Print Friendly and PDF

PSİKANALİZ YANILGISI M. Kerem DOKSAT




 M. Kerem DOKSAT/ Pazar, 07 Ekim 2012


Sevgili Mekâncılar,
Hiçbir şekilde hastaları tedavi etmediği gibi, onların iyice canına okuyan ve eleştiriye tamamen kapalı bir Yeniçağ Dini olarak yayılan Psikanaliz’le ilgili üstü kapatılan gerçekleri sizlere duyurmaya başlıyorum.
Bu konudaki hassasiyetimin temelinde, bu sözüm ona tedavi yönteminin tam bir rant kapısı olarak pazarlanırken pek çok gerçek hastaya büyük zararlar vermesi yatıyor; bu birincisi…
İkincisi, ABD’de ve hemen her yerde sürekli olarak prestij kaybederken, Türkiye’de bir Psikanaliz Patlamasıyaşanmasının temelinde büyüsel düşüncenin psikiyatri şemsiyesi altında da ülkemiz insanlarına empoze edilmesi yatmaktadır.


Diğer iki silâhı ise http://www.keremdoksat.com/index.php/entry/din-muessesesinin-suiistimali makalemde özetledim. Benim din düşmanı olduğumu zanneden bâzı okuyuculara da şu mesajı vermek isterim: Din, rasyonalitenin önün geçmedikçe, varlığının ortadan kaldırılması mümkün olmayan, hâttâ çoğu insan için sığınılacak güvenilir bir liman sunan toplumsal bir oluşumdur.
Ama akluhikmet, kuvvet ve güzellik sütunlarının yanına mutlaka müsbet ilim (pozitif bilim) eklenmeli ve her şey aklın rehberliğinde değerlendirilmelidir.
Yanlışlanabilir olmayan hiçbir şey “bilim” değildir, cilâsı ne kadar parlak olursa olsun!
***
Hangi çocuk ebeveyniyle çatışmalar yaşamaz?
Hangi kız babasına, oğul da anasına âşık olmaz?
Hele baba kız aşkı dünyanın en eşsiz sevgisi değil midir?
Hangi bebeğe iyi bakılıp şefkatle büyütülmezse ileride sorun çıkmaz?
Hangi çocuk kardeşini kıskanmaz?
Hangi bebek dayak yiyerek yetiştirilirse ve ilgilenilmezse, ileride sorunlu bir kişi olmaz?
Hayatın ilk altı senesinde bebeğin yaşadığı muhteşem gelişme, öğrenme ve büyümenin ihmâl edilmesi söz konusu olursa, onarılması mümkün olmayan hasarlar ve eksiklikler bırakacağını insanlık tarihi boyunca hemen herkes fark etmemiş midir?
Fiziksel, cinsel ve duygusal tâciz, tecavüz, istismarın yâhut ihmâlin bir çocukta hayat boyu silinmeyecek kadar derin ve acı izler bıraktığını pek çok kişi fark etmemiş midir?
Tabii ki evet…
Bunlar aklıselîmin de işaret edeceği gibi, doğrulukları su götürmeyecek şeylerdir.
Bütün dünyâdaki bebekler doğduklarında mânen ve maddeten muhtaç ve biçâre durumda olup, süratle büyüyüp gelişmezler mi? Bu açıdan hayatın bilhassa ilk 6 senesi, hâttâ 9 senesi çok önemli değil midir ve bunu inkâr eden olmuş mudur?
Peki, illâki bir erkek çocuk, annesine âşık oldu diye, 4 ilâ 6 yaş arasında babasının pipisini keserek kendisini cezalandıracağından korkar mı? Veya acaba kaç kız çocuğu, gene aynı yaşlarda, babasına âşık olduğu için pipisinin zâten kesilmiş olduğunu ve bızırının güdük bir pipi olduğunu düşünerek az gelişmiş ve yetersiz bir kişilik organizasyonu geliştirir?
Hele hele, bu gibi “şeylerin” bütün insanlar için geçerli olduğunu iddia etmek akla uygun bir iş midir?
Minnacık bebeğin anasının memesini iyi ve kötü olarak algılayıp, sonra şizoid, paranoid ve depresif dönemler yaşadığını iddia eden bir insanın bu fikirlerinin hangi akla göre doğruluğu savunulabilir? Onun teorisini de aynı zihniyetle eleştirenlerin ve daha da ileri gidenlerin fikirleri ne kadar akılcıdır?
Beş (5) yaşında altına işediği için haftada üç (3) ilâ beş (5) kere Psikanaliz seanslarına başlanan bir çocuğun on (10) sene sonra hâlâ altını ıslattığını görüp de, bunu yapan Psikanalist’e “peki, neden iyileşmedi” diye sorduğunuzda “biz semptomlarla uğraşmıyoruz” cevabını alınca acaba kafanıza neler üşüşür?
Bu arada, bilmeyenler için, 5 yaşındaki bir çocuğa altını ıslattığı için psikiyatrik tedavi uygulanmaz çünkü fizyolojik sınırlarda gecikme olarak kabûl edilir.
Aynı şekilde, tekrarlayan intihar girişimleri olan bir vak’aya 8 sene Psikanaliz yapılmasına rağmen 4 (dört) kere daha aynı denemeyi yapmasının sebebini sorduğunuzda aynı cevabı alırsanız ve bu hastanın âdeta taparcasına Psikanalisti’ne devam ettiğini fark ederseniz acaba ne yaparsınız?
Malûm, kelime psiko ve terapi kelimelerinin izdivacından oluşur; psiko Yunanca psukhē “ruh, zihin, kelebek”ile terapi Yunanca therapeia “iyileştirme, şifa verme”.
Büyük Patlama (Big Bang), karamadde, karadelikler gibi en son buluşlar zâten hepimizin gündeminde de… Bunların hepsinin, insanın hayat enerjisinin ve Tanrı’nın aslında mavi renkli Orgone isimli bir gaz olduğunu, bunun da orgazm yoluyla ortaya çıkıp terapide kullanılması gerektiğini söyleyen birisi için acaba ne düşünürdünüz?
Bir ruh hekimi kendi içerisindeki kadınla, erkekle, gölgeyle konuşup tanıştığını, psikoterapinizde de horoskopunuza bakıp rûyalarınızdaki kadim sembolleri değerlendireceğini söylese kendinizi nasıl hissederdiniz?
Hele, meselâ üstelik de bir psikiyatrın, şiddetli tekrarlayıcı ve Melânkolili Majör Depresyon Epizodlarından mustarip olan karısına “teoriye uymuyor” diye ilâç bile verdirmediğini, kadıncağızın sonunda şehirdeki havagazı şebekesinin hortumunu burnuna takarak intihar ettiğini okursanız ne tepki verirsiniz?
İşte, bu konuya tamamen yabancı kişileri güldürecek kadar garip fikirlerle dolmuş vaziyette etrafımız!
İşin Aslını Özetleyeyim
1800’lerin sonuyla 1900’lerin başında, Batı Âlemi’nde bütün bilim, san’at ve felsefe alanlarında âdeta bir inovasyon (yeni veya önemli ölçüde değiştirilmiş ürünün [mal veya hizmetin] veya sürecin, yeni bir pazarlama yönteminin veya iş uygulamalarında, işyeri organizasyonunda veya dış ilişkilerde yeni bir organizasyonel yöntemin uygulanması) ve paradigma patlaması oldu.
Tabii ki bunun öncesindeki Rönesans ve Reformasyon süreçlerinin de bu patlamada büyük hazırlayıcı tesiri oldu.
Homo sapiens sapiens, yâni biz insanlar, binlerce senelik dinî baskının zulmünden kurtulup, teoriler yaratma müsabakasına girdik.
Herkes, her şeyin hikâyesini yeniden yazma derdine düştü ve dünyâyı sarsacak bollukta yeni senaryolar kaleme alındı.
Dinî baskıdan yâni dogmadan kurtulan ve bilimsel düşüncenin ana ilkelerini de henüz tam anlamıyla oturtamayan bu azgın boğalar, her yöne hücum ettiler.
Dogmatizmin hapishânesi sözüm ona kapatılmıştı ama Pandora’nın Kutusu da açılmıştı.


Nitekim sekterlikten ve yobazlıktan kurtulmak adına, önemli bir kısmı birer Yeniçağ Dini hâlinde kat’î ve inkâr edilmesi “günah” olan yeni dogmaları sokaktaki insana dayattılar! Eh, özünde bi’at etme ve körü körüne inanma eğilimi çok güçlü olan insanlar da, bunlara iman boyutunda sarıldılar.
Kendilerinden olmayanı “ötekileştirmek” bu sefer din adına değil, sözüm ona bilim adına yapılır oldu.
Eskiden İblisler, Şeytan, cin veya Poltergeist şehveti ve saldırganlığı doğururdu; şimdi bölgesel anatomik yeri “Limbik Sistem ve amigdala” oldu ve İd dendi.
İrade ve nefse hâkimiyet kişiyi bunlardan korurdu; şimdi bölgesel anatomik yeri Prefrontal korteks oldu ve Süperego dendi.
Güçlü bir şahsiyet ve karakter dengeleri sağlardı; şimdi bölgesel anatomik yeri bütün beyin (ensefalon) olduve Ego dendi.
Tabiat bilimlerinde bu gibi “ben dedim oldular” pek zordu ama beşerî ilimlerde (psikoloji, sosyoloji, antropoloji vs.) çok kolaydı! Tek yapmanız gereken tabuları sarsmak ve yepyeni bir “her şeyi izah eden” ideoloji yumağı yâni dogma (nass) “yaratmaktı”.
Hâlbuki meselâ “iyi bir klinik uygulama nasıl olur” diye konuya girersek, daha hasta adayı kapıdan girerken olanlara biraz örnek vereyim…

Her psikiyatrik muayene önce dikkatli bir gözlemle başlar (yazacaklarım sâdece öylesine bir başlangıçtır):

1) Hasta adayı kapıdan nasıl girdi (ürkek, paldır küldür, tereddütlü)?
 Bakışları ve yüzünün ifâdesi nasıldı (sâkin, gergin, öfkeli, umursamaz, telâşlı, şüpheci)?
 Elinizi sıktı mı, sıkmak istemedi mi, istedi mi, tereddütte mi kaldı, sıktıysa avuçları terli ve titrek miydi, elinizin ucundan öylesine bir tutup hemen kaçırdı mı (meselâ Şizofreni’nin ilk kokusunu buradan alabilirsiniz)?
 Koltuğuna veya iskemlesine nasıl oturdu?
 İzninizi bekleyerek mi, kendini atarcasına mı?
 Oturunca arkaya yaslanıp bacaklarını uzattı mı (aşırı yahut abartılmış özgüven) yoksa iskemlenin ucuna âdeta her ân kaçacakmış gibi ilişti mi (düşük özgüven veya şüphecilik) vs. Kıyafeti, kendine bakım ve ilgisi nasıldı?
 Kış günü rengârenk ve süslü püslü giysileriyle, şen şakrak ve yüksek sesle konuşarak odaya dalıp elinizi kırarcasına sıkan birisinde ilk akla gelecek şey Mani’dir, tiroid işlevlerine de bakmakta fayda vardır.
Ses tonu ve konuşma hızı nasıldı?
 Kekelemesi veya başka bir konuşma güçlüğü var mıydı?
 Lisanı doğru kullanıyor muydu?
 Sâkince oturuyor muydu yoksa durmadan bacaklarını sallayıp, arada da kalkıp dolaşıyor muydu?
 Ve daha neler neler…
2) Sonra önce hastanın esas şikâyeti kaydedilir ve hastalığının hikâyesini alınır, buna anamnesis denir; yâni üstü kapatılmış sırrın ortaya çıkarılması, bir nev’î Platoniyen keşif. Hayat boyu yaşadığı önemli şeyler kaydedilir.
3) Sonra iyi bir hekim hasta münasebetinin tesisi ve terapötik ittifak (alliance) oluşturulması gerekir.
4) Hastalığın sevk ve idâresi (management) plânlanırken, mutlaka hatırladığı veya hatırlamadığı, hatırlayamadığı hayat hikâyesi de dikkate alınır; sorar ve sorgularken gerekirse yakınlarından da malûmat toplanır. Travmaları, bilhassa çocukluk çağı olmak üzere hayat boyu onu etkileyen her şey kaydedilir. Bunlar iyi psikiyatrik uygulamanın olmazsa olmaz (sine qua non) şartlarıdır. Her hasta eşsizdir, yegânedir ve herkesin ayrı bir hikâyesi vardır. Birisi için geçerli olan değerlendirme tarzı ve tedavi diğeri için hiçbir anlam taşımayabilir. İcap eden her türlü tetkik (laboratuvar, psikolojik değerlendirmeler vs.).
5) Bu şekilde elde edilen materyalin organize edilip, tedavi edici güvenilir, geçerli ve etkili bir salâh veya şifa verme yöntemi plânı yapılmaya çalışılır. Buna tedavi formülasyonu denir; bir hasta veya kişi için doğru olan, başkası veya başkaları için hiç de geçerli olmayabilir.
Yâni herkes için geçerli olan, her şeyi izah eden omnipotan (tümgüçlü, kâdir-i mutlak) Hakikat yoktu ama bâzılarına göre yakalanmıştı; başka bir ifâdeyle, Theoria (θεωρία), Hakikat’in ta kendisi olup çıkmıştı… Hâlbuki kelimenin gizli bir mânâsı daha vardı: Theós’un (Tanrı buyruğunun yâni dogmanın: nass’ın) dediğinden uzaklaşıp arayışa girmek
İşte, burada, Yeniçağ’ın insanı, onun davranışlarını ve normâlden sapmalarını izah etmek iddiasındaki psikolojik ve dolayısıyla da psikiyatrik teoriler, bilhassa da bunların “yaratıcılarının” özellikleri mercek altına alındı. Çünkü klâsik dinlerden daha fazla vaat dolu ve hepsi de son derecede iddialıydılar.

Tanrı ölmüştü, çünkü Psikanaliz vardı!

Peşin hükümle değil, eleştirel mantık ve akılcılık içerisinde konuya yaklaşıldı ve teorisyenlerin samimiyet dereceleri, tarafsızlıkları ve bilimsellik yeterlilikleri mercek altına aldım.
Çok ilginç ve bâzen de inanılmayacak kadar basit hatalar, uydurmalar, saptırmalar tesbit ettim.
Sigmund Freud’la başlayan bu serüvenin, günümüzdeki ümitsiz ve mutsuz insanını büyük bir rant ve inanç karmaşasına nasıl ittiği dikkatimi çekti.
Mânevî değerlerini kaybeden Batılı insana “tedavi” diye yeni yeni dinler nasıl dayatılmış, bunu gördüm.
Sanıyorum ki okuduklarınız çoğunuzu şaşırtacak, hâttâ sarsacaktır.
Ama işte bilim budur: Kuşkuculuk (scepticism), çok yönlü düşünme ve diyalektik tartışma ile Hakikat’e biraz daha yaklaşmak
Bu asla gerçekleşemeyecek olsa da, yâni Hakikat asla yakalanamayacak olsa da, ebediyete kadar sabırla, sebatla hâttâ inatla aramak ve araştırmak…
Sekter Psikanalist’lerin ve Diyalektik Materyalist’lerin çoğu bunları daha okumadan reddedecek, bir de yazının ve benim aleyhimde bulunacaktır. Bunu çok iyi biliyorum çünkü defalarca rica ettiğim “konuyu bilimsel platformlarda efendice tartışma” tekliflerime gelen cevap hep “Psikanaliz’in savunulmaya ihtiyacı yoktur” şeklinde oldu. Hâttâ telefonuma çıkmayan Psikanaliz pîri(!) 30 senelik arkadaşlarım zuhur etti…
Bu sözlerin bizatihi dogmatizm olduğunu, söyleyenler göremiyordu.
Birtakım gruplar zâten “evrim devam ediyor” düsturuyla Diyalektik Materyalizm’le Psikanaliz’i birleştirmek için uğraşıyorlar.
Böyle başka bir toplantıya da Bilim ve Ütopya Grubu’nun dâveti üzerine konuşmacı olarak katılmış, evrimsel psikiyatriyi anlatmıştım. Arada Marx’ı ve Freud’u eleştirdiğim için neredeyse kelimenin tam anlamıyla linç ediliyorduk karımla beraber; üstelik başka bir büyük kabahatim de, “hep bir Tanrı’ya inandım” demem olmuştu. Beyoğlu’ndaki Attilâ İlhan Salonu’ndaki arka kapıdan zor kaçtık!
İzmir’de de “Evrim Devam Ediyor” diye faâliyete geçmiş bir gençler grubunun dâvetine memnuniyetle iştirak ettim ama daha ilk gün işin altında başka şeyler olduğunu gördüm. Bunlar bal gibi keskin inançlı Komünistlerdi ve Atatürk’ü de kendilerine mâl etmeye çalışıyorlardı (tıpkı Bilim ve Ütopya Grubu gibi). Şimdilerde Libido ve Düşünbil diye birer dergi de çıkararak Psikanaliz’le Diyalektik Materyalizm’i pazarlıyorlar.





Bu merkezî bir talimat mıdır ki, bütün kitabevlerinde fırından yeni çıkmış Analiz ve Dinamik Psikoterapi kitapları dopdolu vaziyette?
Birkaç aydır aldığım onlarca kitabın hemen hepsi en son baskılarını yapmış durumda.
Halk dinle afyonlanırken, entellijensiya da bunlarla uyutuluyor; çünkü ikisi de temelde büyüsel düşünceyi kullanıyor!
Hâlen Türkiye’deki Psikanaliz Sekti’nin en faâl önderlerinden birisinin doçentlik imtihanına girmiştim. Sorduğumuz ihtisas bitirme sınavı seviyesindeki en basit şeyleri (meselâ “psikotik belirtileri olan Majör Depresyon’u nasıl tedavi edersiniz”) dahi cevaplayamamıştı. Gene de iyi niyetle neşriyattan (yayınlarından, onlar da kendi yazdığı monografilerden, birkaç makaleden ibâretti ve ben buna rağmen epey destek çıkmıştım ve diğer üyeleri de ikna etmiştim) geçirdik; giderken homur homur homurdanıyordu, kendisine haksızlık yapıldığını söylüyordu. Son girişinde ite kaka doçent yapmışlar! Beni gördüğünde ise selâm vermiyor; herhâlde “suçlu” olarak beni ilân etmiş
Ülkemizde her mânâda yaşanan kargaşa ve keşmekeş maâlesef bilime de bulaşmış vaziyette; her tarafta kayıkçı kavgaları yapılıyor.
Şimdi sıkı durun:

Psikanaliz Öğrenmek İçin Gereken Mâliyet Ve Süre

Psikanalitik tedavinin ABD’de bir Psikanaliz enstitüsünde bir Psikanalist adayı ile seansı 10 Dolar’dan kıdemli bir eğitim analisti ile seansı 250 Dolar’a kadar değişebilen bir mâliyeti vardır.
Tedavinin süresi değişkendir. Kimi psikodinamik yaklaşımlar, örneğin Kısa İlişkisel Terapi ve Kısa Süreli Psikodinamik Terapi tedaviyi 20-30 seans ile bitirir. Geleneksel Psikanaliz tedavisi daha uzun bir zaman alır, yaklaşık 3-5 yıl. Tedavi süresinin uzunluğu hastanın ihtiyaçlarına göre değişkenlik gösterir... İlâç endüstrisinin kârlarıyla karşılaştırıldığında, hiç de aşağıda kalmayacak bir rant pazarıdır bu!

Eğitim

Psikanaliz’in tarihi boyunca az sayıda istisnalar dışında, birçok Psikanaliz topluluğu üniversite zemininin dışında var olmuştur.
Psikanalitik eğitim çoğunlukla bir Psikanaliz enstitüsünde gerçekleşir ve bu eğitim 4-10 yıl sürebilir. Bir psikanalistin eğitimi dersleri, hasta tedavilerinde aldığı süpervizyonu ve 4 yıl veya daha fazla sürebilen kişisel analizini kapsar.
Profesyonel Psikanaliz dünyâsında devam eden bir tartışma Psikanalitik eğitime girecek olan adayların niteliklerinin neler olması gerektiğini yönündeki kaygılardır. Freud, sosyal bilimlerden gelen ve tıp eğitiminden gelmeyen adayların da hekimler kadar eğitime hazır olduklarına inanmıştır.
Amerikan Psikanaliz Derneği, yakın bir zamana kadar Psikanaliz eğitimini tıp doktorlarıyla sınırlamıştı. Geniş tartışmalar ve yasal mücadelelerden sonra Psikanalitik eğitim diğer ruh sağlığı uzmanları, meselâ psikologlar ve klinik sosyal çalışmacılar için açık hâle geldi. Hâlen ABD’de, edebî çalışmalar veya felsefe gibi disiplinlerden gelen adaylar için eğitim veren kısıtlı sayıda enstitü vardır. Öbür taraftan, Avrupa’daki ve Lâtin Amerika’daki birçok enstitü formel (şeklî, biçimsel) klinik eğitim almayan adayları programlarına kabûl etmektedir.
Yâni kim olursa olsun, hiçbir tahsili olmasa dahi, Psikanalist olabilmektedir!
Evet, gördüğünüz gibi, Pandora’nın Kutusu açılmıştı ama geride hep “umut” kaldı
Dilerim bu makale her kesimden okuyucuda ve entellektüel dünyamızda iz bırakan pencereler açar.
Ve dilerim ki yeni dogmatizmlerden korunmamızda bir nebze tesiri olur.
Sâdece Sigmund Freud’unMelanie Klein’ın ve Wilhelm Reich’in hayatlarını ve teorilerini uzun uzun ele alacağım (bu makalede değil) çünkü konunun en dikkat çekici ve ilginç isimleri onlarJung’dan daha kısa bahsedeceğim.
Lacan’dan sâdece şimdi bahsedeceğim, gerisini merak edenler Tura’nın (1989, 2010) kitaplarından okuyabilirler:

AYNA MERHALESİ (EVRESİ):

İlk olarak 1936’daki 14. Uluslararası Psikanaliz Kongresi’nde Fransız Psikanalist Jacques-Marie Emile Lacantarafından ortaya atılan bir Psikanaliz teorisidir. Bahsedilen teori hayatın ilk 6-18 aylık dönemindeki psikolojik gelişim süreçlerini ele almaktadır. Bu dönemin öncesinde, çocuk çevresindeki nesne ve bireylerden ayrı bir varlık olduğunu idrak etme düzeyine henüz erişememiş bir ihtiyaçlar ve istekler bütünüdür ve şempanzelerle insanlar arasında fark yoktur. Bu süreçte bebek, varlığının birbirinden ayrık algı ve duyguların yardımıyla farkındadır; ancak bunların hiçbiri henüz bir “Ben” bütününe oturmamıştır. Bebek kendisini bir bütüne hâline getirilmemiş, henüz tamamlanmamış bir bulmaca gibi algılamaktadır. Ayna karşısında tutulduğunda ilk olarak kendisini çevresinden ve en yakın hissettiği varlık olan annesinden (veya yerini tutan birincil kişiden) ayrı bir bütün olarak görür. Ben kavramının ilk ortaya çıktığı bu Birincil Süreç’te bebek kendisini aynadaki görüntüsüyle özdeşleştirir ve kendisini ideâl, organik ve mükemmel olarak hisseder.
Lacan, bebeğin içerisinde bulunduğu aynayla yüzleşmeden önceki zihinsel süreci 0 olarak ifâde eder ve aynadaki görüntüyle özdeşleşen Ben kavramının ardından bu değer 1’e ulaşır.
Lacan için bebeğin kendisini aynadaki Ben’le bir tutması bir illüzyondur (yanılsama); çünkü aynadaki Ben sanal bir görüntüden fazlası değildir. “Aynaya bakan Ben” ile “aynadaki Ben” aynı değildir; biri gerçek bir varlık diğeri ise sanal bir görüntüdür. Kendiliği veya Ego’su bölünmüş, parçalara ayrılmıştır ve bebek hiçbir zaman yaşadığı psikolojik süreçleri aynada algıladığı tek bir fiziksel bütüne indirgemeyi başaramaz. İdeâl Ben idrakı aslında ulaşılamayacak bir illüzyondur. Ego’nun veya Ben idrakinin bir yanılsamaya dayandığı gerçeği Ego’yu bir kurgu ve illüzyon olma durumuna itmektedir. Bu epikritik dönemde insan yavrusu şempanzeye büyük bir fark atarak, kendini tanır ve Kendilik duygusu gelişir.
Lacan’ın bu görüşleri sonradan çok ciddi eleştirilere mâruz kalmıştır. Bütün primatlar arasında, dünyâya gelirken gelişimi en az tamamlanmış olan insandır. Şempanzelerdeki motor koordinasyon (hareketlerin düzenli ve düzgün olarak yapılabilmesi) insanlara göre oldukça erken olgunlaşır.
Yâni insan yavrusunun aynaya bakıp, makûl ve mantıklı hareketlerde bulunabilmesi için bir şempanzeden daha uzun zamana ihtiyacı vardır. Dolayısıyla da bu Ayna Merhalesi keşfi aslında Psikanalitik değil, evrimsel kodla alâkalı bir durumdur.
Nitekim aynı şey lisan gelişiminde de görülür. Lacan için önemli olduğu için kısaca değineceğim.
Sağlıklı olarak gelişen bir çocukta,  ilk anlaşılır kelimelerin ifâde edilme yaşı 8’inci ilâ 18’inci aylar arasındadır. 18’inci aydan itibâren sesli hârfler telâffuz edilmeye başlanır. 12 ilâ 24 aylık bir çocuk bir veya iki kelimelik cümleler kurabilir. 24 aylık (2 yaşındaki) bir çocuğun kelime dağarcığı yaklaşık üç yüze ulaşır. Bilişsel ve sosyal açıdan sağlıklı olduğu hâlde, 24 ayını doldurmuş bir çocuğun kelime dağarcığı elli kelimenin altındaysa, sözel ifâdeye dayalı lisan yeteneği geri olarak değerlendirilir. Bu şekilde olup, kelimeleri cümlede birleştiremeyen çocuklar ilk aşamada “geç konuşan çocuk” olarak değerlendirilir. 3 yaşına gelen bir çocuk ise artık ortalama olarak 900 kelimeyi telâffuz edebilir. Belli başlı sıfatları, zarfları ve şahıs zamirlerini kullanmaya başlar. Lisan, sosyal etkileşim amacıyla kullanılmaya başlanır. Üç ilâ beş yaşlarında geçmişte yaşanan olayların ifâde edilmesi ve bunların güncel olaylarla ilişkilendirilmesi yapılabilir.
Okul öncesi dönemde ise lisan artık, mantık yürütme, sorun çözme, düşünce ve eylemleri ifâde etmek amacıyla kullanılır hâle gelir. 4 yaşına kadar, seslerin tamamı doğru telâffuz edilebilir hâle gelmelidir. Dilbilgisi kurallarının temeli atılır. 6-7 yaşından itibaren semantik ve linguistik tam olarak oturur. 7 yaşından itibâren lisanın hâkim olduğu bütün sesleri çıkartabilme yeteneği yerleşir.
Bundan sonra eşlik eden telâffuz sorunlarında, Fonolojik Bozukluk teşhisi koyulur. 2.5 ilâ 3 yaşları arasında düşünme hızı kelime hazinesinin üzerinde olduğu için geçici bir dönem fizyolojik kekemelik ortaya çıkabilir. Bu durumun birkaç ay içinde düzelmesi beklenir.
Dört yaşından sonra ısrar eden kekemelik belirtileri patolojiktir. Sağlıklı çocuk gelişimine ait özellikleri vurgulamamın sebebi, ailelerin bâzen bilişsel ve sosyal açıdan sağlıklı olan çocuklarıyla ilgili olarak ilk üç yaşta gereksiz yere paniklemeleri, bununla beraber bâzılarının da gerektiği hâlde vurdumduymaz olmalarıdır.
Diğerleriyle ilgili bilgilere ulaşmak için ise yerli ve yabancı pek çok eser var ama bahsettiğim Psikanalizm’in kurucusu olan kişilerin ısrarla gizlenen ve teorilerini de etkileyen bâzı özelliklerini açıkladım.
Bunları ne kimseleri yermek, ne de övmek amacıyla yazdım.
Sâdece iyice mistifiye edilmeye başlanan bir konuyu iyice incelemek, irdelemek ve anlamak, anlatmaktır amacım. Müsaadelerini alarak, Psikolog Yavuz Ertenve Psikiyatr Saffet Murat Tura’ya yönelik bâzı eleştirilere yer verdim (Yavuz’a aynı eleştiriyi daha önce neşredilen kitabımda da [2011] yapmıştım; hiç de düşmanlık etmedi ve Ulusal Aile Terapileri Kongresi’nde de birbirimizin konuşmalarını dinledik, kucaklaşıp hasret giderdik; bu kitapta da aynı bölüme yer verdim). Bunlar bir bilimsel tartışmada en normâl şeydir…
Buradaki bütün bilimsel varsayımlar, teoriler ve iddialar, tabii ki benimkiler de dâhil, yanlışlanabilir hüsn-i zanlardan (goodwill suppositions) ibârettir. Buna mukabil, kişilerin hayatları ve özellikleri hakkındaki bilgiler literatürdeki bilgilerden derlenmiştir.
Freud’la başlayıp devam eden Psikanaliz akımının ne kadar bilimsellikten uzak olduğu ama ne kadar da câzip bir Yeni Çağ dini olarak kitleleri arkasından sürüklediği bir vâkıadır. Psikanalitik yöntemlerle iyileşen, salâh veya şifa bulan hemen hiçbir gerçek hasta yoktur! Bilimselliğin hiçbir tanımına uymayan ama büyüsel düşünce ve sübjektiviteyi sonuna kadar beslediği için, her geçen gün yeni guruları da ortaya çıkan bir inanç sistemidir. Tıpkı diğer dinler gibi, farklı mezheplerin mensupları da zamanla diğerlerini dışlar ve düşman ilân eder hâle gelmiştir ve gelecektir…
Ayrıca, ciddi bir ekonomik pazar da oluşturmaktadır yukarıda anlattığım gibi. Herkes birilerini analiz etmekte, bununla ilgili kurslara ve sertifikasyon programlarına gidenler gittikçe artmaktadır.
Peki, yasaklasak mı şu Psikanaliz’i?
Bu ancak bir şaka olabilir. Çünkü her dinin kendi mürşitleri, müritleri ve tâlipleri vardır.
Belki de en önemli nokta, bu işi yapanların denetim altına alınmaları zaruretidir. Çünkü gerçekten hasta olup da psikiyatrik yardıma muhtaç olan nice acı içerisindeki insanın tedavisiz kalması, zaman ve para kaybı, en önemlisi de ümitlerinin tükenmesi, hâttâ intihar etmeleri mutlaka önlenmelidir.
Bu da, bir psikiyatr tarafından muayene edilmeyen hiçbir hastaya Psikanaliz yapılmaması sınırlamasıyla kontrol altına alınabilir de…
Peki, zâten psikiyatr olup da gerçek hastalara bu yöntemi tatbik edenlere ne olacaktır?
İşte, etik ve öz-denetim burada işin içine giriyor…
Herkesin başına bir vicdan polisi dikemezsiniz ki!
height":"300"}[/embed]
***

Sıgısmund Freud’un Ünlü Vak’alarının İçyüzü

KÜÇÜK HANS
Freud’un konsültanlığında babası tarafından analiz edilmiş (1909) beş yaşında bir çocukturHans’ın atlar tarafından ısırılma veya yolda giderken yere düşeceğine dâir korkuları mevcuttur. Bu durum, babası tarafından, annesine yönelik cinsel arzuları sebebiyle babası tarafından kastre edilme korkusu olarak yorumlanmıştır.
Freud bu vak’ayı kendi Oedipus Kompleksi teorisine bir delil olarak sıklıkla ileri sürmüş, ancak Hans’ın kendisi dahi sonradan bu yoruma katılmamıştır.




Hans’ın anksiyetesine katkıda bulunan pek çok başka sebebin mevcut olduğu son derece nettir: Semptomları ortaya çıkmadan önce tonsillektomi operasyonu (bademcik ameliyatı) geçirmiştir ve o dönemde cerrahlar böylesine bir operasyon geçirecek olan bir çocuğun duygusal ihtiyaçlarına karşı hassasiyet göstermemektedir.
Gerçekte de Hans, pipisini ellediği takdirde onu kesmekle kendisini tehdit etmekte olan annesinden daha fazla korkmaktadır. Annesi onu aynı zamanda dayakla ve terk etme senaryolarıyla tehdit etmektedir.
Gerçekten de, bu analizden kısa süre sonra anne ve babası boşanır ve annesini sâhiden de kaybeder. Freud ise bu durumu kendi vak’a sunumunda ifâde etmemiştirBu vak’a, Oedipus Kompleksi’ni desteklemekten ziyâde, Hans’ın korkuları daha çok tonsillektomi şeklinde bir fiziksel zarar ve dövülme, terk edilme ve kastrasyon tehditleri ile ilgilidir.
Zâten bütün çocuk psikiyatrlarının bildiği gibi, bu yaşlarda sebepli sebepsiz korkuların, fobilerin görülmesi mutattır.
DORA
Genç bir hanımdır. Freud onun semptomlarını, kendi babası ve karısı babasıyla ilişki içinde olan yaşlı bir adama yönelik bilinçdışı Oedipal-cinsel arzularının bir örneği olarak yorumlamıştır (1905). Freud’un izahına göre bütün bu kişiler, kendi ihtiyaçlarını tatmin etmek üzere Dora’yı tuzağa düşürmüştür. Yaşlı adam 13 yaşında iken onu iki kere sedükte etmiştir. Bu esnâda annesi kendi temizlik kompulsiyonlarıyla meşgul olduğu için Dora’yı koruyamamıştır. Gerçekte Dora’nın istediği şey kendi Oedipal arzularının tatmin edilmesi değil, bütün bu yetişkinlerin kendisini kullanmayı ve bu konuda yalan söylemesini engellemektir!


İsmi Meçhûl Bir Genç Kız

18 yaşında bir genç kız, babası tarafından, “sosyete hanımefendisi” veya “koket” olarak tanımlanan yaşlı bir hanıma yönelik bağlılığı sebebiyle, homoseksüalitesinin tedavisi için Freud’a getirilir. Babasının onları yolda yürürken yakalaması ve kızgın şekilde bakması, kızda intihar teşebbüsüne yol açmıştır.
Freud’un bu genç kızla çalışması tamamen kendisinin işine gelecek yorumlar yapmak ve kişisel ihtirası ile ilgilidir ama bu arada, kızın yaşlı kadına olan bağlılığını anne sevgisi arayışına bağlamakta da haklıdır. Zira annesi kendi üç tâne oğluna aşırı şekilde düşkünken, kendi kızına ters davranmaktadırBabası, Freud’un nezdinde “değerli” ve “yumuşak kâlbli” bir insan olmakla beraber homoseksüaliteye öfkelenmiş ve bu duruma şiddetle karşı çıkmıştır.
Freud bu ailevî dinamikleri açığa çıkardıkça, genç kadın terapiye olumu cevap verir, bu analizin ona mutlu bir hayat sağlayacağına dâir umutlanır; Freud’u parental bir figür olarak kabûllenir.
Ancak, Freud, olayı bu noktada bırakamaz. Kardeşleriyle olan rekabetini “penise imrenme” olarak yorumlar ve kendisinin “gerçekte bir feminist olduğunu” ileri sürer. Hasta, bu noktada geri çekilir. Pozitif rûyaları kaybolur. Freud, bu çok kritik noktada onu “yalancı ve dirençli biri” olarak karakterize edip, tedaviye âniden son verir!

Kurt Adam

Wolfman” zengin bir Rus âileden gelen ciddi ruhsal sorunları olan genç bir adamdır. Gerçekle bağlantısı zayıf, hipokondriyak ve depresif belirtileri olan, hayatının hemen hemen her alanında işlevsellikte sorun yaşayan bir insandır (1918). Çocukluğunda, ağaçta oturmakta olan kurtların kendisini yiyeceğine dâir korkuları barındıran rûyaları sebebiyle “Kurtadam” rumuzuyla anılmaktadır. Bu vak’ayla ilgili olarak, Freud, çocukların bir buçuk yaşındayken kendi ebeveynini anal birleşme esnasında yakaladıktan sonra gece korkuları yaşayacağına dâir bir makale yazmıştır.
Bundan hareketle, Freud, “ilk sahneye tanık olmanın” olumsuz etkilerine dâir teorisini geliştirir, hastasının semptomlarının çoğunu “infantil seksüalite” ile açıklama çabasına girer.
Hâlbuki hastanın kendi bakış açısı da dâhil, sonraki birçok hikâye, bu spekülasyonların geçerliliğinin mümkün olmadığına işaret etmiştir. Hastanın yoğun psikiyatrik bozukluğunu doğrudan izah edebilecek başka delil mevcuttur. Rûyaları gördüğü dönemde sıtma hastalığından mustariptir. Korkuları bu hastalıkla ilgili olan ateşli hâli nedeniyle ortaya çıkmış olabilir.
Babası da gerçek anlamda hayatında olmayan bir kişidir. Annesi ise çocuğuna yakın olamayan depresif bir insandır. Değişken nitelikteki bakıcılar tarafından yetiştirilmiştir. Büyük ablası onunla ilgilenmiş olmakla beraber eziyet de etmiş olup, yetişkin olmasından kısa süre önce intihar etmiştir.
FreudKurtadam’ı inatçı bir bebek olarak görmüş, “infantil nöroz” hakkındaki yorumlarını kabûl ettirmek için onu zorlamış ve kandırmış, ilişkilerini sonlandırma tehdidiyle son bir tarih belirledikten sonra onu bu yorumlarının doğru olduğuna dâir itaat ettirmiştir.
Bu, Freud’un, hastalarının kendisini, yâni onlar için çok önemli hâle gelmiş olan bir insanı kaybetme tehdidinden ne kadar etkilendiklerinin farkında olmamasının bir örneğidir.
0","height":"300"}[/embed]

Sıçan Adam

Sıçan Adam’a (Ratman), âşık olduğu kadına ve ölmüş babasına yönelik sıçanlarla ilgili sadistik bir işkence uygulanacağına dair obsesif bir düşüncesi olduğu için bu isim verilmiştir (1909). Bu fikri bir seri kompulsif ritüeli, kelime oyunları ve dualarla engellemeye çalışmıştır. Bu sebeple psikanaliz yapması için Freud’a müracaat eder.
Freud, kendisinin bütün kitaplarını okumuş olup, tedaviye riayet eden bu adamı pek sevmiştir. Beraberce, söz konusu olan karmaşık obsesyonların ve kompusiyonların anlamını çözmeye çalışırlar; Freud’un özellikle iyi olduğu ve keyif aldığı fikir ve kelimeler üzerinde dururlar. Freud, oğlunun hayatını ciddi şekilde kontrol etmekte olan hastanın annesini âcilen devre dışı bırakır.


Aynı zamanda etkileyici yeteneğiyle, oğlunu 3 yaş gibi küçük bir yaştayken dövmüş olan “askerî tavırlı” babanın hasta üzerindeki tesirinin de üzerinde hiç durmaz. Hastanın kendisinden altı yaş büyük olan ablasına çok yakın olduğunu, beraberce cinsel oyun oynadıklarını, ablasının bundan sonra hastalanıp öldüğünü bildirmiş, cinsel itkilerine kapıldığı takdirde ne olacağı korkusuna dehşetengiz bir gerçeklik payı vermiştir.
Bâzı Kaynaklar
Breger L (2012) Freud: Darkness and Vision. Psychodynamic Psychiatry;40(2):211-242.
Doksat MK (2011) Neden Psikanaliz? Bireyi ve Evreni Anlamaya Yönelik Mütevâzı Teşebbüsler. İstanbul: Sokak Kedisi, Omnia.
Doksat MK (2007) Evrimsel Psikiyatri. Psikiyatri Temel Kitabı. Köroğlu E, Güleç C, editörler. Ankara: HBY Basım Yayın, 733-752.
Doksat MK (2008) Evrimsel Psikiyatri. Prof. Dr. Ayhan Songar II. Davranış Fizyolojisi Sempozyum Kitabı. Uğur M, Balcıoğlu İ, editörler. İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Sürekli Tıp Eğitimi Etkinlikleri. Sempozyum Dizisi No: 66, 111-153.
Feist J, Feist JF (2002) Theories of Personality, 5th Edition. New York: McGraw-Hill Higher Education.
Fisher S, Greenberg RP (1996) Freud Scientifically Reappraised: Testing the Theories and Therapy. New York: John Wiley.
Fisher S, Greenberg RP (1977) The Scientific Credibility of Freud’s Theories and Therapy. New York: Basic Books.
Fisher S (1985) The Scientific Credibility of Freud’s Theories and Therapy. Columbia University Press.
Forrester J (2000) Freud Savaşları, Psikanaliz ve Tutkuları. Atalay H, tercüme eden. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Freud A (1986) Ego Savunma Mekanizmaları. Erim Y, tercüme eden. İstanbul: Bağlam Yayınları.
Freud S (1996) Düşlerin Yorumu, II. Cilt. Kapkın E, tercüme eden. İstanbul: Payel.
Freud S (1996) Olgu Öyküleri, II. Cilt. Eğrilmez A, tercüme eden. İstanbul: Payel.
Freud S (1998) Olgu Öyküleri, I. Cilt. Kapkın E, tercüme eden. İstanbul: Payel.
Freud S (2001) Düşlerin Yorumu, I. Cilt. Kapkın E, tercüme eden. İstanbul: Payel.
Freud S (2002) Totem ve Tabu. Sel KS, tercüme eden. İstanbul: Sosyal.
Gellner E (1985) The Psychoanalytic Movement: The Cunning of Unreason. A critical view of Freudian theory. London: Paladin.
Gençtan E (1989) Çağdaş Yaşam ve Normaldışı Davranışlar. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Gençtan E (1990) Psikanaliz ve Sonrası, 4. Basım. Büyük Fikir Ki¬tapları Dizisi: 84, İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları.
Gerald DC, John NM (Dağ İ, editör) (2004) Anormal Psikolojisi. Türk Psikologlar Derneği Yayınları: Ankara.
Gerevich J. Binarisms, regressive outcomes and biases in the drug policy interventions: a theoretical approach. Subst Use Misuse; 2005;40(4):451-72.
Gilman SL (1994) The Case of Sigmund Freud – Medicine and Identity at the Fin de Siècle. Baltimore: The Johns Hopkins University Paperbacks Edition.
Grünbaum A. Is Freudian Psychoanalytic Theory Pseudo-Scientific by Karl Popper’s Criterion of Demarcation? American Philosophical Quarterly 1979;16,Ap 79:131-141.
Grünbaum A (1985) The Foundations of Psychoanalysis: A Philosophical Critique.California: University of California Press.
Grosskurth P (1985) Melanie Klein: Her World and Her Work. Hodder and Staughton.
Guntrip H (2003) Şizoid Görüngü, Nesne İlişkileri ve Kendilik. Babacan İ, tercüme eden. İstanbul: Metis Yayınları.
Harris M (1994) Yamyamlar ve Krallar, Kültürlerin Kökenleri (Cannibals and Kings, The Origin of Cultures). Gümüş MF, tercüme eden. İstanbul: İmge Kitabevi.
Gülenç K, Kulak Ö (2012) Marx’ın Hayalleri. Marksist Düşüncede Diyalektik Bir Yolculuk. İstanbul: Kalkedon Yayınları.
Jones E (2003) Freud Hayatı ve Eserleri. Kapkın E, Kapkın AT, tercüme edenler. İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
Kaslow FW (editor) (2002) Comprehensive Handbook of Psychotherapy. New York: John Wiley & Sons, Inc.
McGuire W (ed) (1979) The Freud/Jung Letters – The Correspondence between Sigmund Freud and CG Jung. Manheim R, Hull RFC, translators. England: Penguin Books.
Osborn R (tarih belirsiz) Marksizm ve Psikanaliz. Maden S, tercüme eden. İstanbul: Günebakan Yayınları.
Sadock BJ, Sadock VA, Ruiz P (editors) (2009) Kaplan & Haddok’s Comprehensive Textbook of Psychiatry, Ninth Edition. Philadelphia, PA: Lippincot Williams & Wilkins.
Storr A (2001) Öteki Peygamberler. Day A, tercüme eden. İstanbul: Okuyanus Yayın.
Tura SM (1989) Freud’dan Lacan’a Psikanaliz. İstanbul: Ayrıntı Yayınevi.
Tura SM (2005) Günümüzde Psikoterapi. İstanbul: Metis Yayınları.
Tura SM (2010) Freud’dan Lacan’a Psikanaliz, Dördüncü Baskı. İstanbul: Kanat Kitap.


Allah Bana Âşık Diyen Bir Kadın

 M. Kerem DOKSAT/ Pazartesi, 12 Ekim 2015

Çok uzun seneler önce görmüştüm onu. En fazla 40 küsur yaşındaydı ama aşırı sigara ve muhtemelen uyuşturucudan dolayı tırnakları sararmıştı. Hepsini de kanatırcasına yiyordu (onikofaji). Bunlar ilk izlenimlerimdi.
***
Muayenehaneye tek başına gelmişti, hiçbir refakatçisi veya yakını da yoktu. Ellerinde hiç durmayan, engel olamadığı bir titreme (tremor) mevcuttu ve başını da, elinde olmaksızın, sağa sola büküp sallanıyordu (koreiform hareketler).
***
Gözlerine baktığımda sanki ölü balık gibi bir ifade görmüştüm (duygulanım küntlüğü); göz temasından âdeta korkuyor ve bacaklarının ikisi de sürekli olarak hareket ediyordu (akatizi). Daha sonra öğrendim ki, Norodol Decaonat 50 mgkalçadan yapmışlar).


***
Hoş geldiniz” dediğimde elimi ancak ucundan sıktı (Mayer Gross’un tanımladığı ikircikli hâl: ambivalans).Öyküsünü almaya başladığımda sesi epey titrekti ve isminin Nadya olduğunu söyledi.
***
Sanırım din hanenize Yahudi diye yazacağım, çünkü bu isim Eski Ahit’ten – İncil’den geliyor, değil mi” diye sormak gafletinde bulundum. Derhal sinirlenerek ayağa fırladı (acting out) ve “tepemi attırmayın, size de O’na yaptığımın aynını uygularım” dedi!
***
Şaşkınlığımı hemen denetim altına aldım ve “siz buyurun anlatın, ben hiç lâfınızı kesmeden dinler, sonra tekrar araya girerim” dedim ve onu çok iyi anladığımı ifade edecek şekilde gülümsedim (empati).
***
Bu arada, sık sık esrar (kannaboid) ve içki (bilhassa günde birkaç şişeyi aşan miktarda rakı) ve günde 2 paket sigara (içinde 4000’den fazla kanser yapıcı madde olan yasal zehir) içtiğini öğrendim.
***
Özgeçmişinde erken doğmuş hiç evlenmemiş ama –sonlara doğru ifşa etti- babası ve amcası kendisine 7-8 yaşlarındayken pek çok kere tecavüz etmişler (travma).
***
Adam’s Family filmindeki kadın (anne) karakterine çok benziyordu.
Başladı anlatmaya:
-Doktor Bey, tam 17 yaşında idim, Tanrı’yı gördüm ve benimle oynaşmak, oramı buramı mıncıklamak istedi ve sesinden de şehvet akıyordu. Çok asabileştim ve ona hiç yüz vermedim!
***
-Nasıl olabiliyor bu, anlatabilir misiniz?
-Nasıl birisiydi bu Tanrı? (hastanın hezeyanını kullanarak yaklaşmak).
-Çok basit bana, tacizde bulunmaya kalktı, ben de ona hiçbir alamda vermedim. Yani yatağıma da sokmadım!
***
-Sakallı, iri yarı ve kafasında da bir hâle vardı (bizzare yanılsama veya kültürel açıdan etkilenerek ortaya çıkan hallüsinasyon ve antropomorfizm).
***
-Sizi çok iyi anlıyorum… Biraz da annenizden bahseder misiniz?
***
-Annem ben doğmadan önce vefat etmiş. Tıpkı Muhammed gibiyim (tam absürdite ve kondansasyonsaçma özdeşim kurma). Merhumenin adı da Amine’ymiş, öyle dediler (falsifikasyon: yakıştırarak uydurma).
***
-İlginç, siz hiç Muhammed’i gördünüz mü?
-Hem de kaç kere (absürd hallüsinasyon) (Şia’nın ve birtakım İslam dışı kişilerin Muhammed’in resmini yaptığı bilinir ama hiç böyle bir şey görmemiş tabii ki).
***
-Sakallı ama çift cinsiyetliydi.
-Yani hermafrodit miydi?
-Öyle gibi (hezeyana bağlı hatalı değerlendirme).
-Şöyle sorayım… Tanrı, hem erkek hem de dişi olabilir mi?
-Ben emrettim oldu çünkü aynı zamanda ben O’yum ve adım da İsa (Fregoli Sendromu); değiştirmişler beni zebaniler…
-Anlıyorum. Bana gelme sebebinizi bir anlayalım beraberce…
-Kerem Bey, babanızdan kalma bir Parapsikoloji ve Hipnozla sağaltım yeteneğiniz varmış.
***
-Ne, anlamadım?
-Tedavi işte…
-Evet, daha da anladım şimdi… Bu yeni “sözcüklüklere” alışamadım.
-Beni hipnozla geçmiş yaşamlarıma götürmenizi ve kaç enkarnasyonum olduğunu anlamamı sağlamamanızı rica ediyorum.
-Hımm… Hani siz madem Tanrı’sınız her şeye gücünüz yetmez mi? Bana ne ihtiyacınız var?
Durakladı ve kahkaha attı (ironi morbid).
-Sıkıyorsa uyutun beni. Bakalım başarabilecek misiniz?
-Şöyle yapsak… Huzursuz ve gerginsiniz, size birkaç ilaç versem ve toparlansanız, sonra hipnoza başlasam? Ne de olsa Tanrı’yı uyutmak güç, değil mi?
Bu çifte açmazım (double bind) işe yaradı.
-Peki, buyurun…
***
Hemen 2 Ampul Biperiden 4 mg. (Akineton) yaptım sekreterin yanında… Çünkü kolaylıkla kötülük görme (perseküsyon) hezeyanı gelişebilirdi.
***
Derhal rahatladı ve koltuğa uzanmaya hazır olduğunu söyledi.
Kendisine hipnoz uygulamaya başladım ama eski hayatlarına dönmesi için değil, travmalarını boşatmak amacıyla (katarsis).
***
Teşhisim tabii ki Paranoid Şizofreni idi ama amacım hipnoz yaparak onun bilinçdışındaki nahoş anılarına ulaşmaktı.
***
Böyle bir hastadan beklemeyecek kadar hızla transa girdi ve tacizleri anlatırken de tam dissosiyasyona (ruhsal çözülme) girdi.
***
Meğer travma birkaç tane değil, çok daha fazlaymış. Mahalledeki imam da aynı şeyleri yapmış; bunun yanı sıra da göbeğine Arapça bir şeyler yazıp, bu sayede çok rahatlayacağını söylüyormuş. Üstelik hepsinde de orgazm yaşamış.
***
Durmadan yeni şeyler hatırlamaya ve anlatmaya başlayınca, süre de daraldığından, seansı “çok rahat ve huzurlu bir ormandasınız, uyandıktan sonra da kendinizi mükemmel derecede iyi hissedeceksiniz” dedim (telkin).
***
Hıçkırarak ağlar vaziyette uyandı ve “artık her şeyi hatırlıyorum” dedi (abreaksiyon).
“Şimdi şu ilaçları kullanmanızı rica ediyorum” diyerek ağızdan Akineton 3x1 (biperiden 2mg) TabletC Vitamini 1000 mg ve Abilify 10 mg (aripiprazol: bir dopamin ayarlayıcısı, antipsikotik ve antidepresan) yazdım.
***
Reçeteye şöyle bir baktı ve gözleri yaşlı bir şekilde bana baktı, üzgündü!
-Bana deli gözüyle baktığınızı biliyorum, saygı da duyuyorum ama bunları kullanmayı düşünmüyorum. Gene de belki ileride gelirim” dedi.
Derin bir nefes aldı ve ayağa kalktı, sonra da şöyle bir nazar etti ve derin bir nefes aldı.
***
Belki gelirim, belki de gelmem diye cevap verdi” (ambivalans).
Sonra usulca yerinden kalktı.
Elimin ucundan tutarken de gözlerini aşağı çevirmişti (hüzün ve antikolinerjik etki).
***
Müsaadenizi rica ediyorum” dedi.
Ayağa kalktım ve kapıya kadar eşlik ettim.
Ne mi oldu?
Belki bir gün gelir diye bekliyorum.
Mehmet Kerem Doksat – Tarabya - 12 Ekim 2015 Pazartesi


Cinsel Sapmalar

 GenelM. Kerem DOKSAT/ Salı, 05 Şubat 2013

Bâzı Temel Kavramlar
"Sex, sexuality" kelimelerinin tam karşılığı "eşey: tenasüliyettir; "gender" ise "cinsel(lik), cinsiyet anlamına gelir. Günlük jargonda ise cinsel ve cinsellik terimleri sıklıkla hem "sexual hem de "gender karşılığı olarak kullanılmaktadır (tıpkı araz teriminin -yanlış olarak- hem symptom hem de sign karşılığında kullanıldığı gibi). Bir insanın cinsel hayatını bilimsel perspektifle anlayabilmek için belli temel kavramların, doğru terimlerle de ifâde edilerek, iyi bilinmesi gerekmektedir. Cinsel işlevler ve onların ârızalarıyla (cinsel işlev bozuklukları), cinsel davranış ve yönelim bozukluklarını (cinsel sapmalar) birbirine karıştırmamak gerekir. Cinsel işlevler normâl, sağlıklı bir cinsel hayat için gerekli olan bedensel ve psişik faâliyettir: Dürtü (drive), uyarılma(tahrik olma: erkeklerde ereksiyon ve prostatik salgıların gelmesi, kadında da klitoral ereksiyon ve ıslanma), plato (ön sevişme, arzunun sürmesi), orgazm (erkekte ejakülasyonla karakterizedir) ve sönme (rezolüsyon, heyecanın dinginleşmesi) safhalarından oluşur. Bu faâliyetle ilgili bozukluk ve aksamalar ayrı bir konudur ve bu bölümde anlatılmayacaktır.
Kimlik (hüviyyet, identity) kavramı seksolojide belli açılımlara ayrılarak incelenir:
1. Eşeysel Kimlik (Sexual Identity, Tenâsülî Hüviyyet): Kişinin genotipik etkilerin de sonucunda, fenotipik yâni biyolojik açıdan hangi cinsiyete âit olduğunu ifâde eder. Normâl bir erkeğin XY kromozomları, testisleri, penisi, yetişkinlikte erkeklere özgü kıllanma şekli ve adale-iskelet sistemi vardır. Normâl bir kadının da yumurtalıkları, vajinası, klitorisi, yetişkinlikte kadın tipi memeleri, kıllanması ve adale-iskelet sistemi vardır.
Bâzı kromozom anomalileri ve hastalıklar eşeysel kimliği bozar: Turner sendromu (X0 kromozom defekti), yalancı ve gerçek hermafroditizm, çeşitli kromozom anomalileri (XXX, XYY, XXY gibi; Y0 hayatla kaabil-i telif değildir), androjen duyarsızlığı sendromu (eski ismiyle "testiküler feminizasyon), Reifenstein sendromu (tam olmayan androjen duyarsızlığı sendromu), testesteron senteziyle ilgili enzim defektleri (msl. 5-alfa redüktaz eksikliği) bunlar arasında sayılır. Hermafroditizm her iki cinsiyete de özgü özelliklerin aynı bireyde bulunması durumudur.
Yalancı hermafroditizmde genetik açıdan da, fenotipik açıdan da cinsiyet bellidir ama genital organların şekillenmesinde bir ârıza meydana gelerek, meselâ, normâl erkek organlarının yanı sıra, aksesuar-rudimanter bir vajina gelişmiştir. Gerçek hermafroditizm ise çok ender rastlanan bir durumdur, her iki cinsiyete âit organların da tam teşekkülü söz konusudur ve bu klinik tabloya genetik mozaiklik de refakat edebilir (XY-XX mozaiği gibi) ama ekserisi 46XX karyotipine sâhiptir. Her hâlükârda, böyle vak'aların en kısa zaman içerisinde tıbbî değerlendirilmelerinin yapılıp, cerrahî müdahaleyle en uygun düştükleri eşeysel kimliğe kavuşturulmaları gerekir. Aksi takdirde, yaş ilerledikçe, ciddi psikososyal intibak sorunları yaşarlar.
Turner sendromlu (46X0 karyotipi) çocuklar çocuksu, küçük kız görünümlerini korurlar ve genellikle rudimanter bir vajinaları vardır; kız olarak yetiştirilmeleri en uygunudur.
Androjen duyarsızlığı sendromu (testiküler feminizasyon) vakaları ise ciddi psikosoyal, hâttâ psikolegal sorun oluştururlar. Bunlarda testisler fibrotik bantlar hâlinde batında veya inguinal kanalda bulunur; genital organlar hâriçten bakıldığında normâldir ama muayenede vajinanın tam gelişmediği ve kör bir sona sâhip olduğu, uterusun veya fallop tüplerinin olmadığı tesbit edilir. Primer amenore en önemli ipucudur. Evlendirildikten sonra, çocuğu olmadığı için muayeneye götürüldüğünde teşhis edilen pek çok vak'a vardır. Cinsel yönelimleri genellikle normâl kadınlarınki gibidir. Reifenstein sendromunda (tam olmayan androjen duyarsızlığı sendromu) testisler çok küçüktür, hipospadias ve jinekomasti vardır. 5-alfa redüktaz enzimi eksikliğinde ise genital yapılanmada belirsizlik, kız gibi yetiştirilme ama ergenlik döneminde virilizasyon görülmesi tipiktir (bu sendromun form fruste, çok daha hafif şekillerinin hemcinsselliğin ortaya çıkmasında rolü olabileceği düşünülmektedir). Kromozom mozaisizmini de katarsak, bu gruptaki bozukluklar başlıca erkek yalancı hermafroditizmi sebeplerini oluştururlar.
Dişi yalancı hermafroditizmine yol açan durumlarda ise dişi karyotipine eşlik eden belirsiz veya eril genitaller tipiktir. Konjenital adrenal hiperplazi en sık rastlananıdır. Muhtelif otozomal resesif enzim defektlerince ortaya çıkabilir. ACTH fazlalığı ve adrenal hiperplazi tipiktir. Bunlarda çocukken "erkek Fatmalık davranışı, yetişkinlikte de biseksüel veya hemcinssel fanteziler veya yönelimler sıktır. Benzer tablolara androjen salgılayan tümörlerde ve gebelikte annenin androjen kullanmasıdurumlarında da rastlıyoruz.
2. Çekirdek cinsel kimlik (core gender identity), eşeysel kimliği ne olursa olsun, kişinin kendisini hangi cinsiyete âit olarak hissettiğidir. İki üç yaş civarında (fallik dönem başları, aşağıya bakınız) kesinlik kazanır.
3. Cinsel rol kimliği veya cinsel rol davranışı (gender rol identity / behavior) ise, yetiştirilme ve kültürün de etkisiyle, çocuğun hangi cinsiyetin davranışlarını sergilemeyi tercih ettiği anlamına gelir -ki, beş yaş civarında kesinleşir. Bu iç içe temel kimlik hissindeki sapmalar Cinsel Kimlik Bozuklukları'na, transseksüalizme varan patolojilere yol açar.
4. Cinsel yönelim veya cinsel tercih(sexual orientation / preference) ise cinsel haz ve tatmin nesnesi olarak neyin tercih edildiğidir. Cinsel yönelimin netleşmesinde hür iradenin rolü çok tartışmalı olduğu için, "tercih terimi pek doğru kabûl edilmemekte ama popüler yayınlarda çok kullanılmaktadır. Hemcinssellik(eşcinsellik: homosexuality)parafililer bu kavrama âit sapmalardır. Ortaya çıkmalarında natürel (doğuştan getirilen, doğal), nurtürel (eğitimle, terbiyeyle sonradan kazanılan) ve kültürel (bu da nurtürün bir parçasıdır ama görgünün oluşmasında özel rolü vardır) pek çok faktör rol alır.
Bu noktada, Psikanalitik teoriden ve fallik dönemden kısaca bahsetmek gerekiyor. 3 yaştan 5/6 yaşa kadar ilgi ve haz odağı cinsel organlar (erkeklerde penis, kızlarda klitoris) hâline gelir ve bu yüzden FALLİK DÖNEM (phallus: erkeklik organının sembolizmi) adı verilir. Çocuksu mastürbasyon ve cinsel organlarıyla oynama davranışlarına bu dönemde sık rastlanır, aşırıya kaçmadıkça müdahale etmemelidir. Eğer patolojik düzeyde ise, kural olarak anne-çocuk ilişkisinde ciddi çatışmaların mevcudiyetinden ve sevgi eksikliğinden şüphelenmek gerekir. Ayrılma ve bireyleşme süreci çoktan tamamlandığı için, çocuğun libidosunu yatıracağı sevgi nesneleri aranır. Başlarda doğrudan oto-erotik vasıflı olan zihinsel uğraşı, zamanla en yakın ve kolay ulaşılır sevgi nesneleri olan anne ve/veya babaya yönelir -ki, bunun sonucunda, aşağıda bahsedeceğimiz, 3/5 yaş civarında Oedipus kompleksi yaşanır.
Freud, bilmeden öz annesiyle evlenip sonradan intihar eden Kral Oedipus'un hikâyesinin anlatıldığı meşhur tragedyadan ilhamla, bu döneme bu ismi vermiştir. Bu safhada kız çocuğunda babaya, oğlan çocuğunda da anneye karşı çocuksu bir aşk yaşanır. Çocuk, gelişmekte olan süperegosunun baskısıyla bu duygularından dolayı suçluluk duyar; erkek çocuklar babalarının kendilerini cezalandırmak için penislerini kesip iğdiş edeceğinden korkar (kastrasyon anksiyetesi), kızlar ise zaten böyle bir muameleye tâbi tutuldukları için penislerinin olmadığını düşünerek ve oğlanlara özenerek bir penise imrenme ve ona haset etme (penis envy) hissederler. Eğer iyi bir yaklaşımla çocuğun bu dönemi travmatize olmaksızın atlatması başarılırsa, kız çocuk anneyle, erkek çocuk da babayla özdeşleşir ve onu benimser (identification: Bu kelimenin karşılığı olarak çeşitli eserlerde özdeşleşme, özdeşim kurma, özdeşleşim gibi terimlerin kullanıldığını görüyoruz. Son iki tânesi Türkçe olarak hatalı; tek başına özdeşleşme terimi ise, identification kelimesinin taşıdığı anlamı tam veremiyor. Bu sebeple, identification karşılığı olarak "özdeşleşme ve benimseme veya "özdeşleşme-benimseme şeklinde iki kelimelik bir tamlamanın kullanılmasının daha doğru olacağı düşünülebilir)ve ödipal düşünceler bilinçdışına atılır ama bir yere kaybolmazlar ve "zamanlarını beklerler. Burada, psikanalitik teoride de, tıpkı doğa bilimlerde olduğu gibi, bir enerjinin korunumu prensibi olduğunu görürüz. Yâni hiç bir şey yoktan var olmadığı gibi (nedensellik ve determinizm [gerekircilik] prensipleri), bir yere de kaybolmamakta, yer ve/veya şekil değiştirerek muhafaza edilmektedir. Ödipal karmaşanın aşılması için erkek çocuğun annesine yaptığı kateksisin (duygusal yatırımın) geri alınması gerekmektedir; bu da ya babayla ya da anneyle özdeşleşme-onları benimseme yoluyla olur. Freudienperspektifle bakıldığında, çocuk özdeşleşme-benimsemesini mutlak bir ebeveynle değil, "daha ziyâde bir tanesiyle gerçekleştirir. Eğer erkek çocuk dominan (baskın) olarak babayla, kız çocuk da anneyle özdeşleşip-benimserse sorun olmaz ama psikanalitik anlamda, mutlak erkek veya mutlak kadın yoktur. Hepimizin içerisinde öbür cinsiyetle bir miktar özdeşleşme-benimseme ve biseksüalite yatar. Bir erkek çocuğun babasına karşı saldırganca bir hareketini analiz ederken, bunu sırf annesine karşı duyduğu âşıkâne hislerle değil, derinlerinde taşıdığı dişilik eğiliminin (disposition) etkisiyle babasına karşı dişil (feminen) bir tepkigöstermenin de söz konusu olabileceği akla gelmelidir. Bâzen içindeki bu dişil tepkisellik babaya değil anneye yönelebilir, buna negatif Oedipus kompleksi denir. Hepimizin potansiyel biseksüeller olduğu fikri çeşitli kaynaklardan hücumlara mâruz kalmıştır ama "içimizdeki karşı cins kavramıyla ilgili olarak, en azından, biyolojik açıdan kesin birkaç husus söz konusudur: Her iki cinsiyette de diğerinin hormonları, şekilsel ve işlevsel karakterleri var. Meselâ erkekte de, kadında da cinsel arzunun tetikleyicisi erkeklik hormonlarıdır, klitoris âdeta bir mikropenis gibidir vs. Jung'unarketiplerinin en önemlilerinden ikisi de içimizdeki erkek ve kadındır (anima ve animus). Babaların oğullarıyla yaşadıkları, benzer dinamiklerle ama tersine işleyen bir süreç de Tersine Oedipus Kompleksi adını alır. Burada bir nev'i enfantisid(infanticide: bebek öldürme) veya filisid(filicide: çocuk öldürme) söz konusudur. Psikanalitik düşünüşe göre, bu eğilimin altında babanın kendisinin çözememiş olduğu ödipal takıntıları yatmaktadır. Sâdece korsanlıkla geçinen Fenikeliler'inKartacalılar'ın âyinlerle toplu filisidler yaptıkları, Kadim Sparta'da sakat veya zayıf çocukların ölüme terk edildikleri, Câhiliye Devri Arapları'nın özellikle kız çocuklarını diri diri kuma gömerek katlettikleri tarihî birer olgudur. İnsanlık tarihi boyunca pek çok kültürde bebeklerin, çocukların, bâzen de ergen bâkirelerin "tanrılara kurban edildiklerini biliyoruz. Daha sonra, bu arketipal diyebileceğimiz eğilim, Yahudi mitolojisine Abraham'ın oğlunu Yehova için kurban etmeye hazır olması efsânesiyle ifâdesini bulmuştur. İslâm'da da Hz. İbrahim adıyla peygamber olarak kabûl edilen bu efsanevî-tarihî şahsın tam oğlunu Allah için kesecekken, onun yerine gönderilen koçun yavrucağın yerine kurban edilmesi hâdisesi ile bu sacrification konusuna bir nokta koyulmuştur. Recep Doksat, harplere sebep olan, milyonlarca gencin ve masum insanın ölmesinde karar verici rolü üstlenen militer ve çoğu da psikiyatrik açıdan bozuk pek çok tarihî liderin ya baba olmadıklarına ya da çok problemli kişiler olduklarına dikkat çekerek, bu davranışın altında yatan, yukarda bahsettiğimiz "tersine Oedipus Kompleksi terimi yerine Hz. İbrâhim kompleksi terimini teklif etmişti. Bu noktadan hareketle, babalığı tatmamış veya yoğun ödipal sorunları olan liderlerin daha kolay savaş kararı verebilecekleri öngörülebilir.
Görüldüğü gibi, özdeşleşme-benimseme ak-kara, %100 matematik bir denklem gibi değildir. Bu süreç içerisinde kız çocuk babasının belli bir yönüyle, annesinin başka taraflarıyla özdeşleşip benimseyebilir veya tersi de görülebilir. Özellikle tuttuğunu koparan, öfkeli, saldırganca karakterler taşıyan ama bunun dışında hiç bir cinsel sapmanın veya bozukluğun söz konusu olmadığı kadınların ruhsal tahlilleri dikkatli bir şekilde yapıldığında, hem sevip hem de kızdıkları (yâni ambivalan oldukları), benzer özelliklere sâhip bir babalarının olduğunu keşfedersiniz. İçe attıkları (introjection) bu sevgi nesnesinin kuvvetli, muktedir ve de ürkütücü tarafıyla özdeşleşmişler (saldırganla özdeşleşme-benimseme: identification with the aggressor), annelerinin ise müşfik, sevecen özelliklerini benimsemişlerdir. İçinde bulundukları durumun ve ilişkinin şartlarının gerektirdiği şekilde bu örgütlenmenin bir kısmı kendini gösterir. Cinsel ve duygusal hayatında son derecede "dişil ve verici, yumuşak olup da, işte etrafına kan kusturan pek çok kadın mevcuttur. Erkeklerden benzer tipik bir örnek de Türkçemiz'de kılıbık diye vasıflandırılan tiplerdir; meslekî ve toplumsal hayatta birer canavarken, karılarının karşısında süt dökmüş kedi gibi olurlar. Evde terör estiren ama dış dünyada ürkek ve çekingen davranan kişiler için de benzer tahliller yapılabilir.
Fallik dönem özellikleri arasında çekirdek cinsel kimliğin (core gender identity) ve cinsel rol kimliğinin (gender rol identity) şekillenmeye başlaması, inisiyatif ve meraklılık duygularının gelişmesi sayılabilir; fiksasyon durumunda ise bunlarda patolojiler görülecektir. Oedipus kompleksini hâlleden çocuk kimlik gelişimini tamamlayarak omnipotan-grandiyöz-narsisist bir psişik yapıya ulaşır ve latans dönemine girer. Fallik dönemle ilgili ilginç bir yorum da Phyllis Greenacre'nin 1964'de ortaya attığı şu fikirlerdir (okuyacaklarınızın ve dinî, mistik, artistik yaşantıların biyolojik substratlarının aynı serebral bölgeler -limbik sistem ve özellikle de amigdala- olmasıyla paralelliği ilgi çekicidir):
«Enspirasyon (inspiration) soluk almak ve ilham, vahiy anlamlarına gelir ve doğum, ölüm, yeniden doğma fantezileriyle yakından ilgilidir. Bu ilâhî, mistik yaşantılar ontojenik açıdan üç özel hâlde yaşanabilmektedir: 1) fallik dönemde, 2) dinî-mistik vecd hâlleri ve vahiy yaşantılarında, 3) artistik yaratıcılık esnâsında. Çocuk fallik aşamaya geldiğinde kendi varlığını dışarıdan tanımaya başlar. Nefes alma (inspiration) ve verme (expiration) sırasında mumu söndürebilir, camda buğu oluşturup bunu eliyle silebilir. Bunları gerçekleştirirken kaka yapma, gaz çıkarma esnasında da çalışan karın adaleleri de kasılır. Dışkısını artık serbestçe yapabilmekte, önceleri hoşlandığı kokusundan artık hazzetmemekte, çevresindeki nesneleri iyi veya kötü olarak değerlendirebilmektedir. Bir yandan yürüyebilme, sıçrayabilme gibi bireysel, bir yandan da rüzgâr ve bulutların hareketleri, gölgeler, dalgaların hareketleri gibi dış dünyadaki esrarengiz hadiseler onun ilgisini çeker ve varoluşunu hissetmesini sağlar. Rüyaları, gerçekle hayâl arasındaki farkı anlamasına yardımcı olur. Erkek çocuk, adaleleri de geliştikçe, penisinin ereksiyon kapasitesini gerek günlük hayatında, gerekse uçma, uçurtma uçurma, yükseklere taş atma gibi imajlarla rüyalarında fark etmeye başlar. Bunun doğal sonucu olarak yapılan mastürbasyonlar ise korkuyu doğurur. Anal dönemdeki "yanlış bir şey yapma endişesinin yerini, fallik dönemde "felâkete yol açma düşünceleri (küçülme, kaybolma, babası tarafından kesilip atılma gibi) alabilir. Yâni, bu dönemde fantezilere ve fantastik idraklere, yorumlara büyük bir eğilim vardır ». Bir de bunlara Oedipus kompleksini hâlleden çocuğun kimlik gelişimini tamamlayarak omnipotan-grandiyöz-narsisist bir psişik yapıya ulaşmasını ekleyin... Ersevim, bu fikirlerden de hareketle, en az erkekler kadar, hâttâ onlardan daha zeki olmalarına rağmen, kadınların -genel olarak- san'atta ve bilimde erkekler kadar başarılı olamamalarını, hemen bütün dinî-mistik liderlerin, peygamberlerin, ermişlerin erkek olmalarını "ereksiyonlu bir penise sâhip olmadıklarından dolayı aktif bir fallik dönem geçirememelerinebağlamakta, günümüzün politik liderlerinin ekserisinin erkek olmasını da, onların yaratıcılıklarından ziyâde ve ulusal geleneklerin ötesinde, oral ve anal aşamaları geçememiş kişiler olmalarıyla izah etmektedir. Bu psikanalitik görüşlerin bu bölümün yazarının kendi kanaâtlerini aynen yansıtmadığını, okuyacaklarınızı "elçiye zeval olmaz esprisi içerisinde değerlendirmenizi hatırlatmakta fayda görüyorum. Psikanalizin her şeyden önce bir teori olduğunu, kendi içerisinde tutarlı -ve oldukça da esnek- bir düşünce sistematiği getirdiğini, bu mentalite içinde varılan kanaâtlerin illâ ki objektif realiteyi ifâde etmesinin hiç gerekmediğinivurgulamakta fayda var. Ama psikoseksüel gelişimin ve cinsel sapmaların çok iç içe olgular olduklarını da göz ardı edemeyiz.
Cinsel Sapmalara Farklı Bir Bakış
Eşeysel kimlikle ilgili bozukluklardan yukarıda bahsetmiştik. Cinsel davranıştaki anormalliklerin sapma - sapkınlık(diversity)olarak ele alınması ve sapıklık - sapık (perverse - pervert) kelimelerinin kullanılmaması önem taşır. Sapıklık terimi toplumsal ve öznel (subjective) tercihleri, eğilimleri de kapsayan ve tepkiselliğe kapı açan ahlâkçı (moralist) bir anlam taşımaktadır. Sapmaise, daha evrensel, herkes için geçerli, nesnel (objective) ve dolayısıyla da bilimsel bir imâya sahiptir. Gene de, hangi davranışın neden ve neye göre sapma veya normallik çeşitlemesi olduğunun genel-geçer bilimsel bir tanımlamasının yapılması hâlâ tartışılan, taşların yerine tam oturmadığı bir konudur. Ahlâkın (hem genel ahlâk yâni morality, hem de özel ahlâk yâni ethics), mânevî kodların, başta cinsel sapmalar olmak üzere, çeşitli davranış farklılıklarının neden dinlerce günah, yasalarca suç, toplumca ayıp telâkki edildiğinin bilimsel izahı nedir? Çocuklara cinsel ve fiziksel tâciz gibi davranışlar bütün dünyada suç ve topluma karşı davranışlar olarak kabûl edilir, hele fücur (incest: yakın akraba arasında cinsel ilişki) ve pedofili (küçük çocuklarla cinsel ilişkiye girme) cinsel istismarın ve sapmanın en ağır boyutu olarak görülür ve günümüzde de hâlen çözümlenmemiş bir insanlık sorunu olarak önemini sürdürmektedir. Hangi bilimsel teori çocuklarımızla ve çocuklarla cinsel ilişkiye girmeyi lânetlediğimizin sebebini izah edebilir?
Gerek cinsellik gerekse saldırganlıkla ilgili beyin devreleri tâ amigdala ve limbik sistemden başlayarak diğer MSS bölgelerine son derecede paralel uzanmaktadır; psikanalitik kuramla iç içe giren bu ilginç biyolojik olgunun altının çizilmesi önemlidir çünkü bu en temel iki içgüdüsel dürtü ve onlarla ilgili davranışların düzenlenmesi türün devamı ve sıhhâti açısından olmazsa olmaz bir ehemmiyet taşır! Psikiyatriye oldukça önemli açılımlar getiren sosyobiyoloji ve adaptasyonistyaklaşımın önemli isimlerinden McGuire ve Troisisosyobiyolojinin psikiyatriye beş temel alanda etkisi olduğunu ileri sürmüşlerdir: 1) Davranışın adaptif önemine vurguyla, normâl ve anormâl davranışlar arasındaki ayırımı netleştirmek; 2) Biyoloji ve toplumsal davranış arasındaki özel ilişkileri dikkate alan yeni etiyolojik modeller oluşturmak; 3) Adaptif değerlerini dikkate alarak, psikopatolojik mekanizmaları daha iyi anlamak; 4) Bir psikiyatrik bozukluğun kendi içindeki değişkenleri daha iyi anlayabilmek için işlevsel kapasite üzerine daha fazla odaklanmak; 5) Mevcut diğer modelleri bütünleştirmek. Evrimsel psikiyatriye göre, bâzı bozukluklar adaptif stratejinin ürünüdür. Bir bozukluğun tezahürlerinden bâzıları, doğrudan insan bedeninde ortaya çıkan defektlerdir. Sarılık veya nöbet gibi semptomlar/belirtiler buna örnek olarak gösterilebilir ve adaptif değerleri yoktur. Bâzı tezahürler ise, bozukluğa karşı geliştirilen savunmalar veya hatalı savunmalardır. Komplike olmamış yas (mâtem) tepkilerini "tedavi etmek kişilere yarar değil zarar verecektir çünkü adaptif süreç (kaybedilen nesnesiz yaşamayı öğrenme) kırılacaktır. Kısa sürede düzelen Anoreksiya Nervoza vak'alarında, bu durumun, kadınlar tarafından erkek partnerin bulunma ihtimalinin düşük olarak değerlendirilmesi sonucunda olgunlaşma, üreme ve eş seçimi süreçlerini erteleme stratejisi olarak kavramlaştırılabileceği ileri sürülmüştür. Postmenapozal bir kadında erotomanik hezeyanların ortaya çıkması da, üreme işlevinin kaybının telâfisi olarak yorumlanabilir.
Biyolojik olarak hepimizin beyinlerinde psikiyatrik hastalıklara, saldırganlığa ve suç addettiğimiz davranışlara bizi sürükleyecek modüller, ağlar tâ doğuştan itibâren mevcuttur. Yâni, şu veya bu yönde sapmaya eğilimli dolu tabancalar olarak dünyaya gelmekteyiz. Bâzen tabanca çok dolu olduğu için, bâzen de çevresel zorlayıcılar çok şiddetli olduğu için tabanca patlamaktadır. Bunları dizginleyen bütün üst-yapı kurumları da uzun bir toplumsal/kültürel evrimle şekillendirilmişlerdir. Eski Mısır'da sâdece Firavun ailesi için fücura "cevaz verilmesi gibi "kanın sâfiyetini korumak amaçlı istisnâlar dışında, bu davranış bütün insan cemiyetleri tarafından ayıp, hukuk tarafından suç, dinler tarafından da günah telâkki edilmiştir. Muhtemelen, 8/10 bin sene öncesinden önceki pek uzun kültürel evrim boyunca, tam bir panseksüalite yaşanmaktaydı (belli bir toplumsal harem sistemini koruyan başat erkeğin kontrolü altında olmak üzere, çoğu memelide ve bütün primatlarda böyledir) ama yakın akrabaların çocuklarında sakatlıklar çok görüldüğü ve çocuklarla cinsel ilişki de türün devamını sağlayıcı işleve sâhip olmadığı -hâttâ kösteklediği- için, böyle davrananlar doğal ayıklanmaya mâruz kaldılar; zamanla bunu yapmamayı toplumsal davranış örüntüsü hâline getiren kabileler ise klanlaşarak totemizme geçtiler. Aynı toteme tapınan bu atalarımız kendi aralarından evlenemedikleri için, başka klanlardan kız almak için onlarla önceleri savaşma, zamanla da karşılıklı özgecilik(karşılıklı diğerkâmlık: reciprocal altruism) ve işbirliği kurmayı öğrenerek bağlanma sistemlerini (attachment systems) geliştirerek daha da evrimleştiler, kaynak tutucu potansiyelleri (kavgada kazanma gücü) arttı. Ama bu "sapıkça eğilimler genomumuzun bir yerlerinde, disfonksiyonel fakat fırsatını bulunca ortaya çıkan birer davranış modu olarak kaldılar. Âile içi barışın ve hiyerarşinin korunmasında hemcinssel davranışın böceklerden insanlara kadar bütün hayvanlarda, özellikle de memelilerde ve primatlarda var olageldiğini görmekteyiz; muhtemeldir ki, gereksiz "çapkınlıklara engel olduğu için özellikle başat erkek tarafından bir dereceye kadar müsamaha ile karşılanan bu davranış evrimsel olarak da süregelmiş, insanlarda da varlığını sürdürmüştür; kaçınılmaz olarak da, tam anlamıyla hemcinssel bireyler bütün popülasyonun sâdece küçük bir kısmını oluştururlar (maymunlarda da, insanlarda da %4 kadar). Yeni yaşama alanı için harp edip orayı istilâ eden pek çok memeli ve primat türünün, önceki topluluktan kalanları ya kovdukları ya da öldürdükleri (özellikle de dölleyici olan erkek bireyleri, dişileri ise bâzen haremlerine katarlar) bir hakikattir; aynı olgu, hem de 20. yy'de, insanoğlu tarafından sergilenebilmektedir.
Evrimsel teori bilimsel gelişim içindeki yerini iyice bulacak ve "ruh hastalığı, "normâl dışı davranış, "suç, "ayıp, "günah ve "cinsel sapma gibi kavramlara yeni bir açılım getirecek, teşhis, tedavi ve ceza kavramlarını da modifiye edecektir. En önemlisi de, diğer pek çok indirgeyici kuramı (davranışçı, analitik, bilişsel vs...) bir çatı altında toplayabilmemize imkân verecektir.
Hemcinssellik
http://tr.wikipedia.org/wiki/E%C5%9Fcinsellik
Homoseksüalite karşılığında Türkçe kaynaklarda eşcinsellik terimi kullanılmaktadır. Dilimizde aynı cinsiyetten kişiler için "hemcins denir ama "eşcins denmez; bu sebeple, eşcinsellik yerine hemcinssellik terimini teklif ediyor ve kullanıyorum. Hemcinssellik günümüz psikiyatrisinde bir hastalık olarak görülmemektedir. Gerçek hemcinsellikle, ergenlik döneminde, temerküz kampları, hapishâne hayatı sırasında yaşanabilen gelip geçici hemcinssel yaşantılar farklı ele alınmalıdır. Gerçek hemcinssellerde bu eğilim ve "kız gibi olma, kırıtkanlık, "erkek Fatmalık ta küçük çocukluk yaşlarında itibâren dikkati çeker ve tedavi de edilemezler. Reifenstein sendromunun (tam olmayan androjen duyarsızlığı sendromu) veya 5-alfa redüktaz enzimi eksikliği gibi ârızaların form fruste, çok daha hafif formlarının hemcinsselliğin ortaya çıkmasında rolü olabileceği düşünülmektedir. Yâni şu veya bu sebeple androjenlere yeterinden biraz az mâruz kalmış erkeklerin, biraz fazla mâruz kalmış kız bebeklerin âşikâr bir yapısal farklılık göstermemekle beraber, cinsel yönelimlerinin hemcinslerine doğru geliştiği düşünülmektedir. Bu iddia doğru olsa bile, bütün hemcinssellerin durumunu izah ettiği söylemek güçtür.
Özellikle erkek hemcinssellerde, eğilimleri ve duyguları içinde yaşadığı toplumun kültürel ve dinsel örüntüsüyle çok çatışmaya yol açıyorsa, ego-distonik (henüz kişinin hemcinssel yönelimini kabûllenemediği) dönemde depresyon, anksiyete ve intiharlara sık rastlanmaktadır. Türkiye gibi İslâm ülkelerinde, Katolikler'de bu vak'alar sıktır. Erkek hemcinsseller için kullanılan pasif ve aktif hemcinssellik terimlerinin aslında pek de bilimsel geçerliliği yoktur. Pasif hemcinssellerin aşağılandığı, aktif hemcinsselliğin ise erkeklik olarak görüldüğü feodal kültürlerdeki bu ayrım tamamen sosyokültürel niteliklidir. Batı'da yapılan çalışmalarda, en "kulampara ve "maço tavırlı hemcinssellerin bile anal ilişkiye girdikleri ortaya konmuştur. Erkek hemcinssellerde çok sık partner değiştirme, sık ve uygunsuz, korunmasız ilişkilere girme sebebiyle zührevî hastalıklara ve AIDS'e yakalanma riski yüksektir.
Kadın hemcinssellerde ise başlangıç ve seyir genellikle çok daha mâsumca ve kendiyle barışık olur. Ülkemizde pek çok lezbiyenin toplumsal kabûl görmek için heteroseksüel olarak evlendiği, kocasıyla yaşadığı cinsel ilişkilere kerhen katlandığı ama hemcinssel hayatını da gizlice sürdürdüğü bir gerçektir. Kadın hemcinsselliği genellikle çok sâdıkâne ve duygusaldır, aşk cinayetlerine rastlanabilir.
Sonuç olarak, gerçek hemcinssellik bir hastalık değildir; dolayısıyla tedavisi de yoktur. Geçici yaşantılar da genellikle iz bırakmaz ama psikiyatrik sorun ortaya çıkan vak'alarda gereken psikiyatrik müdahale herkese olduğu gibi yapılmalıdır. Bâzı psikiyatrların bu tip vak'alara karşı peşin hükümlü ve aşağılayıcı homofobik tavırları, bu hekimlerin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanır (kültürel öğeler, misenformasyon, kendi hemcinssel eğilimleri vs.); psikiyatrların böyle kişilerin sıkıntılarına da hekimlik sıfatlarıyla yardımcı olmak zorunda bulunduklarını unutmamaları gerekir.
Parafililer
Cinsel yönelimin heteroseksüelitenin dışına taştığı, haz nesnesinin karşı cinsiyet olmaktan çıktığı sürekli ve -genellikle- kalıcı durumlardır. Gelip geçici, cinsel hayatı zenginleştirici fantezi kabilinden parafilik "oyunlar böyle bir teşhis almazlar. Parafiliden söz edebilmek için, ancak bu yolla tahrik olabilmeve doyuma ulaşabilme olgusunun söz konusu bulunması gerekir. Bir başka önemli husus da, cinsellikte normalliğin sınırının çok bulanık olmasıdır. Açıkça doku hasarına veya travmaya yol açmayan, her iki tarafın da haz duyduğu, aşırı garip veya acayip olmayan her eylem normâl olarak kabûl edilmelidir; bunu yaparken de o kişinin veya kişilerin dinsel, toplumsal, gelenek ve göreneklere bağlı kültürel etmenleri de dikkate alınmalıdır.
DSM-IV-TR'de böyle bir ayrım bulunmamakla beraber, parafililer ICD-10'da "Cinsel Nesne Yöneliminde Anormallik ve "Cinsel Aktın Yöneliminde Anormallik şeklinde iki gruba ayrılmıştır. Bu ayrım belli parafililer için doğruysa da, karma ve karmaşık vak'alarda işlevsel değildir. Parafilileri İmpuls Denetim Bozuklukları (İDB) grubuna yakın görenlerle, obsesif kompulsif bozukluk (OKB) spektrumuna yakın görenler arasında akademik bir tartışma sürmektedir. OKB'de obsesyonların arttırdığı anksiyeteyi geçici olarak da olsa yatıştırmak ve tatmin olmak (cinsel tatmin değil) için zihinsel veya motor kompulsiyonların icrası söz konusudur. İDB'da ise (Kleptomani, Piromani, Trikotillomani ve Kompulsif Kumar Oynama gibi) zihinsel impulsun şiddetle yükselmesi, kötü veya zararlı olduğunun bilinmesine rağmen icra edilmesiyle yaşanan kısa tatmini takip eden pişmanlık tipiktir. Son senelerde OKB ile İDB farkı daralmıştır; hâttâ OKB'yi İDB içinde mütalâa etme eğilimi vardır. Parafili vak'alarının bâzıları birine, bâzıları diğerine yakın görünmekte, karma hastalarda ise her iki uca, hattâ psikotizme uzanan tablolara rastlanmaktadır.
Fetişizm: Cansız bir nesne veya vücudun bir parçası (en çok ayaklar) başlıca tahrik ve doyum vasıtasıdır ve sıklıkla onanizm(patolojik mastürbatörlük) de refakat eder. Hemen tamamen erkeklerde görülür. Kadın ayakkabısı, iç çamaşırları, ruj ve oje bibi nesneler en çok bildirilmiş olanlardır. Bâzı vak'alar bunları çalmayı da huy edindiklerinden, ancak böyle durumlarda yakalanınca teşhis edilebilmektedirler. Gerçek insidansı ve prevalansı bu sebeple bilinmemektedir. Pigmalionizm heykel, bir fotoğraf karesi veya benzeri nesneden haz duyabilmek demektir ve bu grupta mütalâa edilir.
Frotterizm (Fortçuluk): Otobüs, minibüs, tren, metro gibi toplu taşıma araçlarında veya toplu ve sıkışık ayakta durulan mekânlarda cinsel organını genellikle mâsum veya sesini çıkaramayacağını düşündüğü bir kişiye (hetero- veya homoseksüel olabilir) sürterek tatmin bulma şeklindeki bir sapmadır.
Heterokromofili: Sâdece farklı renkten insanlardan haz edebilme.
Nekrofili: Ölü-sevicilik diye de anılır. Prensip olarak, böyle vak'alarda şizofreni veya benzeri bir psikoz söz konusudur.
Nimfomani: Doymak bilmeyen kadın hiperseksüalitesi anlamındadır.
Onanizm (patolojik mastürbatörlük): Sâdece mastürbasyondan zevk alma, bunun dışında ilişkiden hazzetmeme durumudur. Yoksa normâl insanlar da zaman zaman mastürbasyon yaparlar, bunu parafiliyle karıştırmamak gerekir.
Sado-Mazokizm: Hemen dâima iç içe bulunan iki durumdur (sadizm ve mazokizm). Cinsellik esnâsında acı çekme ve çektirmeden hoşlanma, bu olmaksızın zevk alamama durumudur. Nâdiren zarar verici, hâttâ ölümle sonlanan eylemlere rastlansa da, bu sapmaya çok yaygın olarak rastlanır. Batı ülkelerinde bu tip insanların müdâvimi olduğu özel kulüpler vardır; grup seksine de sık başvururlar. Sevişirken kan emme veya yalama şeklindeki vampirizm fantezileri de nâdir değildir.
Sodomi (Bruggery): Sâdece anal yolla cinsel ilişkiden haz duyabilmek demektir. Hetero- ve homoseksüel olabilir.
Teşhircilik: Hemen dâima erkeklerde görülür. Genellikle kendini koruyamayacak durumdaki kadınlara, genç kızlara veya çocuklara cinsel organını teşhir eden kişi, bu esnâda veya hemen sonrasında mastürbasyonla orgazm olur.
Transvestizm (Karşıt-Giyicilik): Genellikle hemcinsellikle iç içedir. Eşeysel, çekirdek cinsel kimlikler heteroseksüel iken, cinsel rol kimliği karşı cinsiyete kaymıştır; yönelim de genellikle kendi cinsiyetine karşıdır veya biseksüeldir. Erkeklerde daha sık görülür.
Transvestik Fetişizm (Fetişist Transvestizm): Cinsel haz amacıyla karşı cinsiyet gibi giyinmektir. Kadınlarda nâdirdir. Pubertede başlar. Ekserisi heteroseksüeldir ve kendi karşı cinsten partnerleriyle bu işi yaşarlar. Eşeysel ve cinsel kimlikler normâldir, yönelimde de sâdece cinsel faaliyet dönemine münhasır karşıt-giyicilik davranışından ibâret bir sapma söz konusudur. Az bir kısmı Cinsel Kimlik Bozukluğu ve transseksüaliteye kayar. Şikâyetçi bulunmadığı sürece bu böyle sürer ve bu sebeple, gerçek sıklığı bilinmemektedir. Az sayıda egodistonik vak'ada davranışçı terapinin etkili olabildiğine dâir izole vak'a bildirimleri mevcuttur.
Pedofili: Kadınlarda çok az rastlanır. En çok 6/12 yaşlarındaki kızlar ve 12/15 yaşlarındaki oğlanlar istismar edilir. Heteroseksüel veya hemcinssel alt tipleri vardır. Vak'aların üçte ikisinde aynı yetişkin tarafından mükerrer tâciz veya tecâvüz söz konusudur. Kurban durumundaki çocuklar hemen dâima utanç ve korku sâikiyle susarlar, ifşaattan kaçınırlar. Etiyolojisi net olarak bilinmemektedir; pedofilik erkeklerin genellikle yetişkin kadınlarla veya hemcinsleriyle cinsellik yaşamaktan kaçınan tipler olduğu bilinir. Grup veya bireysel psikoterapilerin etkililiği çok tartışmalıdır.
Satiriazis: Doymak bilmeyen erkek hiperseksüalitesi için kullanılır.
Ürofili, Koprofili: İdrar ve gaitadan zevk duyma ile karakterizedir. Genellikle altta yatan ağır bir kişilik bozukluğu veya psikozu düşündürür.
Voyerizm (röntgencilik): Ancak başkalarını seyrederek heyecan ve tatmin bulma sapmasıdır. Skoptofili bunun aleni yapılanıdır; bâzı kültürlerde ve sektlerde yaygın olarak rastlanır.
Literatürde daha pek çok parafili tanımlanmıştır ama bunların sapma olarak kabûl edilme veya edilmemelerinde kültürel ve moral farklılıklar büyük rol oynar.
Parafililerde Tedavi
Genel olarak, parafililerde tedavi pek yüz güldürücü değildir. Bâzı içgörüsü yüksek ve değişime açık parafiliklerde davranışçı-bilişsel müdahalelerin işe yaradığına dâir anektodal vaka bildirimleri mevcuttur. İKB-kompulsiyon spektrumuna yakın vak'alarda seçici serotonin geri-alım engelleyicileri (SSRI) yüksek dozlarda etkili olabilmektedir (60/80 mg/gün fluoksetin gibi). Psikotizme yakın vak'alarda antipsikotikler, itkiselliğin (impulsivity) yoğun olduğu vak'alarda da karbamazepin veya okskarbazepin gibi duygudurum dengeleyicileri denenebilir. Agresif seksopatlarda ve sosyopatlarda androjen antagonistlerinin işe yaradığına dâir vak'a takdimleri mevcuttur.
FAYDALANILAN ve TAVSİYE EDİLEN BÂZI KAYNAKLAR

Doksat MK, Savrun M. Evrimsel psikiyatriye giriş. Yeni Symposium 2001; 39(3):131/150.
Doksat R. Psikopatolojiye Giriş. Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Kürsüsü Yay. Nu: 3. Fak. Yay. No:2. Adana / 1975.
Howells K. The Psychology of Sexua
l Diversity. Basic Blackwell, Oxford, 1986.
Laws DR, O'Donohue W. Sexual Deviance. Theory, Assessment, and Treatment. The Guilford Press, New York, 1997.
Rosen I. Sexual Deviation, Third Edition. Oxford University Press, New York, 1996.
Smith S, Gregorie A. Sexual Disorders. In: Appleby L, Forshaw DM, Amos T, Barker H, editors. Postgraduate Psychiatry / Clinical and Scientific Foundations. Arnold, London, GB, 2001. p. 382/395.
Widom CS. Sex Roles and Psychopathology. Plenum Press, New York, 1984.
Ziyalar A. Cinsel Davranış Bozuklukları. Yüce Yayınları, İstanbul, 2000.

Bir Bahai Peygamberi Daha Öldü


 M. Kerem DOKSAT/ Cumartesi, 17 Mayıs 2008

Neler olup bitiyor diye pathique (pre-paranoyak), ve skeptic (kuşkucu) bir şekilde tecessüsle tefekkür ederken kafamda bir ampûl yandı ve kendisine ecnebi medyada "prophet" yâni peygamber dendiğinde kıvıran, "aman efendim estağfurullah" filân diyen Fethullah Hocaefendi Hazretleri'nin neden ve niçin emperyalizmce desteklendiği, oyunun altında ne yattığı ile ilgili bir aydınlanma yaşadım.

Tabii ki bu tür ilhamlara hep şüpheyle bakmak lâzım ama taşlar fena hâlde yerli yerine oturuyor aşağıda anlatacaklarımı düşününce.
Önce "Bahaîlik nedir" mevzuunda internet mahreçli derli toplu bilgi arz edeyim:
***
BAHAÎ DİNİ
1800'lerde İran'da Mehdi inancının uzantısı olarak doğan Babîliğin bağımsız dine dönüşmüş biçimi. Bütün dünyada inananları olan evrensel bir dindir. Bahaî tarihi, 1844'te Bab'ın (Seyyid Ali Muhammed) yeni bir çağın gelmekte olduğunu ve yeni bir Peygamber'in geleceğini ilân etmesiyle başlar. Bahaîliğin kurucusu ve peygamberi, lâkabı Bahaullah olan Mirza Hüseyin Ali, 21 Nisan 1863'te yeni dini ve yeni prensipleri Bağdat'ta sürgünde iken ilân etti.
Prensipleri
İnsanlık âlemi tek bir âiledir
Irk, din, dil, cinsiyet gibi tüm önyargılar kaldırılmalıdır
Tüm dinlerin temeli birdir (şimdilik son din İslâm veya Bahaîlik değildir, gelecekte de dinler gelecektir)
Din bilim ve akıl ile uyum içinde olmalıdır
Kadın ve erkek eşittir
Genel barış için çalışılmalıdır
Evrensel eğitim hedeflenmelidir
Serbest düşünce ile gerçek araştırılmalıdır
Aşırı zenginlik ve yoksulluk kaldırılmalıdır.
Bahaî dininde tek evlilik (monogami) esastır, kadınlar türban takmak zorunda değillerdir. Tüm dünyâ ülkelerinde değişik ırkî ve dinî kökenden gelme (İslâm, Hristiyan, Yahudi, Zerdüştî, Hindu vs.) Bahaîler vardır. Bahaî dinine göre tüm dinlerin kaynağı ve amacı ortaktır ve birbirine aykırı değildirler. Düşmanlık aracı hâline gelmeleri tarihte insanların dinleri güç elde etme amaçlarına âlet etmelerinden kaynaklanmıştır. Buna göre Bahaîlik'te "eğer din sevgi ve birliğe değil, düşmanlık ve ayrılığa neden oluyorsa dinsizlik daha iyidir. Daha önceki dinlerde olduğu gibi, bundan sonra da insanlara ahlâkî ve ruhanî eğitim sağlamak amacıyla başka peygamberler geleceğine inanılır.
Tarihî Bilgiler
Seyyid Ali Muhammed (Bab) (Bab, Arapça'da kapı demektir), kendisinin tüm Müslüman âleminin beklediği kişi olan "Kaim", "Mehdi" olduğunu 23 Mayıs 1844'te ilân etti. Binlerce kişi Bab'a inanarak "Babî" oldu. Bu gelişmeler ve onun eski dinî yapıya göre çok yenilikçi ve radikal fikirleri ortaya koyması İran'da işkencelere ve baskılara yol açtı. Bab, 1850'de Tebriz şehrinde kurşuna dizildi. Birçok Babî ise yine İran'da değişik feci işkence yöntemleri ile öldürüldü. Bab'ın ölümünden sonra "Babî"lere Mirza Hüseyin Ali (Bahaullah) liderlik etti. Bahaullah ve beraberindekiler İran Kaçar yönetiminin baskısıyla, Osmanlı İmparatorluğu ile yapılan görüşmeler sonunda Bağdat'a sürgün edildi. Bahaullah 1863'te burada, Bab'ın gelişini müjdelediği kişinin kendisi olduğunu ve insanlık tarihinde bütün önceki dinlerin gelmesini vaad ettiği "dünyanın bir vatan gibi olacağı, insanların artık savaş yapmayı öğrenmeyecekleri" Mehdi çağının gelmiş olduğunu ilân ederek Bahaî Dini'nin yeni prensiplerini açıkladı. Bahaullah'ın hayatının 40 yılı Osmanlı İmparatorluğu topraklarında geçti. 12 Aralık 1863'te vardığı Edirne'de bu tarihten itibâren 5 yıla yakın yaşadı.
Mirza Hüseyin Ali'nin (Bahaullah) vefatından sonra büyük oğlu Abdülbaba (1844-1957) öğretinin liderliğini yapmış, Abdülbaha'nın vefatından sonra ise büyük torunu Şevki Efendi Bahaî misyonunun liderliğine getirilmiştir.
Bahaî Dünya Merkezi İsrail'in Hayfa şehrindedir. 1868'ten itibâren Bahaullah ve âilesinin ve beraberindeki inananlarının o tarihte Osmanlı toprağı olan Akka Kalesi'ne (bugün İsrail'de Akdeniz kıyısında) sürgün edilmesi ve orada vefatına kadar yaşamaya devam etmesi sonrasında Akka'nın hemen yanındaki Hayfa şehri, Bahaî Dünya Merkezi'nin yeri oldu. Bahaîlik Birleşmiş Milletler'de temsil edilmekte ve dünyadaki gayri siyasî alanlarda sosyoekonomik projelere katkıda bulunmak için çalışmaktadır.
/embed]
Kutsal Yazılar ve İbâdet
Kutsal Kitaplar
Temel yasaları ve dinin şer'î hükümlerini içeren Kutsal Kitap olan Kitab-ı Akdes (En Kutsal Kitap), İkan Kitabı [Kitab-ı İkan- Tevrat, İncil ve Kur'ân'daki bâzı âyetlerin açıklamasını ve bâzı ilâhiyat konularını ihtiva eden bir kitap. İkan, Arapça'da kesin bilgi demektir (ikan, yakin, yakînen vb.)], Saklı Sözler (Kelimat-ı Meknune), Kurdun Oğlu Risâlesi gibi kitaplardır. Bahaîler, tüm dinlerin Kutsal Kitaplarının (Tevrat, İncil, Kur'ân, Baghavad Gita ve diğerleri) tek bir sistemin parçaları ve insanlığın ortak dinî mirası olduğuna, kutsallıklarını yitirmediğine inanırlar.
Kitab-ı Akdes, Bahaîlik'in en önemli kutsal kitabı. Dinin kurucusu Bahaullah tarafından kaleme alınmıştır. Arapça el-Kitab el-Akdes adıyla yazılmıştır. Yine de çoğunlukla Farsça ismi olan Kitab-ı Akdes kullanılır. Bâzen sâdece "Akdes" olarak da anılır. Akdes kelimesinin anlamı "en kutsal, en mübârek"tir.
Her ne kadar kitabın bir kısmının daha erkenden yazılmış olduğuna dâir bâzı deliller olsa da, genel kanaât kitabın 1873 yılı civarında tamamlanmış olduğudur.
Kitab-ı İkan, yâni İkan Kitabı da Bahaî inancının kutsal kitaplarındandır.
Kitap 1862'de Bahaîlik'in kurucusu olan Bahaullah tarafından kaleme alınmıştır. Bir kısmı Farsça bir kısmı ise Arapça yazılmıştır. Bahaullah o sıralarda Osmanlı Devleti'ne bağlı olan Bağdat'ta sürgündedir. Bahaî inancına göre Bahaullah vahyi ilk kez Siyah Çal'da, Kitab-ı İkan'ın yazılmasından yaklaşık on yıl önce almış fakat vahiy aldığını ve misyonunu açıkça ilân etmemiştir. Kitab 2 gün ve gece içinde yazılmıştırBahaullah'ın, böylece de Bahaîlik'in, başlıca teolojik eseridir. Farsça Beyan'ın tamamlanışı olarak da tanımlanmıştır.
İbâdet
Başlangıçta İslâm dininin bir mezhebini andıran Bahaîlik zamanla bağımsız bir din hâlini almıştır. Bahaîlik'te Yahudilik ve Hıristiyanlık'tan alınan esaslar da vardır. Bahaîlik, Allah'a, kitaplarına, peygamberlerine, kıyamete ve Baha'ya imanı emreder. Bahaîlik için insan hayatının amacı Tanrı'yı tanımak, O'na tapmak ve sürekli ilerleyen uygarlığı desteklemektir. Bahaîlik âlemin birliğini sağlama ve dünya barışının temelleri oluşturma gayreti içerisindedir. Bahaîlik öğretilerinin en başında
Bağnazlıklardan vazgeçilmesi
Kadın erkek eşitliği
Mecburî eğitim
Uluslararası ortak bir dilin gerekliliği
Aşırı zenginlik ve fakirliğin ortadan kaldırılmasının sağlanması gibi öğretiler Bahaî dininin temel öğretileri arasında sayılmaktadır.
Bahaîlik'te namaz ve oruç gibi ilâhî yasaların yanında insansı yasalar da bulunmaktadır. Bahaîlik âile kurumuna önem verir ve tek eşli evliliği emreder ve kendilerince zaruri durumlar dışında birden fazla kadınla evlenemezler. Cenaze namazı dışında toplu namaz kılmazlar. Alkol kullanımı kesinlikle yasaktır. Bahaîler herhangi bir siyasî düşünceyi savunmaz veya tavır almazlar. Yaşadıkları toplumun siyasî ve geleneksel kurallarını yorumlamaksızın kabûl ederler.
Bahaîler 21 Mart günü başlayan her biri 19 gün süren 19 aydan oluşan Bahaî Takvimini kullanırlar. Bahaî Takvimine göre Bahaîler'in 9 kutsal günleri vardır ve son ay oruç tutarlar. Günde üç vakit özel namaz kılarlar. Namaz kılarken İslâm'dan ayrılan önceleri mezhep sonra ayrı bir din hüviyetine dönüşen inanç sistemi olmalarına karşın Kâbe'yi kıble olarak kabûl etmezlerBahaullah'ın oturduğu evin bulunduğu yeri kıble sayarlar.
Bahaî Dini'nde Dünyâ Barışı, Dünyâ Görüşleri
Dünyâ barışı sâdece mümkün olmakla kalmayıp aynı zamanda kaçınılmazdır. Barışa, insanların eski davranış kalıplarına inatla sarılmasının sebep olacağı akla hayâle sığmaz dehşetengiz olaylardan sonra mı ulaşılacak, yoksa şimdi müşâverelerle belirecek iradenin tasarrufu ile mi kucak açılacak, bu, bütün dünya sâkinlerinin önündeki bir tercihtir.
Dünyânın tek bir ülke olması, insanlığın vatanı olarak yeniden örgütlenmesi ve yönetimi için ilk temel şart, insanlığın birliğini kabûl etmektir. Dünya barışını kurma çabalarının başarısı için bu ruhanî prensibin evrensel ölçüde kabûlü gereklidir. Bunun için, evrensel olarak beyan edilmeli, okullarda öğretilmeli ve sosyal yapıda içerdiği organik değişikliğe hazırlık olarak her millete devamlı olarak ifâde edilmelidir.
En zararlı ve inatçı kötülüklerden biri olan ırkçılık barışın en büyük engellerinden biridir. Irkçılık uygulaması, bahanesi ne olursa olsun, insanlık onurunun en çirkin bir şekilde ihlâlini teşkil eder. "Zengin ve yoksul arasında ölçüsüz farklılık, şiddetli bir ıstırap kaynağı olarak dünyayı, hemen hemen savaşın eşiğine getiren bir istikrarsızlık hâlinde tutmaktadır".
Makûl ve meşrû bir vatanseverlik dışındadizginlenmemiş bir milliyetçiliğin yerini daha geniş temelli bir bağlılığın, tüm insanlık sevgisinin alması gerekirBahaullah şöyle demektedir: 'Dünyâ tek bir ülke ve insanlar onun vatandaşlarıdır.' Dünyâ vatandaşlığı kavramı, bilimin ilerlemesi sebebiyle dünyanın tek bir mahâlleymiş gibi daralmasının ve milletlerin tartışmasız şekilde birbirine bağımlı olmasının doğrudan bir sonucudur. Dünyâ milletlerinin hepsini sevmek insanın kendi memleketini sevmesini dışlamaz.

Dinî çatışmalar tarih boyunca sayısız savaşlara ve çarpışmalara neden olmuş, ilerlemeye büyük bir engel teşkil etmiş, her dinden veya dinsiz insanlar için gitgide menfur hâle gelmiştirBütün dinlerin mensupları, bu çatışmanın ortaya çıkardığı temel sorunlara bakmaya ve açık seçik cevaplar aramaya râzı olmalıdırlar.
Kadınların özgürlüğü, iki cins arasında tam eşitliğin sağlanması, barışın daha az kabûl edilmekle beraber, en önemli ön şartlarından biridir. Ancak kadınlar insan girişiminin her alanında tam ortaklığa kabûl edilirse, uluslararası barışın boy vereceği ahlâkî ve psikolojik ortam oluşabilir.
Bütün dinler ve ırklar birdir: "Hiç şüphesiz hangi milletten, hangi ırk veya dinden olursa olsun, tüm insanlık ilhamını bir İlâhî Kaynak'tan almaktadır ve tek Tanrı'nın kuludur".
Diğer Dinlere Göre Bahaîlik
Birçok kaynağa göre Bahaî Dini, yeni dinî akımlar arasında sayılmaktadır. Bâzı görüşlere göre, 19. Asır'da doğmuş, başlıca büyük dinler ve diğer inançları sentezlemeye çalışan hümaniter ve barışçıl bir dinsel harekettir; bâzılarına göre bir din sayılmamaktadır.Bahaîliği bir din olarak kabûl edenler arasında, tarihî kökeni sebebiyle onu İbrahimî dinler arasında sayanlar da vardır.
Başta 3 büyük Ortadoğu dini, yâni İslâmHristiyanlık ve Musevîlik inananlarının Bahaîlik ile çatıştığı ve karşı olarak öne sürdüğü noktaların başında "son din, son peygamber inanışı" sayılabilir. Çünkü bu üç dinin mensuplarında da, doğru yolda olma, bir daha başka peygamber gelmeyeceği inancı görülebilir. Örneğin Müslümanlık'taki son din kavramı gibi, Hristiyanlık'ta İncil'de geçen "Alfa benim, Omega da Benim -yâni İlk benim, Son da benim-" sözlerinden kaynaklanan sonluk inanışı, Musevilik'te de temelini Kutsal Kitap Tevrat'tan alan, Tanrı'nın seçilmiş tek dini olma inancı vardır. Bahaîliğe göre ise bu ifâdelerin kastettiği şey, bu dinlerin peygamberlerinin aslında aynı dini ve aynı öğretileri diriltmekte olduğu, dolayısıyla dinlerin bu noktada birbiriyle çelişik olmadığıdır.
Bahaîlik, dünyâda birçok ülkede resmî din olarak tanınmakla birlikte, bâzı yerlerde bu söz konusu değildir. Özellikle doğduğu ülke olan İran'da başlangıcından itibâren meydana gelen baskılar ve ölümler sonrasında, dünyânın birçok kıt'asına Bahaîler'in göçü yaşandı. Bugüne kadar geçen 150 yıllık sürede bu göçler yüz binlerle sayılabilecek kadardır. İran'daki Bahaîler hâlen kamu hizmeti ve üniversite öğrenimi haklarından yoksun durumdadırlar.
Bahaî Tapınakları (Mâbedleri)
Bahaî Tapınakları, her dinden kimsenin sessiz olmak şartıyla bildikleri şekilde ibâdet edebilecekleri mekânlardır. Şimdiye dek her kıt'ada bir tâne olacak şekilde 7 adet tapınak inşa edilmiştir. Bu tapınakların ortak özeliği, bir kubbeleri ve 9 girişleri olmasıdır (dünyâda 9 dinin var olduğuna dâir Bahaî inancını yansıtır).
İlki Aşkabat'ta 1908'de inşa edilmiştir. 1938'e kadar hizmet veren bu tapınak Sovyet rejimi tarafından ibâdete kapatıldı; 1962'de bir depremle yıkıldı. Bu ilk tapınak; hastâne, okul, otel gibi başka bir çok birimi içeren bir kompleks idi.
1953 yılında ABD'nin Illinios eyaletinde Chicago'nun kuzeyinde bir Bahaî mâbedi tamamlandı.
Daha sonra inşa edilen tapınaklar sırasıyla şu ülkelerdedir: Uganda (Kampala), Avustralya (Sydney yakınında), Almanya (Frankfurt'un dışında), Panama (Panama City yakınında), Batı Samoa (Apia), Hindistan (Yeni Delhi).
En yeni Bahaî Tapınağı olan Hindistan, Yeni Delhi'deki tapınak, 1986'da tamamlandı. Pek çok mimarî ödül aldıç
Osmanlı Reformcuları ve Bahaîlik
Osmanlılar - Tanzimat Devri
1789 Fransız Devrimi'nden sonra Hürriyetçilik (Liberalizm) ve milliyetçilik gibi bâzı ideolojiler Osmanlı İmparatorluğu'na da ulaştı ve 19. Asra kadar Avrupa, Osmanlılar için önemli bir rol taşımıyordu, ancak ondan sonra Batı'nın gelişmiş orduları, hızla gelişen teknolojisi ve siyasî ve kültürel fikirleri gittikçe iktidarda olanların ve entellektüel grupların ilgisini çekmeğe başladı. Avrupa artık medeniyetsiz değildi lâkin büyük bir tehdit ve aynı zamanda araştırmaya değer bir model olarak görülüyordu. Osmanlılar'ın baştaki Batı'ya olan hayranı ve taklidi daha sonra Batılılaşmanın, kendi toplumunu yeniden tanımlamak ve düzenlemek kanaatine yol açtı.
1839-1876 senelerini "Tanzimat Devri" olarak tanıyoruz. Bu devirde Sultan II. MahmudI. Abdülmecid ve Sultan Abdülaziziktidarlarında değişik alanda reformlar ilân edildi ve birkaç paşanın sâyesinde gerçekleştirilmeğe çalışıldı. Reform Devri'nin önemleri aşamaları, 1839'da Mustafa Reşid Paşa tarafından ilân edilen "Gülhâne Hatt-ı Şerifi" ile başladı. Bu belge, sosyal haklar açısından herkese, hangi dine mensup olsa da, aynı hakları temin ediyordu. Gelecek 30 sene içinde bu ve daha sonraki belgelerin şartları yürürlüğe girecekti. Bu müddet esnasında, Mustafa Reşid Paşa başta olarak, Mehmed Emin Âli ve Keçecizade Mehmed Fuad Paşalar da önemli rol oynadılar. Âli ve Fuad Paşalar Bahaî tarihinde iyi tanınan kişilerdir, çünkü Bahaullah onlara, kendisini ve başka Bahaîler'i, durumlarını hiç araştırmadan sürgün ettikleri için, şiddetli kelimeler yöneltmiştir.
Gülhâne belgesinin ilânından hemen sonra reform çabaları, onlara karşı olanların çoğunluğu yüzünden durakladı, ama 1856'da Hatt-ı Hümâyun veya Islahat Fermanı ilân edildi. Bu, birinci belgeyi tasdik ediyor ve yeni şartlar da koşuyordu, bilhassa Hristiyanlar'ın haklarını vurguluyor, onlara sınırsız din hürriyeti ve sivil makamlar sağlıyordu. Âli ve Fuad Paşalar Tanzimat reformlarını ellerinden geldiği kadar gerçekleştirmeğe çalıştılarsa da etraflarındakilerden ve toplumdan gereken muvafakati bulamadıkları için reformlar gene yavaş yürütülüyordu. Osmanlılar'ın maddî ve idarî sorunları, 1876 senesinde bir krizde sonuç buldular. O zamana kadar hükmeden Abdülaziz aklî dengesizliği ve müsrifliği yüzünden sorunlara çözüm bulamadı ve tahttan indirildi.
Yeni sultan II. Abdülhamid 1876 senesinde Kanun-i Esasî'yi ilân etti. Bu Türkiye tarihindeki önemli belge Tanzimat'ın şartlarını tekrarladı ve bir daha vurguladı. Bununla beraber, en önemli noktası olarak, Meşrutiyet'i yâni bir anayasayı ortaya koydu ve demokrasi saltanatını takdim etti. 1877-78 Balkan krizi esnasında Abdülhamid Batı ülkelerine, absolütist yâni mutlak monarşiyi kaldıracağına ve bir parlamenter demokrasi kuracağına söz verdi. Ancak sultan, Balkan krizinin karışıklığında Mart 1877'de açılan ilk Türk parlamentosunu 1878 senesinde belirsiz bir süre için dağıttı. İmparatorluk kanunen demokrasi saltanatıydı. Hâlbuki Abdülhamid 1909'e, Jön Türk devriminin sonrasına kadar mutlak hükümdardı. Tanzimat'ta eğitim alanında başlatılan reformlar birçok bürokrat, doktor, subay, yazar vs. yetiştirdi ve bunlar Batı'dan her türlü Liberal fikirleri benimsediler. Bu entellektüeller yavaş yavaş Osmanlı gelenekçiliğinden uzaklaşıp gitgide Batı eserlerine yöneldiler ve kendi yazılarında Osmanlı İmparatorluğu'ndaki siyasî, iktisadî, toplumsal ve dinî sorunlarını ele aldılar.
Tanzimat ve Yeni Osmanlıların Muhalefeti
Devlet görevlerinde çalışan ve Batı'da eğitim gören bu entelektüeller 1860-1870'li yıllarında Tanzimat reformlarını yürüten yüzeysel politikayı ağır eleştirdiler. "Yeni Osmanlılar" adıyla tanımlanan ve İttifak-ı Hamiyyet 1867'de kurulan grupta toplananlar, daha hür şartlar altında yaşamayı ve bir anayasayı (meşrutiyet) destekliyorlardı. Yeni Osmanlılar'ın en tanınmış üyesi şâir ve yazar Nâmık Kemal (1840-1888) ve Ziya Paşa'dır (18. Bu kendi zamanlarına göre modern görüşlü ve devrimci gençlerin ortak gayeleri Avrupa'ya karşı olan ilgileri ve Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünü durdurmaktı. Ortak düşmanları sultan değil, Âli Paşa (1815-1871) ve Fuad Paşa (1815-1869) idiler. Kendilerine göre bunlar İmparatorluk'daki yaşayan Müslümanları Batı'ya satıp, Avrupa ülkelerinin emperyalizm esirleri ve Batı kültürünü körü körüne taklid eden kişilerdi. Yeni Osmanlılar'ın tek istedikleri şey, Osmanlıların hem Batı, hem de İslâm kültürüne iştirak etmeleriydi. Tanzimat'ı yürüten paşalar parlamenter hükümeti reddederken, Yeni Osmanlılar değişik milletlerin böyle bir sistemdeki katılımını Müslümanlar'da ve gayri Müslümanlar'da aynı "vatan duygusunu" uyandıracağından emindiler. Böylece milliyetçiliğe karşı olan ilgi zayıflatılmış olurdu.
Görüşleri yüzünden bâzı Yeni Osmanlılar 1867 senesinden sonra Avrupa'ya kaçmak zorunda kaldılar; 1871'de Âli Paşa'nınölümünden İstanbul'a geri döndüler. Ancak Nâmık Kemal'in 1873'te Vatan yahut Silistre adlı tiyatrosunun büyük bir heyecan uyandırması ve NâmıkEbüzziya Tevfik ve Menapirzâde Nuri'nin bilhassa tahta iddialı olan Murad Paşa'yı destekledikleri için, Sultan Abdülaziz tarafından değişik vilâyetlere sürgün edildiler. Böylece Nâmık Kemal Kıbrıs Magosa'ya, Ebüzziya TevfikRodos'a ve Menapizâde Nuri Bey ile Bereketzâde İsmail Hakkı da Akka'ya sürgün edildiler. Sürgünleri sırasında oradaki Bahaîler'le temasta bulundular.
Yeni Osmanlılar ve Bahaîler
Ebüzziya TevfikYeni Osmanlı Tarihi adlı eserinde, "Babîlerden yani Bahaîler'den, onların İstanbul'dan Rodos üzeri Akka'ya sürgün edildiklerinden bahsediyor ve şöyle yazıyor: Daha evvel Babî'lerden kimseler Rodos'a gönderilmiş, çünkü bizim Hükûmet kendisi için aldığı zâbıta tedbirlerine kanaat etmeyerek, komşu Devletler için de zaptiyelik ederdi. Netekim sırf dinî inançla ilgili ve hiç bir vakit Sünnîliğe saldırmasına imkân olmayan "Babî mezhebini çıkaranlarla inananlarını da, Rodos'a, oradan da Akkâ'ya sürgün etmişti. Sırası gelmişken şurasını bildirelim ki, kırk beş seneden beri Osmanlı topraklarında oturmakta olan bu adamlar, mezhep ve dinî inançlarını kabûl ettirmek yolunda, bir kişiye bile tekliflerde bulunmamışlardır. Hiç bir Osmanlı Babî olmamıştır. Çünkü Babîlik, kim ne derse desin bir mezhep değil, fakat mezhep örtüsü altında bir siyasî inançtır ve sırf İran'a mahsus inkılâp hareketleriyle ilgilidir.
İşte bu kimselerden Bahaeddin Efendi isminde ve ihtimal halen hayatta bulunan bir zatın, insanlık göstermek gayreti sayesinde, Nuri Bey'le Hakkı Efendi'den, önce bir haber, sonra da yazdığımız mektuba cevap aldık.
Tevfik burada şüphesiz "Bahaullah" ismini "Bahaeddin" ile karıştırıyor. ... Magosa'ya sürgüne gönderilen olan Nâmık Kemal, öyle görünüyor ki, orada daha çok Ezelîler'le temâsta bulunmuş; Ezelîler, Bahaullah'ın üvey kardeşi ve ona karşı çıkan Mirza Yahya "Subh-i Ezelin taraftarlarıydılar. Bir tarihçiye göre, Nâmık'ın en yakın arkadaşı ve "Kuleli Vak'asının" aslî fâili Şeyh Ahmed Efendi, Kıbrıs'ta görünüşte Babîliğe veya Bahaîliğe inanmış ve Nâmık Kemal 1876'da yazdığı bir mektupta kendisinin de "Babî olduğu" söylentileri reddediyor.
Başka bir mektupta Magosa ve oradaki insanlardan anlattıktan sonra "Babîlerden" şöyle bahsediyor:
Gâh nübuvvet ve gâh ulûhiyyet davasında bulunan ve hatta hâşâ Cenâb-ı Hakk'ı kendileri yaratmış olmak zu'mlarına kadar çıkışan Babîler burada... Babîler hazarâtı, yevmiye nâmı ile memleket memurlarından ziyade maaş alıyorlar. Yiyorlar, içiyorlar; saye-i seniyyede Memâlik-i Osmaniyye'nin taksimine çalışıyorlar; hele Devlet-i Âliyye'nin kahr-ü izmihlaline duadan bir dakika hâli oldukları yoktur.
Ve daha başka bir mektupta Nâmık Kemal Babîleri "eşerr-i mevcudât (en kötü yaratıklar)" olarak nitelendiriyor. Nitekim Süleyman Nazif'in Nasiru'd-Din Şah ve Babîler adlı eserindeki tespitlerinden, Nâmık'ın "eşerr-i mevcudâtla" Ezelîler'i kasdettigini görebiliriz:

Kemal Bey'in Babîleri "eşerr-i mevcudât" kabûl etmiş olması Abbas Efendi'yi [Abdülbaha'yı] yalanlamaz. Çünki evvela Abbas Efendi Babîlik'ten ayrılmış, hâttâ Allah'a sığınıyordu. İkincisi, Babîler'i Şark dâima fena görmüş, fena anlamıştı. Bu mektup yazıldıktan yirmi küsur sene sonra bile, ben bir Fransız edibine Babîler hakkındaki fenaatımı izah ederken, onları "kana susamış bir çift siyah gözle kızıl bir hançer görüyordum. ... Şu da doğrudur ki, Subh-i Ezel'in etrafı Babîler'in fena ve soysuzlaşmış takımıyla çevrilmiş idi. Kuvvet ve azamet Bahaullah tarafına gitmişti. Nasıl ki hâlâ iyice yerleşmiş ve Avrupa ile Amerika'da itibar sâhibi olan yalnız Bahaullah'ın mezhep ve tarikatıdır.
Nazif'in burada "Abbas Efendi Babîlik'ten ayrılmış" demesinin anlamı, üvey amcası olan ve Bahaullah'ın peygamberliğini reddeden Subh-i Ezel'in ve "Babîler'in fena ve soysuzlaşmış takımının yaydıkları Babîlik'ten ayrılmasıdır. Nazif aynı eserinde Nâmık Kemal'ın Abdülbaha ile mektuplaştığını söylüyor:
Bahaullah'ın oğlu Abbas Efendi ile iki sene önce [1917] Hayfa kasabasında görüştüğüm zaman, Kemal Bey'e birçok mektuplar ilettiğini ve fakat Sultan II. Abdülhamid zamanında bir aralık takip ve araştırma edilmek endişesiyle bu mektupları yakmış olduğunu bana tam bir kederle söylemiş(ti)...
Nâmık Kemal Ezelîler hakkında kötü konuşmasına rağmen, kendisinden, "Gülnihal" adlı tiyatrosunu Subh-i Ezel'in oğlu Ahmed Ezel'e yazdırdığını ve tebyizi onun olduğunu öğreniyoruz. Süleyman Nazif, bazı Batılı tarihçilere göre Ziya Paşa Kıbrıs mutasarrıfı iken Subh-i Ezel ile buluşmuş ve Babîler ile Yeni Osmanlılar arasındaki temasların temelini atmış olmasına işaret ediyor, ancak bunu ispatlayacak deliller olmadığını söylüyor. Ayrıca Abdülbaha'nın Yeni Osmanlı hareketinde önemli rol alan Ziya Paşa ile tanışıklığı olduğundan söz ediyor. Şu kesindir ki, Abdülbaha, 1876'ta Meşrutiyet'i hazırlayan Midhat Paşa ile Beyrut'ta buluşmuş. Akka'da sürgünde olan Nuri Bey ve İsmail Hakkı Efendi'ye gelince, bunların Bahaîler'le şahsi ve iyi tanışıklıkları olmuş. İsmail Hakkı Efendi Yâd-ı Mâzi adlı hâtıratında Babîliği ve Bahaîliği olumlu bir şekilde ele alıyor ve "Mirza Abbas Efendi" yâni Abdülbaha'nın "âlim, fâzıl ve asrin ahvaline vâkıf soylu yüzlü bir zat olduğunu" söylüyor. Ayrıca yabancı gazetelerde İran hakkında makaleler okuduğunu ve Bahaî çocuklarına yabancı diller okuttuğunu zikrediyor.
Biz Akka'da bulunduğumuz müddetçe, Bahâullah Efendi, kirayla oturduğu evde münzevî olup cemaatten başka kimseye görünmez olduğundan cemaatin işlerini Abbas Efendi idare ederdi. Abbas Efendi'nin tavır ve meşrebi incelenirse şeyhâne olmaktan çok siyasî bir tarz ve durumu andırdığı ortaya çıkar. Yabancı basında İran hakkında bir makale, dikkatli gözlerine tesadüf edince saatlerce, kendini vererek, düşüncelerini açıklar ve bundan o kadar tat alır ki, bütün bütün uykusunu ve rahatını ona feda eder. Bâzen Arapça ve Farsça makaleler yazıp Fransızca tercümeleriyle Avrupa basınına gönderdiği olurdu. Sohbetinin ve insanlarla geçinmesinin güzelliği, cömertliği ve iyiliğiyle Akka'da halkın kalbini elde ettiğinden oturdukları evin bulunduğu meydancığın karşısında selâmlık olarak kullanılan yerde, zengin ve fakir, Müslim ve gayrimüslim ziyaretçiler, sabah akşam eksik olmaz. Misafirlere lezzetli çaylar, Şiraz'ın en nefis tömbekilerinden nargileler ikram edilir. Pek çok olurdu ki, Abbas Efendi sur dışında bulunan bahçeler içinde satın aldığı bahçede bize ziyâfetler verirdi. Birlikte çıkıp gezintiler yapılıp yemekler yendikten sonra yine birlikte kaleye dönülürdü.
Şerif Mardin'e göre İsmail Hakkı Efendi Akka'daki "Babîleri ilkel görmüş ve ciddiye almamış, ancak İsmail Hakkı'nınsöylediğine bakarsak bunun doğru olmadığını görüyoruz: "...avâmın anlattıklarını cemaatinin mâkul tavırlarına bakarak yalanlamaya lâyık görürüm. ... Gerek cemaâtin gerekse çocukların terbiyeleri, hakikaten takdire lâyıktır. Yeni Osmanlılar, İmparatorluk'ta fazla değişim getirmedilerse de, düşünceleri ve fikirlerini kısa bir süre sonra "Jön Türk" adı altında toplanan ve bu sefer Sultan II. Abdülhamid'e karşı olan genç aydınlar miras aldılar.
Abdullah Cevdet ve Bahaîlik
Bunlardan biri Doktor Abdullah Cevdet'dir (1869-1932). Âile çevresinde aldığı dinî eğitimden sonra yüksek tahsilini İstanbul'da Kuleli Askeri Mekteb-i Tıbbiye'de bitirdi. Burada, mevcut yönetime karşı yoğunlaşmış tepkiler olan bir ortamda, "...üç sene zarfında fikirler hayli uyandı ve İdâre-i Hamidiye'ye karşı dehşetli bir hareketi fikriye ve zemin hazırladı.... 1889'da kendisi ve birkaç arkadaşı İttihad-ı Osmanî Cemiyeti'ni (İttihat Partisi) kurdular. Bu örgüt daha sonra İttihad ve Terakki Cemiyeti adını taşıdı. Tıbbiye'de okuyan gençler Batı ve özellikle Fransız ve Alman maddiyatçı filozofların eserlerinden etkilenerek, hayatı bir ilâhî iradenin sonucu olarak değil, değişik biyolojik ve fizyolojik mekanizmaların neticesi olarak görüyorlardı. "İttihad-ı Osmanî Cemiyeti başta biyolojik materyalizm olmak üzere karmaşık düşünsel etkilerden ve 'vatanseverlik' fikrinden etkilenen bir öğrenci örgütü durumundadır. Bu örgütte felsefî boyutun ağır basmasına karşılık, cemiyetin daha sonra tam bir siyasî örgüt hâline geldiğini özellikle 1906 senesinden sonra görebiliriz. "Üyelerin bir kısmının yeni Cemiyet'te de çalışmaları dışında fikrî boyutlar açısından hiçbir ilgi bulunmamasıdır. Cevdet'in ve diğer arkadaşlarının inandıkları felsefe Fransız filozof Auguste Comte'unkurdugu "Pozitivizmdir". Bu felsefeye göre insanlığın gelişimi din, metafizik ve son olarak ilim aşamalarından oluşuyor, yâni insanlık son olarak dini terk edip sâdece ilime inanacak ve bütün sorunları sâdece bilimle çözecektir.
Abdullah Cevdet yoğun siyasî faâliyetleri sonucu birkaç defa sürgün edildi ve başka yerler arasında Fransa'ya da kaçmak zorunda kaldı. 20. yy. başından beri Bahaîler'in bulunduğu Paris'te Cevdet muhtemelen Bahaîlik'le temas etti. Cevdet'in1904/1932 senelerinde yayınladığı ve halkı aydınlatma aracı olarak gördüğü "İctihad" dergisinde, 1921 senesinin sonunda ve 1922'nin başında üç makale yayınlandı. Yazar Emin Âli "Bahaî hareketi hakkında ilmî bir tetebbu" başlığı altındaki üç makalesinde Bahaîlik hakkında çok olumlu bir şekilde yazıyor. Abdullah Cevdet bu makalelere dayanarak İctihad'ın 1 Mart 1922 tarihli 144. sayısında "Mezheb-i Bahaullah - Din-i Ümem" başlıklı bir makale yayınladı. "Bir dünyâ dini olarak kabûl edilmesini istediği Bahaîlik hakkındaki bu yazısında "peygambere hakaret ettiği gerekçesiyle önce tutuklanarak iki sene hapse mahkûm edildi. Cevdet bu makalesinde Bahaîlik hakkında şöyle yazıyor:
Bahaîlik bir din-i merhamet ve muhabbettir... Her din, merhamet ve uhuvvet tesisi için gelmiştir. Fakat bir insan hangi dinde olarak doğdu ise o dinde kalmasına hiç mâni olmaksızın o insana, kendisini din olarak kabûl ettirebilecek bir mâhiyette bir din görülmemişdir. Bu din ancak, Bahaullah'ın ve oğlu Abdülbaha'nın va'z ve tesis ettiği din-i merhamet ve muhabbettir. Bahaullah: "İnsanlar arasında tohum-i nifak ekmekten, gönüllere reyb ve şüphe dikenleri dikmekten sakınınız. Selsebil-i saf-i aşkı bulandıracak, ıtır-ı muhabbeti uçuracak bir şey yapmayınız. Hayatıma kasem ederim ki, siz aşk ve muhabbet için yaratıldınız, kin ve nefret icin degil diyor. Bu sübhanî ve hakikaten rahmanî söz, her asırda ve bilhassa bu asr-ı insaniyette söylenmesi ve tekrar edilmesi ve ruhlara derinden derine infaz olunması elzem olan bir sözdür... Beynelümem ve beynelbeşer muhabbeti, merhameti, sulhu bir âyin hâlinde koyan ve buna lazım gelen nur ve harareti veren bir mürşid, Hazret-i Bahaullah'tan evvel görülmedi... Bahaullah'ın tesis, Abdülbaha'nın tanzim ve neşrettiği Bahaîlik akıl ile mütearız hiç bir fikri, hiç bir hükmü ihtiva etmemektedir. Yâni Bahaîlik ziyâ-nisâr bir hararettir. Bir hareket-i muzlime ve gayr-i muzîe değildir. Bu seciyyesi onu cihan-ı şümul ve millel-i muhit bir âyin-i sulh ve muhabbet olmağa doğru götürmektedir... "Mum ışıkrîzdir: damla damla cevher-i hayatını aktırır, ta ki bu döktüğü yaşları neşr-i nur etsin. İşte bu, sizin için bir misâl-i imtisal, bir timsâl olmalıdır diyen Abdülbahahakikaten bir meşale gibi yanmış, binlerce meşaleler îkad ettikten sonra başka cihanlarda yine yanmağa gitmiştir... Fakat bu kıvılcımdan ne kadar hararet ve nur intişar edebilir? Cihanı ısıtmak için Bahaullah'ın ruhundaki muazzam yangın lâzımdır. Tenvir etmek ve aynı zamanda ısıtmak için yanan ruhanî ve rahmanî bir yangın.
"Abdullah Cevdet'in gördüğü büyük tepkinin nedeni bizzat Sultan'ın bu olaydan dolayı kendisine kızmasıdır. Bu tepkiler o zamanın muhafazakâr gazetelerinden de geldi. Cevdet mahkûm edildikten "daha sonra ise gıyaben verilen bu karara itirazı sonucunda Cumhuriyet döneminde de uzun süre devam edecek olan Türk basın tarihinin en ilginç yargılamalarından birisi başladı. Abdullah Cevdet kısa sürede olayı bir düşünce ve vicdan özgürlüğü sorunu hâline getirerek bu konudan yararlandı. Olayın bu yönünün yanı sıra Bahaîliğin İmparatorluk kamuoyunda geniş biçimde tartışılmasına neden olduğu görülmektedir. Tarihçi Şükrü Hanioğlu'na göre Cevdet Bahaîliği İslâm ile Materyalizm arasında bir aşama olarak görüyorduHanioğlu'nun Bir siyasî düşünür olarak Doktor Abdullah Cevdet ve dönemi kitabındaki açıklamaları şöyledir:
"Toplum için yeni bir 'ethic' (ahlâk) yaratma çabaları Abdullah Cevdet'i Bahaîliği bu görevi ifa etmek için topluma sunmaya kadar götürmüştü. Kuşkusuz Bahaîliğin pasifizme benzeyen içeriği Abdullah Cevdet'in bu mezhebe ilgi duymasında etkili olmuştu. Ancak, ruhban sınıfı ve âyinleri olmayan, nihaî amaç olarak dünya çapında sûlhu benimseyen bu mezhep Abdullah Cevdet açısından toplumun dinin yerine biyolojik materyalizmi kabûl etmesi sürecinde olumlu gelişme sağlayacak bir basamak olarak kabûl ediliyordu. Burada, Bahaîliğin Abdullah Cevdet açısından daha evvel İslâm'ın saf hâli düşüncesinde olduğu gibi bir aşama olarak benimsediğini görüyoruz... Abdullah Cevdet'in bu düşüncesi nedeniyle karşılaştığı tepkileri görmüştük. Hukukî uygulamaların dışında Abdullah Cevdet'in gördüğü en sert eleştiriler ise gene İslâm uleması tarafından kendisine yöneltilmişti. Bahaîliğin, İslâmiyet'le hiçbir ilgisi bulunmadığını belirten bu eleştirilere karşılık Abdullah Cevdet, bir 'ethic' olarak düşündüğü bu mezhebi İslâm'ın olumlu içeriğiyle destekleyeceğini... açıklamasına karşın bu çabasında başarı sağlayamadı. Zâten çok kısa bir süre sonra rejim değişikliği Abdullah Cevdet'e bu çeşit aşamalar yerine topluma biyolojik materyalizmi dini ikame edecek bir kurum olarak sunma imkânı verdiğinden kendisi tekrar bu konudaki tartışmalara dönmedi.
Günümüzde Bahaîlik
Günümüzde hareketi yönlendiren Umumî Adalet Evi ilk kez 1963 yılında kurulmuştur. Hareket İslâm ülkelerinde ilk yıllarda oldukça baskı altında kalmış olmasından dolayı İslâm ülkelerinde fazla yayılamamıştır. Bahaîlik özellikle Tanrı inancının oldukça zayıfladığı ve toplum düzeninin bozulduğu yerlerde günümüzde taraftar sayısını arttırma eğilimindedir. Ülkemizde dâhil olmak tüm İslâm ülkelerinde Bahaîlik ayrı bir din olarak kabûl edilmemektedir. Bu nedenle de herhangi bir İslâm ülkesinde resmî ibâdethâneleri yoktur. Nüfus cüzdanında Din Hânesi olan İslâm ülkelerinde Bahaî yazılmamaktadır. Bahaîlik sapkın bir mezhep olarak tanıtılmaktadır.
İslâm ülkelerindeki bu tavırlara rağmen Bahaîlik günümüzde içlerinde ülkemizin de bulunduğu dünyanın hemen hemen tüm ülkelerinde Bahaî inancını taşıyan topluluklara rastlanmaktadır. Ülkemizde Bahaîler genelde İstanbul, Ankara gibi büyük kentlerde yaşamaktadırlar ve sayıları 20.000 civarındadır. Yaklaşık olarak dünyâda 2.000.000 civarında Bahaî bulunmaktadır.
***
Semih Tufan Gülaltay: "Fethullah Müslüman Değil, Bahaîlerin lideri" Diyor.
Fethullah-Bahaîlik ilişkisi
Semih Tufan Gülaltay, İleri Yayınları'ndan çıkan "Fethullah Müslüman mı kitabında Fethullah Gülen'i farklı bir açıdan inceliyor. Kendi kaleminden okuyalım:
"Bu kitaptaki ana mevzu, Fethullah'ın rejim düşmanlığı ya da ABD adına yüklendiği misyon değil... Ben O'nun İslâmiyet'in içine sokulmuş bir Truva atı olup olmadığını sorguluyorum. O bir Truva atı mıdır? Fethullah Bahaîler'in gizli lideri midir? Amaç İslâm dinini tahrif etmek midir? Gerçek ve halis Müslüman kitlemizi Fethullah'tan nasıl koruyabiliriz? Ve benim için işin en önemli yanı 21. asrın en büyük dinamik gücü olan Türkçü gençliğin Türk-İslâm sentezi adı altında kandırılmasının önüne geçme yollarının ortaya konmasıdır... Nurculuğun Türk milliyetçilerinin sırtına basarak Tevrat ittifakı kurmasının önüne geçmek, Orta Asya'da misyonerlik okulları açarak İngilizceyi Orta Asya'da tek dil hâline getirme çalışmalarına artık dur diyebilecek miyiz?
Fethullah'ın birinci gâyesi Türk devletini ele geçirmek, ikinci gâyesi ise, geçmişin intikamını almak için İran'ı istilâ edip İran'la harbe girmektir... O, bu operasyonda Turancılar'ı kullanmayı düşünüyor... Bütün Türk dünyasını ele geçirdikten sonra ise önce aldatmaca bir dinler diyalogu oluşturacak sonra da gerçekte bir Tevrat ittifakı olan Bahaîliğe geçiş sürecini başlatarak bütün dünya dinlerini Bahaîlik altında birleştirme sürecini başlatacaktır... Son merhalesi Fethullah'ın "Mesih ilân edilerek dünya peygamberliğine adım atmasıdır.
Kitapta Gülaltay, Fethullahçılığın kökeni İran'a uzanan Bahaîlik tarikatının bir kolu olduğunu ve Gülen'in Bahaîliğin günümüzdeki lideri olduğunu iddia ediyor.
Gülaltay'a göre, Bahaîlik sıradan bir tarikat veya cemaat değildir. Hâttâ Bahaîlik İslâm içinde bir mezhep de değildir. Bahaîlik, 3 büyük dini, İslâmiyet'i, Hıristiyanlığı ve Museviliği tek bir pota altında birleştirmeye çalışan bir dinler-üstü mezheptir. İran'da İslâm öncesi geleneklerini sürdürmek isteyen ve bu nedenle İslâmiyet'i diğer dinlerle birleştirmeye ve tahrif etmeye çalışan çeşitli tarikatlara dayanmaktadır. Bahaîliğin ortaya çıkışını 800'lü yıllara kadar götüren Gülaltay'a göre Fethullah'ınMüslümanlık anlayışının ardında aslında kökeni İran'a dayanan bu İslâm-dışı tarikatlar vardır. Dolayısıyla Fethullah'ın ne kadar Müslüman olduğu sorgulanmalıdır.
Gülaltay, kitabında, İran'daki Batınî mezheplerinin her birinin ortaya çıkışını ve birbirini nasıl takip ettiğini anlatıyor ve bu mezheplerin neden İslâm-dışı sayıldığını örnekleriyle okuyucuya sunuyor. Gülaltayİran'daki İslâm-dışı mezhepleri Mazdek'le başlatıyor. Sonra sırasıyla, Hürremiye Mezhebi, Babek, İsmailiye ve Hasan Sabbah, Hurufîler, Cavidaniye, Babilik, Bahaîlik... Gülaltay'a göre bu mezhepler farklı isimler taşımalarına karşın aslında aynı mezhebin devamıdır. Çünkü sık sık İran Devleti'ne ve Halifeliğe karşı ayaklanan bu mezhepler, başarısız olunca yollarına devam edebilmek için isim değiştirmiştir. Yoksa eylemleri de inançları da farklı değildir.
Bu tarikatların kısa bir tarihin sunduktan sonra Fethullah'ın bu tarikatlarla bağlantısını yapıtlarından örneklerle açıklanıyor. Örneğin Batınî tarikatlarının en önemli özelliği yasak kimliklerini saklayarak takiyye yapmalarıdır. Gülaltay'a göre, Batınîler takiyye yaparak gerçek inançlarını gizlerler, Müslümanlar'la kaynaşırlar ve devleti içten içe fethetmeye çalışırlar. Aynen Fethullahçılar gibi...
Batınîlerin Kitabün Nur'undan Saidi Nursi'nin Risâle-i Nur'una
Öncelikle Batınîler, şeyhlerinin kitabını Kur'ân yerine kabûl ederler. Cavidanîyeler, şeyhleri Fazlullah'ın Cavidannâmesi'ni, Babiler ise şeyhleri Muhammed Bab'ın kitabı Kitab-ün Nur'u Kur'ân kabûl ederler. Ne hikmetse, Saidi Nursî'nin Risale-î Nur'u isim olarak ve cemaatin gösterdiği saygı bakımından, içerik olarak, Kitab-ün Nur'a çok benzemektedir. Türkiye'deki Nurculara göre, Kur'ân'ın anlaşılması zordur, bu nedenle müritlere Nur Risâleleri önerilir. Risâlelere âdeta ikinci bir Kur'ân muamelesi gösteren FethullahGülaltay'a göre bu şekilde Müslümanlığa da aykırı hareket etmiş olmaktadır. GülaltayFethullah'ın şu sözüne dikkat çekiyor: "İlimler sahasında mes'elenin temel esprisini ise Bedîüzzaman'ın mülahazasında buluruz. Şöyle der o: Allah'ın iki kitabı vardır. Biri kâinat kitabı, diğeri Kur-ân'ı Kerim. Gülaltay'a göre Fethullah Gülen, "Kâinat kitabı derken Risâleler'i kastetmektedir. Gülaltay, buna benzer pek çok örneği kitabında veriyor ve Nurcular'ın Risâleleri öne çıkarmasının nedeninin Kur'ân'ın geçerliliğini ortadan kaldırmak olduğunu söylüyor.
Fethullah isminin kaynağı Gülen'in kimliğini ele veriyor
Fethullah Gülen'in isminin kaynağı da gizli kimliğinin bir başka göstergesi. Gülen'in ismi 1844 yılında İran Şahı'nı öldürmeye kalkışan bir Bahaî fedaisinden gelmektedir: Fethullah KamîFethullah Gülen'in âilesinin İran'dan göçme olduğunu da ortaya koyan Gülaltay, Bahaîlik'le bir başka bağlantısını daha ortaya çıkarmaktadır.
Fethullah'ın rumuz olarak kullandığı isimler de eski Bahaî kahramanlara atıftır. Örneğin, "1982 yılının sonlarında DGM savcılığının hakkında başlattığı soruşturmada, Fethullah'm Dahhak kod adını kullanarak kitap yazdığı tespit edilmiş. Bilindiği üzere Dahhak İran mitolojisinde, İran'ı istila edip İran Şahı Cemşit'i testere ile ortadan ikiye böldürten, İran halkına işkenceler, eziyetler yapan bir adammış. İran halkı Dahhak-ı Zalim diye andıkları bu gaddar adamın zulmünden perişan olmuştu.
Işık evlerinin sırrı: Ev-mâbedler
Gülaltay, Babiler'in ibâdet için câmiler yerine evleri tercih etmesiyle Fethullahçılar'ın Işık evleri arasında da bir bağlantı kuruyor: "Babiler, câmilere gitmez, cemaatle namaz kılmazlardı. Bunun yerine evlerde toplanmayı tercih ederlerdi. Ardından Nur evleriyle ilgili Fethullah Gülen'in şu sözlerine dikkat çekiyor:"Bu ışık evlerinin kendine has özellikleri vardır... Yüreği pek, imanı çelik insanların yetiştiği kutsal mekânlardır... Artık geçmişte câmide yapılan dinî ruhunun müzakereleri bu evlerde bir araya gelinerek yapılacaktır. Ve Gülaltay Nur evlerinin İslâm-dışı olduğunu şu şekilde anlatıyor:"Anlaşılacağı gibi Fethullah Gülen, bundan sonra câminin önemli olmadığını söylüyor. Çünkü büyük ustası Kürt Sait de camiye girmezdi. Buradaki amaç ise İslâm'ın birliktelik ve cemaat ruhunu yıkmaktır. Kurretü'l-Ayn'ın ve Babi şeyhlerinin vaaz verdiği yerler câmiler değildi. Fethullah'ın tabiriyle Nur evleriydi. Yine aynı FethullahYeşeren Düşünceler isimli kitabının 164. sayfasında ev-mâbed [adıyla] bu ışık evlerini târif ediyor. Ev-mâbed terimi Bahaîlik dininde mâbede verilen addır. Bahaîler'in mâbedlerine ev-mâbed adı verilir.
Gülen'den Bahaîlere gizli övgüler
GülaltayFethullah'ın kitaplarında Bahaîler'i nasıl gizlice övdüğünü de ortaya çıkarıyor. Örneğin, Fethullah'ın Hz. Muhammed'i anlattığı sanılan kimi yazılarında aslında Bahaîler'in lideri Molla Muhammed Ali'yi andığını aktarıyor: "Dostların vefasızlığına, düşmanların ardı arkası kesilmeyen istila ve ifsatlarına uğramasaydı, kim bilir daha neler yapacaktı? Keşke, bu mübarek dünya; duygu, düşünce, anlayış ve hayat felsefesiyle hiç değişmeseydi. Onun yiğitliği, sâdeliği ve mertliği bu güne kadar dipdiri kalabilseydi. Keşke O muhteşem saray ve yüksek kasırların altın yaldızlı kubbeleri altında, baygın ve mahmur dolaşan hasım dünyanın, tâlihsiz insanlarının durumuna düşmeseydi. Gülaltay, bu alıntıda önemli bir çelişkiyi yakalıyor: "Yukarıdaki metinde anlatılan kasır ve saraylar dönemin İran Şah'ının saraylarıdır. Çünkü Hz. Muhammed devrinde Arabistan'da ne kasır vardı ne saray.
Gülaltay, bu konuda daha pek çok örnek yakalamış. Gülaltay'a göre, baskı ve zulüm gören insan tasvirleri sanılanın aksine Hz. Muhammed dönemi yaşamış Müslümanlar değil, başarısız ayaklanmalardan sonra yurttan yurda göçürülen Bahaîler'dir. Örneğin, 1868'de Bahaîler sürgüne gönderilir. Fethullah Gülen'in kitaplarında anlattığı ömür boyu süren büyük göç aslında Bahaîler'in sürgünüdür. Gülaltay'a göre bahsedilen göç sanıldığı gibi Mekke'den Medine'ye Hz. Muhammed'in hicreti değildir.
Başka bir yerde ise Fethullah şöyle diyor: "Bir başka defasında da seni kardeşinle konuşmaktan men etmişlerdi. Hani o güne kadar, bir lahza kendisinden ayrılmadığın kardeşinle konuşmaktan... Savaş meydanlarında omuz omuza, yemek sofralarında diz dize oturduğun kardeşinle konuşmayacaktın. Gülaltay'a göre burada kastedilen de yine Bahaî liderleridir. Çünkü Müslümanlar'ın tarihinde kardeşiyle konuşmaktan men edilme gibi bir cezalandırma söz konusu edilmemiştir. Hâlbuki Abdülaziz'in bir fermanında, Bahaullah'ın çocukları birbirleriyle konuşmamaları kaydıyla sürgüne gönderiliyordu. Fethullah'ın uğruna gözyaşı döktüğü işte bunlardır.
Fethullahçılık'la Bahaî inanışları arasındaki paralellikler
Gülaltay'ın bulduğu çeşitli paralellikleri şöyle sıralayabiliriz:
Bahaîler cenâzelerini İslâm inanışının tersine, mermer lâhitler içinde gömerler. Saidi Nursî de vasiyetinde cesedinin lâhitin içine konulmasını istemiştir.
Bahaîler'de ibâdete başlama yaşı 16'dır. Fethullah Gülen de bir kitabında şöyle demektedir: "16 yaşıma kadarki dönemi çocukluk dönemi sayıyorum.
Bahaîlik'te el öptürmek kesinlikle yasaktır. Fethullah Gülen de el öptürme konusunda şöyle diyor: "Fevkalâde rahatsızlık duyuyorum. El öptürme prensibim hiç yoktur.
Bahaîler, câmiye girmez, cemaatle namaz kılmaz. Sâdece cenaze namazı kılarlar. Gülaltay'a göre, Fethullah Gülen'in de cenaze namazı dışında câmiye girip namaz kıldığını şu ana kadar kimse görmemiştir.
Bahaîlik'te kurban kesilmez. Ünlü Fethullahçı bilim adamlarından birisi de katıldığı bir tartışma programında kurban kesmeyi hayvan katliamı olarak nitelendirmiştir.
Bahaîlik'te, herkes malının yüzde beşini, toplumun başında bulunan 19'lar heyetine vermek zorundadır. Fethullahçı organizasyon ve vakıfların başındaki yönetim kurulu da 19 kişidir.
Fethullah ile Bahaîler arasındaki bir başka somut bağlantı ise Saidi Nursi'nin hayatından alınmaktadır. Saidi NursiGülaltay'ın ortaya çıkardığına göre, İran Şahı'na suikast düzenleyen Babiler'in şeyhlerinden Celaleddin Afgani'nin İran'dan kaçıp Abdülhamit'in himâyesine girmesi sırasında kuryelik etmişti. Saidi Nursî, yine bir başka Bahaî tetikçi Kirmani'yi de İran-Türkiye sınırında karşılayacak ve İstanbul'a kadar kendisine eşlik edecekti.
Gülen'in sözlerinde gizli anlamlar
Fethullah'ın eserlerinde gizli gizli Bahaîlik propagandası yaptığını da Gülaltay çeşitli örneklerle açıklıyor:
Kapı: Bahaî mezheplerinden Babiliğin kurucusu Muhammed Bab'tır. "Bab kelimesinin bir anlamı da "kapıdır.
"Ulu sultan! Canlı-cansız, insan-hayvan, (..) her şey varlığını soluklar.: Gülaltay bir başka bölümde ise Gülen'in bu sözündeki gizli anlamı ortaya çıkarıyor: Ulu Sultan kelimesi Bahaî Şeyhi Bahaullah'a atfedilmiştir. Hayvanları, eşyaları bile Allah'ın kulları olarak kabûl eden ise Muhammed Bab'ın hocası Kâzım-ı Reşdi'dir.
Nebiler Sultanı: GülaltayFethullah'ın sık sık kullandığı "Nebiler Sultanı teriminin de karşılığını buluyor. Gülaltay'a göre, Fethullah'ın burada kastettiği Hz. Muhammed değil, Bahaullah'tır. Çünkü Bahaullah'ın lâkabı döneminde "Sultandır.
Nur Asrı: Muhammed Bab'ın Kitabün Nur ile Babiliği yaydığı ilk yıllara da Nur asrı denmektedir.
Timur ve Cengiz düşmanlığı: Fethullah bir kitabında şöyle diyor:"Allah bir zamanlar CengizHülâgü ve Timurlenk'in eliyle hırpaladığı ve ikaz ettiği İslâm âlemini bugün de Batılılar vasıtasıyla hırpalayıp ikaz etmektedir... GülaltayFethullah CengizHülagû ve Timurlenk'e karşı olmasını bu hükümdarların Bahaîler'in önemli önderlerini öldürmüş olmasına bağlıyor. Cengiz Han'ın oğlu HülagûHasan Sabbah'ıTimurlenk'in oğlu Miranşah ise Fazlullah'ı öldürmüştü.
"Dönmezem ve "mum gibi yanıp erimek: Bu kelimeleri de Fethullah sık sık kullanmaktadır. Örneğin: "Çevresinde kol gezen tehlikelere aldırmadan, yüce derslerine devam eden ve hakkında bayağıların bayağısı hükümler kesilip biçilirken. 'Hançer ile yüreğimi yar! Senden dönmezem' diyerek hakikati haykıran büyük muzdariplerin 'Evet hep böyle ızdırap gören ızdırap düşünen ve bir mum gibi yana yana eriyip giden, bu yüce kametlerin arkasında yürüyenler hiçbir zaman aldanmadılar ve hiçbir zaman hayâl kırıklığına uğramadılar.' Tahran Kalesi'nde infaz edilmeden önce "Dönmezem diye bağıran Bahaîler'in ünlü kadın kahramanı Kurretül-Ayn'dır. O dönem Bahaîler'e yapılan işkenceler arasında en yaygın olanı da vücutları hançerle yarıp içlerine mumlar sokulmasıydı.
Fetret Devri ve Rönesans: Fetret devri derken kastedilen Bahaîler'in yaşadığı uzun sürgün dönemidir. Yeniden diriliş ise Bahaîler'in öğretilerini tüm dünyaya kabûl ettirmeleri demektir. Örneğin: "Bu ise uzun bir fetretten sonra, bu mazlumlar ülkesinin yeniden dirilişi ve "Rönesansı demektir. Kim bilir, belki o zaman batmak üzere olan dünyanın diğer kesiminin elinden tutup kaldırma fırsatı doğar.
Kendini peygamber gören Gülen
Bahaîler'in bir başka propagandası şeyhlerinin peygamber olduğudur. Bahaî şeyhleri kendi peygamberlikleri altında tüm dünya dinlerini bir arada toplanmaya çağırırlar. GülaltayFethullah'ın kimi yazılarında satır aralarında kendi peygamberliğini nasıl savunduğunu göstermektedir:
"Allah, elbette insanları da peygambersiz bırakmayacaktır.
"İnsanlar, akıllarıyla kâinatta cereyan eden hâdiselere bakıp, Allah'ı bulsalar bile yaratılışlarındaki gâye ve hikmeti, nereden gelip, nereye gittiklerini ve ibâdetlerinin keyfiyetlerini peygambersiz bilemezler.
"Hilâfete giden yol herkese açıktır.
"Hak için halkın temsilcisi demek, peygamber mesleğine talip olmak ve onu temsil etmek demektir. Onu yapabilmek için de peygamberane aşk, şevk, gayret, azim, cehd ve irade gerekir.
Fethullah görüldüğü gibi yeni peygamberlere ihtiyaç olduğunu ve Allah'ın insanları peygambersiz bırakmayacağını söylüyor. Hâlbuki İslâm inancına göre Hz. Muhammed son peygamberdir. Yalnızca bu bile Gülaltay'a göre Fethullahçılığın İslâm-dışı olduğunun bir kanıtıdır ve bu propagandanın bir sonraki aşaması Fethullah'ın kendisini Mesih ilân etmesi olacaktır.
Fethullah'ın Amerikancılığının Bahaîlik'teki kaynağı
Gülaltay, kitabın sonuna doğru Fethullah'ın gerçek amacının dünya çapında bir Bahaî imparatorluğu kurmak olduğunu ortaya koyuyor. Gülaltay, Avustralya'dan Afrika'ya Asya'dan Amerika'ya milyonlarca Bahaî'nin bulunduğunu söylüyor. Bahaî imparatorluğunun işlevi dünya çapında ABD'yi iktidara getirmek olacaktır. Zâten, Bahaîliğin ortak dili de İngilizce olacaktırGülaltay'a göre ABD'de bugün 20 milyon Bahaî yaşıyor ve Bahaîler'in etkinliği oldukça önemli. Zaten Bahaîler'in kullandığı ev-mâbedlerin kubbeleri de Beyaz Saray'ın kubbesine benziyor.
Fethullah'ın Orta Asya'daki misyonu da bu şekilde ortaya çıkıyor. Gülaltay'a göre Bahaîler dünya çapındaki iktidarlarında İngilizce'yi resmi dil olarak ilân edeceklerdir. Fethullah'ın okullarının tümünde İngilizce'nin öğretilmesinin nedeni olarak bunu gösteriyor. Üstelik Fethullah'ın en etkin olduğu Türk Cumhuriyetler'inden olan Yakutistan'ın durumunu da Gülaltay'danöğreniyoruz. Bu ülkedeki Fethullahçı proje sonunda başarıya ulaşmıştır. Yakutistan'ın resmî dili İngilizce olarak ilân edilmiştir.
GülaltayFethullah Gülen tehlikesinin uluslararası çapta olduğunu bu şekilde olduğunu ortaya koyduktan sonra, kitabında tüm Türk milletini uyarıyor ve Fethullah tehlikesi hakkında Devlet üzerine düşeni yapmazsa görevin Kuvayı Milliyeci Atatürkçüler'e düşeceğini söylüyor:
"Atatürk ve Kuvayı Milliyeci yiğitlerin kurduğu devlet, hiçbir zaman sarsılmayacak, bu sarp kale, tunçtan yığınlar hâlinde omuz omuza yürüyen Türk gençliğinin sırtında, ulaşılmaz bir kartal yuvası olarak ebediyete kadar var olacaktır.
***
Gülaltay'ın Hakaretten Tazminat Ödediği Kitabı Yeni Gibi Sunuldu Zaman - 19.04.2008
Cumhuriyet Gazetesi yazarı Deniz SomFethullah Gülen hakkında 8 yıl önce yazılan ve tazminata mahkûm edilen bir kitabı yeni yazılmış ve içinde yeni bilgiler varmış gibi sundu.
Som, dün köşe yazısında daha önce adı Akın Birdal suikastına da karışmış, Türk İntikam Tugayı (TİT) adlı örgütün kurucusu Semih Tufan Gülaltay'ın "Fethullah Müslüman mı? başlıklı kitabını konu etti. Gülaltay, milliyetçi söylemler geliştirmesiyle biliniyor. Ancak kitabı, sol görüşleriyle tanınan Türk Solu Dergisi'ni de çıkaran İleri Yayınları arasında 2000 yılında çıkmıştı.
Gülen'i Bahaî olmakla itham eden kitap hakkında Beyoğlu 2. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde, "kitapta yer alan iddiaların gerçek dışı olduğu ve Gülen'in kişilik haklarının ihlâl edildiği nedeniyle manevî tazminat davası açılmıştı. 7 yıl süren yargılama sürecinde Gülaltay, iddialarına bâzı kurumları da âlet etmek istemişti. Mahkeme iddiaların araştırılması için Jandarma Genel Komutanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Millî İstihbarat Teşkilâtı'na yazı yazarak, "Fethullah Gülen'in gizli soruşturmalarda Bahaî olup olmadığı, dinler-arası diyalog adı altında Tevrat ittifakını yaratma çabası içinde olup olmadığı yönündeki bilgileri ve Bahaî dini ve bu dine mensup kişilerle ilişkileri konusunda bilgi ve belgeleri istemişti. Her 3 kurum da mahkemeye Bahaî inancıyla veya dinler arası diyalog adı altında Tevrat ittifakını yaratma çabası içinde olduğuna dâir herhangi bir bilgi ve belge bulunmadığı yönünde cevap vermişti. "Bilirkişi raporunda Gülen'in Bahaî olduğunu ispat için gösterilen verilerin ilmî izahtan uzak olduğu, kitabın Gülen'in kişilik haklarına saldırı sözcükleri ve ana fikrini içerdiği, basının haber verme, bilgilendirme, kamu yararı, güncellik kriterlerini aşan kişisel haklara tecavüz ağırlıklı olduğu belirtilmiş denilen mahkeme kararına göre, Gülaltay ve kitabı basan İleri Yayıncılık Reklâmcılık Ltd. Şti. 5 bin YTL manevî tazminata mahkûm edilmişti.
Cumhuriyet Gazetesi yazarı Deniz Som'un "Bahaîlik, çarpıcı bir konu... İlginç bir araştırma... Ayrıntılı bir çalışma... Sonunda, uzmanlarca uzun uzadıya tartışılacak bir kitap ortaya çıkmış: Fethullah Müslüman mı? diyerek, gündeme getirdiği kitap hakkında mahkûmiyet kararı bulunmasına ve 8 yıl önceki bir hadise olmasına rağmen bugünlerde gündeme getirilmesi mânidar bulunuyor.
***
Eğitimci Olarak Fethullah Gülen Dr. Thomas Michel 24.02.2002
1. Fethullah Gülen ve 'Gülen Okulları'
Bu tebliğ için seçtiğim konu: 'Bir eğitimci olarak Fethullah Gülen.' İlk olarak itiraf etmeliyim ki; hakkında konuşacağım konuyla ilişkim tersinden başladı. Fethullah Gülen'in eğitim ve pedagoji hakkındaki eserlerini incelemek ve sonra, tümdengelim olarak adlandırılabilecek bir yaklaşımla, bu prensiplerin nasıl uygulamaya konulduğunu görmeye çalışmak yerine, ben ilk olarak Sayın Gülen'in önderliğindeki hareketin katılımcıları tarafından yürütülen eğitim kurumlarını tanıdım. Bu tecrübe beni, Fethullah Gülen ve dava arkadaşlarının eğitim vizyonundan doğan muazzam eğitim girişiminin ardında yatan rasyoneli keşfetmek için, onun eserlerini incelemeye yöneltti.
Başlangıç olarak Sayın Gülen'in, genellikle özensiz bir biçimde 'Gülen Okulları', ya da 'Gülen Hareketinin Okulları' şeklinde nitelendirilen okullarla ilişkisi konusunda dikkatli olmak zorunluluğu vardır. Sayın Gülen kendisini esas olarak eğitimci olarak tanımlamış ve hareketinin mensupları tarafından ondan genellikle, Türkiye'de din öğretmenlerine verilen unvana atfen, Hoca Efendi olarak söz edilmiştir. [1] Ancak kendisi eğitimle öğretim arasında ayrım yapmada çok titiz davranmaktadır. 'İnsanların büyük bir kısmı öğretmen olabilir', demektedir, 'Ancak eğitimcilerin sayısı yok denilecek kadar azdır.' [2]
Ayrıca kendisine ait hiçbir okul bulunmadığını ısrarla vurgulamaktadır. 'Hiç bir okula sâhip olmadığımı söylemekten yoruldum' [3] diye vurguluyordu biraz kızgınca. Onun ismiyle ilişkilendirilen, 50'nin üzerinde ülkede 300'den fazla ilkokul, lise, dershâne, öğrenci yurtları ve üniversite, [4] Fethullah Gülen etrafında 1960'larda toplanan öğrenciler, meslektaşlar ve iş adamları dairesinden doğmuştur. [5] Okullar bu okulların yer aldığı ülkelerle yapılan bireysel anlaşmalarla kurulmuş ve bu amaçla eğitim şirketleri faaliyete geçirilmiştir. Her bir okul bağımsız olarak işletilmektedir, ancak büyük bir kısmı eğitim tedarikleri ve insan kaynağı bakımından Türk şirketlerine güvenmektedir.
Gülen, eğitimini Erzurum'da medresede tamamladıktan sonra 1958 yılında Edirne'de öğreticiliğe başladı. Kısa süre sonra İzmir'e taşındı. Orada hareketin çekirdeğini oluşturan benzer düşüncelere sâhip küçük bir eğitimci ve öğrenci grubu oluştu. Sayıları yıllar içinde hızla artan bu eğitimciler dairesinden, Fethullah Gülen ismiyle ilişkilendirilen okullar doğdu. Bağımsız olarak faâliyet gösteren, ancak aralarında koordinasyon ve eğitim bağlarına sâhip bu okullar ortak bir pedagojik vizyon, benzer müfredat, insan ve materyal kaynaklarını paylaşan esnek bir kurumlar federasyonu olarak adlandırılabilir.
2. 'Gülen Okulları'yla Kişisel Karşılaşmam'
Bu okullardan birisiyle ilk karşılaşmam 1995 yılına kadar uzanır. Bu süreç Güney Filipinlerdeki Mindanao adasında yer alan Zamboanga'da kentin birkaç mil dışında bir 'Türk' okulu bulunduğunu öğrenmemle başladı. Okula vardığımda ilk dikkatimi çeken, tesisin girişinde yer alan tabela oldu: 'Filipin-Türk Hoşgörü Okulu.' Bu isim, nüfusunun neredeyse eşit olarak %50'si Müslüman, %50'si Hristiyan olan, 20 yılı aşkın bir süredir çeşitli Moro ayrılıkçı hareketlerinin Filipin hükümetinin askerî güçlerine karşı silâhlı mücadele verdiği bir bölgede yer alan Zamboanga kentine şaşılacak derecede uygunluk gösteren bir isimdi.
1000'den fazla öğrencinin eğitim gördüğü bu okulun Türk yöneticisi ve personeli bana büyük yakınlık gösterdiler. Okulun bir kısmı Müslüman, bir kısmı da Hristiyan olan Türk personel ve onların Filipinli meslektaşlarından aldığım, buranın kurum olarak hoşgörünün oluşturulmasına adandığına ilişkin sözlerinin boş bir övünme olmadığını gördüm. Gerilla savaşıyla birlikte adam kaçırmanın, kısa ayaklanmalar, tutuklamalar ve kayıpların; askerî ve milis güçleri tarafından adam öldürmelerin sıklıkla görüldüğü bir bölgede, bu okul Müslüman ve Hristiyan Filipinli çocukları yüksek kalitede bir eğitim standardıyla eğitiyor, onlara birlikte yaşama ve birbirleriyle daha olumlu ilişkiler kurma yolları sunuyordu. Cizvit meslektaşlarım ve Ateneo de Zamboanga'daki alaylı profesörler, başlangıcından itibaren Filipin-Türk Hoşgörü Okulunun bölgenin Hıristiyan kuruluşlarıyla derin düzeyde bir ilişki ve işbirliği sürdürdüklerini teyit ettiler.
O zamandan bu yana Fethullah Gülen netwörk'ü içinde yer alan diğer okulları da ziyaret etme, öğretim personeli ve idarî personelle eğitim politikasını tartışma imkânı buldum. Türkiye'de İstanbul bölgesindeki ve Urfa kentindeki birkaç okulu ziyaret ettim. Orta Asya'daki eski bir Sovyet Cumhuriyeti olan Kırgızistan'da, tamamı Gülen hareketinden ilham almış ve onlar tarafından kurulmuş 12 Sebat okulunun, Atatürk Alatoo Üniversitesi dâhil, yaklaşık yarısını inceleme fırsatı buldum. Herhangi bir ayrım yapmadan söyleyebilirim ki; bu okullar günümüz dünyasında karşılaştığım en dinamik ve yararlı eğitim kurumları arasında yer almaktadır.
Bilim, bilgi ve lisan alanlarındaki eğitim programlarının gücü, akÂdemik olimpiyatlarda tekrarlanan başarılarla sergilenmektedir. Bişkek'teki bir ortaokulda, bir grup yedinci sınıf Kırgız öğrenciye yarım saat kadar hitap etme fırsatı buldum. Konuşmamın sonunda öğretmenleri öğrencilerden, benim İngiliz İngilizcesi değil Amerikan İngilizcesi konuştuğumu gösteren telaffuz ve kelime unsurlarını belirlemelerini istedi ve öğrenciler bunu yapmada hiçbir güçlük çekmeyerek beni hayrete düşürdüler. Her ne kadar, genel olarak Türkiye dışındaki Gülen okullarında olduğu gibi, bu okulda da eğitim dili İngilizce ise de, öğrenciler ana dilleri olan Kırgızca'nın yanı sıra Rusça ve Türkçe'de de aynı derecede başarılı olduklarını gösterdiler. Öğretmenlerinin adanmışlığı ve birlik ruhu, heyecan verici bir eğitim girişimiyle meşgul olduklarının bilincinde olduklarının kanıtıydı. Hiçbir okulda, gelişmiş ülkelerdeki okullarda yaygın olan isteksizliği ve bariz bir kafa karışıklığını görmedim.
Bu okulların Müslümanlar'ın dinsel bağlılıklarının bir ifâdesi olduğunun bilincinde olarak, müfredatlarında ve fiziksel çevrelerinde daha açık bir İslâmî içerik görmeyi bekliyordum, ancak durum böyle değildi. Bana şaşırtıcı gelen şekilde dinsel ilhamlı eğitim projesinin kabûl edilebilir bir parçasını oluşturması gereken bu bölümün olmamasının nedenini sorduğumda, bana öğrenci kitlesinin çoğulcu yapısı nedeniyle -Zamboanga'da Hristiyan ve Müslüman; Kırgızistan'da bunlarla birlikte Budist ve Hindu-, açık bir talimatlandırma yerine; dürüstlük, çok çalışma, uyum ve vicdanî hizmet gibi evrensel İslâmî değerleri öğretmeyi amaçladıklarını söylediler. Bişkek'teki Sebat International School'da bulunan ABD, Kore ve Türkiye'den gelen öğrenciler, Afganistan ve İran'dan gelen öğrencilerle gayet rahat bir şekilde eğitim görüyorlardı.
Bu karşılaşmalar beni, bu okulların altında yatan eğitim prensipleri ve motivasyonu belirlemek ve Gülen'e bir eğitimci olarak kendi vizyonunu diğerlerine aşılayabilme yeteneği kazandıran teknikleri anlamak için onun eserlerini araştırmaya itti. Bunlar tebliğimin bundan sonraki bölümünü işgal edecek konulardır. Esas olarak Gülen'in eğitim politikalarının temel ifâdesi olan Gülen Okulları üzerinde duracağım ve onun teşvik ettiği diğer girişimlerin, Samanyolu televizyon netwörk'ü, Zaman gazetesi ve diğer yayın projeleri, ihtiyaç içindeki öğrencilere yönelik burs programı ve Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın dinler arası diyalog ve anlayışı güçlendirme çabaları gibi çalışmaların eğitimsel yönleri üzerinde durmayacağım.
3. Fethullah Gülen'in Eğitim Vizyonu
Gülen'in eğitimsel çıkış noktasının, eğitimi Türk toplumundaki temel kriz olarak görmesi olduğu anlaşılmaktadır. Bu sosyal krizi meydana getiren faktörleri analiz ederken, değişik eğitim tipleri ve sistemleri arasındaki koordinasyon eksikliğinin görmezden gelinemeyecek bir element olduğu sonucuna varmaktadır. Türkiye'deki eğitimin 20. yüzyıl boyunca gelişiminin, geleceğe yönelik entegre bir perspektiften yoksun ve toplum içindeki mevcut bölünmeleri sürdüren mezunlar yetiştiren, birbirlerini dışlayıcı eğitim sistemleri arasındaki sağlıksız bir rekabetten ibaret olduğunu düşünmektedir. Bu konuda şunları söylemektedir: 'Modern okulların ideolojik dogmalar üzerinde yoğunlaştığı, dinsel eğitim kurumlarının (medreseler) yaşamdan koptuğu, manevî eğitim kurumlarının (tekkeler) bütünüyle metafiziğe daldığı ve ordunun kendisini tamamıyla gücüne hasrettiği bir zamanda esas olarak bu koordinasyon mümkün değildi.'[6]
Modern lâik okulların kendilerini modernist ideolojinin önyargıları ve geleneklerinden kurtaramadığını, medreselerin ise teknoloji ve bilimsel düşüncenin meydan okumalarına cevap verebilme konusunda yeterli ilgi ve yetenek sergileyemediğini düşünmektedir. Medreseler geçmişten kopmak, değişim gerçekleştirmek ve bugünün ihtiyacı olan eğitim formasyonu tipini sunabilmek için gerekli esneklik, vizyon ve yetenekten yoksundur. Geleneksel olarak manevî değerlerin gelişimini besleyen tasavvuf kökenli tekkeler, dinamizmlerini kaybettiler ve Gülen'in ifâde ettiği gibi; 'geçmiş yüzyıllarda yaşamış din büyüklerinin faziletleri ve kerametleriyle avundular.' Eskiden dinsel enerji ve aktivitenin temsilcisi ve ulusal kimliğin sembolü olan askeriye tarafından verilen eğitim, kendini öne çıkarma ve kendini koruma yaklaşımlarını destekleyici hale dönüştü.
Bugünün meydan okuması; geleneksel pedagojik sistemlerin birbirlerini rakip ya da düşman olarak görmeyi aşıp birbirlerinden istifâde edecek hâle gelmeleri için bir yol bulmaktır. Eğer 'düşünce, aksiyon ve ilham' bireyleri oluşturmayı umut ediyorlarsa, eğiticilerin çeşitli eğitim akımları içinde bulunan kavrayışları ve güçleri entegre ederek, mutlaka 'akıl ile kalbin evliliğini' gerçekleştirmeye gayret etmeleri gerekmektedir. Yüzyıllar boyunca oluşturulan miras olan içsel bilgeliğin, milletin sürdürülebilir kalkınması için gerekli bilimsel araçlarla entegrasyonu, öğrencilere kendi çevrelerinin sosyal baskılarını aşma imkânı verecek ve onlara hem içsel istikrar hem de faâliyetleri için yön sağlayacaktır. Gülen şunları söylemektedir: 'Biz eğitim yoluyla yardım edene kadar, gençlik kendi çevresinin esiri olacaktır. Amaçsızsa, kendi tutkularının esiri olarak, bilgi ve mantıktan yoksun olarak yetişecektir. Eğitimleri onları geçmişleriyle entegre eder ve aydın bir şekilde geleceğe hazırlarsa, ulusal düşünce ve duyguların yiğit genç temsilcileri haline gelebilirler.' [7]
Bu son cümle önemlidir ve Gülen'in Türkiye'de sürmekte olan tartışmaya bir cevabı niteliğindedir: 'Gençleri geçmişiyle entegre etmek ve onları aydın bir şekilde geleceğe hazırlamak'. Birçok gözlemci Modern Türkiye'nin karakteristik özelliklerinden birisinin Osmanlı geçmişinden kopmaya yönelik planlı çabalar olduğuna dikkat çekmektedir. Türk hükümeti tarafından geçen 70 yıl boyunca yürürlüğe konulan yasaların birçoğu, milleti modernize etme metodu olarak Osmanlı geçmişinden bilinçli olarak kopuşu sağlamayı amaçlıyordu. Örnekler arasında Başkentin İstanbul'dan Ankara'ya nakledilmesi, Hilafetin/padişahlığın kaldırılması, Arap harflerinin Lâtin harfleriyle değiştirilmesine ilişkin ortografik reform, Arapça ve Farsça kelimeleri Türkçe kökenli kelimelerle değiştirmeyi amaçlayan dil reformu, İsviçre Medenî Kanunu ve İtalyan Ceza Kanununun şeriat hükümlerinin yerine getirilmesini içeren hukuk reformu, hafta tatili olarak pazar gününün belirlenmesi, zorunlu soyadı kullanımı ve Farsça -zâde yerine -oğlu ekinin kullanılmaya başlanılması, fes ve türban gibi karakteristik Osmanlı giysilerinin yasaklanması ve Batılı giyimin zorunlu kılınması yer almaktadır. Bütün bu reformlar modernizasyon çabası içinde Osmanlı'dan kopuşu amaçlamaktaydı. [8]
Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasından bu yana geçen onlarca yıl boyunca birçok Müslüman Türk, Avrupa medeniyetinin en iyi ve en kötülerini körü körüne kabûl ettirmek için uygulanan 'modernizasyon' programını eleştirmişlerdir. Bu kişiler laikleşmeyi, yalnızca sekülarizasyon sürecinin amaçlanmamış bir yan ürünü olarak görmemekte, din karşıtı önyargıların bilinçli sonucu olarak değerlendirmektedir. Bu kişiler, modernizasyon reformlarının altında yatan telaffuz edilmeyen varsayımın, dinin ilerlemenin önündeki bir engel olduğu ve eğer toplumun ilerlemesi isteniyorsa dinin; toplum, ekonomi ve politikanın kamusal alanlarından mutlaka dışlanması gerektiğine ilişkin ideolojik inanç olduğunu ileri sürmektedirler. Cumhuriyetin kurulmasından bu yana geçen onlarca yıl boyunca oluşan ve birbiriyle rekabet eden eğitim sistemleriyle güçlendirilen karşılıklı mücadele hatları, Türkiye'de bütün düşünce sâhiplerinin kendi tarafını ilân etmesi beklenilen bir din-lâiklik tartışmasına dönüşmüştür.
Benim görüşüme göre, Fethullah Gülen'e hem 'lâik' hem de 'dindar' 'sağ' ve 'sol'un hücum etmesinin nedenlerinden birisi tam olarak, onun bir çıkmaz sokak olarak gördüğü bu konuda herhangi bir tarafta yer almayı reddetmesidir. Bunun yerine o sürmekte olan bu tartışmanın ilerisine geçmeyi sağlamasını umut ettiği geleceğe odaklı bir yaklaşım önermektedir. Gülen'in çözümü Türkiye Cumhuriyeti tarafından uygulanmakta olan maksatlı modernizasyon hedefini teyit etmek, ancak gerçek bir etkili modernizasyon sürecinin mutlaka kişinin bütünüyle gelişimini içermesi gerektiğini göstermektir. Eğitim terimleriyle ifâde edilirse; bu sürecin mutlaka çeşitli mevcut eğitim akımlarının ana kaygılarını alması ve bunların bugünün dünyasının değişen taleplerine cevap verecek yeni bir eğitim stili içine dâhil etmesi gereklidir.
Bu sistem geçmişi yeniden canlandırma veya geri getirmeyi amaçlayan tepkisel projelerden çok farklıdır. Onun adıyla ilişkilendirilen okullarda sunulan eğitimin, Osmanlı sisteminin yeniden canlandırılması ya da halifeliğin geri getirilmesi girişimi olmadığını savunan Gülen, bu okulların geleceğe odaklandığını tekrar tekrar ifâde etmektedir. Bunun için bir kadim Türk atasözünü nakletmektedir: 'Eğer yeni şartlara adapte olunmazsa, sonuç yok olmak olacaktır' (Ya yeni hâl, ya da izmihlâl). [9]
Gülen, modernizasyonun gerekliliğine rağmen, geçmişten radikal bir kopuşun getireceği riskler bulunduğu görüşündedir. Geleneksel değerlerden koparılan gençler maddi başarı dışında herhangi bir değer öğretilmeksizin eğitilme tehlikesi içindedirler. Küreselleşmiş piyasa sistemi memurlarının kitlesel üretimini amaçlayan modern eğitim girişimlerinde; fikir derinliği, düşünce berraklığı, duygu derinliği, kültürel kadirşinaslık veya manevîyata ilgi gibi manevî değerlerin göz ardı edilmesi eğilimi görülmektedir.
Bu gibi sistemlerde yetişen öğrenciler meslek sâhibi olmak için yeterli derecede eğitilmiş olabilir, ancak gerçek insanî hürriyeti gerçekleştirecek içsel formasyona sâhip olmayacaklardır. Hem ekonomik hem de politik alanlardaki liderler sıklıkla meslekî, 'değer içermeyen' eğitimi destekler ve teşvik ederler. Çünkü bu eğitim güç sâhiplerinin 'yetiştirilmiş ancak eğitilmemiş' çalışan kadroları daha kolay kontrol etmesine imkân sağlamaktadır. 'Gülen vurgulamaktadır ki; eğer kitleleri kontrol altında tutmak isterseniz, sâdece onları bilgi bakımından aç bırakın. Kitleler böyle bir zorbalıktan ancak eğitim yoluyla kurtulabilirler. Sosyal adalete giden yol, yeterli evrensel eğitimle döşenmiştir, yalnızca böyle bir eğitim başkalarının haklarına saygı duymak için yeterli anlayış ve hoşgörüyü kazandırır.' [10] Gülen'in görüşüne göre, iyi yapılandırılmış bir eğitimin yokluğuyla engellenen yalnızca adaletin sağlanması değil, aynı zamanda insan haklarının tanınması ve diğer insanlara yönelik kabûl ve hoşgörü yaklaşımlarıdır. Eğer insanlar düzenli olarak kendilerini 'düşünme' üzerine eğitir ve sosyal adalet, insan hakları ve hoşgörü pozitif değerleriyle desteklenirse, o zaman bu yararlı hedeflerin uygulanması için değişim unsurları olabilirler.
Modern toplumlardaki krizler onlarca yıllık okul eğitiminin 'ideâlsiz kuşaklar' yetiştirmesinden kaynaklanmaktadır. [11] Toplumda hareket, aksiyon ve yaratıcılığın kaynağı insan ideâlleri, amaçları, hedefleri ve vizyonudur. Eğitimleri yalnızca piyasa değeri olan becerilerin kazanılmasıyla sınırlı olan insanlar, toplumsal değişimi harekete geçirmek ve gerçekleştirmek için gerekli dinamizmi sağlayamazlar. Bunun sonucu sosyal açıdan dumura uğrama, çöküş ve narsisizmdir. Gülen şunları söylemektedir: 'İdeâlsiz ve amaçsız bırakıldığında, insanlar canlı cenaze durumuna düşer, insan yaşamına özgü emareler göstermezler... Kullanılmayan organın dumura uğraması ve kullanılmayan âletin paslanması gibi, amaçsız kuşaklar da sonunda ideal ve amaçsızlık yüzünden harcanıp giderler.'
Onun değerlendirmesine göre toplumsal kriz; toplumların rehberleri ve harekete geçiricileri olan öğretmenler ve aydınların, eğitime sınırlayıcı ve entegre olmamış yaklaşımın devam ettiricileri hâline gelmeleriyle yoğunlaşmaktadır. Eğitim sisteminden insanî değerlerin yok edilmesini protesto etmek ve bilimsel hazırlığı; mantık, etik, kültür ve manevîyat disiplinlerinde öğretilen manevî değerlerle birleştiren bir pedagoji için mücadele etmek yerine, eğiticiler sıklıkla 'yeni düşük standartlara kolaylıkla adapte olmaktadırlar'. Gülen entelektüellerin nasıl asırlar boyu bilgelik ve incelik içinde büyüyen geleneksel kültürel temel yerine manevî bakımdan güçsüzleştirmeyi ve teknolojik olarak modern kültüre kapılıp gitmeyi tercih edebildiklerini anlamakta güçlük çekmektedir.
Eğer eğitim reformu gerçekleştirilecekse, öğretmenlerin eğitimi göz ardı edilemeyecek bir görevdir. Gülen 'eğitimin öğretimden farklı olduğuna' dikkate çekmektedir. [12] İkisi arasındaki fark hem öğretmenlerin hem eğitimcilerin bilgi vermeleri ve beceri öğretmelerine karşın, öğrencilerin kişiliğinin ortaya çıkmasına yardım etme yeteneğine sâhip olan, düşünceyi ve düşünmeyi besleyen, karakter yapılandıran ve öğrencilerin öz disiplin, hoşgörü ve dava duygusunu içselleştirmelerine yardım edebilen yalnızca eğitimcidir. Öğrencinin karakter formasyonuyla ilgilenmeyen, yalnızca maaş almak için öğretmenlik yapanları 'körlere kılavuzluk eden körler' olarak tanımlamaktadır.
Birbiriyle yarışan ve birbirine hasım olan eğitim sistemleri Gülen'in tâbiriyle 'asla meydana gelmemesi gereken bir acı mücadeleye neden oldu: Bilim Dine karşı.' [13] 19-20. Yüzyıllar boyunca düşünürlerin, politikacıların ve dinî liderlerin enerjilerini tartışmanın iki tarafında harcayan bu sahte zıtlık; eğitim felsefeleri ve metotlarının iyice ayrılmasıyla sonuçlandı. Modern laik eğitimciler dini en iyi ifâdeyle boşa zaman harcama, en kötü ifâdeyle de ilerlemenin önündeki engel olarak gördüler. Bu tartışma dinî düşünürler arasında modernitenin reddi ve dini 'gerçek anlam ve işlevde bir din yerine politik bir ideoloji olarak görme'ye yol açtı. Gülen dinî eğitimcilerin, dinî ve manevî değerlere açık bilimlerin ve bilim adamları alanında güçlü bir formasyona sâhip oldukları bir eğitim sistemi yoluyla, 'uzun süren din-bilim çatışması sona erecek ya da bu çatışmanın saçmalığı kabûl edilecektir.'
Gülen, bunun gerçekleşmesi için, 'kalpleri dinî bilimler ve manevîyatla, akılları ise pozitif bilimlerle aydınlanmış gerçek aydın yetiştirmeyi' insanî vasıflara ve ahlâkî değerlere göre yaşamaya vakfetmiş, aynı zamanda 'zamanlarının sosyo-ekonomik ve politik şartlarının farkında olan' insanlar yetiştirmek için, dinî ve pozitif ilimleri ahlâk ve manevîyat yoluyla birbiriyle kaynaştıran, yeni bir eğitim stilinin gerekli olduğunu öne sürmektedir. Bilim öğretiminin karakter geliştirme, sosyal bilinçlenme ve aktif bir manevîyatla entegrasyonunu okulun eğitim hedefi olarak benimsemek, eleştirmenlere aşırı idealist, muhtemelen donkişotça bir çaba olarak görünebilir. Bu eğitim felsefesinin tek yeterli sınavı, Sayın Gülen'in dava arkadaşlarının bu prensiplere dayalı okullar kurmada ne kadar başarılı olduğunun incelenmesi olacaktır. Bu teyit etme konusuna bu tebliğin ileriki bölümlerinde döneceğiz.
Gülen'in eğitim hakkındaki eserlerinde bazı terimler sık sık tekrarlanmaktadır ve bu terimlerin yanlış anlamaya neden olmaması için açıklığa kavuşturulmasına gereksinim bulunmaktadır. İlki manevîyat ve manevî değerlerdir. Bazıları bunu 'din' anlamına gelen ve modern lâik toplumlarda, dindarlığa yönelik ön yargıları önlemek için kullanılan bir kod sözcük olarak anlayabilirler. Ancak Gülen'in bu terimi daha geniş bir anlamda kullandığı açıktır. Ona göre, manevîyat yalnızca dinî öğretileri içermekle kalmaz, aynı zamanda etik, mantık, psikolojik sağlık ve etkili bir açıklığı da içerir. Onun eserlerindeki anahtar terimler Şefkat ve hoşgörü'dür. [14] Eğitimin görevi; öğrencilerin 'doğru' disiplinlerle eğitilmelerine ilave olarak bu 'ölçülemez' vasıfların da aşılanmasıdır.
Gülen'in sık sık kullandığı diğer terimlerin de incelenmesi gerekir. Sıklıkla kültürel [15] ve geleneksel [16] değerlere duyulan ihtiyaçtan söz etmektedir. Onun kültürel ve geleneksel değerlere eğitimde yer verilmesi çağrısı, bazı eleştirmenler tarafından Cumhuriyet öncesi Osmanlı toplumuna dönüş içeren tepkisel bir çağrı olarak yorumlandı. Gülen daha sonraları bir irticacı, -bu terim Türk konteksi içinde 'gerici' hâttâ 'kökten dinci' şeklinde tercüme edilebilir - olmakla suçlandı. Bu suçlama onun dâima reddettiği bir suçlamaydı. Konumunu savunurken şunları söylüyordu:
İrtica sözcüğü geçmişe dönüş ya da geçmişi bugüne taşıma anlamına gelmektedir. Ben yalnızca yarını değil, ebediyeti hedef olarak kabûl ediyorum. Ben ülkemizin geleceğini düşünüyorum ve bu gelecek hakkında ne yapabilirsem onu yapmaya çalışıyorum. Herhangi bir eserimde, sözümde ya da faâliyetimde ülkemi geri götürecek herhangi bir şeyi asla yapmadım. Ancak zamanla sınırlanamayacak Allah'a imana, ibâdete, ahlâkî değerlere hiç kimse irtica damgası vuramaz. [17]
Kültürel ve geleneksel değerleri önermede, Türkiye'nin geçmişini, hâlâ modern insanlara öğretecek çok fazla şeyi olan, uzun ve zamanla oluşan bir irfan birikimi olarak gördüğü anlaşılmaktadır. Geleneksel irfandaki pek çok şey, hâlâ günümüz toplumlarının ihtiyaçlarıyla büyük ölçüde ilgiliydi. Bu irfan birikimi nedeniyle geçmiş göz ardı edilmemelidir. Diğer yandan, geçmişi yeniden geri getirmeyi amaçlayan her görüş, hem kısa ömürlü hem de başarısızlığa mahkûm olacaktır. Osmanlı geçmişinden kopma çabalarını reddederken, Gülen'in, modern toplum öncesini yeniden kurma ya da yeniden yaratma çabalarını da aynı şekilde reddettiği söylenebilir.
Gülen, bâzı modern reformcular arasındaki 'geçmişin boyunduruğundan kurtulma' eğilimini, hem yararı hem de zararı olan bir eğilim olarak görüyordu. Kültürel mirasın zulmedici, durağan ya da orijinal amacını ve ilhamını kaybetmiş elementlerinin şüphesiz yenilenmesi gerekliydi, ancak eğer yeni nesiller daha iyi bir gelecek inşa edeceklerse, özgürleştiren ve insanileştiren elementlerin mutlaka tekrar güçlendirilmesi gereklidir. Ona göre bugünün meydan okuması; 'bugünün şartlarını değerlendirmek ve geçmiş kuşakların deneyiminden yararlanmaktır.' [18] Bu düşüncenin yalnızca Türkiye'deki siyasî yönelişler hakkındaki iç tartışmalarla ve hâttâ İslâm toplumlarının geleceği ile sınırlı olmadığı açıktır. Onun eğitim vizyonu 'dünyanın her yerindeki ' toplumları ve o dünyanın şekillendirilmesinde samimi dindarların rolünü kucaklayan bir vizyondur. Bu konuda şunları söylemektedir:
'Bilim ve teknolojideki ilerlemelerle birlikte, son iki ya da 300 yıl, dünyanın her yerinde geleneksel değerlerden bir kopuş ve yenilenme adı altında farklı değerler ve spekülatif fantezilere bağlanmaya tanıklık etti. Ancak bizim, dünyanın her yerindeki umut verici gelişmelerle güçlenen umudumuz, gelecek yüzyılın iman ve ahlâkî değerler çağı, dünyanın her yerindeki inananlar için bir Rönesans ve yeniden canlanmaya tanıklık edecek bir çağ olacaktır. [19]
Gülen'in eğitimdeki ana ilgi alanı, gelecektir. O, insanın hem maddî hem de manevî yönlerini dikkate alan bir değerler sistemiyle teçhiz edilmiş, toplumda gerekli değişimleri idrak edebilecek ve gerçekleştirilebilecek reformcular yetiştirmek istiyor. İyi planlanmış eğitimin, doğal olarak mutlaka öğrencide bir kişisel transformasyonu içermesi gerekmektedir. Öğrencilere mutlaka rehberlik edilmeli ve öğrenciler, topluma kalıcı bir katkı yapma imkânı verecek sınırlayıcılıktan uzaklaşmaya, kendisine özgü düşünce tarzlarına ve öz-kontrol, öz-disipline teşvik edilmelidir. Gülen bu konuda şunları söylemektedir:
Dünyâda reform isteyenler başta kendilerini değiştirmelidir. Diğerlerini daha iyi bir dünyaya götürecek yola taşımak için, kendi içsel dünyalarındaki nefret, garaz ve kıskançlıktan arınmalı ve dışsal dünyalarını her tür erdemle süslemelidirler. Öz-kontrolden ve öz-disiplinden çok uzaklaşanlar, duygularını arıtamayanlar, başlangıçta çekici ve anlayışlı görünebilirler. Ancak bunlar başkalarına kalıcı bir şekilde ilham veremezler ve uyandırdıkları fikirler de kısa sürede kaybolacaktır. [20]
Bu günün toplumundaki krizlerin rakip eğitim sistemleri ve felsefeleri arasında koordinasyon eksikliğine bağlı olması nedeniyle, Gülen tarafından önerilen yeni eğitim stili doğrudan krizin temel nedenlerine cevap vermeyi amaçlamaktadır. Bunu yaparken Gülen, yeni eğitimin daha istikrarlı ve uyumlu toplumlar inşa edeceğine yönelik sağlıklı bir umut sunmaktadır. Eğer ulusal ve özel eğitim sistemleri tamamen maddî bilginin kazanılmasına ve teknolojik becerilerde ustalaşmaya yönlendirilirse, toplumdaki gerilimler ve çatışmalar için bir çıkış sunamazlar ve daha iyi bir gelecek için temel oluşturacak bir çözüm oluşturamazlar.
Öğrencilerin hem maddî hem de manevî ihtiyaçlarına cevap vermeyi amaçlayan bir eğitim tipi için çağrı yapan Gülen, eğitim reformunu olumlu sosyal değişimin anahtarı olarak görmektedir. Bu konuda şunları söylemektedir: 'Bir ulusun devamlılığı insanlarının eğitimine, onların yaşamlarının manevî mükemmellik tarafından yönlendirilmesine bağlıdır. Eğer uluslar, geleceklerini emanet edebilecekleri iyi eğitilmiş nesiller yetiştiremezlerse, o zaman gelecekleri karanlıktır.' [21]
Gülen'in Eğitim Felsefesine Yönelik Eleştiriler
Gülen'in yeni bir tür eğitim önerisi, onun adıyla ilişkilendirilen okullar ağı ile uygulamaya konulduğu şekliyle, evrensel olarak, özellikle anavatanı Türkiye'de, mutlak kabûl görmemektedir. Bâzı eleştirmenler Gülen tarafından telâffuz edilen eğitim felsefesini, kurulu lâik düzene yönelik olası bir tehdit oluşturabilecek kadrolar kurmak için bir paravan olarak görmektedirler. Onlar Rusya'da, Orta Asya'da, Kafkasya'da ve Balkanlar'da yükselen birçok okul aracılığıyla Gülen'in lâik Türkiye'nin etrafında 'yeşil bir çember' oluşturma girişimi içinde olduğunu ileri sürmektedirler.
Öğrencilerin duygularını, değerlerini ve yaklaşımlarını şekillendirmeyi amaçlayan herhangi bir eğitim biçiminin beyin yıkamayla suçlanması muhtemeldir. Sayın Gülen de bu suçlamadan muaf kalamadı. Türkiye'deki eleştirmenler [22] her ne kadar bu okullarda yürütülen herhangi bir dinî eğitim bulunmasa da, dinin ve politik bakımdan yönlendirilmiş İslâmî öğretilerin öğrencilere örnekler ve öğrencilerle öğretmenler arasındaki gayrı resmî ilişkiler yoluyla aşılandığını ileri sürmüşlerdir.
Gülen bu suçlamalara onun hareketi tarafından kurulan okulların Türk Millî Eğitim Bakanlığı'nın program ve müfredatını uyguladığına dikkat çekerek cevap vermektedir. Bu okulların yalnızca Türk Millî Eğitim Bakanlığı tarafından değil, ayrıca bu okulların kurulduğu ülkelerin istihbarat örgütleri tarafından da sürekli olarak denetlendiğine işaret etmektedir. [23] Bu okulları denetleyenler, asla herhangi bir beyin yıkama, politik eylemcilik ya da hükümet karşıtı fikirlerin, ne normâl öğretim yoluyla ne de gayrı resmî ilişki yoluyla aşılandığına ilişkin herhangi bir kanıt bulamadılar.
Gülen, okulların Türk toplumunun bütün sektörlerinde çalışan mezunlarının hiçbir zaman öğrenciler üzerinde baskı yapıldığına ilişkin herhangi bir şikâyette bulunmadıklarına işaret etmektedir. Aynı durum resmî ziyaretçiler için de geçerlidir:
'Ülkemizin iki cumhurbaşkanı, bakanlar, milletvekilleri, düşünürler, yüksek rütbeli emekli subaylar, gazeteciler, her görüş ve düzeyden binlerce insan gitti, bu okulları gördü ve döndü. Bu okulların kurulduğu ülkelerden onlara yöneltilen bu tür hiçbir şikâyet olmamıştır. İstisnasız hepsi bu okullardan sitayişle söz etmektedir.' [24]
Son tahlilde 'geçmişten kopma', 'geçmişi savunma' ya da 'geçmişi geri getirme' kategorileri Fethullah Gülen'in eğitim vizyonunu anlama girişiminin çok uzağındadır. Onun hareketinin fikir babalığını yaptığı okullar oldukça özel bir tarihsel kontekse kök salmış, ancak daima o konteski aşmayı amaçlamış okullar olarak tasarlanmıştır. Konteks farklılığı nedeniyle, Türkiye, Kırgızistan, Danimarka ya da Brezilya gibi birbirinden tamamen farklı ülkelerde kurulan okullar zorunlu olarak birbirinden çok farklıdır, ancak tamamı aynı insanî vizyondan ilham almaktadır.
Gülen bu vizyonu veciz bir şekilde şöyle ifâde etmektedir: 'Öğrenen ve başkalarına öğretip fikir veren insan gerçek insandır. Câhil olan ve hiçbir öğrenme arzusu olmayan insanı tam insan olarak görmek zordur. Ayrıca ilim sâhibi olan, fakat kendisini yenilemeyen ve değiştirmeyen böylece diğerlerine örnek olmayan insanın tam insan olduğu tartışmalıdır.' [25] Bu insanî vizyona pozitif bilimler, insanî bilimleri karakter geliştirme ve yukarıda söz ettiğimiz gibi geniş anlamda anlaşılması gereken 'manevîyat' girmektedir. Bu okulların öğrencilerinin üniversite sınavlarında sürekli yüksek puanlar alması ve Uluslar arası Bilgi Olimpiyatlarında matematik, fizik, kimya ve biyoloji gibi dallarda şampiyonlar çıkarmaları şaşırtıcı değildir.
Ancak bu okulları dünyanın her yerindeki binlerce hazırlayıcı okuldan ayıran şey, insan formasyonu için duyulan kaygıdır. Gülen, okulu öğrencilerin yalnızca bilgi ve beceri elde ettiği bir yer değil, yaşam hakkında da sorular sormaya başlayacağı, eşyanın anlamını arayacağı, yaşama yapmak isteyecekleri özel katkı konusunda düşünmeye başlayacağı ve bu dünyadaki yaşamı bir sonraki dünyayla ilişkilendirebileceği bir laboratuar olarak görmektedir. Hâttâ eğitim hakkındaki bazı eserlerinde, okuldan kutsal faaliyetlerin yürütüldüğü kutsal bir yer olarak, dinî tabirlerle söz etmektedir. Bu konuda şunları söylemektedir: 'Okul, hayatî fikirler ve olaylar üzerine ışık saçabilir ve öğrencilere kendi doğal ve insanî çevrelerini anlama imkânı verir. Ayrıca olayların ve eşyanın anlamını ortaya çıkaracak, kişiyi düşünce bütünlüğüne ve derin düşünmeye götürecek yolu çabucak açar. Esasta, bu okullar, 'hocaları' öğretmenler olan bir tür ibâdet yerleridir.' [26]
İslâm'ı Öğreten Bir Öğretici Olarak Fethullah Gülen
Bu tebliğin konusu bir eğitimci olarak Fethullah Gülen'di. Onun din düşünürü ve öğretmeni olarak rolü (geleneksel saygı ifâdesi olan Hoca Efendi sözüyle altı çizildiği gibi) dikkatli bir şekilde incelenmeyi hak etmektedir. Aynı dikkatin onun modern İslâm yorumcusu olarak dinî düşüncelerine de gösterilmesi gerekmektedir. Bu gibi konular bu tebliğin kapsamı dışında kalmaktadır. Ancak Sayın Gülen tarafından fikir babalığı yapılan eğitim girişimlerine karşı, tam olarak onun bir İslâm düşünürü ve öğretmeni olarak kabûl edilmiş statüsü nedeniyle, birçok suçlama yöneltildiği için, onun eğitim vizyonunun incelenmesi İslâm hakkındaki eserlerine kısaca bakmadan tamamlanmış olmayacaktır.
Gülen'in 300'den fazla eserinin çoğunda, açıkça İslâmî konular ele alınmaktadır. Bazıları öğrencilere ve ibadet edenlere yaptığı konuşmalar ve verdiği vaazların derlenmesinden oluşmaktadır. Diğerleri ise zaman zaman öğrencileri tarafından ona sorulan sorulara verdiği cevaplardır. Eserleri; Peygamber Hz. Muhammed'in (S.A.V.) biyografisinden tasavvufun temel girişin [27], kelâm biliminde geleneksel olarak tartışılan soruların ele alınmasına [28], İslâm inancının temel temalarına [29] kadar uzanmaktadır. Bu eserler uzmanlara yönelik olmayıp, daha genel düzeyde eğitimli Müslümanlar'a hitap etmektedir.
İmanî ve İslâmî uygulamaları, modern inananların ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde sunmayı amaçlayan Gülen'inBediüzzaman Said Nursi geleneğini sürdürdüğü söylenebilir. Said Nursi ve talebelerinin, Onun 1960 yılındaki ölümünden önceki ve sonraki onlarca yıl boyunca hükümetin kuşkusunu çekmesi nedeniyle, Gülen'in bu Doğu Anadolu Şeyhi ile ilişkileri Türkiye'de tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Gülen sıklıkla Nurcu, yâni Said Nursi'nin talebesi olmakla suçlanmıştır. Bu suçlamaya ilişkin olarak sorgulandığında, GülenSaid Nursi'nin eserlerinden de, diğer birçok Müslüman düşünürün eserlerinden yararlandığı gibi yararlandığını inkâr etmemekte, ancak kendisinin tarikat anlamında Nursi takipçisi olduğu iddiasını reddetmektedir. Şunları söylemektedir:
Nurcu kelimesi, her ne kadar Bediüzzaman Said Nursi tarafından bir unvan olarak kullanılmışsa da, temelde onun hasımları tarafından Nursi'nin hareketi ve takipçilerini hor görme ve onları sapkın bir tarikat olarak gösterebilmek için kullanılmıştır. Yaşamda herkes birçok diğer insandan, yazarlardan, şairlerden ve düşünürlerden yararlanmakta ve etkilenmektedir. Ben hayatım boyunca Doğudan ve Batıdan birçok tarihçi ve yazarı okudum ve onlardan yararlandım. Bediüzzaman Said Nursionlardan yalnızca birisiydi. Onunla hiç karşılaşmadım. Diğer yandan, belli bir özel gruba atfı ifâde eden -ci, -cu gibi ekleri asla kullanmadım. Benim tek hedefim bir mü'min olarak yaşamak ve ruhumu Allah'a bir mü'min olarak teslim etmektir. [30]
Yine de bâzı gözlemciler Gülen'le ilişkilendirilen hareketi, değişen tarihsel durumlar çerçevesinde sürekli olarak yeniden yorumlanan ve uygulanan Nursi düşüncesinin transformasyonlarından birisi olarak görmektedirler. Yılmaz 'Nursi'nin söylemi 'zâten büyük ekonomik, politik ve eğitim transformasyonlarına neden olmaktaydı'... Bugün Gülen hareketi bu fenomenin bir ifâdesidir. Hareket iki düzeyde günlük yaşam faâliyetlerine yayılmaktadır. İlki, zaman içinde anlam kazanan, tarih, akıl ve tabiiyet, sevgi ve ibâdet, iman ve rasyonel, bilim ve vahiy, kutsallık ve doğal düzen gibi kollektif kimlik yapıları kullanmaktadır. İkinci düzeyde hareket belli başlı toplumsal kurumları, liseleri, vakıfları, üniversiteleri, sigorta şirketlerini, finans kurumlarını, spor kulüplerini, televizyon ve radyo kanallarını, gazeteleri ve dergileri etkilemeye çalışmaktadır.' [31]
Fethullah Gülen'in İslâmî kaynakların ve geleneğin yorumlanmasına ilişkin kişisel yaklaşımı konusunda ne söylenebilir? Okuyucuyu ilk etkileyen şey onun ahlâk ve ahlakî erdeme yaptığı vurgudur. O ritüel uygulamadan çok doğrudan Kur'ân'ın kaynaklık ettiği dinsel güce daha çok önem vermektedir. Ritüel için olan gereksinimi teyit eden Gülen, etik doğruluğun dinsel itici gücün kalbinde yattığını düşünmektedir. 'Ahlâk dinin temeli ve İlâhî Mesajın en temel bölümüdür' demektedir. 'Eğer erdemli olmak ve iyi ahlâka sâhip olmak kahramanlıksa -ki öyledir- en büyük kahramanlar başta Peygamberler ve daha sonra onları samimiyet ve sadakatle izleyenlerdir. Gerçek bir Müslüman, gerçek bir evrensel, böylece de İslâmi- ahlâkı uygulayan kişidir.' Gülen bu görüşünü Hz. Muhammed'den bir hadisle desteklemektedir: 'İslâm güzel ahlaktır; ben güzel ahlâkı mükemmelleştirmek ve tamamlamak için gönderildim.' [32]
İslâmî yaşam tarzının toplu halde şeriat olarak bilinen çeşitli yönleri, yâni iman (akideler), ritüel yükümlülükler (ibâdât), ekonomik işler (muamelât), yönetim prensipleri (siyaset), âile yaşamı kuralları (Ahvâl-i Şahsiye) ve ahlâkî talimatlar (ahlâk); hep birlikte şerefli, etiksel olarak doğru birey meydana getirmek için çalışmayı amaçlamaktadır. Bu geniş anlamıyla İslâm ya da kişinin yaşamını Allah'a teslim etmesi için, Fethullah Gülen'in ismiyle ilişkilendirilen okullar, kökünü İslâm'da bulan etik vizyon fikrine sâhiptir, ancak bu fikir yalnızca ümmet üyelerinde ifâdesini bulmaz. Gülen öğrencilerin şekillendirilmesiyle ilgili olarak 'insani vasıflara ve ahlâkî değerlere göre yaşamaya kendisini adamış', 'dış dünyalarını her türlü erdemle süslemiş' öğrencilerden söz ederken, kendisinin bir Müslüman olarak İslâm'dan öğrendiği bir tür evrensel kod önermektedir. Aynı şekilde erdemleri, insanî vasıfları ve ahlâkî değerleri yalnızca Müslümanların sâhip olduğu değerler olarak görmemektedir. Müslüman olmayan öğrenciler de okullara kabûl edilmekte ve onların dinlerini değiştirmeleri için herhangi bir baskı yapılmamaktadır.
Bu güçlü etik onun İslâm'ı anlayış tarzının tam kalbinde yattığından, Gülen'inHz. Muhammed'in yaşamına ilişkin birçok eserinde onun Peygamber olarak rolünün, İlahî vahiyleri getirmesi olduğu, ancak, Kur'ân'ı ilk işiten ve yaşamı Kur'ân'ın mesajına göre şekillendirilmiş olan Hz. Muhammed'in Müslümanlar için ahlâkî örnek olma rolünün daha güçlü olduğu vurgulanmaktadır. Özellikle onun iki ciltlik çalışması, Prophet Muhammad: the Infinite Light'taGülen'in asıl ele aldığı konunun günümüz Müslümanları için bir rol-modeli olarak Hz. Muhammed olduğu görülmektedir. Bu onu Hz. Muhammed'in ashâbı, eşleri ve düşmanlarıyla kişisel ilişkilerinde sergilediği ahlâkî vasıflar ve Emir-el Mü'minin olarak gösterdiği liderlik vasıfları üzerinde yoğunlaşmaya itmiştir. Hz. Muhammed'in yaşamında özellikle önemli bulduğu şeyler, iman, samimiyet, cömertlik, tevâzu, kararlılık, doğru sözlülük, şefkat, sabır, hoşgörü, realizm, cesaret, sorumluluk hissi, ileri görüşlülük, danışma, yetki devretme ve affetme gibi liderlik özellikleridir. [33]
Böylece İslâm dini 'İnsanı mükemmelleşmeye götüren ya da dünyaya gelmeden önceki meleklik halini yeniden kazanma imkânı veren bir yol olarak anlaşılmaktadır.' [34] Eğer İslâm ahlâkî mükemmelleşmeye giden yol olarak görülürse, İslâmî gelenek içinde doğal ve kaçınılmaz bir gelişme olarak tasavvuf'un gelişeceği düşünülmelidir. Gülen Tasavvufun (Sofizm) etik bir tanımını 'bütün kötü huylardan ve kötü davranışlardan kurtulma ve erdem elde etmek için sürekli çaba gösterme' olarak yapmaktadır. [35] İslâm tarihindeki Mutasavvıfları; Müslüman nesillerine, insanın mükemmelleşmesine giden bu yolu nasıl izleyeceklerini gösteren ruhani rehberler olarak takdir etmektedir. '(Onlar) insanlar için gerçeğe giden yolu aydınlattılar ve insanları kendilerini mükemmelleştirmeleri için eğittiler. Samimiyet, İlâhî aşk ve iyi niyet âbidesi olarak tasavvuf üstatları İslâmî fetihlerin, fethedilen toprakların ve insanların Müslümanlaştırılmasının ardındaki motive edici faktör ve güç kaynağı haline geldiler. Gazaliİmamı Rabbani ve Bediüzzaman Said Nursi gibi şahsiyetler, bilgelerin aydınlığını, din düşünürlerinin bilgisini ve en yüce azizlerin manevîyatını kendisinde toplayan en üst dereceli 'müceddid' ya da 'müçtehidler'dir. [36]
Tasavvuf geleneğini böylesine pozitif biçimde yorumlaması kaçınılmaz olarak, onun hareketi içinde bir tür neo- sufi (tasavvufî) tarikat kurduğu suçlamalarına yol açtı. Bırakın kendi tasavvuf düzenini kurmayı, bir tarikata üye dahi olmadığını açıklayan Gülen, İslâm'ın ruhani boyutu olan tasavvufu mahkûm etmenin, İslâmî inancın kendisine karşı çıkmakla eşdeğerde olduğunu savunmaktadır. Bu konuda şunları söylemektedir: 'Defalarca söylediğim gibi ben bir tarikat üyesi değilim. Din olarak İslâm zâten manevî alanı vurgulamaktadır. İslâm benliğin (ene) eğitilmesini temel prensip olarak vurgulamaktadır. Münzevilik, dindarlık, nezaket ve samimiyet İslâm'ın zaruri unsurlarıdır. İslâm tarihinde bu konuları en çok ele alan disiplin, tasavvuf olmuştur. Tasavvufa karşı çıkmak İslâm'ın özüne karşı çıkmak olacaktır. Ancak tekrar ediyorum ki, hiçbir zaman bir tarikata katılmadığım gibi, herhangi birisiyle bir ilişkim de asla olmadı.' [37]
Sonuç
Fethullah Gülen'in eğitim vizyonu, yüz yılı aşkın süredir çok sayıda eğitim projesinin ifâde etmekte olduğu, bir tür yüksek derecede idealist misyon ifâdesi olarak görünebilir. Gerçek sınav, bu idealizm üzerine bilinçli olarak bina edilmiş olan onun hareketiyle ilişkilendirilen çok sayıda okulun, Gülen'in tavsiye ettiği eğitim türünü vermede başarılı olup olamayacağıdır. Bunun cevabı bu okulları değerlendirenlerin beklentileri kadar çeşitli olacaktır. [38] Öğretmenlerin ve idarecilerinin bireysel yetenekleri, hükûmetin desteği ya da müdahalesi, mâli düzenlemeler, öğrencilerin yetenekleri ve geçmişlerindeki farklılıklara bağlı olarak bâzı okulların diğerlerinden daha başarılı olması muhtemeldir.
Eğitim sürecinin, genelleştirilmiş sınavlar, akÂdemik olimpiyatlar ve yüksek kaliteli üniversite programlarına giriş gibi unsurları yönünden 'Gülen netwörkü' içindeki okullar büyük ölçüde Fethullah Gülen ve dava arkadaşlarının beklentilerini gerçekleştirmiştir. Üstelik âileler büyük bir istekle bu okulların peşinde koşmaktadır. Örneğin Kırgızistan'ın Bişkek kentinde bir ortaokulu ziyâret ettim. 250 kişilik kontenjanın mevcut olduğu bu okula girmek için 5000 öğrenci başvurmuştu.
Gülen network'ü içinde yer alan okulları çok sayıdaki diğer hazırlık okullarından ayıran eğitim formasyonunun sayılamaz unsurlarının değerlendirilmesi çok güç olduğu gibi, zorunlu olarak da görecelidir. Bu okullar, Gülen'in ifâdesiyle 'akılla kalbin evliliğini' gerçekleştiren mezunlar, 'düşünce, eylem ve fikir adamı' olan bireyler yetiştirebilmiş midir? Bu okullardan mezun olan öğrenciler 'ulusal düşünce ve duyguların yiğit genç temsilcileri' olmaya devam etmekte midir? Bu öğrenciler, Gülen'in eğitimin temel hedeflerinden birisi olarak gördüğü 'fikir derinliği, düşünce berraklığı, duygu derinliği, kültürel kadirşinaslık ve manevî değerler'in aşılandığının emârelerini gösterebilmişler midir? Bu gibi sorulara ancak mezunların kendileri ve bu mezunları tanıyan ve onlarla birlikte çalışanlar cevap verebilirler. Bu cevaplar Gülen'in eğitim felsefesinin başarısının tartışılabileceği nihai değerlendirme kriterlerini oluşturacaktır.
[1] Gülen, Hocaefendi unvanının bir tür mezhep, Sofi benzeri tarikat ya da Osmanlı yeni-dirilimci kullanış biçimini yansıttığı şeklindeki suçlamaları karşısında açıklama yapmak zorunda kaldı. Gülen bu terimin herhangi bir hiyerarşik önem ya da resmî yan anlam taşımadığını, yalnızca 'dinî meselelerde bilgili kabûl edilen ve genel kamuoyu tarafından onaylanan bir kimseye saygılı biçimde hitap etme yolu olduğunu' söylemektedir. Alıntı yapılan eser: Lynne Emily Webb, Fethullah Gülen: Is There More to Him than Meets the Eye?, Paterson, N. J. Zinnur Book, n.d, s. 80.
[2] M. Fethullah Gülen, Criteria or Lights of the Way, I: 36, Kaynak Yay., İzmir 1998.
[3] Alıntı yapılan eser: Lynne Emily Webb, Fethullah Gülen: Is There More to Him than Meets the Eye?, s. 106.
[4] M. Fetulh Gülen'e Sunum, Prophet Muhammad as Commander, s. ii, Kaynak Yay., Konak-İzmir 1998.
[5] Alıntı yapılan yer: The Economist, Yılmaz, Gülen hareketinin takipçileri ve sempatizanlarının sayısını 200.000 ile 4.000.000 arasında tahmin etmektedir. İhsan Yılmaz, 'Changing Turkish-Muslim Discourses on Modernity, West and Dialogue,' Tebliğ International Association of Middle East Studies'te (IAMES) sunulmuştur, Berlin, 5/7 Ekim 2000, dipnot 33.
[6] M. Fethullah Gülen, Towards the Lost Paradise, s. 11, Truestar, Londra 1996.
[7] Gülen, Criteria or Lights of the Way, I:59.
[8] Bernard Lewis, The Emergence of Modern Turkey, s. 268/289, Oxford University Press, Oxford 1969.
[9] Webb, s. 86.
[10] 'M. Fethullah Gülen: A Voice of Compassion, Love, Understanding and Dialogue,' M. Fethullah Gülene sunum, 'The Necessity of Interfaith Dialogue: a Muslim Approach,' Parliament of the World's Religions, s. 4,Capetown 1999.
[11] Gülen, Towards the Lost Paradise, s.51/52.
[12] Gülen, Criteria, or Lights of the Way, I: 36.
[13] Gülen, 'The Necessity of Interfaith Dialogue: a Muslim Approach,' s.39.
[14] Gülen'in Hz. Muhammed'in (sav) yaşamı ve misyonu üzerine yaptığı çalışmalar tekrar tekrar şefkat ve hoşgörü vasıfları üzerinde odaklanmaktadır. M. Fethullah Gülen, Prophet Muhammad as Commander, Kaynak Yay., İzmir 1998, s. 3-4, 7, 11, 87, 94, 100'de sık sık tekrarlanmaktadır ve Prophet Muhammad: The Infinite Light, Kaynak Yay., İzmir 1998, 3 cilt. Bakınız I: 118/119/179 ve II: 96,123,131,150. Güney Afrika, Cape Town'da yapılan 1999 Dünya Dinleri Parlamentosunda Gülen şunları söylemişti: 'Hz. Peygamber, Allah'ın selamı ve merhameti onun üzerine olsun, gerçek Müslümanı kendi sözleri ya da eylemleriyle hiç kimseye zarar vermeyen ve evrensel barışın en güvenilir temsilcisi olan kişi olarak tanımlamıştı.', 'The Necessity of Dialogue: A Muslim Approach', s. 20.
[15] Bakınız, 'Eğitim için daha gerekli olmasına rağmen kültürel değerlerin öğretilmesine çok az dikkat ve önem verildi. Eğer bir gün kültürel değerlere önem verilmesini sağlayabilirsek, o zaman büyük bir amaca ulaşmış olacağız.' Criteria or Lights of the Way, I: 35.
[16] Bakınız Towards the Lost Paradise, s. 16 ve Criteria or Lights of the Way, I: 44
[17] Alıntı yapan Webb, s. 95.
[18] Gülen, Criteria, or Lights of the Way, I: 45.
[19] Gülen, Towards the Lost Paradise, s.103.
[20] Gülen, 'The Necessity of Interfaith Dialogu: a Muslim Approach,' s.30.
[21] Gülen, Criteria, or Lights of the Way, I: 56.
[22] Webb, s. 135.
[23] Webb, s. 107.
[24] Webb, s. 105/106.
[25] M. Fethullah Gülen, A Voice of Compassion, Love, Understanding and Dialogue, s. 5.
[26] Gülen, 'Towards Lost Paradise', s. 98.
[27] Çalışması olan Key Concepts in the Practice of Sufism, İzmir: kaynak, içinde yazarın tasavvuf yolundaki makâmât ve ahvâlin analizini yaptığı tasavvufa temel giriş niteliğindedir.
[28] Gülen'in Asrın Getirdiği Tereddütler'i dört ciltlik geniş bir çalışma olup, birinci cildi İngilizceye Questions This Modern Age Puts to Islam adıyla çevrilmiştir, Kaynak Yay., İzmir 1998. Çalışma Kur'an'ın ortaya çıkan özelliği, ifşanın doğası ve Müslüman olmayanların manevî kurtuluş ihtimalinin ilginç bir şekilde ele alınması gibi teolojik konuları içermektedir. (s.149/160).
[29] Understanding and Belief: the Essentials of Islamic Faith, Kaynak Yay., İzmir 1997, yaratılış ve neden-sonuç ilişkisi, kıyamet, yeniden dirilme, meleklerin görünmeyen dünyası, cinler ve şeytan gibi konuları ele almakta ve Nübüvvet, Hz. Muhammed'in peygamberliğinin incelenmesi ve Kur'ân'a incelenmesiyle ilgili olarak bilim ve din sorunun ele alınmasıyla sona ermektedir.
[30] Alıntı yapılan yer Webb, s. 96.
[31] Yılmaz, 'Changing Turkish-Muslim Discourses,' s. 2
[32] Gülen, Towards the Lost Paradise, s. 30
[33] Gülen, Prophet Muhammad as Commander, s. 122/123.
[34] Gülen, Prophet Muhammad: the Infinite Light, II: 154.
[35] Gülen, Key Consepts in the Practice of Sufism, s. 1.
[36] Gülen, Prophet Muhammad: the Infinite Light, II: 154.
[37] Alıntı yapan Webb, s. 102/103.
[38] İhsan Yılmaz, Fethullah Gülen düşüncesi üzerine yakın dönemde yapılan araştırmaların çok yararlı bir bibliyografisini vermektedir: The Economist, 'Europe: Islamic Evangelists,' 8 Temmuz 2000; Bülent Aras 'Turkish İslâm's Moderate Face', Middle East Quarterly 5/3: 25; Shirin Akiner, 'Religion's Gap', Harvard International Review, Kış 2000; Oral Çalışlar, Fethullah Gülen'den Cemalettin Kaplan'a, İstanbul: 1998; Eyüp Can, Fethullah Gülen Hocaefendi ile Ufuk Turu, İstanbul 1995; Nevval Sevindi, Fethullah Gülen ile New York Sohbeti, İstanbul 1997; Mehmet Ali Soydan, Fethullah Gülen Olayı, İstanbul 1999; Osman Özsoy, Fethullah Gülen Hocaefendi ile Mülakat, İstanbul 1998; Medya Aynasında Fethullah Gülen, Gazeticiler ve Yazarlar Vakfı Yayınları, İstanbul 1999; Elisabeth Özdalga, 'Entrepreneurs With a Mission: Turkish Islamists Building Schools Along the Silk Road', (Kuzey Amerikan Ortadoğu Araştırmaları Cemiyetinin Yıllık Konferansında Sunulan Tebliğ), 1999; M. Hakan Yavuz, 'Societal Search for a New Contract: Fethullah Gülen, Virtue Party and Kurds', SAIS Review 19/1, Kış/İlkbahar 1999.Formun Üstü
Formun Altı 
***
Gülen'den Hürriyet'e cevap geldi
The Economist Dergisi, "Dünyâ sahnesinde bir köylü çocuğu" başlıklı haberinde Fethullah Gülen için şu ifâdeyi kullandı: "A "prophet" who finds honour , an some suspicion, in his own country: Fethullah Gulen".
Yâni, "Kendi ülkesinde şerefle ve biraz da şüpheyle karşılanan "peygamber".
Muhabirini Gülen'in memleketi olan Erzurum'un Korucuk Köyü'ne gönderen dergi, cemaatin fidanlığının öğrenci yurtları olduğu, Türk emniyetinde Fethullahçılar'ın yüzde 70'e ulaştığı iddialarını dile getirdi. Ancak tüm yazılanlar içinde "Prophet -Peygamber" nitelemesi dikkat çekti, soru işaretleri doğurdu. The Economist editörleri, İslâm'ın son peygamberinin Hz . Muhammed olduğunu bilmiyor muydu? Ya da Batılı bir hoşgörü çerçevesinde peygamber, "dinî lider" anlamıyla mı kullanılmıştı? Yoksa prophet farklı bir anlamda mı yazıya konuldu? The Economist "in bu yorumu Hürriyet Gazetesi'nde yer alınca Fethullah Gülen bu konudaki şikâyetini Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök'e bir mektupla aktardı. Peygamber nitelemesine itiraz etti. İşte Gülen'in mektubu:
Muhterem Ertuğrul Bey,
Bugüne kadar hakkımda çok şeyler yazıldı söylendi.
Bâzen yapılan haksız, yersiz eleştiriler ve yakıştırmalardan mahzun ve mükedder oldum. Takdire şayan mevzularda bile bizzat şahsım ya da bana nispet edilen insanlar itham altında tutuldu.
İçim burkuldu çoğu zaman. Onca haksızlığa rağmen sabretmeye, hataları sebatla karşılamaya gayret ettim. Yanlış bir algı varsa belki de biz kendimizi yeterince doğru anlatamadık diye özeleştiri yapmaya çalıştım ve hicranımı sineme gömdüm. İlerleyen yaşıma ve bir kısım sağlık problemlerime aldırmaksızın akla hayâle gelmedik iddialarına devam eden insanları gördükçe üzüntüm daha da artıyor.
Yetiştiğim kültürün gereği sabretmeyi, hâttâ insaf ve iz'an ölçülerini aşarak bana kötülük yapmayı vazife-i asliye gibi değerlendiren insanlara dua etmeyi tercih ettim, ediyorum.
Bu yapılanlardan bir kısmını dünya imtihanında çekilecek çilem olarak görüyor, her şeyi Yaratan'ın adalet ve merhametine havale ediyorum.
"DUYGULU VÂİZ" DE O KELİMENİN ANLAMI
Ne var ki The Economist Dergisi'nde çıkan bir değerlendirme yazısını vesile kılarak benim için "peygamber" tabirinin kullanılması beni yürekten yaralamış, derinden üzmüştür. Dilin inceliklerine vakıf olan dostlarıma göre "prophet" tabirinin tek karşılığı peygamber olmadığı gibi bahsi geçen yazının siyak ve sibakında böyle bir muradın hedeflenmediği anlaşılıyor.
Yazının içinde tırnak içinde kullanılan "A prophet" kelimesi "Peygamber" şeklinde tercüme edilmemeliydi; zira yazı boyunca "İslâm âlimi", "çok duygulu vaiz" gibi ifâdeler de geçmektedir.
Belli ki prophet kelimesinin diğer anlamlarından biri kastedilmiş. Kelimenin diğer anlamlarının da (kâhin, ermiş vs.) kendim için kullanılmasını doğru bulmadığım gibi, peygamber manasında tercüme edilmesinin ürpertici bir hata olduğuna inanıyorum. Kaldı ki yabancı bir kaynağın bizim inancımıza göre peygamberlik kavramını hatalı kullanması da muhtemeldir.
HZ. MUHAMMED SON PEYGAMBERDİ
Bu meselenin benim inanç dünyama bakan bir yönü var ki bence dergideki metinden de onun yarım yamalak ve kasıtlı-kasıtsız tercümesinden daha önemlidir.
Malûmunuz olduğu üzere Peygamber'e inanmak, iman esaslarındandır ve bu kutsî esasa göre en son peygamber Hazret-i Muhammed Aleyhisselam'dırKur'ân-ı Kerîm'in çok açık âyetleri bu gerçeğin beyanıdır.
Muhammed Aleyhisselam'dan sonra peygamber gelmeyeceği Kur'ân âyetiyle o kadar sâbittir ki, aksini iddia etmek cehâlet ve sapıklık olarak görülmüştür.
Ben de her mü'min gibi can-u gönülden bu yüce hakikate bağlıyım...
Hakkımda kullanılan ve yanlış anlamaya müsait bir şekilde tercüme edilen bu kelime üzerine sanki benim böyle bir iddiam varmış gibi (hâşâ) yayın yapılmasını yüreğim parçalanarak öğrendim. Vahiyle müeyyed peygamberlik makamından bahsedilirken insanlar daha dikkatli olmak ve Allah karşısında tir tir titrercesine davranmak zorundadır.
Sâde ve düz bir Müslüman olmayı, hiçbir maddî manevî makama tercih etmem.
Allah'a kul olmak, Hazreti Muhammed'e layık bir ümmet olmak hayatımın en temel gâyesidir. Akidem budur, hayat felsefem budur. Ne acıdır ki ben Hazreti Muhammed'e küçük bir bende olmaya çabalarken çok ağır ve yakışıksız bir benzetmeyle karşı karşıya kaldım. Üzüldüm, kırıldım...
Gönlüm isterdi ki yabancı bir lisanda kaleme alınmış bir makalede geçen ve meramını tam ifâde edemediği anlaşılan bir kelimeden yola çıkarak insanımızın kafası bu denli karıştırılmasın...
MEMLEKETİMİZ ZOR GÜNLER GEÇİRİYOR
Son olarak söylemek isterim ki, memleketimiz zor günlerden geçiyor ve maâlesef böyle dönemlerde insanları karalamak, birbirine düşürmek için her zaman olduğu gibi maksatlı propaganda yapmak isteyenler zuhur ediyor.
İnsan sevgisinin tesisi ve sosyal barışın temini için daha müteyakkız olmak, müşfik bağrımızı herkes için hoşgörü ile açmak zorundayız.
Öteden beri inancım budur ve böyle kalacaktır.
Saygılarımla... Fethullah Gülen
Allah şâhittir kimseye görevden alın demedim
Bu arada başka bir konuya da temas etme zarureti hissediyorum. Aynı yazıyı vesile ederek İstanbul Emniyet Müdürü Sayın Celalettin Cerrah'ın görevden alınması talebinde bulunduğum yazılıp çizilmiş. Allah şâhittir ki benim ne böyle bir arzum olmuştur ne de böyle bir talebim. Aksini ispat etmeden bunu ortaya atanlar sâdece bu dünyada müfteri olmakla kalmıyor; âhirete giderken yanlarında taşıyamayacakları bir kul hakkını da götürmüş oluyor.
***
"Prophet için sözlükler ne diyor: İngilizce'deki "prophet kelimesinin Türk dilindeki ilk karşılığı "peygamber.
İngilizce - Türkçe Redhouse sözlüğünde "prophet" kelimesinin anlamları şöyle sıralanıyor: Peygamber, nebiresul; bilhassa Allah için söz söyleyen kimse, kâhin, kehanet sahibi.
Türk Dil Kurumu İngilizce -Türkçe sözlüğünde de "prophet"in karşılıkları şöyle: Peygamber, yalvaçresulnebi, (Tevrat'a göre) Allah adına konuşan ve İsrailliler'eyol gösteren kimse, Kâhin, kehanet sâhibi.
The Prophet : Hz .Muhammed, 5. kendisine vahiy/ilham gelen ve toplumu doğru yola yönelten kimse, öndermürşit.
Her iki kaynakta da "prophet "in Türkçe karşılığı olarak "kâhin, kehanet sâhibi" kelimeleri gösterilse de, bu kavram esas olarak "oracle " kelimesiyle ifâde edilir.
***
MKD Yorumu
Semih Tufan Gülaltay mahkûm edilmiş, kitabı da piyasada yok (aratmadığım yer kalmadı). Buna mukabil, yazdıklarına doğru dürüst bir cevap da veren yok! "Sistem" kendisini susturmuş belli ki.
İsrail'in Hayfa şehriBahaîler'in Dünya MerkeziBahaîlik Birleşmiş Milletler'de temsil edilmekteve dünyadaki gayri siyasî alanlarda sosyoekonomik projelere katkıda bulunmak için çalışmakta. Filistinli Müslümanlar'ın alenen soyunu kıran İsrail, neden bu sözüm ona "4. İbrahimî dine ev sâhipliği yapar dersiniz?
Bahaîlik'te peygamberlik bitmeyecek, Hz. Muhammed de peygamberdi ama hep yenileri gelecek deniyor mu? Evet. Eh, Fethullah Gülen de aksini söylemiyor. Yasaklanan youtube'daki nasihatleri çok mânidardır: "Bekleyin, sabırlı olun, atış yapma zamanını şaşırmayın vs. Yukarıdaki bir ton lâstikli lâf yerine "ben katiyetle peygamber filân değilim arkadaş demiş mi? Hayır.
Erzurum'un Korucuk Köyü'nde doğan bu gariban dim âlimi ABG ve İsrail'ce korunuyor ve bir dünya lideri yapılıyor mu?Evet!
Bahaîlik de ABG ve İsrail'ce korunuyor mu? Evet!
Rusya bu zâtın bütün okullarını kapatıp, yasak koydu mu? Evet.
Türk emniyetinde Fethullahçılar'ın yüzde 70'e ulaştığı iddiaları doğru mu? Gâliba evet!
Bunlar canlarının istediklerini içeri atıp gözdağı veriyorlar mı? Evet!
Beş parasız dâhi bir "Efendi Hazretleri dünya çapında okulları idare ediyor mu? Evet!
Nihaî olarak, bu mekteplerde İngilizce (hâttâ Amerikanca)  ve Light Islam dayatılıyor mu? Evet!
Ne demiş The Economist: "Europe: Islamic Evangelists, 8 Temmuz 2000!
Evangelism nedir? Bilmeyenlere kısaca özetleyeyim: Yahudi olmayanların Yahudiciliği dini ve ABG'nin metastatik kanseri; şiârı ise İslâm düşmanlığı.
Fethullah Gülen Bahaî midir bilemem ama hem Bahaîliğin hem de kendisinin Batı emperyalizminin âleti olduğu o kadar açık ve seçik ki.
Esinlendiği Nurculuk da öyle değil midir zâten?
Kimse bana ABG'nin İslâmî(!) bir hareketi insanlık uğruna desteklediğini filân söylemesin.
Bilmem başka söze gerek var mı.
Mehmet Kerem Doksat - İstinye - 17 Mayıs 2008 Cumartesi

Allah Nedir?

M. Kerem DOKSAT   Perşembe, 17 Nisan 2008  
Başlığı görenler benim "kafayı yediğimi" düşünebilir.
Şimdilik hayır.
Sâdece, bana özel mesaj yollayan bir ziyaretçimle olan muhavereyi nakledeceğim; okuyunca, başlığın ne olup olmadığı ortaya çıkacak sanırım.
***
Sayın Kerem Doksat Hocam,
Yazılarınızı ve sizi www.keremdoksat.com sitenizden takip etmekteyim. Felsefeye ve bilime ilgi duyan biriyim. Bir süredir üzerinde düşündüğüm ve işin içinden bir türlü çıkamadığım bir konu var. Eğer izin verirseniz onu sizinle paylaşmak ve fikirlerinizi almak isterim. Değerli zamanınızı almadan kısa da olsa cevap verirseniz çok mutlu olacağım Sayın Hocam. Aşağıda sorumu bulabilirsiniz:
1. Sonsuzluk dışı olmayan, bu anlamda sınırları olmayandır. Ve sonsuzluk tanımlanamaz, tanımlanabilen sonlu olanlardır. Bu durumda sonsuz nötr olan kutupsuz olandır, toplamı sıfırdır, bir yöne eğilimi yoktur, sıfatları yoktur. Sonsuzluk tanımlanamaz evet ama sonsuzluğa nötr veya kutupsuz dediğimiz zaman da bu bir tanımlama oluyor. Sonsuzluk hakkında konuşmaya düşünmeye başladığımız anda tanımlama yapmış oluyoruz. Ona bir şekilde sıfat yüklüyoruz. Tanımlama yapmadan ne konuşabiliyoruz ne de düşünebiliyoruz. Hâttâ öyle ki sonsuz tanımlanamaz derken bile aslında onu tanımlamış oluyoruz. Ne yaparsak yapalım bir tanımlama var işin içinde. Ama tanımlamak da yanlış. İşte paradoks ve kafamı karıştıran nokta bu.
2. Vahdet-i Vücûdun anlattığı Allah ile sonsuzluk sizce örtüşüyor mu? Yani Allah = Sonsuzluk mu sizce? Allah hakkında bir yandan 99 sıfatı olduğu söylenir, bir yandan da "Allah tüm isim ve sıfatlardan münezzehtir" denilir tıpkı sonsuzluk gibi. Ama münezzeh olmak da en nihâyetinde bir sıfattır. Buralarda çelişkiler yok mu? Ayrıca Tanrı için eğilimi ve sıfatı yok dersek (sonsuzda olduğu gibi) bu sefer onu durağan yapmış oluruz, burada da bir eksiklik var sanki. Fakat O'nu tanımladığımız zaman da bu sefer sonlu hâle getirmiş oluyoruz. Yâni sonlu alandaki kavramlarla sonsuzu tanımladığımız zaman kategorik hataya düşmez miyiz? Acaba her târif/tanımlama ifâde ettiği kavramın sınırlarını çizer mi sizce?
3. "Bilmek için bilgiye ihtiyaç var ve bilgi bir şeyin diğer şeyden farklarına dâirdir. Aynı şekilde istemek, karar vermek vs. de. Ve Allah için faklılık söz konusu olmadığı için, O'nda her şey bir olduğu için, Allah bilir, ister, karar verir vs. demek sizce ne kadar doğrudur?
Meselâ siz "sevgi ve bilgi hakkında kısa bir hikâye" yazınızda "Önce sâdece sevgi ve bilgi" vardı diyorsunuz. Bu da Allah'ı tanımlamak olmuyor mu? Allah nötr müdür yoksa eğilimli midir, sıfatları var mıdır?
Sonsuzluk ile Allah'ı (Vahdet-i Vücûd'un anlattığı) nasıl ilişkilendirebiliriz?
Hocam, bu noktalarda cevaplara ihtiyacım var, kısa da olsa tüm sorularıma cevap verirseniz gerçekten çok ama çok minnettar olacağım.
Sevgi ve saygılarımla.
***
Sayın ...,
Allah'ı târif ederseniz (tanımlamak demişsiniz), Allah olmaktan çıkar.
Müsbet ilmin jargonuyla Allah'ı târif ve tavsif etmek elmayla armudu karıştırmak olur.
Yâni, olmaz.
"Önce sâdece sevgi ve bilgi vardı" bir târif değil, bir teşbih.
Allah kelimesi elohim'den geliyor, ilâh da.
Sonsuzluk mefhumuna gelince...
Yokluk var mı?
Ne dersiniz?
Yokluk yok, sâdece ilânihâye varoluş var.
İşte, bütün bunlardan münezzeh ama hepsinde mündemic olan Allah'tır.
Bundan da kim ne anlarsa o, benimki de kendimce bu.
Budha'da bir Tanrı anlayışı yok, "kendi içine bak, keşfet ve tekâmül et" demiş; Lao Tse de TAO'ya bu ismi verirken benzeri şeyler söylemiş.
Johanna İncili'nin başında "Önce kelâm vardı, ve kelâm Tanrı'ylaydı, ve kelâm Tanrı idi" der; Hz. Muhammed'in ilk vahyi de "ikra", yâni "oku" idi.
Yûnus "bana seni gerek seni" derken, Hallâc "ene’l Hakk" diye haykırırken Allah'ı târif etmiyorlardı; yaşıyorlardı, yâni meczûptular.
Allah'a isimler takanlar mükâşefe'den mahrum, rasyonaliteyi işin içine sokmaya çalışan bir kısım ulemâdır.
     Dostlukla...
Mehmet Kerem Doksat - İstinye - 17 Nisan 2008 Perşembe

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar