PSİKANALİZ YANILGISI M. Kerem DOKSAT
Sevgili Mekâncılar,
Hiçbir şekilde hastaları tedavi etmediği gibi, onların iyice canına okuyan
ve eleştiriye tamamen kapalı bir Yeniçağ Dini olarak yayılan Psikanaliz’le ilgili
üstü kapatılan gerçekleri sizlere duyurmaya başlıyorum.
Bu konudaki hassasiyetimin temelinde, bu sözüm ona tedavi yönteminin tam
bir rant kapısı olarak pazarlanırken pek çok gerçek hastaya büyük zararlar
vermesi yatıyor; bu birincisi…
İkincisi, ABD’de ve hemen her yerde sürekli olarak prestij
kaybederken, Türkiye’de bir Psikanaliz
Patlamasıyaşanmasının temelinde büyüsel düşüncenin psikiyatri şemsiyesi altında
da ülkemiz insanlarına empoze edilmesi yatmaktadır.
Diğer iki silâhı ise http://www.keremdoksat.com/index.php/entry/din-muessesesinin-suiistimali makalemde özetledim. Benim din düşmanı olduğumu zanneden bâzı
okuyuculara da şu mesajı vermek isterim: Din, rasyonalitenin önün
geçmedikçe, varlığının ortadan kaldırılması mümkün olmayan, hâttâ çoğu insan
için sığınılacak güvenilir bir liman sunan toplumsal bir oluşumdur.
Ama akluhikmet, kuvvet ve güzellik sütunlarının yanına mutlaka müsbet ilim
(pozitif bilim) eklenmeli ve her şey aklın rehberliğinde değerlendirilmelidir.
Yanlışlanabilir olmayan hiçbir şey “bilim” değildir, cilâsı ne kadar parlak
olursa olsun!
***
Hangi çocuk ebeveyniyle çatışmalar yaşamaz?
Hangi kız babasına, oğul da anasına âşık olmaz?
Hele baba kız aşkı dünyanın en eşsiz sevgisi değil midir?
Hangi bebeğe iyi bakılıp şefkatle büyütülmezse ileride sorun çıkmaz?
Hangi çocuk kardeşini kıskanmaz?
Hangi bebek dayak yiyerek yetiştirilirse ve ilgilenilmezse, ileride sorunlu
bir kişi olmaz?
Hayatın ilk altı senesinde bebeğin yaşadığı muhteşem gelişme, öğrenme ve
büyümenin ihmâl edilmesi söz konusu olursa, onarılması mümkün olmayan hasarlar
ve eksiklikler bırakacağını insanlık tarihi boyunca hemen herkes fark etmemiş
midir?
Fiziksel, cinsel ve duygusal tâciz, tecavüz, istismarın yâhut ihmâlin bir
çocukta hayat boyu silinmeyecek kadar derin ve acı izler bıraktığını pek çok
kişi fark etmemiş midir?
Tabii ki evet…
Bunlar aklıselîmin de işaret edeceği gibi, doğrulukları su götürmeyecek
şeylerdir.
Bütün dünyâdaki bebekler doğduklarında mânen ve maddeten muhtaç ve biçâre
durumda olup, süratle büyüyüp gelişmezler mi? Bu açıdan hayatın bilhassa ilk 6
senesi, hâttâ 9 senesi çok önemli değil midir ve bunu inkâr eden olmuş mudur?
Peki, illâki bir erkek çocuk, annesine âşık oldu diye, 4 ilâ 6 yaş arasında
babasının pipisini keserek kendisini cezalandıracağından korkar mı? Veya acaba
kaç kız çocuğu, gene aynı yaşlarda, babasına âşık olduğu için pipisinin zâten
kesilmiş olduğunu ve bızırının güdük bir pipi olduğunu düşünerek az gelişmiş ve
yetersiz bir kişilik organizasyonu geliştirir?
Hele hele, bu gibi “şeylerin” bütün insanlar için geçerli olduğunu iddia
etmek akla uygun bir iş midir?
Minnacık bebeğin anasının memesini iyi ve kötü olarak algılayıp, sonra
şizoid, paranoid ve depresif dönemler yaşadığını iddia eden bir insanın bu
fikirlerinin hangi akla göre doğruluğu savunulabilir? Onun teorisini de aynı
zihniyetle eleştirenlerin ve daha da ileri gidenlerin fikirleri ne kadar
akılcıdır?
Beş (5) yaşında altına işediği için haftada üç (3) ilâ beş (5) kere
Psikanaliz seanslarına başlanan bir çocuğun on (10) sene sonra hâlâ altını
ıslattığını görüp de, bunu yapan Psikanalist’e “peki, neden iyileşmedi” diye
sorduğunuzda “biz semptomlarla uğraşmıyoruz” cevabını alınca acaba kafanıza
neler üşüşür?
Bu arada, bilmeyenler için, 5 yaşındaki bir çocuğa altını ıslattığı için
psikiyatrik tedavi uygulanmaz çünkü fizyolojik sınırlarda gecikme olarak kabûl
edilir.
Aynı şekilde, tekrarlayan intihar girişimleri olan bir vak’aya 8 sene
Psikanaliz yapılmasına rağmen 4 (dört) kere daha aynı denemeyi yapmasının
sebebini sorduğunuzda aynı cevabı alırsanız ve bu hastanın âdeta taparcasına Psikanalisti’ne
devam ettiğini fark ederseniz acaba ne yaparsınız?
Malûm, kelime psiko ve terapi kelimelerinin
izdivacından oluşur; psiko Yunanca psukhē “ruh,
zihin, kelebek”ile terapi Yunanca therapeia “iyileştirme,
şifa verme”.
Büyük Patlama (Big Bang), karamadde, karadelikler gibi en son buluşlar
zâten hepimizin gündeminde de… Bunların hepsinin, insanın hayat
enerjisinin ve Tanrı’nın aslında mavi renkli Orgone isimli bir gaz olduğunu,
bunun da orgazm yoluyla ortaya çıkıp terapide kullanılması gerektiğini söyleyen
birisi için acaba ne düşünürdünüz?
Bir ruh hekimi kendi içerisindeki kadınla, erkekle, gölgeyle konuşup
tanıştığını, psikoterapinizde de horoskopunuza bakıp rûyalarınızdaki kadim
sembolleri değerlendireceğini söylese kendinizi nasıl hissederdiniz?
Hele, meselâ üstelik de bir psikiyatrın, şiddetli tekrarlayıcı ve
Melânkolili Majör Depresyon Epizodlarından mustarip olan karısına “teoriye
uymuyor” diye ilâç bile verdirmediğini, kadıncağızın sonunda şehirdeki havagazı
şebekesinin hortumunu burnuna takarak intihar ettiğini okursanız ne tepki
verirsiniz?
İşte, bu konuya tamamen yabancı kişileri güldürecek kadar garip fikirlerle
dolmuş vaziyette etrafımız!
İşin Aslını Özetleyeyim…
1800’lerin sonuyla 1900’lerin başında, Batı Âlemi’nde bütün bilim, san’at
ve felsefe alanlarında âdeta bir inovasyon (yeni veya önemli ölçüde
değiştirilmiş ürünün [mal veya hizmetin] veya sürecin, yeni bir
pazarlama yönteminin veya iş uygulamalarında, işyeri organizasyonunda veya dış
ilişkilerde yeni bir organizasyonel yöntemin uygulanması) ve paradigma
patlaması oldu.
Tabii ki bunun öncesindeki Rönesans ve Reformasyon süreçlerinin
de bu patlamada büyük hazırlayıcı tesiri oldu.
Homo sapiens sapiens, yâni biz insanlar, binlerce senelik
dinî baskının zulmünden kurtulup, teoriler yaratma müsabakasına girdik.
Herkes, her şeyin hikâyesini yeniden yazma derdine düştü ve dünyâyı
sarsacak bollukta yeni senaryolar kaleme alındı.
Dinî baskıdan yâni dogmadan kurtulan ve bilimsel düşüncenin ana ilkelerini
de henüz tam anlamıyla oturtamayan bu azgın boğalar, her yöne hücum ettiler.
Dogmatizmin hapishânesi sözüm ona kapatılmıştı ama Pandora’nın Kutusu
da açılmıştı.
Nitekim sekterlikten ve yobazlıktan kurtulmak adına, önemli bir kısmı birer
Yeniçağ Dini hâlinde kat’î ve inkâr edilmesi “günah” olan yeni dogmaları
sokaktaki insana dayattılar! Eh, özünde bi’at etme ve körü körüne inanma
eğilimi çok güçlü olan insanlar da, bunlara iman boyutunda sarıldılar.
Kendilerinden olmayanı “ötekileştirmek” bu sefer din adına değil, sözüm ona
bilim adına yapılır oldu.
Eskiden İblisler, Şeytan, cin veya Poltergeist
şehveti ve saldırganlığı doğururdu; şimdi bölgesel anatomik yeri “Limbik
Sistem ve amigdala” oldu ve İd dendi.
İrade ve nefse hâkimiyet kişiyi bunlardan korurdu; şimdi bölgesel
anatomik yeri Prefrontal korteks oldu ve Süperego dendi.
Güçlü bir şahsiyet ve karakter dengeleri sağlardı; şimdi bölgesel
anatomik yeri bütün beyin (ensefalon) olduve Ego dendi.
Tabiat bilimlerinde bu gibi “ben dedim oldular” pek zordu ama beşerî
ilimlerde (psikoloji, sosyoloji, antropoloji vs.) çok kolaydı! Tek yapmanız
gereken tabuları sarsmak ve yepyeni bir “her şeyi izah eden” ideoloji yumağı
yâni dogma (nass) “yaratmaktı”.
Hâlbuki meselâ “iyi bir klinik uygulama nasıl olur” diye konuya
girersek, daha hasta adayı kapıdan girerken olanlara biraz örnek vereyim…
Her
psikiyatrik muayene önce dikkatli bir gözlemle başlar (yazacaklarım sâdece
öylesine bir başlangıçtır):
1) Hasta adayı kapıdan nasıl girdi (ürkek, paldır küldür,
tereddütlü)?
Bakışları ve yüzünün ifâdesi nasıldı
(sâkin, gergin, öfkeli, umursamaz, telâşlı, şüpheci)?
Elinizi sıktı mı, sıkmak istemedi
mi, istedi mi, tereddütte mi kaldı, sıktıysa avuçları terli ve titrek miydi,
elinizin ucundan öylesine bir tutup hemen kaçırdı mı (meselâ Şizofreni’nin ilk
kokusunu buradan alabilirsiniz)?
Koltuğuna veya iskemlesine nasıl
oturdu?
İzninizi bekleyerek mi, kendini
atarcasına mı?
Oturunca arkaya yaslanıp bacaklarını
uzattı mı (aşırı yahut abartılmış özgüven) yoksa iskemlenin ucuna âdeta her ân
kaçacakmış gibi ilişti mi (düşük özgüven veya şüphecilik) vs. Kıyafeti, kendine
bakım ve ilgisi nasıldı?
Kış günü rengârenk ve süslü püslü
giysileriyle, şen şakrak ve yüksek sesle konuşarak odaya dalıp elinizi
kırarcasına sıkan birisinde ilk akla gelecek şey Mani’dir, tiroid işlevlerine
de bakmakta fayda vardır.
Ses tonu ve konuşma hızı nasıldı?
Kekelemesi veya başka bir konuşma
güçlüğü var mıydı?
Lisanı doğru kullanıyor muydu?
Sâkince oturuyor muydu yoksa
durmadan bacaklarını sallayıp, arada da kalkıp dolaşıyor muydu?
Ve daha neler neler…
2) Sonra önce hastanın esas şikâyeti kaydedilir ve hastalığının hikâyesini
alınır, buna anamnesis denir; yâni üstü kapatılmış sırrın
ortaya çıkarılması, bir nev’î Platoniyen keşif. Hayat boyu yaşadığı önemli
şeyler kaydedilir.
3) Sonra iyi bir hekim hasta münasebetinin tesisi ve terapötik ittifak
(alliance) oluşturulması gerekir.
4) Hastalığın sevk ve idâresi (management) plânlanırken, mutlaka
hatırladığı veya hatırlamadığı, hatırlayamadığı hayat hikâyesi de dikkate
alınır; sorar ve sorgularken gerekirse yakınlarından da malûmat toplanır.
Travmaları, bilhassa çocukluk çağı olmak üzere hayat boyu onu etkileyen her şey
kaydedilir. Bunlar iyi psikiyatrik uygulamanın olmazsa olmaz (sine
qua non) şartlarıdır. Her hasta eşsizdir, yegânedir ve herkesin
ayrı bir hikâyesi vardır. Birisi için geçerli olan değerlendirme tarzı ve
tedavi diğeri için hiçbir anlam taşımayabilir. İcap eden her türlü tetkik
(laboratuvar, psikolojik değerlendirmeler vs.).
5) Bu şekilde elde edilen materyalin organize edilip, tedavi edici
güvenilir, geçerli ve etkili bir salâh veya şifa verme yöntemi plânı yapılmaya
çalışılır. Buna tedavi formülasyonu denir; bir hasta veya kişi için doğru olan,
başkası veya başkaları için hiç de geçerli olmayabilir.
Yâni herkes için geçerli olan, her şeyi izah eden omnipotan (tümgüçlü,
kâdir-i mutlak) Hakikat yoktu ama bâzılarına göre yakalanmıştı; başka bir
ifâdeyle, Theoria (θεωρία), Hakikat’in ta kendisi olup çıkmıştı… Hâlbuki
kelimenin gizli bir mânâsı daha vardı: Theós’un (Tanrı buyruğunun yâni dogmanın:
nass’ın) dediğinden uzaklaşıp arayışa girmek…
İşte, burada, Yeniçağ’ın insanı, onun davranışlarını ve normâlden
sapmalarını izah etmek iddiasındaki psikolojik ve dolayısıyla da psikiyatrik
teoriler, bilhassa da bunların “yaratıcılarının” özellikleri mercek altına
alındı. Çünkü klâsik dinlerden daha fazla vaat dolu ve hepsi de son derecede
iddialıydılar.
Tanrı ölmüştü, çünkü Psikanaliz vardı!
Peşin hükümle değil, eleştirel mantık ve akılcılık içerisinde konuya
yaklaşıldı ve teorisyenlerin samimiyet dereceleri, tarafsızlıkları ve
bilimsellik yeterlilikleri mercek altına aldım.
Çok ilginç ve bâzen de inanılmayacak kadar basit hatalar, uydurmalar,
saptırmalar tesbit ettim.
Sigmund Freud’la başlayan bu serüvenin, günümüzdeki
ümitsiz ve mutsuz insanını büyük bir rant ve inanç karmaşasına nasıl ittiği
dikkatimi çekti.
Mânevî değerlerini kaybeden Batılı insana “tedavi” diye yeni yeni dinler
nasıl dayatılmış, bunu gördüm.
Sanıyorum ki okuduklarınız çoğunuzu şaşırtacak, hâttâ sarsacaktır.
Ama işte bilim budur: Kuşkuculuk (scepticism), çok yönlü düşünme ve
diyalektik tartışma ile Hakikat’e biraz daha yaklaşmak…
Bu asla gerçekleşemeyecek olsa da, yâni Hakikat asla yakalanamayacak olsa
da, ebediyete kadar sabırla, sebatla hâttâ inatla aramak ve araştırmak…
Sekter Psikanalist’lerin ve Diyalektik Materyalist’lerin çoğu bunları daha
okumadan reddedecek, bir de yazının ve benim aleyhimde bulunacaktır. Bunu çok
iyi biliyorum çünkü defalarca rica ettiğim “konuyu bilimsel platformlarda
efendice tartışma” tekliflerime gelen cevap hep “Psikanaliz’in savunulmaya
ihtiyacı yoktur” şeklinde oldu. Hâttâ telefonuma çıkmayan Psikanaliz
pîri(!) 30 senelik arkadaşlarım zuhur etti…
Bu sözlerin bizatihi dogmatizm olduğunu, söyleyenler göremiyordu.
Birtakım gruplar zâten “evrim devam ediyor” düsturuyla Diyalektik
Materyalizm’le Psikanaliz’i birleştirmek için uğraşıyorlar.
Böyle başka bir toplantıya da Bilim ve Ütopya Grubu’nun dâveti
üzerine konuşmacı olarak katılmış, evrimsel psikiyatriyi anlatmıştım. Arada Marx’ı ve Freud’u eleştirdiğim
için neredeyse kelimenin tam anlamıyla linç ediliyorduk karımla beraber;
üstelik başka bir büyük kabahatim de, “hep bir Tanrı’ya inandım” demem olmuştu.
Beyoğlu’ndaki Attilâ İlhan Salonu’ndaki arka kapıdan zor kaçtık!
İzmir’de de “Evrim Devam Ediyor” diye faâliyete geçmiş bir gençler grubunun
dâvetine memnuniyetle iştirak ettim ama daha ilk gün işin altında başka şeyler
olduğunu gördüm. Bunlar bal gibi keskin inançlı Komünistlerdi ve Atatürk’ü de
kendilerine mâl etmeye çalışıyorlardı (tıpkı Bilim ve Ütopya
Grubu gibi). Şimdilerde Libido ve Düşünbil diye
birer dergi de çıkararak Psikanaliz’le Diyalektik Materyalizm’i pazarlıyorlar.
Bu merkezî bir talimat mıdır ki, bütün kitabevlerinde fırından yeni çıkmış
Analiz ve Dinamik Psikoterapi kitapları dopdolu vaziyette?
Birkaç aydır aldığım onlarca kitabın hemen hepsi en son baskılarını yapmış
durumda.
Halk dinle afyonlanırken, entellijensiya da bunlarla uyutuluyor; çünkü
ikisi de temelde büyüsel düşünceyi kullanıyor!
Hâlen Türkiye’deki Psikanaliz Sekti’nin en faâl önderlerinden birisinin
doçentlik imtihanına girmiştim. Sorduğumuz ihtisas bitirme sınavı
seviyesindeki en basit şeyleri (meselâ “psikotik belirtileri olan Majör
Depresyon’u nasıl tedavi edersiniz”) dahi cevaplayamamıştı. Gene de iyi
niyetle neşriyattan (yayınlarından, onlar da kendi yazdığı monografilerden,
birkaç makaleden ibâretti ve ben buna rağmen epey destek çıkmıştım ve diğer
üyeleri de ikna etmiştim) geçirdik; giderken homur homur homurdanıyordu,
kendisine haksızlık yapıldığını söylüyordu. Son girişinde ite kaka doçent
yapmışlar! Beni gördüğünde ise selâm vermiyor; herhâlde “suçlu” olarak
beni ilân etmiş…
Ülkemizde her mânâda yaşanan kargaşa ve keşmekeş maâlesef bilime de
bulaşmış vaziyette; her tarafta kayıkçı kavgaları yapılıyor.
Şimdi sıkı durun:
Psikanaliz Öğrenmek İçin Gereken Mâliyet
Ve Süre
Psikanalitik tedavinin ABD’de bir Psikanaliz enstitüsünde bir Psikanalist
adayı ile seansı 10 Dolar’dan kıdemli bir eğitim analisti ile seansı 250
Dolar’a kadar değişebilen bir mâliyeti vardır.
Tedavinin süresi değişkendir. Kimi psikodinamik yaklaşımlar,
örneğin Kısa İlişkisel Terapi ve Kısa Süreli Psikodinamik Terapi tedaviyi 20-30
seans ile bitirir. Geleneksel Psikanaliz tedavisi daha uzun bir zaman alır,
yaklaşık 3-5 yıl. Tedavi süresinin uzunluğu hastanın ihtiyaçlarına göre
değişkenlik gösterir... İlâç endüstrisinin kârlarıyla
karşılaştırıldığında, hiç de aşağıda kalmayacak bir rant pazarıdır bu!
Eğitim
Psikanaliz’in tarihi boyunca az sayıda istisnalar dışında, birçok
Psikanaliz topluluğu üniversite zemininin dışında var olmuştur.
Psikanalitik eğitim çoğunlukla bir Psikanaliz enstitüsünde gerçekleşir ve
bu eğitim 4-10 yıl sürebilir. Bir psikanalistin eğitimi dersleri, hasta
tedavilerinde aldığı süpervizyonu ve 4 yıl veya daha fazla sürebilen kişisel
analizini kapsar.
Profesyonel Psikanaliz dünyâsında devam eden bir tartışma Psikanalitik
eğitime girecek olan adayların niteliklerinin neler olması gerektiğini
yönündeki kaygılardır. Freud, sosyal bilimlerden gelen ve
tıp eğitiminden gelmeyen adayların da hekimler kadar eğitime hazır olduklarına
inanmıştır.
Amerikan Psikanaliz Derneği, yakın bir zamana kadar Psikanaliz eğitimini
tıp doktorlarıyla sınırlamıştı. Geniş tartışmalar ve yasal
mücadelelerden sonra Psikanalitik eğitim diğer ruh sağlığı uzmanları, meselâ
psikologlar ve klinik sosyal çalışmacılar için açık hâle geldi. Hâlen
ABD’de, edebî çalışmalar veya felsefe gibi disiplinlerden gelen adaylar için
eğitim veren kısıtlı sayıda enstitü vardır. Öbür taraftan, Avrupa’daki ve Lâtin
Amerika’daki birçok enstitü formel (şeklî, biçimsel) klinik eğitim almayan
adayları programlarına kabûl etmektedir.
Yâni kim olursa olsun, hiçbir tahsili olmasa dahi, Psikanalist
olabilmektedir!
Evet, gördüğünüz gibi, Pandora’nın Kutusu açılmıştı ama
geride hep “umut” kaldı…
Dilerim bu makale her kesimden okuyucuda ve entellektüel dünyamızda iz
bırakan pencereler açar.
Ve dilerim ki yeni dogmatizmlerden korunmamızda bir nebze tesiri olur.
Sâdece Sigmund Freud’un, Melanie Klein’ın ve Wilhelm
Reich’in hayatlarını ve teorilerini uzun uzun ele alacağım (bu
makalede değil) çünkü konunun en dikkat çekici ve ilginç isimleri onlar. Jung’dan daha kısa bahsedeceğim.
Lacan’dan sâdece şimdi bahsedeceğim, gerisini merak
edenler Tura’nın (1989, 2010) kitaplarından okuyabilirler:
AYNA MERHALESİ (EVRESİ):
İlk olarak 1936’daki 14. Uluslararası Psikanaliz Kongresi’nde Fransız
Psikanalist Jacques-Marie Emile Lacantarafından ortaya atılan bir
Psikanaliz teorisidir. Bahsedilen teori hayatın ilk 6-18 aylık dönemindeki
psikolojik gelişim süreçlerini ele almaktadır. Bu dönemin öncesinde, çocuk
çevresindeki nesne ve bireylerden ayrı bir varlık olduğunu idrak etme düzeyine
henüz erişememiş bir ihtiyaçlar ve istekler bütünüdür ve şempanzelerle insanlar
arasında fark yoktur. Bu süreçte bebek, varlığının birbirinden ayrık algı ve
duyguların yardımıyla farkındadır; ancak bunların hiçbiri henüz bir “Ben”
bütününe oturmamıştır. Bebek kendisini bir bütüne hâline getirilmemiş, henüz
tamamlanmamış bir bulmaca gibi algılamaktadır. Ayna karşısında tutulduğunda ilk
olarak kendisini çevresinden ve en yakın hissettiği varlık olan annesinden
(veya yerini tutan birincil kişiden) ayrı bir bütün olarak görür. Ben
kavramının ilk ortaya çıktığı bu Birincil Süreç’te bebek kendisini aynadaki
görüntüsüyle özdeşleştirir ve kendisini ideâl, organik ve mükemmel olarak
hisseder.
Lacan, bebeğin içerisinde bulunduğu aynayla yüzleşmeden önceki zihinsel
süreci 0 olarak ifâde eder ve aynadaki görüntüyle özdeşleşen Ben kavramının
ardından bu değer 1’e ulaşır.
Lacan için bebeğin kendisini aynadaki Ben’le bir tutması bir illüzyondur
(yanılsama); çünkü aynadaki Ben sanal bir görüntüden fazlası değildir. “Aynaya
bakan Ben” ile “aynadaki Ben” aynı değildir; biri gerçek bir varlık diğeri ise
sanal bir görüntüdür. Kendiliği veya Ego’su bölünmüş, parçalara ayrılmıştır ve
bebek hiçbir zaman yaşadığı psikolojik süreçleri aynada algıladığı tek bir
fiziksel bütüne indirgemeyi başaramaz. İdeâl Ben idrakı aslında ulaşılamayacak
bir illüzyondur. Ego’nun veya Ben idrakinin bir yanılsamaya dayandığı gerçeği Ego’yu
bir kurgu ve illüzyon olma durumuna itmektedir. Bu epikritik dönemde insan
yavrusu şempanzeye büyük bir fark atarak, kendini tanır ve Kendilik duygusu
gelişir.
Lacan’ın bu görüşleri sonradan çok ciddi eleştirilere mâruz kalmıştır.
Bütün primatlar arasında, dünyâya gelirken gelişimi en az tamamlanmış olan
insandır. Şempanzelerdeki motor koordinasyon (hareketlerin düzenli ve düzgün
olarak yapılabilmesi) insanlara göre oldukça erken olgunlaşır.
Yâni insan yavrusunun aynaya bakıp, makûl ve mantıklı hareketlerde
bulunabilmesi için bir şempanzeden daha uzun zamana ihtiyacı vardır.
Dolayısıyla da bu Ayna Merhalesi keşfi aslında Psikanalitik değil, evrimsel
kodla alâkalı bir durumdur.
Nitekim aynı şey lisan gelişiminde de görülür. Lacan için önemli olduğu
için kısaca değineceğim.
Sağlıklı olarak gelişen bir çocukta, ilk anlaşılır kelimelerin ifâde
edilme yaşı 8’inci ilâ 18’inci aylar arasındadır. 18’inci aydan itibâren sesli
hârfler telâffuz edilmeye başlanır. 12 ilâ 24 aylık bir çocuk bir veya iki
kelimelik cümleler kurabilir. 24 aylık (2 yaşındaki) bir çocuğun kelime
dağarcığı yaklaşık üç yüze ulaşır. Bilişsel ve sosyal açıdan sağlıklı olduğu
hâlde, 24 ayını doldurmuş bir çocuğun kelime dağarcığı elli kelimenin
altındaysa, sözel ifâdeye dayalı lisan yeteneği geri olarak değerlendirilir. Bu
şekilde olup, kelimeleri cümlede birleştiremeyen çocuklar ilk aşamada “geç
konuşan çocuk” olarak değerlendirilir. 3 yaşına gelen bir çocuk
ise artık ortalama olarak 900 kelimeyi telâffuz edebilir. Belli başlı
sıfatları, zarfları ve şahıs zamirlerini kullanmaya başlar. Lisan, sosyal
etkileşim amacıyla kullanılmaya başlanır. Üç ilâ beş yaşlarında geçmişte
yaşanan olayların ifâde edilmesi ve bunların güncel olaylarla
ilişkilendirilmesi yapılabilir.
Okul öncesi dönemde ise lisan artık, mantık yürütme, sorun çözme, düşünce
ve eylemleri ifâde etmek amacıyla kullanılır hâle gelir. 4 yaşına kadar,
seslerin tamamı doğru telâffuz edilebilir hâle gelmelidir. Dilbilgisi
kurallarının temeli atılır. 6-7 yaşından itibaren semantik ve linguistik tam
olarak oturur. 7 yaşından itibâren lisanın hâkim olduğu bütün sesleri
çıkartabilme yeteneği yerleşir.
Bundan sonra eşlik eden telâffuz sorunlarında, Fonolojik Bozukluk teşhisi
koyulur. 2.5 ilâ 3 yaşları arasında düşünme hızı kelime hazinesinin üzerinde
olduğu için geçici bir dönem fizyolojik kekemelik ortaya
çıkabilir. Bu durumun birkaç ay içinde düzelmesi beklenir.
Dört yaşından sonra ısrar eden kekemelik belirtileri patolojiktir. Sağlıklı çocuk gelişimine ait özellikleri vurgulamamın sebebi, ailelerin
bâzen bilişsel ve sosyal açıdan sağlıklı olan çocuklarıyla ilgili olarak ilk üç
yaşta gereksiz yere paniklemeleri, bununla beraber bâzılarının da gerektiği
hâlde vurdumduymaz olmalarıdır.
Diğerleriyle ilgili bilgilere ulaşmak için ise yerli ve yabancı pek çok
eser var ama bahsettiğim Psikanalizm’in kurucusu olan kişilerin ısrarla
gizlenen ve teorilerini de etkileyen bâzı özelliklerini açıkladım.
Bunları ne kimseleri yermek, ne de övmek amacıyla yazdım.
Sâdece iyice mistifiye edilmeye başlanan bir konuyu iyice incelemek,
irdelemek ve anlamak, anlatmaktır amacım. Müsaadelerini alarak, Psikolog
Yavuz Ertenve Psikiyatr Saffet Murat Tura’ya yönelik
bâzı eleştirilere yer verdim (Yavuz’a aynı eleştiriyi daha
önce neşredilen kitabımda da [2011] yapmıştım; hiç de düşmanlık etmedi ve
Ulusal Aile Terapileri Kongresi’nde de birbirimizin konuşmalarını dinledik,
kucaklaşıp hasret giderdik; bu kitapta da aynı bölüme yer verdim). Bunlar bir
bilimsel tartışmada en normâl şeydir…
Buradaki bütün bilimsel varsayımlar, teoriler ve iddialar, tabii ki
benimkiler de dâhil, yanlışlanabilir hüsn-i zanlardan (goodwill suppositions)
ibârettir. Buna mukabil, kişilerin hayatları ve özellikleri hakkındaki bilgiler
literatürdeki bilgilerden derlenmiştir.
Freud’la başlayıp devam eden Psikanaliz akımının ne kadar bilimsellikten
uzak olduğu ama ne kadar da câzip bir Yeni Çağ dini olarak kitleleri arkasından
sürüklediği bir vâkıadır. Psikanalitik yöntemlerle iyileşen, salâh veya
şifa bulan hemen hiçbir gerçek hasta yoktur! Bilimselliğin hiçbir tanımına
uymayan ama büyüsel düşünce ve sübjektiviteyi sonuna kadar beslediği için, her
geçen gün yeni guruları da ortaya çıkan bir inanç sistemidir. Tıpkı diğer
dinler gibi, farklı mezheplerin mensupları da zamanla diğerlerini dışlar ve
düşman ilân eder hâle gelmiştir ve gelecektir…
Ayrıca, ciddi bir ekonomik pazar da oluşturmaktadır yukarıda anlattığım
gibi. Herkes birilerini analiz etmekte, bununla ilgili kurslara ve
sertifikasyon programlarına gidenler gittikçe artmaktadır.
Peki, yasaklasak mı şu Psikanaliz’i?
Bu ancak bir şaka olabilir. Çünkü her dinin kendi mürşitleri, müritleri ve
tâlipleri vardır.
Belki de en önemli nokta, bu işi yapanların denetim altına alınmaları
zaruretidir. Çünkü gerçekten hasta olup da psikiyatrik yardıma muhtaç olan nice
acı içerisindeki insanın tedavisiz kalması, zaman ve para kaybı, en önemlisi de
ümitlerinin tükenmesi, hâttâ intihar etmeleri mutlaka önlenmelidir.
Bu da, bir psikiyatr tarafından muayene edilmeyen hiçbir hastaya Psikanaliz
yapılmaması sınırlamasıyla kontrol altına alınabilir de…
Peki, zâten psikiyatr olup da gerçek hastalara bu yöntemi tatbik edenlere
ne olacaktır?
İşte, etik ve öz-denetim burada işin içine giriyor…
Herkesin başına bir vicdan polisi dikemezsiniz ki!
height":"300"}[/embed]
***
Sıgısmund Freud’un Ünlü Vak’alarının İçyüzü
KÜÇÜK HANS
Freud’un konsültanlığında babası tarafından analiz edilmiş (1909) beş
yaşında bir çocuktur. Hans’ın atlar
tarafından ısırılma veya yolda giderken yere düşeceğine dâir korkuları
mevcuttur. Bu durum, babası tarafından, annesine yönelik cinsel
arzuları sebebiyle babası tarafından kastre edilme korkusu olarak
yorumlanmıştır.
Freud bu vak’ayı kendi Oedipus Kompleksi teorisine bir delil olarak
sıklıkla ileri sürmüş, ancak Hans’ın kendisi dahi sonradan bu yoruma katılmamıştır.
Hans’ın anksiyetesine katkıda bulunan pek çok başka
sebebin mevcut olduğu son derece nettir: Semptomları ortaya çıkmadan önce
tonsillektomi operasyonu (bademcik ameliyatı) geçirmiştir ve o dönemde
cerrahlar böylesine bir operasyon geçirecek olan bir çocuğun duygusal
ihtiyaçlarına karşı hassasiyet göstermemektedir.
Gerçekte de Hans, pipisini ellediği takdirde onu kesmekle kendisini tehdit
etmekte olan annesinden daha fazla korkmaktadır. Annesi onu aynı zamanda
dayakla ve terk etme senaryolarıyla tehdit etmektedir.
Gerçekten de, bu analizden kısa süre sonra anne ve babası boşanır ve
annesini sâhiden de kaybeder. Freud ise bu durumu kendi
vak’a sunumunda ifâde etmemiştir. Bu vak’a, Oedipus Kompleksi’ni
desteklemekten ziyâde, Hans’ın korkuları daha çok tonsillektomi şeklinde bir
fiziksel zarar ve dövülme, terk edilme ve kastrasyon tehditleri ile ilgilidir.
Zâten bütün çocuk psikiyatrlarının bildiği gibi, bu yaşlarda sebepli
sebepsiz korkuların, fobilerin görülmesi mutattır.
DORA
Genç bir hanımdır. Freud onun semptomlarını, kendi babası ve karısı
babasıyla ilişki içinde olan yaşlı bir adama yönelik bilinçdışı Oedipal-cinsel
arzularının bir örneği olarak yorumlamıştır (1905). Freud’un izahına göre bütün
bu kişiler, kendi ihtiyaçlarını tatmin etmek üzere Dora’yı tuzağa düşürmüştür.
Yaşlı adam 13 yaşında iken onu iki kere sedükte etmiştir. Bu esnâda annesi
kendi temizlik kompulsiyonlarıyla meşgul olduğu için Dora’yı
koruyamamıştır. Gerçekte Dora’nın istediği şey kendi
Oedipal arzularının tatmin edilmesi değil, bütün bu yetişkinlerin kendisini
kullanmayı ve bu konuda yalan söylemesini engellemektir!
İsmi Meçhûl Bir Genç Kız
18 yaşında bir genç kız, babası tarafından, “sosyete hanımefendisi” veya
“koket” olarak tanımlanan yaşlı bir hanıma yönelik bağlılığı sebebiyle,
homoseksüalitesinin tedavisi için Freud’a getirilir. Babasının onları yolda
yürürken yakalaması ve kızgın şekilde bakması, kızda intihar teşebbüsüne yol
açmıştır.
Freud’un bu genç kızla çalışması tamamen kendisinin işine gelecek yorumlar
yapmak ve kişisel ihtirası ile ilgilidir ama bu arada, kızın yaşlı kadına olan
bağlılığını anne sevgisi arayışına bağlamakta da haklıdır. Zira annesi
kendi üç tâne oğluna aşırı şekilde düşkünken, kendi kızına ters davranmaktadır. Babası, Freud’un
nezdinde “değerli” ve “yumuşak kâlbli” bir insan olmakla beraber
homoseksüaliteye öfkelenmiş ve bu duruma şiddetle karşı çıkmıştır.
Freud bu ailevî dinamikleri açığa çıkardıkça, genç kadın terapiye olumu
cevap verir, bu analizin ona mutlu bir hayat sağlayacağına dâir umutlanır; Freud’u parental
bir figür olarak kabûllenir.
Ancak, Freud, olayı bu noktada bırakamaz. Kardeşleriyle olan rekabetini “penise imrenme” olarak yorumlar ve
kendisinin “gerçekte bir feminist olduğunu” ileri sürer. Hasta, bu
noktada geri çekilir. Pozitif rûyaları kaybolur. Freud, bu çok
kritik noktada onu “yalancı ve dirençli biri” olarak karakterize edip, tedaviye
âniden son verir!
Kurt Adam
“Wolfman” zengin bir Rus âileden gelen ciddi ruhsal sorunları
olan genç bir adamdır. Gerçekle bağlantısı zayıf, hipokondriyak ve depresif
belirtileri olan, hayatının hemen hemen her alanında işlevsellikte sorun
yaşayan bir insandır (1918). Çocukluğunda, ağaçta oturmakta olan kurtların
kendisini yiyeceğine dâir korkuları barındıran rûyaları sebebiyle “Kurtadam”
rumuzuyla anılmaktadır. Bu vak’ayla ilgili olarak, Freud,
çocukların bir buçuk yaşındayken kendi ebeveynini anal birleşme esnasında
yakaladıktan sonra gece korkuları yaşayacağına dâir bir makale yazmıştır.
Bundan hareketle, Freud, “ilk sahneye tanık olmanın” olumsuz
etkilerine dâir teorisini geliştirir, hastasının semptomlarının çoğunu
“infantil seksüalite” ile açıklama çabasına girer.
Hâlbuki hastanın kendi bakış açısı da dâhil, sonraki birçok hikâye, bu
spekülasyonların geçerliliğinin mümkün olmadığına işaret etmiştir. Hastanın yoğun psikiyatrik bozukluğunu doğrudan izah edebilecek başka
delil mevcuttur. Rûyaları gördüğü dönemde sıtma hastalığından
mustariptir. Korkuları bu hastalıkla ilgili olan ateşli hâli nedeniyle
ortaya çıkmış olabilir.
Babası da gerçek anlamda hayatında olmayan bir kişidir. Annesi ise çocuğuna
yakın olamayan depresif bir insandır. Değişken nitelikteki bakıcılar tarafından
yetiştirilmiştir. Büyük ablası onunla ilgilenmiş olmakla beraber eziyet de
etmiş olup, yetişkin olmasından kısa süre önce intihar etmiştir.
Freud, Kurtadam’ı inatçı bir bebek olarak
görmüş, “infantil nöroz” hakkındaki yorumlarını kabûl ettirmek için onu
zorlamış ve kandırmış, ilişkilerini sonlandırma tehdidiyle son bir tarih
belirledikten sonra onu bu yorumlarının doğru olduğuna dâir itaat ettirmiştir.
Bu, Freud’un, hastalarının kendisini, yâni onlar için çok
önemli hâle gelmiş olan bir insanı kaybetme tehdidinden ne kadar
etkilendiklerinin farkında olmamasının bir örneğidir.
0","height":"300"}[/embed]
Sıçan Adam
Sıçan Adam’a (Ratman), âşık
olduğu kadına ve ölmüş babasına yönelik sıçanlarla ilgili sadistik bir işkence
uygulanacağına dair obsesif bir düşüncesi olduğu için bu isim verilmiştir
(1909). Bu fikri bir seri kompulsif ritüeli, kelime oyunları ve dualarla
engellemeye çalışmıştır. Bu sebeple psikanaliz yapması için Freud’a müracaat
eder.
Freud, kendisinin bütün kitaplarını okumuş olup, tedaviye riayet eden bu
adamı pek sevmiştir. Beraberce, söz konusu olan karmaşık obsesyonların ve
kompusiyonların anlamını çözmeye çalışırlar; Freud’un özellikle iyi olduğu ve
keyif aldığı fikir ve kelimeler üzerinde dururlar. Freud,
oğlunun hayatını ciddi şekilde kontrol etmekte olan hastanın annesini âcilen
devre dışı bırakır.
Aynı zamanda etkileyici yeteneğiyle, oğlunu 3 yaş gibi küçük bir yaştayken
dövmüş olan “askerî tavırlı” babanın hasta üzerindeki tesirinin de üzerinde hiç
durmaz. Hastanın kendisinden altı yaş büyük olan ablasına çok yakın olduğunu,
beraberce cinsel oyun oynadıklarını, ablasının bundan sonra hastalanıp öldüğünü
bildirmiş, cinsel itkilerine kapıldığı takdirde ne olacağı korkusuna
dehşetengiz bir gerçeklik payı vermiştir.
Bâzı Kaynaklar
Breger L (2012) Freud: Darkness and Vision. Psychodynamic
Psychiatry;40(2):211-242.
Doksat MK (2011) Neden Psikanaliz? Bireyi ve Evreni Anlamaya Yönelik
Mütevâzı Teşebbüsler. İstanbul: Sokak Kedisi, Omnia.
Doksat MK (2007) Evrimsel Psikiyatri. Psikiyatri Temel Kitabı. Köroğlu E,
Güleç C, editörler. Ankara: HBY Basım Yayın, 733-752.
Doksat MK (2008) Evrimsel Psikiyatri. Prof. Dr. Ayhan Songar II. Davranış
Fizyolojisi Sempozyum Kitabı. Uğur M, Balcıoğlu İ, editörler. İÜ Cerrahpaşa Tıp
Fakültesi Sürekli Tıp Eğitimi Etkinlikleri. Sempozyum Dizisi No: 66, 111-153.
Feist J, Feist JF (2002) Theories of Personality, 5th Edition.
New York: McGraw-Hill Higher Education.
Fisher S, Greenberg RP (1996) Freud Scientifically Reappraised: Testing the
Theories and Therapy. New York: John Wiley.
Fisher S, Greenberg RP (1977) The Scientific Credibility of Freud’s
Theories and Therapy. New York: Basic Books.
Fisher S (1985) The Scientific Credibility of Freud’s Theories and Therapy.
Columbia University Press.
Forrester J (2000) Freud Savaşları, Psikanaliz ve Tutkuları. Atalay H,
tercüme eden. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Freud A (1986) Ego Savunma Mekanizmaları. Erim Y, tercüme eden. İstanbul:
Bağlam Yayınları.
Freud S (1996) Düşlerin Yorumu, II. Cilt. Kapkın E, tercüme eden. İstanbul:
Payel.
Freud S (1996) Olgu Öyküleri, II. Cilt. Eğrilmez A, tercüme eden. İstanbul:
Payel.
Freud S (1998) Olgu Öyküleri, I. Cilt. Kapkın E, tercüme eden. İstanbul:
Payel.
Freud S (2001) Düşlerin Yorumu, I. Cilt. Kapkın E, tercüme eden. İstanbul:
Payel.
Freud S (2002) Totem ve Tabu. Sel KS, tercüme eden. İstanbul: Sosyal.
Gellner E (1985) The Psychoanalytic Movement: The Cunning of Unreason. A
critical view of Freudian theory. London: Paladin.
Gençtan E (1989) Çağdaş Yaşam ve Normaldışı Davranışlar. İstanbul: Remzi
Kitabevi.
Gençtan E (1990) Psikanaliz ve Sonrası, 4. Basım. Büyük Fikir Ki¬tapları
Dizisi: 84, İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları.
Gerald DC, John NM (Dağ İ, editör) (2004) Anormal Psikolojisi. Türk
Psikologlar Derneği Yayınları: Ankara.
Gerevich J. Binarisms, regressive outcomes and biases in the drug policy
interventions: a theoretical approach. Subst Use Misuse; 2005;40(4):451-72.
Gilman SL (1994) The Case of Sigmund Freud – Medicine and Identity at the
Fin de Siècle. Baltimore: The Johns Hopkins University Paperbacks Edition.
Grünbaum A. Is Freudian Psychoanalytic Theory Pseudo-Scientific by Karl
Popper’s Criterion of Demarcation? American Philosophical Quarterly 1979;16,Ap
79:131-141.
Grünbaum A (1985) The Foundations of Psychoanalysis: A Philosophical
Critique.California: University of California Press.
Grosskurth P (1985) Melanie Klein: Her World and
Her Work. Hodder and Staughton.
Guntrip H (2003) Şizoid Görüngü, Nesne İlişkileri ve Kendilik. Babacan İ,
tercüme eden. İstanbul: Metis Yayınları.
Harris M (1994) Yamyamlar ve Krallar, Kültürlerin Kökenleri (Cannibals and
Kings, The Origin of Cultures). Gümüş MF, tercüme eden. İstanbul: İmge
Kitabevi.
Gülenç K, Kulak Ö (2012) Marx’ın Hayalleri. Marksist Düşüncede Diyalektik
Bir Yolculuk. İstanbul: Kalkedon Yayınları.
Jones E (2003) Freud Hayatı ve Eserleri. Kapkın E, Kapkın AT, tercüme
edenler. İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
Kaslow FW (editor) (2002) Comprehensive Handbook of Psychotherapy. New
York: John Wiley & Sons, Inc.
McGuire W (ed) (1979) The Freud/Jung Letters – The Correspondence between
Sigmund Freud and CG Jung. Manheim R, Hull RFC, translators. England: Penguin
Books.
Osborn R (tarih belirsiz) Marksizm ve Psikanaliz. Maden S, tercüme eden.
İstanbul: Günebakan Yayınları.
Sadock BJ, Sadock VA, Ruiz P (editors) (2009) Kaplan & Haddok’s
Comprehensive Textbook of Psychiatry, Ninth Edition. Philadelphia, PA:
Lippincot Williams & Wilkins.
Storr A (2001) Öteki Peygamberler. Day A, tercüme eden. İstanbul: Okuyanus
Yayın.
Tura SM (1989) Freud’dan Lacan’a Psikanaliz. İstanbul: Ayrıntı Yayınevi.
Tura SM (2005) Günümüzde Psikoterapi. İstanbul: Metis Yayınları.
Tura SM (2010) Freud’dan Lacan’a Psikanaliz, Dördüncü Baskı. İstanbul:
Kanat Kitap.
Allah Bana
Âşık Diyen Bir Kadın
Çok uzun
seneler önce görmüştüm onu. En fazla 40 küsur yaşındaydı ama aşırı sigara ve
muhtemelen uyuşturucudan dolayı tırnakları sararmıştı. Hepsini de kanatırcasına
yiyordu (onikofaji). Bunlar ilk izlenimlerimdi.
***
Muayenehaneye
tek başına gelmişti, hiçbir refakatçisi veya yakını da yoktu. Ellerinde hiç
durmayan, engel olamadığı bir titreme (tremor) mevcuttu ve başını da,
elinde olmaksızın, sağa sola büküp sallanıyordu (koreiform hareketler).
***
Gözlerine
baktığımda sanki ölü balık gibi bir ifade görmüştüm (duygulanım
küntlüğü); göz temasından âdeta korkuyor ve bacaklarının ikisi de sürekli
olarak hareket ediyordu (akatizi). Daha sonra öğrendim ki, Norodol
Decaonat 50 mgkalçadan yapmışlar).
***
“Hoş
geldiniz” dediğimde elimi ancak ucundan sıktı (Mayer Gross’un tanımladığı
ikircikli hâl: ambivalans).Öyküsünü almaya başladığımda sesi epey
titrekti ve isminin Nadya olduğunu söyledi.
***
“Sanırım
din hanenize Yahudi diye yazacağım, çünkü bu isim Eski Ahit’ten – İncil’den
geliyor, değil mi” diye sormak gafletinde bulundum. Derhal sinirlenerek
ayağa fırladı (acting out) ve “tepemi attırmayın, size de O’na
yaptığımın aynını uygularım” dedi!
***
Şaşkınlığımı
hemen denetim altına aldım ve “siz buyurun anlatın, ben hiç lâfınızı
kesmeden dinler, sonra tekrar araya girerim” dedim ve onu çok iyi
anladığımı ifade edecek şekilde gülümsedim (empati).
***
Bu arada,
sık sık esrar (kannaboid) ve içki (bilhassa
günde birkaç şişeyi aşan miktarda rakı) ve günde 2 paket sigara (içinde
4000’den fazla kanser yapıcı madde olan yasal zehir) içtiğini öğrendim.
***
Özgeçmişinde erken
doğmuş hiç evlenmemiş ama –sonlara doğru ifşa etti- babası ve amcası kendisine 7-8
yaşlarındayken pek çok kere tecavüz etmişler (travma).
***
Adam’s
Family filmindeki kadın (anne) karakterine çok benziyordu.
Başladı
anlatmaya:
-Doktor
Bey, tam 17 yaşında idim, Tanrı’yı gördüm ve benimle
oynaşmak, oramı buramı mıncıklamak istedi ve sesinden de şehvet akıyordu. Çok
asabileştim ve ona hiç yüz vermedim!
***
-Nasıl
olabiliyor bu, anlatabilir misiniz?
-Nasıl
birisiydi bu Tanrı? (hastanın hezeyanını kullanarak yaklaşmak).
-Çok basit
bana, tacizde bulunmaya kalktı, ben de ona hiçbir alamda vermedim.
Yani yatağıma da sokmadım!
***
-Sakallı,
iri yarı ve kafasında da bir hâle vardı (bizzare yanılsama veya
kültürel açıdan etkilenerek ortaya çıkan hallüsinasyon ve antropomorfizm).
***
-Sizi çok
iyi anlıyorum… Biraz da annenizden bahseder misiniz?
***
-Annem
ben doğmadan önce vefat etmiş. Tıpkı Muhammed gibiyim
(tam absürdite ve kondansasyon, saçma
özdeşim kurma). Merhumenin adı da Amine’ymiş, öyle
dediler (falsifikasyon: yakıştırarak uydurma).
***
-İlginç,
siz hiç Muhammed’i gördünüz mü?
-Hem de kaç
kere (absürd hallüsinasyon) (Şia’nın ve birtakım İslam dışı
kişilerin Muhammed’in resmini yaptığı bilinir ama hiç
böyle bir şey görmemiş tabii ki).
***
-Sakallı
ama çift cinsiyetliydi.
-Yani hermafrodit miydi?
-Öyle gibi
(hezeyana bağlı hatalı değerlendirme).
-Şöyle
sorayım… Tanrı, hem erkek hem de dişi olabilir mi?
-Ben
emrettim oldu çünkü aynı zamanda ben O’yum ve adım da İsa (Fregoli
Sendromu); değiştirmişler beni zebaniler…
-Anlıyorum. Bana
gelme sebebinizi bir anlayalım beraberce…
-Kerem
Bey, babanızdan kalma bir Parapsikoloji ve Hipnozla sağaltım
yeteneğiniz varmış.
***
-Ne,
anlamadım?
-Tedavi işte…
-Evet, daha
da anladım şimdi… Bu yeni “sözcüklüklere” alışamadım.
-Beni
hipnozla geçmiş yaşamlarıma götürmenizi ve kaç enkarnasyonum olduğunu
anlamamı sağlamamanızı rica ediyorum.
-Hımm… Hani
siz madem Tanrı’sınız her şeye gücünüz yetmez mi? Bana ne
ihtiyacınız var?
Durakladı
ve kahkaha attı (ironi morbid).
-Sıkıyorsa
uyutun beni. Bakalım başarabilecek misiniz?
-Şöyle
yapsak… Huzursuz ve gerginsiniz, size birkaç ilaç versem ve
toparlansanız, sonra hipnoza başlasam? Ne de olsa Tanrı’yı uyutmak güç,
değil mi?
Bu çifte
açmazım (double bind) işe yaradı.
-Peki,
buyurun…
***
Hemen 2
Ampul Biperiden 4 mg. (Akineton) yaptım sekreterin yanında… Çünkü
kolaylıkla kötülük görme (perseküsyon) hezeyanı gelişebilirdi.
***
Derhal
rahatladı ve koltuğa uzanmaya hazır olduğunu söyledi.
Kendisine hipnoz uygulamaya
başladım ama eski hayatlarına dönmesi için değil, travmalarını boşatmak
amacıyla (katarsis).
***
Teşhisim
tabii ki Paranoid Şizofreni idi ama amacım hipnoz yaparak onun
bilinçdışındaki nahoş anılarına ulaşmaktı.
***
Böyle bir
hastadan beklemeyecek kadar hızla transa girdi ve tacizleri anlatırken de
tam dissosiyasyona (ruhsal çözülme) girdi.
***
Meğer
travma birkaç tane değil, çok daha fazlaymış. Mahalledeki imam da
aynı şeyleri yapmış; bunun yanı sıra da göbeğine Arapça bir şeyler yazıp, bu
sayede çok rahatlayacağını söylüyormuş. Üstelik hepsinde de orgazm yaşamış.
***
Durmadan
yeni şeyler hatırlamaya ve anlatmaya başlayınca, süre de daraldığından, seansı
“çok rahat ve huzurlu bir ormandasınız, uyandıktan sonra da kendinizi
mükemmel derecede iyi hissedeceksiniz” dedim (telkin).
***
Hıçkırarak
ağlar vaziyette uyandı ve “artık her şeyi hatırlıyorum” dedi (abreaksiyon).
“Şimdi şu
ilaçları kullanmanızı rica ediyorum” diyerek ağızdan Akineton 3x1
(biperiden 2mg) Tablet, C Vitamini 1000 mg ve Abilify
10 mg (aripiprazol: bir dopamin ayarlayıcısı, antipsikotik ve antidepresan) yazdım.
***
Reçeteye
şöyle bir baktı ve gözleri yaşlı bir şekilde bana baktı, üzgündü!
-Bana
deli gözüyle baktığınızı biliyorum, saygı da duyuyorum ama bunları kullanmayı
düşünmüyorum. Gene de belki ileride gelirim” dedi.
Derin bir
nefes aldı ve ayağa kalktı, sonra da şöyle bir nazar etti ve derin bir nefes
aldı.
***
“Belki
gelirim, belki de gelmem diye cevap verdi” (ambivalans).
Sonra
usulca yerinden kalktı.
Elimin
ucundan tutarken de gözlerini aşağı çevirmişti (hüzün ve
antikolinerjik etki).
***
“Müsaadenizi
rica ediyorum” dedi.
Ayağa
kalktım ve kapıya kadar eşlik ettim.
Ne mi oldu?
Belki bir
gün gelir diye bekliyorum.
Mehmet
Kerem Doksat – Tarabya - 12 Ekim 2015 Pazartesi
Cinsel
Sapmalar
Bâzı Temel Kavramlar
"Sex, sexuality" kelimelerinin tam karşılığı "eşey:
tenasüliyettir; "gender" ise "cinsel(lik),
cinsiyet anlamına gelir. Günlük jargonda ise cinsel ve cinsellik
terimleri sıklıkla hem "sexual hem de "gender karşılığı olarak
kullanılmaktadır (tıpkı araz teriminin -yanlış olarak-
hem symptom hem de sign karşılığında
kullanıldığı gibi). Bir insanın cinsel hayatını bilimsel perspektifle
anlayabilmek için belli temel kavramların, doğru terimlerle de ifâde edilerek,
iyi bilinmesi gerekmektedir. Cinsel işlevler ve onların ârızalarıyla (cinsel
işlev bozuklukları), cinsel davranış ve yönelim bozukluklarını (cinsel
sapmalar) birbirine karıştırmamak gerekir. Cinsel işlevler normâl,
sağlıklı bir cinsel hayat için gerekli olan bedensel ve psişik
faâliyettir: Dürtü (drive), uyarılma(tahrik olma:
erkeklerde ereksiyon ve prostatik salgıların gelmesi, kadında da klitoral
ereksiyon ve ıslanma), plato (ön sevişme, arzunun
sürmesi), orgazm (erkekte ejakülasyonla karakterizedir)
ve sönme (rezolüsyon, heyecanın dinginleşmesi) safhalarından
oluşur. Bu faâliyetle ilgili bozukluk ve aksamalar ayrı bir konudur ve bu
bölümde anlatılmayacaktır.
Kimlik (hüviyyet, identity) kavramı seksolojide belli açılımlara ayrılarak
incelenir:
1. Eşeysel Kimlik (Sexual Identity, Tenâsülî Hüviyyet): Kişinin genotipik etkilerin de sonucunda, fenotipik yâni biyolojik açıdan
hangi cinsiyete âit olduğunu ifâde eder. Normâl bir erkeğin XY kromozomları,
testisleri, penisi, yetişkinlikte erkeklere özgü kıllanma şekli ve
adale-iskelet sistemi vardır. Normâl bir kadının da yumurtalıkları, vajinası,
klitorisi, yetişkinlikte kadın tipi memeleri, kıllanması ve adale-iskelet
sistemi vardır.
Bâzı kromozom anomalileri ve hastalıklar eşeysel kimliği bozar: Turner
sendromu (X0 kromozom defekti), yalancı ve gerçek hermafroditizm, çeşitli
kromozom anomalileri (XXX, XYY, XXY gibi; Y0 hayatla kaabil-i telif değildir),
androjen duyarsızlığı sendromu (eski ismiyle "testiküler feminizasyon),
Reifenstein sendromu (tam olmayan androjen duyarsızlığı sendromu), testesteron
senteziyle ilgili enzim defektleri (msl. 5-alfa redüktaz eksikliği) bunlar
arasında sayılır. Hermafroditizm her iki cinsiyete de özgü özelliklerin aynı
bireyde bulunması durumudur.
Yalancı hermafroditizmde genetik açıdan da, fenotipik
açıdan da cinsiyet bellidir ama genital organların şekillenmesinde bir ârıza
meydana gelerek, meselâ, normâl erkek organlarının yanı sıra, aksesuar-rudimanter
bir vajina gelişmiştir. Gerçek hermafroditizm ise çok ender
rastlanan bir durumdur, her iki cinsiyete âit organların da tam teşekkülü söz
konusudur ve bu klinik tabloya genetik mozaiklik de refakat edebilir (XY-XX
mozaiği gibi) ama ekserisi 46XX karyotipine sâhiptir. Her hâlükârda, böyle
vak'aların en kısa zaman içerisinde tıbbî değerlendirilmelerinin yapılıp,
cerrahî müdahaleyle en uygun düştükleri eşeysel kimliğe kavuşturulmaları
gerekir. Aksi takdirde, yaş ilerledikçe, ciddi psikososyal intibak sorunları
yaşarlar.
Turner sendromlu (46X0 karyotipi) çocuklar çocuksu,
küçük kız görünümlerini korurlar ve genellikle rudimanter bir vajinaları
vardır; kız olarak yetiştirilmeleri en uygunudur.
Androjen duyarsızlığı sendromu (testiküler feminizasyon) vakaları ise ciddi psikosoyal, hâttâ psikolegal sorun oluştururlar.
Bunlarda testisler fibrotik bantlar hâlinde batında veya inguinal kanalda
bulunur; genital organlar hâriçten bakıldığında normâldir ama muayenede
vajinanın tam gelişmediği ve kör bir sona sâhip olduğu, uterusun veya fallop
tüplerinin olmadığı tesbit edilir. Primer amenore en önemli ipucudur.
Evlendirildikten sonra, çocuğu olmadığı için muayeneye götürüldüğünde teşhis
edilen pek çok vak'a vardır. Cinsel yönelimleri genellikle normâl kadınlarınki
gibidir. Reifenstein sendromunda (tam olmayan androjen
duyarsızlığı sendromu) testisler çok küçüktür, hipospadias ve jinekomasti
vardır. 5-alfa redüktaz enzimi eksikliğinde ise genital yapılanmada
belirsizlik, kız gibi yetiştirilme ama ergenlik döneminde virilizasyon
görülmesi tipiktir (bu sendromun form fruste, çok daha hafif
şekillerinin hemcinsselliğin ortaya çıkmasında rolü
olabileceği düşünülmektedir). Kromozom mozaisizmini de
katarsak, bu gruptaki bozukluklar başlıca erkek yalancı hermafroditizmi
sebeplerini oluştururlar.
Dişi yalancı hermafroditizmine yol açan durumlarda ise dişi
karyotipine eşlik eden belirsiz veya eril genitaller tipiktir. Konjenital
adrenal hiperplazi en sık rastlananıdır. Muhtelif otozomal resesif
enzim defektlerince ortaya çıkabilir. ACTH fazlalığı ve adrenal hiperplazi
tipiktir. Bunlarda çocukken "erkek Fatmalık davranışı, yetişkinlikte de
biseksüel veya hemcinssel fanteziler veya yönelimler sıktır. Benzer
tablolara androjen salgılayan tümörlerde ve gebelikte
annenin androjen kullanmasıdurumlarında da rastlıyoruz.
2. Çekirdek cinsel kimlik (core gender identity), eşeysel kimliği ne olursa olsun, kişinin kendisini hangi cinsiyete âit
olarak hissettiğidir. İki üç yaş civarında (fallik dönem başları, aşağıya
bakınız) kesinlik kazanır.
3. Cinsel rol kimliği veya cinsel rol davranışı
(gender rol identity / behavior) ise, yetiştirilme ve kültürün de
etkisiyle, çocuğun hangi cinsiyetin davranışlarını sergilemeyi tercih ettiği
anlamına gelir -ki, beş yaş civarında kesinleşir. Bu iç içe temel kimlik
hissindeki sapmalar Cinsel Kimlik Bozuklukları'na, transseksüalizme varan
patolojilere yol açar.
4. Cinsel yönelim veya cinsel tercih(sexual
orientation / preference) ise cinsel haz ve tatmin nesnesi olarak
neyin tercih edildiğidir. Cinsel yönelimin netleşmesinde hür iradenin rolü çok
tartışmalı olduğu için, "tercih terimi pek doğru kabûl
edilmemekte ama popüler yayınlarda çok kullanılmaktadır. Hemcinssellik(eşcinsellik:
homosexuality), parafililer bu kavrama âit sapmalardır.
Ortaya çıkmalarında natürel (doğuştan getirilen, doğal), nurtürel (eğitimle,
terbiyeyle sonradan kazanılan) ve kültürel (bu da nurtürün bir
parçasıdır ama görgünün oluşmasında özel rolü vardır) pek çok
faktör rol alır.
Bu noktada, Psikanalitik teoriden ve fallik
dönemden kısaca bahsetmek gerekiyor. 3 yaştan 5/6 yaşa kadar ilgi ve
haz odağı cinsel organlar (erkeklerde penis, kızlarda klitoris) hâline gelir ve
bu yüzden FALLİK DÖNEM (phallus: erkeklik organının
sembolizmi) adı verilir. Çocuksu mastürbasyon ve cinsel organlarıyla oynama
davranışlarına bu dönemde sık rastlanır, aşırıya kaçmadıkça müdahale
etmemelidir. Eğer patolojik düzeyde ise, kural olarak anne-çocuk ilişkisinde
ciddi çatışmaların mevcudiyetinden ve sevgi eksikliğinden şüphelenmek gerekir.
Ayrılma ve bireyleşme süreci çoktan tamamlandığı için, çocuğun libidosunu
yatıracağı sevgi nesneleri aranır. Başlarda doğrudan
oto-erotik vasıflı olan zihinsel uğraşı, zamanla en yakın ve kolay ulaşılır
sevgi nesneleri olan anne ve/veya babaya yönelir -ki, bunun sonucunda, aşağıda
bahsedeceğimiz, 3/5 yaş civarında Oedipus kompleksi yaşanır.
Freud, bilmeden öz annesiyle evlenip sonradan intihar
eden Kral Oedipus'un hikâyesinin anlatıldığı meşhur
tragedyadan ilhamla, bu döneme bu ismi vermiştir. Bu safhada kız çocuğunda
babaya, oğlan çocuğunda da anneye karşı çocuksu bir aşk yaşanır. Çocuk,
gelişmekte olan süperegosunun baskısıyla bu duygularından dolayı suçluluk
duyar; erkek çocuklar babalarının kendilerini cezalandırmak için penislerini
kesip iğdiş edeceğinden korkar (kastrasyon anksiyetesi), kızlar ise
zaten böyle bir muameleye tâbi tutuldukları için penislerinin olmadığını
düşünerek ve oğlanlara özenerek bir penise imrenme ve ona haset etme
(penis envy) hissederler. Eğer iyi bir yaklaşımla çocuğun bu dönemi
travmatize olmaksızın atlatması başarılırsa, kız çocuk anneyle, erkek çocuk da
babayla özdeşleşir ve onu benimser (identification: Bu
kelimenin karşılığı olarak çeşitli eserlerde özdeşleşme, özdeşim kurma,
özdeşleşim gibi terimlerin kullanıldığını görüyoruz. Son iki tânesi Türkçe olarak
hatalı; tek başına özdeşleşme terimi ise, identification kelimesinin taşıdığı
anlamı tam veremiyor. Bu sebeple, identification karşılığı
olarak "özdeşleşme ve benimseme veya "özdeşleşme-benimseme şeklinde
iki kelimelik bir tamlamanın kullanılmasının daha doğru
olacağı düşünülebilir)ve ödipal düşünceler bilinçdışına atılır ama bir yere
kaybolmazlar ve "zamanlarını beklerler. Burada, psikanalitik teoride de,
tıpkı doğa bilimlerde olduğu gibi, bir enerjinin korunumu prensibi olduğunu
görürüz. Yâni hiç bir şey yoktan var olmadığı gibi (nedensellik ve determinizm
[gerekircilik] prensipleri), bir yere de kaybolmamakta, yer ve/veya şekil
değiştirerek muhafaza edilmektedir. Ödipal karmaşanın aşılması için erkek
çocuğun annesine yaptığı kateksisin (duygusal yatırımın) geri
alınması gerekmektedir; bu da ya babayla ya da anneyle özdeşleşme-onları
benimseme yoluyla olur. Freudienperspektifle bakıldığında,
çocuk özdeşleşme-benimsemesini mutlak bir ebeveynle değil, "daha ziyâde
bir tanesiyle gerçekleştirir. Eğer erkek çocuk dominan (baskın) olarak babayla,
kız çocuk da anneyle özdeşleşip-benimserse sorun olmaz ama psikanalitik
anlamda, mutlak erkek veya mutlak kadın yoktur. Hepimizin içerisinde öbür
cinsiyetle bir miktar özdeşleşme-benimseme ve biseksüalite yatar. Bir erkek
çocuğun babasına karşı saldırganca bir hareketini analiz ederken, bunu sırf
annesine karşı duyduğu âşıkâne hislerle değil, derinlerinde taşıdığı dişilik
eğiliminin (disposition) etkisiyle babasına karşı dişil (feminen) bir
tepkigöstermenin de söz konusu olabileceği akla gelmelidir. Bâzen içindeki
bu dişil tepkisellik babaya değil anneye yönelebilir,
buna negatif Oedipus kompleksi denir. Hepimizin
potansiyel biseksüeller olduğu fikri çeşitli kaynaklardan hücumlara
mâruz kalmıştır ama "içimizdeki karşı cins kavramıyla ilgili olarak, en
azından, biyolojik açıdan kesin birkaç husus söz konusudur: Her iki cinsiyette
de diğerinin hormonları, şekilsel ve işlevsel karakterleri var. Meselâ erkekte
de, kadında da cinsel arzunun tetikleyicisi erkeklik hormonlarıdır, klitoris
âdeta bir mikropenis gibidir vs. Jung'unarketiplerinin en
önemlilerinden ikisi de içimizdeki erkek ve kadındır (anima ve animus).
Babaların oğullarıyla yaşadıkları, benzer dinamiklerle ama tersine işleyen bir
süreç de Tersine Oedipus Kompleksi adını alır. Burada bir
nev'i enfantisid(infanticide: bebek öldürme) veya filisid(filicide:
çocuk öldürme) söz konusudur. Psikanalitik düşünüşe göre, bu eğilimin
altında babanın kendisinin çözememiş olduğu ödipal takıntıları yatmaktadır.
Sâdece korsanlıkla geçinen Fenikeliler'in, Kartacalılar'ın âyinlerle
toplu filisidler yaptıkları, Kadim Sparta'da sakat veya zayıf
çocukların ölüme terk edildikleri, Câhiliye Devri Arapları'nın özellikle
kız çocuklarını diri diri kuma gömerek katlettikleri tarihî birer olgudur.
İnsanlık tarihi boyunca pek çok kültürde bebeklerin, çocukların, bâzen de ergen
bâkirelerin "tanrılara kurban edildiklerini biliyoruz. Daha sonra, bu
arketipal diyebileceğimiz eğilim, Yahudi mitolojisine Abraham'ın oğlunu
Yehova için kurban etmeye hazır olması efsânesiyle ifâdesini bulmuştur.
İslâm'da da Hz. İbrahim adıyla peygamber olarak kabûl edilen
bu efsanevî-tarihî şahsın tam oğlunu Allah için kesecekken, onun yerine
gönderilen koçun yavrucağın yerine kurban edilmesi hâdisesi ile bu sacrification konusuna
bir nokta koyulmuştur. Recep Doksat, harplere sebep olan,
milyonlarca gencin ve masum insanın ölmesinde karar verici rolü üstlenen
militer ve çoğu da psikiyatrik açıdan bozuk pek çok tarihî liderin ya baba
olmadıklarına ya da çok problemli kişiler olduklarına dikkat çekerek, bu
davranışın altında yatan, yukarda bahsettiğimiz "tersine Oedipus Kompleksi
terimi yerine Hz. İbrâhim kompleksi terimini teklif etmişti.
Bu noktadan hareketle, babalığı tatmamış veya yoğun ödipal sorunları olan
liderlerin daha kolay savaş kararı verebilecekleri öngörülebilir.
Görüldüğü gibi, özdeşleşme-benimseme ak-kara, %100
matematik bir denklem gibi değildir. Bu süreç içerisinde kız çocuk babasının
belli bir yönüyle, annesinin başka taraflarıyla özdeşleşip benimseyebilir veya
tersi de görülebilir. Özellikle tuttuğunu koparan, öfkeli, saldırganca
karakterler taşıyan ama bunun dışında hiç bir cinsel sapmanın veya bozukluğun
söz konusu olmadığı kadınların ruhsal tahlilleri dikkatli bir şekilde
yapıldığında, hem sevip hem de kızdıkları (yâni ambivalan oldukları),
benzer özelliklere sâhip bir babalarının olduğunu keşfedersiniz. İçe
attıkları (introjection) bu sevgi nesnesinin kuvvetli, muktedir ve de
ürkütücü tarafıyla özdeşleşmişler (saldırganla özdeşleşme-benimseme:
identification with the aggressor), annelerinin ise müşfik, sevecen
özelliklerini benimsemişlerdir. İçinde bulundukları durumun ve ilişkinin
şartlarının gerektirdiği şekilde bu örgütlenmenin bir kısmı kendini gösterir.
Cinsel ve duygusal hayatında son derecede "dişil ve verici, yumuşak olup
da, işte etrafına kan kusturan pek çok kadın mevcuttur. Erkeklerden benzer
tipik bir örnek de Türkçemiz'de kılıbık diye vasıflandırılan
tiplerdir; meslekî ve toplumsal hayatta birer canavarken, karılarının
karşısında süt dökmüş kedi gibi olurlar. Evde terör estiren ama dış dünyada
ürkek ve çekingen davranan kişiler için de benzer tahliller yapılabilir.
Fallik dönem özellikleri arasında çekirdek cinsel kimliğin (core
gender identity) ve cinsel rol kimliğinin (gender rol
identity) şekillenmeye başlaması, inisiyatif ve meraklılık
duygularının gelişmesi sayılabilir; fiksasyon durumunda ise bunlarda
patolojiler görülecektir. Oedipus kompleksini hâlleden çocuk kimlik gelişimini
tamamlayarak omnipotan-grandiyöz-narsisist bir psişik yapıya ulaşır ve latans
dönemine girer. Fallik dönemle ilgili ilginç bir yorum da Phyllis
Greenacre'nin 1964'de ortaya attığı şu fikirlerdir
(okuyacaklarınızın ve dinî, mistik, artistik yaşantıların biyolojik
substratlarının aynı serebral bölgeler -limbik sistem ve özellikle de amigdala-
olmasıyla paralelliği ilgi çekicidir):
«Enspirasyon (inspiration) soluk almak ve ilham, vahiy
anlamlarına gelir ve doğum, ölüm, yeniden doğma fantezileriyle yakından
ilgilidir. Bu ilâhî, mistik yaşantılar ontojenik açıdan üç
özel hâlde yaşanabilmektedir: 1) fallik dönemde, 2) dinî-mistik vecd hâlleri ve
vahiy yaşantılarında, 3) artistik yaratıcılık esnâsında. Çocuk fallik aşamaya
geldiğinde kendi varlığını dışarıdan tanımaya başlar. Nefes alma
(inspiration) ve verme (expiration) sırasında mumu
söndürebilir, camda buğu oluşturup bunu eliyle silebilir. Bunları
gerçekleştirirken kaka yapma, gaz çıkarma esnasında da çalışan karın adaleleri
de kasılır. Dışkısını artık serbestçe yapabilmekte, önceleri hoşlandığı
kokusundan artık hazzetmemekte, çevresindeki nesneleri iyi veya kötü olarak
değerlendirebilmektedir. Bir yandan yürüyebilme, sıçrayabilme gibi bireysel,
bir yandan da rüzgâr ve bulutların hareketleri, gölgeler, dalgaların
hareketleri gibi dış dünyadaki esrarengiz hadiseler onun ilgisini çeker ve
varoluşunu hissetmesini sağlar. Rüyaları, gerçekle hayâl arasındaki farkı
anlamasına yardımcı olur. Erkek çocuk, adaleleri de geliştikçe, penisinin
ereksiyon kapasitesini gerek günlük hayatında, gerekse uçma, uçurtma
uçurma, yükseklere taş atma gibi imajlarla rüyalarında fark etmeye başlar.
Bunun doğal sonucu olarak yapılan mastürbasyonlar ise korkuyu doğurur. Anal
dönemdeki "yanlış bir şey yapma endişesinin
yerini, fallik dönemde "felâkete yol açma düşünceleri
(küçülme, kaybolma, babası tarafından kesilip atılma gibi) alabilir. Yâni, bu
dönemde fantezilere ve fantastik idraklere, yorumlara büyük bir eğilim
vardır ». Bir de bunlara Oedipus kompleksini hâlleden
çocuğun kimlik gelişimini tamamlayarak omnipotan-grandiyöz-narsisist bir psişik
yapıya ulaşmasını ekleyin... Ersevim, bu fikirlerden de
hareketle, en az erkekler kadar, hâttâ onlardan daha zeki olmalarına rağmen,
kadınların -genel olarak- san'atta ve bilimde erkekler kadar başarılı
olamamalarını, hemen bütün dinî-mistik liderlerin, peygamberlerin, ermişlerin
erkek olmalarını "ereksiyonlu bir penise sâhip olmadıklarından dolayı
aktif bir fallik dönem geçirememelerinebağlamakta, günümüzün
politik liderlerinin ekserisinin erkek olmasını da, onların yaratıcılıklarından
ziyâde ve ulusal geleneklerin ötesinde, oral ve anal aşamaları
geçememiş kişiler olmalarıyla izah etmektedir. Bu psikanalitik
görüşlerin bu bölümün yazarının kendi kanaâtlerini aynen yansıtmadığını,
okuyacaklarınızı "elçiye zeval olmaz esprisi içerisinde değerlendirmenizi
hatırlatmakta fayda görüyorum. Psikanalizin her şeyden önce bir teori olduğunu,
kendi içerisinde tutarlı -ve oldukça da esnek- bir düşünce sistematiği
getirdiğini, bu mentalite içinde varılan kanaâtlerin illâ ki objektif realiteyi
ifâde etmesinin hiç gerekmediğinivurgulamakta fayda var.
Ama psikoseksüel gelişimin ve cinsel sapmaların çok iç içe olgular
olduklarını da göz ardı edemeyiz.
Cinsel Sapmalara Farklı Bir Bakış
Eşeysel kimlikle ilgili bozukluklardan yukarıda bahsetmiştik. Cinsel
davranıştaki anormalliklerin sapma - sapkınlık(diversity)olarak ele
alınması ve sapıklık - sapık (perverse - pervert) kelimelerinin kullanılmaması önem
taşır. Sapıklık terimi toplumsal ve öznel (subjective)
tercihleri, eğilimleri de kapsayan ve tepkiselliğe kapı açan ahlâkçı (moralist)
bir anlam taşımaktadır. Sapmaise, daha evrensel, herkes için
geçerli, nesnel (objective) ve dolayısıyla da bilimsel bir imâya sahiptir. Gene
de, hangi davranışın neden ve neye göre sapma veya normallik çeşitlemesi
olduğunun genel-geçer bilimsel bir tanımlamasının yapılması hâlâ tartışılan,
taşların yerine tam oturmadığı bir konudur. Ahlâkın (hem genel ahlâk yâni
morality, hem de özel ahlâk yâni ethics), mânevî kodların, başta cinsel
sapmalar olmak üzere, çeşitli davranış farklılıklarının neden dinlerce günah,
yasalarca suç, toplumca ayıp telâkki edildiğinin bilimsel izahı nedir?
Çocuklara cinsel ve fiziksel tâciz gibi davranışlar bütün dünyada suç ve
topluma karşı davranışlar olarak kabûl edilir, hele fücur (incest:
yakın akraba arasında cinsel ilişki) ve pedofili (küçük
çocuklarla cinsel ilişkiye girme) cinsel istismarın ve sapmanın en ağır boyutu
olarak görülür ve günümüzde de hâlen çözümlenmemiş bir insanlık sorunu olarak
önemini sürdürmektedir. Hangi bilimsel teori çocuklarımızla ve çocuklarla
cinsel ilişkiye girmeyi lânetlediğimizin sebebini izah edebilir?
Gerek cinsellik gerekse saldırganlıkla ilgili beyin devreleri tâ amigdala
ve limbik sistemden başlayarak diğer MSS bölgelerine son derecede paralel
uzanmaktadır; psikanalitik kuramla iç içe giren bu ilginç biyolojik olgunun
altının çizilmesi önemlidir çünkü bu en temel iki içgüdüsel dürtü ve onlarla
ilgili davranışların düzenlenmesi türün devamı ve sıhhâti açısından olmazsa
olmaz bir ehemmiyet taşır! Psikiyatriye oldukça önemli açılımlar
getiren sosyobiyoloji ve adaptasyonistyaklaşımın
önemli isimlerinden McGuire ve Troisisosyobiyolojinin
psikiyatriye beş temel alanda etkisi olduğunu ileri sürmüşlerdir: 1) Davranışın
adaptif önemine vurguyla, normâl ve anormâl davranışlar arasındaki ayırımı
netleştirmek; 2) Biyoloji ve toplumsal davranış arasındaki özel ilişkileri
dikkate alan yeni etiyolojik modeller oluşturmak; 3) Adaptif değerlerini
dikkate alarak, psikopatolojik mekanizmaları daha iyi anlamak; 4) Bir
psikiyatrik bozukluğun kendi içindeki değişkenleri daha iyi anlayabilmek için
işlevsel kapasite üzerine daha fazla odaklanmak; 5) Mevcut diğer modelleri
bütünleştirmek. Evrimsel psikiyatriye göre, bâzı bozukluklar
adaptif stratejinin ürünüdür. Bir bozukluğun tezahürlerinden bâzıları, doğrudan
insan bedeninde ortaya çıkan defektlerdir. Sarılık veya nöbet gibi
semptomlar/belirtiler buna örnek olarak gösterilebilir ve adaptif değerleri
yoktur. Bâzı tezahürler ise, bozukluğa karşı geliştirilen savunmalar veya
hatalı savunmalardır. Komplike olmamış yas (mâtem) tepkilerini "tedavi
etmek kişilere yarar değil zarar verecektir çünkü adaptif süreç (kaybedilen
nesnesiz yaşamayı öğrenme) kırılacaktır. Kısa sürede düzelen Anoreksiya Nervoza
vak'alarında, bu durumun, kadınlar tarafından erkek partnerin bulunma ihtimalinin
düşük olarak değerlendirilmesi sonucunda olgunlaşma, üreme ve eş seçimi
süreçlerini erteleme stratejisi olarak kavramlaştırılabileceği ileri
sürülmüştür. Postmenapozal bir kadında erotomanik hezeyanların ortaya çıkması
da, üreme işlevinin kaybının telâfisi olarak yorumlanabilir.
Biyolojik olarak hepimizin beyinlerinde psikiyatrik hastalıklara,
saldırganlığa ve suç addettiğimiz davranışlara bizi sürükleyecek modüller,
ağlar tâ doğuştan itibâren mevcuttur. Yâni, şu veya bu yönde sapmaya eğilimli
dolu tabancalar olarak dünyaya gelmekteyiz. Bâzen tabanca çok dolu olduğu için,
bâzen de çevresel zorlayıcılar çok şiddetli olduğu için tabanca patlamaktadır.
Bunları dizginleyen bütün üst-yapı kurumları da uzun bir toplumsal/kültürel
evrimle şekillendirilmişlerdir. Eski Mısır'da sâdece Firavun ailesi için fücura
"cevaz verilmesi gibi "kanın sâfiyetini korumak amaçlı istisnâlar
dışında, bu davranış bütün insan cemiyetleri tarafından ayıp, hukuk tarafından
suç, dinler tarafından da günah telâkki edilmiştir. Muhtemelen, 8/10 bin sene
öncesinden önceki pek uzun kültürel evrim boyunca, tam bir panseksüalite yaşanmaktaydı
(belli bir toplumsal harem sistemini koruyan başat erkeğin kontrolü altında
olmak üzere, çoğu memelide ve bütün primatlarda böyledir) ama yakın akrabaların
çocuklarında sakatlıklar çok görüldüğü ve çocuklarla cinsel ilişki de türün
devamını sağlayıcı işleve sâhip olmadığı -hâttâ kösteklediği- için, böyle
davrananlar doğal ayıklanmaya mâruz kaldılar; zamanla bunu
yapmamayı toplumsal davranış örüntüsü hâline getiren kabileler ise
klanlaşarak totemizme geçtiler. Aynı toteme tapınan bu
atalarımız kendi aralarından evlenemedikleri için, başka klanlardan kız almak
için onlarla önceleri savaşma, zamanla da karşılıklı
özgecilik(karşılıklı diğerkâmlık: reciprocal altruism) ve işbirliği
kurmayı öğrenerek bağlanma sistemlerini (attachment systems) geliştirerek
daha da evrimleştiler, kaynak tutucu potansiyelleri (kavgada kazanma
gücü) arttı. Ama bu "sapıkça eğilimler genomumuzun bir
yerlerinde, disfonksiyonel fakat fırsatını bulunca ortaya çıkan birer davranış
modu olarak kaldılar. Âile içi barışın ve hiyerarşinin korunmasında hemcinssel davranışın
böceklerden insanlara kadar bütün hayvanlarda, özellikle de memelilerde ve
primatlarda var olageldiğini görmekteyiz; muhtemeldir ki, gereksiz
"çapkınlıklara engel olduğu için özellikle başat erkek tarafından bir
dereceye kadar müsamaha ile karşılanan bu davranış evrimsel olarak da
süregelmiş, insanlarda da varlığını sürdürmüştür; kaçınılmaz olarak da, tam
anlamıyla hemcinssel bireyler bütün popülasyonun sâdece küçük bir kısmını
oluştururlar (maymunlarda da, insanlarda da %4 kadar). Yeni yaşama alanı için
harp edip orayı istilâ eden pek çok memeli ve primat türünün, önceki
topluluktan kalanları ya kovdukları ya da öldürdükleri (özellikle de dölleyici
olan erkek bireyleri, dişileri ise bâzen haremlerine katarlar) bir hakikattir;
aynı olgu, hem de 20. yy'de, insanoğlu tarafından sergilenebilmektedir.
Evrimsel teori bilimsel gelişim içindeki yerini iyice bulacak ve "ruh
hastalığı, "normâl dışı davranış, "suç, "ayıp, "günah ve
"cinsel sapma gibi kavramlara yeni bir açılım getirecek, teşhis, tedavi ve
ceza kavramlarını da modifiye edecektir. En önemlisi de, diğer pek çok
indirgeyici kuramı (davranışçı, analitik, bilişsel vs...) bir çatı altında
toplayabilmemize imkân verecektir.
Hemcinssellik
http://tr.wikipedia.org/wiki/E%C5%9Fcinsellik
Homoseksüalite karşılığında Türkçe kaynaklarda eşcinsellik terimi
kullanılmaktadır. Dilimizde aynı cinsiyetten kişiler için "hemcins denir
ama "eşcins denmez; bu sebeple, eşcinsellik yerine hemcinssellik terimini
teklif ediyor ve kullanıyorum. Hemcinssellik günümüz psikiyatrisinde bir
hastalık olarak görülmemektedir. Gerçek hemcinsellikle,
ergenlik döneminde, temerküz kampları, hapishâne hayatı sırasında yaşanabilen
gelip geçici hemcinssel yaşantılar farklı ele alınmalıdır. Gerçek
hemcinssellerde bu eğilim ve "kız gibi olma, kırıtkanlık, "erkek
Fatmalık ta küçük çocukluk yaşlarında itibâren dikkati çeker ve tedavi de
edilemezler. Reifenstein sendromunun (tam olmayan androjen
duyarsızlığı sendromu) veya 5-alfa redüktaz enzimi eksikliği gibi
ârızaların form fruste, çok daha hafif formlarının
hemcinsselliğin ortaya çıkmasında rolü olabileceği düşünülmektedir. Yâni şu
veya bu sebeple androjenlere yeterinden biraz az mâruz kalmış erkeklerin, biraz
fazla mâruz kalmış kız bebeklerin âşikâr bir yapısal farklılık göstermemekle
beraber, cinsel yönelimlerinin hemcinslerine doğru geliştiği düşünülmektedir.
Bu iddia doğru olsa bile, bütün hemcinssellerin durumunu izah ettiği söylemek
güçtür.
Özellikle erkek hemcinssellerde, eğilimleri ve duyguları içinde
yaşadığı toplumun kültürel ve dinsel örüntüsüyle çok çatışmaya yol
açıyorsa, ego-distonik (henüz kişinin hemcinssel yönelimini
kabûllenemediği) dönemde depresyon, anksiyete ve intiharlara sık
rastlanmaktadır. Türkiye gibi İslâm ülkelerinde, Katolikler'de bu vak'alar
sıktır. Erkek hemcinsseller için kullanılan pasif ve aktif
hemcinssellik terimlerinin aslında pek de bilimsel geçerliliği yoktur.
Pasif hemcinssellerin aşağılandığı, aktif hemcinsselliğin ise erkeklik olarak
görüldüğü feodal kültürlerdeki bu ayrım tamamen sosyokültürel niteliklidir.
Batı'da yapılan çalışmalarda, en "kulampara ve "maço tavırlı
hemcinssellerin bile anal ilişkiye girdikleri ortaya konmuştur. Erkek
hemcinssellerde çok sık partner değiştirme, sık ve uygunsuz, korunmasız
ilişkilere girme sebebiyle zührevî hastalıklara ve AIDS'e yakalanma riski
yüksektir.
Kadın hemcinssellerde ise başlangıç ve seyir genellikle
çok daha mâsumca ve kendiyle barışık olur. Ülkemizde pek çok lezbiyenin
toplumsal kabûl görmek için heteroseksüel olarak evlendiği, kocasıyla yaşadığı
cinsel ilişkilere kerhen katlandığı ama hemcinssel hayatını da gizlice
sürdürdüğü bir gerçektir. Kadın hemcinsselliği genellikle çok sâdıkâne ve duygusaldır,
aşk cinayetlerine rastlanabilir.
Sonuç olarak, gerçek hemcinssellik bir hastalık değildir; dolayısıyla
tedavisi de yoktur. Geçici yaşantılar da genellikle iz bırakmaz ama psikiyatrik
sorun ortaya çıkan vak'alarda gereken psikiyatrik müdahale herkese olduğu gibi
yapılmalıdır. Bâzı psikiyatrların bu tip vak'alara karşı peşin hükümlü ve
aşağılayıcı homofobik tavırları, bu hekimlerin kendi iç
dinamiklerinden kaynaklanır (kültürel öğeler, misenformasyon, kendi hemcinssel
eğilimleri vs.); psikiyatrların böyle kişilerin sıkıntılarına da hekimlik
sıfatlarıyla yardımcı olmak zorunda bulunduklarını unutmamaları gerekir.
Parafililer
Cinsel yönelimin heteroseksüelitenin dışına taştığı, haz nesnesinin karşı
cinsiyet olmaktan çıktığı sürekli ve -genellikle- kalıcı durumlardır. Gelip
geçici, cinsel hayatı zenginleştirici fantezi kabilinden parafilik
"oyunlar böyle bir teşhis almazlar. Parafiliden söz edebilmek için, ancak
bu yolla tahrik olabilmeve doyuma ulaşabilme olgusunun söz konusu
bulunması gerekir. Bir başka önemli husus da, cinsellikte normalliğin sınırının
çok bulanık olmasıdır. Açıkça doku hasarına veya travmaya yol açmayan, her iki
tarafın da haz duyduğu, aşırı garip veya acayip olmayan her eylem normâl olarak
kabûl edilmelidir; bunu yaparken de o kişinin veya kişilerin dinsel, toplumsal,
gelenek ve göreneklere bağlı kültürel etmenleri de dikkate alınmalıdır.
DSM-IV-TR'de böyle bir ayrım bulunmamakla beraber, parafililer ICD-10'da
"Cinsel Nesne Yöneliminde Anormallik ve "Cinsel Aktın Yöneliminde
Anormallik şeklinde iki gruba ayrılmıştır. Bu ayrım belli parafililer için
doğruysa da, karma ve karmaşık vak'alarda işlevsel değildir. Parafilileri İmpuls
Denetim Bozuklukları (İDB) grubuna yakın görenlerle, obsesif
kompulsif bozukluk (OKB) spektrumuna yakın görenler arasında akademik
bir tartışma sürmektedir. OKB'de obsesyonların arttırdığı anksiyeteyi geçici
olarak da olsa yatıştırmak ve tatmin olmak (cinsel tatmin değil) için zihinsel
veya motor kompulsiyonların icrası söz konusudur. İDB'da ise (Kleptomani, Piromani,
Trikotillomani ve Kompulsif Kumar Oynama gibi) zihinsel impulsun şiddetle
yükselmesi, kötü veya zararlı olduğunun bilinmesine rağmen icra edilmesiyle
yaşanan kısa tatmini takip eden pişmanlık tipiktir. Son senelerde OKB ile İDB
farkı daralmıştır; hâttâ OKB'yi İDB içinde mütalâa etme eğilimi vardır.
Parafili vak'alarının bâzıları birine, bâzıları diğerine yakın görünmekte,
karma hastalarda ise her iki uca, hattâ psikotizme uzanan
tablolara rastlanmaktadır.
Fetişizm: Cansız bir nesne veya vücudun bir parçası (en çok
ayaklar) başlıca tahrik ve doyum vasıtasıdır ve sıklıkla onanizm(patolojik
mastürbatörlük) de refakat eder. Hemen tamamen erkeklerde görülür.
Kadın ayakkabısı, iç çamaşırları, ruj ve oje bibi nesneler en çok bildirilmiş
olanlardır. Bâzı vak'alar bunları çalmayı da huy edindiklerinden, ancak böyle
durumlarda yakalanınca teşhis edilebilmektedirler. Gerçek insidansı ve
prevalansı bu sebeple bilinmemektedir. Pigmalionizm heykel,
bir fotoğraf karesi veya benzeri nesneden haz duyabilmek demektir ve bu grupta
mütalâa edilir.
Frotterizm (Fortçuluk): Otobüs, minibüs, tren, metro gibi
toplu taşıma araçlarında veya toplu ve sıkışık ayakta durulan mekânlarda cinsel
organını genellikle mâsum veya sesini çıkaramayacağını düşündüğü bir kişiye
(hetero- veya homoseksüel olabilir) sürterek tatmin bulma şeklindeki bir
sapmadır.
Heterokromofili: Sâdece farklı renkten insanlardan haz
edebilme.
Nekrofili: Ölü-sevicilik diye de anılır. Prensip olarak, böyle
vak'alarda şizofreni veya benzeri bir psikoz söz konusudur.
Nimfomani: Doymak bilmeyen kadın hiperseksüalitesi
anlamındadır.
Onanizm (patolojik mastürbatörlük): Sâdece mastürbasyondan zevk alma,
bunun dışında ilişkiden hazzetmeme durumudur. Yoksa normâl insanlar da zaman
zaman mastürbasyon yaparlar, bunu parafiliyle karıştırmamak gerekir.
Sado-Mazokizm: Hemen dâima iç içe bulunan iki durumdur (sadizm ve
mazokizm). Cinsellik esnâsında acı çekme ve çektirmeden hoşlanma, bu olmaksızın
zevk alamama durumudur. Nâdiren zarar verici, hâttâ ölümle sonlanan eylemlere
rastlansa da, bu sapmaya çok yaygın olarak rastlanır. Batı ülkelerinde bu tip
insanların müdâvimi olduğu özel kulüpler vardır; grup seksine de sık
başvururlar. Sevişirken kan emme veya yalama şeklindeki vampirizm fantezileri
de nâdir değildir.
Sodomi (Bruggery): Sâdece anal yolla cinsel ilişkiden haz
duyabilmek demektir. Hetero- ve homoseksüel olabilir.
Teşhircilik: Hemen dâima erkeklerde görülür. Genellikle kendini
koruyamayacak durumdaki kadınlara, genç kızlara veya çocuklara cinsel organını
teşhir eden kişi, bu esnâda veya hemen sonrasında mastürbasyonla orgazm olur.
Transvestizm (Karşıt-Giyicilik): Genellikle hemcinsellikle iç içedir.
Eşeysel, çekirdek cinsel kimlikler heteroseksüel iken, cinsel rol kimliği karşı
cinsiyete kaymıştır; yönelim de genellikle kendi cinsiyetine karşıdır veya
biseksüeldir. Erkeklerde daha sık görülür.
Transvestik Fetişizm (Fetişist Transvestizm): Cinsel haz amacıyla karşı cinsiyet gibi giyinmektir. Kadınlarda nâdirdir.
Pubertede başlar. Ekserisi heteroseksüeldir ve kendi karşı cinsten
partnerleriyle bu işi yaşarlar. Eşeysel ve cinsel kimlikler normâldir,
yönelimde de sâdece cinsel faaliyet dönemine münhasır karşıt-giyicilik
davranışından ibâret bir sapma söz konusudur. Az bir kısmı Cinsel Kimlik
Bozukluğu ve transseksüaliteye kayar. Şikâyetçi bulunmadığı sürece bu böyle
sürer ve bu sebeple, gerçek sıklığı bilinmemektedir. Az sayıda egodistonik
vak'ada davranışçı terapinin etkili olabildiğine dâir izole vak'a bildirimleri
mevcuttur.
Pedofili: Kadınlarda çok az rastlanır. En çok 6/12 yaşlarındaki
kızlar ve 12/15 yaşlarındaki oğlanlar istismar edilir. Heteroseksüel veya
hemcinssel alt tipleri vardır. Vak'aların üçte ikisinde aynı yetişkin
tarafından mükerrer tâciz veya tecâvüz söz konusudur. Kurban durumundaki
çocuklar hemen dâima utanç ve korku sâikiyle susarlar, ifşaattan kaçınırlar.
Etiyolojisi net olarak bilinmemektedir; pedofilik erkeklerin genellikle
yetişkin kadınlarla veya hemcinsleriyle cinsellik yaşamaktan kaçınan tipler
olduğu bilinir. Grup veya bireysel psikoterapilerin etkililiği çok
tartışmalıdır.
Satiriazis: Doymak bilmeyen erkek hiperseksüalitesi için
kullanılır.
Ürofili, Koprofili: İdrar ve gaitadan zevk duyma ile
karakterizedir. Genellikle altta yatan ağır bir kişilik bozukluğu veya psikozu
düşündürür.
Voyerizm (röntgencilik): Ancak başkalarını seyrederek heyecan
ve tatmin bulma sapmasıdır. Skoptofili bunun aleni
yapılanıdır; bâzı kültürlerde ve sektlerde yaygın olarak rastlanır.
Literatürde daha pek çok parafili tanımlanmıştır ama bunların sapma olarak
kabûl edilme veya edilmemelerinde kültürel ve moral farklılıklar büyük rol
oynar.
Parafililerde Tedavi
Genel olarak, parafililerde tedavi pek yüz güldürücü değildir. Bâzı
içgörüsü yüksek ve değişime açık parafiliklerde davranışçı-bilişsel
müdahalelerin işe yaradığına dâir anektodal vaka bildirimleri
mevcuttur. İKB-kompulsiyon spektrumuna yakın vak'alarda seçici
serotonin geri-alım engelleyicileri (SSRI) yüksek dozlarda etkili
olabilmektedir (60/80 mg/gün fluoksetin gibi). Psikotizme yakın
vak'alarda antipsikotikler, itkiselliğin (impulsivity) yoğun olduğu
vak'alarda da karbamazepin veya okskarbazepin gibi
duygudurum dengeleyicileri denenebilir. Agresif seksopatlarda ve
sosyopatlarda androjen antagonistlerinin işe yaradığına dâir
vak'a takdimleri mevcuttur.
FAYDALANILAN ve TAVSİYE EDİLEN BÂZI KAYNAKLAR
Doksat MK, Savrun M. Evrimsel psikiyatriye giriş. Yeni Symposium 2001; 39(3):131/150.
Doksat R. Psikopatolojiye Giriş. Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Kürsüsü Yay. Nu: 3. Fak. Yay. No:2. Adana / 1975.
Howells K. The Psychology of Sexual Diversity. Basic Blackwell, Oxford, 1986.
Laws DR, O'Donohue W. Sexual Deviance. Theory, Assessment, and Treatment. The Guilford Press, New York, 1997.
Rosen I. Sexual Deviation, Third Edition. Oxford University Press, New York, 1996.
Smith S, Gregorie A. Sexual Disorders. In: Appleby L, Forshaw DM, Amos T, Barker H, editors. Postgraduate Psychiatry / Clinical and Scientific Foundations. Arnold, London, GB, 2001. p. 382/395.
Widom CS. Sex Roles and Psychopathology. Plenum Press, New York, 1984.
Ziyalar A. Cinsel Davranış Bozuklukları. Yüce Yayınları, İstanbul, 2000.
Doksat MK, Savrun M. Evrimsel psikiyatriye giriş. Yeni Symposium 2001; 39(3):131/150.
Doksat R. Psikopatolojiye Giriş. Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Kürsüsü Yay. Nu: 3. Fak. Yay. No:2. Adana / 1975.
Howells K. The Psychology of Sexual Diversity. Basic Blackwell, Oxford, 1986.
Laws DR, O'Donohue W. Sexual Deviance. Theory, Assessment, and Treatment. The Guilford Press, New York, 1997.
Rosen I. Sexual Deviation, Third Edition. Oxford University Press, New York, 1996.
Smith S, Gregorie A. Sexual Disorders. In: Appleby L, Forshaw DM, Amos T, Barker H, editors. Postgraduate Psychiatry / Clinical and Scientific Foundations. Arnold, London, GB, 2001. p. 382/395.
Widom CS. Sex Roles and Psychopathology. Plenum Press, New York, 1984.
Ziyalar A. Cinsel Davranış Bozuklukları. Yüce Yayınları, İstanbul, 2000.
Bir Bahai
Peygamberi Daha Öldü
Neler olup bitiyor
diye pathique (pre-paranoyak), ve skeptic (kuşkucu) bir şekilde tecessüsle
tefekkür ederken kafamda bir ampûl yandı ve kendisine ecnebi medyada "prophet"
yâni peygamber dendiğinde kıvıran, "aman efendim
estağfurullah" filân diyen Fethullah Hocaefendi Hazretleri'nin neden
ve niçin emperyalizmce desteklendiği, oyunun altında ne yattığı ile ilgili bir
aydınlanma yaşadım.
Tabii ki bu tür
ilhamlara hep şüpheyle bakmak lâzım ama taşlar fena hâlde yerli yerine oturuyor
aşağıda anlatacaklarımı düşününce.
Önce
"Bahaîlik nedir" mevzuunda internet mahreçli derli toplu bilgi arz
edeyim:
***
http://www.dunyadinleri.com/Bahaîlik.html 12.05.2008
22:25
BAHAÎ DİNİ
1800'lerde İran'da Mehdi
inancının uzantısı olarak doğan Babîliğin bağımsız dine dönüşmüş biçimi. Bütün
dünyada inananları olan evrensel bir dindir. Bahaî tarihi, 1844'te Bab'ın (Seyyid
Ali Muhammed) yeni bir çağın gelmekte olduğunu ve yeni bir Peygamber'in
geleceğini ilân etmesiyle başlar. Bahaîliğin kurucusu ve peygamberi,
lâkabı Bahaullah olan Mirza Hüseyin Ali,
21 Nisan 1863'te yeni dini ve yeni prensipleri Bağdat'ta sürgünde iken ilân
etti.
Prensipleri
İnsanlık âlemi tek
bir âiledir
Irk, din, dil,
cinsiyet gibi tüm önyargılar kaldırılmalıdır
Tüm dinlerin
temeli birdir (şimdilik son din İslâm veya Bahaîlik değildir, gelecekte de
dinler gelecektir)
Din bilim ve akıl
ile uyum içinde olmalıdır
Kadın ve erkek
eşittir
Genel barış için
çalışılmalıdır
Evrensel eğitim
hedeflenmelidir
Serbest düşünce
ile gerçek araştırılmalıdır
Aşırı zenginlik ve
yoksulluk kaldırılmalıdır.
Bahaî dininde tek
evlilik (monogami) esastır, kadınlar türban takmak zorunda değillerdir. Tüm
dünyâ ülkelerinde değişik ırkî ve dinî kökenden gelme (İslâm, Hristiyan,
Yahudi, Zerdüştî, Hindu vs.) Bahaîler vardır. Bahaî dinine göre tüm
dinlerin kaynağı ve amacı ortaktır ve birbirine aykırı değildirler.
Düşmanlık aracı hâline gelmeleri tarihte insanların dinleri güç elde etme
amaçlarına âlet etmelerinden kaynaklanmıştır. Buna göre Bahaîlik'te "eğer
din sevgi ve birliğe değil, düşmanlık ve ayrılığa neden oluyorsa dinsizlik daha
iyidir. Daha önceki dinlerde olduğu gibi, bundan sonra da insanlara
ahlâkî ve ruhanî eğitim sağlamak amacıyla başka peygamberler geleceğine inanılır.
Tarihî Bilgiler
Seyyid Ali
Muhammed (Bab) (Bab, Arapça'da kapı demektir),
kendisinin tüm Müslüman âleminin beklediği kişi olan "Kaim",
"Mehdi" olduğunu 23 Mayıs 1844'te ilân etti. Binlerce kişi Bab'a
inanarak "Babî" oldu. Bu gelişmeler ve onun eski dinî yapıya
göre çok yenilikçi ve radikal fikirleri ortaya koyması İran'da işkencelere ve
baskılara yol açtı. Bab, 1850'de Tebriz şehrinde kurşuna
dizildi. Birçok Babî ise yine İran'da değişik feci işkence
yöntemleri ile öldürüldü. Bab'ın ölümünden sonra
"Babî"lere Mirza Hüseyin Ali (Bahaullah) liderlik
etti. Bahaullah ve beraberindekiler İran Kaçar
yönetiminin baskısıyla, Osmanlı İmparatorluğu ile yapılan görüşmeler sonunda
Bağdat'a sürgün edildi. Bahaullah 1863'te burada, Bab'ın gelişini
müjdelediği kişinin kendisi olduğunu ve insanlık tarihinde bütün önceki
dinlerin gelmesini vaad ettiği "dünyanın bir vatan gibi olacağı,
insanların artık savaş yapmayı öğrenmeyecekleri" Mehdi çağının gelmiş
olduğunu ilân ederek Bahaî Dini'nin yeni prensiplerini açıkladı. Bahaullah'ın hayatının
40 yılı Osmanlı İmparatorluğu topraklarında geçti. 12 Aralık 1863'te vardığı
Edirne'de bu tarihten itibâren 5 yıla yakın yaşadı.
Mirza Hüseyin
Ali'nin (Bahaullah) vefatından sonra büyük
oğlu Abdülbaba (1844-1957) öğretinin liderliğini yapmış, Abdülbaha'nın vefatından
sonra ise büyük torunu Şevki Efendi Bahaî misyonunun
liderliğine getirilmiştir.
Bahaî Dünya
Merkezi İsrail'in Hayfa şehrindedir. 1868'ten itibâren Bahaullah ve
âilesinin ve beraberindeki inananlarının o tarihte Osmanlı toprağı olan Akka
Kalesi'ne (bugün İsrail'de Akdeniz kıyısında) sürgün edilmesi ve orada vefatına
kadar yaşamaya devam etmesi sonrasında Akka'nın hemen yanındaki Hayfa
şehri, Bahaî Dünya Merkezi'nin yeri oldu. Bahaîlik Birleşmiş
Milletler'de temsil edilmekte ve dünyadaki gayri siyasî alanlarda
sosyoekonomik projelere katkıda bulunmak için çalışmaktadır.
/embed]
Kutsal Yazılar ve
İbâdet
Kutsal Kitaplar
Temel yasaları ve
dinin şer'î hükümlerini içeren Kutsal Kitap olan Kitab-ı Akdes (En
Kutsal Kitap), İkan Kitabı [Kitab-ı İkan- Tevrat, İncil ve
Kur'ân'daki bâzı âyetlerin açıklamasını ve bâzı ilâhiyat konularını ihtiva eden
bir kitap. İkan, Arapça'da kesin bilgi demektir (ikan, yakin,
yakînen vb.)], Saklı Sözler (Kelimat-ı Meknune), Kurdun
Oğlu Risâlesi gibi kitaplardır. Bahaîler, tüm dinlerin Kutsal
Kitaplarının (Tevrat, İncil, Kur'ân, Baghavad Gita ve diğerleri) tek bir
sistemin parçaları ve insanlığın ortak dinî mirası olduğuna, kutsallıklarını
yitirmediğine inanırlar.
Kitab-ı Akdes, Bahaîlik'in en
önemli kutsal kitabı. Dinin kurucusu Bahaullah tarafından
kaleme alınmıştır. Arapça el-Kitab el-Akdes adıyla
yazılmıştır. Yine de çoğunlukla Farsça ismi olan Kitab-ı Akdes kullanılır.
Bâzen sâdece "Akdes" olarak da anılır. Akdes kelimesinin
anlamı "en kutsal, en mübârek"tir.
Her ne kadar
kitabın bir kısmının daha erkenden yazılmış olduğuna dâir bâzı deliller olsa
da, genel kanaât kitabın 1873 yılı civarında tamamlanmış olduğudur.
Kitab-ı İkan, yâni İkan
Kitabı da Bahaî inancının kutsal kitaplarındandır.
Kitap 1862'de Bahaîlik'in
kurucusu olan Bahaullah tarafından kaleme alınmıştır.
Bir kısmı Farsça bir kısmı ise Arapça yazılmıştır. Bahaullah o
sıralarda Osmanlı Devleti'ne bağlı olan Bağdat'ta sürgündedir. Bahaî inancına
göre Bahaullah vahyi ilk kez Siyah Çal'da, Kitab-ı İkan'ın
yazılmasından yaklaşık on yıl önce almış fakat vahiy aldığını ve misyonunu
açıkça ilân etmemiştir. Kitab 2 gün ve gece içinde yazılmıştır. Bahaullah'ın,
böylece de Bahaîlik'in, başlıca teolojik eseridir. Farsça Beyan'ın tamamlanışı
olarak da tanımlanmıştır.
İbâdet
Başlangıçta İslâm
dininin bir mezhebini andıran Bahaîlik zamanla bağımsız bir din hâlini
almıştır. Bahaîlik'te Yahudilik ve Hıristiyanlık'tan alınan esaslar da
vardır. Bahaîlik, Allah'a, kitaplarına, peygamberlerine, kıyamete
ve Baha'ya imanı emreder. Bahaîlik için insan hayatının
amacı Tanrı'yı tanımak, O'na tapmak ve sürekli ilerleyen uygarlığı
desteklemektir. Bahaîlik âlemin birliğini sağlama ve dünya barışının temelleri
oluşturma gayreti içerisindedir. Bahaîlik öğretilerinin en başında
Bağnazlıklardan
vazgeçilmesi
Kadın erkek
eşitliği
Mecburî eğitim
Uluslararası ortak
bir dilin gerekliliği
Aşırı zenginlik ve
fakirliğin ortadan kaldırılmasının sağlanması gibi öğretiler Bahaî dininin
temel öğretileri arasında sayılmaktadır.
Bahaîlik'te namaz
ve oruç gibi ilâhî yasaların yanında insansı yasalar da bulunmaktadır. Bahaîlik
âile kurumuna önem verir ve tek eşli evliliği emreder ve kendilerince zaruri
durumlar dışında birden fazla kadınla evlenemezler. Cenaze namazı dışında toplu
namaz kılmazlar. Alkol kullanımı kesinlikle yasaktır. Bahaîler herhangi
bir siyasî düşünceyi savunmaz veya tavır almazlar. Yaşadıkları
toplumun siyasî ve geleneksel kurallarını yorumlamaksızın kabûl ederler.
Bahaîler 21
Mart günü başlayan her biri 19 gün süren 19 aydan oluşan Bahaî Takvimini
kullanırlar. Bahaî Takvimine göre Bahaîler'in 9 kutsal günleri
vardır ve son ay oruç tutarlar. Günde üç vakit
özel namaz kılarlar. Namaz kılarken İslâm'dan ayrılan önceleri mezhep sonra
ayrı bir din hüviyetine dönüşen inanç sistemi olmalarına karşın Kâbe'yi
kıble olarak kabûl etmezler. Bahaullah'ın oturduğu
evin bulunduğu yeri kıble sayarlar.
Bahaî Dini'nde
Dünyâ Barışı, Dünyâ Görüşleri
Dünyâ barışı
sâdece mümkün olmakla kalmayıp aynı zamanda kaçınılmazdır. Barışa,
insanların eski davranış kalıplarına inatla sarılmasının sebep olacağı akla
hayâle sığmaz dehşetengiz olaylardan sonra mı ulaşılacak, yoksa şimdi
müşâverelerle belirecek iradenin tasarrufu ile mi kucak açılacak, bu, bütün
dünya sâkinlerinin önündeki bir tercihtir.
Dünyânın tek bir
ülke olması, insanlığın vatanı olarak yeniden örgütlenmesi ve yönetimi için ilk
temel şart, insanlığın birliğini kabûl etmektir. Dünya barışını
kurma çabalarının başarısı için bu ruhanî prensibin evrensel ölçüde kabûlü
gereklidir. Bunun için, evrensel olarak beyan edilmeli, okullarda
öğretilmeli ve sosyal yapıda içerdiği organik değişikliğe
hazırlık olarak her millete devamlı olarak ifâde edilmelidir.
En zararlı ve
inatçı kötülüklerden biri olan ırkçılık barışın en büyük
engellerinden biridir. Irkçılık uygulaması, bahanesi ne olursa olsun, insanlık
onurunun en çirkin bir şekilde ihlâlini teşkil eder. "Zengin ve yoksul
arasında ölçüsüz farklılık, şiddetli bir ıstırap kaynağı olarak dünyayı, hemen
hemen savaşın eşiğine getiren bir istikrarsızlık hâlinde tutmaktadır".
Makûl ve meşrû
bir vatanseverlik dışında, dizginlenmemiş bir
milliyetçiliğin yerini daha geniş temelli bir bağlılığın, tüm insanlık
sevgisinin alması gerekir. Bahaullah şöyle
demektedir: 'Dünyâ tek bir ülke ve insanlar onun vatandaşlarıdır.' Dünyâ
vatandaşlığı kavramı, bilimin ilerlemesi sebebiyle dünyanın tek bir mahâlleymiş
gibi daralmasının ve milletlerin tartışmasız şekilde birbirine bağımlı
olmasının doğrudan bir sonucudur. Dünyâ milletlerinin hepsini sevmek insanın
kendi memleketini sevmesini dışlamaz.
Dinî çatışmalar tarih boyunca sayısız savaşlara ve çarpışmalara neden olmuş, ilerlemeye büyük bir engel teşkil etmiş, her dinden veya dinsiz insanlar için gitgide menfur hâle gelmiştir. Bütün dinlerin mensupları, bu çatışmanın ortaya çıkardığı temel sorunlara bakmaya ve açık seçik cevaplar aramaya râzı olmalıdırlar.
Dinî çatışmalar tarih boyunca sayısız savaşlara ve çarpışmalara neden olmuş, ilerlemeye büyük bir engel teşkil etmiş, her dinden veya dinsiz insanlar için gitgide menfur hâle gelmiştir. Bütün dinlerin mensupları, bu çatışmanın ortaya çıkardığı temel sorunlara bakmaya ve açık seçik cevaplar aramaya râzı olmalıdırlar.
Kadınların
özgürlüğü, iki cins arasında tam eşitliğin sağlanması, barışın daha az kabûl
edilmekle beraber, en önemli ön şartlarından biridir. Ancak kadınlar insan
girişiminin her alanında tam ortaklığa kabûl edilirse, uluslararası barışın boy
vereceği ahlâkî ve psikolojik ortam oluşabilir.
Bütün dinler ve
ırklar birdir: "Hiç şüphesiz hangi milletten, hangi ırk veya dinden olursa
olsun, tüm insanlık ilhamını bir İlâhî Kaynak'tan almaktadır ve tek Tanrı'nın
kuludur".
Diğer Dinlere Göre
Bahaîlik
Birçok kaynağa
göre Bahaî Dini, yeni dinî akımlar arasında sayılmaktadır.
Bâzı görüşlere göre, 19. Asır'da doğmuş, başlıca büyük dinler ve diğer
inançları sentezlemeye çalışan hümaniter ve barışçıl bir dinsel
harekettir; bâzılarına göre bir din sayılmamaktadır.Bahaîliği
bir din olarak kabûl edenler arasında, tarihî kökeni sebebiyle onu İbrahimî
dinler arasında sayanlar da vardır.
Başta 3
büyük Ortadoğu dini, yâni İslâm, Hristiyanlık ve Musevîlik inananlarının
Bahaîlik ile çatıştığı ve karşı olarak öne sürdüğü noktaların başında "son
din, son peygamber inanışı" sayılabilir. Çünkü bu üç dinin
mensuplarında da, doğru yolda olma, bir daha başka peygamber gelmeyeceği inancı
görülebilir. Örneğin Müslümanlık'taki son din kavramı gibi, Hristiyanlık'ta
İncil'de geçen "Alfa benim, Omega da Benim -yâni İlk benim, Son da
benim-" sözlerinden kaynaklanan sonluk inanışı, Musevilik'te de temelini
Kutsal Kitap Tevrat'tan alan, Tanrı'nın seçilmiş tek dini olma inancı
vardır. Bahaîliğe göre ise bu ifâdelerin kastettiği şey, bu dinlerin
peygamberlerinin aslında aynı dini ve aynı öğretileri diriltmekte olduğu,
dolayısıyla dinlerin bu noktada birbiriyle çelişik olmadığıdır.
Bahaîlik, dünyâda
birçok ülkede resmî din olarak tanınmakla birlikte, bâzı yerlerde bu söz konusu
değildir. Özellikle doğduğu ülke olan İran'da başlangıcından itibâren meydana
gelen baskılar ve ölümler sonrasında, dünyânın birçok kıt'asına Bahaîler'in
göçü yaşandı. Bugüne kadar geçen 150 yıllık sürede bu göçler yüz binlerle
sayılabilecek kadardır. İran'daki Bahaîler hâlen kamu hizmeti ve üniversite
öğrenimi haklarından yoksun durumdadırlar.
Bahaî Tapınakları
(Mâbedleri)
Bahaî
Tapınakları, her dinden kimsenin sessiz olmak şartıyla bildikleri
şekilde ibâdet edebilecekleri mekânlardır. Şimdiye dek her kıt'ada
bir tâne olacak şekilde 7 adet tapınak inşa edilmiştir. Bu tapınakların
ortak özeliği, bir kubbeleri ve 9 girişleri olmasıdır (dünyâda
9 dinin var olduğuna dâir Bahaî inancını yansıtır).
İlki Aşkabat'ta
1908'de inşa edilmiştir. 1938'e kadar hizmet veren bu tapınak Sovyet rejimi
tarafından ibâdete kapatıldı; 1962'de bir depremle yıkıldı. Bu ilk tapınak;
hastâne, okul, otel gibi başka bir çok birimi içeren bir kompleks idi.
1953 yılında ABD'nin Illinios
eyaletinde Chicago'nun kuzeyinde bir Bahaî mâbedi tamamlandı.
Daha sonra inşa
edilen tapınaklar sırasıyla şu ülkelerdedir: Uganda (Kampala), Avustralya
(Sydney yakınında), Almanya (Frankfurt'un dışında), Panama (Panama City
yakınında), Batı Samoa (Apia), Hindistan (Yeni Delhi).
En yeni Bahaî
Tapınağı olan Hindistan, Yeni Delhi'deki tapınak, 1986'da tamamlandı. Pek çok
mimarî ödül aldıç
Osmanlı
Reformcuları ve Bahaîlik
Osmanlılar -
Tanzimat Devri
1789 Fransız
Devrimi'nden sonra Hürriyetçilik (Liberalizm) ve milliyetçilik gibi bâzı
ideolojiler Osmanlı İmparatorluğu'na da ulaştı ve 19. Asra kadar Avrupa,
Osmanlılar için önemli bir rol taşımıyordu, ancak ondan sonra Batı'nın gelişmiş
orduları, hızla gelişen teknolojisi ve siyasî ve kültürel fikirleri gittikçe iktidarda
olanların ve entellektüel grupların ilgisini çekmeğe başladı. Avrupa artık
medeniyetsiz değildi lâkin büyük bir tehdit ve aynı zamanda araştırmaya değer
bir model olarak görülüyordu. Osmanlılar'ın baştaki Batı'ya olan hayranı ve
taklidi daha sonra Batılılaşmanın, kendi toplumunu yeniden tanımlamak ve
düzenlemek kanaatine yol açtı.
1839-1876
senelerini "Tanzimat Devri" olarak tanıyoruz. Bu devirde Sultan
II. Mahmud, I. Abdülmecid ve Sultan
Abdülaziziktidarlarında değişik alanda reformlar ilân edildi ve birkaç
paşanın sâyesinde gerçekleştirilmeğe çalışıldı. Reform Devri'nin önemleri
aşamaları, 1839'da Mustafa Reşid Paşa tarafından ilân
edilen "Gülhâne Hatt-ı Şerifi" ile başladı. Bu belge, sosyal haklar
açısından herkese, hangi dine mensup olsa da, aynı hakları temin ediyordu.
Gelecek 30 sene içinde bu ve daha sonraki belgelerin şartları yürürlüğe
girecekti. Bu müddet esnasında, Mustafa Reşid Paşa başta
olarak, Mehmed Emin Âli ve Keçecizade Mehmed
Fuad Paşalar da önemli rol oynadılar. Âli ve Fuad
Paşalar Bahaî tarihinde iyi tanınan kişilerdir, çünkü Bahaullah onlara,
kendisini ve başka Bahaîler'i, durumlarını hiç araştırmadan sürgün ettikleri
için, şiddetli kelimeler yöneltmiştir.
Gülhâne belgesinin
ilânından hemen sonra reform çabaları, onlara karşı olanların çoğunluğu
yüzünden durakladı, ama 1856'da Hatt-ı Hümâyun veya Islahat Fermanı ilân
edildi. Bu, birinci belgeyi tasdik ediyor ve yeni şartlar da koşuyordu,
bilhassa Hristiyanlar'ın haklarını vurguluyor, onlara sınırsız din hürriyeti ve
sivil makamlar sağlıyordu. Âli ve Fuad
Paşalar Tanzimat reformlarını ellerinden geldiği kadar
gerçekleştirmeğe çalıştılarsa da etraflarındakilerden ve toplumdan gereken
muvafakati bulamadıkları için reformlar gene yavaş yürütülüyordu. Osmanlılar'ın
maddî ve idarî sorunları, 1876 senesinde bir krizde sonuç buldular. O zamana
kadar hükmeden Abdülaziz aklî dengesizliği ve
müsrifliği yüzünden sorunlara çözüm bulamadı ve tahttan indirildi.
Yeni sultan II.
Abdülhamid 1876 senesinde Kanun-i Esasî'yi ilân etti. Bu Türkiye
tarihindeki önemli belge Tanzimat'ın şartlarını tekrarladı ve bir daha
vurguladı. Bununla beraber, en önemli noktası olarak, Meşrutiyet'i yâni
bir anayasayı ortaya koydu ve demokrasi saltanatını takdim etti. 1877-78 Balkan
krizi esnasında Abdülhamid Batı ülkelerine, absolütist
yâni mutlak monarşiyi kaldıracağına ve bir parlamenter demokrasi kuracağına söz
verdi. Ancak sultan, Balkan krizinin karışıklığında Mart 1877'de açılan ilk
Türk parlamentosunu 1878 senesinde belirsiz bir süre için dağıttı. İmparatorluk
kanunen demokrasi saltanatıydı. Hâlbuki Abdülhamid 1909'e,
Jön Türk devriminin sonrasına kadar mutlak hükümdardı. Tanzimat'ta eğitim
alanında başlatılan reformlar birçok bürokrat, doktor, subay, yazar vs.
yetiştirdi ve bunlar Batı'dan her türlü Liberal fikirleri benimsediler. Bu
entellektüeller yavaş yavaş Osmanlı gelenekçiliğinden uzaklaşıp gitgide Batı
eserlerine yöneldiler ve kendi yazılarında Osmanlı İmparatorluğu'ndaki siyasî,
iktisadî, toplumsal ve dinî sorunlarını ele aldılar.
Tanzimat ve Yeni
Osmanlıların Muhalefeti
Devlet
görevlerinde çalışan ve Batı'da eğitim gören bu entelektüeller 1860-1870'li
yıllarında Tanzimat reformlarını yürüten yüzeysel politikayı ağır eleştirdiler.
"Yeni Osmanlılar" adıyla tanımlanan ve İttifak-ı Hamiyyet 1867'de
kurulan grupta toplananlar, daha hür şartlar altında yaşamayı ve bir anayasayı
(meşrutiyet) destekliyorlardı. Yeni Osmanlılar'ın en tanınmış üyesi şâir ve
yazar Nâmık Kemal (1840-1888) ve Ziya
Paşa'dır (18. Bu kendi zamanlarına göre modern görüşlü ve devrimci
gençlerin ortak gayeleri Avrupa'ya karşı olan ilgileri ve Osmanlı
İmparatorluğu'nun çöküşünü durdurmaktı. Ortak düşmanları sultan değil, Âli
Paşa (1815-1871) ve Fuad Paşa (1815-1869)
idiler. Kendilerine göre bunlar İmparatorluk'daki yaşayan Müslümanları Batı'ya
satıp, Avrupa ülkelerinin emperyalizm esirleri ve Batı kültürünü körü körüne
taklid eden kişilerdi. Yeni Osmanlılar'ın tek istedikleri şey, Osmanlıların hem
Batı, hem de İslâm kültürüne iştirak etmeleriydi. Tanzimat'ı yürüten paşalar
parlamenter hükümeti reddederken, Yeni Osmanlılar değişik milletlerin böyle bir
sistemdeki katılımını Müslümanlar'da ve gayri Müslümanlar'da aynı "vatan
duygusunu" uyandıracağından emindiler. Böylece milliyetçiliğe karşı olan
ilgi zayıflatılmış olurdu.
Görüşleri yüzünden
bâzı Yeni Osmanlılar 1867 senesinden sonra Avrupa'ya kaçmak zorunda kaldılar;
1871'de Âli Paşa'nınölümünden İstanbul'a geri döndüler.
Ancak Nâmık Kemal'in 1873'te Vatan yahut
Silistre adlı tiyatrosunun büyük bir heyecan uyandırması ve Nâmık, Ebüzziya
Tevfik ve Menapirzâde Nuri'nin bilhassa
tahta iddialı olan Murad Paşa'yı destekledikleri
için, Sultan Abdülaziz tarafından değişik vilâyetlere
sürgün edildiler. Böylece Nâmık Kemal Kıbrıs
Magosa'ya, Ebüzziya TevfikRodos'a ve Menapizâde
Nuri Bey ile Bereketzâde İsmail Hakkı da
Akka'ya sürgün edildiler. Sürgünleri sırasında oradaki Bahaîler'le temasta
bulundular.
Yeni Osmanlılar ve
Bahaîler
Ebüzziya Tevfik, Yeni
Osmanlı Tarihi adlı eserinde, "Babîlerden yani Bahaîler'den,
onların İstanbul'dan Rodos üzeri Akka'ya sürgün edildiklerinden bahsediyor ve
şöyle yazıyor: Daha evvel Babî'lerden kimseler Rodos'a gönderilmiş, çünkü bizim
Hükûmet kendisi için aldığı zâbıta tedbirlerine kanaat etmeyerek, komşu
Devletler için de zaptiyelik ederdi. Netekim sırf dinî inançla ilgili ve hiç bir
vakit Sünnîliğe saldırmasına imkân olmayan "Babî mezhebini çıkaranlarla
inananlarını da, Rodos'a, oradan da Akkâ'ya sürgün etmişti. Sırası gelmişken
şurasını bildirelim ki, kırk beş seneden beri Osmanlı topraklarında oturmakta
olan bu adamlar, mezhep ve dinî inançlarını kabûl ettirmek yolunda, bir kişiye
bile tekliflerde bulunmamışlardır. Hiç bir Osmanlı Babî olmamıştır. Çünkü
Babîlik, kim ne derse desin bir mezhep değil, fakat mezhep örtüsü altında bir
siyasî inançtır ve sırf İran'a mahsus inkılâp hareketleriyle ilgilidir.
İşte bu
kimselerden Bahaeddin Efendi isminde ve ihtimal halen
hayatta bulunan bir zatın, insanlık göstermek gayreti sayesinde, Nuri
Bey'le Hakkı Efendi'den, önce bir haber, sonra da
yazdığımız mektuba cevap aldık.
Tevfik burada
şüphesiz "Bahaullah" ismini "Bahaeddin"
ile karıştırıyor. ... Magosa'ya sürgüne gönderilen olan Nâmık Kemal,
öyle görünüyor ki, orada daha çok Ezelîler'le temâsta
bulunmuş; Ezelîler, Bahaullah'ın üvey kardeşi ve ona
karşı çıkan Mirza Yahya "Subh-i Ezelin taraftarlarıydılar.
Bir tarihçiye göre, Nâmık'ın en yakın arkadaşı ve
"Kuleli Vak'asının" aslî fâili Şeyh Ahmed Efendi,
Kıbrıs'ta görünüşte Babîliğe veya Bahaîliğe inanmış ve Nâmık Kemal 1876'da
yazdığı bir mektupta kendisinin de "Babî olduğu" söylentileri reddediyor.
Başka bir mektupta
Magosa ve oradaki insanlardan anlattıktan sonra "Babîlerden" şöyle
bahsediyor:
Gâh nübuvvet ve
gâh ulûhiyyet davasında bulunan ve hatta hâşâ Cenâb-ı Hakk'ı kendileri yaratmış
olmak zu'mlarına kadar çıkışan Babîler burada... Babîler hazarâtı, yevmiye nâmı
ile memleket memurlarından ziyade maaş alıyorlar. Yiyorlar, içiyorlar; saye-i
seniyyede Memâlik-i Osmaniyye'nin taksimine çalışıyorlar; hele Devlet-i
Âliyye'nin kahr-ü izmihlaline duadan bir dakika hâli oldukları yoktur.
Ve daha başka bir
mektupta Nâmık Kemal Babîleri "eşerr-i mevcudât (en
kötü yaratıklar)" olarak nitelendiriyor. Nitekim Süleyman
Nazif'in Nasiru'd-Din Şah ve Babîler adlı eserindeki
tespitlerinden, Nâmık'ın "eşerr-i mevcudâtla"
Ezelîler'i kasdettigini görebiliriz:
Kemal Bey'in Babîleri "eşerr-i mevcudât" kabûl etmiş olması Abbas Efendi'yi [Abdülbaha'yı] yalanlamaz. Çünki evvela Abbas Efendi Babîlik'ten ayrılmış, hâttâ Allah'a sığınıyordu. İkincisi, Babîler'i Şark dâima fena görmüş, fena anlamıştı. Bu mektup yazıldıktan yirmi küsur sene sonra bile, ben bir Fransız edibine Babîler hakkındaki fenaatımı izah ederken, onları "kana susamış bir çift siyah gözle kızıl bir hançer görüyordum. ... Şu da doğrudur ki, Subh-i Ezel'in etrafı Babîler'in fena ve soysuzlaşmış takımıyla çevrilmiş idi. Kuvvet ve azamet Bahaullah tarafına gitmişti. Nasıl ki hâlâ iyice yerleşmiş ve Avrupa ile Amerika'da itibar sâhibi olan yalnız Bahaullah'ın mezhep ve tarikatıdır.
Kemal Bey'in Babîleri "eşerr-i mevcudât" kabûl etmiş olması Abbas Efendi'yi [Abdülbaha'yı] yalanlamaz. Çünki evvela Abbas Efendi Babîlik'ten ayrılmış, hâttâ Allah'a sığınıyordu. İkincisi, Babîler'i Şark dâima fena görmüş, fena anlamıştı. Bu mektup yazıldıktan yirmi küsur sene sonra bile, ben bir Fransız edibine Babîler hakkındaki fenaatımı izah ederken, onları "kana susamış bir çift siyah gözle kızıl bir hançer görüyordum. ... Şu da doğrudur ki, Subh-i Ezel'in etrafı Babîler'in fena ve soysuzlaşmış takımıyla çevrilmiş idi. Kuvvet ve azamet Bahaullah tarafına gitmişti. Nasıl ki hâlâ iyice yerleşmiş ve Avrupa ile Amerika'da itibar sâhibi olan yalnız Bahaullah'ın mezhep ve tarikatıdır.
Nazif'in burada
"Abbas Efendi Babîlik'ten ayrılmış" demesinin
anlamı, üvey amcası olan ve Bahaullah'ın peygamberliğini
reddeden Subh-i Ezel'in ve "Babîler'in fena ve
soysuzlaşmış takımının yaydıkları Babîlik'ten ayrılmasıdır. Nazif aynı
eserinde Nâmık Kemal'ın Abdülbaha ile
mektuplaştığını söylüyor:
Bahaullah'ın oğlu Abbas
Efendi ile iki sene önce [1917] Hayfa kasabasında görüştüğüm
zaman, Kemal Bey'e birçok mektuplar ilettiğini ve
fakat Sultan II. Abdülhamid zamanında bir aralık takip
ve araştırma edilmek endişesiyle bu mektupları yakmış olduğunu bana tam bir
kederle söylemiş(ti)...
Nâmık Kemal Ezelîler
hakkında kötü konuşmasına rağmen, kendisinden, "Gülnihal" adlı
tiyatrosunu Subh-i Ezel'in oğlu Ahmed Ezel'e yazdırdığını
ve tebyizi onun olduğunu öğreniyoruz. Süleyman Nazif, bazı
Batılı tarihçilere göre Ziya Paşa Kıbrıs mutasarrıfı iken
Subh-i Ezel ile buluşmuş ve Babîler ile Yeni Osmanlılar arasındaki temasların
temelini atmış olmasına işaret ediyor, ancak bunu ispatlayacak deliller
olmadığını söylüyor. Ayrıca Abdülbaha'nın Yeni Osmanlı
hareketinde önemli rol alan Ziya Paşa ile tanışıklığı
olduğundan söz ediyor. Şu kesindir ki, Abdülbaha, 1876'ta
Meşrutiyet'i hazırlayan Midhat Paşa ile Beyrut'ta
buluşmuş. Akka'da sürgünde olan Nuri Bey ve İsmail
Hakkı Efendi'ye gelince, bunların Bahaîler'le şahsi ve iyi
tanışıklıkları olmuş. İsmail Hakkı Efendi Yâd-ı Mâzi
adlı hâtıratında Babîliği ve Bahaîliği olumlu bir şekilde ele alıyor ve "Mirza
Abbas Efendi" yâni Abdülbaha'nın "âlim,
fâzıl ve asrin ahvaline vâkıf soylu yüzlü bir zat olduğunu" söylüyor.
Ayrıca yabancı gazetelerde İran hakkında makaleler okuduğunu ve Bahaî
çocuklarına yabancı diller okuttuğunu zikrediyor.
Biz Akka'da
bulunduğumuz müddetçe, Bahâullah Efendi, kirayla oturduğu
evde münzevî olup cemaatten başka kimseye görünmez olduğundan cemaatin
işlerini Abbas Efendi idare ederdi. Abbas
Efendi'nin tavır ve meşrebi incelenirse şeyhâne olmaktan çok
siyasî bir tarz ve durumu andırdığı ortaya çıkar. Yabancı basında İran hakkında
bir makale, dikkatli gözlerine tesadüf edince saatlerce, kendini vererek,
düşüncelerini açıklar ve bundan o kadar tat alır ki, bütün bütün uykusunu ve
rahatını ona feda eder. Bâzen Arapça ve Farsça makaleler yazıp Fransızca
tercümeleriyle Avrupa basınına gönderdiği olurdu. Sohbetinin ve insanlarla
geçinmesinin güzelliği, cömertliği ve iyiliğiyle Akka'da halkın kalbini elde
ettiğinden oturdukları evin bulunduğu meydancığın karşısında selâmlık olarak
kullanılan yerde, zengin ve fakir, Müslim ve gayrimüslim ziyaretçiler, sabah
akşam eksik olmaz. Misafirlere lezzetli çaylar, Şiraz'ın en nefis
tömbekilerinden nargileler ikram edilir. Pek çok olurdu ki, Abbas
Efendi sur dışında bulunan bahçeler içinde satın aldığı bahçede
bize ziyâfetler verirdi. Birlikte çıkıp gezintiler yapılıp yemekler yendikten
sonra yine birlikte kaleye dönülürdü.
Şerif Mardin'e göre İsmail
Hakkı Efendi Akka'daki "Babîleri ilkel görmüş ve ciddiye
almamış, ancak İsmail Hakkı'nınsöylediğine bakarsak bunun
doğru olmadığını görüyoruz: "...avâmın anlattıklarını cemaatinin mâkul
tavırlarına bakarak yalanlamaya lâyık görürüm. ... Gerek cemaâtin gerekse
çocukların terbiyeleri, hakikaten takdire lâyıktır. Yeni Osmanlılar,
İmparatorluk'ta fazla değişim getirmedilerse de, düşünceleri ve fikirlerini
kısa bir süre sonra "Jön Türk" adı altında toplanan ve bu sefer Sultan
II. Abdülhamid'e karşı olan genç aydınlar miras aldılar.
Abdullah Cevdet ve Bahaîlik
Bunlardan
biri Doktor Abdullah Cevdet'dir (1869-1932). Âile
çevresinde aldığı dinî eğitimden sonra yüksek tahsilini İstanbul'da Kuleli
Askeri Mekteb-i Tıbbiye'de bitirdi. Burada, mevcut yönetime karşı yoğunlaşmış
tepkiler olan bir ortamda, "...üç sene zarfında fikirler hayli uyandı ve
İdâre-i Hamidiye'ye karşı dehşetli bir hareketi fikriye ve zemin hazırladı....
1889'da kendisi ve birkaç arkadaşı İttihad-ı Osmanî Cemiyeti'ni (İttihat
Partisi) kurdular. Bu örgüt daha sonra İttihad ve Terakki Cemiyeti adını
taşıdı. Tıbbiye'de okuyan gençler Batı ve özellikle Fransız ve Alman maddiyatçı
filozofların eserlerinden etkilenerek, hayatı bir ilâhî iradenin sonucu olarak
değil, değişik biyolojik ve fizyolojik mekanizmaların neticesi olarak
görüyorlardı. "İttihad-ı Osmanî Cemiyeti başta biyolojik materyalizm olmak
üzere karmaşık düşünsel etkilerden ve 'vatanseverlik' fikrinden etkilenen bir
öğrenci örgütü durumundadır. Bu örgütte felsefî boyutun ağır basmasına
karşılık, cemiyetin daha sonra tam bir siyasî örgüt hâline geldiğini özellikle
1906 senesinden sonra görebiliriz. "Üyelerin bir kısmının yeni Cemiyet'te
de çalışmaları dışında fikrî boyutlar açısından hiçbir ilgi
bulunmamasıdır. Cevdet'in ve diğer arkadaşlarının
inandıkları felsefe Fransız filozof Auguste Comte'unkurdugu
"Pozitivizmdir". Bu felsefeye göre insanlığın gelişimi din, metafizik
ve son olarak ilim aşamalarından oluşuyor, yâni insanlık son olarak dini terk
edip sâdece ilime inanacak ve bütün sorunları sâdece bilimle çözecektir.
Abdullah Cevdet yoğun siyasî
faâliyetleri sonucu birkaç defa sürgün edildi ve başka yerler arasında
Fransa'ya da kaçmak zorunda kaldı. 20. yy. başından beri Bahaîler'in bulunduğu
Paris'te Cevdet muhtemelen Bahaîlik'le temas
etti. Cevdet'in1904/1932 senelerinde yayınladığı ve halkı
aydınlatma aracı olarak gördüğü "İctihad" dergisinde, 1921 senesinin
sonunda ve 1922'nin başında üç makale yayınlandı. Yazar Emin Âli "Bahaî
hareketi hakkında ilmî bir tetebbu" başlığı altındaki üç makalesinde
Bahaîlik hakkında çok olumlu bir şekilde yazıyor. Abdullah Cevdet bu
makalelere dayanarak İctihad'ın 1 Mart 1922 tarihli 144. sayısında
"Mezheb-i Bahaullah - Din-i Ümem" başlıklı bir makale yayınladı.
"Bir dünyâ dini olarak kabûl edilmesini istediği Bahaîlik hakkındaki bu
yazısında "peygambere hakaret ettiği gerekçesiyle önce tutuklanarak iki
sene hapse mahkûm edildi. Cevdet bu makalesinde
Bahaîlik hakkında şöyle yazıyor:
Bahaîlik bir din-i
merhamet ve muhabbettir... Her din, merhamet ve uhuvvet tesisi için gelmiştir. Fakat
bir insan hangi dinde olarak doğdu ise o dinde kalmasına hiç mâni olmaksızın o
insana, kendisini din olarak kabûl ettirebilecek bir mâhiyette bir din
görülmemişdir. Bu din ancak, Bahaullah'ın ve oğlu Abdülbaha'nın va'z
ve tesis ettiği din-i merhamet ve muhabbettir. Bahaullah:
"İnsanlar arasında tohum-i nifak ekmekten, gönüllere reyb ve şüphe
dikenleri dikmekten sakınınız. Selsebil-i saf-i aşkı bulandıracak, ıtır-ı
muhabbeti uçuracak bir şey yapmayınız. Hayatıma kasem ederim ki, siz aşk ve
muhabbet için yaratıldınız, kin ve nefret icin degil diyor. Bu sübhanî ve
hakikaten rahmanî söz, her asırda ve bilhassa bu asr-ı insaniyette söylenmesi
ve tekrar edilmesi ve ruhlara derinden derine infaz olunması elzem olan bir
sözdür... Beynelümem ve beynelbeşer muhabbeti, merhameti, sulhu bir âyin
hâlinde koyan ve buna lazım gelen nur ve harareti veren bir mürşid, Hazret-i
Bahaullah'tan evvel görülmedi... Bahaullah'ın tesis, Abdülbaha'nın tanzim
ve neşrettiği Bahaîlik akıl ile mütearız hiç bir fikri, hiç bir hükmü ihtiva
etmemektedir. Yâni Bahaîlik ziyâ-nisâr bir hararettir. Bir hareket-i muzlime ve
gayr-i muzîe değildir. Bu seciyyesi onu cihan-ı şümul ve millel-i muhit bir
âyin-i sulh ve muhabbet olmağa doğru götürmektedir... "Mum ışıkrîzdir:
damla damla cevher-i hayatını aktırır, ta ki bu döktüğü yaşları neşr-i nur
etsin. İşte bu, sizin için bir misâl-i imtisal, bir timsâl olmalıdır
diyen Abdülbahahakikaten bir meşale gibi yanmış, binlerce
meşaleler îkad ettikten sonra başka cihanlarda yine yanmağa gitmiştir... Fakat
bu kıvılcımdan ne kadar hararet ve nur intişar edebilir? Cihanı ısıtmak
için Bahaullah'ın ruhundaki muazzam yangın lâzımdır.
Tenvir etmek ve aynı zamanda ısıtmak için yanan ruhanî ve rahmanî bir yangın.
"Abdullah
Cevdet'in gördüğü büyük tepkinin nedeni bizzat Sultan'ın bu
olaydan dolayı kendisine kızmasıdır. Bu tepkiler o zamanın muhafazakâr
gazetelerinden de geldi. Cevdet mahkûm edildikten
"daha sonra ise gıyaben verilen bu karara itirazı sonucunda Cumhuriyet
döneminde de uzun süre devam edecek olan Türk basın tarihinin en ilginç
yargılamalarından birisi başladı. Abdullah Cevdet kısa
sürede olayı bir düşünce ve vicdan özgürlüğü sorunu hâline getirerek bu konudan
yararlandı. Olayın bu yönünün yanı sıra Bahaîliğin İmparatorluk kamuoyunda
geniş biçimde tartışılmasına neden olduğu görülmektedir. Tarihçi
Şükrü Hanioğlu'na göre Cevdet Bahaîliği
İslâm ile Materyalizm arasında bir aşama olarak görüyordu. Hanioğlu'nun Bir
siyasî düşünür olarak Doktor Abdullah Cevdet ve dönemi
kitabındaki açıklamaları şöyledir:
"Toplum için
yeni bir 'ethic' (ahlâk) yaratma çabaları Abdullah Cevdet'i Bahaîliği
bu görevi ifa etmek için topluma sunmaya kadar götürmüştü. Kuşkusuz Bahaîliğin
pasifizme benzeyen içeriği Abdullah Cevdet'in bu
mezhebe ilgi duymasında etkili olmuştu. Ancak, ruhban sınıfı ve âyinleri
olmayan, nihaî amaç olarak dünya çapında sûlhu benimseyen bu mezhep Abdullah
Cevdet açısından toplumun dinin yerine biyolojik materyalizmi
kabûl etmesi sürecinde olumlu gelişme sağlayacak bir basamak olarak kabûl
ediliyordu. Burada, Bahaîliğin Abdullah Cevdet açısından
daha evvel İslâm'ın saf hâli düşüncesinde olduğu gibi bir aşama olarak
benimsediğini görüyoruz... Abdullah Cevdet'in bu
düşüncesi nedeniyle karşılaştığı tepkileri görmüştük. Hukukî uygulamaların
dışında Abdullah Cevdet'in gördüğü en sert eleştiriler
ise gene İslâm uleması tarafından kendisine yöneltilmişti. Bahaîliğin,
İslâmiyet'le hiçbir ilgisi bulunmadığını belirten bu eleştirilere
karşılık Abdullah Cevdet, bir 'ethic' olarak düşündüğü bu
mezhebi İslâm'ın olumlu içeriğiyle destekleyeceğini... açıklamasına karşın bu
çabasında başarı sağlayamadı. Zâten çok kısa bir süre sonra rejim
değişikliği Abdullah Cevdet'e bu çeşit aşamalar yerine
topluma biyolojik materyalizmi dini ikame edecek bir kurum olarak sunma imkânı
verdiğinden kendisi tekrar bu konudaki tartışmalara dönmedi.
Günümüzde Bahaîlik
Günümüzde hareketi
yönlendiren Umumî Adalet Evi ilk kez 1963 yılında
kurulmuştur. Hareket İslâm ülkelerinde ilk yıllarda oldukça baskı
altında kalmış olmasından dolayı İslâm ülkelerinde fazla yayılamamıştır. Bahaîlik
özellikle Tanrı inancının oldukça zayıfladığı ve toplum düzeninin bozulduğu
yerlerde günümüzde taraftar sayısını arttırma eğilimindedir. Ülkemizde
dâhil olmak tüm İslâm ülkelerinde Bahaîlik ayrı bir din olarak kabûl edilmemektedir.
Bu nedenle de herhangi bir İslâm ülkesinde resmî ibâdethâneleri yoktur. Nüfus
cüzdanında Din Hânesi olan İslâm ülkelerinde Bahaî yazılmamaktadır.
Bahaîlik sapkın bir mezhep olarak tanıtılmaktadır.
İslâm
ülkelerindeki bu tavırlara rağmen Bahaîlik günümüzde içlerinde ülkemizin de
bulunduğu dünyanın hemen hemen tüm ülkelerinde Bahaî inancını taşıyan
topluluklara rastlanmaktadır. Ülkemizde Bahaîler genelde İstanbul, Ankara gibi
büyük kentlerde yaşamaktadırlar ve sayıları 20.000 civarındadır. Yaklaşık olarak
dünyâda 2.000.000 civarında Bahaî bulunmaktadır.
***
Semih Tufan
Gülaltay: "Fethullah Müslüman Değil,
Bahaîlerin lideri" Diyor.
Fethullah-Bahaîlik ilişkisi
Semih Tufan
Gülaltay, İleri Yayınları'ndan çıkan "Fethullah Müslüman
mı kitabında Fethullah Gülen'i farklı bir açıdan
inceliyor. Kendi kaleminden okuyalım:
"Bu kitaptaki
ana mevzu, Fethullah'ın rejim düşmanlığı ya da ABD
adına yüklendiği misyon değil... Ben O'nun İslâmiyet'in içine sokulmuş bir
Truva atı olup olmadığını sorguluyorum. O bir Truva atı mıdır? Fethullah Bahaîler'in
gizli lideri midir? Amaç İslâm dinini tahrif etmek midir? Gerçek ve halis
Müslüman kitlemizi Fethullah'tan nasıl koruyabiliriz?
Ve benim için işin en önemli yanı 21. asrın en büyük dinamik gücü olan Türkçü
gençliğin Türk-İslâm sentezi adı altında kandırılmasının önüne
geçme yollarının ortaya konmasıdır... Nurculuğun Türk milliyetçilerinin sırtına
basarak Tevrat ittifakı kurmasının önüne geçmek, Orta Asya'da misyonerlik
okulları açarak İngilizceyi Orta Asya'da tek dil hâline getirme çalışmalarına
artık dur diyebilecek miyiz?
Fethullah'ın birinci
gâyesi Türk devletini ele geçirmek, ikinci gâyesi ise, geçmişin intikamını
almak için İran'ı istilâ edip İran'la harbe girmektir... O, bu operasyonda
Turancılar'ı kullanmayı düşünüyor... Bütün Türk dünyasını ele geçirdikten sonra
ise önce aldatmaca bir dinler diyalogu oluşturacak sonra da gerçekte bir Tevrat
ittifakı olan Bahaîliğe geçiş sürecini başlatarak bütün dünya dinlerini
Bahaîlik altında birleştirme sürecini başlatacaktır... Son merhalesi Fethullah'ın "Mesih
ilân edilerek dünya peygamberliğine adım atmasıdır.
Kitapta Gülaltay,
Fethullahçılığın kökeni İran'a uzanan Bahaîlik tarikatının bir kolu olduğunu
ve Gülen'in Bahaîliğin günümüzdeki lideri olduğunu
iddia ediyor.
Gülaltay'a göre,
Bahaîlik sıradan bir tarikat veya cemaat değildir. Hâttâ Bahaîlik İslâm içinde
bir mezhep de değildir. Bahaîlik, 3 büyük dini, İslâmiyet'i,
Hıristiyanlığı ve Museviliği tek bir pota altında birleştirmeye çalışan bir
dinler-üstü mezheptir. İran'da İslâm öncesi geleneklerini sürdürmek isteyen
ve bu nedenle İslâmiyet'i diğer dinlerle birleştirmeye ve tahrif etmeye çalışan
çeşitli tarikatlara dayanmaktadır. Bahaîliğin ortaya çıkışını 800'lü yıllara
kadar götüren Gülaltay'a göre Fethullah'ınMüslümanlık
anlayışının ardında aslında kökeni İran'a dayanan bu İslâm-dışı tarikatlar
vardır. Dolayısıyla Fethullah'ın ne kadar Müslüman
olduğu sorgulanmalıdır.
Gülaltay, kitabında,
İran'daki Batınî mezheplerinin her birinin ortaya çıkışını ve birbirini nasıl
takip ettiğini anlatıyor ve bu mezheplerin neden İslâm-dışı sayıldığını
örnekleriyle okuyucuya sunuyor. Gülaltay, İran'daki İslâm-dışı
mezhepleri Mazdek'le başlatıyor. Sonra sırasıyla, Hürremiye Mezhebi, Babek,
İsmailiye ve Hasan Sabbah, Hurufîler, Cavidaniye, Babilik, Bahaîlik... Gülaltay'a göre
bu mezhepler farklı isimler taşımalarına karşın aslında aynı mezhebin
devamıdır. Çünkü sık sık İran Devleti'ne ve Halifeliğe karşı ayaklanan bu
mezhepler, başarısız olunca yollarına devam edebilmek için isim değiştirmiştir.
Yoksa eylemleri de inançları da farklı değildir.
Bu tarikatların
kısa bir tarihin sunduktan sonra Fethullah'ın bu
tarikatlarla bağlantısını yapıtlarından örneklerle açıklanıyor. Örneğin Batınî
tarikatlarının en önemli özelliği yasak kimliklerini saklayarak takiyye
yapmalarıdır. Gülaltay'a göre, Batınîler takiyye
yaparak gerçek inançlarını gizlerler, Müslümanlar'la kaynaşırlar ve devleti
içten içe fethetmeye çalışırlar. Aynen Fethullahçılar gibi...
Batınîlerin
Kitabün Nur'undan Saidi Nursi'nin Risâle-i Nur'una
Öncelikle
Batınîler, şeyhlerinin kitabını Kur'ân yerine kabûl ederler. Cavidanîyeler,
şeyhleri Fazlullah'ın Cavidannâmesi'ni, Babiler
ise şeyhleri Muhammed Bab'ın kitabı Kitab-ün
Nur'u Kur'ân kabûl ederler. Ne hikmetse, Saidi Nursî'nin Risale-î
Nur'u isim olarak ve cemaatin gösterdiği saygı bakımından, içerik
olarak, Kitab-ün Nur'a çok benzemektedir. Türkiye'deki
Nurculara göre, Kur'ân'ın anlaşılması zordur, bu nedenle müritlere Nur
Risâleleri önerilir. Risâlelere âdeta ikinci bir Kur'ân muamelesi
gösteren Fethullah, Gülaltay'a göre
bu şekilde Müslümanlığa da aykırı hareket etmiş olmaktadır. Gülaltay, Fethullah'ın şu
sözüne dikkat çekiyor: "İlimler sahasında mes'elenin temel
esprisini ise Bedîüzzaman'ın mülahazasında buluruz. Şöyle der o:
Allah'ın iki kitabı vardır. Biri kâinat kitabı, diğeri Kur-ân'ı Kerim. Gülaltay'a göre Fethullah
Gülen, "Kâinat kitabı derken Risâleler'i kastetmektedir. Gülaltay,
buna benzer pek çok örneği kitabında veriyor ve Nurcular'ın Risâleleri öne
çıkarmasının nedeninin Kur'ân'ın geçerliliğini ortadan kaldırmak olduğunu
söylüyor.
Fethullah isminin
kaynağı Gülen'in kimliğini ele veriyor
Fethullah
Gülen'in isminin kaynağı da gizli kimliğinin bir başka
göstergesi. Gülen'in ismi 1844 yılında İran Şahı'nı
öldürmeye kalkışan bir Bahaî fedaisinden gelmektedir: Fethullah Kamî. Fethullah
Gülen'in âilesinin İran'dan göçme olduğunu da ortaya koyan Gülaltay,
Bahaîlik'le bir başka bağlantısını daha ortaya çıkarmaktadır.
Fethullah'ın rumuz olarak
kullandığı isimler de eski Bahaî kahramanlara atıftır. Örneğin, "1982
yılının sonlarında DGM savcılığının hakkında başlattığı soruşturmada, Fethullah'm Dahhak
kod adını kullanarak kitap yazdığı tespit edilmiş. Bilindiği üzere Dahhak İran
mitolojisinde, İran'ı istila edip İran Şahı Cemşit'i testere
ile ortadan ikiye böldürten, İran halkına işkenceler, eziyetler yapan bir
adammış. İran halkı Dahhak-ı Zalim diye andıkları bu gaddar adamın zulmünden
perişan olmuştu.
Işık evlerinin
sırrı: Ev-mâbedler
Gülaltay, Babiler'in
ibâdet için câmiler yerine evleri tercih etmesiyle Fethullahçılar'ın Işık
evleri arasında da bir bağlantı kuruyor: "Babiler,
câmilere gitmez, cemaatle namaz kılmazlardı. Bunun yerine evlerde toplanmayı
tercih ederlerdi. Ardından Nur evleriyle ilgili Fethullah
Gülen'in şu sözlerine dikkat çekiyor:"Bu ışık evlerinin
kendine has özellikleri vardır... Yüreği pek, imanı çelik insanların yetiştiği
kutsal mekânlardır... Artık geçmişte câmide yapılan dinî ruhunun müzakereleri
bu evlerde bir araya gelinerek yapılacaktır. Ve Gülaltay Nur
evlerinin İslâm-dışı olduğunu şu şekilde anlatıyor:"Anlaşılacağı
gibi Fethullah Gülen, bundan sonra câminin önemli olmadığını
söylüyor. Çünkü büyük ustası Kürt Sait de camiye girmezdi.
Buradaki amaç ise İslâm'ın birliktelik ve cemaat ruhunu yıkmaktır.
Kurretü'l-Ayn'ın ve Babi şeyhlerinin vaaz verdiği yerler câmiler değildi. Fethullah'ın tabiriyle
Nur evleriydi. Yine aynı Fethullah, Yeşeren
Düşünceler isimli kitabının 164. sayfasında ev-mâbed [adıyla] bu ışık
evlerini târif ediyor. Ev-mâbed terimi Bahaîlik dininde mâbede verilen addır.
Bahaîler'in mâbedlerine ev-mâbed adı verilir.
Gülen'den
Bahaîlere gizli övgüler
Gülaltay, Fethullah'ın kitaplarında
Bahaîler'i nasıl gizlice övdüğünü de ortaya çıkarıyor. Örneğin, Fethullah'ın Hz.
Muhammed'i anlattığı sanılan kimi yazılarında aslında Bahaîler'in
lideri Molla Muhammed Ali'yi andığını aktarıyor:
"Dostların vefasızlığına, düşmanların ardı arkası kesilmeyen istila ve
ifsatlarına uğramasaydı, kim bilir daha neler yapacaktı? Keşke, bu mübarek
dünya; duygu, düşünce, anlayış ve hayat felsefesiyle hiç değişmeseydi. Onun
yiğitliği, sâdeliği ve mertliği bu güne kadar dipdiri kalabilseydi. Keşke O
muhteşem saray ve yüksek kasırların altın yaldızlı kubbeleri altında, baygın ve
mahmur dolaşan hasım dünyanın, tâlihsiz insanlarının durumuna düşmeseydi. Gülaltay,
bu alıntıda önemli bir çelişkiyi yakalıyor: "Yukarıdaki metinde anlatılan
kasır ve saraylar dönemin İran Şah'ının saraylarıdır.
Çünkü Hz. Muhammed devrinde Arabistan'da ne kasır vardı
ne saray.
Gülaltay, bu konuda daha
pek çok örnek yakalamış. Gülaltay'a göre, baskı ve
zulüm gören insan tasvirleri sanılanın aksine Hz. Muhammed dönemi
yaşamış Müslümanlar değil, başarısız ayaklanmalardan sonra yurttan yurda
göçürülen Bahaîler'dir. Örneğin, 1868'de Bahaîler sürgüne gönderilir. Fethullah
Gülen'in kitaplarında anlattığı ömür boyu süren büyük göç aslında
Bahaîler'in sürgünüdür. Gülaltay'a göre bahsedilen göç
sanıldığı gibi Mekke'den Medine'ye Hz. Muhammed'in hicreti
değildir.
Başka bir yerde
ise Fethullah şöyle diyor: "Bir başka defasında da
seni kardeşinle konuşmaktan men etmişlerdi. Hani o güne kadar, bir lahza
kendisinden ayrılmadığın kardeşinle konuşmaktan... Savaş meydanlarında omuz
omuza, yemek sofralarında diz dize oturduğun kardeşinle konuşmayacaktın. Gülaltay'a göre
burada kastedilen de yine Bahaî liderleridir. Çünkü Müslümanlar'ın tarihinde
kardeşiyle konuşmaktan men edilme gibi bir cezalandırma söz konusu
edilmemiştir. Hâlbuki Abdülaziz'in bir
fermanında, Bahaullah'ın çocukları birbirleriyle
konuşmamaları kaydıyla sürgüne gönderiliyordu. Fethullah'ın uğruna
gözyaşı döktüğü işte bunlardır.
Fethullahçılık'la
Bahaî inanışları arasındaki paralellikler
Gülaltay'ın bulduğu
çeşitli paralellikleri şöyle sıralayabiliriz:
Bahaîler
cenâzelerini İslâm inanışının tersine, mermer lâhitler içinde gömerler. Saidi
Nursî de vasiyetinde cesedinin lâhitin içine konulmasını
istemiştir.
Bahaîler'de
ibâdete başlama yaşı 16'dır. Fethullah Gülen de bir
kitabında şöyle demektedir: "16 yaşıma kadarki dönemi çocukluk dönemi
sayıyorum.
Bahaîlik'te el
öptürmek kesinlikle yasaktır. Fethullah Gülen de el
öptürme konusunda şöyle diyor: "Fevkalâde rahatsızlık duyuyorum. El
öptürme prensibim hiç yoktur.
Bahaîler, câmiye
girmez, cemaatle namaz kılmaz. Sâdece cenaze namazı kılarlar. Gülaltay'a göre, Fethullah
Gülen'in de cenaze namazı dışında câmiye girip namaz kıldığını şu
ana kadar kimse görmemiştir.
Bahaîlik'te kurban
kesilmez. Ünlü Fethullahçı bilim adamlarından birisi de katıldığı bir tartışma
programında kurban kesmeyi hayvan katliamı olarak nitelendirmiştir.
Bahaîlik'te, herkes
malının yüzde beşini, toplumun başında bulunan 19'lar heyetine vermek
zorundadır. Fethullahçı organizasyon ve vakıfların başındaki yönetim kurulu da
19 kişidir.
Fethullah ile Bahaîler
arasındaki bir başka somut bağlantı ise Saidi Nursi'nin hayatından
alınmaktadır. Saidi Nursi, Gülaltay'ın ortaya
çıkardığına göre, İran Şahı'na suikast düzenleyen
Babiler'in şeyhlerinden Celaleddin Afgani'nin İran'dan
kaçıp Abdülhamit'in himâyesine girmesi sırasında
kuryelik etmişti. Saidi Nursî, yine bir başka Bahaî tetikçi Kirmani'yi de
İran-Türkiye sınırında karşılayacak ve İstanbul'a kadar kendisine eşlik
edecekti.
Gülen'in sözlerinde
gizli anlamlar
Fethullah'ın eserlerinde
gizli gizli Bahaîlik propagandası yaptığını da Gülaltay çeşitli
örneklerle açıklıyor:
Kapı: Bahaî mezheplerinden
Babiliğin kurucusu Muhammed Bab'tır. "Bab kelimesinin
bir anlamı da "kapıdır.
"Ulu sultan!
Canlı-cansız, insan-hayvan, (..) her şey varlığını soluklar.: Gülaltay bir başka
bölümde ise Gülen'in bu sözündeki gizli anlamı ortaya
çıkarıyor: Ulu Sultan kelimesi Bahaî Şeyhi
Bahaullah'a atfedilmiştir. Hayvanları, eşyaları bile Allah'ın
kulları olarak kabûl eden ise Muhammed Bab'ın hocası Kâzım-ı
Reşdi'dir.
Nebiler
Sultanı: Gülaltay, Fethullah'ın sık
sık kullandığı "Nebiler Sultanı teriminin de karşılığını buluyor. Gülaltay'a göre, Fethullah'ın burada
kastettiği Hz. Muhammed değil, Bahaullah'tır.
Çünkü Bahaullah'ın lâkabı döneminde "Sultandır.
Nur Asrı: Muhammed
Bab'ın Kitabün Nur ile Babiliği yaydığı ilk yıllara da Nur asrı denmektedir.
Timur ve Cengiz düşmanlığı: Fethullah bir
kitabında şöyle diyor:"Allah bir zamanlar Cengiz, Hülâgü ve Timurlenk'in eliyle
hırpaladığı ve ikaz ettiği İslâm âlemini bugün de Batılılar vasıtasıyla
hırpalayıp ikaz etmektedir... Gülaltay, Fethullah
Cengiz, Hülagû ve Timurlenk'e karşı
olmasını bu hükümdarların Bahaîler'in önemli önderlerini öldürmüş olmasına
bağlıyor. Cengiz Han'ın oğlu Hülagû, Hasan
Sabbah'ı, Timurlenk'in oğlu Miranşah ise Fazlullah'ı öldürmüştü.
"Dönmezem ve
"mum gibi yanıp erimek: Bu kelimeleri de Fethullah sık
sık kullanmaktadır. Örneğin: "Çevresinde kol gezen tehlikelere aldırmadan,
yüce derslerine devam eden ve hakkında bayağıların bayağısı hükümler kesilip
biçilirken. 'Hançer ile yüreğimi yar! Senden dönmezem' diyerek hakikati
haykıran büyük muzdariplerin 'Evet hep böyle ızdırap gören ızdırap düşünen ve
bir mum gibi yana yana eriyip giden, bu yüce kametlerin arkasında yürüyenler
hiçbir zaman aldanmadılar ve hiçbir zaman hayâl kırıklığına uğramadılar.'
Tahran Kalesi'nde infaz edilmeden önce "Dönmezem diye bağıran Bahaîler'in
ünlü kadın kahramanı Kurretül-Ayn'dır. O dönem Bahaîler'e
yapılan işkenceler arasında en yaygın olanı da vücutları hançerle yarıp
içlerine mumlar sokulmasıydı.
Fetret Devri ve
Rönesans: Fetret devri derken kastedilen Bahaîler'in yaşadığı
uzun sürgün dönemidir. Yeniden diriliş ise Bahaîler'in öğretilerini tüm dünyaya
kabûl ettirmeleri demektir. Örneğin: "Bu ise uzun bir fetretten sonra, bu
mazlumlar ülkesinin yeniden dirilişi ve "Rönesansı demektir. Kim bilir,
belki o zaman batmak üzere olan dünyanın diğer kesiminin elinden tutup kaldırma
fırsatı doğar.
Kendini peygamber
gören Gülen
Bahaîler'in bir
başka propagandası şeyhlerinin peygamber olduğudur. Bahaî şeyhleri
kendi peygamberlikleri altında tüm dünya dinlerini bir arada toplanmaya çağırırlar. Gülaltay, Fethullah'ın kimi
yazılarında satır aralarında kendi peygamberliğini nasıl savunduğunu
göstermektedir:
"Allah,
elbette insanları da peygambersiz bırakmayacaktır.
"İnsanlar,
akıllarıyla kâinatta cereyan eden hâdiselere bakıp, Allah'ı bulsalar bile
yaratılışlarındaki gâye ve hikmeti, nereden gelip, nereye gittiklerini ve
ibâdetlerinin keyfiyetlerini peygambersiz bilemezler.
"Hilâfete
giden yol herkese açıktır.
"Hak için
halkın temsilcisi demek, peygamber mesleğine talip olmak ve onu temsil etmek
demektir. Onu yapabilmek için de peygamberane aşk, şevk, gayret, azim, cehd ve
irade gerekir.
Fethullah görüldüğü
gibi yeni peygamberlere ihtiyaç olduğunu ve Allah'ın insanları peygambersiz
bırakmayacağını söylüyor. Hâlbuki İslâm inancına göre Hz. Muhammed son
peygamberdir. Yalnızca bu bile Gülaltay'a göre
Fethullahçılığın İslâm-dışı olduğunun bir kanıtıdır ve bu propagandanın bir
sonraki aşaması Fethullah'ın kendisini Mesih ilân
etmesi olacaktır.
Fethullah'ın
Amerikancılığının Bahaîlik'teki kaynağı
Gülaltay, kitabın sonuna
doğru Fethullah'ın gerçek amacının dünya çapında bir
Bahaî imparatorluğu kurmak olduğunu ortaya koyuyor. Gülaltay,
Avustralya'dan Afrika'ya Asya'dan Amerika'ya milyonlarca Bahaî'nin bulunduğunu
söylüyor. Bahaî imparatorluğunun işlevi dünya çapında ABD'yi iktidara
getirmek olacaktır. Zâten, Bahaîliğin ortak dili de İngilizce
olacaktır. Gülaltay'a göre ABD'de bugün 20
milyon Bahaî yaşıyor ve Bahaîler'in etkinliği oldukça önemli. Zaten
Bahaîler'in kullandığı ev-mâbedlerin kubbeleri de Beyaz Saray'ın kubbesine
benziyor.
Fethullah'ın Orta
Asya'daki misyonu da bu şekilde ortaya çıkıyor. Gülaltay'a göre
Bahaîler dünya çapındaki iktidarlarında İngilizce'yi resmi dil olarak ilân
edeceklerdir. Fethullah'ın okullarının tümünde
İngilizce'nin öğretilmesinin nedeni olarak bunu gösteriyor. Üstelik Fethullah'ın en
etkin olduğu Türk Cumhuriyetler'inden olan Yakutistan'ın durumunu
da Gülaltay'danöğreniyoruz. Bu ülkedeki Fethullahçı proje
sonunda başarıya ulaşmıştır. Yakutistan'ın resmî dili İngilizce olarak
ilân edilmiştir.
Gülaltay, Fethullah
Gülen tehlikesinin uluslararası çapta olduğunu bu şekilde olduğunu
ortaya koyduktan sonra, kitabında tüm Türk milletini uyarıyor ve Fethullah tehlikesi
hakkında Devlet üzerine düşeni yapmazsa görevin Kuvayı Milliyeci Atatürkçüler'e
düşeceğini söylüyor:
"Atatürk ve
Kuvayı Milliyeci yiğitlerin kurduğu devlet, hiçbir zaman sarsılmayacak, bu sarp
kale, tunçtan yığınlar hâlinde omuz omuza yürüyen Türk gençliğinin sırtında,
ulaşılmaz bir kartal yuvası olarak ebediyete kadar var olacaktır.
***
http://tr.fgulen.com/content/view/15358/11/ 13.05.2008
14:58:41
Gülaltay'ın
Hakaretten Tazminat Ödediği Kitabı Yeni Gibi Sunuldu Zaman - 19.04.2008
Cumhuriyet
Gazetesi yazarı Deniz Som, Fethullah Gülen hakkında
8 yıl önce yazılan ve tazminata mahkûm edilen bir kitabı yeni yazılmış ve
içinde yeni bilgiler varmış gibi sundu.
Som, dün köşe
yazısında daha önce adı Akın Birdal suikastına da
karışmış, Türk İntikam Tugayı (TİT) adlı örgütün kurucusu Semih
Tufan Gülaltay'ın "Fethullah Müslüman mı?
başlıklı kitabını konu etti. Gülaltay, milliyetçi söylemler
geliştirmesiyle biliniyor. Ancak kitabı, sol görüşleriyle tanınan Türk Solu
Dergisi'ni de çıkaran İleri Yayınları arasında 2000 yılında
çıkmıştı.
Gülen'i Bahaî
olmakla itham eden kitap hakkında Beyoğlu 2. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde,
"kitapta yer alan iddiaların gerçek dışı olduğu ve Gülen'in kişilik
haklarının ihlâl edildiği nedeniyle manevî tazminat davası açılmıştı. 7 yıl süren yargılama
sürecinde Gülaltay, iddialarına bâzı kurumları da âlet etmek
istemişti. Mahkeme iddiaların araştırılması için Jandarma Genel Komutanlığı,
Emniyet Genel Müdürlüğü ve Millî İstihbarat Teşkilâtı'na yazı yazarak, "Fethullah
Gülen'in gizli soruşturmalarda Bahaî olup olmadığı, dinler-arası
diyalog adı altında Tevrat ittifakını yaratma çabası içinde olup olmadığı
yönündeki bilgileri ve Bahaî dini ve bu dine mensup kişilerle ilişkileri
konusunda bilgi ve belgeleri istemişti. Her 3 kurum da mahkemeye Bahaî inancıyla
veya dinler arası diyalog adı altında Tevrat ittifakını yaratma çabası içinde
olduğuna dâir herhangi bir bilgi ve belge bulunmadığı yönünde cevap vermişti.
"Bilirkişi raporunda Gülen'in Bahaî olduğunu ispat
için gösterilen verilerin ilmî izahtan uzak olduğu, kitabın Gülen'in kişilik
haklarına saldırı sözcükleri ve ana fikrini içerdiği, basının haber verme,
bilgilendirme, kamu yararı, güncellik kriterlerini aşan kişisel haklara tecavüz
ağırlıklı olduğu belirtilmiş denilen mahkeme kararına göre, Gülaltay ve
kitabı basan İleri Yayıncılık Reklâmcılık Ltd. Şti. 5 bin YTL manevî tazminata
mahkûm edilmişti.
Cumhuriyet
Gazetesi yazarı Deniz Som'un "Bahaîlik, çarpıcı
bir konu... İlginç bir araştırma... Ayrıntılı bir çalışma... Sonunda,
uzmanlarca uzun uzadıya tartışılacak bir kitap ortaya çıkmış: Fethullah Müslüman
mı? diyerek, gündeme getirdiği kitap hakkında mahkûmiyet kararı bulunmasına ve
8 yıl önceki bir hadise olmasına rağmen bugünlerde gündeme getirilmesi mânidar
bulunuyor.
***
http://tr.fgulen.com/content/view/3748/5/ 13.05.2008
17:38
Eğitimci Olarak
Fethullah Gülen Dr. Thomas Michel 24.02.2002
1. Fethullah Gülen
ve 'Gülen Okulları'
Bu tebliğ için
seçtiğim konu: 'Bir eğitimci olarak Fethullah Gülen.' İlk
olarak itiraf etmeliyim ki; hakkında konuşacağım konuyla ilişkim tersinden
başladı. Fethullah Gülen'in eğitim ve pedagoji
hakkındaki eserlerini incelemek ve sonra, tümdengelim olarak adlandırılabilecek
bir yaklaşımla, bu prensiplerin nasıl uygulamaya konulduğunu görmeye çalışmak
yerine, ben ilk olarak Sayın Gülen'in önderliğindeki
hareketin katılımcıları tarafından yürütülen eğitim kurumlarını tanıdım. Bu
tecrübe beni, Fethullah Gülen ve dava arkadaşlarının
eğitim vizyonundan doğan muazzam eğitim girişiminin ardında yatan rasyoneli
keşfetmek için, onun eserlerini incelemeye yöneltti.
Başlangıç olarak
Sayın Gülen'in, genellikle özensiz bir biçimde 'Gülen
Okulları', ya da 'Gülen Hareketinin Okulları' şeklinde nitelendirilen okullarla
ilişkisi konusunda dikkatli olmak zorunluluğu vardır. Sayın Gülen kendisini
esas olarak eğitimci olarak tanımlamış ve hareketinin mensupları tarafından
ondan genellikle, Türkiye'de din öğretmenlerine verilen unvana atfen, Hoca
Efendi olarak söz edilmiştir. [1] Ancak kendisi eğitimle öğretim
arasında ayrım yapmada çok titiz davranmaktadır. 'İnsanların büyük bir kısmı
öğretmen olabilir', demektedir, 'Ancak eğitimcilerin sayısı yok denilecek kadar
azdır.' [2]
Ayrıca kendisine
ait hiçbir okul bulunmadığını ısrarla vurgulamaktadır. 'Hiç bir okula sâhip
olmadığımı söylemekten yoruldum' [3] diye vurguluyordu biraz kızgınca. Onun
ismiyle ilişkilendirilen, 50'nin üzerinde ülkede 300'den fazla ilkokul, lise,
dershâne, öğrenci yurtları ve üniversite, [4] Fethullah Gülen etrafında
1960'larda toplanan öğrenciler, meslektaşlar ve iş adamları dairesinden
doğmuştur. [5] Okullar bu okulların yer aldığı ülkelerle yapılan bireysel
anlaşmalarla kurulmuş ve bu amaçla eğitim şirketleri faaliyete geçirilmiştir.
Her bir okul bağımsız olarak işletilmektedir, ancak büyük bir kısmı eğitim
tedarikleri ve insan kaynağı bakımından Türk şirketlerine güvenmektedir.
Gülen, eğitimini
Erzurum'da medresede tamamladıktan sonra 1958 yılında Edirne'de öğreticiliğe
başladı. Kısa süre sonra İzmir'e taşındı. Orada hareketin çekirdeğini oluşturan
benzer düşüncelere sâhip küçük bir eğitimci ve öğrenci grubu oluştu. Sayıları
yıllar içinde hızla artan bu eğitimciler dairesinden, Fethullah
Gülen ismiyle ilişkilendirilen okullar doğdu. Bağımsız olarak
faâliyet gösteren, ancak aralarında koordinasyon ve eğitim bağlarına sâhip bu
okullar ortak bir pedagojik vizyon, benzer müfredat, insan ve materyal
kaynaklarını paylaşan esnek bir kurumlar federasyonu olarak adlandırılabilir.
2. 'Gülen
Okulları'yla Kişisel Karşılaşmam'
Bu okullardan
birisiyle ilk karşılaşmam 1995 yılına kadar uzanır. Bu süreç Güney
Filipinlerdeki Mindanao adasında yer alan Zamboanga'da kentin birkaç mil
dışında bir 'Türk' okulu bulunduğunu öğrenmemle başladı. Okula vardığımda ilk
dikkatimi çeken, tesisin girişinde yer alan tabela oldu: 'Filipin-Türk Hoşgörü
Okulu.' Bu isim, nüfusunun neredeyse eşit olarak %50'si Müslüman, %50'si
Hristiyan olan, 20 yılı aşkın bir süredir çeşitli Moro ayrılıkçı hareketlerinin
Filipin hükümetinin askerî güçlerine karşı silâhlı mücadele verdiği bir bölgede
yer alan Zamboanga kentine şaşılacak derecede uygunluk gösteren bir isimdi.
1000'den fazla
öğrencinin eğitim gördüğü bu okulun Türk yöneticisi ve personeli bana büyük
yakınlık gösterdiler. Okulun bir kısmı Müslüman, bir kısmı da Hristiyan olan
Türk personel ve onların Filipinli meslektaşlarından aldığım, buranın kurum
olarak hoşgörünün oluşturulmasına adandığına ilişkin sözlerinin boş bir övünme
olmadığını gördüm. Gerilla savaşıyla birlikte adam kaçırmanın, kısa
ayaklanmalar, tutuklamalar ve kayıpların; askerî ve milis güçleri tarafından
adam öldürmelerin sıklıkla görüldüğü bir bölgede, bu okul Müslüman ve Hristiyan
Filipinli çocukları yüksek kalitede bir eğitim standardıyla eğitiyor, onlara
birlikte yaşama ve birbirleriyle daha olumlu ilişkiler kurma yolları sunuyordu.
Cizvit meslektaşlarım ve Ateneo de Zamboanga'daki alaylı profesörler,
başlangıcından itibaren Filipin-Türk Hoşgörü Okulunun bölgenin Hıristiyan
kuruluşlarıyla derin düzeyde bir ilişki ve işbirliği sürdürdüklerini teyit ettiler.
O zamandan bu
yana Fethullah Gülen netwörk'ü içinde yer alan diğer
okulları da ziyaret etme, öğretim personeli ve idarî personelle eğitim
politikasını tartışma imkânı buldum. Türkiye'de İstanbul bölgesindeki ve Urfa
kentindeki birkaç okulu ziyaret ettim. Orta Asya'daki eski bir Sovyet
Cumhuriyeti olan Kırgızistan'da, tamamı Gülen hareketinden ilham almış ve onlar
tarafından kurulmuş 12 Sebat okulunun, Atatürk Alatoo Üniversitesi dâhil,
yaklaşık yarısını inceleme fırsatı buldum. Herhangi bir ayrım yapmadan
söyleyebilirim ki; bu okullar günümüz dünyasında karşılaştığım en dinamik ve
yararlı eğitim kurumları arasında yer almaktadır.
Bilim, bilgi ve
lisan alanlarındaki eğitim programlarının gücü, akÂdemik olimpiyatlarda
tekrarlanan başarılarla sergilenmektedir. Bişkek'teki bir ortaokulda, bir grup
yedinci sınıf Kırgız öğrenciye yarım saat kadar hitap etme fırsatı buldum.
Konuşmamın sonunda öğretmenleri öğrencilerden, benim İngiliz İngilizcesi değil
Amerikan İngilizcesi konuştuğumu gösteren telaffuz ve kelime unsurlarını
belirlemelerini istedi ve öğrenciler bunu yapmada hiçbir güçlük çekmeyerek beni
hayrete düşürdüler. Her ne kadar, genel olarak Türkiye dışındaki Gülen
okullarında olduğu gibi, bu okulda da eğitim dili İngilizce ise de, öğrenciler
ana dilleri olan Kırgızca'nın yanı sıra Rusça ve Türkçe'de de aynı derecede
başarılı olduklarını gösterdiler. Öğretmenlerinin adanmışlığı ve birlik ruhu,
heyecan verici bir eğitim girişimiyle meşgul olduklarının bilincinde
olduklarının kanıtıydı. Hiçbir okulda, gelişmiş ülkelerdeki okullarda yaygın
olan isteksizliği ve bariz bir kafa karışıklığını görmedim.
Bu okulların
Müslümanlar'ın dinsel bağlılıklarının bir ifâdesi olduğunun bilincinde olarak,
müfredatlarında ve fiziksel çevrelerinde daha açık bir İslâmî içerik görmeyi
bekliyordum, ancak durum böyle değildi. Bana şaşırtıcı gelen şekilde dinsel
ilhamlı eğitim projesinin kabûl edilebilir bir parçasını oluşturması gereken bu
bölümün olmamasının nedenini sorduğumda, bana öğrenci kitlesinin çoğulcu yapısı
nedeniyle -Zamboanga'da Hristiyan ve Müslüman; Kırgızistan'da bunlarla birlikte
Budist ve Hindu-, açık bir talimatlandırma yerine; dürüstlük, çok çalışma, uyum
ve vicdanî hizmet gibi evrensel İslâmî değerleri öğretmeyi amaçladıklarını
söylediler. Bişkek'teki Sebat International School'da bulunan ABD, Kore ve
Türkiye'den gelen öğrenciler, Afganistan ve İran'dan gelen öğrencilerle gayet
rahat bir şekilde eğitim görüyorlardı.
Bu karşılaşmalar
beni, bu okulların altında yatan eğitim prensipleri ve motivasyonu belirlemek
ve Gülen'e bir eğitimci olarak kendi vizyonunu
diğerlerine aşılayabilme yeteneği kazandıran teknikleri anlamak için onun
eserlerini araştırmaya itti. Bunlar tebliğimin bundan sonraki bölümünü işgal
edecek konulardır. Esas olarak Gülen'in eğitim
politikalarının temel ifâdesi olan Gülen Okulları üzerinde duracağım ve onun
teşvik ettiği diğer girişimlerin, Samanyolu televizyon netwörk'ü, Zaman
gazetesi ve diğer yayın projeleri, ihtiyaç içindeki öğrencilere yönelik burs
programı ve Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın dinler arası diyalog ve anlayışı
güçlendirme çabaları gibi çalışmaların eğitimsel yönleri üzerinde durmayacağım.
3. Fethullah
Gülen'in Eğitim Vizyonu
Gülen'in eğitimsel
çıkış noktasının, eğitimi Türk toplumundaki temel kriz olarak görmesi olduğu
anlaşılmaktadır. Bu sosyal krizi meydana getiren faktörleri analiz ederken,
değişik eğitim tipleri ve sistemleri arasındaki koordinasyon eksikliğinin
görmezden gelinemeyecek bir element olduğu sonucuna varmaktadır. Türkiye'deki
eğitimin 20. yüzyıl boyunca gelişiminin, geleceğe yönelik entegre bir
perspektiften yoksun ve toplum içindeki mevcut bölünmeleri sürdüren mezunlar
yetiştiren, birbirlerini dışlayıcı eğitim sistemleri arasındaki sağlıksız bir
rekabetten ibaret olduğunu düşünmektedir. Bu konuda şunları söylemektedir:
'Modern okulların ideolojik dogmalar üzerinde yoğunlaştığı, dinsel eğitim
kurumlarının (medreseler) yaşamdan koptuğu, manevî eğitim kurumlarının
(tekkeler) bütünüyle metafiziğe daldığı ve ordunun kendisini tamamıyla gücüne
hasrettiği bir zamanda esas olarak bu koordinasyon mümkün değildi.'[6]
Modern lâik
okulların kendilerini modernist ideolojinin önyargıları ve geleneklerinden
kurtaramadığını, medreselerin ise teknoloji ve bilimsel düşüncenin meydan
okumalarına cevap verebilme konusunda yeterli ilgi ve yetenek sergileyemediğini
düşünmektedir. Medreseler geçmişten kopmak, değişim gerçekleştirmek ve bugünün
ihtiyacı olan eğitim formasyonu tipini sunabilmek için gerekli esneklik, vizyon
ve yetenekten yoksundur. Geleneksel olarak manevî değerlerin gelişimini
besleyen tasavvuf kökenli tekkeler, dinamizmlerini kaybettiler ve Gülen'in ifâde
ettiği gibi; 'geçmiş yüzyıllarda yaşamış din büyüklerinin faziletleri ve
kerametleriyle avundular.' Eskiden dinsel enerji ve aktivitenin temsilcisi ve
ulusal kimliğin sembolü olan askeriye tarafından verilen eğitim, kendini öne
çıkarma ve kendini koruma yaklaşımlarını destekleyici hale dönüştü.
Bugünün meydan
okuması; geleneksel pedagojik sistemlerin birbirlerini rakip ya da düşman
olarak görmeyi aşıp birbirlerinden istifâde edecek hâle gelmeleri için bir yol
bulmaktır. Eğer 'düşünce, aksiyon ve ilham' bireyleri oluşturmayı umut
ediyorlarsa, eğiticilerin çeşitli eğitim akımları içinde bulunan kavrayışları
ve güçleri entegre ederek, mutlaka 'akıl ile kalbin evliliğini' gerçekleştirmeye
gayret etmeleri gerekmektedir. Yüzyıllar boyunca oluşturulan miras olan içsel
bilgeliğin, milletin sürdürülebilir kalkınması için gerekli bilimsel araçlarla
entegrasyonu, öğrencilere kendi çevrelerinin sosyal baskılarını aşma imkânı
verecek ve onlara hem içsel istikrar hem de faâliyetleri için yön
sağlayacaktır. Gülen şunları söylemektedir: 'Biz eğitim
yoluyla yardım edene kadar, gençlik kendi çevresinin esiri olacaktır.
Amaçsızsa, kendi tutkularının esiri olarak, bilgi ve mantıktan yoksun olarak
yetişecektir. Eğitimleri onları geçmişleriyle entegre eder ve aydın bir şekilde
geleceğe hazırlarsa, ulusal düşünce ve duyguların yiğit genç temsilcileri
haline gelebilirler.' [7]
Bu son cümle
önemlidir ve Gülen'in Türkiye'de sürmekte olan
tartışmaya bir cevabı niteliğindedir: 'Gençleri geçmişiyle entegre etmek ve
onları aydın bir şekilde geleceğe hazırlamak'. Birçok gözlemci Modern
Türkiye'nin karakteristik özelliklerinden birisinin Osmanlı geçmişinden kopmaya
yönelik planlı çabalar olduğuna dikkat çekmektedir. Türk hükümeti tarafından
geçen 70 yıl boyunca yürürlüğe konulan yasaların birçoğu, milleti modernize
etme metodu olarak Osmanlı geçmişinden bilinçli olarak kopuşu sağlamayı
amaçlıyordu. Örnekler arasında Başkentin İstanbul'dan Ankara'ya nakledilmesi,
Hilafetin/padişahlığın kaldırılması, Arap harflerinin Lâtin harfleriyle
değiştirilmesine ilişkin ortografik reform, Arapça ve Farsça kelimeleri Türkçe
kökenli kelimelerle değiştirmeyi amaçlayan dil reformu, İsviçre Medenî Kanunu
ve İtalyan Ceza Kanununun şeriat hükümlerinin yerine getirilmesini içeren hukuk
reformu, hafta tatili olarak pazar gününün belirlenmesi, zorunlu soyadı
kullanımı ve Farsça -zâde yerine -oğlu ekinin kullanılmaya başlanılması, fes ve
türban gibi karakteristik Osmanlı giysilerinin yasaklanması ve Batılı giyimin
zorunlu kılınması yer almaktadır. Bütün bu reformlar modernizasyon çabası
içinde Osmanlı'dan kopuşu amaçlamaktaydı. [8]
Türkiye
Cumhuriyetinin kurulmasından bu yana geçen onlarca yıl boyunca birçok Müslüman
Türk, Avrupa medeniyetinin en iyi ve en kötülerini körü körüne kabûl ettirmek
için uygulanan 'modernizasyon' programını eleştirmişlerdir. Bu kişiler
laikleşmeyi, yalnızca sekülarizasyon sürecinin amaçlanmamış bir yan ürünü
olarak görmemekte, din karşıtı önyargıların bilinçli sonucu olarak
değerlendirmektedir. Bu kişiler, modernizasyon reformlarının altında yatan
telaffuz edilmeyen varsayımın, dinin ilerlemenin önündeki bir engel olduğu ve
eğer toplumun ilerlemesi isteniyorsa dinin; toplum, ekonomi ve politikanın
kamusal alanlarından mutlaka dışlanması gerektiğine ilişkin ideolojik inanç
olduğunu ileri sürmektedirler. Cumhuriyetin kurulmasından bu yana geçen onlarca
yıl boyunca oluşan ve birbiriyle rekabet eden eğitim sistemleriyle
güçlendirilen karşılıklı mücadele hatları, Türkiye'de bütün düşünce
sâhiplerinin kendi tarafını ilân etmesi beklenilen bir din-lâiklik tartışmasına
dönüşmüştür.
Benim görüşüme
göre, Fethullah Gülen'e hem 'lâik' hem de 'dindar'
'sağ' ve 'sol'un hücum etmesinin nedenlerinden birisi tam olarak, onun bir
çıkmaz sokak olarak gördüğü bu konuda herhangi bir tarafta yer almayı
reddetmesidir. Bunun yerine o sürmekte olan bu tartışmanın ilerisine geçmeyi
sağlamasını umut ettiği geleceğe odaklı bir yaklaşım önermektedir. Gülen'in çözümü
Türkiye Cumhuriyeti tarafından uygulanmakta olan maksatlı modernizasyon
hedefini teyit etmek, ancak gerçek bir etkili modernizasyon sürecinin mutlaka
kişinin bütünüyle gelişimini içermesi gerektiğini göstermektir. Eğitim
terimleriyle ifâde edilirse; bu sürecin mutlaka çeşitli mevcut eğitim
akımlarının ana kaygılarını alması ve bunların bugünün dünyasının değişen
taleplerine cevap verecek yeni bir eğitim stili içine dâhil etmesi gereklidir.
Bu sistem geçmişi
yeniden canlandırma veya geri getirmeyi amaçlayan tepkisel projelerden çok farklıdır.
Onun adıyla ilişkilendirilen okullarda sunulan eğitimin, Osmanlı sisteminin
yeniden canlandırılması ya da halifeliğin geri getirilmesi girişimi olmadığını
savunan Gülen, bu okulların geleceğe odaklandığını tekrar
tekrar ifâde etmektedir. Bunun için bir kadim Türk atasözünü nakletmektedir:
'Eğer yeni şartlara adapte olunmazsa, sonuç yok olmak olacaktır' (Ya yeni hâl,
ya da izmihlâl). [9]
Gülen, modernizasyonun
gerekliliğine rağmen, geçmişten radikal bir kopuşun getireceği riskler
bulunduğu görüşündedir. Geleneksel değerlerden koparılan gençler maddi başarı
dışında herhangi bir değer öğretilmeksizin eğitilme tehlikesi içindedirler.
Küreselleşmiş piyasa sistemi memurlarının kitlesel üretimini amaçlayan modern
eğitim girişimlerinde; fikir derinliği, düşünce berraklığı, duygu derinliği,
kültürel kadirşinaslık veya manevîyata ilgi gibi manevî değerlerin göz ardı
edilmesi eğilimi görülmektedir.
Bu gibi
sistemlerde yetişen öğrenciler meslek sâhibi olmak için yeterli derecede
eğitilmiş olabilir, ancak gerçek insanî hürriyeti gerçekleştirecek içsel
formasyona sâhip olmayacaklardır. Hem ekonomik hem de politik alanlardaki
liderler sıklıkla meslekî, 'değer içermeyen' eğitimi destekler ve teşvik
ederler. Çünkü bu eğitim güç sâhiplerinin 'yetiştirilmiş ancak eğitilmemiş'
çalışan kadroları daha kolay kontrol etmesine imkân sağlamaktadır. 'Gülen vurgulamaktadır
ki; eğer kitleleri kontrol altında tutmak isterseniz, sâdece onları bilgi
bakımından aç bırakın. Kitleler böyle bir zorbalıktan ancak eğitim yoluyla
kurtulabilirler. Sosyal adalete giden yol, yeterli evrensel eğitimle
döşenmiştir, yalnızca böyle bir eğitim başkalarının haklarına saygı duymak için
yeterli anlayış ve hoşgörüyü kazandırır.' [10] Gülen'in görüşüne
göre, iyi yapılandırılmış bir eğitimin yokluğuyla engellenen yalnızca adaletin
sağlanması değil, aynı zamanda insan haklarının tanınması ve diğer insanlara
yönelik kabûl ve hoşgörü yaklaşımlarıdır. Eğer insanlar düzenli olarak
kendilerini 'düşünme' üzerine eğitir ve sosyal adalet, insan hakları ve hoşgörü
pozitif değerleriyle desteklenirse, o zaman bu yararlı hedeflerin uygulanması
için değişim unsurları olabilirler.
Modern
toplumlardaki krizler onlarca yıllık okul eğitiminin 'ideâlsiz kuşaklar'
yetiştirmesinden kaynaklanmaktadır. [11] Toplumda hareket, aksiyon ve
yaratıcılığın kaynağı insan ideâlleri, amaçları, hedefleri ve vizyonudur.
Eğitimleri yalnızca piyasa değeri olan becerilerin kazanılmasıyla sınırlı olan
insanlar, toplumsal değişimi harekete geçirmek ve gerçekleştirmek için gerekli
dinamizmi sağlayamazlar. Bunun sonucu sosyal açıdan dumura uğrama, çöküş ve
narsisizmdir. Gülen şunları söylemektedir: 'İdeâlsiz ve
amaçsız bırakıldığında, insanlar canlı cenaze durumuna düşer, insan yaşamına
özgü emareler göstermezler... Kullanılmayan organın dumura uğraması ve
kullanılmayan âletin paslanması gibi, amaçsız kuşaklar da sonunda ideal ve
amaçsızlık yüzünden harcanıp giderler.'
Onun
değerlendirmesine göre toplumsal kriz; toplumların rehberleri ve harekete
geçiricileri olan öğretmenler ve aydınların, eğitime sınırlayıcı ve entegre
olmamış yaklaşımın devam ettiricileri hâline gelmeleriyle yoğunlaşmaktadır.
Eğitim sisteminden insanî değerlerin yok edilmesini protesto etmek ve bilimsel
hazırlığı; mantık, etik, kültür ve manevîyat disiplinlerinde öğretilen manevî değerlerle
birleştiren bir pedagoji için mücadele etmek yerine, eğiticiler sıklıkla 'yeni
düşük standartlara kolaylıkla adapte olmaktadırlar'. Gülen entelektüellerin
nasıl asırlar boyu bilgelik ve incelik içinde büyüyen geleneksel kültürel temel
yerine manevî bakımdan güçsüzleştirmeyi ve teknolojik olarak modern kültüre
kapılıp gitmeyi tercih edebildiklerini anlamakta güçlük çekmektedir.
Eğer eğitim
reformu gerçekleştirilecekse, öğretmenlerin eğitimi göz ardı edilemeyecek bir
görevdir. Gülen 'eğitimin öğretimden farklı olduğuna'
dikkate çekmektedir. [12] İkisi arasındaki fark hem öğretmenlerin hem
eğitimcilerin bilgi vermeleri ve beceri öğretmelerine karşın, öğrencilerin
kişiliğinin ortaya çıkmasına yardım etme yeteneğine sâhip olan, düşünceyi ve
düşünmeyi besleyen, karakter yapılandıran ve öğrencilerin öz disiplin, hoşgörü
ve dava duygusunu içselleştirmelerine yardım edebilen yalnızca eğitimcidir.
Öğrencinin karakter formasyonuyla ilgilenmeyen, yalnızca maaş almak için
öğretmenlik yapanları 'körlere kılavuzluk eden körler' olarak tanımlamaktadır.
Birbiriyle yarışan
ve birbirine hasım olan eğitim sistemleri Gülen'in tâbiriyle
'asla meydana gelmemesi gereken bir acı mücadeleye neden oldu: Bilim Dine
karşı.' [13] 19-20. Yüzyıllar boyunca düşünürlerin, politikacıların ve dinî
liderlerin enerjilerini tartışmanın iki tarafında harcayan bu sahte zıtlık;
eğitim felsefeleri ve metotlarının iyice ayrılmasıyla sonuçlandı. Modern laik
eğitimciler dini en iyi ifâdeyle boşa zaman harcama, en kötü ifâdeyle de
ilerlemenin önündeki engel olarak gördüler. Bu tartışma dinî düşünürler
arasında modernitenin reddi ve dini 'gerçek anlam ve işlevde bir din yerine
politik bir ideoloji olarak görme'ye yol açtı. Gülen dinî
eğitimcilerin, dinî ve manevî değerlere açık bilimlerin ve bilim adamları
alanında güçlü bir formasyona sâhip oldukları bir eğitim sistemi yoluyla, 'uzun
süren din-bilim çatışması sona erecek ya da bu çatışmanın saçmalığı kabûl
edilecektir.'
Gülen, bunun
gerçekleşmesi için, 'kalpleri dinî bilimler ve manevîyatla, akılları ise
pozitif bilimlerle aydınlanmış gerçek aydın yetiştirmeyi' insanî vasıflara ve
ahlâkî değerlere göre yaşamaya vakfetmiş, aynı zamanda 'zamanlarının
sosyo-ekonomik ve politik şartlarının farkında olan' insanlar yetiştirmek için,
dinî ve pozitif ilimleri ahlâk ve manevîyat yoluyla birbiriyle kaynaştıran,
yeni bir eğitim stilinin gerekli olduğunu öne sürmektedir. Bilim öğretiminin
karakter geliştirme, sosyal bilinçlenme ve aktif bir manevîyatla entegrasyonunu
okulun eğitim hedefi olarak benimsemek, eleştirmenlere aşırı idealist,
muhtemelen donkişotça bir çaba olarak görünebilir. Bu eğitim felsefesinin tek
yeterli sınavı, Sayın Gülen'in dava arkadaşlarının bu
prensiplere dayalı okullar kurmada ne kadar başarılı olduğunun incelenmesi
olacaktır. Bu teyit etme konusuna bu tebliğin ileriki bölümlerinde döneceğiz.
Gülen'in eğitim
hakkındaki eserlerinde bazı terimler sık sık tekrarlanmaktadır ve bu terimlerin
yanlış anlamaya neden olmaması için açıklığa kavuşturulmasına gereksinim
bulunmaktadır. İlki manevîyat ve manevî değerlerdir. Bazıları bunu 'din'
anlamına gelen ve modern lâik toplumlarda, dindarlığa yönelik ön yargıları
önlemek için kullanılan bir kod sözcük olarak anlayabilirler. Ancak Gülen'in bu
terimi daha geniş bir anlamda kullandığı açıktır. Ona göre, manevîyat yalnızca
dinî öğretileri içermekle kalmaz, aynı zamanda etik, mantık, psikolojik sağlık
ve etkili bir açıklığı da içerir. Onun eserlerindeki anahtar terimler Şefkat ve
hoşgörü'dür. [14] Eğitimin görevi; öğrencilerin 'doğru' disiplinlerle eğitilmelerine
ilave olarak bu 'ölçülemez' vasıfların da aşılanmasıdır.
Gülen'in sık sık
kullandığı diğer terimlerin de incelenmesi gerekir. Sıklıkla kültürel [15] ve
geleneksel [16] değerlere duyulan ihtiyaçtan söz etmektedir. Onun kültürel ve
geleneksel değerlere eğitimde yer verilmesi çağrısı, bazı eleştirmenler
tarafından Cumhuriyet öncesi Osmanlı toplumuna dönüş içeren tepkisel bir çağrı
olarak yorumlandı. Gülen daha sonraları bir irticacı,
-bu terim Türk konteksi içinde 'gerici' hâttâ 'kökten dinci' şeklinde tercüme
edilebilir - olmakla suçlandı. Bu suçlama onun dâima reddettiği bir suçlamaydı.
Konumunu savunurken şunları söylüyordu:
İrtica sözcüğü
geçmişe dönüş ya da geçmişi bugüne taşıma anlamına gelmektedir. Ben yalnızca
yarını değil, ebediyeti hedef olarak kabûl ediyorum. Ben ülkemizin geleceğini
düşünüyorum ve bu gelecek hakkında ne yapabilirsem onu yapmaya çalışıyorum.
Herhangi bir eserimde, sözümde ya da faâliyetimde ülkemi geri götürecek
herhangi bir şeyi asla yapmadım. Ancak zamanla sınırlanamayacak Allah'a imana,
ibâdete, ahlâkî değerlere hiç kimse irtica damgası vuramaz. [17]
Kültürel ve
geleneksel değerleri önermede, Türkiye'nin geçmişini, hâlâ modern insanlara
öğretecek çok fazla şeyi olan, uzun ve zamanla oluşan bir irfan birikimi olarak
gördüğü anlaşılmaktadır. Geleneksel irfandaki pek çok şey, hâlâ günümüz
toplumlarının ihtiyaçlarıyla büyük ölçüde ilgiliydi. Bu irfan birikimi
nedeniyle geçmiş göz ardı edilmemelidir. Diğer yandan, geçmişi yeniden geri
getirmeyi amaçlayan her görüş, hem kısa ömürlü hem de başarısızlığa mahkûm
olacaktır. Osmanlı geçmişinden kopma çabalarını reddederken, Gülen'in,
modern toplum öncesini yeniden kurma ya da yeniden yaratma çabalarını da aynı
şekilde reddettiği söylenebilir.
Gülen, bâzı modern
reformcular arasındaki 'geçmişin boyunduruğundan kurtulma' eğilimini, hem
yararı hem de zararı olan bir eğilim olarak görüyordu. Kültürel mirasın
zulmedici, durağan ya da orijinal amacını ve ilhamını kaybetmiş elementlerinin
şüphesiz yenilenmesi gerekliydi, ancak eğer yeni nesiller daha iyi bir gelecek
inşa edeceklerse, özgürleştiren ve insanileştiren elementlerin mutlaka tekrar
güçlendirilmesi gereklidir. Ona göre bugünün meydan okuması; 'bugünün
şartlarını değerlendirmek ve geçmiş kuşakların deneyiminden yararlanmaktır.'
[18] Bu düşüncenin yalnızca Türkiye'deki siyasî yönelişler hakkındaki iç
tartışmalarla ve hâttâ İslâm toplumlarının geleceği ile sınırlı olmadığı
açıktır. Onun eğitim vizyonu 'dünyanın her yerindeki ' toplumları ve o dünyanın
şekillendirilmesinde samimi dindarların rolünü kucaklayan bir vizyondur. Bu
konuda şunları söylemektedir:
'Bilim ve
teknolojideki ilerlemelerle birlikte, son iki ya da 300 yıl, dünyanın her
yerinde geleneksel değerlerden bir kopuş ve yenilenme adı altında farklı
değerler ve spekülatif fantezilere bağlanmaya tanıklık etti. Ancak bizim,
dünyanın her yerindeki umut verici gelişmelerle güçlenen umudumuz, gelecek
yüzyılın iman ve ahlâkî değerler çağı, dünyanın her yerindeki inananlar için
bir Rönesans ve yeniden canlanmaya tanıklık edecek bir çağ olacaktır. [19]
Gülen'in eğitimdeki
ana ilgi alanı, gelecektir. O, insanın hem maddî hem de manevî yönlerini
dikkate alan bir değerler sistemiyle teçhiz edilmiş, toplumda gerekli
değişimleri idrak edebilecek ve gerçekleştirilebilecek reformcular yetiştirmek
istiyor. İyi planlanmış eğitimin, doğal olarak mutlaka öğrencide bir kişisel
transformasyonu içermesi gerekmektedir. Öğrencilere mutlaka rehberlik edilmeli
ve öğrenciler, topluma kalıcı bir katkı yapma imkânı verecek sınırlayıcılıktan
uzaklaşmaya, kendisine özgü düşünce tarzlarına ve öz-kontrol, öz-disipline
teşvik edilmelidir. Gülen bu konuda şunları
söylemektedir:
Dünyâda reform
isteyenler başta kendilerini değiştirmelidir. Diğerlerini daha iyi bir dünyaya
götürecek yola taşımak için, kendi içsel dünyalarındaki nefret, garaz ve
kıskançlıktan arınmalı ve dışsal dünyalarını her tür erdemle süslemelidirler.
Öz-kontrolden ve öz-disiplinden çok uzaklaşanlar, duygularını arıtamayanlar,
başlangıçta çekici ve anlayışlı görünebilirler. Ancak bunlar başkalarına kalıcı
bir şekilde ilham veremezler ve uyandırdıkları fikirler de kısa sürede
kaybolacaktır. [20]
Bu günün
toplumundaki krizlerin rakip eğitim sistemleri ve felsefeleri arasında
koordinasyon eksikliğine bağlı olması nedeniyle, Gülen tarafından
önerilen yeni eğitim stili doğrudan krizin temel nedenlerine cevap vermeyi
amaçlamaktadır. Bunu yaparken Gülen, yeni eğitimin daha
istikrarlı ve uyumlu toplumlar inşa edeceğine yönelik sağlıklı bir umut
sunmaktadır. Eğer ulusal ve özel eğitim sistemleri tamamen maddî bilginin
kazanılmasına ve teknolojik becerilerde ustalaşmaya yönlendirilirse, toplumdaki
gerilimler ve çatışmalar için bir çıkış sunamazlar ve daha iyi bir gelecek için
temel oluşturacak bir çözüm oluşturamazlar.
Öğrencilerin hem
maddî hem de manevî ihtiyaçlarına cevap vermeyi amaçlayan bir eğitim tipi için
çağrı yapan Gülen, eğitim reformunu olumlu sosyal değişimin
anahtarı olarak görmektedir. Bu konuda şunları söylemektedir: 'Bir ulusun
devamlılığı insanlarının eğitimine, onların yaşamlarının manevî mükemmellik
tarafından yönlendirilmesine bağlıdır. Eğer uluslar, geleceklerini emanet
edebilecekleri iyi eğitilmiş nesiller yetiştiremezlerse, o zaman gelecekleri
karanlıktır.' [21]
Gülen'in Eğitim
Felsefesine Yönelik Eleştiriler
Gülen'in yeni bir tür
eğitim önerisi, onun adıyla ilişkilendirilen okullar ağı ile uygulamaya
konulduğu şekliyle, evrensel olarak, özellikle anavatanı Türkiye'de, mutlak
kabûl görmemektedir. Bâzı eleştirmenler Gülen tarafından
telâffuz edilen eğitim felsefesini, kurulu lâik düzene yönelik olası bir tehdit
oluşturabilecek kadrolar kurmak için bir paravan olarak görmektedirler. Onlar
Rusya'da, Orta Asya'da, Kafkasya'da ve Balkanlar'da yükselen birçok okul
aracılığıyla Gülen'in lâik Türkiye'nin etrafında 'yeşil
bir çember' oluşturma girişimi içinde olduğunu ileri sürmektedirler.
Öğrencilerin
duygularını, değerlerini ve yaklaşımlarını şekillendirmeyi amaçlayan herhangi
bir eğitim biçiminin beyin yıkamayla suçlanması muhtemeldir. Sayın Gülen de
bu suçlamadan muaf kalamadı. Türkiye'deki eleştirmenler [22] her ne kadar bu
okullarda yürütülen herhangi bir dinî eğitim bulunmasa da, dinin ve politik
bakımdan yönlendirilmiş İslâmî öğretilerin öğrencilere örnekler ve öğrencilerle
öğretmenler arasındaki gayrı resmî ilişkiler yoluyla aşılandığını ileri sürmüşlerdir.
Gülen bu
suçlamalara onun hareketi tarafından kurulan okulların Türk Millî Eğitim
Bakanlığı'nın program ve müfredatını uyguladığına dikkat çekerek cevap
vermektedir. Bu okulların yalnızca Türk Millî Eğitim Bakanlığı tarafından
değil, ayrıca bu okulların kurulduğu ülkelerin istihbarat örgütleri tarafından
da sürekli olarak denetlendiğine işaret etmektedir. [23] Bu okulları
denetleyenler, asla herhangi bir beyin yıkama, politik eylemcilik ya da hükümet
karşıtı fikirlerin, ne normâl öğretim yoluyla ne de gayrı resmî ilişki yoluyla
aşılandığına ilişkin herhangi bir kanıt bulamadılar.
Gülen, okulların Türk
toplumunun bütün sektörlerinde çalışan mezunlarının hiçbir zaman öğrenciler
üzerinde baskı yapıldığına ilişkin herhangi bir şikâyette bulunmadıklarına işaret
etmektedir. Aynı durum resmî ziyaretçiler için de geçerlidir:
'Ülkemizin iki
cumhurbaşkanı, bakanlar, milletvekilleri, düşünürler, yüksek rütbeli emekli
subaylar, gazeteciler, her görüş ve düzeyden binlerce insan gitti, bu okulları
gördü ve döndü. Bu okulların kurulduğu ülkelerden onlara yöneltilen bu tür
hiçbir şikâyet olmamıştır. İstisnasız hepsi bu okullardan sitayişle söz
etmektedir.' [24]
Son tahlilde
'geçmişten kopma', 'geçmişi savunma' ya da 'geçmişi geri getirme'
kategorileri Fethullah Gülen'in eğitim vizyonunu anlama
girişiminin çok uzağındadır. Onun hareketinin fikir babalığını yaptığı okullar
oldukça özel bir tarihsel kontekse kök salmış, ancak daima o konteski aşmayı
amaçlamış okullar olarak tasarlanmıştır. Konteks farklılığı nedeniyle, Türkiye,
Kırgızistan, Danimarka ya da Brezilya gibi birbirinden tamamen farklı ülkelerde
kurulan okullar zorunlu olarak birbirinden çok farklıdır, ancak tamamı aynı
insanî vizyondan ilham almaktadır.
Gülen bu vizyonu
veciz bir şekilde şöyle ifâde etmektedir: 'Öğrenen ve başkalarına öğretip fikir
veren insan gerçek insandır. Câhil olan ve hiçbir öğrenme arzusu olmayan insanı
tam insan olarak görmek zordur. Ayrıca ilim sâhibi olan, fakat kendisini
yenilemeyen ve değiştirmeyen böylece diğerlerine örnek olmayan insanın tam
insan olduğu tartışmalıdır.' [25] Bu insanî vizyona pozitif bilimler, insanî
bilimleri karakter geliştirme ve yukarıda söz ettiğimiz gibi geniş anlamda
anlaşılması gereken 'manevîyat' girmektedir. Bu okulların öğrencilerinin
üniversite sınavlarında sürekli yüksek puanlar alması ve Uluslar arası Bilgi
Olimpiyatlarında matematik, fizik, kimya ve biyoloji gibi dallarda şampiyonlar
çıkarmaları şaşırtıcı değildir.
Ancak bu okulları
dünyanın her yerindeki binlerce hazırlayıcı okuldan ayıran şey, insan formasyonu
için duyulan kaygıdır. Gülen, okulu öğrencilerin yalnızca bilgi ve beceri elde
ettiği bir yer değil, yaşam hakkında da sorular sormaya başlayacağı, eşyanın
anlamını arayacağı, yaşama yapmak isteyecekleri özel katkı konusunda düşünmeye
başlayacağı ve bu dünyadaki yaşamı bir sonraki dünyayla ilişkilendirebileceği
bir laboratuar olarak görmektedir. Hâttâ eğitim hakkındaki bazı eserlerinde,
okuldan kutsal faaliyetlerin yürütüldüğü kutsal bir yer olarak, dinî tabirlerle
söz etmektedir. Bu konuda şunları söylemektedir: 'Okul, hayatî fikirler ve
olaylar üzerine ışık saçabilir ve öğrencilere kendi doğal ve insanî çevrelerini
anlama imkânı verir. Ayrıca olayların ve eşyanın anlamını ortaya çıkaracak,
kişiyi düşünce bütünlüğüne ve derin düşünmeye götürecek yolu çabucak açar.
Esasta, bu okullar, 'hocaları' öğretmenler olan bir tür ibâdet yerleridir.'
[26]
İslâm'ı Öğreten
Bir Öğretici Olarak Fethullah Gülen
Bu tebliğin konusu
bir eğitimci olarak Fethullah Gülen'di. Onun din düşünürü ve
öğretmeni olarak rolü (geleneksel saygı ifâdesi olan Hoca Efendi sözüyle
altı çizildiği gibi) dikkatli bir şekilde incelenmeyi hak etmektedir. Aynı
dikkatin onun modern İslâm yorumcusu olarak dinî düşüncelerine de gösterilmesi
gerekmektedir. Bu gibi konular bu tebliğin kapsamı dışında kalmaktadır. Ancak
Sayın Gülen tarafından fikir babalığı yapılan eğitim
girişimlerine karşı, tam olarak onun bir İslâm düşünürü ve öğretmeni olarak
kabûl edilmiş statüsü nedeniyle, birçok suçlama yöneltildiği için, onun eğitim
vizyonunun incelenmesi İslâm hakkındaki eserlerine kısaca bakmadan tamamlanmış
olmayacaktır.
Gülen'in 300'den
fazla eserinin çoğunda, açıkça İslâmî konular ele alınmaktadır. Bazıları
öğrencilere ve ibadet edenlere yaptığı konuşmalar ve verdiği vaazların
derlenmesinden oluşmaktadır. Diğerleri ise zaman zaman öğrencileri tarafından
ona sorulan sorulara verdiği cevaplardır. Eserleri; Peygamber Hz.
Muhammed'in (S.A.V.) biyografisinden tasavvufun temel girişin
[27], kelâm biliminde geleneksel olarak tartışılan soruların ele alınmasına
[28], İslâm inancının temel temalarına [29] kadar uzanmaktadır. Bu eserler
uzmanlara yönelik olmayıp, daha genel düzeyde eğitimli Müslümanlar'a hitap
etmektedir.
İmanî ve İslâmî
uygulamaları, modern inananların ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde sunmayı amaçlayan Gülen'in, Bediüzzaman
Said Nursi geleneğini sürdürdüğü söylenebilir. Said
Nursi ve talebelerinin, Onun 1960 yılındaki ölümünden önceki ve
sonraki onlarca yıl boyunca hükümetin kuşkusunu çekmesi nedeniyle, Gülen'in bu
Doğu Anadolu Şeyhi ile ilişkileri Türkiye'de tartışma konusu olmaya devam
etmektedir. Gülen sıklıkla Nurcu, yâni Said
Nursi'nin talebesi olmakla suçlanmıştır. Bu suçlamaya ilişkin
olarak sorgulandığında, Gülen, Said Nursi'nin eserlerinden
de, diğer birçok Müslüman düşünürün eserlerinden yararlandığı gibi
yararlandığını inkâr etmemekte, ancak kendisinin tarikat anlamında Nursi takipçisi
olduğu iddiasını reddetmektedir. Şunları söylemektedir:
Nurcu kelimesi,
her ne kadar Bediüzzaman Said Nursi tarafından bir
unvan olarak kullanılmışsa da, temelde onun hasımları tarafından Nursi'nin hareketi
ve takipçilerini hor görme ve onları sapkın bir tarikat olarak gösterebilmek
için kullanılmıştır. Yaşamda herkes birçok diğer insandan, yazarlardan,
şairlerden ve düşünürlerden yararlanmakta ve etkilenmektedir. Ben hayatım
boyunca Doğudan ve Batıdan birçok tarihçi ve yazarı okudum ve onlardan
yararlandım. Bediüzzaman Said Nursionlardan yalnızca
birisiydi. Onunla hiç karşılaşmadım. Diğer yandan, belli bir özel gruba atfı
ifâde eden -ci, -cu gibi ekleri asla kullanmadım. Benim tek hedefim bir mü'min
olarak yaşamak ve ruhumu Allah'a bir mü'min olarak teslim etmektir. [30]
Yine de bâzı
gözlemciler Gülen'le ilişkilendirilen hareketi, değişen
tarihsel durumlar çerçevesinde sürekli olarak yeniden yorumlanan ve uygulanan Nursi düşüncesinin
transformasyonlarından birisi olarak görmektedirler. Yılmaz 'Nursi'nin söylemi
'zâten büyük ekonomik, politik ve eğitim transformasyonlarına neden
olmaktaydı'... Bugün Gülen hareketi bu fenomenin bir
ifâdesidir. Hareket iki düzeyde günlük yaşam faâliyetlerine yayılmaktadır.
İlki, zaman içinde anlam kazanan, tarih, akıl ve tabiiyet, sevgi ve ibâdet,
iman ve rasyonel, bilim ve vahiy, kutsallık ve doğal düzen gibi kollektif
kimlik yapıları kullanmaktadır. İkinci düzeyde hareket belli başlı toplumsal
kurumları, liseleri, vakıfları, üniversiteleri, sigorta şirketlerini, finans
kurumlarını, spor kulüplerini, televizyon ve radyo kanallarını, gazeteleri ve
dergileri etkilemeye çalışmaktadır.' [31]
Fethullah Gülen'in İslâmî
kaynakların ve geleneğin yorumlanmasına ilişkin kişisel yaklaşımı konusunda ne
söylenebilir? Okuyucuyu ilk etkileyen şey onun ahlâk ve ahlakî erdeme yaptığı
vurgudur. O ritüel uygulamadan çok doğrudan Kur'ân'ın kaynaklık ettiği dinsel
güce daha çok önem vermektedir. Ritüel için olan gereksinimi teyit eden Gülen,
etik doğruluğun dinsel itici gücün kalbinde yattığını düşünmektedir. 'Ahlâk
dinin temeli ve İlâhî Mesajın en temel bölümüdür' demektedir. 'Eğer erdemli
olmak ve iyi ahlâka sâhip olmak kahramanlıksa -ki öyledir- en büyük kahramanlar
başta Peygamberler ve daha sonra onları samimiyet ve sadakatle izleyenlerdir.
Gerçek bir Müslüman, gerçek bir evrensel, böylece de İslâmi- ahlâkı uygulayan
kişidir.' Gülen bu görüşünü Hz. Muhammed'den bir
hadisle desteklemektedir: 'İslâm güzel ahlaktır; ben güzel ahlâkı
mükemmelleştirmek ve tamamlamak için gönderildim.' [32]
İslâmî yaşam
tarzının toplu halde şeriat olarak bilinen çeşitli yönleri, yâni iman
(akideler), ritüel yükümlülükler (ibâdât), ekonomik işler (muamelât), yönetim
prensipleri (siyaset), âile yaşamı kuralları (Ahvâl-i Şahsiye) ve ahlâkî
talimatlar (ahlâk); hep birlikte şerefli, etiksel olarak doğru birey meydana
getirmek için çalışmayı amaçlamaktadır. Bu geniş anlamıyla İslâm ya da kişinin
yaşamını Allah'a teslim etmesi için, Fethullah Gülen'in ismiyle
ilişkilendirilen okullar, kökünü İslâm'da bulan etik vizyon fikrine sâhiptir,
ancak bu fikir yalnızca ümmet üyelerinde ifâdesini bulmaz. Gülen öğrencilerin
şekillendirilmesiyle ilgili olarak 'insani vasıflara ve ahlâkî değerlere göre
yaşamaya kendisini adamış', 'dış dünyalarını her türlü erdemle süslemiş'
öğrencilerden söz ederken, kendisinin bir Müslüman olarak İslâm'dan öğrendiği
bir tür evrensel kod önermektedir. Aynı şekilde erdemleri, insanî vasıfları ve
ahlâkî değerleri yalnızca Müslümanların sâhip olduğu değerler olarak
görmemektedir. Müslüman olmayan öğrenciler de okullara kabûl edilmekte ve
onların dinlerini değiştirmeleri için herhangi bir baskı yapılmamaktadır.
Bu güçlü etik onun
İslâm'ı anlayış tarzının tam kalbinde yattığından, Gülen'inHz.
Muhammed'in yaşamına ilişkin birçok eserinde onun Peygamber olarak
rolünün, İlahî vahiyleri getirmesi olduğu, ancak, Kur'ân'ı ilk işiten ve yaşamı
Kur'ân'ın mesajına göre şekillendirilmiş olan Hz. Muhammed'in Müslümanlar
için ahlâkî örnek olma rolünün daha güçlü olduğu vurgulanmaktadır. Özellikle
onun iki ciltlik çalışması, Prophet Muhammad: the Infinite Light'ta, Gülen'in asıl
ele aldığı konunun günümüz Müslümanları için bir rol-modeli olarak Hz.
Muhammed olduğu görülmektedir. Bu onu Hz. Muhammed'in ashâbı,
eşleri ve düşmanlarıyla kişisel ilişkilerinde sergilediği ahlâkî vasıflar ve
Emir-el Mü'minin olarak gösterdiği liderlik vasıfları üzerinde yoğunlaşmaya
itmiştir. Hz. Muhammed'in yaşamında özellikle önemli
bulduğu şeyler, iman, samimiyet, cömertlik, tevâzu, kararlılık, doğru sözlülük,
şefkat, sabır, hoşgörü, realizm, cesaret, sorumluluk hissi, ileri görüşlülük,
danışma, yetki devretme ve affetme gibi liderlik özellikleridir. [33]
Böylece İslâm dini
'İnsanı mükemmelleşmeye götüren ya da dünyaya gelmeden önceki meleklik halini
yeniden kazanma imkânı veren bir yol olarak anlaşılmaktadır.' [34] Eğer İslâm
ahlâkî mükemmelleşmeye giden yol olarak görülürse, İslâmî gelenek içinde doğal
ve kaçınılmaz bir gelişme olarak tasavvuf'un gelişeceği düşünülmelidir. Gülen Tasavvufun
(Sofizm) etik bir tanımını 'bütün kötü huylardan ve kötü davranışlardan
kurtulma ve erdem elde etmek için sürekli çaba gösterme' olarak yapmaktadır.
[35] İslâm tarihindeki Mutasavvıfları; Müslüman nesillerine, insanın
mükemmelleşmesine giden bu yolu nasıl izleyeceklerini gösteren ruhani rehberler
olarak takdir etmektedir. '(Onlar) insanlar için gerçeğe giden yolu
aydınlattılar ve insanları kendilerini mükemmelleştirmeleri için eğittiler.
Samimiyet, İlâhî aşk ve iyi niyet âbidesi olarak tasavvuf üstatları İslâmî
fetihlerin, fethedilen toprakların ve insanların Müslümanlaştırılmasının
ardındaki motive edici faktör ve güç kaynağı haline geldiler. Gazali, İmamı
Rabbani ve Bediüzzaman Said Nursi gibi
şahsiyetler, bilgelerin aydınlığını, din düşünürlerinin bilgisini ve en yüce
azizlerin manevîyatını kendisinde toplayan en üst dereceli 'müceddid' ya da
'müçtehidler'dir. [36]
Tasavvuf
geleneğini böylesine pozitif biçimde yorumlaması kaçınılmaz olarak, onun
hareketi içinde bir tür neo- sufi (tasavvufî) tarikat kurduğu suçlamalarına yol
açtı. Bırakın kendi tasavvuf düzenini kurmayı, bir tarikata üye dahi olmadığını
açıklayan Gülen, İslâm'ın ruhani boyutu olan tasavvufu
mahkûm etmenin, İslâmî inancın kendisine karşı çıkmakla eşdeğerde olduğunu
savunmaktadır. Bu konuda şunları söylemektedir: 'Defalarca söylediğim gibi ben
bir tarikat üyesi değilim. Din olarak İslâm zâten manevî alanı vurgulamaktadır.
İslâm benliğin (ene) eğitilmesini temel prensip olarak vurgulamaktadır.
Münzevilik, dindarlık, nezaket ve samimiyet İslâm'ın zaruri unsurlarıdır. İslâm
tarihinde bu konuları en çok ele alan disiplin, tasavvuf olmuştur. Tasavvufa
karşı çıkmak İslâm'ın özüne karşı çıkmak olacaktır. Ancak tekrar ediyorum ki,
hiçbir zaman bir tarikata katılmadığım gibi, herhangi birisiyle bir ilişkim de
asla olmadı.' [37]
Sonuç
Fethullah Gülen'in eğitim
vizyonu, yüz yılı aşkın süredir çok sayıda eğitim projesinin ifâde etmekte
olduğu, bir tür yüksek derecede idealist misyon ifâdesi olarak görünebilir.
Gerçek sınav, bu idealizm üzerine bilinçli olarak bina edilmiş olan onun
hareketiyle ilişkilendirilen çok sayıda okulun, Gülen'in tavsiye
ettiği eğitim türünü vermede başarılı olup olamayacağıdır. Bunun cevabı bu
okulları değerlendirenlerin beklentileri kadar çeşitli olacaktır. [38]
Öğretmenlerin ve idarecilerinin bireysel yetenekleri, hükûmetin desteği ya da
müdahalesi, mâli düzenlemeler, öğrencilerin yetenekleri ve geçmişlerindeki
farklılıklara bağlı olarak bâzı okulların diğerlerinden daha başarılı olması
muhtemeldir.
Eğitim sürecinin,
genelleştirilmiş sınavlar, akÂdemik olimpiyatlar ve yüksek kaliteli üniversite
programlarına giriş gibi unsurları yönünden 'Gülen netwörkü'
içindeki okullar büyük ölçüde Fethullah Gülen ve dava
arkadaşlarının beklentilerini gerçekleştirmiştir. Üstelik âileler büyük bir
istekle bu okulların peşinde koşmaktadır. Örneğin Kırgızistan'ın Bişkek
kentinde bir ortaokulu ziyâret ettim. 250 kişilik kontenjanın mevcut olduğu bu
okula girmek için 5000 öğrenci başvurmuştu.
Gülen network'ü
içinde yer alan okulları çok sayıdaki diğer hazırlık okullarından ayıran eğitim
formasyonunun sayılamaz unsurlarının değerlendirilmesi çok güç olduğu gibi,
zorunlu olarak da görecelidir. Bu okullar, Gülen'in ifâdesiyle
'akılla kalbin evliliğini' gerçekleştiren mezunlar, 'düşünce, eylem ve fikir
adamı' olan bireyler yetiştirebilmiş midir? Bu okullardan mezun olan öğrenciler
'ulusal düşünce ve duyguların yiğit genç temsilcileri' olmaya devam etmekte
midir? Bu öğrenciler, Gülen'in eğitimin temel
hedeflerinden birisi olarak gördüğü 'fikir derinliği, düşünce berraklığı, duygu
derinliği, kültürel kadirşinaslık ve manevî değerler'in aşılandığının
emârelerini gösterebilmişler midir? Bu gibi sorulara ancak mezunların kendileri
ve bu mezunları tanıyan ve onlarla birlikte çalışanlar cevap verebilirler. Bu
cevaplar Gülen'in eğitim felsefesinin başarısının
tartışılabileceği nihai değerlendirme kriterlerini oluşturacaktır.
[1] Gülen,
Hocaefendi unvanının bir tür mezhep, Sofi benzeri tarikat ya da Osmanlı
yeni-dirilimci kullanış biçimini yansıttığı şeklindeki suçlamaları karşısında
açıklama yapmak zorunda kaldı. Gülen bu terimin herhangi bir hiyerarşik önem ya
da resmî yan anlam taşımadığını, yalnızca 'dinî meselelerde bilgili kabûl
edilen ve genel kamuoyu tarafından onaylanan bir kimseye saygılı biçimde hitap
etme yolu olduğunu' söylemektedir. Alıntı yapılan eser: Lynne Emily Webb,
Fethullah Gülen: Is There More to Him than Meets the Eye?, Paterson, N. J.
Zinnur Book, n.d, s. 80.
[2] M. Fethullah Gülen, Criteria or Lights of the Way, I: 36, Kaynak Yay., İzmir 1998.
[3] Alıntı yapılan eser: Lynne Emily Webb, Fethullah Gülen: Is There More to Him than Meets the Eye?, s. 106.
[4] M. Fetulh Gülen'e Sunum, Prophet Muhammad as Commander, s. ii, Kaynak Yay., Konak-İzmir 1998.
[5] Alıntı yapılan yer: The Economist, Yılmaz, Gülen hareketinin takipçileri ve sempatizanlarının sayısını 200.000 ile 4.000.000 arasında tahmin etmektedir. İhsan Yılmaz, 'Changing Turkish-Muslim Discourses on Modernity, West and Dialogue,' Tebliğ International Association of Middle East Studies'te (IAMES) sunulmuştur, Berlin, 5/7 Ekim 2000, dipnot 33.
[6] M. Fethullah Gülen, Towards the Lost Paradise, s. 11, Truestar, Londra 1996.
[7] Gülen, Criteria or Lights of the Way, I:59.
[8] Bernard Lewis, The Emergence of Modern Turkey, s. 268/289, Oxford University Press, Oxford 1969.
[9] Webb, s. 86.
[10] 'M. Fethullah Gülen: A Voice of Compassion, Love, Understanding and Dialogue,' M. Fethullah Gülene sunum, 'The Necessity of Interfaith Dialogue: a Muslim Approach,' Parliament of the World's Religions, s. 4,Capetown 1999.
[11] Gülen, Towards the Lost Paradise, s.51/52.
[12] Gülen, Criteria, or Lights of the Way, I: 36.
[13] Gülen, 'The Necessity of Interfaith Dialogue: a Muslim Approach,' s.39.
[14] Gülen'in Hz. Muhammed'in (sav) yaşamı ve misyonu üzerine yaptığı çalışmalar tekrar tekrar şefkat ve hoşgörü vasıfları üzerinde odaklanmaktadır. M. Fethullah Gülen, Prophet Muhammad as Commander, Kaynak Yay., İzmir 1998, s. 3-4, 7, 11, 87, 94, 100'de sık sık tekrarlanmaktadır ve Prophet Muhammad: The Infinite Light, Kaynak Yay., İzmir 1998, 3 cilt. Bakınız I: 118/119/179 ve II: 96,123,131,150. Güney Afrika, Cape Town'da yapılan 1999 Dünya Dinleri Parlamentosunda Gülen şunları söylemişti: 'Hz. Peygamber, Allah'ın selamı ve merhameti onun üzerine olsun, gerçek Müslümanı kendi sözleri ya da eylemleriyle hiç kimseye zarar vermeyen ve evrensel barışın en güvenilir temsilcisi olan kişi olarak tanımlamıştı.', 'The Necessity of Dialogue: A Muslim Approach', s. 20.
[15] Bakınız, 'Eğitim için daha gerekli olmasına rağmen kültürel değerlerin öğretilmesine çok az dikkat ve önem verildi. Eğer bir gün kültürel değerlere önem verilmesini sağlayabilirsek, o zaman büyük bir amaca ulaşmış olacağız.' Criteria or Lights of the Way, I: 35.
[16] Bakınız Towards the Lost Paradise, s. 16 ve Criteria or Lights of the Way, I: 44
[17] Alıntı yapan Webb, s. 95.
[18] Gülen, Criteria, or Lights of the Way, I: 45.
[19] Gülen, Towards the Lost Paradise, s.103.
[20] Gülen, 'The Necessity of Interfaith Dialogu: a Muslim Approach,' s.30.
[21] Gülen, Criteria, or Lights of the Way, I: 56.
[22] Webb, s. 135.
[23] Webb, s. 107.
[24] Webb, s. 105/106.
[25] M. Fethullah Gülen, A Voice of Compassion, Love, Understanding and Dialogue, s. 5.
[26] Gülen, 'Towards Lost Paradise', s. 98.
[27] Çalışması olan Key Concepts in the Practice of Sufism, İzmir: kaynak, içinde yazarın tasavvuf yolundaki makâmât ve ahvâlin analizini yaptığı tasavvufa temel giriş niteliğindedir.
[28] Gülen'in Asrın Getirdiği Tereddütler'i dört ciltlik geniş bir çalışma olup, birinci cildi İngilizceye Questions This Modern Age Puts to Islam adıyla çevrilmiştir, Kaynak Yay., İzmir 1998. Çalışma Kur'an'ın ortaya çıkan özelliği, ifşanın doğası ve Müslüman olmayanların manevî kurtuluş ihtimalinin ilginç bir şekilde ele alınması gibi teolojik konuları içermektedir. (s.149/160).
[29] Understanding and Belief: the Essentials of Islamic Faith, Kaynak Yay., İzmir 1997, yaratılış ve neden-sonuç ilişkisi, kıyamet, yeniden dirilme, meleklerin görünmeyen dünyası, cinler ve şeytan gibi konuları ele almakta ve Nübüvvet, Hz. Muhammed'in peygamberliğinin incelenmesi ve Kur'ân'a incelenmesiyle ilgili olarak bilim ve din sorunun ele alınmasıyla sona ermektedir.
[30] Alıntı yapılan yer Webb, s. 96.
[31] Yılmaz, 'Changing Turkish-Muslim Discourses,' s. 2
[32] Gülen, Towards the Lost Paradise, s. 30
[33] Gülen, Prophet Muhammad as Commander, s. 122/123.
[34] Gülen, Prophet Muhammad: the Infinite Light, II: 154.
[35] Gülen, Key Consepts in the Practice of Sufism, s. 1.
[36] Gülen, Prophet Muhammad: the Infinite Light, II: 154.
[37] Alıntı yapan Webb, s. 102/103.
[38] İhsan Yılmaz, Fethullah Gülen düşüncesi üzerine yakın dönemde yapılan araştırmaların çok yararlı bir bibliyografisini vermektedir: The Economist, 'Europe: Islamic Evangelists,' 8 Temmuz 2000; Bülent Aras 'Turkish İslâm's Moderate Face', Middle East Quarterly 5/3: 25; Shirin Akiner, 'Religion's Gap', Harvard International Review, Kış 2000; Oral Çalışlar, Fethullah Gülen'den Cemalettin Kaplan'a, İstanbul: 1998; Eyüp Can, Fethullah Gülen Hocaefendi ile Ufuk Turu, İstanbul 1995; Nevval Sevindi, Fethullah Gülen ile New York Sohbeti, İstanbul 1997; Mehmet Ali Soydan, Fethullah Gülen Olayı, İstanbul 1999; Osman Özsoy, Fethullah Gülen Hocaefendi ile Mülakat, İstanbul 1998; Medya Aynasında Fethullah Gülen, Gazeticiler ve Yazarlar Vakfı Yayınları, İstanbul 1999; Elisabeth Özdalga, 'Entrepreneurs With a Mission: Turkish Islamists Building Schools Along the Silk Road', (Kuzey Amerikan Ortadoğu Araştırmaları Cemiyetinin Yıllık Konferansında Sunulan Tebliğ), 1999; M. Hakan Yavuz, 'Societal Search for a New Contract: Fethullah Gülen, Virtue Party and Kurds', SAIS Review 19/1, Kış/İlkbahar 1999.Formun Üstü
[2] M. Fethullah Gülen, Criteria or Lights of the Way, I: 36, Kaynak Yay., İzmir 1998.
[3] Alıntı yapılan eser: Lynne Emily Webb, Fethullah Gülen: Is There More to Him than Meets the Eye?, s. 106.
[4] M. Fetulh Gülen'e Sunum, Prophet Muhammad as Commander, s. ii, Kaynak Yay., Konak-İzmir 1998.
[5] Alıntı yapılan yer: The Economist, Yılmaz, Gülen hareketinin takipçileri ve sempatizanlarının sayısını 200.000 ile 4.000.000 arasında tahmin etmektedir. İhsan Yılmaz, 'Changing Turkish-Muslim Discourses on Modernity, West and Dialogue,' Tebliğ International Association of Middle East Studies'te (IAMES) sunulmuştur, Berlin, 5/7 Ekim 2000, dipnot 33.
[6] M. Fethullah Gülen, Towards the Lost Paradise, s. 11, Truestar, Londra 1996.
[7] Gülen, Criteria or Lights of the Way, I:59.
[8] Bernard Lewis, The Emergence of Modern Turkey, s. 268/289, Oxford University Press, Oxford 1969.
[9] Webb, s. 86.
[10] 'M. Fethullah Gülen: A Voice of Compassion, Love, Understanding and Dialogue,' M. Fethullah Gülene sunum, 'The Necessity of Interfaith Dialogue: a Muslim Approach,' Parliament of the World's Religions, s. 4,Capetown 1999.
[11] Gülen, Towards the Lost Paradise, s.51/52.
[12] Gülen, Criteria, or Lights of the Way, I: 36.
[13] Gülen, 'The Necessity of Interfaith Dialogue: a Muslim Approach,' s.39.
[14] Gülen'in Hz. Muhammed'in (sav) yaşamı ve misyonu üzerine yaptığı çalışmalar tekrar tekrar şefkat ve hoşgörü vasıfları üzerinde odaklanmaktadır. M. Fethullah Gülen, Prophet Muhammad as Commander, Kaynak Yay., İzmir 1998, s. 3-4, 7, 11, 87, 94, 100'de sık sık tekrarlanmaktadır ve Prophet Muhammad: The Infinite Light, Kaynak Yay., İzmir 1998, 3 cilt. Bakınız I: 118/119/179 ve II: 96,123,131,150. Güney Afrika, Cape Town'da yapılan 1999 Dünya Dinleri Parlamentosunda Gülen şunları söylemişti: 'Hz. Peygamber, Allah'ın selamı ve merhameti onun üzerine olsun, gerçek Müslümanı kendi sözleri ya da eylemleriyle hiç kimseye zarar vermeyen ve evrensel barışın en güvenilir temsilcisi olan kişi olarak tanımlamıştı.', 'The Necessity of Dialogue: A Muslim Approach', s. 20.
[15] Bakınız, 'Eğitim için daha gerekli olmasına rağmen kültürel değerlerin öğretilmesine çok az dikkat ve önem verildi. Eğer bir gün kültürel değerlere önem verilmesini sağlayabilirsek, o zaman büyük bir amaca ulaşmış olacağız.' Criteria or Lights of the Way, I: 35.
[16] Bakınız Towards the Lost Paradise, s. 16 ve Criteria or Lights of the Way, I: 44
[17] Alıntı yapan Webb, s. 95.
[18] Gülen, Criteria, or Lights of the Way, I: 45.
[19] Gülen, Towards the Lost Paradise, s.103.
[20] Gülen, 'The Necessity of Interfaith Dialogu: a Muslim Approach,' s.30.
[21] Gülen, Criteria, or Lights of the Way, I: 56.
[22] Webb, s. 135.
[23] Webb, s. 107.
[24] Webb, s. 105/106.
[25] M. Fethullah Gülen, A Voice of Compassion, Love, Understanding and Dialogue, s. 5.
[26] Gülen, 'Towards Lost Paradise', s. 98.
[27] Çalışması olan Key Concepts in the Practice of Sufism, İzmir: kaynak, içinde yazarın tasavvuf yolundaki makâmât ve ahvâlin analizini yaptığı tasavvufa temel giriş niteliğindedir.
[28] Gülen'in Asrın Getirdiği Tereddütler'i dört ciltlik geniş bir çalışma olup, birinci cildi İngilizceye Questions This Modern Age Puts to Islam adıyla çevrilmiştir, Kaynak Yay., İzmir 1998. Çalışma Kur'an'ın ortaya çıkan özelliği, ifşanın doğası ve Müslüman olmayanların manevî kurtuluş ihtimalinin ilginç bir şekilde ele alınması gibi teolojik konuları içermektedir. (s.149/160).
[29] Understanding and Belief: the Essentials of Islamic Faith, Kaynak Yay., İzmir 1997, yaratılış ve neden-sonuç ilişkisi, kıyamet, yeniden dirilme, meleklerin görünmeyen dünyası, cinler ve şeytan gibi konuları ele almakta ve Nübüvvet, Hz. Muhammed'in peygamberliğinin incelenmesi ve Kur'ân'a incelenmesiyle ilgili olarak bilim ve din sorunun ele alınmasıyla sona ermektedir.
[30] Alıntı yapılan yer Webb, s. 96.
[31] Yılmaz, 'Changing Turkish-Muslim Discourses,' s. 2
[32] Gülen, Towards the Lost Paradise, s. 30
[33] Gülen, Prophet Muhammad as Commander, s. 122/123.
[34] Gülen, Prophet Muhammad: the Infinite Light, II: 154.
[35] Gülen, Key Consepts in the Practice of Sufism, s. 1.
[36] Gülen, Prophet Muhammad: the Infinite Light, II: 154.
[37] Alıntı yapan Webb, s. 102/103.
[38] İhsan Yılmaz, Fethullah Gülen düşüncesi üzerine yakın dönemde yapılan araştırmaların çok yararlı bir bibliyografisini vermektedir: The Economist, 'Europe: Islamic Evangelists,' 8 Temmuz 2000; Bülent Aras 'Turkish İslâm's Moderate Face', Middle East Quarterly 5/3: 25; Shirin Akiner, 'Religion's Gap', Harvard International Review, Kış 2000; Oral Çalışlar, Fethullah Gülen'den Cemalettin Kaplan'a, İstanbul: 1998; Eyüp Can, Fethullah Gülen Hocaefendi ile Ufuk Turu, İstanbul 1995; Nevval Sevindi, Fethullah Gülen ile New York Sohbeti, İstanbul 1997; Mehmet Ali Soydan, Fethullah Gülen Olayı, İstanbul 1999; Osman Özsoy, Fethullah Gülen Hocaefendi ile Mülakat, İstanbul 1998; Medya Aynasında Fethullah Gülen, Gazeticiler ve Yazarlar Vakfı Yayınları, İstanbul 1999; Elisabeth Özdalga, 'Entrepreneurs With a Mission: Turkish Islamists Building Schools Along the Silk Road', (Kuzey Amerikan Ortadoğu Araştırmaları Cemiyetinin Yıllık Konferansında Sunulan Tebliğ), 1999; M. Hakan Yavuz, 'Societal Search for a New Contract: Fethullah Gülen, Virtue Party and Kurds', SAIS Review 19/1, Kış/İlkbahar 1999.Formun Üstü
Formun Altı
***
Gülen'den Hürriyet'e
cevap geldi
The Economist
Dergisi, "Dünyâ sahnesinde bir köylü çocuğu" başlıklı haberinde Fethullah
Gülen için şu ifâdeyi kullandı: "A "prophet" who
finds honour , an some suspicion, in his own country: Fethullah
Gulen".
Yâni, "Kendi
ülkesinde şerefle ve biraz da şüpheyle karşılanan "peygamber".
Muhabirini Gülen'in memleketi
olan Erzurum'un Korucuk Köyü'ne gönderen
dergi, cemaatin fidanlığının öğrenci yurtları olduğu, Türk emniyetinde Fethullahçılar'ın yüzde 70'e
ulaştığı iddialarını dile getirdi. Ancak tüm yazılanlar içinde "Prophet -Peygamber"
nitelemesi dikkat çekti, soru işaretleri doğurdu. The Economist editörleri, İslâm'ın son
peygamberinin Hz .
Muhammed olduğunu bilmiyor muydu? Ya da Batılı bir hoşgörü
çerçevesinde peygamber, "dinî lider" anlamıyla mı kullanılmıştı?
Yoksa prophet farklı bir anlamda mı yazıya konuldu? The Economist "in bu
yorumu Hürriyet
Gazetesi'nde yer alınca Fethullah
Gülen bu konudaki şikâyetini Hürriyet
Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök'e bir mektupla
aktardı. Peygamber nitelemesine itiraz etti. İşte Gülen'in mektubu:
Bugüne kadar
hakkımda çok şeyler yazıldı söylendi.
Bâzen yapılan
haksız, yersiz eleştiriler ve yakıştırmalardan mahzun ve mükedder oldum.
Takdire şayan mevzularda bile bizzat şahsım ya da bana nispet edilen insanlar
itham altında tutuldu.
İçim burkuldu çoğu
zaman. Onca haksızlığa rağmen sabretmeye, hataları sebatla karşılamaya gayret
ettim. Yanlış bir algı varsa belki de biz kendimizi yeterince doğru anlatamadık
diye özeleştiri yapmaya çalıştım ve hicranımı sineme gömdüm. İlerleyen yaşıma
ve bir kısım sağlık problemlerime aldırmaksızın akla hayâle gelmedik iddialarına
devam eden insanları gördükçe üzüntüm daha da artıyor.
Yetiştiğim kültürün
gereği sabretmeyi, hâttâ insaf ve iz'an ölçülerini aşarak bana kötülük yapmayı
vazife-i asliye gibi değerlendiren insanlara dua etmeyi tercih ettim, ediyorum.
Bu yapılanlardan
bir kısmını dünya imtihanında çekilecek çilem olarak görüyor, her şeyi Yaratan'ın adalet ve
merhametine havale ediyorum.
"DUYGULU
VÂİZ" DE O KELİMENİN ANLAMI
Ne var ki The Economist
Dergisi'nde çıkan bir değerlendirme yazısını vesile kılarak
benim için "peygamber" tabirinin kullanılması beni yürekten yaralamış,
derinden üzmüştür. Dilin inceliklerine vakıf olan dostlarıma göre "prophet" tabirinin
tek karşılığı peygamber olmadığı gibi bahsi geçen yazının siyak ve sibakında
böyle bir muradın hedeflenmediği anlaşılıyor.
Yazının içinde
tırnak içinde kullanılan "A prophet" kelimesi "Peygamber"
şeklinde tercüme edilmemeliydi; zira yazı boyunca "İslâm âlimi",
"çok duygulu vaiz" gibi ifâdeler de geçmektedir.
Belli ki prophet kelimesinin
diğer anlamlarından biri kastedilmiş. Kelimenin diğer anlamlarının da
(kâhin, ermiş vs.) kendim
için kullanılmasını doğru bulmadığım gibi, peygamber manasında tercüme
edilmesinin ürpertici bir hata olduğuna inanıyorum. Kaldı ki yabancı bir
kaynağın bizim inancımıza göre peygamberlik kavramını
hatalı kullanması da muhtemeldir.
Bu meselenin benim
inanç dünyama bakan bir yönü var ki bence dergideki metinden de onun yarım
yamalak ve kasıtlı-kasıtsız tercümesinden daha önemlidir.
Malûmunuz olduğu
üzere Peygamber'e inanmak, iman esaslarındandır
ve bu kutsî esasa göre
en son peygamber Hazret-i Muhammed
Aleyhisselam'dır. Kur'ân-ı Kerîm'in çok açık
âyetleri bu gerçeğin beyanıdır.
Muhammed
Aleyhisselam'dan sonra peygamber
gelmeyeceği Kur'ân âyetiyle o
kadar sâbittir ki, aksini iddia etmek cehâlet ve sapıklık olarak
görülmüştür.
Ben de her mü'min
gibi can-u gönülden bu yüce hakikate bağlıyım...
Hakkımda
kullanılan ve yanlış anlamaya müsait bir şekilde tercüme edilen bu kelime
üzerine sanki benim böyle bir iddiam varmış gibi (hâşâ) yayın
yapılmasını yüreğim parçalanarak öğrendim. Vahiyle müeyyed peygamberlik makamından
bahsedilirken insanlar daha dikkatli olmak ve Allah karşısında
tir tir titrercesine davranmak zorundadır.
Sâde ve düz bir
Müslüman olmayı, hiçbir maddî manevî makama tercih etmem.
Allah'a kul
olmak, Hazreti Muhammed'e layık bir ümmet
olmak hayatımın en temel gâyesidir. Akidem budur, hayat felsefem budur. Ne
acıdır ki ben Hazreti Muhammed'e küçük bir
bende olmaya çabalarken çok ağır ve yakışıksız bir benzetmeyle karşı karşıya
kaldım. Üzüldüm, kırıldım...
Gönlüm isterdi ki
yabancı bir lisanda kaleme alınmış bir makalede geçen ve meramını tam ifâde
edemediği anlaşılan bir kelimeden yola çıkarak insanımızın kafası bu denli
karıştırılmasın...
MEMLEKETİMİZ ZOR
GÜNLER GEÇİRİYOR
Son olarak
söylemek isterim ki, memleketimiz zor günlerden geçiyor ve maâlesef böyle
dönemlerde insanları karalamak, birbirine düşürmek için her zaman olduğu gibi
maksatlı propaganda yapmak isteyenler zuhur ediyor.
İnsan sevgisinin
tesisi ve sosyal barışın temini için daha
müteyakkız olmak, müşfik bağrımızı herkes için hoşgörü ile açmak zorundayız.
Öteden beri
inancım budur ve böyle kalacaktır.
Allah şâhittir
kimseye görevden alın demedim
Bu arada başka bir
konuya da temas etme zarureti hissediyorum. Aynı yazıyı vesile ederek İstanbul
Emniyet Müdürü Sayın Celalettin Cerrah'ın görevden
alınması talebinde bulunduğum yazılıp çizilmiş. Allah şâhittir ki
benim ne böyle bir arzum olmuştur ne de böyle bir talebim. Aksini ispat etmeden
bunu ortaya atanlar sâdece bu dünyada müfteri olmakla kalmıyor; âhirete
giderken yanlarında taşıyamayacakları bir kul hakkını da götürmüş oluyor.
***
"Prophet için
sözlükler ne diyor: İngilizce'deki "prophet kelimesinin
Türk dilindeki ilk karşılığı "peygamber.
İngilizce -
Türkçe Redhouse sözlüğünde
"prophet" kelimesinin
anlamları şöyle sıralanıyor: Peygamber, nebi, resul; bilhassa Allah için söz söyleyen
kimse, kâhin, kehanet sahibi.
Türk Dil
Kurumu İngilizce -Türkçe sözlüğünde
de "prophet"in
karşılıkları şöyle: Peygamber, yalvaç, resul, nebi, (Tevrat'a göre) Allah adına
konuşan ve İsrailliler'eyol gösteren kimse, Kâhin, kehanet sâhibi.
The Prophet : Hz .Muhammed,
5. kendisine vahiy/ilham gelen ve toplumu doğru yola yönelten kimse, önder, mürşit.
Her iki kaynakta
da "prophet "in Türkçe karşılığı
olarak "kâhin, kehanet sâhibi" kelimeleri gösterilse de, bu kavram
esas olarak "oracle "
kelimesiyle ifâde edilir.
***
MKD Yorumu
Semih Tufan
Gülaltay mahkûm edilmiş, kitabı da piyasada yok
(aratmadığım yer kalmadı). Buna mukabil, yazdıklarına doğru dürüst bir cevap da
veren yok! "Sistem" kendisini susturmuş belli ki.
İsrail'in Hayfa
şehri, Bahaîler'in Dünya Merkezi. Bahaîlik Birleşmiş
Milletler'de temsil edilmekteve dünyadaki gayri siyasî alanlarda sosyoekonomik
projelere katkıda bulunmak için çalışmakta. Filistinli Müslümanlar'ın
alenen soyunu kıran İsrail, neden bu sözüm ona "4. İbrahimî dine ev
sâhipliği yapar dersiniz?
Bahaîlik'te
peygamberlik bitmeyecek, Hz. Muhammed de peygamberdi
ama hep yenileri gelecek deniyor mu? Evet. Eh, Fethullah Gülen de
aksini söylemiyor. Yasaklanan youtube'daki nasihatleri çok mânidardır:
"Bekleyin, sabırlı olun, atış yapma zamanını şaşırmayın vs. Yukarıdaki bir
ton lâstikli lâf yerine "ben katiyetle peygamber filân değilim arkadaş
demiş mi? Hayır.
Erzurum'un Korucuk
Köyü'nde doğan bu gariban dim âlimi ABG ve İsrail'ce korunuyor
ve bir dünya lideri yapılıyor mu?Evet!
Bahaîlik de ABG ve İsrail'ce korunuyor
mu? Evet!
Rusya bu zâtın
bütün okullarını kapatıp, yasak koydu mu? Evet.
Türk
emniyetinde Fethullahçılar'ın yüzde 70'e ulaştığı iddiaları
doğru mu? Gâliba evet!
Bunlar canlarının
istediklerini içeri atıp gözdağı veriyorlar mı? Evet!
Beş parasız dâhi
bir "Efendi Hazretleri dünya çapında okulları idare ediyor mu?
Evet!
Nihaî olarak, bu
mekteplerde İngilizce (hâttâ Amerikanca) ve Light
Islam dayatılıyor mu? Evet!
Ne demiş The Economist: "Europe: Islamic Evangelists, 8 Temmuz 2000!
Evangelism nedir? Bilmeyenlere kısaca özetleyeyim: Yahudi olmayanların
Yahudiciliği dini ve ABG'nin metastatik kanseri;
şiârı ise İslâm düşmanlığı.
Fethullah Gülen Bahaî midir
bilemem ama hem Bahaîliğin hem de kendisinin Batı emperyalizminin âleti
olduğu o kadar açık ve seçik ki.
Esinlendiği Nurculuk da öyle
değil midir zâten?
Kimse bana ABG'nin İslâmî(!)
bir hareketi insanlık uğruna desteklediğini filân söylemesin.
Bilmem başka söze gerek var mı.
Mehmet Kerem
Doksat - İstinye - 17 Mayıs 2008 Cumartesi
Allah
Nedir?
M. Kerem DOKSAT Perşembe, 17 Nisan 2008
Başlığı görenler benim "kafayı yediğimi" düşünebilir.
Şimdilik hayır.
Sâdece, bana özel mesaj yollayan bir ziyaretçimle olan
muhavereyi nakledeceğim; okuyunca, başlığın ne olup olmadığı ortaya çıkacak
sanırım.
***
Sayın Kerem Doksat Hocam,
Yazılarınızı ve sizi www.keremdoksat.com sitenizden
takip etmekteyim. Felsefeye ve bilime ilgi duyan biriyim. Bir süredir üzerinde
düşündüğüm ve işin içinden bir türlü çıkamadığım bir konu var. Eğer izin
verirseniz onu sizinle paylaşmak ve fikirlerinizi almak isterim. Değerli
zamanınızı almadan kısa da olsa cevap verirseniz çok mutlu olacağım Sayın
Hocam. Aşağıda sorumu bulabilirsiniz:
1. Sonsuzluk dışı olmayan, bu anlamda sınırları
olmayandır. Ve sonsuzluk tanımlanamaz, tanımlanabilen sonlu olanlardır. Bu
durumda sonsuz nötr olan kutupsuz olandır, toplamı sıfırdır, bir yöne eğilimi
yoktur, sıfatları yoktur. Sonsuzluk tanımlanamaz evet ama sonsuzluğa nötr veya
kutupsuz dediğimiz zaman da bu bir tanımlama oluyor. Sonsuzluk hakkında
konuşmaya düşünmeye başladığımız anda tanımlama yapmış oluyoruz. Ona bir
şekilde sıfat yüklüyoruz. Tanımlama yapmadan ne konuşabiliyoruz ne de
düşünebiliyoruz. Hâttâ öyle ki sonsuz tanımlanamaz derken bile aslında onu
tanımlamış oluyoruz. Ne yaparsak yapalım bir tanımlama var işin içinde. Ama
tanımlamak da yanlış. İşte paradoks ve kafamı karıştıran nokta bu.
2. Vahdet-i Vücûdun anlattığı Allah ile sonsuzluk sizce
örtüşüyor mu? Yani Allah = Sonsuzluk mu sizce? Allah hakkında bir yandan 99
sıfatı olduğu söylenir, bir yandan da "Allah tüm isim ve sıfatlardan
münezzehtir" denilir tıpkı sonsuzluk gibi. Ama münezzeh olmak da en
nihâyetinde bir sıfattır. Buralarda çelişkiler yok mu? Ayrıca Tanrı için
eğilimi ve sıfatı yok dersek (sonsuzda olduğu gibi) bu sefer onu durağan yapmış
oluruz, burada da bir eksiklik var sanki. Fakat O'nu tanımladığımız zaman da bu
sefer sonlu hâle getirmiş oluyoruz. Yâni sonlu alandaki kavramlarla sonsuzu
tanımladığımız zaman kategorik hataya düşmez miyiz? Acaba her târif/tanımlama
ifâde ettiği kavramın sınırlarını çizer mi sizce?
3. "Bilmek için bilgiye ihtiyaç var ve bilgi bir
şeyin diğer şeyden farklarına dâirdir. Aynı şekilde istemek, karar vermek vs.
de. Ve Allah için faklılık söz konusu olmadığı için, O'nda her şey bir olduğu
için, Allah bilir, ister, karar verir vs. demek sizce ne kadar doğrudur?
Meselâ siz "sevgi ve bilgi hakkında kısa bir
hikâye" yazınızda "Önce sâdece sevgi ve bilgi" vardı diyorsunuz.
Bu da Allah'ı tanımlamak olmuyor mu? Allah nötr müdür yoksa eğilimli midir,
sıfatları var mıdır?
Sonsuzluk ile Allah'ı (Vahdet-i Vücûd'un anlattığı)
nasıl ilişkilendirebiliriz?
Hocam, bu noktalarda cevaplara ihtiyacım var, kısa da
olsa tüm sorularıma cevap verirseniz gerçekten çok ama çok minnettar olacağım.
Sevgi ve saygılarımla.
***
Sayın ...,
Allah'ı târif ederseniz (tanımlamak demişsiniz), Allah
olmaktan çıkar.
Müsbet ilmin jargonuyla Allah'ı târif ve tavsif etmek
elmayla armudu karıştırmak olur.
Yâni, olmaz.
"Önce sâdece sevgi ve bilgi vardı" bir târif
değil, bir teşbih.
Allah kelimesi elohim'den geliyor, ilâh da.
Sonsuzluk mefhumuna gelince...
Yokluk var mı?
Ne dersiniz?
Yokluk yok, sâdece ilânihâye varoluş var.
İşte, bütün bunlardan münezzeh ama hepsinde mündemic
olan Allah'tır.
Bundan da kim ne anlarsa o, benimki de kendimce bu.
Budha'da bir Tanrı anlayışı yok, "kendi içine bak,
keşfet ve tekâmül et" demiş; Lao Tse de TAO'ya bu ismi verirken benzeri
şeyler söylemiş.
Johanna İncili'nin başında "Önce kelâm vardı, ve
kelâm Tanrı'ylaydı, ve kelâm Tanrı idi" der; Hz. Muhammed'in ilk vahyi de
"ikra", yâni "oku" idi.
Yûnus "bana seni gerek seni" derken, Hallâc
"ene’l Hakk" diye haykırırken Allah'ı târif etmiyorlardı;
yaşıyorlardı, yâni meczûptular.
Allah'a isimler takanlar mükâşefe'den mahrum,
rasyonaliteyi işin içine sokmaya çalışan bir kısım ulemâdır.
Dostlukla...
Mehmet Kerem Doksat - İstinye - 17 Nisan 2008 Perşembe
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar