Print Friendly and PDF

Râna Tandoğan/Günlüğümden


Bilmeli

Sabri Tandoğan, Rahmetli Hocası Dr. Münir Derman Bey’den bizlere kısmi anlattıkları:
“Şimdiki zamanda insanın hakiki dostu, Allah’la aynı sayıdadır.”
**
 Vaktiyle bir devlet büyüğünün, bir valinin, bir kaymakamın huzuruna çıkılırken edeple, dikkâtle abdest alınırmış.
**
“Sözleriyle değil, fiilleriyle örnek olanlara uyun, gerisine gülün geçin”
**
Hayattan şikâyet eden, yılgınlık gösteren insanlara karşı, “Bunlar lâkırdı amma sonu ne?” derdi ve ilâve ederdi. “Seccaden sana yetmiyor mu?”
Şunu iyi bilelim ki hepimiz, her gün, bir var oluş, yok oluş savaşı içindeyiz.
**
“Oğlum serseriliğin birçok çeşidi vardır. Önüne gelen her kitabı okuyan, onun eleştirisini yapamayan, sadece okuduğu kitapların sayısı ile övünen insanlar, ne kadar zavallıdırlar.” derdi.
-Her işittiğine inanan, her sakallıyı hoca sanan, her ukalâlık yapanı âlim sanan kimseler için, ne sıfat kullanılır, onu siz söyleyin.-
**
“Oğlum serseriliğin birçok çeşidi vardır. Önüne gelen her kitabı okuyan, onun eleştirisini yapamayan, sadece okuduğu kitapların sayısı ile övünen insanlar, ne kadar zavallıdırlar.” derdi. Her işittiğine inanan, her sakallıyı hoca sanan, her ukalâlık yapanı âlim sanan kimseler için, ne sıfat kullanılır, onu siz söyleyin.
**
“karıncadan dostun olsun”
**
Öyle insanlar varmış ki, onlar uyusalar bile abdestleri bozulmazmış. Çünkü onlar her zaman kalben Allah'la beraber olurlarmış.
Uyku diye bir şey yok, bunu sonradan insanlar icat etti.
**
Hayatta bir tek tesadüf var, o da tesadüf kelimesi
**
Bir insanın çok güzel gözleri, ağzı da olsa, burnu yoksa o insana güzel diyebilir misiniz.
************
Rahmetli operatör Doktor Münir Derman, bir Ramazan günü, akşam iftara bize gelecekti. Yolda bir vizon kürklü hanım, saygısızca Münir Beye çarpıyor. Münir Bey de garibim yaz kış bir tişört, bir pantolon giyer. Güzeller güzeli bir insan. Birden asabileşiyor. Bakıyor kadın çok sert bir şekilde çarptığı halde özür dilemiyor. “Hanımefendi” diyor, “Bu sizin sırtınızdaki kürk manto, vaktiyle bir hayvanın sırtındaydı. Ona bir değer kazandırmadı, size mi kazandıracak?” Münir Bey hayatı boyunca, yalnız operatörlükten, hastaneden aldığı maaştan başka bir kuruş ne zengin, ne fakir hiçbir hastasından para almadı. Sadece binlerce hastaya Allah rızası için baktı.
**
Münir Bey anlatmıştı:
“Küçük bir çocuktum, beş yaşındaydım, sokakta arkadaşlarımla oynamış, terlemiştim. Su içmek için eve geldim, annem: “Aman yavrum dikkâtli ol, Sürpik Teyze Bayram ziyaretine geldi, onu rahatsız etmeyelim” dedi. Su içtim, tekrar oynamak üzere dışarı çıktım. Bir süre sonra yine susadım, eve geldim annem, Sürpik Teyzenin olduğunu, ses çıkartmamam gerektiğini söyledi. Canım sıkılmıştı: “Aman anne” dedim, “Bu gavur karısı ne zaman gidecek?” İlk ve son olarak, o gün annemden bir tokat yedim, beni şiddetle azarladı, “Böyle konuşmaya utanmıyor musun?” dedi. “Sürpik Hanım komşumuz, Allah razı olsun bayramda ilk gelen ziyaretçi o oldu.” İşte rahmetli Münir Bey, böyle muhterem bir annenin evlâdıydı. Anneden alınan terbiye, bir ömür boyu evlâdı takip ediyor ve üzerinde hiç silinmeyecek izler bırakıyor. Tanıdığım velî bir zat, çocuklarını terbiye etmek için öğüt isteyenlere: “Aman efendim” der, “Siz önce kendi kendinizi eğitin, size bakarak çocuklarınız da edepli ve saygılı olurlar.”



4 Temmuz 1978 - Ankara
Bu adlî yılın son ayına geldik. İnşallah ayın 20’sinde adlî tatile giriyoruz. Allah, hayırlı ve güzel bir tatil geçirmemizi inşallah nasip eder. İnsan etrafına bakıyor da, bu insanların gidişine şaşıyor. Adeta bütün dünya, bir tımarhane haline geldi. Nereye baksan bir karışıklık, bir huzursuzluk almış gidiyor.
Geçen akşam Sabri “erinç” diye bir kelime söyledi. Ne demek o dedim. “Huzur” dedi. Ne tuhaf değil mi, artık bu insanlar, huzurun da mânâsını unutuyorlar. Huzur demek, bir insanın Allah’ın huzurunda olması, yani Allah’la beraber olması demek, işte ancak insan o zaman huzur ve sükûn içinde olabilir, artık kelimelerden mânâ da çıkaramayacağız dedim. Sabri, “bir bakıma öyle ama, erinç kelimesini düşünürsen, ondan da aynı mânâyı çıkarmak mümkün, o da ermekten geliyor. Ermek, veli olmak mânâsına, şimdiki insanlar evliya diyor, ama bu yanlış, evliya, velinin çoğulu. Veli olmak demek, insanın kendi nefsinin velisi olmak demektir. Hani mektepte çocukların velisi, büyükleri olur ya, insan da kendi nefsinin velisi olursa, Allah'a erer, ermiş olur.” dedi.
Sabri her şeyi ne güzel izah ediyor. O böyle açıklama yapınca “Nefsini bilen, Rabbini bilir.” sözünün mânâsını daha iyi anladım.
Demek ki insan, nefsini tanır, onu Allah yolunda, iyi işlerde kullanırsa, Allah da o kulunu sevgili kulları arasına dahil ediyor. Allah hepimize, nefsimizi tanımamızı, onu ıslah edip, doğru yolda kullanmamızı nasip etsin. Âmin.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
11 Kasım 1971 - Ankara
Defterime her gün yazmaya karar vermiştim ama, dün yazamadım. Çünkü öğleden sonra izin aldığım için, öğle tatilinde Dairede değildim. Fakat her gün yazmak da zor. İnsan konu bulamıyor. Bugün şunu gördüm, bunu yaptım demek de hoşuma gitmiyor. O zaman da yazacak mevzu bulamıyorum. Ama insan Allah’a teslim olur, Allah’tan bu hususta kendisine yardım etmesi için dua ederse, Allah muhakkak ona bir kolaylık gösterir. İş, tam bir imanla dua edebilmekte.
Ama Allah’ın gösterdiği ip uçlarını da anlayabilmek lâzım. Aklıma bir hikâye geldi. Fakat tam olarak hatırlayamıyorum.
Bir şahsın eski bir evi yarmış, yıkılacağından korkarmış, ama Allah’a dua etmiş, yıkılacağını bana haber ver demiş, duasının da kabul olduğu galiba kendisine bildirilmiş.
Fakat bir gün, evi çöküvermiş. Hani Allah’ım bana haber verecektin demiş. O zaman kendisine; biz haber verdik, tavanın sarktı, kapıların çöktü, duvarların yıkıldı, fakat sen hiç oralı olmadın denmiş.
İşte bu hikâyedeki gibi olmamak için, insanların çok uyanık olmaları, her şeye dikkat etmeleri, her şeyden bir ip ucu yakalamaya çalışmaları lâzım.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
3 Ocak 1993 - Ankara
Kafasını temizleyemeyen, kalbini temizleyemez.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
20 Kasım 1983 - Ankara
Geçen gün, Sabri ile sohbet ederken, konu mes’ut olmaya geldi. Sabri “Hiç kimse hiç kimseyi mes’ut edemez. Saadet, insanın içindedir. İçindeki saadetin bilincine varıp, onu gün ışığına çıkarmaya uğraşmayan bir insana, sen ne kadar iyi muamele etmeye, onun yüzünü güldürmeye çalışırsan çalış, onu bir türlü mes’ut edemezsin. Çünkü her şeyi ters tarafından, karamsar yönden ele alır.” dedi.
Hakikaten öyle, iyimser, yumuşak başlı insanlar, en ufacık bir şeyden bile mes’ut olmasını biliyorlar.
Ama insanın bu ufacık saadetlerle yetinip kalması doğru değil. Çünkü asıl saadet, Allah’a kavuşmakla olduğundan, iş, bu büyük saadete nail olabilmekte.
Yalnız onun için de, İnsanın bu şuur içinde olması ve aklını kullanarak, kendisini bu büyük saadete eriştirecek kimseyi bulması ve onun dediklerini harfiyen yerine getirmesi gerekir.
Demek ki, İnsanın bu büyük saadete ermesi de, yine kendisine bağlı. İnsanın içinde mes’ut olma arzusu varsa, aklım kullanarak pekâlâ mes’ut olabilir.
İş, o yolda yürümek azminin bulunması. İnsanın içinde bu azim olduktan sonra, Allah muhakkak onun karşısına, bu yolda yürümesine vesile olacak bir rehber çıkarır.
Dikkat ettim, ufacık şeylerle yetinmesini bilen insan mes’ut oluyor. Ama gözü yükseklerde olan insan, hiçbir zaman mes’ut olamıyor. Gözü yükseklerde olan insan, kanaat sahibi olmadığı için, arzu ettiği bir şeyi elde etse dahi, o onu tatmin etmeyip, daha fazlasını istiyor. Bu yüzden de bir türlü saadete eremiyor.
Demek ki, iyimser, kanaat sahibi olan insanlar mes’ut olabiliyorlar. Bu hasletler ise, insanın içinde olup, dışarıdan kazandırılmayacağına göre, başka bir kimsenin bir insanı mes’ut etmesi imkânsız.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
16 Mart 1983 - Ankara
Ablam çok şükür “sarılık” hastalığını atlattı. Kurban Bayramında yakalanmıştı, şöyle böyle 5,5 ay oluyor. Allah bütün hastalara şifalar versin. Nisanın 4’ünde de, annemin kontrolü var. O da bu kışı mâşallah çok iyi geçirdi. Ablam hastalanınca, ona kuvvet geldi. İnşallah o da hayırlı haberler alır. Okan da felç geçirdi. Çok şükür, zar zor da olsa, şimdi yürüyebiliyor. Yalnız sol kol ve elde pek hareket yoktu. İnşallah o da açılmıştır. Hastalık zor. İş, hasta olmamakta. En iyi düşünce tarzı ve uygulaması Tibetlilerinki; onlar Dalaylama hasta olduğu zaman doktoruna işten el çektirirlermiş. Doktorun vazifesi, insanı hasta yapmamak derlermiş. Ne kadar doğru, iş hasta olmamakta.
Geçen hafta İstanbul’a gittik. Orada da herkes hasta. Bizim sokakta oturan Fatma Hanım Teyze vefat etmiş, onun da kırk mevlüdüne gittim. Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın, çok akıllı ve tedbirli bir insandı. Cemil Meriç’in Hanımı da vefat etmiş, Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın, o da çok mükemmel bir insandı.
Allah herkese sıhhatli ömürler ve imanlı Ölümler nasip etsin. Âmin.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
7 Eylül 1982 - Ankara
Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin “El Ibriz” adlı kitabında; ibadetlerin hedefinin, tevhit olduğu belirtiliyor. Sadece Allah birdir demekle, tevhit olmuyor. İş, bu sözün mânâsını lâyıkı ile anlayıp ona göre amel edebilmekte.
Yani hayatta ne varsa ve ne oluyorsa, hepsinin Allah’a ait olduğunu bilmek. İnsan her olayda, her şeyde Allah’ı görebiliyorsa, o zaman tevhidi yaşıyor demektir.
Kendinde veya başkalarında bir kuvvet görmesi, tevhitten uzaklaşması, Allah’a şirk koşması demek oluyor.
Münir Beyin dediği gibi, insanın kendisini her yaptığı işten çekip çıkarması gerek. O zaman yapılan her işi, Allah’ın yaptırdığı şuuruna varılıyor ve o zaman tevhit yaşanmış oluyor.
Ama biz, o kadar kendimizle doluyuz ki, daima şöyle yaptım, böyle yaptım deyip duruyoruz. Allah istemese, hiçbir şey yapamayız. Bizim bir parmağımızı bile kıpırdatmaya kudretimiz yok.
Onun için, manevî büyükler “ben” kelimesini bile ağızlarına almaya korkuyorlar.
Yalnız Allah var, biz yokuz.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
17 Ocak 1982 - Ankara
Dün gece, Halûk Nur Baki Beyi evinde ziyaret ettik. Mehmet Beyin akrabası Dr. İbrahim Bey randevu almış, gece hep beraber gittik. Halûk Bey, çok bilgili ve derin bir insan. Allah feyzini arttırsın. Allah râzı olsun, güzel güzel konuştu. Oradan çıktığımda, adeta içim yıkanmış gibi idi. Allah böyle insanlarını çoğaltsın, bu memleket, ancak bu insanların yardımı ile içinde bulunduğu bu çıkmazdan kurtulabilir. İman ne kuvvetli bir şey, ‘İnanan dağları devirir” demeleri boşuna değil. İmanlı bir insan, pek çok insana tesir edip, onu huzur ve sükûna kavuşturabilir. Televizyonda yaptığı konuşmalar da, herkes tarafından büyük bir ilgi ve merakla, hatta sevgi ile dinleniyor. Demek bu millet, maneviyata susuz. Ondan bir katre vereni, büyük bir minnetle dinliyor. Bize de çok enteresan şeyler anlattı.
Bazen çok büyük hastalıklar, sıkıntılar ve ıstıraplar, insanı Allah’a kavuşturmak için bir vesile oluyor, dedi ve şu olayı anlattı.
36 yaşında bir hastası varmış. Kanser bütün vücudunu sarmış. Kurtulmak ümidi kalmamış. Zavallı çok fazla ıstırap çekiyormuş.
“Doktor Bey, sen bana yardım etmiyorsun, sen dindar adamsın bana yardım et, bir şeyler yap, yoksa halim fena, belki intihara teşebbüs ederim, artık bu acıya tahammül edemiyorum” demiş. Doktor da, “yalnız sana dua edebilirim” demiş. Çünkü hastanın inancı yokmuş. Hasta yatağından kalkamıyormuş ama, gene kendisine bir şey yapmaması için gereken tedbiri almışlar.
Bir gün hasta, “ben abdest almak, tövbe etmek istiyorum, bana yardım et” demiş ve doktorun yıkanmasına müsaade etmesi üzerine, yakınlarının yardımıyla zorla abdest almış ve bir zaman sonra
“Halûk Ağabey, ben rüyasını gördüm, öleceğim, rüyamda bazı sualler sordumsa da cevap vermediler, sen bunları doktoruna sor dediler. Ölüm ânı nasıl olur, bana anlat” demiş. Doktor da “ölümün hiç korkulacak bir şey olmadığını, Azrail'in ruhu bedenden kolayca, rahatlıkla ayırmaya memur bir melek olduğunu, son anda şahadet getirmesini, (yalnız hasta çok zor konuşuyormuş, onun için) yalnız Muhammed dese de olacağını” söylemiş. “Ben Azrail'in geldiğini nasıl anlarım?” demiş. Doktor da “Azrail geldiği zaman, rahata ve huzura kavuşursun ve üzerindeki bütün hastalıklar kalkar, eğer istersen beni de telefon et çağır” demiş.
Birkaç gün sonra, evinden telefonla çağırmışlar, kardeşi, “Ablam çok ağır, seni istiyor” demiş. Hemen koşup gitmiş, hastanın odası kalabalıkmış, hasta eliyle hepsinin çıkması için işaret yapmış. Hepsi çıkmışlar, yalnız Halûk Bey odada kalmış, o zaman kemikleri kırık olup, hiç kıpırdayamayan ve çok zor konuşan hasta, sapasağlam kalkıp yatakta oturmuş. “Halûk Ağabey, dediklerin çıktı. Bak şimdi sapasağlamım, hiçbir şeyim kalmadı, ama ben artık yaşamak istemiyorum. Şimdi ben yatayım da, dışarıdakileri öyle çağır, beni böyle sapasağlam görmesinler, sonra ümitlenirler”demiş. Yatağına uzanmış ve dışarıdakiler içeri girerken, kelime-i şahadet getirerek ruhunu teslim etmiş.
İslâmiyet ne kadar büyük bir din, ona tam mânâsı ile teslim olan ve inanan insan, işte öbür âleme sanki yandaki odaya geçer gibi, kolayca geçip gidiveriyor. Hepimiz oraya gideceğimize göre, kendimizi o yolculuğa hazırlamalıyız. Hatta ölmeden evvel ölen ve o âleme gidip gelebilen insanlardan olmak için çalışmak, tek gayemiz olmalı. Allah, kullarından bunu bekliyor.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
1 Aralık 1981 - Ankara
Abdülkadir Geylâni Hazretleri Feth’ür Rabbani adlı eserlerinde “Adem aleyhisselâm, nebinin ilk konuşma dili Süryani idi. Kıyamet günü, halk aynı dille hesap verecek. Cennete girdikten sonra, Peygamberimiz salla’llâhü aleyhi ve sellemin dili olan Arapça üzerinden olacaktır. ” buyuruyorlar.
Bazı kitaplarda, büyük zatların, velilerin, aralarında Süryanice konuştuklarını okumuştum da, acaba niye Süryanice konuşuyorlar diye merak etmiştim. Demek ki, Adem aleyhisselâmın ilk konuşma dili Süryanice olduğu için, onlar da o dille konuşuyorlar.
Di!, ne kadar karışık bir şey. Herkes insan ama, hepsinin konuşması başka başka. Hatta bazı diller var ki, o dili başka bir dili konuşan kimse, tam mânâsı ile aksanını vererek konuşamıyor. Adeta konuştukları dillere göre, insanların gırtlak teşekkülleri de farklı farklı oluyor.
Yalnız bir dil var, onda herkes aynı. O da gönül dili. Gönül diline sahip olanların hepsinin aksam aynı ve birbirlerini çok iyi anlıyorlar. Çünkü onda, ses ve söz yok. İş, bu gönül diline sahip olabilmekte. Ondan sonra hiç korkma. Artık bütün dilleri biliyorsun demektir.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
5 Ekim 1981 - Ankara
“Marifet”in mânâsını, tam olarak bilemiyordum, fakat bir türlü Sabri’ye sormaya da cesaret edemiyordum. Kendi kendime çok sual sormamaya karar vermiştim.
Şimdi Ahmet El Rüfaî Hazretlerinin “Onların Âlemi” adlı kitabını okuyordum. Orada 7. hadisi şerifte, Allah’ın, insanların çok sual sormalarına razı olmadığı bildiriliyor. Onu okuyunca, çok güzel, demek ki Allah yolunda bir karar vermişim dedim. Ben bu kararı vereli seneler oluyor. O zaman, bu hadisi bilmiyordum. Bir yazımda da anlattığım gibi, hadiselerin cereyan tarzı, bana bu kararı verdirmişti. Çünkü, bir şeyi merak eder, Sabri’ye sorarsam, bir türlü cevabını söylemiyordu. Fakat ona sormaz, yalnız dikkatli olursam, merak ettiğim şeyin cevabını en kısa bir zamanda, Sabri kendiliğinden açıklıyor veya herhangi bir şekilde öğreniyordum.
İşte şimdi de öyle oldu. Yukarıda bahsettiğim kitabı okurken, anılan hadisin açıklamaları sırasında, Ahmet El Rüfaî Hazretleri “Allah'ın birtakım kulları vardır. Onları marifet için, yani kendini bilsinler diye seçmiştir. ” demiyor mu. Nasıl sevindim, tarif edemem. Şimdi Marifetin Allah’ı bilmek olduğunu öğrenmiş oldum.
Allah’ım sen ne kadar büyüksün ve ne güzel yol göstericisin, beni yolundan ayırma Allah’ım. Âmin.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
3 Mart 1981 - Ankara
İlâhi Armağan’ı okuyordum. Orada Abdülkadir Geylâni Hazretleri 'ibadeti eksik eden, geçim sıkıntısı çeker. Evinden eziyetler çeker. Kazancı azalır, çocukları isyan eder. Hanımından nefret duygusu görür. Hangi tarafa yönelse, ayağı tökezler. Bunların hepsi, az kulluk etmenin sonucudur.”
buyuruyor. Bundan da açıkça anlaşılıyor ki, hayatta adam gibi yaşamak için, dinî kuralları harfiyen yerine getirmek lâzım. Çünkü bu kurallar, Allah tarafından, bizim bu dünyada da, öbür dünyada da mes’ut olmak, huzurlu olmak için neler yapmamız lâzım geldiğini gösteren kurallar. İş, bu kuralları yerine getirebilmekte, Bunu yerine getiren kimsenin arkası yere gelmez.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
15 Haziran 1976 - Ankara
Dün gece, Sabrı ile uzun uzun konuştuk. Ne güzel anlatıyor, insanın İçi açılıyor. Bir ara İnsan bu dünyaya önce neşesini bulmaya gelir. Sonra Allah'ı bulur,” dedi. Neşesini' bulmak ne diye sorunca da, izah etti. İnsanın her gördüğü şeyden memnun olması, yani halinden hoşnut olması imiş. İnsan bir şeye memnun olunca, güzel bir şeyi görünce, yüzü, güler ya, İşte bu duruma, neşesini bulmak:deniyormuş. İnsan her hadisede, her gördüğü şeyde, bu neşesini - muhafaza ederse demek, ondan sonra Allah’a ulaşabilecek.
Öyle  ya,  bu neşenin  devamlı olabilmesi için, insanın-Allah'a teslim olması, ondan gelen ona ait her şeyden razı olması gerek, Allah’ım bana bu hali lâyıkı ile yaşamayı nasip eyle. Âmin.
Sabri,
“İlk olarak tabiat, sonra güzel sanatlar, sonra insan, sonra mürşit, sonra Peygamber, sonra Allah sevilir ve bu sevgilerden geçildikten sonra Allah'a kavuşulur” diyor ve “şimdiki insanlar, daha ilk basamak olan tabiat sevgisini bile duymuyorlar, onun için bugünün insanının Allah'ı bulması, huzura kavuşması çok zor, adeta imkânsız” diyor. Ne kadar doğru söylüyor. Şimdiki insanlar, etraflarına bakmasını ve etraflarını görmesini bilmiyorlar. Onun için de, Allah'ın bizler İçin ortaya döktüğü bu güzellikleri göremiyorlar. Bir bunaltı, bir sıkıntı tutturmuş gidiyorlar: Allah hayır göstersin. Allah’ım, Sabri'nin gösterdiği yolda ilerlemem için bana yardım et. Âmin.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
17 Mart 1976 -Ankara
Sabahleyin yolda gelirken, Sabri ile Avrupa’dan bahsediyorduk. Sabrı bir ara “Ben AvrupalIlara acıyorum. Onların bugünkü sıkıntılı, huzursuz hallerine biz sebebiz” dedi. Ben, niçin bizim sebep olduğumuzu sorunca da “Onlar akılları İle, aklın ulaşabileceği en son noktasına vardılar. Fakat, yalnız akıl kâfi gelmiyor. Kalp işe karışmadıkça, yapılan iş yarım kalıyor. Biz müslüman olarak, kalp ve kafanın öyle güzel bir sentezini yapıp, Örnek bir hayat yaşayacaktık ki, onlar da bizi örnek alarak huzura kavuşacaklardı” dedi.
Sabri ne kadar güzel konuşuyor. Ne güzel fikirleri var. Ben tam onun dediği gibi yazamıyorum. Bu sözü üzerine, madem Avrupalılar bu kadar akıllı, niçin akılları ile hak din olan Müslümanlığı benimseyip, Allah’ı bulamıyorlar, dedim.
Buna cevaben de “Râna, ben sana bir şey diyeyim mi, akıl, Allah'ın varlığını ispat için ne kadar sebep bulursa, inkâr için de o kadar sebep bulur” dedi. “Bunun için, akılla hakikati bulmaya imkân yok. Ancak kalp işlerse, aklı doğru yola iletir” diye ilâve etti. Allah’ım bizi kalbi mühürlülerden yapma. Âmin.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
25      Haziran 1973 - Ankara
Dünkü Pazar günü, Mehmet Gürz Beyler, bizi Baraja götürdüler. Çok güzel bir gün geçirdik. Mangalda şiş köfte ve şiş kebap yaptık, bir de bol salata, afiyetle yedik, hepsi pek güzeldi. Çocukluğumu hatırladım; o zaman da kıra gittiğimizde şiş yapardık. Ama yanında zeytinyağlı dolmalar, börekler, meyveler de olurdu. Şimdi bu sefer, aniden gitmeye kalkıldığı için, böyle oldu. İnşallah Allah nasip eder bir daha gezmeye gidersek, o zaman dolmamız da, böreğimiz de, çöreğimiz de olur.
Oradaki çamların kokusunu bir türlü unutamıyorum. Benim burnum çok az koku aldığı halde, mükemmelen duydum. Demek ki ne kadar kuvvetli kokuyormuş.
Akşamüstü yukarı tepelere çıktık ve bir kayanın üstüne oturarak manzarayı seyrettik. Ayağımızın altında göl uzanıp gidiyor, ufak ufak koylar teşkil ediyor; bu koylar da yemyeşil ağaçlandırılmış. Bazı yerlerde de çam ağaçlan dikilmiş.
Su o kadar durgun ki, tepelerin ve ağaçların gölgeleri suya düşüyor. Hatta havadan uçan kuşların gölgesi bile suya düşüyor. Adeta su bir ayna gibi.
Allah’ım her şeyi o kadar güzel yaratmış ki, insan ne tarafa bakacağını bilemiyor. Allah’ım seni çok seviyorum, beni senden ayırma, bana eşyanın hakikatini göster, ne olur Allah’ım.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
19      Haziran 1973 - Ankara
Bütün insanlar, bu dünya oyununa o kadar dalmışlar ki, sanki bütün hayat, bu dünyadan ibaretmiş gibi, yalnız onu düşünüyor, onu güzelleştirmeye çalışıyorlar. Öbür dünya için hiç çalışan yok. Halbuki hakiki hayat, öbür dünya hayatı, burası yalancı dünya ve bu yaşadığımız hayat da yalancı hayat. Büyüklerimiz “Bu dünya bir penceredir; her gelen baktı geçti. ” diyorlar. Hâlbuki şimdiki insanlar, bakıp geçeceklerini hiç düşünmüyorlar. Hep bakacakmış gibi davranıyorlar. Peygamber Efendimiz de, dünyada geçirilen zamanın, bir seyahate çıkıldığında, bir ağaç altında geçirilen dinlenme zamanı kadar kısa olduğunu söylüyorlar. Biz insanların, bu kadar kısa olan bu hayatları boyunca, öbür dünya için azık toplamamız, onun için çalışmamız gerekirken, hiçbir hazırlık yapmıyoruz. Öbür dünyaya azığımızı da kendimizin götürmesi lâzım. Sonra orada azıksız ve boynumuz bükük kalırız. Yalnız boynumuz bükük kalsak yine iyi, ama insanlarımızın çoğu, öbür dünyaya erzak yerine, kendi ateşini yakacak odunları biriktiriyor ve onları götürüyor. Allah cümlemizi bu duruma düşmekten korusun. Âmin.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
Eylül 1972-Ankara
Bir minicik tohum düştü kalbime
Şaşırdım, heyecanlandım, çok korktum
Kaskatı çorak bir çöldü ki kalbim
Ben onu orada nasıl saklayacaktım,
Ümit toprağında besledim onu
Gözyaşlarımla suladım.
Kalbimde esen fırtınalar zarar vermesin diye
İtimat lifi ile kalbime bağladım
Bu çalışmalarım, didinmelerim sonu
Bir gün filiz verdi benim tohumum
Filizim fidan, fidanım ağaç oldu
Şimdi yalnız o var, ben yokum.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
6 Ocak 1972 Ankara
Bugün ikinci, defterime başlıyorum. Allah’tan hayırlısı. Bakalım bu deftere neler yazacağım. Şimdi bakalım ne yazacağım derken, aklıma Muhiddini Arabî Hazretlerinin bir sözü geldi. “Ben size, bir şişe mürekkebi, hangi kelimeyle başlayıp, hangi kelimeyle bitireceğinizi söyleyebilirim.” dermiş. Aman Allah’ım ne büyük ilim. Bir bakıma da bu kadar çok ilim, aynı zamanda o kadar büyük yük oluyor herhalde. Çünkü, her şeyin ne olacağını önceden bilip ona katlanmak çok güç olsa gerek. Bu her kişinin kârı değil, er kişinin kârı. Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Siz benim yerimde olsanız az güler, çok ağlardınız. ” buyurmuşlar. Herhalde bu durumu izah için söylemişlerdir.
Şu insan ne tuhaf. Bir bakıyorsun bir hiç, bir bakıyorsun akıllar almayacak kadar muazzam bir şey. Kolay mı ya, insana yeryüzünde Allah’ın halifesi demişler. Ama o muazzam insanlar nerede. Onları bulmak çok güç. Çünkü kendilerini gizliyorlar.
İnsan kendisini anlayamaz, tanıyamazken, onları tanıması nasıl mümkün olur? Evvelâ, insanın kendini tanıması lâzım. Ama bu çok zor bir iş. İnsan iç dünyasına eğildiği zaman, orada o kadar karışık şeyler görüyor ki, acaba ben bunların hangisiyim diye, şaşırıp kalıyor. İş, insanın içindeki yabani otları ayıklayıp, onların arasında saklı olan çiçeğini meydana çıkarabilmekte.
Artık bu gül mü olur, yoksa lâle, karanfil, zambak, leylâk mı olur?
Kimbilir, Allah’ın kimin içine ne sakladığım.
İşte iş, içte saklı olan bu şeyi açığa çıkarabilmekte.
Herhalde insanların yaradılışlarının gayesi, içlerindeki bu cevheri meydana çıkarmak olsa gerek.
Fakat bunun için de bir kuyumcu gibi, çok dikkatli ve inceden inceye çalışmak lâzım.
Muhakkak, insan içindeki bu cevheri meydana çıkardığı ve ona göre hareket ettiği takdirde, taşıdığı insan adına lâyık olmuş oluyor.
Allah hepimize insan olmayı nasıp etsin. Âmin.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
23 Aralık 1969 - Ankara
Bu sabah gelirken, resmî dairelerin önündeki çimenler üzerinde kargalar gördüm. Sanki asil, vakur bir halleri vardı. Hepsinin rengi de siyah. Birden, Münir Beyin siyah rengin, mühim, değerli bir renk olduğu, pek çok şey ifade ettiği yolundaki sözleri aklıma geldi. Ve bir konuşmasında da, en çok yaşayan hayvanın karga olduğu ve kargaların çok edepli oldukları hakkındaki sözlerini hatırladım.
Aklıma, acaba kargalar, kuşların velisi mi, diye bir düşünce geldi, Nasıl ki çamlar, yaz kış aynı durumlarını muhafaza ettikleri, yani diğer ağaçlar gibi kışın kuruyup, yazın yeşermedikleri, adeta bir nevi ölümsüzlüğe kavuştukları için, velilere, mürşitlere misâlse, kargalar da, hayvanlar arasında velilileri mi gösteriyor dedim. [Kabil’e yol gösterdiyse…] Bilmiyorum, belki bu düşüncem yanlış. Fakat böyle bir şeyi düşünmek bile, bana bir heyecan verdi. Demek insan her zaman dikkatli, uyanık olsa, etrafında gördüğü şeylerden bazı mânâlar çıkarmaya çalışsa, hayat ne kadar tatlı ve güzel olacak.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
6        Şubat 1969 - Ankara
Bir şeyler zonkluyor kafamda
Büyük bir tazyik
Büyük bir mücadele
Dışarı çıkmak için
Taşıp coşmak için
Böyle çıkmanıza imkân yok ki
Sıraya girseniz ne olur sanki
Hepsi müphem
Hepsi büyük
Bir ağırlık yapıyorlar kafamda
Bu kadar tazyik olmaz ki
Sıraya girmelisiniz bir, iki
Bir iki, bir iki derken
Düşünceler sırayla akıp giderken
Götürürler herhalde beni
Kavuşmak istediğime
Kavuşmak istediğime
Râna Tandoğan/Günlüğümden
15 Ocak 1969   Ankara
Azize Hanım “söylenen sözlere dikkat edin! çünkü konuşan Allah olduğuna göre, belki size de hitap ediliyordur; ben sokağa çıktığım zaman, daima işittiğim sözlere dikkat ederim” derdi. Ben de kendi kendime dikkat edeyim diyordum ama bir türlü olmuyordu. Üç dört gündür sokakta giderken lâlettayin kimselerin söylediği öyle sözleri işitiyorum ki, sanki o sözler bana söylenmiş gibi geliyor. İçime öyle doğuyor. Meselâ, geçen gün Sakarya Caddesinden geçerken bir dükkândan bir tezgâhtar çıktı, benim yanımdan geçerken ‘Allah adın zikredelim evvelâ” dedi, o bunu herhalde kendi kendine mırıldanıyordu ama, bana bu benîm için bir ikaz gibi geldi.
Ertesi gün de yine biri yanımdan geçerken “arkana bak” dedi. Ben bu hitabı da kendime farz ettim. Fakat ne kastedildiğini bir türlü anlayamadım. Sabri’ye sordum, o da “aldığın yola bak” demektir dedi.
Dün de yanımdan, şimdiki serseri gençlerden biri geçti. O sırada da karşıdan iki yaşlı bey geliyordu. Fakat ikisi de tam birer beyefendi idi. İçimden, bir şimdiki gençlere bak, bir de eskilere dedim. O yaşlı beyler yanımdan geçen bir tanesi “Sabriye” dedi. Belki tanıdıkları birinden bahsediyorlardı. Fakat bu söz de sanki bana söylenmiş gibi geldi. Acaba ben sabırlı bir kul muyum diye düşündüm. Bilmem böyle düşünmem doğru mu, bir Sabrî’ye sorayım, bakalım ne diyecek,
Fakat insanın, böyle lâlettayin kimselerin ağzından söylenen sözlerin, Allah tarafından kendisi için söyletildiğini hissetmesi o kadar hoş bir şey ki. Fakat belki böyle değildir de, ben öyle zannediyorumdur. Ama ne olursa olsun, hani “doğru olmasa da söyle, hoşuma gidiyor” diye bir söz var ya, işte bu düşündüğüm, yani Allah’ın benim için söylettiği doğru olmasa bile, yine benim hoşuma gidiyor. İnşallah bir gün bu düşündüğüm de hakikat olur.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
25 Nisan 1968 - Ankara
Bugün öğleyin, Sabri’yi de parka götürdük, Ona da, o güzel ağaçlan gösterdik. Adeta büyülenmiş gibi, bir türlü önlerinden ayrılmıyorduk. Fakat bu sırada pek çok genç kız ve erkek ağacın o güzelim çiçeklerinden koparmazlar mı. İşte o zaman Yurdanur da ben de çok üzüldük. Ama Sabri adeta deli gibi oldu. Başladı söylenmeye, ne kadar haklı. Şimdiki insanlarda ne güzellik mevhumu, ne sevgi var, İnsan o güzelim çiçeklere nasıl kıyar da koparır, bir türlü aklım almıyor. Onlar koparırken benim içim bir tuhaf oldu. Sabri "Her yaprağın bile ayrı bir kaderi var, " der, ne kadar doğru. Bu çiçek koparma hadisesini bu söze göre düşündüm. Ağacı üstünde kalıp, sararan, kuruyan çiçek, tıpkı tabii bir ölümle ölen insan gibi, tabii ömrünü tamamlamış oluyor. Koparılan çiçekler de, bir kaza neticesinde ölen insanlara benziyorlar. Çiçekleri koparanlar, acaba bu hususu hiç düşündüler mi?
Râna Tandoğan/Günlüğümden
18 Nisan 1968 - Ankara
Dün gece Sabri, ben, Yurdanur, Gürsel, Suna ve Türkân'la beraber Azize Hanımlara gittik. Geceleyin eve döndüğümüzde saat 12’yi geçiyordu. Çok güzel bir sohbet oldu. Doktor İsmet Beyler de geldiler, Yani epey kalabalıktık.
Azize Hanım yine tatlı tatlı konuştu, bizler de dinledik. Ne güzel anlatıyor. Onun hayata bakışı çok hoşuma gidiyor. Her hadiseden, her sesten, her hareketten bir mânâ çıkarıyor. Meselâ, Konya’da bir otelde kalmışlar, odalarının numarası 30 muş, Bundan ne mânâlar çıkarmış: 3 rakamı ne güzel, bu üçleri gösterir, biz de üçleri temsil ediyoruz. Ama bir de sonunda sıfır var, bu da bizim hiçliğimizi bize gösteriyor. Aynı zamanda (0) rakamı, alfabede (O) harfidir. (O) deyince Allah’ı kastederiz. Demek bu da Allah'ı gösteriyor. Aynı zamanda (o) sıfır şekli ile, eski Türkçe 5 demektir. Bu da beşleri temsil ediyor, diye düşünmüş. Ne güzel, insan böyle gördüğü her şeyden, güzel güzel mânâlar çıkarırsa, hiçbir zaman sıkılmasına, yalnızlıktan şikâyet etmesine imkân var mı? Daha ne kadar istifadeli şeyler anlattı, yalnız şimdi hepsi aklımda yok, aklıma geldikçe yazarım. Bir de şu anlattığı hadîse bana çok tesir etti: Bir adamcağız abdest alıyormuş, sağ ayağını yıkamış, sol ayağını yıkayamadan ölmüş. Öbür âlemde hemen kendisine bir çeşme göstermişler "sol ayağını da yıka namazın gecikmesin” demişler. Aman Yarabbi, ne kadar güzel bir hikâye; öbür dünyanın mevcut olduğunu bunun kadar güzel anlatan bir hikâye duymadım desem yeri var. Şimdi burada aklıma yuf babaya atfedilen bir hikâye geldi. Kime ait olursa olsun, o mühim değil. Esas mühim olan hadise. Bu da hepimizin bildiği gibi; hani tabuttan başını çıkarıp "ben de senin baban gibi ölmüşsem, bana da yuf olsun" demiş. İnsanların ölmeyeceği yani, şimdiki insanların düşündüğü gibi yok olmayacağı biz insanlara ne güzel anlatılmış. Acaba öbür dünyaya, ölümsüzlüğe inanmayanlara bu hikâyeler anlatılsa, bilmem ki onlara tesir eder mi, onların kalp tellerinde bir titreşim meydana gelir mi? Eğer kirden dolayı kalp telleri elâstikîyetini kaybetmemişse muhakkak az veya çok bîr titreşim meydana getirir, İş, o kadar çok kirlenmemekte, ne zaman Azize Hanıma gitsek, onun yanından, kalbime huzur ve sükûn dolmuş, manevî bakımdan zenginleşmiş olarak ayrılıyorum.
Tevekkeli değil, büyükler, dostlarınızı seçerken çok dikkat edin, dâima Allah dostlarının sohbetlerinde bulunun dememişler;"
Hatta, Allah dostları hiç konuşmasalar bile, onların yanında bulunmak, insana aynı huzur, sükûn ve huzuru veriyor.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
10 Nisan 1968 - Ankara
Kalabalık bir odadan, bir iki kişi bile dışarı çıksa, insan kendisinde bir ferahlık, adeta bir hafiflik hissediyor, üstünden bir basınç kalkmış gibi oluyor. Acaba bu neden ileri geliyor? Bir odanın muayyen bir hacmi var ve ona göre de havası var. Belki odadaki insanlar çoğaldıkça; oradaki haya, tabakası sıkışıyor ve insana bir basınç yapıyor ve odadaki insanlar fazlalaştıkça bu basınç artıyor; bir iki kişi de dışarı çıksa, bu basınçta bir azalma olduğu için insan ferahlıyor.
Fakat bu izah pek doğru değil herhalde. Çünkü bu izaha göre havayı hiç değişmeyen, olduğu yerde duran bir tabaka gibi farz etmek lâzım. Meselâ, bir kabın içinde ağzına kadar dolu hamur olsa, bu hamurun içine bir elma koysanız, belki hamurda bir sıkışma olur ama, hava Öyle mi ya. Hava daima hareket halinde, sonra iğne deliğinden bile hava çıkar, Odaya insanlar girdikçe, herhalde onların hacmi kadar da hava dışarı çıkıyordun O halde, şimdi karşımıza başka bir mesele çıkıyor, havanın, dolayısıyla oksijenin azalması. Dernek ki kalabalık bir yerde insanın sıkıntı hissetmesi bundan oluyor.
Fakat bana öyle geliyor ki, tek sebebi de bu değil; başka sebepler de var. Herhalde insanlardan bir nevî elektrik dalgalan çıkıyor. Eğer o insanın elektriği sizinkine uymuyorsa, karşınızdaki insandan sıkılıyorsunuz, sizinkine uyuyorsa ondan hoşlanıyorsunuz, hiçbir sıkıntı hissetmiyorsunuz.
Burada aklıma bir velinin başından geçen hadise geldi. Beyazıt Bistami Hazretleri bir gün oturmuş, huzur içinde ibadet ediyormuş. O sırada kapı çalınmış, bir komşusu gelmiş. Bistami Hazretlerinin huzuru hemen kaybolmuş. Kısa bir zaman sonra adam kalkmış gitmiş. Bistami Hazretleri yine ibadete başlamış. Fakat imkânı yok huzur bulamıyormuş. Kalkmış, etrafına bakınmış, bir de ne görsün, demin gelen adamın bastonu odanın bir köşesinde duruyor. Hemen alıp kapının dışına bırakmış, Ondan sonra huzura kavuşmuş.
Demek ki insanlarda olan elektrik dalgaları onların eşyalarına bile tesir ediyor.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
Sabri “Olgunluğun bir işareti de, bir şeyin üzerinde fazla durmamak, fakat dersini alıp, bir daha o hatayı yapmamaktır” dedi. Bu sözü de çok hoşuma gitti, bunu da kendime düstur edindim. İnşallah muvaffak olurum,
Râna Tandoğan/Günlüğümden
7 Nisan 1968 - Ankara
Bugün Pazar. Sabri bu defteri şimdi verdi. Ben de hemen yazmaya başladım.
Defteri alınca ilk gözüme çarpan şey, bu defterin de san kağıttı olduğu oldu. Öbür defterim de sarı. Acaba buna bir tesadüf mü demeti? Ama bayatta tesadüf diye bir şey yokmuş ki, Münir Bey, hayatta bir tek tesadüf var, o da tesadüf kelimesi diyor. Şu halde tesadüf diye bir şey olmadığına göre, Sabri’nin bana iki defteri de sarı verişindeki hikmeti düşünmeliyim.
Ya Sabri bunları bana, nasıl olsa Râna’nın yazdıkları bir şeye benzemez, iyi defterler ziyan olmasın diye verdi. Veyahut da hiç böyle bir şey düşünmeden verdi, ö zaman da aklıma şöyle bir şey geliyor. Acaba sarı rengin benim bilmediğim bir mânâsı mı yar?
Meseli, Yunus Emredin “Sordum sarı çiçeğe” diye başlayan bir şiiri var: Bunu ilâhı şeklinde söylüyorlar. İlk işittiğim zamân, acaba niçin sarı çiçeğe diyor da, meselâ            kırmızı çiçeğe demiyor acaba, bunun bir mânâsı mı var diye düşünmüştüm; Şimdi benim sarı defterim de bende aynı düşünceyi uyandırdı. Tesadüf diye bir şey olmadığına göre, herhalde bu sarı defterlerin bana verilmesinin bir hikmeti olacak. Bakalım Allah bunun mânâsını öğrenmeyi ne zaman nasip edecek.
Bence insan fazla sormayıp, sabrederse; yani kimseye sormaz, fakat hadiselere, sözlere dikkat ederse, öğrenmek istediği bir şeyi daha çabuk öğreniyor.
Ben bunu kendi şahsımda bizzat tecrübe ettim. Meselâ, merak ettiğim bir şeyi, Sabri’ye sorarsam bir türlü cevabını alamıyorum; şimdi sırası değil filân diyerek söylemiyor. Fakat açıktan açığa sormayıp da, sabrederek öğreneceğim zamanı beklersem, bir de bakıyorum, en kısa bir zamanda ya Sabri o şeyi açıklıyor veya herhangi bir hadise bana onun mânâsını öğretiyor, İşte şimdi ben de mümkün olduğu kadar sual sormamaya çalışıyorum. Sabrediyorum ve Allah'ıma yalvarıyorum. “Allah’ım sen her şeye kadirsin, her şeyin en iyi zamanını bilirsin, zamanı gelince benim öğrenmemi nasip et Allah’ım” diyorum.
Bu çok mühim. Çünkü, o işi öğrenmenin zamanı gelmiş olabilir, fakat ben gaflette olabilir de onu göremem, öğrenemem, onun için, öğrenmemi nasip et diyorum.
Hem insan böyle hareket edince rahatlıyor. Kendi kendisi ile didişmekten kurtuluyor. Biz insanların elinde ne var. Ne kadar didinsek, çırpınsak boşuna, eğer Allah bize o şeyi öğretmeyecekse, öğrenmemize imkân yok. En iyisi inşanın kaza ve kadere teslim olması, adeta sinema seyreder gibi, rahatlıkla olan hadiseleri seyretmesi.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
4 Nisan 1968 -Ankara
Bugün Nisanın dördü. Günler ne çabuk geçip gidiyor; Hani göz açıp kapayıncaya kadar elerler ya, Tıpkı onun gibi insan geride bıraktığı senelere bakıyor da, hu kadar zamanın nasıl geçtiğini bir türlü anlayamıyor. Daha çocukluğu insana dünmüş gibi geliyor.
Bu kadar hızla akan bir zamanı değerlendirmek de büyük bir iş. Çünkü insan, şunu mu yapayım, bunu mu yapayım derken, bir bakıyorsun saatler, günler, aylar ve seneler geçiyermış.
Onun için, insanın ilk işi kendisine, hayatta yürüyeceği yolu tespit etmek olmalı, Bir defa bu yol tespit edildi mi, ağır da yürür ise; yine bir yol alınmış olur.
Kaplumbağa ile tavşan hikâyesinde olduğu gibi. Kendisine gideceği yolu seçmiş olan kimse, bu yol üzerinde yürüdükçe, er geç istediği noktaya vasıl olur. Fakat tavşan gibi, bir oraya bir buraya giden insanlar, boşu boşuna ömürlerini tüketirler, yine bir şey elde edemeden elleri boş olarak, öbür âleme göçerler.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
Bir pehlivanın gençliğinde, ineğinin bir yavrusu olmuş, bu pehlivan o buzağıyı her gün kucağına alarak beş basamaklı bir yere çıkarırmış. Bu fiili her gün yapmış. Aradan uzun zaman geçmiş, artık buzağı kocaman bir inek olduğu halde, yine pehlivan onu kucağına alarak bir çırpıda o merdiveni çıkarırmış. Eğer bu fiili devamlı yapmayıp da, birden kocaman bir ineği böyle bir merdivenden çıkarmaya kalksa, muhakkak muvaffak olamazdı. Ama o her gün taşıdığından, inekte yavaş yavaş meydana gelen ağırlaşma ona tesir etmiyor.
Demek ki her işe ufaktan başlayıp kendini alıştırmak lâzım.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
22 Şubat 1968 - Ankara
Bugün çok uykum var. Üst üste uykusuz kalınca, gündüzleri adeta ayakta uyuyorum. Buna ayakta uyumak mı denir bilmem; daha doğrusu içim uyuyor, demem lâzım. İçim uyuyor dedim ama, bana bu tâbir bir tuhaf geldi. Sanki basbayağı yatağa yatıp uyuduğumuz zaman, dışımız mı uyuyor. Herhalde burada da bir tevhide gitmek lâzım, yani içle dışı birleştirmek lâzım. Bugünkü sıkıntım, içimle dışımın yani, ruhumla bedenimin birbirine uymamasından Ötüyor her hâlde. Beden imin ayakta durması yâni hareket halinde olması ve beynimin işlemesi lazım: Ben bunun için kendimi zorluyorum. Fakat ruhum da istirahat etmek, uyumak istiyor, işte huzursuzluk, sıkıntı bundan doğuyor.
Ruhum da istirahat etmek, uyumak istiyor dedim; yani kalemim öyle yazdı. Buna göre acaba uyuyan ruh mu? Ama o zaman gördüğümüz rüyalar ne olacak. Bana rüya, ruhumuzun dolaşması imiş gibi geliyordu. Eğer hakikat bu ise, demek ki ruhumuz hiçbir zaman uyumuyor. O halde uyuyan ne? Beden uyuyor desek, o da olmaz. Beden etten ve kemikten ve sinirden müteşekkil, bizatihi böyle bir şeyin uyuyacağını aklım kabul etmiyor. Herhalde beden dinleniyor demek daha doğru. Zaten Münir Bey bir konuşmasında uyku diye bîr şey yok, bunu sonradan insanlar icat etti demişti.
Demek ki uyku diye bir şey olmadığına göre, bedenîn ve ruhun dinlenmesine, biz uyku diyoruz.
Buna göre ruhunu ve bedenini yormayan insanlar için, uykuya da ihtiyaç yok demektir. Münir Beyin çok az uyuması da herhalde bundan ileri geliyor.
Bana öyle geliyor ki, ruhumuzu çok fazla yormazsak, daima dinç tutarsak, bedenin yorgunluğunu ruh alıyor, insan yorgunluk, dolayısıyla da uyku ihtiyacını hissetmiyor. İş, o dengeyi bulabilmekte.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
17Şubat 1968 - Ankara
Biraz dinlenmek için bu yazıyı yazıyorum. Yazı yazmak beni dinlendiriyor. Bu suretle yaptığım işin vasfı değişiyor da, herhalde onun için dinleniyorum. Sabahtan beri de yazı yazıyorum ama onlar daire işi; karar yazdım. İşte hepsi yazı ama insana başka başka tesir ediyor. Demek ki kalıba değil, içine, muhtevasına bakmak lâzım. Belki aynı kelimeleri bile kullanmışımdır. Fakat iki düşünce tarzına gere onlar öyle bir şekilde sıralanıyor ki, bambaşka bir mânâ çıkıyor. Yine burada papatyada olduğu gibi tertibin düzenin ehemmiyeti karşıma çıktı. Nedense bu günlerde yazı yazarken kalemimin ucuna hep tertip, âhenk,  düzen kelimeleri geliyor. Bunu da yazı yazmaya borçluyum. Çünkü, insan yazmadan bu türlü düşünemiyor, Yazmayı sevmeye başladım. Hadi bakalım Allah’tan hayırlısı.
**
20 Şubat 1968- Ankara
Yazı yazmak da herhalde bir nevi tiryakilik.
İyi veya fena da olsa biraz yazı yazmadan işlerime başlayamıyorum, İşimde bir huzursuzluk oluyor; Sanki barla verilen bir vazifeyi yapmamışım gibi. Yazıyı yazdıktan sonra, rahatlıyor ve kalp huzuru ile işlerime başlayabiliyorum. Bana bu huzuru veren herhalde vazifemi yapmış olmanın hissi değil. Bizatihi yazı yazmakla bent dinlendiriyor.
İnsan yazı yazmak suretiyle adeta kendisi ile hasbıhal ediyor. İnsanın kendi kendisi ile konuşması çok güzel bir şey. Hani insanlar konuşa konuşa birbirleriyle tanışır derler ya. İşte frisan yaza yaza da kendisiyle tanışıyor. Bu sayede kendi içinde neler saklı olduğunu anlıyor. Hem yine bu sayede saklı olan şeyler de meydana çıkıyor. İnsan yazı yazarken fikirler adeta bir musluktan akarmış gibi insanın beynine doluyor. İş hemen onları yazı haline getirebilmekte.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
Japonların Zen-Budizm diye bir dinleri varmış. Bu dîne göre, çiçekler karşısında uzun uzun tefekküre dalmak İbadetmiş. Fakat düşünmek çok zor. Çiçeğe bakıyorum, aklıma sanki hiçbir şey gelmiyor,
Oscar Wilde, “insan en iyi yazarken düşünür” demiş. Ben de onun için papatyalarımı, yazarak düşünmeye çalışacağım.
Bir veli, herhangi bir şeye, meselâ bir çiçeğe baktığı zaman, ondan 40-50 mânâ çıkarabilir, yani onda bu kadar güzellik görebilirmiş.
Papatyalarıma baktığım zaman, bende âhenk hissini uyandırdılar. San bir başın etrafında muntazaman sıralanan ince, zarif yapraklar ne güzel bîr âhenk teşkil ediyorlar. O yapraklarda n bir tanesini koparacak olursanız, o ahenk ve o güzellik hemen kayboluverin
Demek ki insanda güzellik hissinin uyanabilmesi için o şeyin hiç noksansız olması ve her parçasının bir âhenk teşkil ederşekilde yerli yerinde büluhmasî lâzım.
Münir Bey, bir insanın çok güzel gözleri, ağzı da olsa, burnu yoksa o insana güzel diyebilir misiniz diyor.
Râna Tandoğan/Günlüğümden/1968

Aşık Veysel, Satriani Albümünde

Dünyaya gönül gözüyle bakan ve ölümsüz eserler bırakan halk ozanı Aşık Veysel, aramızdan ayrılalı 34 yıl oldu. Bugüne kadar eserleri farklı müzik türlerinde değişik biçimlerde yorumlanan Aşık Veysel, bu kez gitarist Joe Satriani'ye ilham kaynağı oldu.
Satriani'nin resmi internet sitesinde yer alan habere göre, dünyanın pek  çok ülkesinde fanatik derecede hayranları bulunan ve kendine özgü  tekniğiyle tanınan sanatçının, “Professor Satchafunkilus and the  Musterion of Rock” adlı albümünde “Asik Veysel” ve “Andalusia”  isimli iki parça Aşık Veysel'e ithaf edildi.
Bunlardan “Asik Veysel” ismini taşıyan parça, usta halk ozanının  türkülerinden yapılan düzenleme niteliğini taşırken, kimi bölümlerde  gitarla bağlama sesi veriliyor.

Türkiye'ye de Gelmişti

Türkiye'ye 14 Temmuz 2007 tarihinde gelerek İstanbul Arena'da konser  veren Joe Satriani, 25 yıllık kariyeri boyunca ilk kez geldiği  Türkiye'den çok etkilendi.
Su ziyaretinde Türk kültürünü de tanıma fırsatını bulan Satriani,  buradan hareketle yeni albümünde Aşık Veysel'e iki parçasını ithaf etti.
Albümdeki “Asik Veysel” isimli çalışma, sanatçının Türk kültürünü ve  Aşık Veysel'i tanıma sürecinde aldığı ilhamla ortaya çıktı. Satriani,  Türkiye'de tanıtım çalışmalarını üstlenen yetkilinin Aşık Veysel'in  müziğini hiç duymamış olmasına şaşırdığını belirterek, “Sonra bana  Veysel'in 2 CD'sini verdi. Gerçekten çok etkilendim. Müzik sanki benim  içimde yıllardır biliyormuşum gibi çınladı” açıklamasında bulundu.  Satriani, “Asik Veysel” adlı parçada da bu müziği ilk kez dinlerken  yaşadığı deneyimi aktardığını belirtti.
Bu parçada bağlamanın sesini vermek için farklı bir teknik uyguladığını  ifade eden Joe Satriani, “Hiç çalmadığım bir stilde çaldım. Gitarın  sesi çok farklı duyuluyor bu parçada” sözleriyle Aşık Veysel'in  kendisine verdiği ilhamı nasıl notalara aktardığını özetledi.
“Andalusia” adlı parçada ise Aşık Veysel'in ruhunun yaşadığını dile  getiren sanatçı, halk ozanının ruhunu İspanya'daki bir kasabada  yaşıyormuşcasına parçaya aktardığını belirtti.

Bahar Albümü

Joe Satriani'nin merakla beklenen “Professor Satchafunkilus and the  Musterion of Rock” isimli stüdyo albümü 1 Nisanda yurt dışındaki müzik  marketlerin raflarındaki yerini aldı.
CD/DVD baskısı da internet üzerinde satılacak olan çalışmanın bu  versiyonu Belçika, Çek Cumhuriyeti, Fransa, Almanya, Macaristan, İtalya,  Hollanda, Polonya, İspanya, İsveç, İsviçre, İngiltere, Avustralya ve  Tayvan'da satışa sunulacak.
Zaman bir su gibidir
Durmadan akar gider
Bense elimde bir tas
Onu elde etmeye çalışırım,
Ama, bir türlü istediğimce dolmaz tas
Ben de artık tası bıraktım
Su ile beraber
Tarlaları sulayarak
Etrafa yararlı olarak
Denize gidiyorum.
Râna Tandoğan

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar