RUS EDEBİYATININ DEVLERİNİ TÜKETEN KARANLIK ZAAFLAR: SEKS, KUMAR, UYUŞTURUCU...
Dostoyevski, Tolstoy,
Yesenin, Bulgajov... Sadece Rusya değil, dünya edebiyatının temel taşları...
Kumar, uyuşturucu, zina ve alkolizm... Bunlar, en büyük Rus yazarları bile
zaman zaman kendine esir eden karanlık bağımlılıklar... İşte RBTH'nin
derlemesine göre büyük Rus yazarları ve onlara çok şeye malolan zaafları.
1. Fyodor Dostoyevski -
Kumar. Psikolojik
romanlarıyla dünya çapında üne kavuşan yazarın en büyük zaafı kumara olan
tutkusuydu. Karısı Anna anılarında Dostoyevski'nin tüm parasını kumarhanelerde
harcadığını, eve bitik vaziyette döndüğünü ve sürekli ağladığını, af dilediğini
yazar. Ne var ki Dostoyevski Kumarbaz romanında bu zaafı sanata çevirmeyi
bilecektir.
2. Lev Tolstoy - seks. Sadece Rus edebiyatının değil, dünya sanatının da en
büyük ahlak timsallerinden olan Lev Tolstoy da ömrü boyunca kadınlara duyduğu
şehvet ile mücadele etmek zorunda kaldı. 1853'te günlüğüne "seks
düşünmeden bir dakika bile geçiremediğini" yazan Tolstoy sonraki yıllarda
zührevi hastalıklar nedeniyle en az iki kere tedavi görecektir.
3. Sergey Yesenin -
alkol. Yirminci yüzyıl
Rus şiirinin altın çocuğu Sergey Yesenin 1925'te intihar edene kadar alkol
bağımlılığından ve buna bağlı gelişen derin bir depresyondan mustaripti. Ancak
alkol nedeniyle erken yaşta hayatını kaybeden tek yetenek Yesenin değildi.
Venedikt Yerofeyev ve Sergey Dovlatov gibi çağdaş Rus edebiyatının ümit
vaadeden yazarları da alkol bağımlığına bağlı sağlık sorunları nedeniyle
hayatlarını kaybetti.
4. Mihail Bulgakov -
uyuşturucu. Yirminci yüzyıl Rus
nesrinin en büyüğü Mihail Bulgakov da hayatının bir döneminde morfin
bağımlılığının esiri olmuştu. O yıllardaki eşi Tatyana Lappa Bulgakov'un
morfine yenik düşmesini önlemeyi başarsa da bu en nihayetinde evliliklerine
maloldu. Bulgakov'un uyuşturucu bağımlılığını konu eden Morfin adlı bir
anlatısı da var. 15.5.2018
************
Rus edebiyatının, dünya
edebyatının temel taşlarından olduğu kuşku götürmez bir gerçek....Türkiye'deki
müfredat anlayışından farklı olarak Rus eğitimciler öğrencilerin bazı eserleri
okunmasını mecburi tutar. Yolu okul sıralarından geçen geleceğin yetişkinleri
de bu eserleri muhakkak okur. İşte birbiri ardında kuşakları yetiştiren ve
"olmazsa olmaz" kabul edilen, klasik Rus edebiyatından seçme 10 eser.
1. Ana Kuzusu (Nedorosl,
Denis Fonvizin). 18. yüzyılda yazılmış, ama güncelliğini hiç yitirmeyen, eğitim
ve çocuk yetiştirme üzerine bir hiciv. Ana Kuzusu'nun ardından Çariçe
Yekaterina'nın Fonvizin'in yeni eserler vermesine yasak getirdiğini not etmekte
fayda var.
2. Akıldan Bela (Gore ot
uma, Aleksandr Griboyedov). 19. yüzyılda aydın-toplum çatışması üzerine
yazılmış bu piyesin önemini vurgulamak için tarihte Türkçeye çevrilmiş ilk
Rusça eser olduğunu belirtmek yeterli.
3. Yevgeni Onegin
(Aleksandr Puşkin). Yalnızca şiir alanında değil, tüm Rus edebiyatının da bir
numaralı, yıldız eseri. Türkiye'de Rus edebiyatının önde gelen temsilcileri
olarak Tolstoy ve Dostoyevki gibi düzyazı eserler veren yazarlar bilinse de bir
Rusyalı için Rus edebiyatı öncelikle Puşkin ve Yevgeni Onegin demektir. Yevgeni
Onegin'le ilgili yerinde bir tespit "Rus yaşamının
ansiklopedisi" olduğudur.
4. Zamanımızın Bir Kahramanı
(Geroy naşevo vremeni, Mihail Lermontov). Kafkasya'da görev yapan Rus subayı,
amaç duygusunu yitirmiş, "lüzumsuz adam" Peçorin'in kendinden sonra
gelenleri etkileyen hikayesi.
5. Ölü Canlar (Myortvıye
Duşı, Nikolay Gogol). Toprak köleliğinin kaldırılmasından önceki Rusya'yı dört
dörtlük betimleyen, ölümsüz bir mizah eseri.
6. Suç ve Ceza
(Prestupleniye i nakazaniye, Fyodor Dostoyevski). Hakkında bir şey söylemenin
gereksiz olduğu, Türkiye'de belki de en çok sevilen ve okunan Rus klasiği.
7. Savaş ve Barış (Voyna
i mir, Lev Tolstoy). Her ne kadar sonuna kadar okumayı başaran insan sayısı
azınlıkta kalsa da bu Savaş ve Barış'ın Rus klasik edebiyatının köşetaşı
eserlerinden olduğu gerçeğine gölge düşürmez. Kitap Sovyetler Birliği'nde 312
baskı yapmış ve 360 milyonluk bir tiraja ulaşarak kırılması güç bir rekora imza
atmıştı.
8. Kısa hikayeler (Anton
Çehov). Rus okul çocukları öykü türünün en büyük ustalarından olan Çehov'u
okumaya çok erken başlar. Örneğin küçük köpek Kaştanka'nın hikayesi her zaman
severek okunur.
9. Durgun Akardı Don
(Tihiy don, Mihail Şolohov). Arkaplanında Ekim Devrimi bulunan, Don
Kazaklarının hikayesi. Şolohov'un 22 yaşında yazdığı roman yazara Nobel
Ödülü'nün kapısını aralayan eserlerin başında geliyor.
10. İvan Denisoviç'in
Bir Günü (Odin deyn İvana Denisoviça, Aleksandr Soljenitsın). 20. yüzyıl Rusya
tarihinin en karanlık sayflarından, gulag tabir edilen çalışma ve ıslah
kamplarını konu edinen bir roman. Kendisinin de yolu gulaglardan geçen
Soljenitsın bu eserle üne kavuşacak ve tıpkı Şolohov gibi Nobel Edebiyat
Ödülü'nü kucaklayacaktır. 15.3.2018
****************
Dünyaca ünlü Rus yazar
Lev Tolstoy'un 1909 yılında kaydettiği ses kaydı Ümid Gurbanov tarafından
Türkçe'ye çevrildi. Kayıt Twitter'da büyük ilgi topladı. Twitter kullanıcısı
Ümid Gurbanov (@umidgurbanov) Lev Tolstoy'un 31 Ekim 1909'da kendi eserlerinden
parçalar okuyarak kaydettirdiği ses kaydını temizleyerek Türkçe'ye çevirdi.
Tolstoy'un ses kaydı
kısa zamanda binlerce kullanıcı tarafından paylaşıldı ve beğenildi. Youtube'ta Türkçe altyazılı hali:
https://youtu.be/tDc5L2Yu8k4
Klasik Rus edebiyatının
dev ismi Tolstoy, 1828-1910 yılları arasında yaşadı. Hayatı boyunca yaşamın
nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışan Tolstoy, eserlerinde bunu eksiksiz
olarak yansıtmayı hedef edindi ve en büyük Rus yazarlarından birisi olarak
edebiyat ve dünya tarihindeki yerini aldı. (Sputnik)
5.3.2018
http://www.turkrus.com/597372-video-tolstoyun-kendi-eserlerini-okudugu-ses-kaydi-turkceye-cevrildi-youtubeta--xh.aspx
"HAYATIN
ANLAMINA" DAİR 8 KİTAP
Rus yazarların usta
olduğu alanlardan biri insan varoluşunun büyük problemlerini ele almak. Cevap
arayanların bakması gereken onlarca ölmez eser var. İşte RBTH'in önerdiği 8
eser:
1. İvan Gonçarov.
Oblomov, 1859
Edebiyat tarihine bir
tembellik alegorisi olarak geçse de Oblomov'un yapıtı bundan çok daha fazlasını
sunuyor. Pek çok büyük eser gibi Oblomov da hayata dair zihin açıcı felsefi
bölümler açısından son derece zengin.
2. İvan Turgenyev.
Babalar ve Oğullar, 1862
Ebedi kuşak çatışması
problemini ilk ele alan yazar Turgenyev. Eski kuşaklar yeni gelenleri asla
anlayamayacak. Etkileyici Bazarov karakteri ile Babalar ve Oğullar bugün bile
büyük bir hayran kitlesine sahip.
3. Fyodor Dostoyevski.
Karamazov Kardeşler, 1880
Rus edebiyatında Tanrı
konusunu ele alan en önemli kitaplardan biri de Karamazov Kardeşler.
4. Lev Tolstoy. Diriliş,
1899
İyilik, kötülük, adalet,
vicdan ve kefaret üzerine bir Tolstoy başyapıtı.
5. Maksim Gorki.
Ayaktakımı Arasında, 1902
Toplumun alt
tabakalarını en iyi anlatan, Orhan Kemal ve Suat Derviş gibi Türk
edebiyatçıları derinden etkileyen Maksim Gorki'nin en bilinen eseri.
6. Andrey Platonov,
Çukur, 1930
Rus okurların
Perestroyka'dan sonra, Türk okurların ise yeni çeviriler sayesinde son yıllarda
keşfettiği incilerden, Sovyet kalkınması üzerine düşündürücü bir proletarya
hikayesi.
7. Mihail Bulgakov. Usta
ve Margarita, 1940
Rus edebiyatının 20.
yüzyıldaki en büyük eseri hangisidir diye sorulursa, Rus okurların büyük bir
bölümü Usta ve Margarita diyecektir. İyilik, kötülük, inanç ve aşk gibi
evrensel temaları sürükleyici bir olay örgüsü içinde ele almasının yanı sıra
Sovyet ansiklopedisi niteliğine sahip dev bir hiciv.
8. Venedikt Yerofeyev.
Moskova - Petuşki, 1970
Modern Rus insanını
anlamak için kılavuz kitaplardan biri. Veniçka'nın banliyö treninde iki
istasyon arasındaki yolculuğu adeta Rusya'nın son 50 yılını kat ediyor. Kitap
Türkçede de mevcut. 17.2.2018
Dünyada Rusya denince en
fazla edebiyata ve müziğe katkısı akla gelir. Ama sinemayı da ıskalamamak
gerekir... Birbirinden güzel filmler, sinema tarihine damgasını
vurmuştur. Sinema seyircimiz bazılarına aşina, bazılarını belki ilk kez
duyuyor. İşte Sergey Eyzenşteyn'den Andrey Zvyagintsev'e, Rus sinemasının
evrimine ışık tutan 10 film.
1. Potemkin Zırhlısı
(Bronenosets Potyomkin, 1925). Sergey Eyzenşteyn'in 1905 Rus devrimi olaylarını
konu edinen epik filmi Rus sinema tarihinin köşe taşlarından.
2. Kuban Kazakları
(Kubanskiye Kazaki, 1949). Savaş sonrasının zorlu yıllarında Sovyet halklarına
iyimserlik aşılamak için çekilmiş kolhozda geçen bir aşk hikayesi. Her ne kadar
filmde bolluk içinde bir Sovyetler Birliği resmetse de filmin oyuncuları yıllar
sonra çekimler sırasında açlıktan bayılanlar olduğunu anlatacaktır. Ağır
propaganda tonuna rağmen bugün bile izlenen bir Sovyet sineması klasiği.
Yönetmen İvan Pıryev.
3. Turnalar Uçuyor
(Letyat juravli, 1957). Mihail Kalatozov'dan bugün bile hatrı sayılır izleyici
kitlesi bulunan bir aşk filmi. Savaş yıllarında geçen hikaye orijinal
sinematografisi ve kült oyuncuları ile dikkat çekiyor.
4. Temmuz Yağmuru
(İulskiy dojd, 1967). Zamanının entellektüel açıdan en kuvvetli filmlerinden
sayılan Temmuz Yağmuru Fransız yeni dalgasından esintiler taşıyor. Yönetmen
Marlen Hutsiyev. Ünlü yönetmen Andrey Tarkovski'nin de filmde oyuncu olarak
küçük bir rolü var.
5. Andrey Rublyov
(1966). Sadece Rusya'nın değil, dünya sinemasının da zirvesinde yer alan
isimlerden Andrey Tarkovski'den sanatçı ve iktidar ilişkisi üzerine bir
başyapıt. Film Rus sanatının simge ismi ikon sanatçısı Andrey Rublyov'un
hayatını işliyor.
6. Savaş ve Barış (Voyna
i mir, 1966-1967). Ünlü Rus yönetmen Sergey Bondarçuk'un Lev Tolstoy'un aynı
adlı romanından uyarladığı bir sinema destanı. Çekim hazırlıkları 6 yıl süren
film görkemli savaş sahneleri ile hatırlanıyor.
7. Moskova Göz Yaşlarına
İnanmaz (Moskva slezam ne verit, 1980). 1981'de en iyi yabancı film oskarını
alan yapım dönemin önde gelen politik aktörlerinden Ronald Reagan'ın tarafınan
da defalarca izlenmiş. Vladimir Menşov'un filmi 1970'ler Sovyet şehir yaşamına
odaklanıyor.
8. Astenik Sendromu
(Asteniçeskiy sindrom, 1990). Kira Muratova'nın ilk yarısını siyah beyaz
çektiği film kamerayı kocasının yasını tutan bir kadına çeviriyor. Film 40.
Berlin Film Festivali'nde Gümüş Ayı dahil pek çok ödüle layık görüldü.
9. Kardeş (Brat, 1997).
Çağdaş Rus tarihinin en çarpıcı on yıllarından 1990'larda geçen bir suç
draması. Aleksey Balabanov'un filmi için dönemin sembolü demek hiç de yanlış
olmaz. Sadece 31 günde küçük bir bütçeyle çekilen filmin geniş bir hayran
kitlesi var.
10. Sevgisiz (Nelyubof,
2017). Rus sinemasının son dönemde en çarpıcı işlerine imza atan ödüllü
yönetmen Andrey Zvyagintsev'in son filmi. Sinemaseverler Zvyagintsev'i
Vozvraşeniye (Dönüş) ve Leviathan (Leviafan) filmlerinden hatırlayacaktır. 6.11.2017
aydinlik.com.tr,
8.10.2017
Rusya’nın uçsuz bucaksız stepleri
arasında, insanların ismini dahi bilmediği bir taşra kasabasında sıvaları dökülmüş,
etrafını yaban otlarının sardığı, insanı tehdit ediyormuş gibi gökyüzüne
yönelen bahçe çitlerindeki çiviler... İnsanın ruhunu kuşatan karamsarlığın en
karanlık tonu, bu binanın hapishane olduğu izlemini verirken bahçe kapısından
içeri girip binaya doğru ilerleyince buranın hastane olduğu ancak basamakları
tırmanırken fark edilir.
Kapıyı aralayıp içeriye adım
atıldığı an, insanları askerlikten emekli, yaşlı bekçi Nikita karşılamaktadır.
Step havasının sert iklimi, Nikita’nın yüzündeki derin ve keskin çizgilerde
kendisini belli etmektedir. “Nikita, bu dünyadaki düzeni her şeyden çok seven
ve bundan ötürü de dayak atma gerekliliğine inanan saf, iyi niyetli, işine
bağlı, kıt görüşlü insanlardandır. Yüze, göğse, sırta, nereye denk gelirse
oraya vurur ve bunu yapmazsa düzenin sağlanamayacağına inanır”. Heybetli ve
tehditkâr bu bekçiyi geçip koridoru doğru yönelince, yerdeki çürümüş döşeklere,
eskimiş sabahlıklara, parçalanmış mavi gömleklere dikkatlice bakınca, burasının
hastane olmadığı hissedilir.
Koridorun hemen sonundaki geniş
odaya tedirgin şekilde hızlıca bakınca, iç taraftan takılı demir parmaklıklar,
yere vidalanmış yataklarını üzerinde mavi renkli hastane sabahlıkları ve
başlarında eski usul takkeleriyle oturan insanların varlığından burasının akıl
hastanesi olduğu anlaşılır. Tahtakurusu ve amonyak kokusuna lahana çorbası
kokusunun karıştığı bu izbe yer, içinde beş akıl hastasının yaşadığı Altıncı
Koğuş'tur.
Çehov “Altıncı Koğuş” öyküsünde bir
taşra kabasındaki akıl hastanesi çevresinde gelişen trajik olayları her zamanki
basit ve yalın üslupla anlattığı bu eser, Rus edebiyatının “en kasvetli”
örnekleri arasında yerini almıştır. Sibirya’da sürgün döneminde, ayakları
zincirlerle bağlanmış mahkûmların hayatını anlatan Dostoyevski’nin eserlerinde
bile “Altıncı Koğuş”daki kadar kasvetli bir hava yoktur. Hayatlarında hiç
şiddete başvurmamış beş tane delinin hikayesini, insanın kanını donduran
Sibirya’nın soğuğunda en adi suçları işlemiş mahkûmların hikayesi kadar çarpıcı
yapan nedir?
SİBİRYA’NIN ÖLÜMSÜZ MAHKÛMLARI
“Her türlü
zorbalığın toplum tarafından makul ve yerinde bir gereklilik olarak
karşılandığı, beraat kararı gibi her türlü merhamet göstergesinin toplumda
tatminsizlik ve intikam duyguları uyandırdığı bir dünyada adaleti düşlemek
gülünç değil mi?
Çehov
Oyunları ve öyküleriyle Rusya’nın en
başarılı yazarları arasında ismi anılmaya başlayan Çehov, yeni eseri için
farklı, çok daha tutkulu konular arayışına girer. Moskova-Petersburg edebiyat
dünyasındaki kıskanç ve tek düzey ilişkilerden de sıkılmıştır. Kendisine hem
zihinsel hem de bedensel olarak bu sıkışmışlıktan çıkaracak yeni çalışmalar
arayışındayken Çehov, kardeşi Mişel’in ceza hukuku derslerinde tuttuğu notları
tesadüfen okuyunca kafasında bir soru canlanır “karar verilinceye kadar bütün
dikkatimiz katilin üstünde toplanıyor, ama hapishaneye gönderilir gönderilmez
tümden unutuveriyoruz onu. Peki hapishanelerde neler oluyor?”. Bu soru Çehov’un
peşini bırakmaz ve Sibirya’ya gitme kararı alır.
Çehov’un ciddi sağlık sorunları
vardı, Sibirya’nın derinliklerine yapacağı bu yolculuğa ailesi ve yakın
arkadaşları şiddetle karşı çıkmalarına rağmen, Çehov’u ikna edemezler. Nisan
1890’da, Çar hükümetinin en tehlikeli suçluları kürek cezasına gönderdiği,
Japonya’nın 800 kilometre kuzeyinde bulunan Okhotsk Denizi’ndeki Salahin
adasına doğru yola çıkar. Üç ay süren zorlu yolculuk sonrası sefaletin ve
pisliğin içinde kaderlerine terk edilmiş insanların yaşadığı bu yere ulaşır.
Doktor olarak tıbba olan borcunu
hapishanedeki mahkûmların tedavisiyle ilgilenip ve buradaki sağlık koşullarına
dikkat çekerek ödemek isteyen Çehov, yüzlerce mahkumla konuşur, her gün on
sekiz saati bulan yoğun bir çalışma yürütür, detaylı ve titiz bir şekilde
notlar alır. Mahkûmların anlattıklarıyla birlikte hapishanedeki koşullar ve
hapishanenin dışındaki gündelik hayata dair çarpıcı gözlemlerini kaleme alır.
Hapishanelerde insanı ayakta tutacak hiç bir manevi şey gözlemleyemez Çehov,
“Cezaevleri büyük kumarhane olmuşlar, koloniler ve askeri birlikler de onların
şubeleri.” Hapishanede dışındaki yaşam ise çok daha kötüdür. Salahin’de kürek
mahkumu kadınlar ve erkek mahkûmlarıyla birlikte buraya gelen eşleri de
bulunmaktadır: “ Hepsi de yaşamak için fahişelik yapıyor. Zindancılar, en genç
ve alımlıları kendilerine ayırıyor, öbürlerini de hükümlülere bırakıyorlardı.
Genç kızların, anneleri tarafından zengin kolonlara ya da gözetimcilere
satılması gündelik işlerdendi... ne yaşlılık ne çirkinlik fahişeliğe engel
oluyordu ne de en had derecedeki frengi. Aleksandrovski sokaklarında on altı
yaşında bir kıza rastladım. Dediklerine göre fahişeliğe dokuz yaşında
başlamış”.
Çehov, insanın ayağındaki zemini
sarsan böyle yüzlerce çarpıcı gözlemi “Sahalin Adası” eserinde yayımlar.
Sibirya’nın karanlıklarında tarif edilemez sefalete terk edilmiş bu insanların dramını
Çehov o kadar yalın ve soğukkanlı şekilde kaleme almıştır ki, eseri
yayımlanmadan önce inceleyen çarlık sansür heyeti bu öyküleri bir edebiyat
eseri olarak değil, bilimsel makale olarak tanımlayıp kayda düşer.
Eser yayımladığı zaman büyük ses
getirir. En sıradan ayrıntılar bile büyük tartışma konusu olur. Eserin
dilindeki nesnellikten dolayı, okurlar betimlenen sahnelerin kurgu olma
ihtimalini bile düşünmez. Kitabın her satırı, Rus toplumunu kendi acımasız ve
soğuk gerçeğiyle yüzleşmeye zorlar. Özellik hapishanedeki mahkumlara uygulanan
bedensel ceza sahneleri Kışlık Sarayı’ndaki yöneticileri bile şaşkına
uğratmıştır:
“İnfaz memuru bir tarafta durur ve
kırbaçla böyle bir vurur ki, kamçı bütün vücuda yayılır. Her beş kırbaçtan
sonra öbür tarafa geçer ve mahkuma yarım dakika dinlenme süresi verir. İlk beş
ya da on kırbaçtan sonra daha önceki dayaklar yüzünden yaralarla kaplı olan
bedeni mavileşir, morarır ve her darbede derisi açılır. Çığlık ve bağrışların
arasında ‘Zatıaliniz! Zatıaliniz! Merhamet!’ kelimeleri duyulur. Sonra yirmi ya
da otuz darbeden sonra sarhoş adam ya da sayıklayan biri gibi şikâyet etmeye
başlar ‘Zavallı ben, zavallı ben, beni öldürüyorsunuz...Beni neden
cezalandırıyorsunuz?’. Ardından boynun o garip gerilişi, kusma sesi. Sanki cezanın
başlamasından bu yana bir sonsuzluk geçmiş gibi. Gardiyan bağırmaya devam eder,
‘Kırk iki! Kırk uç!” Doksana daha çok var”
Rus kamuoyu, Sibirya’daki insanların
gerçeklerinin çok az farkındaydı. Ne var ki bütün olumsuz imgeye rağmen
insanların zihninde Sibirya deyince “Suç ve Ceza” romanın son sahnesindeki
günahlarını kabul etmiş, manevi olarak yükselmiş Raskolnikov ile saf iyiliği ve
fedakârlığıyla Sonya’nın ilişkisi canlanmaktaydı. Çehov, insanların zihnindeki
bu romantik imgeleri yıkmakla kalmadı betimlediği çarpıcı sahnelerle Rusya’da
önce kadınlar sonra da erkekler için fiziksel cezanın kaldırılmasında çok
önemli rol oynadı.
TAŞRANIN SOĞUK GERÇEKLİĞİ
“Kasabada yaşamak boğucu ve sıkıcıdır; yüksek
ideallerden yoksun olan toplum zorbalıkla, kaba bir sefalet ve iki yüzlülükle
çeşitlendirilmiş cansız, anlamsız bir yaşam sürmektedir.
Çehov
“Sahalin Adası” eseri dikkat çektiği
toplumsal sorunlarla kamuoyunda ses getirse de eleştirmenler bu eserin edebi
değerini pek beğenmemişlerdir. Kimilerine göre Çehov, Dostoyevski’ye özenmişti
ve kürek mahkûmları üzerinde prim yapmıştı. Daha nesnel yorum yapan
eleştirmenlerse, Dostoyevski’nin “Ölüler Evinden Notlar” eseriyle
kıyaslandığında bu öykülerin zayıflığının altını çizmişti. Şüphesiz ayağında
prangalarla Sibirya’ya siyasi tutuklu olarak gidip mahkumlarla aynı korkunç
hapishane koşullarını paylaşan Dostoyevski’nin eserindeki derinlik ve güçlü
manevi arayış, Çehov’un bu eserinde gözlemlenemez. Çehov, bir yazar ve doktor
sorumluluğuyla dışarıdan gelip, yaptığı gözlemleri betimlerken; Dostoyevski ise
doğrudan yaşadığı kendi trajedisini, rutubet ve pislik kokan, soğuk ve karanlık
koğuşta, damarlarında dolaşan kan gibi canlı ve sıcak bir dille betimlemişti.
Oysa Çehov, insanın akıl dışı,
yıkıcı, karanlık yönünü derinlikli şekilde ele aldığı, Dostoyevski ile
ölçülebilecek hatta yer yer onu aşan önemli bir öykü kaleme almıştır. “Altıncı
Koğuş” öyküsünde, bir akıl hastası ile doktor arasında geçen olaylar anlatılır.
Bu eserin en çok göze çapan özelliği, yetmiş sayfaya sığdırılan fikirlerin
yoğunluğu ve gücüdür. Dostoyevski’nin, Tolstoy’un belki yedi yüz sayfada
tartışacakları fikirleri Çehov basit ve kısa bir biçimde yapmıştır. Dostoyevski
ve Tolstoy, büyük ve sayısız mekanlar içinde onlarca karakterle birbirine
örülen adeta çok sesli senfonilerle insanın özüne dair sorunları ele alır.
Çehov ise, tiyatro oyunlarındaki gibi, olayları bir koğuşta ve birkaç
karakterin arasında yoğunlaştırarak eşsiz bir oda müziğiyle şeklinde öyküsünü
anlatır.
Rusya’nın terk edilmiş bu kasabasına
yirmi yıl önce genç bir doktor olarak gelen Andrey Yefimiç, kendisini yoksulluk
ve pisliğe terk edilmiş hastanede bulur. Alet ve ilaçların yetersizliği, her
gün kilometrelerce uzaktan gelen yüzlerce köylü hasta, az sayıda sağlık
çalışanı gibi sorunların yanında hastanedeki yolsuzluklar, adam kayırmalar,
dedikodular mesleğine yeni başlayan doktorun yüzleşmesi gereken sorunlardır.
Andrey Yefimiç ilk zamanlar özveriyle kendisini mesleğine adar ne var ki
zamanla bu sorunların altında yavaş yavaş ezilir. Güçlü ve savaşçı bir
karakteri bulunmayan doktor Yefimiç, önündeki yakıcı sorunlarla nasıl çözüm
üreteceğini bilemez: “Andrey Yefimiç akla ve doğruluğa aşırı değer verirdi,
ancak etrafında akıl ve dürüstlükle dolu bir hayatı var edebilmesi için yeteri
kadar güçlü bir karaktere ve inanca sahip değildi. Emir buyurmayı, yasak
koymayı, mecbur bırakmayı kesinlikle bilmezdi”. Zaten 1860’larda ilahiyat
okumak isterken babasının zorlamasıyla doktor olmuştu.
Tıbbı ve ilerlemeyi benimsemekle
birlikte Yefimiç, yoksunluğun neden olduğu sefalet içinde acı çeken insanların
soğuk gerçekliğiyle yüzleşecek ne tutkulu inançları ne de köklü fikirleri
vardır. Derinlikli fikirlerden, sarsılmaz ideallerden yoksun bir insan
Rusya’nın, adı dahi unutulmuş kasabaları gibi, karanlık stepleri içinde
kaybolur. Kasabanın insanın ruhunu boğan tek düze yaşamı, hastanedeki kangren
olmuş sorunlar içinde Andrey Yefimiç, ahlaki pusulasını kaybedeler. İnsan
doğasının en korkunç yanı yaşadığı gerçeklikle yüzleşmediği zaman, kendi
benliğini korumak için karamsar ve yıkıcı metafiziksel argümanlar
üretebilmesidir. Bir gün hastaneden eve döndüğünde çalışma masasında otururken
Yefimiç hayatının ve mesleğinin muhasebesini yapar. Her gün kırktan fazla
hastayı muayene etmek büyük bir aldatmacadır, hastaların tedavilerine gereken
özeni gösteremediği gibi, yıllar içerisinde kasabada ne hastalanma ne de ölüm
oranlarında bir azalma söz konusudur. Bu gerçeklik karşısında Yefimiç bir adım
geri çekilir, yenilgisinin rasyonelleştirmeye başlar: “Doktorun düşüncesine göre
yapılacak en mantıklı şey hastaları salıvermek, hastaneyi de kapatmaktı...bunu
yapmanın kimseye faydası dokunmazdı. Sonuçta maddi ya da manevi bir pisliği bir
yerden kovsanız da başka bir yere sıçrayacaktır. Pisliğin kendiliğinden yok
olmasını beklemek gerekir”.
Yefimiç, sorunlar karşısında
çaresizliğin, eylemsizliğin felsefesini yaparak benliğini ayakta tutmaya
çalışır. Bilimin ve aklın ilkelerine dayanan doktor, mesleğinin ahlaki
temellerini kendi elleriyle aşındırmaya başlar: “...eğer ölüm herkes için olağan
ve meşru bir sondan ibaretse insanların ölmelerine engel olmak niye? Bir
tüccarın ya da memurun fazladan beş, on yıl yaşamasının kime ne faydası var?”
Mesleğine bu denli yabancılaşan doktor, kayıtsızlığını bütün hümanist idealleri
reddecek şekilde, yıkıcı noktalara taşır: “Eğer insanoğlu acılarını haplarla ve
damlalarla hafifletebileceğini öğrenirse, bugüne kadar onları hem her türlü
kötülükten koruyan hem de onlara mutluluk bahşeden dini ve felsefeyi tümüyle
terk edebilir”. Hayatın acımasız, trajik gerçekleri karşısında teselli olmak
için sıradan insanlara dini öğretileri, kendisi için de nihilist felsefeyi
uygun bulur Andrey Yefimiç.
Bu andan itibaren doktor, mutlak bir
kayıtsızlık içinde yaşamaya başlar. Hayattaki tek gayesi akşam evine geldiği
zaman tarih ve felsefe üzerine kitaplar okumaktır. Ne bir tiyatronun ne bir
operanın olduğun kasabada, keyifli okumalarının dışında, eski bir soylu olan
fakat yoksun düştüğü için postanede çalışan Mihail Averyaniç ile akşamları evde
oturup bira içerler. Yefimiç neredeyse her akşam bu kasabada yaşamanın ne
derece sıkıcı olduğundan yakınır. Elbette Rus aydınları da Yefimiç’in
eleştirilerinden kaçamaz: “Aydın kesim bile bayağılıktan öteye geçemiyor;
gelişme seviyeleri, sizi temin ederim ki, aşağı tabakadan üstün değil”. Mihal
ise hep aynı cevabı verir :“Eskiden ne gözü kara liberaller vardı”.
Reklamdan sonra devam
ediyor
NİHİLİZMDEN DELİLİĞE
“Zindan gardiyansız
olmaz, birini tasarladınız mı ötekini de tasarlamak zorundasınız”
Balzac
“İnsan kendi
sağduyusuna, komşusunu kilit altında vurarak ikna olmaz”
Dostoyevski
Reklamdan sonra devam
ediyor
Mesleğini amaçsız, hayatı anlamsız
bulan Yefimiç, hastaneye nadiren uğramaya başlar. Nihilizmin derinliklerinden
kısık sesle ara sıra vicdanı seslendiği zaman Yefimiç, ciddi bir entelektüel
olarak vicdanına gerekli cevabı verir: “Zararlı bir işe hizmet ediyorum ve
aldattığım insanlar için aylık alıyorum. Namuslu değilim, ama ben tek başıma
bir hiçim, kaçınılmaz olan sosyal kötülüğün küçük bir parçasıyım sadece...
Demek ki namuslu olmamanın suçlusu ben değilim. İki yüzyıl sonra doğsaydım
bambaşka bir insan olabilirdim.” Nihilizmi kadercilikle ayakta tutar,
kadercilik ise onu her geçen gün etrafına karşı daha çok duyarsızlaştırır,
topluma yabancılaştığı ölçüde bencilleşir. Yirmi yıl boyunca hastanedeki bütün
ahlaksızları görmezden gelir, Nikita’nın hastaları dövmesini umursamaz, etrafı
şiddet ve cehaletle çevriliyken Yefimiç, evinde kitapları arasında kendine
“yüksek ve soylu” fikirler dünyası kurar.
Ne var ki hayatın sert dalgaları
Yefimç’in kumdan dünyasını yerle bir eder. Yefimiç, rutin hastane gezintisi
sırasında gözü Altıncı Koğuş’a takılır, yıllarca bu koğuşa uğramadığını fark
eder. Doktor sorumluluğundan ziyade can sıkıntından kurtulmak, bir değişiklik
yapmak için koğuşa girer. Beş akıl hastasının durumunu, koğuşun içini merakla
gözlemlerken Ivan Dmitriç’i tanır.
Ivan Dmitriç, soylu ve eğitimli bir
aileden gelen, üniversite eğitimi almış, iyi bir mevkide maliyede çalışan
bürokrattır. Dmitriç’in mutlu hayatı, bir gün işe giderken polislerin
kelepçeleyip götürdükleri suçluyla sokakta karşılaşmasıyla alt üst olur. Bu
dramatik anın etkisinden kurtulamaz, koşarak eve gelir, odasına kapanır, işe
gitmez ve bütün gece ışıkları söndürüp koltukta oturur. Her an polislerin gelip
kendisini de tutuklayacakları korkusundan bir türlü kurtulamaz. Bir suç
işlemediğini bilmektedir, hapse atılmasına bir neden de yoktur, fakat biri
iftira atar ve umursamaz bir yargıç olayın iç yüzünü araştırmadan onu
Sibirya’ya gönderebilir. Daha da kötüsü iş yerinde onu çekemeyen amiri ya da iş
arkadaşı evraklarla oynanıp zimmetine para geçirdiğini söyleyebilir. Buna
benzer endişelerle Dmitriç’in korkuları gittikçe şiddetlenir, devletin
kurumlarına güvenmez, topluma olan inancını yitirir. Çehov adım adım bir insanın
yozlaşmış bir toplumda nasıl delirebileceğini sarsıcı şekilde gösterir, daha
korkunç olan böylesi toplumsal ilişkiler içinde insanın delirebilmesinin
normalliğidir.
Yakınları Dmitriç’in akli dengesini
yitirdiğini düşündükleri zaman doktor Yefimiç’i çağırırlar, fakat Yefimiç
delirmiş birisi için yapılacak bir şey olmadığını söyler, tedavi bile etmeden
evine döner. Yıllar sonraki bu trajik karşılaşmayı komik yapansa Yefimiç’in
kayıtsızlığıdır. Dmitriç, dışarıda binlerce hasta ve suçlu varken neden
kendisinin buraya kapatıldığını sorduğunda Yefimiç “konunun ahlaki yönle ya da
mantıkla alakası yok. Her şey tesadüften ibaret...Benim doktor olmamda, sizin
akıl hastası olmanızda ne ahlak ne de mantık arayabiliriz. Bu sadece boş bir
tesadüften ibaret” diyerek cevap verir. Akıl hastası bile kapatılmasına
rasyonel nedenler ararken doktor, nihilizmin “güvenli sularında” tesadüflerden
ve hayatın mantıksızlığından dem vurur. Ahlaki kayıtsızlık doktoru, toplumsal
adaletsizliği ve eşitsizliği kaderci biçimde savunmaya kadar götürür: “Sizin
durumunuzda yapılacak en iyi şey buradan kaçmaktır. Maalesef bunun kimseye bir
faydası dokunmaz...Toplum kendini suçlulardan, ruh hastalarından ve genel
olarak rahatsız insanlardan korumak istediği zaman baş edilmez olur...Burada
bulunmanız gerektiğine dair düşüncelerle kendinizi yatıştırmanız gerekiyor.
Hapishaneler ve tımarhaneler var olduğu sürece içinde birilerinin oturması
gerekir. Siz değilse ben, ben değilse başka üçüncü biri girecektir buralara”.
Nihilizmine rağmen doktorun geleceğe dair iyimser beklentileri de vardır:
“Hapishanelerin ve tımarhanelerin...uzak bir gelecekte yok olacağı zamanı
bekleyin. Elbette o gün er ya da geç gelecektir.” O güzel günleri beklerken,
elbette hiçbir şey yapmadan, insan okumalı, düşünmeli, yüksek fikirlerle ruhunu
yüceltmelidir. Hayatın anlamlı tek amacı buysa, insanın nerede ve nasıl
yaşayacağının ne önemi vardır, tımarhane, ev, üniversite, hapishane hepsi
birdir. Bir deliyi bile şaşkına çevirir bu düşünceler, Dmitriç ateşli biçimde
soluk almadan, doktorun fikirlerinin bayağılığını yüzüne vurur.
Doktor serinkanlılığını bozmaz
“hayatı idrak etmeye çabalayan özgür ve derin düşünce, saçma dünyevi kaygıları
tamamıyla hor görme, işte bu...Diyojen de bir fıçının içinde yaşıyordu, ancak
dünyadaki bütün krallardan daha mutluydu”. Deli ise, “sizin Diyojen ahmaktı da
ondan...Ben hayatı seviyorum hem de tutkuyla seviyorum...Doya doya, delicesine
yaşamak istiyorum ben...Hayata karışmayı, dünya telaşına kapılmayı öyle çok
istiyorum ki...Gidin de bu öğretiyi sıcak, turunç kokan Yunanistan’da yayın.
Söyledikleriniz bu iklime uygun değil” diyerek cevap verir. Çehov, Rusya’nın
toplumsal sorunlarına soyut, hayattan kopuk reçeteler sunan Batıcı, liberal
aydınların trajik açmazlarını, bir deli tarafından eleştirerek duruma komik bir
ton katar. Bir deli bile Batı tipi aydına göre hayata daha çok bağlıdır.
İnsan insanla var olur. İnsanın
insana duyduğu açlık bastırılamaz bir ihtiyaçtır. Hiçbir yüksek felsefe bu
somut isteğin yerini tutamaz. Kitapları arasında yalnız ve durağan bir hayat
yaşayan doktor da böyle bir açlık çekmektedir, rüyalarında zeki insanlarla
konuştuğunu görür. Dmitriç ile sohbetinin ardından, yıllar sonra keyifle
tartışabileceği birisini bulduğunu düşünür, büyük bir iştahla her gün yeni
arkadaşını ziyaret etmeye başlar. Bu ateşli ve yoğun tartışmaların zihinsel ve
manevi olarak zayıf adamı ne derece yorduğunu pek önemsemeden, aç bir kurt gibi
kafeste onu bekleyen deliyi ziyaret eder.
Bir sohbet sırasında Dmitriç
katlanılamaz acılar çektiğinden bahseder, sonuçta karşısındaki bir doktordur.
Yefimiç ise Marcus Aurelis’un acı üzerine söylemlerini anlatmaya başlar, irade
gücüyle düşüncelerin değiştirilebileceğini ve böylece acı fikrinin
kaybolacağını söyler. Bu komik sahnelerle Çehov, okura kimin daha deli olduğunu
sorgulatır. Doktorun saçma spekülasyonlarına Dmitriç bile tahammül edemez,
keskin eleştirilerini sıralamaya başlar, sahne dramatikleşir: “Tek bildiğim,
Tanrı’nın beni sıcak kandan ve sinirden yarattığıdır...Acıya karşı bağırarak,
gözyaşlarıyla cevap veririm. Yapılan alçaklıklara öfkeyle, iğrençliklere ise
tiksinti duyarak tepki gösteririm. Bana göre bu hayatın ta kendisidir. Bir
canlı ne kadar basitse o kadar az duyarlıdır ve uyarılara karşı daha zayıf
karşılık verir. Ne kadar gelişmişse, gerçekliğe karşı daha fazla duyarlıdır ve
daha enerjik biçimde tepki verir. Bunu nasıl bilmezsiniz? Doktorsunuz ama böyle
temel şeylerden haberiniz yok!” sözleriyle karşı çıkan Dmitriç doktorun araya
girmesine izin vermez: “Sözcülüğünü yaptığınız stoacılar muazzam insanlardı,
ama öğretileri daha iki bin yıl önce donmuş, bir damla ileriye gidememişti.
Pratik ve geçerli olmadığı için ilerleyemezdi de...insanların büyük çoğunluğu
bu öğretiyi anlayamamıştı bile. Zenginliğe, hayatın sağladığı rahatlıklara
kayıtsızlığı, acıyı ve ölümü küçümsemeyi vaaz eden bu öğreti, büyük çoğunluk
için anlaşılmazdı...Acıyı küçümsemek onlar için hayatı küçümsemek anlamına
geliyordu...Hayatın yükü altında ezilebilir, ondan nefret edebilirsiniz, ama
onu küçümseyemezsiniz.”
BAZAROV’DAN ÇEHOV’A NİHİLİZM
Reklamdan sonra devam
ediyor
Çehov’un “Altıncı Koğuş” öyküsünü
önemli kılan, kayıtsızlık içinde hareketsizce gündelik, yakıcı sorunlara sırt
çevirip yüksek fikirler, güzel sözlerle nihilizmini perdeleyen Rus aydın
sınıfını eleştirmesidir. Eserin önemi bu eleştirilerle sınırlı değildir. Rus
edebiyatına eşsiz derinlik veren özgünlük Çehov’un eserinde de gözlemlenir.
Neredeyse dört kuşak boyunca her edebiyatçı eserleriyle ya kendinden önceki ya
da çağdaşı başka bir yazarın eserine cevap verir. Aşılması zor kitapların
arkasında yüzyıllık tartışma ve polemikler bulunmaktadır. Her bir eser başka
bir esere göndermelerle doludur, bu yüzden fikirler sürekli ve canlı bir
şekilde edebiyat üretimini besler. Bu kültürel iklim yazarların toplumsal
sorunlara cevap arayan tartışmanın dışında eserler kaleme almasına izin vermez.
Çehov bu öyküsünde başta Dostoyevski
ve Tolstoy olmak üzere birçok edebiyatçıyla tartışır. Baskıcı ve yozlaşmış bir
toplumda insanın delirme durumu ve bunun politik arka planı Gogol’un “Bir
Delinin Hatıra Defterinden” eserinde ele alınan bir konudur. Çehov da bu
geleneği devam ettirir.
Çehov’un en çok etkilendiği ve bir o
kadar eleştirdiği Tolstoy’a yönelik eleştirileri de önemlidir. Tolstoy’un
“kötülüğe karşı direnme” anlayışına kitapta Nikita’nın şiddetini sessizce
kabullenen akıl hastası köylü imgesiyle gönderme yapılır: “...Burada korkunç
olan şey onun dövülmesi değil – buna alışmak mümkündü- bu aptal hayvanın dayak
yerken sesini çıkarmaması, karşılık vermemesi, gözünü bile kırpmaması, sadece ağır
bir fıçı gibi sağa sola sallanmasıydı”. Çehov bu noktada hayatın acımasızlığına
karşılık vermeyi öneren Dmitriç’in fikirlerini öne sürerek, kötülüğe ve şiddete
pasif tavır almayı eleştirir.
Hapishane ve delilik konuları
Çehov’dan önce, insanın özgürleşme isteğinin ne kadar derin ve güçlü olduğunu
irdelemek için seçilmekteydi. Aristokrat kökenli ilerici, aydınlanmış yazar,
köylülerin özgürlük sorunlarını bu temalarla politikleştirmişti. Gorki ve Çehov
gibi alt sınıftan gelen yeni yazarlarla birlikte bu hapishane ve delilik
temaları, fikirsel soruşturmalardan sıyrılarak doğrudan bedenin özgürleşmesi
sorununa kaydı. Çehov’un dedesi özgürlüğünü sonradan kazanmış toprak kölesiydi,
Gorki’nin çocukluğu ise ayaktakımı arasında geçmişti. İki yazar da küçük yaştan
itibaren fiziksel şiddete maruz kalmışlardı. Dayakla terbiye edilmek istenen bu
iki yazar için fiziksel şiddetin son bulması en yakıcı sorunlarıydı. Bundan
dolayı Çehov, Tolstoy’un bu soyut ahlaki öğretisine tahammül edemez. Yefimiç’in
acılarla ilgili soyut iddialarına Dmitriç: “Bütün ömrünüz boyunca kimse size
parmağını değdirmedi, sizi korkutmadı, dövmedi; bir öküz kadar sağlıklısınız...
Yirmi yıldan fazla süredir ısınması, aydınlatması, hizmetçisi olan bedava bir
lojmanda oturuyorsunuz. İşinize geldiği kadar çalışma hakkına sahipsiniz.
Yaratılıştan tembel ve gevşek bir insansınız...Kısacası siz hayatı görmediniz,
onu zerrece tanımıyorsunuz. Gerçeklikle tanışıklığınız ise yalnızca teoriden
ibaret...bütün bunlar Rus tembellerine özgü bir felsefedir...Hem hiç çalışma,
hem vicdanın rahat olsun, hem de kendini bilgin say. Ne ala felsefe! Hayır
efendim bu ne felsefe ne düşünüş tarzı, ne de bakış açısı genişliğidir; aksine
bu tembellik Hint fakirliği ve uyku sersemliğidir” sözleriyle cevap verir.
Diğer bir nokta Dostoyevski’nin
aşağılanmış, kişiliği baskılanmış bireyin ne koşulda olursa olsun, tek seçenek
akıl dışı çözüm de olsa, benliğini korumak için harekete geçeceğine dair
fikirleridir. “Yeraltından Notlar”ın ana karakterinden Ivan Karamazov’a,
Raskolnikov’dan “Cinler” romanının karakterine kadar, kendini var etme, saygı
görme isteyen bundan dolayı cinayet işleyip, intihar bile edecek kadar yıkıcı
ve yaratıcı bu potansiyel döne döne işlenir. Çehov, Dostoyevski’ye de itiraz
eder. Dmitriç, doktorun hayatı küçümseyen kayıtsızlığı karşısında “aptalın,
küstahın biri mevkii ve rütbesini kullanarak sizi alenen aşağılasa...öğüt
vermenin ne demek olduğunu anlardınız” der. Ne var ki anlamakla bunu bilicinde
olmak bambaşka şeylerdir.
Yefimiç’in Altıncı Koğuş’a yaptığı
ziyaretler sıklaştıkça hastanede çalışanlar durumu garipsemeye başlar ve bir
deliyle saatlerce sohbet eden doktorun da delirmeye başladığı tüm kasabanın
dedikodu konusu olur. Bunun üzerine belediye başkanı ve yöneticiler diğer
doktorların eşliğinde Yefimiç’i küçük düşürecek şekilde sorgular ve emekli
olmasını ister. Yefimiç hayatta ilk kez aşağılandığını hisseder, ne var ki deli
olmadığını söyleyecek iradeyi kendisinde bulunamaz. Öykünün belki de en çarpıcı
sahnesi, Altıncı Koğuş’a kapatılan Yefimiç’in, yıllardır görmezden geldiği
Nikita’nın acımasız yumruklarına hedef olduğunda dahi karşı koymamasıdır. Kendi
sonun hazırlayanın, topluma karşı kayıtsızlığı ve vicdanını körelten nihilizm
olduğu bilincine varsa da, Dostoyevski’nin beklediği manevi sıçrama gerçekleşmez.
Avrupa’daki anlamından farklı olarak
nihilizm kavramını Rus edebiyatında ilk kez Turgenyev “Babalar ve Oğullar”
romanında kullanmıştı. Genç ve tutkulu doktor Bazarov, 1860 kuşağının radikal
demokratik fikirlerini savunurken, çarlık Rusya’nın bütün köhnemiş
geleneklerini yadsımak anlamında, kendisini nihilist olarak tanımlamıştı.
Ancak, Halka Doğru Hareketi’nin yenilgisiyle ideallerini kaybetmeye ve ahlaki
çözülmeye başlayan Rus aydının dönüşümüne, nihilizmin anlamındaki değişim eşlik
eder. Bazarov’dan Yefimiç’e nihilizm, devrimci yıkıcılıktan insanın delirmesine
neden olan bencilliğe doğru kayar.
Elbette Çehov, Rus aydının durumunu
sadece Yefimiç olumsuz karakteriyle örneklendirmez. Yefimiç’lerin karşısına
“Vanya Dayı” oyunundaki Doktor Astrov karakterini koyar. Bütün yenilgilerine
rağmen, bireysel ahlaki sorumluluğundan kaçmadan, tek başına ağaçlar diker,
ormanları korur. Binlerce kilometre uzaktaki hastalarını tedavi etmek için
fırtınada bile yola çıkar. Bilime ve ilerlemeye inanır, köylüler cahildir ama
değişebilirler. Yaptığı fedakârlıklar bugün bir anlamı yokmuş gibi gözükse de
o, gelecek için çekilen acıların, gösterilen özverilerin bir anlamı olacağına
inanır. Bazarov gibi yüksek sesle ve dikkat çekici şekilde yapmaz eylemlerini
Astrov. Omuzlarındaki yorgunluğa rağmen kendinden emin, sessiz ve kederli
biçimde mücadele eder, Çehov’un kendisi gibi.
1845 yılında
tanıştıklarında Fyodor Mihailoviç Dostoyevski 24, İvan Sergeyeviç Turgenev 25
yaşındaydı. Döneme damgasını vuran büyük edebiyat eleştirmeni Belinski’yi
hayran bırakan İnsancıklar’ın yayınlanmasını bekleyen Dostoyevski,
Petersburg’ta Rus edebiyat çevrelerine dahil olmanın sarhoşluğu içindedir.
Şunları yazar kardeşine:
“Turgenyev bana aşık. Ne
adam, ne adam kardeşim! Ben de neredeyse aşık olacağım ona. Yetenekli bir ozan,
bir aristokrat, yakışıklı, zengin, zeki ve kültürlü bir oğlan. Öyle sanıyorum
ki doğa ondan hiçbir şeyi esirgememiş. Üstelik hayran olunacak son derece
dürüst bir karakteri var.”
ŞÖHRET BAŞINI DÖNDÜRDÜ!
Turgenyev’se aslında
dalgasını geçmektedir bu tuhaf görünümlü Moskovalı genç adamla. Dostoyevski,
kardeşine bu mektubu yazdıktan kısa bir süre sonra, Petersburglu yeni tanışları
onu bir kabul töreninde dönemin monden güzellerinden bir genç kıza götürür.
Genç kız, Dostoyevski’nin eseri üzerine övücü sözler söylemeye hazırlanırken
bizimki sararıp sendeleyerek yere yığılır. Bitişik odaya sürükleyip yüzüne
kolonya serperek kendine getirirler çiçeği burunda şöhreti.
EDEBİYATIN BURNUNDAKİ
SİVİLCE
Bir süre sonra
Dostoyevski’nin ‘bana aşık’ dediği Turgenyev’le ‘yoksulların ince ozanı’ diye
nitelediği Nekrassov, bu olay üzerine yenilmez yutulmaz bir yergi yazarlar:
“Üzgün yüzlü şövalye
Dostoyevski, sevimli
palavracı,
Edebiyatın burnunda
kızaran yeni bir sivilcesin sen.
Az sonra Türk sultanı vezirlerini
gönderecek sana;
Ama sen bir kabul
töreninde
-Ey günün konusu
Efsane!-
Ünlü prenslerin arasında
Kayan bir yıldız gibi
düştün
Ve sarışın bir dilberin
önünde
Kalkık burnunu kırdın”
İki genç meslektaş, daha
sonra Annenkov’un da da katılımıyla Dostoyevski hakkında yüz kazırtıcı fıkralar
uydurup yaymaya başlar. Ancak, İnsancıklar’ın yazarı buna rağmen onlarla
görüşmeyi sürdürür.
KENDİNİ DAHİ SANAN
TAŞRALI ZAVALLI
Kitabının gördüğü
beğeniyle ayakları yerden kesilen Dostoyevski’nin kendini dahi sandığı
söylentisi de sürekli espiri konusu olmaktadır Petersburg salonlarında. Bir gün
bir salon buluşmasında Turgenyev sohbet ettiği arkadaşlarına, taşrada
rastladığı kendini dahi sanan bir zavallıyı gülünç çizgilerle resmederken
çarşaf gibi bembeyaz kesilen Dostoyevski, öykünün sonunu beklemeden kendini
dışarı atar.
İNSANCIKLARA KENAR SÜSÜ
İSTEĞİ!
Yine Turgenyev’in o
günlerde ortaya attığı ‘Dostoyevski, İnsancıkların özel bir kenar süsüyle
yayımlanmasını istiyormuş’ iddiası genç şöhretin epey alay konusu olmasına yol
açar.
Normali bilmeyen ruh
hali sürekli bir uçtan diğerine savrulan Dostoyevski’nin alınganlığı had
safhaya ulaşmıştır.
Bir akşam Ogarev,
Belinski ve Herzen, Turgenyev’de buluşmuş kağıt oynarken birisinin nükteli bir
sözü üzerine hepsinin kahkahayı bastığı anda Dostoyevski eşikte görünür. Bu
kahkaha fırtınası onu deliye çevirmiştir. Yine sararıp kalır ve hızla dönerek
odadan çıkar.
Bir saat sonra Turgenyev
onu avluda bulduğunda soğuktan taş kesmiş bir haldedir.
“Neyiniz var” sorusunu
neredeyse ağlayarak yanıtlar:
“Tanrım çekilmez bu!
Nerede bulunsam benimle alay ediyorlar. Ben içeri girince nasıl gülmeye
başladığınızı gördüm.”
‘KISA PARMAKLI İÇİ
GEÇMİŞ BEYZADE’
Bu dönemde maruz kaldığı
alaylar Dostoyevski’de derin izler bırakacaktır. Ömrünün son döneminde
yayımladığı Bir Yazarın Günlüğü’nde ‘kısa parmaklı, iri gövdeli, durumunu
koruyabilmek için nükteler savuran içi geçmiş beyzade’ diye nitelediği
Turgenyev’i ‘hiç bir zaman sevmediğini’ yazacaktır.
Turgenyev de bunu
doğrular ancak yaptıklarını unutmuş gibidir: “İkimiz de henüz iki genç yazarken
o benden nefret ediyordu. Oysa ben onun kinine yol açacak hiçbir şey
yapmamıştım.
Sonrası Dostoyevski için
idamdan son anda kurtuluşu ve Sibirya, Turgenyev içinse Avrupa yılları…
HERZEN VE TURGENYEV’E
BORÇ MEKTUBU
Sürgün cezasını
tamamlayıp Petersburg’a dönen Dostoyevski, 1866 yılında alacaklıların
baskısından bunalır ve yayıncı Stellovski ile akla zarar bir sözleşme
imzalayarak soluğu Avrupa’da alır. Yanında götürdüğü parayı kısa sürede
Wiesbaden’in kumar salonlarında kaybeder. Aç sefil, çaresiz geçen günlerin
sonunda Herzen ve Turgenyev’e birer mektup yazarak borç ister. Herzen yanıt
verme gereği bile duymaz.
“Sizi tedirgin ettiğim
için üzgünüm ve utanıyorum. Bu gün için başvurabileceğim tek kişi sadece
sizsiniz ve sonra siz, öbürlerinden çok daha nazik ve zekisiniz. … Sizinle
erkek erkeğe konuşuyorum ve sizden yüz taler istiyorum” diye seslendiği
Turgenyev, 50 taler gönderir.
“Elli taler için
teşekkürler, benim çok iyi İvan Sergiyeviç’im” diye yazdığı Turgenyev’e bu
borcunu üç haftadan önce ödeyemeyeceğini de belirtir. Ancak bu borcun ödenmesi
hayli zaman alacaktır.
BORÇ İÇİN NEZAKET
ZİYARETİ
Yıllar sonra bu kez,
yeni evlendiği stenografı Anna Grigoryevna ile çıktığı Avrupa turunda yine
oradan oraya savrulup günlerini rulet masalarında tüketirken Baden Baden’de
Turgenyev’le karşılaşır. Anna Grigoryevna borcunu unutmadığını göstermesi için
Turgenyev’i ziyaret etmesini önerdiğinde hayli bunalsa da bu tavsiyeyi yerine
getirir.
Turgenyev’in o günlerde
yeni çıkmış olan Duman adlı kitabını hiç beğenmemiş, “Eğer Rusya yeryüzünden
kalkacak olsa, insanlıkta ne bir boşluk ne de girdap bırakır” cümlesine de fena
takmıştır.
‘PARİS’TEN DÜRBÜN
GETİRTİN’ ÖĞÜDÜ
Buluşmanın başında kopar
kavga. Dosotyevski sonradan öyle anlatacaktır o anları:
“Daha bir çok şeyin yanı
sıra Almanların önünde eğilmemiz gerektiğini söyledi bana. Bütün dünya için tek
ortak yol uygarlıkmış, özgül olarak Rus ve bağımsız olan bütün girişimler
bayağı ve aptalcaymış. Tüm Slavcılar üzerine makale yazmakta olduğundan söz
etti. Daha bir kolay olsun diye kendisine Paris’ten dürbün getirmesini
öğütledim. ‘Neden’ dedi. ‘Çünkü çok uzağa gelmişsiniz’ diye karşılık verdim
‘Rusya üzerine çeviriniz dürbünü ve bizi inceleyiniz, yoksa bizi görmek güç
gelecek size.’”
Görüşme sırasında
Dostoyevski Almanlar hakkında ileri geri konuşunca Turgenyev küplere biner: “Bu
çeşit konuşmakla bana hakaret ediyorsunuz. Biliniz ki ben buraya temelli
yerleştim. Kendimi Alman sayıyorum, Rus değil ve bununla övünüyorum.”
‘KORKMUYORUM ÇÜNKÜ TİKSİNİYORUM’
Dostoyevski, ‘yozlaşmış
soylu’ diye nitelediği ev sahibini öfkeden kudurtmuş olmaktan kıvanç duyarak
tamamlar bu ziyareti. Daha sonra şöyle yazacaktır:
“Turgenyev yabancı
ülkede kuruyor, yeteneğini yitiriyor. Ben Almanlaşmaktan korkmuyorum çünkü bütün
Almanlardan tiksiniyorum…”
Dostoyevski,
Turgenyev’den intikamını Ecinniler’de onun çok çirkin bir karikatürünü çizerek
alır. Kitabın alay konusu kahramanlarından birisi olan yazar Karmazinov,
‘Avrupalı bir Rus’tur. Karmazinov’u Turgenyev’e ait anlatılardaki ifadeleri cin
gibi bir zekayla tiye alarak tasvir eder:
“Ben Alman oldum bundan
da onur duyuyorum. İşte yedi yıldır Karlsruhe’de oturuyorum. Geçen yıl belediye
kurulu, yeni su borularının döşenmesine karar verdiği vakit, yüreğimin ta
derinlerinde duydum ki Karlsruhe sularının kanalizasyon işi, sevgili yurdumun
bütün sorunlarından daha önemliydi benim için.”
Daha önceki kitaplarında
rastlanmayan bir mizah ve ironiyle okurlarını şaşırttığı Ecinniler’de sadece
Turgenyev’i değil o dönemin kültürel ve siyasal arenasında önce çıkan bir çok
figürü de yerden yere vurur. Bundan nefret ettiği Batı’yı temsil eden
şahsiyetlerin tamamı nasibini alır.
‘DERİSİNİ DAVUL İÇİN
BAĞIŞLADI’
Mesela ‘büyük bir
Amerikan işadamını şöyle anlatır: “O büyük mirasının hepsini fabrikalar
kurulması ve uygulamalı bilimlerin öğretilmesi için, iskeletini akademinin
öğrencileri için, derisini de gece gündüz Amerikan ulusal marşının çalınacağı
bir davul yapılması için bıraktı.”
Karmazinov tipiyle
karikatürize edilenin kendisi olduğunu herkesten önce anlayan Turgenyev
dostlarına şöyle yakınır:
“Dostoyevski
karikatürden daha bayağı bir şey yapmakta sakınca görmedi. Neçayev’in partisine
elverişli K…’nin çizgileri altında beni betimledi. Üstelik alaya almak için bir
süre yayımladığı dergiye verdiğim anlatıyı seçmesi de ilgi çekicidir. Oysa bu
anlatı için beni kutlama mektuplarıyla minnet ve şükran yağmuruna tutmuştu.”
PUŞKİN ŞENLİĞİNDE GÖZÜ
YAŞLI KUCAKLAŞMA
Yıllar hızla akıp gider…
Dostoyevski Karamazov
Kardeşler’i yazmış şöhretin doruğunda bir yazar hatta bir ‘peygamber’dir artık
Rusya’da.
İki yazar son kez 1880
yazında Puşkin’e Saygı Şenlikleri’nde bir araya gelir. İkisi de birer konuşma
yapacaktır. Önce Turgenyev söz alır. Bir gün sonra kürsüye çıkan Dosteyevski o
ünlü ‘Puşkin Üzerine Konuşması’nı yapınca salonda adeta fırtınalar kopar.
Dostoyevski o anı eşine
yazdığı mektupta şöyle anlatır:
“İnsanlığın dünya
çapında birliği ülküsünü dile getirdiğim zaman bütün salon isteri nöbetine
tutulmuş gibiydi. Konuşmam sona erdiğinde coşkunca fırlatılan çığlıkları,
haykırışları anlatamam. Birbirini hiç tanımayan dinleyiciler ağlaşıyor,
birbirlerini kucaklıyor ve bundan böyle daha iyi insanlar olacaklarına,
komşularından nefret edecek yerde, onları seveceklerine yemin ediyorlardı…
Örneğin iki yaşlı adam aniden beni durdurup ‘Yirmi yıldır birbirimize düşmandık
ama şimdi kucaklaşıp barıştık. Bizi barıştıran sensin, sen bizim azizimiz
peygamberimizsin’ dediler… Konuşmamda hakkında birkaç övücü söz söylediğim
Turgenyev gözlerinde yaşlarla kendini kollarıma attı. Annenkov koşarak geldi
elimi sıktı, omzumdan öptü…. Zafer tam bir zafer.”
Ne var ki bu
yakınlaşmanın ömrü uzun olmayacaktır. Dostoyevski’nin ölümünden sonra
düzenlenen etkinliklere kızan Turgenyev, onu Marquis de Sade’a benzetir: “Bu
bizim Sade’mız için bütün Rus piskoposlarının törenler yaptıkları, bu evrensel
insanın evrensel sevgisi üzerine vaizlerin vaazlar okuduğu düşünülürse… Garip
bir zamanda yaşıyoruz.”
ASIL SORUN DOĞU-BATI
ÇEKİŞMESİ
Ruhu asla asla huzur
bulmayan, normali bilmez, aklın ve duyguların sınırında macera arayan
Dostoyevski ile hep makul ve mantıklı olmuş Turgenyev her açıdan birbirine zıt
iki karakterdir. Birisi ne kadar giyimine özenli, hesabını kitabını bilen her
koşulda nazik ve kibar bir asilzade ise diğeri o kadar hırpani, plan tutmaz ne
yapacağı asla kestirilemeyen şehirli bir savruktur.
Gençlik yıllarındaki
hergelelikleri bir yana bırakacak olursak aralarındaki kavga Türk aydınlarını
da yıllarca bir birine düşüren Doğu-Batı çekişmesinden öte bir şey değildir.
Dostoyevski dünyanın geleceğini Rusya’nın yeniden doğuşunda gören bir Slavcı,
Turgenyev’se Batı uygarlığına hayran bir rasyoneldir.
Bugün dünya ölçeğindeki
şöhreti onu kat kat aşmış olsa da Dostoyevski, hep rakip olarak gördüğü ve
edebi mücadele içinde olduğu Turgenyev’den hayli etkilenmiştir. Zira hem
Delikanlı’ya hem de Karamazov Kardeşler’e pekala Babalar ve Oğullar adı da
verilebilirdi.
TOLSTOY DA NASİBİNİ ALDI
Sadece etkilenmek değil,
kıskançlıktır da söz konusu olan. Derler ki ‘Dostoyevski’nin çevirilerini
okuyanlar, Ruslardan daha şanslıdır.’ Onun orijinal metinlerinin anlatım
bozukluklarıyla dolu olduğu hep söylenegelmiştir. Bu eleştirilere yanıt
verirken bile Turgenyev’e çatmaktan geri kalmaz.
“Ne şartlar altında
çalıştığımı bir görseler. Benden kusursuz şaheserler bekliyorlar. Oysa ban en
acı, en sefil sıkıntılar yüzünden alelacele yazmak zorundayım” diye dert
yanarken malikanelerinde rahat bir şekilde oturup cümlelerini tekrar tekrar
düzenleyip düzeltmeye fırsat bulabilen Turgenyev ve Tolstoy’a lanetler
yağdırır. Süleyman Çeliker –
gazeteduvar.com.tr
(Bu yazı ilk olarak 17
Haziran 2011 tarihli K dergisinde yayınlanmıştır) https://rusedebiyati.wordpress.com
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar