ettiklerini ve Yahudilerin ekonomik
ilerlemesi sayesinde halkın hayat seviyesindeki sözümona yükselmesini nasıl
zekice vurguladıklarını açık olarak görebiliyorlardı. Böylece Yahudiler
Filistin’de siyasî hakimiyeti ele geçirmek için zemin hazırlıyorlardı. Arap mukavemetinin sonucu olarak
1936-1939 yılları boyunca kayıpların sayısı, Edward Atiyah’a göre, 69 İngiliz, 92 Yahudi, 486 sivil Arap ve 1138 silâhlı Arap
gerillası idi. ([12])
Bu durum karşısında İngiliz hükümeti, Filistin’deki karışıklıkların
sebeplerini yeniden araştırmak ve sorunun çözümü için telkinde bulunmak üzere
bir kraliyet komisyonunu görevlendirdi. Çünkü İngiliz hükümeti artık Arap ve
Yahudi emellerinin uzlaşacak cinsten olmadığını tamamen kavramıştı. Komisyon
Filistin’in iki kısma ayrılmasını önerdi. Yahudi propaganda makinesi Batıda, bölünme plânının hak ve adalet
temeline dayandığı yolunda halkın zihnini etkilemede büyük rol oynadı.
Kraliyet Komisyonunun bu önerisi, Filistin’in 1948’de ikiye bölünmesine dair
Birleşmiş Milletlerin aldığı karara temel oldu. Araplar bu plâna öfkeyle karşı çıktı ve Filistin’deki Yahudi yurdu ile
ilgili en kötü tahminlerin gerçekleşmekte olduğunu hissettiler. Vatanlarının
tam kalbinde yabancı bir devletin kurulmakta olduğunu gördüler. Bütün Arap
devletleri Filistin’in bölünmesine karşı koymak için ayağa kalktılar. Arap
gönüllülerinin özgürlük savaşı daha da sertleşti.
Arapların iki isteği vardı :
- Yahudilerin Filistin’e girişi
yasaklanmalıdır ve,
- Filistin’in bölünmesi plânı
iptal edilmeli ve yerli halka tam bağımsızlık verilmelidir.
1939’da Avrupa’nın üzerinde ikinci dünya harbinin bulutları dolaşıyordu.
Batılı güçler Arap düşmanlığını kazanmak istemiyorlardı. Bu sebeple Filistin’i
bölme önerisini ertelediler. İkinci dünya
harbi patladıktan sonra İngiliz hükümeti bölünme plânı ile ortaya çıktı ve
Yahudilerin Filistin’i Yahudi vatanı yapmak için kopardıkları gürültüyü
dinlemedi. Daha sonra Filistin’in bölünmesine dair kesin önerileri sunmak için Woodhead Komisyonu kuruldu. Bunun sonucu olarak İngiliz
hükümeti 1939’da, müteakip on yıl içinde Araplar’la Yahudilerin aynı zamanda
katılacakları bağımsız bir Filistin devleti kurmağa istekli olduğunu ifade
ettiği bir Beyaz Kâğıtla ortaya çıktı. Böylece her iki toplumun hak ve
çıkarları korunacaktır. Ayrıca gelecek
on yıl içinde Filistin’e yalnız 150.000 Yahudinin girebileceği kararlaştırıldı.
Ne var ki bu taahhüt kuvvetli Yahudi baskısı karşısında itibar görmedi. Bu
arada Yahudiler ikinci dünya savaşını fırsat bilerek müttefiklere yardım
bahanesiyle 1944’de bir tugay kurmayı başardılar. İngiliz silâhlı
kuvvetlerinin bir parçası haline getirilen bu tugayın kendine has bayrağı
vardı. İkinci dünya savaşı
sona erdiğinde İngiliz hükümeti, Başkan Truman’ın kuvvetli baskısıyla bir
100.000 Yahudinin daha Filistin’e girmesini sağlamaya mecbur edildi, çünkü :
Amerika Birleşik devletlerinde Siyonistler
İngiltere’de olduklarından daha da güçlüydüler. New York ve Illinois’deki
toplu oylarıyla başkanlık seçimlerini sallandırabilir, buradaki lobileri iki
partinin kongre üyeleri ile eyalet valilerine şantaj baskısı uygulayabilirdi, ([13])
Savaşın bitmesi Araplara iki şok etkisi yaptı. Birincisi, Bay Truman’ın
İngiliz hükümetinin 100.000 Avrupa Yahudisi mültecinin Filistin’e girmesine
hemen müsaade etmesini tavsiye etmesi idi. İkincisi, İngiltere’de İşçi
Partisinin işbaşına gelmesiydi. Çünkü her ne kadar birkaç muhafazakâr
İngiliz liderinin Siyonist eğilimli olduğu biliniyor idiyse de, parti bir bütün
olarak en büyük desteği sağlamağa kendini adamıştı. Fakat genel başkanı ikinci
dünya savaşı bitmeden sadece birkaç ay önce, Yahudilerin Filistin’e girmesiyle
Arapların dışarı çıkmasının teşvik edilmesi gerektiğini ilâve eden İşçi Partisi
kadar değildi. ([14])
Daha sonra bir ortak İngiliz Amerikan Komitesi kuruldu. Komite bir yandan
Yahudi göçünün devamını önerirken, nüfusun diğer kesimlerinin haksızlığa
uğratılmayacağı hususunda güvence veriyordu.
Araplar Manda’nın (Himayenin) son bulması, İngilizlerin Filistin’den
çekilmesi ve bağımsız bir Filistin hükümetinin kurulması isteği ile ortaya
çıktılar.
Bundan sonra ortak bir İngiliz Amerikan komitesi kuruldu. Bu komite
Yahudilerin Filistin’e girmelerinin devam etmesini önerdi: «nüfusun diğer
kesimlerinin haklarına zarar vermeden» Araplar Manda’nın sona erdirilmesi,
İngilizlerin çıkıp gitmesi ve demokratik esaslara dayanan bağımsız bir Filistin
hükümetinin kurulmasında ısrar ediyorlardı. Bu arada İngilizler, İngiliz
Amerikan Komitesinin tavsiyelerine uygun olarak yeni Yahudi göçlerinin
girmelerine ancak Yahudi tethişinin son bulması ve yeraltı örgütlerinin
silâhsızlandırılması şartiyle müsaade edilebileceği üzerinde ısrar ediyorlardı.
Yahudiler buna iki yoldan tepki gösterdiler. Kanunsuz yoldan Filistin’e
Yahudi sokmaya devam ettikleri gibi tedhiş hareketlerini daha da
şiddetlendirdiler. Meselâ Kral Davud Otelinin bir kanadını havaya
uçurdular. Daha sonra İngiliz ve A.B.D. hükümetleri bir
federasyon olarak birleşmiş bağımsız iki (Yahudi ve Arap) devlet kurulmasını
tavsiye etti. Yahudiler bunu reddetti, çünkü Filistin’in en iyi bölümünün
yüzde 65’ini istiyorlardı. Ardından, 1947’de İngiliz hükümeti Arap
devletlerini konferansa çağırdı. Bu da mutlu bir sonuca götürmedi. Bu arada
Yahudilerin Filistin’e kanunsuz girişi ve onların gizli askerî hazırlıkları
hızla devam etti. 1947’nin baharında Birleşmiş Milletlerin kurduğu komitenin
çoğunluğu Filistin’in bağımsız Arap ve Yahudi devletlerine bölünmesini tavsiye
ediyordu. Bu komitenin tavsiyelerine göre ülkenin en büyük ve verimli kısmı ve
sahil düzlüğünün en kullanışlı kesimi ile en iyi limanı Yahudilere
veriliyordu. Böylece Araplar etkin deniz ulaşımından bile yoksun bırakılıyordu.
Bundan başka 500.000 Arap (veya Arap nüfusunun yansı kadarı) Yahudi devletine
bırakılacaktı.
İngiltere, tasarının önerdiği rolü almaya istekli olmadığını ilân etti.
O’nun siyaseti, kendi adına veya Birleşmiş Milletlerin temsilcisi olarak, iki
tarafın razı olmadığı bir çözümü gerçekleştirmek değildi. Himayeliğini
bırakacağını ve belli bir tarihe kadar Filistin’den çekileceğini ilân etikten
sonra, bölünme üzerindeki müzakerelere katılmayı reddetti. Bununla beraber Birleşmiş Milletler Genel Kurulu
29 Kasım 1947’de Birleşik Devletler yetkililerinin baskı taktikleri ile
manevraları sayesinde bölünme kararını kabul etti. ([15])
Daima Siyonizm’in açık bir destekçisi olmuş olan Manchester Guardian bile bunu iyi karşıladı, The Time ise «delegeler arasındaki
genel izlenime göre bölünme tasarısı, Yahudilerin nüfuz sahibi olduğu New
York’tan başka hiçbir şehirde geçirilemezdi.» ([16])
İngiltere 15 Mayıs 1948’de himayesinden vazgeçmeye ve Filistin’den bütün
kuvvetlerini çekmeye kararlı olduğunda ısrar ediyordu. Şimdi ise B. M.
Filistin’de barışı sağlamak için tedbir almadığından Yahudilere, kaba kuvvet
kullanarak kendi devletini kurma imkânı verildi. 14 Mayıs 1948’de Himayenin resmen kalkmasından birkaç saat önce Yahudiler
İsrail devletinin kurulduğunu ilân ettiler. Başkan Truman bunu anında tanıdı. ([17])
Arapların, bu kanunsuz Siyonist devletin kurulmasına karşı koyma
çabalarından daha önce söz etmiştik. Bu çabalara ve milletler arası anlaşmalara
ve yerli halkın sert karşı çıkmasına rağmen, Yahudiler kendi devletini
milletlerarası nüfuzları, ellerindeki büyük mal kaynaklar ile sahip oldukları
üstün silâhların kuvvetiyle, hile ile kabul ettirmeyi başardılar, ([18])
Yahudilerin sahip olduğu bütün bu büyük avantajlara rağmen çarpışmanın ilk
safhasında hava üstünlüğüne sahip olan Araplar üstün durumdaydı ve Yahudileri
Kudüs şehrinde teslim olmaya mecbur edecek noktaya gelmişlerdi. Fakat onlara
karşı harekete geçirilen Birleşmiş Milletler mekanizması dört haftalık bir
ateş kes kararı çıkardı.
Edward Atiyah yakın tarihin bu trajik safhasını şu
sözlerle anlatıyor :
Böylece şimdilik tarihin en acı tiyatro
sahnelerinden biri bitti, öyle bir sahne ki buna katılanların hepsi kurbanlar
dahil, utanç verici bir ışığın altında gösterildi. Siyonistler, Arapları ancak
acı bir haksızlıkla cezalandırmak suretiyle gerçekleşebilecek olan hararetli
bir görüşü sürdürmüşlerdi. İngiltere bu görüşün gerçekleşmesi için otuz yıl
boyunca sürekli destek sağlamış, Arapları defalarca aldatmış ve sözünden
caymıştır. Amerika şüpheli gerekçelerle harekete getirilen şüpheli yöntemler
kullanmış, bölünme tasarısının Birleşmiş Milletlerce kabulünü sağlamak için
başvurmadık yol bırakmamıştır. Birleşmiş Milletler İsraillilerin, kararları
ceza görmeden ihlâl etmesine müsaade etmekle bir hakem olarak başarısız
olmuştur. Herşeyin ötesinde Arapların, batıdaki bir dostunun sözlerini
kullanırsak, kendi davalarına lâyık olmadıkları anlaşıldı. Çünkü ahlâk
bakımından dil uzatılamayacak bir davaya sahip olmak, tek başına zaferi sağlayamaz.
Onlara karşı yöneltilmiş olan bütün milletlerarası etkilere rağmen, eğer
Arapların kendilerinde bir kusur veya bir bozukluk olmasaydı, Filistin
savaşını kazanırlardı. ([19])
Belfour Beyannamesinin ilânından İngiliz Himayesinin 15 Mayıs 1948’de son
bulmasına kadar, İngiliz hükümeti İngilizlerin Belfour Beyannamesinde Yahudi
devletinin yaratılması ile ilgili bir vaatte bulunmadıklarını defalarca
açıklamışlardır. Muhafazakâr lider Bay Churchill bile Siyonistlerin, İngiltere ne anlamda İngilizlerin
ise, Filistin de o anlamda Yahudilerin olmalıdır, şeklindeki iddiasını reddediyordu.
Nisan 1946’da İngiliz-Amerikan Araştırma Komitesi, Filistin’in ne Yahudi ne
de bir Arap devleti olmaması gerektiği kanısını belirtti.
Komitenin ifadesiyle :
Yahudiler Araplara, Araplar da Yahudilere
hâkim olmayacaklardır. Filistin ne bir Yahudi devleti ne de bir Arap devleti
olacaktır. Filistin Müslümanların, Yahudilerin ve Hıristiyanların çıkarlarını
eşit şekilde koruyan bir devlet olmalıdır. Filistin’in Hıristiyan, Yahudi ve
Müslümanların Mukaddes Toprağı olduğunu önemle belirtiriz. Mukaddes bir toprak
olduğuna göre hiçbir ırk ve din bu yerin kendine ait olduğunu haklı olarak iddia
edebilecekleri bir yer olamaz ve olmayacaktır. Mukaddes bir toprak olması
gerçeği, O’nu diğer topraklardan tamamen ayırır ve insan kardeşliğinin hüküm
ve uygulamalarına hasreder, dar milliyetçilik anlayışına değil, ([20])
Bu, şampiyonluğunu İngiltere’nin Orta
Doğu devlet bakanı Lord Moyne’un yaptığı bir görüştü. Bu görüşünü,
Siyonistlerin 1944’te Kahire’de yaptıkları suikast sonunda hayatıyla ödedi. Fakat bu tek olay değildi. Bir hayli İngiliz görevlisi sırf İngiliz
hükümetinin Beyaz Kâğıdındaki şu kelimelerle ifade bulan siyasete imzalarını
attıkları için Siyonistlerin mermilerine kurban gitmişlerdi:
Majestelerinin Hükümeti Belfour Beyannamesinin ifade edildiği Himaye
taslağının, ülkenin Arap nüfusunun iradesi hilâfına Filistin’in bir Yahudi
devletine çevrilmesi amacını gütmediğine inanmaktadır. ([21])
Himayenin sona erdiği tarih olan 15 Mayıs 1948’de, Yahudiler İsrail
devletinin kurulduğunu ilân ettiler. Bu devleti A.B.D. hemen, S.S.C.B. de
birkaç gün sonra tanıdı. Böylece İsrail devleti, milletlerarası resmî
taahhütlerin çirkin ihlâli içinde vücut buldu. Ürdün, Irak, Suriye, Mısır ve
Lübnan’ın bu iğrenç suçun işlenmesine karşı koymak için yaptığı zayıf çabalar,
Yahudilerin ikinci dünya savaşında biriktirdiği veya müttefik kuvvetlerin
silah depolarından çaldıkları bol miktarda üstün silahlarla yenilgiye
uğratıldı. Birleşmiş Milletler ateşkesi sağlaması için Kont
Bernadette’e tayin etti. Fakat Yahudiler Eylül 1948’de Kont’u alçakça
öldürdüler. İsrail devleti B.M.’in ateşkes talimatını hafife alarak reddetti.
O zamandan beri İsrail Filistin’in gaspettiği
topraklarını işgali altında tutmaktadır. Sadece bu kadar değil: İsrail Şubat 1955’te Mısır işgalindeki
Filistin toprağı Gazze’ye saldırdı. Bu, Orta Doğu’da silâhlanma yarışma
yol açtı. 19 Ekim 1956’da İsrail, Fransa’nın kışkırtmasıyla hiçbir tahrikle
karşılaşmadan Mısır’ı istilâya başladı. Bunun hemen ardından İngiltere ve Fransa, İsrail ile Mısır’a silâhlı çatışmaya derhal son vermeleri için bir
ültimatom verdiler. Bu arada kendileri de Mısır’a girmişti. B. M.’in
müdahalesi ile Bağdat Paktının Müslüman üyelerinin sert tavrı karşısında
ateşkes kararına varıldı. İngiltere ile Fransa Süveyş kanalından, İsrail de
Gazze’den çekilmek zorunda bırakıldı.
Böylece Yahudiler otuz yıl içinde Filistin’deki nüfuslarını 100.000’den
1.400.000’e çıkarmayı ve 1.000.000 yerli Arap nüfusundan 900.000’ini
atalarından kalma yurt ve evlerinden zorla kovmayı başardılar.
Fakat soru şudur:
İsrail’in geçen yıllar süresince Araplara yenilmediğinin gerçek olduğu
şüphesizdir. Fakat bunun sebebi Middle East Crisis müellifinin tahmin ettiği gibi değildir. Yazar der ki:
«Garip olan şeylerden biri şuydu ki,
ekonomik organizasyonun parlak fakat güvenilmez askerleri olması beklenen
Yahudilerin, gerçekte birinci sınıf asker ve ikinci sınıf işadamı oldukları
görüldü.» ([22])
Yahudilerin zaferi sadece onların silâh üstünlüğünün ve Batı ülkelerinin
siyasî ve diplomatik çevreleri ile yakın temasları dolayısıyla askerî bilgi
üstünlüğü ile stratejiyi daha iyi bilmelerinin bir sonucu idi. Bütün bunlar
onlara başka hiçbir doğu ülkesinin sahip olmadığı silâhlarla en uygun zamanda
saldırmalarını mümkün kıldı. Ekonomik
iflasları da harp hazırlıkları için aşırı harcamalarda bulunduklarını gösterir.
İktisaden iflas etmesi İsrail için büyük bir nimettir, çünkü bu, bütün
dünyadaki Yahudilerden ve İsrail’in diğer destekleyicilerinden büyük fonların
biriktirilmesine yol açıyor. İsrail’in son on yıl içinde fazla uğraşmadan
aldığı dış yardım miktarı şaşılacak kadar büyük olmuştur. Arapların aldığı dış
yardım ise çok cüzî olmuştur. Fakat bu sunî devleti yaşatmak için
yapılan bütün bu uğraşılara rağmen acaba gerçekten yaşama şansı var mı? Bu soruyu biz cevaplandırmayacağız. Bunu Müslüman olmayan bir yazara bırakacağız.
Femau diyor ki:
İsrail birbuçuk milyona yakın nüfusu olan
küçük bir devlet, Araplar ve Müslümanların içinde bir adadır. Uzun vâdede
İsrail’in varlığı yakın Doğu devletlerinin sistemine uyabilme kabiliyetine
bağlı olabilir. Düşman komşuların dünyası içinde bir ada olarak sonuna kadar
varlığını koruyamaz. ([23])
Guy Wint ile Peter
Calvocoressi şu görüştedir :
İsrailliler bütün Arapları bir defa, Mısırlıları
iki defa yendiler : Belki bir daha yenebilir, fakat sayıca üstün olanlara karşı
her beş veya altı yılda savaşması gereken hiçbir devlet hayatta kalamaz. Sonunda
40 milyon Arap birlik olup karar verir ve biraz daha etkili olurlarsa birbuçuk
milyon İsrailliyi altetmeleri gerekir. ([24])
Edward Atiyah kanısını şöyle ifade
ediyor :
Onlar (yani Araplar), İsrailliler gibi,
İsrail’in Arap pazarlarına ulaşamadıkça felâh bulamayacağını biliyorlar. Bu pazarlardan
yoksun olarak Amerikan Siyonistlerine yük elmaya devam edecektir. İsrail’i
hayatta tutmak için şimdi para döken Amerikan Siyonistlerinin daha ne kadar
buna devam edeceklerini merak ediyorlar. Araplar pazarlarını İsrail’e
açmamakla onu düşük bir hayat standardına zorlarlarsa, göçün yönünün
değişebileceğini ve Yahudilerin, İsrail’e göçetmek yerine orayı terk etme
eğilimi göstereceklerini umuyorlar. Tıpkı Almanya’da Nazilerin işbaşına geldiği
yıllarda olduğu gibi. Kudüs’teki Lâtin Krallığının, yüzyıl dayandıktan sonra
sona erdiğini hatırlamaktadırlar. Onlara göre İsrail bunun gibi sunî bir
yaratık, Arap dünyasında yeri olmayan zorla ekilmiş bir bitki, Arap dağlarının
yamaçları boyunca yerçekimi kuvvetinin ters yönünde itilen bir taştır. Yalnız
Ortadoğu Araplarının nüfusu elli milyondur; İsrail ise bir buçuk milyon. Tecrit
edip yerli toplumun dışında tutulursa zenginleşip güçlenmeden ve Arap
ülkelerinin bütünleşmesinden önce ortadan kaybolacaktır. Kökleri New York’ta olan ithal malı bitki ölecektir.
Yerçekimi kuvvetine karşı direnen taş vadinin dibine düşüp parçalanacaktır. ([25])
Bazı kimseler, İsrail’in meydana gelmesinin
Hıristiyan Batının iki arzusunun mahsulü olduğu kanısındadır: Batıyı Yahudi ile Yahudi hâkimiyetinden kurtarmak ve Yahudilerin İsa
Peygambere yaptıkları kötülüklerin öcünü almak. Bunun, Müslümanların
Yahudilere karşı öfkesini ve intikam duygularını kabartacak bir durum yaratmakla
başarılabileceği düşünülüyordu. Fakat bu ifadeyi doğrulamak zordur. Bunun
tersine bazı kimseler tamamen değişik bir yorumda bulunmaktadır. Onların
görüşüne göre Yahudiler, Hıristiyanları Müslüman dünyasının kalbine Yahudi
hançerini saplamaya ikna etmek suretiyle İslâm dünyasının Hıristiyan alemine
karşı dayanışma içinde cephe almasını sağlayarak Hıristiyanlara karşı olan
yüzyıllarca eski intikamlarını alma yolunu bulmuşlardır. Yahudiler, Hilâl ile
Haç arasındaki tarihî çatışmayı canlandırmayı ve böylece tarihlerinin büyükçe
bir kısmı içinde kendilerine işkence eden Hıristiyanlardan intikam almayı
umuyorlar.
İslâm tarihinin ilk döneminde Gassanilerin rolünü hatırda tutarak, çağdaş
Hıristiyan dünyasının kendi içindeki Hıristiyan düşmanlarının sahte dostluk
teraneleriyle onları aldattıklarına ve Müslümanlara karşı düşmanca bir siyaset
izlediklerine inanmak zor değildir. Bununla beraber, bu yorum doğru olmasa
bile, İsrail’in, milletlerarası tertipler ile emperyalist oyunlarının bir ürünü
olduğu ve başlıca desteğinin emperyalizm olduğu inkâr edilmez bir gerçektir.
Bu sebeple emperyalizmin çökmesi bu devletin batmasına yol açacaktır.
Siyonist devletin varlığının ortadan kalkmaya
mahkûm olmasını gerektiren başka bir sebep de değişen milletlerarası durumdur. Siyonistlerin, iki dünya savaşına yol açan
milletlerarası kargaşayı kendi amaçları için kullandıkları bir gerçektir. Yalnız bu yöntemle Filistin’i işgal etmeyi başardılar. Başlıca iki etken
başarılarına katkıda bulunmuştur. Birincisi, Batı emperyalizminin yardımı idi.
Batı, emperyalizmini çoktan lağvettiğine ve şimdi Doğu ve Müslüman dünyası ile
karşılıklı dostluk ve işbirliği için yeni bir zemin bulmaya çalıştığına göre,
bu etken artık geçerli değildir. Bunun için
Batı, er veya geç, İsrail’in yaşayabilmesine olan ilgisini azaltmak
zorundadır. Beklenen bu siyaset değişikliğinin sebeplerini uzakta aramak gerekmez.
İsrail’in varlığı Batının özel olarak Orta Doğuda ve genel olarak Doğuda
gerçekleştirmek istediği hedeflerin başlıca engelidir ve Batının çıkarlarım
ciddî olarak tehlikeye sokmuştur. Batının İsrail’i desteklemesi Batı
düşmanlarına Batıya karşı nefreti yaymaları ve Orta Doğuya komünizmin sızması
için bir vasıta olarak kullanmaları için sağlam bir temel sağladı. Herhalde bu
sebeple olacak İngilizler siyasetlerini ters çevirmiş ve İsrail’in kurulmasına
herhangi bir katkıda bulunmaktan sakınmışlardı. Ne varki bu, İngiltere’yi bu
iğrenç suçun sorumluluğunda sahip olduğu paydan kurtarmaz. Çünkü İngiltere
Belfour Beyannamesi’yle Siyonist devletin yaratılması için zemin hazırlamada
başlıca rolü oynamış, himaye dönemi süresince Siyonist emellerini denetlemek
için hiçbir şey yapmamıştır. Son safhada komisyonun suçunu işlemediyse de,
ihmal suçundan aynı derecede sorumludur ve bu sebeple takbih edilmeye lâyıktır.
Siyonist dâvasına yardım eden ikinci etken Almanya’da Nazi rejimi
tarafından Yahudilere yapılan zulümdür. Yahudilerin Almanya’da maruz kaldığı
ızdırap ve acılarından etkilenen Batı, Yahudilerin Filistin’e göçünü teşvik
etti. Yahudilerin sadece zulümden kaçıp sığınacakları bir cennet bulmak
peşinde olmadıkları, Filistin Araplarını tabiî haklarından yoksun bırakmaya da
kararlı oldukları besbelli olduğu halde bu sempati dalgası bütün Batı
Dünyasını sardı. İnsan, Siyonist hareketini destekleyenlerin fevkalâde cömert
görüşünü benimsese bile, Nazi Almanya’sının Yahudilere karşı insanlık dışı
aşırılıklarının yarattığı meseleyi çözmek için seçilen yöntemin uygunsuz ve
kaba olduğunu belirtmek gerekir. Bundan başka bu çözüm, Batı halklarına,
Batının emperyalist emellerle gözünün karardığı ve sağduyu ile hüküm verme
yeteneğini kaybettiği anormal bir zamanda sunulmuştu. İkinci dünya savaşının
sona ermesiyle ortaya çıkan büyük sorunlar, bu, sözüm ona çözümün ardından
gelecek sonuçlar ciddî bir şekilde düşünülmeden Filistin sorunu üzerinde
aceleci bir kararın alınmasına sebep olmuştur. Bu iddianın en büyük ispatı
A.B.D. ile Rusya’nın, yakın geçmişte hiçbir büyük sorun üzerinde anlaşmaya
varamamış olmalarına rağmen Siyonist devleti tanımada birbirleriyle yarışa
girmişlerdir. Rusya’nın, İslâm ve Müslümanlara karşı olan bilinen düşmanlığı
bakımından, tutumunu anlamak mümkündür. Fakat Amerikan geleneğinin dışına
çıkan ve üzerinde durduğunu iddia ettiği değerlerle çelişen, Amerika’nın
İsrail’i desteklemesini anlamak zordur. Amerika’yı yirminci yüzyıl
insanlığının çok değer verdiği ve bu büyük ülkenin övünç kaynağı olan o yüksek
ilkeleri bir tarafa itmeye mecbur eden Yahudi sermayesi mi yoksa Yahudi
oylarının baskısı mı?
Amerika eşsiz siyasî ve İktisadî üstünlüğüne rağmen emperyalist ve
sömürgeci girişimlere karşı koyması ile tanınmış olmasından başka, insanlığı
kötülük ve haksızlıklardan korumak için bu yüzyılın içinde kaynaklarını iki
defa cömertçe kullanmıştır. Bugün bile dünya barışı ve refahı için muazzam
kaynaklarını bol bol harcamaktadır. Bununla beraber soru şudur: Amerika sadece
birkaç milyon Yahudiyi yatıştırmak veya oylarını almak için şanlı geçmişini
mahvetmeye ve geleneklerini değerden düşürmeye mi hazırlanıyor?
Milletlerarası bir suçu sürekli
destekleyerek sicilini kirletmeye ve dünya Müslümanlarının büyük dostluğunu
kaybetmeye hazır olacak mı?
Amerika’nın tarihî gelenekleri ile demokrasiye olan tarihî aşkının ışığı
altında Yahudileri yatıştırma isteğinin O’nun vicdanını uzun süre baskı altında
tutacağını ve Amerika’nın adalet özlemini körelteceğini kabul etmek doğru
olmasa gerek. Amerika’dan bu açık haksızlığı artık desteklemekten vazgeçmesini
beklemek fazla mı olur?
Bu soruları davranışları ile cevaplamak Amerikalılara düşer. Bununla
beraber İsrail ile ilgili siyaset değişikliğinde elle tutulur işaretler vardır.
The Britanica Book of the Year 1956’e göre son yıllarda A.B.D. ile İsrail
arasındaki ilişkiler biraz soğuktu. Bu, Amerika’nın Arap ülkeleri ile
ilişkilerini düzeltmiş olmasının sonucuydu. ([26])
Siyonist devletin Doğuda ve İslâm dünyası içinde hayatta kalmasının,
milletlerarası komünizmin en büyük zaferine ve hür dünyanın en alçaltıcı
yenilgisine yol açacağı çok açık bir şekilde anlaşılmıştır. Bütün insanlığın
beslediği “yeni bir dünya” hayali de sarsılmış olacaktır. Müslümanın yeni bir
dünya yaratma hareketinin en iyi destekçisi olduklarını göstereceği bir
gerçektir. Çünkü onlar, insanlığın birlik ve kardeşliğine inanır, eşitlik ve
demokrasinin inkâr edilmez değerlerini aziz sayarlar. Bu sebeple, Batı’da
üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gereken çetin soru, Siyonist devletin Müslüman
dünyası ile Hıristiyan dünyası arasındaki dostluğun büyümesine en büyük engel
teşkil edip etmediği sorusudur.
Zamanımızın en büyük tarihçisi Arnold Toynbee’nin birkaç yıl önce Tokyo’da yaptığı uyarının kulak arkası edilmeyeceğine
inanıyoruz.
«İsrail adaletsizlik üzerine kurulmuştu. Harpten yıkılmış Avrupa’dan
gönderilen mülteciler Arap Dünyasının içine yerleştirilmiş ve bir kısım Araplar
yurtlarını terketmeye ve başka bir yerde iltica aramaya mecbur edilmişti.»
«Orta Doğu’da derdin kökleri derindir ve Arap ülkelerinin Batılı güçlerce
zorla işgal edilmeye başlanmasına kadar uzanır.»
«Araplar büyük ve acı bir adaletsizliğe maruz kalmıştır. Onlar bu
haksızlıkları düzeltmek için her yardımı arayacak ümitsiz insanlardır.» (Dawn, 25 Kasım 1956.)
Orta doğudaki şimdiki durum bu kehaneti haklı çıkarabilecek olan olayın
yalnızca bir başlangıcıdır, en yüksek noktası değil.
Kaynak: Ahmed Abdullah el-Masdûsî, İngilizceden Çeviren : Mesud SADAK,
Yaşayan dünya Dinleri, 1981, İstanbul
[1] The Great eRligions of
the World, s. 224.
[2] Encyclopedia of
Religions and Ethics cilt. VII, s. 581.
[23] Moslems on th e March, s. 92.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar