Râna Tandoğan/Günlüğümden
Bilmeli
Sabri
Tandoğan, Rahmetli Hocası Dr. Münir Derman Bey’den bizlere kısmi anlattıkları:
“Şimdiki
zamanda insanın hakiki dostu, Allah’la aynı sayıdadır.”
**
Vaktiyle bir devlet büyüğünün, bir valinin,
bir kaymakamın huzuruna çıkılırken edeple, dikkâtle abdest alınırmış.
**
“Sözleriyle
değil, fiilleriyle örnek olanlara uyun, gerisine gülün geçin”
**
Hayattan
şikâyet eden, yılgınlık gösteren insanlara karşı, “Bunlar lâkırdı amma sonu
ne?” derdi ve ilâve ederdi. “Seccaden sana yetmiyor mu?”
Şunu
iyi bilelim ki hepimiz, her gün, bir var oluş, yok oluş savaşı içindeyiz.
**
“Oğlum
serseriliğin birçok çeşidi vardır. Önüne gelen her kitabı okuyan, onun
eleştirisini yapamayan, sadece okuduğu kitapların sayısı ile övünen insanlar,
ne kadar zavallıdırlar.” derdi.
-Her
işittiğine inanan, her sakallıyı hoca sanan, her ukalâlık yapanı âlim sanan
kimseler için, ne sıfat kullanılır, onu siz söyleyin.-
**
“Oğlum
serseriliğin birçok çeşidi vardır. Önüne gelen her kitabı okuyan, onun
eleştirisini yapamayan, sadece okuduğu kitapların sayısı ile övünen insanlar,
ne kadar zavallıdırlar.” derdi. Her işittiğine inanan, her sakallıyı hoca
sanan, her ukalâlık yapanı âlim sanan kimseler için, ne sıfat kullanılır, onu
siz söyleyin.
**
“karıncadan
dostun olsun”
**
Öyle
insanlar varmış ki, onlar uyusalar bile abdestleri bozulmazmış. Çünkü onlar her
zaman kalben Allah'la beraber olurlarmış.
Uyku
diye bir şey yok, bunu sonradan insanlar icat etti.
**
Hayatta
bir tek tesadüf var, o da tesadüf kelimesi
**
Bir
insanın çok güzel gözleri, ağzı da olsa, burnu yoksa o insana güzel diyebilir
misiniz.
************
Rahmetli
operatör Doktor Münir Derman, bir Ramazan günü, akşam iftara bize gelecekti.
Yolda bir vizon kürklü hanım, saygısızca Münir Beye çarpıyor. Münir Bey de
garibim yaz kış bir tişört, bir pantolon giyer. Güzeller güzeli bir insan.
Birden asabileşiyor. Bakıyor kadın çok sert bir şekilde çarptığı halde özür
dilemiyor. “Hanımefendi” diyor, “Bu sizin sırtınızdaki kürk manto, vaktiyle bir
hayvanın sırtındaydı. Ona bir değer kazandırmadı, size mi kazandıracak?” Münir
Bey hayatı boyunca, yalnız operatörlükten, hastaneden aldığı maaştan başka bir
kuruş ne zengin, ne fakir hiçbir hastasından para almadı. Sadece binlerce
hastaya Allah rızası için baktı.
**
Münir
Bey anlatmıştı:
“Küçük
bir çocuktum, beş yaşındaydım, sokakta arkadaşlarımla oynamış, terlemiştim. Su
içmek için eve geldim, annem: “Aman yavrum dikkâtli ol, Sürpik Teyze Bayram
ziyaretine geldi, onu rahatsız etmeyelim” dedi. Su içtim, tekrar oynamak üzere
dışarı çıktım. Bir süre sonra yine susadım, eve geldim annem, Sürpik Teyzenin
olduğunu, ses çıkartmamam gerektiğini söyledi. Canım sıkılmıştı: “Aman anne”
dedim, “Bu gavur karısı ne zaman gidecek?” İlk ve son olarak, o gün annemden
bir tokat yedim, beni şiddetle azarladı, “Böyle konuşmaya utanmıyor musun?”
dedi. “Sürpik Hanım komşumuz, Allah razı olsun bayramda ilk gelen ziyaretçi o
oldu.” İşte rahmetli Münir Bey, böyle muhterem bir annenin evlâdıydı. Anneden
alınan terbiye, bir ömür boyu evlâdı takip ediyor ve üzerinde hiç silinmeyecek
izler bırakıyor. Tanıdığım velî bir zat, çocuklarını terbiye etmek için öğüt
isteyenlere: “Aman efendim” der, “Siz önce kendi kendinizi eğitin, size bakarak
çocuklarınız da edepli ve saygılı olurlar.”
4 Temmuz 1978 - Ankara
Bu
adlî yılın son ayına geldik. İnşallah ayın 20’sinde adlî tatile giriyoruz.
Allah, hayırlı ve güzel bir tatil geçirmemizi inşallah nasip eder. İnsan
etrafına bakıyor da, bu insanların gidişine şaşıyor. Adeta bütün dünya, bir
tımarhane haline geldi. Nereye baksan bir karışıklık, bir huzursuzluk almış
gidiyor.
Geçen
akşam Sabri “erinç” diye bir kelime söyledi. Ne demek o dedim. “Huzur” dedi. Ne
tuhaf değil mi, artık bu insanlar, huzurun da mânâsını unutuyorlar. Huzur
demek, bir insanın Allah’ın huzurunda olması, yani Allah’la beraber olması
demek, işte ancak insan o zaman huzur ve sükûn içinde olabilir, artık
kelimelerden mânâ da çıkaramayacağız dedim. Sabri, “bir bakıma öyle ama, erinç
kelimesini düşünürsen, ondan da aynı mânâyı çıkarmak mümkün, o da ermekten
geliyor. Ermek, veli olmak mânâsına, şimdiki insanlar evliya diyor, ama bu
yanlış, evliya, velinin çoğulu. Veli olmak demek, insanın kendi nefsinin velisi
olmak demektir. Hani mektepte çocukların velisi, büyükleri olur ya, insan da
kendi nefsinin velisi olursa, Allah'a erer, ermiş olur.” dedi.
Sabri
her şeyi ne güzel izah ediyor. O böyle açıklama yapınca “Nefsini bilen, Rabbini
bilir.” sözünün mânâsını daha iyi anladım.
Demek
ki insan, nefsini tanır, onu Allah yolunda, iyi işlerde kullanırsa, Allah da o
kulunu sevgili kulları arasına dahil ediyor. Allah hepimize, nefsimizi
tanımamızı, onu ıslah edip, doğru yolda kullanmamızı nasip etsin. Âmin.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
11 Kasım 1971 - Ankara
Defterime
her gün yazmaya karar vermiştim ama, dün yazamadım. Çünkü öğleden sonra izin
aldığım için, öğle tatilinde Dairede değildim. Fakat her gün yazmak da zor.
İnsan konu bulamıyor. Bugün şunu gördüm, bunu yaptım demek de hoşuma gitmiyor.
O zaman da yazacak mevzu bulamıyorum. Ama insan Allah’a teslim olur, Allah’tan
bu hususta kendisine yardım etmesi için dua ederse, Allah muhakkak ona bir
kolaylık gösterir. İş, tam bir imanla dua edebilmekte.
Ama
Allah’ın gösterdiği ip uçlarını da anlayabilmek lâzım. Aklıma bir hikâye geldi.
Fakat tam olarak hatırlayamıyorum.
Bir
şahsın eski bir evi yarmış, yıkılacağından korkarmış, ama Allah’a dua etmiş,
yıkılacağını bana haber ver demiş, duasının da kabul olduğu galiba kendisine
bildirilmiş.
Fakat
bir gün, evi çöküvermiş. Hani Allah’ım bana haber verecektin demiş. O zaman
kendisine; biz haber verdik, tavanın sarktı, kapıların çöktü, duvarların
yıkıldı, fakat sen hiç oralı olmadın denmiş.
İşte
bu hikâyedeki gibi olmamak için, insanların çok uyanık olmaları, her şeye
dikkat etmeleri, her şeyden bir ip ucu yakalamaya çalışmaları lâzım.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
3 Ocak 1993 - Ankara
Kafasını
temizleyemeyen, kalbini temizleyemez.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
20 Kasım 1983 - Ankara
Geçen
gün, Sabri ile sohbet ederken, konu mes’ut olmaya geldi. Sabri “Hiç kimse
hiç kimseyi mes’ut edemez. Saadet, insanın içindedir. İçindeki saadetin
bilincine varıp, onu gün ışığına çıkarmaya uğraşmayan bir insana, sen ne kadar
iyi muamele etmeye, onun yüzünü güldürmeye çalışırsan çalış, onu bir türlü
mes’ut edemezsin. Çünkü her şeyi ters tarafından, karamsar yönden ele alır.”
dedi.
Hakikaten
öyle, iyimser, yumuşak başlı insanlar, en ufacık bir şeyden bile mes’ut
olmasını biliyorlar.
Ama
insanın bu ufacık saadetlerle yetinip kalması doğru değil. Çünkü asıl saadet,
Allah’a kavuşmakla olduğundan, iş, bu büyük saadete nail olabilmekte.
Yalnız
onun için de, İnsanın bu şuur içinde olması ve aklını kullanarak, kendisini bu
büyük saadete eriştirecek kimseyi bulması ve onun dediklerini harfiyen yerine
getirmesi gerekir.
Demek
ki, İnsanın bu büyük saadete ermesi de, yine kendisine bağlı. İnsanın içinde
mes’ut olma arzusu varsa, aklım kullanarak pekâlâ mes’ut olabilir.
İş,
o yolda yürümek azminin bulunması. İnsanın içinde bu azim olduktan sonra, Allah
muhakkak onun karşısına, bu yolda yürümesine vesile olacak bir rehber çıkarır.
Dikkat
ettim, ufacık şeylerle yetinmesini bilen insan mes’ut oluyor. Ama gözü
yükseklerde olan insan, hiçbir zaman mes’ut olamıyor. Gözü yükseklerde olan
insan, kanaat sahibi olmadığı için, arzu ettiği bir şeyi elde etse dahi, o onu
tatmin etmeyip, daha fazlasını istiyor. Bu yüzden de bir türlü saadete
eremiyor.
Demek
ki, iyimser, kanaat sahibi olan insanlar mes’ut olabiliyorlar. Bu hasletler
ise, insanın içinde olup, dışarıdan kazandırılmayacağına göre, başka bir
kimsenin bir insanı mes’ut etmesi imkânsız.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
16 Mart 1983 - Ankara
Ablam
çok şükür “sarılık” hastalığını atlattı. Kurban Bayramında yakalanmıştı, şöyle
böyle 5,5 ay oluyor. Allah bütün hastalara şifalar versin. Nisanın 4’ünde de,
annemin kontrolü var. O da bu kışı mâşallah çok iyi geçirdi. Ablam
hastalanınca, ona kuvvet geldi. İnşallah o da hayırlı haberler alır. Okan da
felç geçirdi. Çok şükür, zar zor da olsa, şimdi yürüyebiliyor. Yalnız sol kol
ve elde pek hareket yoktu. İnşallah o da açılmıştır. Hastalık zor. İş, hasta
olmamakta. En iyi düşünce tarzı ve uygulaması Tibetlilerinki; onlar
Dalaylama hasta olduğu zaman doktoruna işten el çektirirlermiş. Doktorun
vazifesi, insanı hasta yapmamak derlermiş. Ne kadar doğru, iş hasta olmamakta.
Geçen
hafta İstanbul’a gittik. Orada da herkes hasta. Bizim sokakta oturan Fatma
Hanım Teyze vefat etmiş, onun da kırk mevlüdüne gittim. Allah rahmet eylesin,
nur içinde yatsın, çok akıllı ve tedbirli bir insandı. Cemil Meriç’in Hanımı da
vefat etmiş, Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın, o da çok mükemmel bir
insandı.
Allah
herkese sıhhatli ömürler ve imanlı Ölümler nasip etsin. Âmin.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
7 Eylül 1982 - Ankara
Abdülaziz
Debbağ Hazretlerinin “El Ibriz” adlı kitabında; ibadetlerin hedefinin, tevhit
olduğu belirtiliyor. Sadece Allah birdir demekle, tevhit olmuyor. İş, bu sözün
mânâsını lâyıkı ile anlayıp ona göre amel edebilmekte.
Yani
hayatta ne varsa ve ne oluyorsa, hepsinin Allah’a ait olduğunu bilmek. İnsan
her olayda, her şeyde Allah’ı görebiliyorsa, o zaman tevhidi yaşıyor demektir.
Kendinde
veya başkalarında bir kuvvet görmesi, tevhitten uzaklaşması, Allah’a şirk
koşması demek oluyor.
Münir
Beyin dediği gibi, insanın kendisini her yaptığı işten çekip çıkarması gerek. O
zaman yapılan her işi, Allah’ın yaptırdığı şuuruna varılıyor ve o zaman tevhit
yaşanmış oluyor.
Ama
biz, o kadar kendimizle doluyuz ki, daima şöyle yaptım, böyle yaptım deyip
duruyoruz. Allah istemese, hiçbir şey yapamayız. Bizim bir parmağımızı bile
kıpırdatmaya kudretimiz yok.
Onun için, manevî büyükler “ben” kelimesini bile
ağızlarına almaya korkuyorlar.
Yalnız
Allah var, biz yokuz.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
17 Ocak 1982 - Ankara
Dün
gece, Halûk Nur Baki Beyi evinde ziyaret ettik. Mehmet Beyin akrabası Dr.
İbrahim Bey randevu almış, gece hep beraber gittik. Halûk Bey, çok bilgili ve
derin bir insan. Allah feyzini arttırsın. Allah râzı olsun, güzel güzel
konuştu. Oradan çıktığımda, adeta içim yıkanmış gibi idi. Allah böyle
insanlarını çoğaltsın, bu memleket, ancak bu insanların yardımı ile içinde
bulunduğu bu çıkmazdan kurtulabilir. İman ne kuvvetli bir şey, ‘İnanan
dağları devirir” demeleri boşuna değil. İmanlı bir insan, pek çok insana
tesir edip, onu huzur ve sükûna kavuşturabilir. Televizyonda yaptığı konuşmalar
da, herkes tarafından büyük bir ilgi ve merakla, hatta sevgi ile dinleniyor.
Demek bu millet, maneviyata susuz. Ondan bir katre vereni, büyük bir minnetle
dinliyor. Bize de çok enteresan şeyler anlattı.
Bazen
çok büyük hastalıklar, sıkıntılar ve ıstıraplar, insanı Allah’a kavuşturmak
için bir vesile oluyor, dedi ve şu olayı anlattı.
36
yaşında bir hastası varmış. Kanser bütün vücudunu sarmış. Kurtulmak ümidi
kalmamış. Zavallı çok fazla ıstırap çekiyormuş.
“Doktor Bey, sen bana yardım etmiyorsun, sen dindar
adamsın bana yardım et, bir şeyler yap, yoksa halim fena, belki intihara
teşebbüs ederim, artık bu acıya tahammül edemiyorum” demiş. Doktor da, “yalnız sana dua edebilirim”
demiş. Çünkü hastanın inancı yokmuş. Hasta yatağından kalkamıyormuş ama, gene
kendisine bir şey yapmaması için gereken tedbiri almışlar.
Bir
gün hasta, “ben abdest almak, tövbe etmek istiyorum, bana yardım et”
demiş ve doktorun yıkanmasına müsaade etmesi üzerine, yakınlarının yardımıyla
zorla abdest almış ve bir zaman sonra
“Halûk Ağabey, ben rüyasını gördüm, öleceğim, rüyamda
bazı sualler sordumsa da cevap vermediler, sen bunları doktoruna sor dediler.
Ölüm ânı nasıl olur, bana anlat”
demiş. Doktor da “ölümün hiç korkulacak bir şey olmadığını, Azrail'in ruhu
bedenden kolayca, rahatlıkla ayırmaya memur bir melek olduğunu, son anda
şahadet getirmesini, (yalnız hasta çok zor konuşuyormuş, onun için) yalnız
Muhammed dese de olacağını” söylemiş. “Ben Azrail'in geldiğini nasıl
anlarım?” demiş. Doktor da “Azrail geldiği zaman, rahata ve huzura
kavuşursun ve üzerindeki bütün hastalıklar kalkar, eğer istersen beni de
telefon et çağır” demiş.
Birkaç
gün sonra, evinden telefonla çağırmışlar, kardeşi, “Ablam çok ağır, seni
istiyor” demiş. Hemen koşup gitmiş, hastanın odası kalabalıkmış, hasta
eliyle hepsinin çıkması için işaret yapmış. Hepsi çıkmışlar, yalnız Halûk Bey
odada kalmış, o zaman kemikleri kırık olup, hiç kıpırdayamayan ve çok zor
konuşan hasta, sapasağlam kalkıp yatakta oturmuş. “Halûk Ağabey, dediklerin
çıktı. Bak şimdi sapasağlamım, hiçbir şeyim kalmadı, ama ben artık yaşamak
istemiyorum. Şimdi ben yatayım da, dışarıdakileri öyle çağır, beni böyle
sapasağlam görmesinler, sonra ümitlenirler”demiş. Yatağına uzanmış ve
dışarıdakiler içeri girerken, kelime-i şahadet getirerek ruhunu teslim etmiş.
İslâmiyet
ne kadar büyük bir din, ona tam mânâsı ile teslim olan ve inanan insan, işte
öbür âleme sanki yandaki odaya geçer gibi, kolayca geçip gidiveriyor. Hepimiz
oraya gideceğimize göre, kendimizi o yolculuğa hazırlamalıyız. Hatta ölmeden
evvel ölen ve o âleme gidip gelebilen insanlardan olmak için çalışmak, tek
gayemiz olmalı. Allah, kullarından bunu bekliyor.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
1 Aralık 1981 - Ankara
Abdülkadir
Geylâni Hazretleri Feth’ür Rabbani adlı eserlerinde “Adem aleyhisselâm,
nebinin ilk konuşma dili Süryani idi. Kıyamet günü, halk aynı dille hesap
verecek. Cennete girdikten sonra, Peygamberimiz salla’llâhü aleyhi ve sellemin
dili olan Arapça üzerinden olacaktır. ” buyuruyorlar.
Bazı
kitaplarda, büyük zatların, velilerin, aralarında Süryanice konuştuklarını
okumuştum da, acaba niye Süryanice konuşuyorlar diye merak etmiştim. Demek ki,
Adem aleyhisselâmın ilk konuşma dili Süryanice olduğu için, onlar da o dille
konuşuyorlar.
Di!,
ne kadar karışık bir şey. Herkes insan ama, hepsinin konuşması başka başka.
Hatta bazı diller var ki, o dili başka bir dili konuşan kimse, tam mânâsı ile
aksanını vererek konuşamıyor. Adeta konuştukları dillere göre, insanların
gırtlak teşekkülleri de farklı farklı oluyor.
Yalnız bir dil var, onda herkes aynı. O da gönül dili.
Gönül diline sahip olanların hepsinin aksam aynı ve birbirlerini çok iyi
anlıyorlar. Çünkü onda, ses ve söz yok. İş,
bu gönül diline sahip olabilmekte. Ondan sonra hiç korkma. Artık bütün
dilleri biliyorsun demektir.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
5 Ekim 1981 - Ankara
“Marifet”in
mânâsını, tam olarak bilemiyordum, fakat bir türlü Sabri’ye sormaya da cesaret
edemiyordum. Kendi kendime çok sual sormamaya karar vermiştim.
Şimdi
Ahmet El Rüfaî Hazretlerinin “Onların Âlemi” adlı kitabını okuyordum.
Orada 7. hadisi şerifte, Allah’ın, insanların çok sual sormalarına razı
olmadığı bildiriliyor. Onu okuyunca, çok güzel, demek ki Allah yolunda bir
karar vermişim dedim. Ben bu kararı vereli seneler oluyor. O zaman, bu hadisi
bilmiyordum. Bir yazımda da anlattığım gibi, hadiselerin cereyan tarzı, bana bu
kararı verdirmişti. Çünkü, bir şeyi merak eder, Sabri’ye sorarsam, bir türlü
cevabını söylemiyordu. Fakat ona sormaz, yalnız dikkatli olursam, merak ettiğim
şeyin cevabını en kısa bir zamanda, Sabri kendiliğinden açıklıyor veya herhangi
bir şekilde öğreniyordum.
İşte
şimdi de öyle oldu. Yukarıda bahsettiğim kitabı okurken, anılan hadisin
açıklamaları sırasında, Ahmet El Rüfaî Hazretleri “Allah'ın birtakım kulları
vardır. Onları marifet için, yani kendini bilsinler diye seçmiştir. ”
demiyor mu. Nasıl sevindim, tarif edemem. Şimdi Marifetin Allah’ı bilmek
olduğunu öğrenmiş oldum.
Allah’ım
sen ne kadar büyüksün ve ne güzel yol göstericisin, beni yolundan ayırma
Allah’ım. Âmin.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
3 Mart 1981 - Ankara
İlâhi
Armağan’ı okuyordum. Orada Abdülkadir Geylâni Hazretleri 'ibadeti eksik
eden, geçim sıkıntısı çeker. Evinden eziyetler çeker. Kazancı azalır, çocukları
isyan eder. Hanımından nefret duygusu görür. Hangi tarafa yönelse, ayağı
tökezler. Bunların hepsi, az kulluk etmenin sonucudur.”
buyuruyor.
Bundan da açıkça anlaşılıyor ki, hayatta adam gibi yaşamak için, dinî kuralları
harfiyen yerine getirmek lâzım. Çünkü bu kurallar, Allah tarafından, bizim bu
dünyada da, öbür dünyada da mes’ut olmak, huzurlu olmak için neler yapmamız
lâzım geldiğini gösteren kurallar. İş, bu kuralları yerine getirebilmekte, Bunu
yerine getiren kimsenin arkası yere gelmez.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
15 Haziran 1976 - Ankara
Dün
gece, Sabrı ile uzun uzun konuştuk. Ne güzel anlatıyor, insanın İçi açılıyor.
Bir ara İnsan bu dünyaya önce neşesini bulmaya gelir. Sonra Allah'ı bulur,”
dedi. Neşesini' bulmak ne diye sorunca da, izah etti. İnsanın her gördüğü
şeyden memnun olması, yani halinden hoşnut olması imiş. İnsan bir şeye memnun
olunca, güzel bir şeyi görünce, yüzü, güler ya, İşte bu duruma, neşesini
bulmak:deniyormuş. İnsan her hadisede, her gördüğü şeyde, bu neşesini -
muhafaza ederse demek, ondan sonra Allah’a ulaşabilecek.
Öyle ya, bu
neşenin devamlı olabilmesi için,
insanın-Allah'a teslim olması, ondan gelen ona ait her şeyden razı olması
gerek, Allah’ım bana bu hali lâyıkı ile yaşamayı nasip eyle. Âmin.
Sabri,
“İlk olarak tabiat, sonra güzel sanatlar, sonra insan,
sonra mürşit, sonra Peygamber, sonra Allah sevilir ve bu sevgilerden
geçildikten sonra Allah'a kavuşulur”
diyor ve “şimdiki insanlar, daha ilk basamak olan tabiat sevgisini bile
duymuyorlar, onun için bugünün insanının Allah'ı bulması, huzura kavuşması çok
zor, adeta imkânsız” diyor. Ne kadar doğru söylüyor. Şimdiki insanlar,
etraflarına bakmasını ve etraflarını görmesini bilmiyorlar. Onun için de,
Allah'ın bizler İçin ortaya döktüğü bu güzellikleri göremiyorlar. Bir bunaltı,
bir sıkıntı tutturmuş gidiyorlar: Allah hayır göstersin. Allah’ım, Sabri'nin
gösterdiği yolda ilerlemem için bana yardım et. Âmin.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
17 Mart 1976 -Ankara
Sabahleyin
yolda gelirken, Sabri ile Avrupa’dan bahsediyorduk. Sabrı bir ara “Ben
AvrupalIlara acıyorum. Onların bugünkü sıkıntılı, huzursuz hallerine biz
sebebiz” dedi. Ben, niçin bizim sebep olduğumuzu sorunca da “Onlar akılları
İle, aklın ulaşabileceği en son noktasına vardılar. Fakat, yalnız akıl kâfi
gelmiyor. Kalp işe karışmadıkça, yapılan iş yarım kalıyor. Biz müslüman olarak,
kalp ve kafanın öyle güzel bir sentezini yapıp, Örnek bir hayat yaşayacaktık
ki, onlar da bizi örnek alarak huzura kavuşacaklardı” dedi.
Sabri
ne kadar güzel konuşuyor. Ne güzel fikirleri var. Ben tam onun dediği gibi
yazamıyorum. Bu sözü üzerine, madem Avrupalılar bu kadar akıllı, niçin akılları
ile hak din olan Müslümanlığı benimseyip, Allah’ı bulamıyorlar, dedim.
Buna
cevaben de “Râna, ben sana bir şey diyeyim mi, akıl, Allah'ın varlığını
ispat için ne kadar sebep bulursa, inkâr için de o kadar sebep bulur” dedi.
“Bunun için, akılla hakikati bulmaya imkân yok. Ancak kalp işlerse, aklı doğru
yola iletir” diye ilâve etti. Allah’ım bizi kalbi mühürlülerden yapma.
Âmin.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
25 Haziran 1973
- Ankara
Dünkü
Pazar günü, Mehmet Gürz Beyler, bizi Baraja götürdüler. Çok güzel bir gün
geçirdik. Mangalda şiş köfte ve şiş kebap yaptık, bir de bol salata, afiyetle
yedik, hepsi pek güzeldi. Çocukluğumu hatırladım; o zaman da kıra gittiğimizde
şiş yapardık. Ama yanında zeytinyağlı dolmalar, börekler, meyveler de olurdu.
Şimdi bu sefer, aniden gitmeye kalkıldığı için, böyle oldu. İnşallah Allah
nasip eder bir daha gezmeye gidersek, o zaman dolmamız da, böreğimiz de,
çöreğimiz de olur.
Oradaki
çamların kokusunu bir türlü unutamıyorum. Benim burnum çok az koku aldığı
halde, mükemmelen duydum. Demek ki ne kadar kuvvetli kokuyormuş.
Akşamüstü
yukarı tepelere çıktık ve bir kayanın üstüne oturarak manzarayı seyrettik.
Ayağımızın altında göl uzanıp gidiyor, ufak ufak koylar teşkil ediyor; bu
koylar da yemyeşil ağaçlandırılmış. Bazı yerlerde de çam ağaçlan dikilmiş.
Su
o kadar durgun ki, tepelerin ve ağaçların gölgeleri suya düşüyor. Hatta havadan
uçan kuşların gölgesi bile suya düşüyor. Adeta su bir ayna gibi.
Allah’ım
her şeyi o kadar güzel yaratmış ki, insan ne tarafa bakacağını bilemiyor.
Allah’ım seni çok seviyorum, beni senden ayırma, bana eşyanın hakikatini
göster, ne olur Allah’ım.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
19 Haziran
1973 - Ankara
Bütün
insanlar, bu dünya oyununa o kadar dalmışlar ki, sanki bütün hayat, bu dünyadan
ibaretmiş gibi, yalnız onu düşünüyor, onu güzelleştirmeye çalışıyorlar. Öbür
dünya için hiç çalışan yok. Halbuki hakiki hayat, öbür dünya hayatı, burası
yalancı dünya ve bu yaşadığımız hayat da yalancı hayat. Büyüklerimiz “Bu dünya bir penceredir; her
gelen baktı geçti. ” diyorlar. Hâlbuki şimdiki insanlar, bakıp
geçeceklerini hiç düşünmüyorlar. Hep bakacakmış gibi davranıyorlar.
Peygamber Efendimiz de, dünyada geçirilen zamanın, bir seyahate çıkıldığında,
bir ağaç altında geçirilen dinlenme zamanı kadar kısa olduğunu söylüyorlar. Biz
insanların, bu kadar kısa olan bu hayatları boyunca, öbür dünya için azık
toplamamız, onun için çalışmamız gerekirken, hiçbir hazırlık yapmıyoruz. Öbür
dünyaya azığımızı da kendimizin götürmesi lâzım. Sonra orada azıksız ve
boynumuz bükük kalırız. Yalnız boynumuz bükük kalsak yine iyi, ama
insanlarımızın çoğu, öbür dünyaya erzak yerine, kendi ateşini yakacak odunları
biriktiriyor ve onları götürüyor. Allah cümlemizi bu duruma düşmekten korusun.
Âmin.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
Eylül 1972-Ankara
Bir
minicik tohum düştü kalbime
Şaşırdım,
heyecanlandım, çok korktum
Kaskatı
çorak bir çöldü ki kalbim
Ben
onu orada nasıl saklayacaktım,
Ümit
toprağında besledim onu
Gözyaşlarımla
suladım.
Kalbimde
esen fırtınalar zarar vermesin diye
İtimat
lifi ile kalbime bağladım
Bu
çalışmalarım, didinmelerim sonu
Bir
gün filiz verdi benim tohumum
Filizim
fidan, fidanım ağaç oldu
Şimdi
yalnız o var, ben yokum.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
6 Ocak 1972 Ankara
Bugün
ikinci, defterime başlıyorum. Allah’tan hayırlısı. Bakalım bu deftere neler
yazacağım. Şimdi
bakalım ne yazacağım derken, aklıma Muhiddini Arabî Hazretlerinin bir sözü
geldi. “Ben size, bir şişe mürekkebi, hangi kelimeyle başlayıp, hangi kelimeyle
bitireceğinizi söyleyebilirim.” dermiş. Aman Allah’ım ne büyük ilim. Bir bakıma
da bu kadar çok ilim, aynı zamanda o kadar büyük yük oluyor herhalde. Çünkü,
her şeyin ne olacağını önceden bilip ona katlanmak çok güç olsa gerek. Bu her
kişinin kârı değil, er kişinin kârı. Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) “Siz benim yerimde olsanız az güler, çok ağlardınız. ” buyurmuşlar.
Herhalde bu durumu izah için söylemişlerdir.
Şu
insan ne tuhaf. Bir bakıyorsun bir hiç, bir bakıyorsun akıllar almayacak kadar
muazzam bir şey. Kolay mı ya, insana yeryüzünde Allah’ın halifesi demişler. Ama
o muazzam insanlar nerede. Onları bulmak çok güç. Çünkü kendilerini
gizliyorlar.
İnsan
kendisini anlayamaz, tanıyamazken, onları tanıması nasıl mümkün olur? Evvelâ,
insanın kendini tanıması lâzım. Ama bu çok zor bir iş. İnsan iç dünyasına
eğildiği zaman, orada o kadar karışık şeyler görüyor ki, acaba ben bunların
hangisiyim diye, şaşırıp kalıyor. İş, insanın içindeki yabani otları ayıklayıp,
onların arasında saklı olan çiçeğini meydana çıkarabilmekte.
Artık
bu gül mü olur, yoksa lâle, karanfil, zambak, leylâk mı olur?
Kimbilir,
Allah’ın kimin içine ne sakladığım.
İşte
iş, içte saklı olan bu şeyi açığa çıkarabilmekte.
Herhalde
insanların yaradılışlarının gayesi, içlerindeki bu cevheri meydana çıkarmak
olsa gerek.
Fakat
bunun için de bir kuyumcu gibi, çok dikkatli ve inceden inceye çalışmak lâzım.
Muhakkak,
insan içindeki bu cevheri meydana çıkardığı ve ona göre hareket ettiği
takdirde, taşıdığı insan adına lâyık olmuş oluyor.
Allah
hepimize insan olmayı nasıp etsin. Âmin.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
23 Aralık 1969 - Ankara
Bu
sabah gelirken, resmî dairelerin önündeki çimenler üzerinde kargalar gördüm.
Sanki asil, vakur bir halleri vardı. Hepsinin rengi de siyah. Birden, Münir
Beyin siyah rengin, mühim, değerli bir renk olduğu, pek çok şey ifade ettiği
yolundaki sözleri aklıma geldi. Ve bir konuşmasında da, en çok yaşayan
hayvanın karga olduğu ve kargaların çok edepli oldukları hakkındaki sözlerini
hatırladım.
Aklıma, acaba kargalar, kuşların velisi mi, diye bir
düşünce geldi, Nasıl ki çamlar, yaz kış
aynı durumlarını muhafaza ettikleri, yani diğer ağaçlar gibi kışın kuruyup,
yazın yeşermedikleri, adeta bir nevi ölümsüzlüğe kavuştukları için, velilere,
mürşitlere misâlse, kargalar da, hayvanlar arasında velilileri mi gösteriyor
dedim. [Kabil’e yol gösterdiyse…] Bilmiyorum, belki bu düşüncem yanlış. Fakat
böyle bir şeyi düşünmek bile, bana bir heyecan verdi. Demek insan her zaman
dikkatli, uyanık olsa, etrafında gördüğü şeylerden bazı mânâlar çıkarmaya
çalışsa, hayat ne kadar tatlı ve güzel olacak.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
6 Şubat 1969
- Ankara
Bir
şeyler zonkluyor kafamda
Büyük
bir tazyik
Büyük
bir mücadele
Dışarı
çıkmak için
Taşıp
coşmak için
Böyle
çıkmanıza imkân yok ki
Sıraya
girseniz ne olur sanki
Hepsi
müphem
Hepsi
büyük
Bir
ağırlık yapıyorlar kafamda
Bu
kadar tazyik olmaz ki
Sıraya
girmelisiniz bir, iki
Bir
iki, bir iki derken
Düşünceler
sırayla akıp giderken
Götürürler
herhalde beni
Kavuşmak
istediğime
Kavuşmak
istediğime
Râna Tandoğan/Günlüğümden
15 Ocak 1969
Ankara
Azize
Hanım “söylenen sözlere dikkat edin! çünkü konuşan Allah olduğuna göre, belki
size de hitap ediliyordur; ben sokağa çıktığım zaman, daima işittiğim sözlere
dikkat ederim” derdi. Ben de kendi kendime dikkat edeyim diyordum ama bir
türlü olmuyordu. Üç dört gündür sokakta giderken lâlettayin kimselerin
söylediği öyle sözleri işitiyorum ki, sanki o sözler bana söylenmiş gibi
geliyor. İçime öyle doğuyor. Meselâ, geçen gün Sakarya Caddesinden geçerken bir
dükkândan bir tezgâhtar çıktı, benim yanımdan geçerken ‘Allah adın
zikredelim evvelâ” dedi, o bunu herhalde kendi kendine mırıldanıyordu ama,
bana bu benîm için bir ikaz gibi geldi.
Ertesi
gün de yine biri yanımdan geçerken “arkana bak” dedi. Ben bu hitabı da kendime
farz ettim. Fakat ne kastedildiğini bir türlü anlayamadım. Sabri’ye sordum, o
da “aldığın yola bak” demektir dedi.
Dün
de yanımdan, şimdiki serseri gençlerden biri geçti. O sırada da karşıdan iki
yaşlı bey geliyordu. Fakat ikisi de tam birer beyefendi idi. İçimden, bir
şimdiki gençlere bak, bir de eskilere dedim. O yaşlı beyler yanımdan geçen bir
tanesi “Sabriye” dedi. Belki tanıdıkları birinden bahsediyorlardı. Fakat bu söz
de sanki bana söylenmiş gibi geldi. Acaba ben sabırlı bir kul muyum diye
düşündüm. Bilmem böyle düşünmem doğru mu, bir Sabrî’ye sorayım, bakalım ne
diyecek,
Fakat
insanın, böyle lâlettayin kimselerin ağzından söylenen sözlerin, Allah
tarafından kendisi için söyletildiğini hissetmesi o kadar hoş bir şey ki. Fakat
belki böyle değildir de, ben öyle zannediyorumdur. Ama ne olursa olsun, hani “doğru
olmasa da söyle, hoşuma gidiyor” diye bir söz var ya, işte bu düşündüğüm,
yani Allah’ın benim için söylettiği doğru olmasa bile, yine benim hoşuma
gidiyor. İnşallah bir gün bu düşündüğüm de hakikat olur.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
25 Nisan 1968 - Ankara
Bugün
öğleyin, Sabri’yi de parka götürdük, Ona da, o güzel ağaçlan gösterdik. Adeta
büyülenmiş gibi, bir türlü önlerinden ayrılmıyorduk. Fakat bu sırada pek çok
genç kız ve erkek ağacın o güzelim çiçeklerinden koparmazlar mı. İşte o zaman
Yurdanur da ben de çok üzüldük. Ama Sabri adeta deli gibi oldu. Başladı
söylenmeye, ne kadar haklı. Şimdiki insanlarda ne güzellik mevhumu, ne sevgi
var, İnsan o güzelim çiçeklere nasıl kıyar da koparır, bir türlü aklım almıyor.
Onlar koparırken benim içim bir tuhaf oldu. Sabri "Her yaprağın bile ayrı
bir kaderi var, " der, ne kadar doğru. Bu çiçek koparma hadisesini bu
söze göre düşündüm. Ağacı üstünde kalıp, sararan, kuruyan çiçek, tıpkı tabii
bir ölümle ölen insan gibi, tabii ömrünü tamamlamış oluyor. Koparılan çiçekler
de, bir kaza neticesinde ölen insanlara benziyorlar. Çiçekleri koparanlar,
acaba bu hususu hiç düşündüler mi?
Râna Tandoğan/Günlüğümden
18 Nisan 1968 - Ankara
Dün
gece Sabri, ben, Yurdanur, Gürsel, Suna ve Türkân'la beraber Azize Hanımlara
gittik. Geceleyin eve döndüğümüzde saat 12’yi geçiyordu. Çok güzel bir sohbet
oldu. Doktor İsmet Beyler de geldiler, Yani epey kalabalıktık.
Azize
Hanım yine tatlı tatlı konuştu, bizler de dinledik. Ne güzel anlatıyor. Onun
hayata bakışı çok hoşuma gidiyor. Her hadiseden, her sesten, her hareketten bir
mânâ çıkarıyor. Meselâ, Konya’da bir otelde kalmışlar, odalarının numarası
30 muş, Bundan ne mânâlar çıkarmış: 3 rakamı ne güzel, bu üçleri gösterir,
biz de üçleri temsil ediyoruz. Ama bir de sonunda sıfır var, bu da bizim hiçliğimizi
bize gösteriyor. Aynı zamanda (0) rakamı, alfabede (O) harfidir. (O) deyince
Allah’ı kastederiz. Demek bu da Allah'ı gösteriyor. Aynı zamanda (o) sıfır
şekli ile, eski Türkçe 5 demektir. Bu da beşleri temsil ediyor, diye düşünmüş. Ne
güzel, insan böyle gördüğü her şeyden, güzel güzel mânâlar çıkarırsa, hiçbir
zaman sıkılmasına, yalnızlıktan şikâyet etmesine imkân var mı? Daha ne
kadar istifadeli şeyler anlattı, yalnız şimdi hepsi aklımda yok, aklıma
geldikçe yazarım. Bir de şu anlattığı hadîse bana çok tesir etti: Bir adamcağız
abdest alıyormuş, sağ ayağını yıkamış, sol ayağını yıkayamadan ölmüş. Öbür
âlemde hemen kendisine bir çeşme göstermişler "sol ayağını da yıka
namazın gecikmesin” demişler. Aman Yarabbi, ne kadar güzel bir hikâye; öbür
dünyanın mevcut olduğunu bunun kadar güzel anlatan bir hikâye duymadım desem
yeri var. Şimdi burada aklıma yuf babaya atfedilen bir hikâye geldi. Kime ait
olursa olsun, o mühim değil. Esas mühim olan hadise. Bu da hepimizin bildiği
gibi; hani tabuttan başını çıkarıp "ben de senin baban gibi ölmüşsem,
bana da yuf olsun" demiş. İnsanların ölmeyeceği yani, şimdiki
insanların düşündüğü gibi yok olmayacağı biz insanlara ne güzel anlatılmış.
Acaba öbür dünyaya, ölümsüzlüğe inanmayanlara bu hikâyeler anlatılsa, bilmem ki
onlara tesir eder mi, onların kalp tellerinde bir titreşim meydana gelir mi?
Eğer kirden dolayı kalp telleri elâstikîyetini kaybetmemişse muhakkak az veya
çok bîr titreşim meydana getirir, İş, o kadar çok kirlenmemekte, ne zaman Azize
Hanıma gitsek, onun yanından, kalbime huzur ve sükûn dolmuş, manevî bakımdan
zenginleşmiş olarak ayrılıyorum.
Tevekkeli değil, büyükler, dostlarınızı seçerken çok
dikkat edin, dâima Allah dostlarının sohbetlerinde bulunun dememişler;"
Hatta,
Allah dostları hiç konuşmasalar bile, onların yanında bulunmak, insana aynı
huzur, sükûn ve huzuru veriyor.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
10 Nisan 1968 - Ankara
Kalabalık
bir odadan, bir iki kişi bile dışarı çıksa, insan kendisinde bir ferahlık,
adeta bir hafiflik hissediyor, üstünden bir basınç kalkmış gibi oluyor. Acaba
bu neden ileri geliyor? Bir odanın muayyen bir hacmi var ve ona göre de havası
var. Belki odadaki insanlar çoğaldıkça; oradaki haya, tabakası sıkışıyor ve
insana bir basınç yapıyor ve odadaki insanlar fazlalaştıkça bu basınç artıyor;
bir iki kişi de dışarı çıksa, bu basınçta bir azalma olduğu için insan
ferahlıyor.
Fakat
bu izah pek doğru değil herhalde. Çünkü bu izaha göre havayı hiç değişmeyen,
olduğu yerde duran bir tabaka gibi farz etmek lâzım. Meselâ, bir kabın içinde
ağzına kadar dolu hamur olsa, bu hamurun içine bir elma koysanız, belki hamurda
bir sıkışma olur ama, hava Öyle mi ya. Hava daima hareket halinde, sonra iğne
deliğinden bile hava çıkar, Odaya insanlar girdikçe, herhalde onların hacmi
kadar da hava dışarı çıkıyordun O halde, şimdi karşımıza başka bir mesele
çıkıyor, havanın, dolayısıyla oksijenin azalması. Dernek ki kalabalık bir yerde
insanın sıkıntı hissetmesi bundan oluyor.
Fakat
bana öyle geliyor ki, tek sebebi de bu değil; başka sebepler de var. Herhalde
insanlardan bir nevî elektrik dalgalan çıkıyor. Eğer o insanın elektriği
sizinkine uymuyorsa, karşınızdaki insandan sıkılıyorsunuz, sizinkine uyuyorsa
ondan hoşlanıyorsunuz, hiçbir sıkıntı hissetmiyorsunuz.
Burada
aklıma bir velinin başından geçen hadise geldi. Beyazıt Bistami Hazretleri
bir gün oturmuş, huzur içinde ibadet ediyormuş. O sırada kapı çalınmış, bir
komşusu gelmiş. Bistami Hazretlerinin huzuru hemen kaybolmuş. Kısa bir zaman
sonra adam kalkmış gitmiş. Bistami Hazretleri yine ibadete başlamış. Fakat
imkânı yok huzur bulamıyormuş. Kalkmış, etrafına bakınmış, bir de ne görsün,
demin gelen adamın bastonu odanın bir köşesinde duruyor. Hemen alıp kapının
dışına bırakmış, Ondan sonra huzura kavuşmuş.
Demek
ki insanlarda olan elektrik dalgaları onların eşyalarına bile tesir ediyor.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
Sabri
“Olgunluğun bir işareti de, bir şeyin üzerinde fazla durmamak, fakat dersini
alıp, bir daha o hatayı yapmamaktır” dedi. Bu sözü de çok hoşuma gitti,
bunu da kendime düstur edindim. İnşallah muvaffak olurum,
Râna Tandoğan/Günlüğümden
7 Nisan 1968 - Ankara
Bugün
Pazar. Sabri bu defteri şimdi verdi. Ben de hemen yazmaya başladım.
Defteri
alınca ilk gözüme çarpan şey, bu defterin de san kağıttı olduğu oldu. Öbür
defterim de sarı. Acaba buna bir tesadüf mü demeti? Ama bayatta tesadüf diye
bir şey yokmuş ki, Münir Bey, hayatta bir tek tesadüf var, o da tesadüf
kelimesi diyor. Şu halde tesadüf diye bir şey olmadığına göre, Sabri’nin
bana iki defteri de sarı verişindeki hikmeti düşünmeliyim.
Ya
Sabri bunları bana, nasıl olsa Râna’nın yazdıkları bir şeye benzemez, iyi
defterler ziyan olmasın diye verdi. Veyahut da hiç böyle bir şey düşünmeden
verdi, ö zaman da aklıma şöyle bir şey geliyor. Acaba sarı rengin benim
bilmediğim bir mânâsı mı yar?
Meseli,
Yunus Emredin “Sordum sarı çiçeğe” diye başlayan bir şiiri var: Bunu
ilâhı şeklinde söylüyorlar. İlk işittiğim zamân, acaba niçin sarı çiçeğe diyor
da, meselâ kırmızı çiçeğe
demiyor acaba, bunun bir mânâsı mı var diye düşünmüştüm; Şimdi benim sarı
defterim de bende aynı düşünceyi uyandırdı. Tesadüf diye bir şey olmadığına
göre, herhalde bu sarı defterlerin bana verilmesinin bir hikmeti olacak.
Bakalım Allah bunun mânâsını öğrenmeyi ne zaman nasip edecek.
Bence
insan fazla sormayıp, sabrederse; yani kimseye sormaz, fakat hadiselere,
sözlere dikkat ederse, öğrenmek istediği bir şeyi daha çabuk öğreniyor.
Ben
bunu kendi şahsımda bizzat tecrübe ettim. Meselâ, merak ettiğim bir şeyi,
Sabri’ye sorarsam bir türlü cevabını alamıyorum; şimdi sırası değil filân
diyerek söylemiyor. Fakat açıktan açığa sormayıp da, sabrederek öğreneceğim
zamanı beklersem, bir de bakıyorum, en kısa bir zamanda ya Sabri o şeyi
açıklıyor veya herhangi bir hadise bana onun mânâsını öğretiyor, İşte şimdi ben
de mümkün olduğu kadar sual sormamaya çalışıyorum. Sabrediyorum ve Allah'ıma
yalvarıyorum. “Allah’ım sen her şeye kadirsin, her şeyin en iyi zamanını
bilirsin, zamanı gelince benim öğrenmemi nasip et Allah’ım” diyorum.
Bu
çok mühim. Çünkü, o işi öğrenmenin zamanı gelmiş olabilir, fakat ben gaflette
olabilir de onu göremem, öğrenemem, onun için, öğrenmemi nasip et diyorum.
Hem
insan böyle hareket edince rahatlıyor. Kendi kendisi ile didişmekten
kurtuluyor. Biz insanların elinde ne var. Ne kadar didinsek, çırpınsak boşuna,
eğer Allah bize o şeyi öğretmeyecekse, öğrenmemize imkân yok. En iyisi inşanın
kaza ve kadere teslim olması, adeta sinema seyreder gibi, rahatlıkla olan
hadiseleri seyretmesi.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
4
Nisan 1968 -Ankara
Bugün
Nisanın dördü. Günler ne çabuk geçip gidiyor; Hani göz açıp kapayıncaya kadar
elerler ya, Tıpkı onun gibi insan geride bıraktığı senelere bakıyor da, hu
kadar zamanın nasıl geçtiğini bir türlü anlayamıyor. Daha çocukluğu insana
dünmüş gibi geliyor.
Bu
kadar hızla akan bir zamanı değerlendirmek de büyük bir iş. Çünkü insan, şunu
mu yapayım, bunu mu yapayım derken, bir bakıyorsun saatler, günler, aylar ve
seneler geçiyermış.
Onun
için, insanın ilk işi kendisine, hayatta yürüyeceği yolu tespit etmek olmalı,
Bir defa bu yol tespit edildi mi, ağır da yürür ise; yine bir yol alınmış olur.
Kaplumbağa
ile tavşan hikâyesinde olduğu gibi. Kendisine gideceği yolu seçmiş olan kimse,
bu yol üzerinde yürüdükçe, er geç istediği noktaya vasıl olur. Fakat tavşan
gibi, bir oraya bir buraya giden insanlar, boşu boşuna ömürlerini tüketirler,
yine bir şey elde edemeden elleri boş olarak, öbür âleme göçerler.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
Bir
pehlivanın gençliğinde, ineğinin bir yavrusu olmuş, bu pehlivan o buzağıyı her
gün kucağına alarak beş basamaklı bir yere çıkarırmış. Bu fiili her gün yapmış.
Aradan uzun zaman geçmiş, artık buzağı kocaman bir inek olduğu halde, yine
pehlivan onu kucağına alarak bir çırpıda o merdiveni çıkarırmış. Eğer bu fiili
devamlı yapmayıp da, birden kocaman bir ineği böyle bir merdivenden çıkarmaya
kalksa, muhakkak muvaffak olamazdı. Ama o her gün taşıdığından, inekte yavaş
yavaş meydana gelen ağırlaşma ona tesir etmiyor.
Demek
ki her işe ufaktan başlayıp kendini alıştırmak lâzım.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
22 Şubat 1968 - Ankara
Bugün
çok uykum var. Üst üste uykusuz kalınca, gündüzleri adeta ayakta uyuyorum. Buna
ayakta uyumak mı denir bilmem; daha doğrusu içim uyuyor, demem lâzım. İçim
uyuyor dedim ama, bana bu tâbir bir tuhaf geldi. Sanki basbayağı yatağa yatıp
uyuduğumuz zaman, dışımız mı uyuyor. Herhalde burada da bir tevhide gitmek
lâzım, yani içle dışı birleştirmek lâzım. Bugünkü sıkıntım, içimle dışımın
yani, ruhumla bedenimin birbirine uymamasından Ötüyor her hâlde. Beden imin
ayakta durması yâni hareket halinde olması ve beynimin işlemesi lazım: Ben
bunun için kendimi zorluyorum. Fakat ruhum da istirahat etmek, uyumak istiyor,
işte huzursuzluk, sıkıntı bundan doğuyor.
Ruhum
da istirahat etmek, uyumak istiyor dedim; yani kalemim öyle yazdı. Buna göre
acaba uyuyan ruh mu? Ama o zaman gördüğümüz rüyalar ne olacak. Bana rüya,
ruhumuzun dolaşması imiş gibi geliyordu. Eğer hakikat bu ise, demek ki ruhumuz
hiçbir zaman uyumuyor. O halde uyuyan ne? Beden uyuyor desek, o da olmaz. Beden
etten ve kemikten ve sinirden müteşekkil, bizatihi böyle bir şeyin uyuyacağını
aklım kabul etmiyor. Herhalde beden dinleniyor demek daha doğru. Zaten Münir
Bey bir konuşmasında uyku diye bîr şey yok, bunu sonradan insanlar icat etti
demişti.
Demek ki uyku diye bir şey olmadığına göre, bedenîn ve
ruhun dinlenmesine, biz uyku diyoruz.
Buna
göre ruhunu ve bedenini yormayan insanlar için, uykuya da ihtiyaç yok demektir.
Münir Beyin çok az uyuması da herhalde bundan ileri geliyor.
Bana
öyle geliyor ki, ruhumuzu çok fazla yormazsak, daima dinç tutarsak, bedenin
yorgunluğunu ruh alıyor, insan yorgunluk, dolayısıyla da uyku ihtiyacını
hissetmiyor. İş, o dengeyi bulabilmekte.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
17Şubat 1968 - Ankara
Biraz
dinlenmek için bu yazıyı yazıyorum. Yazı yazmak beni dinlendiriyor. Bu suretle
yaptığım işin vasfı değişiyor da, herhalde onun için dinleniyorum. Sabahtan
beri de yazı yazıyorum ama onlar daire işi; karar yazdım. İşte hepsi yazı ama
insana başka başka tesir ediyor. Demek ki kalıba değil, içine, muhtevasına
bakmak lâzım. Belki aynı kelimeleri bile kullanmışımdır. Fakat iki düşünce
tarzına gere onlar öyle bir şekilde sıralanıyor ki, bambaşka bir mânâ çıkıyor.
Yine burada papatyada olduğu gibi tertibin düzenin ehemmiyeti karşıma çıktı.
Nedense bu günlerde yazı yazarken kalemimin ucuna hep tertip, âhenk, düzen kelimeleri geliyor. Bunu da yazı
yazmaya borçluyum. Çünkü, insan yazmadan bu türlü düşünemiyor, Yazmayı sevmeye
başladım. Hadi bakalım Allah’tan hayırlısı.
**
20 Şubat 1968- Ankara
Yazı
yazmak da herhalde bir nevi tiryakilik.
İyi
veya fena da olsa biraz yazı yazmadan işlerime başlayamıyorum, İşimde bir
huzursuzluk oluyor; Sanki barla verilen bir vazifeyi yapmamışım gibi. Yazıyı
yazdıktan sonra, rahatlıyor ve kalp huzuru ile işlerime başlayabiliyorum. Bana
bu huzuru veren herhalde vazifemi yapmış olmanın hissi değil. Bizatihi yazı
yazmakla bent dinlendiriyor.
İnsan
yazı yazmak suretiyle adeta kendisi ile hasbıhal ediyor. İnsanın kendi kendisi
ile konuşması çok güzel bir şey. Hani insanlar konuşa konuşa birbirleriyle
tanışır derler ya. İşte frisan yaza yaza da kendisiyle tanışıyor. Bu sayede
kendi içinde neler saklı olduğunu anlıyor. Hem yine bu sayede saklı olan şeyler
de meydana çıkıyor. İnsan yazı yazarken fikirler adeta bir musluktan akarmış
gibi insanın beynine doluyor. İş hemen onları yazı haline getirebilmekte.
Râna Tandoğan/Günlüğümden
Japonların
Zen-Budizm diye bir dinleri varmış. Bu dîne göre, çiçekler karşısında uzun uzun
tefekküre dalmak İbadetmiş. Fakat düşünmek çok zor. Çiçeğe bakıyorum, aklıma sanki
hiçbir şey gelmiyor,
…
Oscar
Wilde, “insan en iyi yazarken düşünür” demiş. Ben de onun için
papatyalarımı, yazarak düşünmeye çalışacağım.
…
Bir
veli, herhangi bir şeye, meselâ bir çiçeğe baktığı zaman, ondan 40-50 mânâ
çıkarabilir, yani onda bu kadar güzellik görebilirmiş.
Papatyalarıma
baktığım zaman, bende âhenk hissini uyandırdılar. San bir başın etrafında
muntazaman sıralanan ince, zarif yapraklar ne güzel bîr âhenk teşkil ediyorlar.
O yapraklarda n bir tanesini koparacak olursanız, o ahenk ve o güzellik hemen
kayboluverin
Demek
ki insanda güzellik hissinin uyanabilmesi için o şeyin hiç noksansız olması ve
her parçasının bir âhenk teşkil ederşekilde yerli yerinde büluhmasî lâzım.
Münir
Bey, bir insanın çok güzel gözleri, ağzı da olsa, burnu yoksa o insana güzel
diyebilir misiniz diyor.
Râna Tandoğan/Günlüğümden/1968
Aşık Veysel, Satriani Albümünde
Dünyaya
gönül gözüyle bakan ve ölümsüz eserler bırakan halk ozanı Aşık Veysel,
aramızdan ayrılalı 34 yıl oldu. Bugüne kadar eserleri farklı müzik türlerinde
değişik biçimlerde yorumlanan Aşık Veysel, bu kez gitarist Joe Satriani'ye
ilham kaynağı oldu.
Satriani'nin
resmi internet sitesinde yer alan habere göre, dünyanın pek çok ülkesinde fanatik derecede hayranları
bulunan ve kendine özgü tekniğiyle
tanınan sanatçının, “Professor Satchafunkilus and the Musterion of Rock” adlı albümünde “Asik
Veysel” ve “Andalusia” isimli iki parça
Aşık Veysel'e ithaf edildi.
Bunlardan
“Asik Veysel” ismini taşıyan parça, usta halk ozanının türkülerinden yapılan düzenleme niteliğini
taşırken, kimi bölümlerde gitarla
bağlama sesi veriliyor.
Türkiye'ye de Gelmişti
Türkiye'ye
14 Temmuz 2007 tarihinde gelerek İstanbul Arena'da konser veren Joe Satriani, 25 yıllık kariyeri
boyunca ilk kez geldiği Türkiye'den çok
etkilendi.
Su
ziyaretinde Türk kültürünü de tanıma fırsatını bulan Satriani, buradan hareketle yeni albümünde Aşık
Veysel'e iki parçasını ithaf etti.
Albümdeki
“Asik Veysel” isimli çalışma, sanatçının Türk kültürünü ve Aşık Veysel'i tanıma sürecinde aldığı ilhamla
ortaya çıktı. Satriani, Türkiye'de
tanıtım çalışmalarını üstlenen yetkilinin Aşık Veysel'in müziğini hiç duymamış olmasına şaşırdığını
belirterek, “Sonra bana Veysel'in 2
CD'sini verdi. Gerçekten çok etkilendim. Müzik sanki benim içimde yıllardır biliyormuşum gibi çınladı”
açıklamasında bulundu. Satriani, “Asik
Veysel” adlı parçada da bu müziği ilk kez dinlerken yaşadığı deneyimi aktardığını belirtti.
Bu
parçada bağlamanın sesini vermek için farklı bir teknik uyguladığını ifade eden Joe Satriani, “Hiç çalmadığım bir
stilde çaldım. Gitarın sesi çok farklı
duyuluyor bu parçada” sözleriyle Aşık Veysel'in
kendisine verdiği ilhamı nasıl notalara aktardığını özetledi.
“Andalusia”
adlı parçada ise Aşık Veysel'in ruhunun yaşadığını dile getiren sanatçı, halk ozanının ruhunu
İspanya'daki bir kasabada
yaşıyormuşcasına parçaya aktardığını belirtti.
Bahar Albümü
Joe
Satriani'nin merakla beklenen “Professor Satchafunkilus and the Musterion of Rock” isimli stüdyo albümü 1
Nisanda yurt dışındaki müzik marketlerin
raflarındaki yerini aldı.
CD/DVD
baskısı da internet üzerinde satılacak olan çalışmanın bu versiyonu Belçika, Çek Cumhuriyeti, Fransa,
Almanya, Macaristan, İtalya, Hollanda,
Polonya, İspanya, İsveç, İsviçre, İngiltere, Avustralya ve Tayvan'da satışa sunulacak.
Zaman
bir su gibidir
Durmadan
akar gider
Bense
elimde bir tas
Onu
elde etmeye çalışırım,
Ama,
bir türlü istediğimce dolmaz tas
Ben
de artık tası bıraktım
Su
ile beraber
Tarlaları
sulayarak
Etrafa
yararlı olarak
Denize
gidiyorum.
Râna Tandoğan
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar