Rusyadan Bilgiler
İnsanoğlu var olduğundan
beri en çok tartışılan felsefi sorulardan biri, Rusya'da bir başka
vesileyle yeniden manşetlerde... Ülkede toplumsal hayattaki etkisini daha
da arttırmaya çalışan Rusya Ortodoks Kilisesi'nden gelen son teklif bu
tartışmaların ilham kaynağı. Ortodoks Kilisesi Patriği Birinci Yardımcısı
Başrahip Dimitri Smirnov ilkokullarda “Hayatın Anlamı” dersinin öğretilmesini
teklif etti. Bunun üzerine aydın cephesi"nden farklı yorumlar geldi.
Herkes "kendi meşrebince" hayatın anlamını açıkladı. İşte, hayat
üzerine daha geniş bir perspektiften düşünmmeye katkı sağlayan,
Komsomolskaya Pravda'nın derlediği, arkadaşımız Furkan Şenokur'un Türkçeye
çevirdiği o görüşler:
Hayatın anlamı nedir?
Hayatın anlamı, vatana hizmet etmektir. Eğer
vatanınızda her şey yolunda olursa, herkesin durumu iyi olur. Doğduğum köyde bunu
öğrettiler. Hayatın anlamı, her şeyden önce aile eğitimi sayesinde ortaya çıkar
ve ben onu hiç kaybetmedim. Hayatın anlamı güçlükle oluşur, bu yüzden ilkokulda
böyle bir dersin gerekli olup olmadığını ancak ders kitabını ya da eğitim
programını gördükten sonra söyleyebilirim.
Aleksandr Torşin, Rusya Federasyonu Konseyi
Başkan Birinci Yardımcısı
Kendim için henüz
hayatın anlamını bulmadım fakat başrahip hayatın anlamını biliyorsa, bunu ondan
dinlemekten mutluluk duyarım. Çocuklar için yeni dersler uydurmaya gerek yok.
Bize Rus dilini, edebiyatı, matematiği ve diğer bilimleri nasıl öğrettiklerini
bir hatırlayalım. Sovyet devletinde kilise, eğitim meselelerine karışmamalıdır.
Andrey Makareviç,
Müzisyen
İnanan Müslümanlar için
dinde hayatın anlamı tek olan Allah’a tapmak ve iyilik yapmaktır. Gençlere
insanların tanrıyla, toplumla, ebeveynlerle olan ilişkisini, karı kocanın,
komşular arasındaki ilişkisini anlatmak lazım. İlkokulda zaten “Din Kültürleri
Temelleri” dersi var, bu yüzden yeni bir dersin koyulması gerektiğini
düşünmüyorum. Hayatın anlamı konusu daha derin konuşulmalı fakat bunun Pazar
Okulları’nda yapılması gerekir.
Ruşan Abyasov, Rusya
Müftüler Konseyi Başkan Yardımcısı
Korkarım, hayatımın anlamını henüz anlamadım.
Fakat böyle bir konunun ilkokullarda konuşulmaması gerektiğini düşünüyorum.
Genelde İnsanların çoğu neden yaşadıklarını bilmiyorlar. Belki bu ders,
insanları modadan, pazardan ve diğer şeylerden kopararak neyle uğraşmaları
gerektiği konusunda, daha fazla düşünmeye zorlayabilir. Sadece insanların %1’i
yapmaları gereken şeyi yapıyor ve bunu yapanlar da dâhiler.
Yegor Konçalovski,
Yönetmen
Hayatın anlamı, emekçi halkın çıkarları ve
toplumsal adalet için mücadeledir. Bu söz, Nikolay Ostrovki’nin “Ve Çeliğe Su
Verildi” kitabından alıntıdır. 15 yaşından beri hayatımı buna göre
yönlendiriyorum. Bugün, böyle bir dersin faydası olacak mı derseniz, kimin
nasıl öğrettiğine bağlı. Fakat bu dersin kilise tarafından öğretilmesine
karşıyım.
Vadim Soloviev,
Devlet Duması Milletvekili
Hayatın anlamı, hayatın kendisidir. Bunun için
derse gerek yok. Saçmalık bence. Milli düşünceyi aradıkları gibi, hayatın
anlamını aramaya ne gerek var? Zaten yüzyıllardır onunla birlikte yaşıyoruz.
Geleneklerimiz… Geleneklerimize uymak, saygı göstermek gerekir. Hayatın anlamı
budur. Hayatın anlamı aranmaz, insan zaten onunla doğar.
Nadejda Babkina,
Halk Müziği Sanatçısı
Bu soruyu kendime beş kez sordum ve her
seferinde cevaplar farklıydı. Ergenlik çağımda hayatın anlamı başarılı ve ünlü
olmaktı. Üniversiteyi bitirip nereye gideceğimi düşündüğüm zaman ikinci kez bu
soruyu kendime sordum. Çocuklarım doğduktan sonra hayatımın anlamı onlar oldu.
Başka farklı cevapların da olacağını düşünüyorum fakat şuan hayatın anlamının,
eğlendiğiniz ve başkalarını da eğlendirme fırsatı veren hayatın ta kendisi
olduğunu düşünüyorum.
Miroslav Melnik, Betta
Grup Yönetim Kurulu Başkanı
Yakınlarımıza kötülük yapmadan, kendimize
güzel anılar bırakarak koyulan hedefe ulaşmaktır. Benim hayatımı bu düşünce
oluşturuyor. Genelde, hayatın anlamını açıklamak zordur. Mesela “Kendine nasıl
davranılmasını istiyorsan başkasına da öyle davran” prensibi olabilir. Ayrıca
çocuk olsam, dışarda renkli ve güzel bir dünya varken, amcamın, yanıma gelip
bana hayatın anlamını anlatmaya başlamasını istemezdim.
Aleksandr İnşakov,
Dublör
Benim için hayatın anlamı çocuklarımdır. Eğer
başrahip ilahi yönünü kastediyorsa, o zaman dersin gereksiz olduğunu
söyleyebilirim. İdeolojik eğitim için dersin adının değiştirilmesi gerek.
Örneğin soru beni çıkmaza sokarsa bunu çocuklara nasıl açıklarım? Farklı
ilkokullar ve farklı felsefe akımları var. Hepsinin kendine özgü farklı
anlayışları var. Benim için hayatın anlamı ise, benimle aynı toplumda
yaşayanlara yenilik getirmek ve hayatlarını güzelleştirmektir.
Aleksandr Sidyarkin
,Devlet Duması Milletvekili
Tanrıya, dünyaya, ebeveynlere ve çocuklara
sevgidir. Başkalarına sevgidir. Bu sevgi uğruna yaşıyorsanız hayatınızın anlamı
var demektir. Eğer kendiniz için yaşıyorsanız hayatınızın anlamı yok demektir.
Bir insanın acısını dindirmeye çalışıyorsanız hayatınızın anlamı var demektir.
Ben olsam çocuklara böyle anlatırdım. Ayrıca derse verilen isim ise beni
korkutuyor.
Anastasiya Melnikova,
Sankt Peterburg Parlamento Meclisi Üyesi ve Sanatçı
Bilmiyorum fakat cevaplamak için yeterince
vaktimin olduğunu düşünüyorum.
Aleksandr Baulev, Aktör
Hayatın anlamını aramak Rus medeniyetinden geçer.
Çocuklara hayatın anlamını anlatmanın zor olduğunu düşünüyorum. Böyle bir
girişimin, dini düşüncelerin üstü kapalı bir şekilde ideolojik dersle okullara
sokulması olduğunu düşünüyorum. Çocukların böyle bir durumda kalması acınacak
bir durum.
İrina Prohorova,
Vatandaş Platformu Partisi Komite Üyesi
Yakınlarımıza, insanlara ve İsa’ya hizmet
etmektir. Rusya’da kiliselerin 2500’den fazla sosyal projesi var. Huzur evleri,
yetiştirme yurtları, yetimhaneler, rehabilitasyon merkezleri gibi. Bunları
düzenleyen insanlar hayatın gerçek anlamının, kendine değil, başkalarına hizmet
etmek olduğunu ispatlıyor.
Panteleimon,
Orekhovo-Zuyevo Piskoposu
Çeviren: Furkan ŞENOKUR 13.5.2013
Su soğuyunca kar oluyor, kar
yazılınca da edebiyat. “Başlangıçta kar vardı…” dendiğini hayal etmek zor, ama
Rus edebiyatının başlangıcında kar vardı…
Sabri Gürses –k24
Nişantaşı’nda, bir resim galerisinde* yaşlıca
bir kadınla sohbet ediyoruz. Kadın heyecanla kısa süre önce gittiği Moskova’nın
ne güzel bir şehir olduğundan bahsediyor; galeriler, müzeler, meydanlar,
binalar, heykeller, tiyatrolar, heyecanla anlatıyor… Sahiden de etkileyici bir
havası var Moskova şehir merkezinin günümüzde. Günümüzde bile. Caddelerde
yürürken –hatta bulvarlarda, çünkü sokak denemeyecek kadar geniştir yollar–
sağlı sollu bir ya da iki asırlık binaların üzerinde burada şu yaşamış, burada
bu yaşamış yazılarını görmek ve bu kişilerin çoğunun çok sevilen şarkıların
bestecisi, çok kullanılan kimya formülünün sahibi, vatan savunma savaşında
efsaneleşmiş asker yazar… olduğunu görmek şehri olabildiğince canlı bir varlığa
dönüştürüyor. Muhteşem mimariler olsa bile şehir merkezindeki, bu binalara
bakarak bugün Moskova dediğimiz yerdeki binaları bunlar olmasa canlı diye
görmek zor elbette, büyük kısmı insanı ezen, baş döndürücü bürokrasileri ya da
yüksek hayatları düşündüren binalar bunlar. Arada kalmış bazı eski, bir iki
katlı, geniş bahçeli, on yedi on sekiz on dokuzuncu yüzyıl üsluplarına sahip,
sanat kurumu, müze haline getirilmiş yerlerle birlikte bütün bu yüzey yere
uzanmış dev bir Japon robotunun girintili çıkıntılı gövdesi olabilir, Moskova
dev bir robot olarak, bir Moskovtran olarak ayağa kalkabilir bence. Canlılığı
böyle bir canlılık. Bu da bizim İstanbul, Ankara ya da İzmir’den alışık
olmadığımız bir canlılık türü –denizle ikiye bölünmüş İstanbul ve İzmir ya da
ne kadar planlı olmaya çalışırsa çalışsın hâlâ bir ovaya yaygın ve dağınık
duran Ankara asla Moskova’yla kıyaslanamaz. Aynı şey sözgelimi Londra için de
geçerli; ne kadar uğraşırsanız uğraşın Londra’yla Moskova arasında modernin
yaratabileceği benzerlikleri, ikizlikleri göremezsiniz: Soho’yla Arbat’ı
kıyaslamak bile yetebilir; hatta Petersburg’ta, Neva Bulvarı’nda bile Soho ve
çevresindeki hava yoktur. Petersburg’ta da, Moskova’da da –ilkinde yatay,
ikincisinde dikey yayılma hâkimdir– şehir düzeni ya da düzenli şehir fikri bu
iki Rus şehrinin özelliği olur. Kronolojik açıdan kıyaslayınca Londra,
Moskova’ya göre daha yaşlı, kuruluşu 1. yüzyıla uzanıyor, ama Moskova’nın kuruluşu
sayılan 11. yüzyılda Londra da ulusal şehir karakteri kazanmaya başlamış; ve
buna karşılık MÖ 11. yüzyıla uzanan tarihiyle İstanbul, MÖ 8. yüzyıla uzanan
tarihiyle İzmir, MÖ 5. yüzyıla uzanan tarihiyle Ankara onlarla farklı
şekillerde kıyaslanmayı hak ediyor. Modernin tarihinden yola çıkarak kıyaslama
yapıldığında şehirlerin canlılığını ölçmek güç. İşte Moskova’da şehri
bireylerin canlandırmasının belki de böyle bir anlamı var; modernin tarihindeki
yeri açısından canlı, dolayısıyla gençliğini estetik katkılarla sürdürebilme
yeteneğine sahip bir varlık bu şehir. Kimya formülündeki katkısıyla, klasik
müzikteki başarısıyla binanın taşına can katan kişi modern bir birey. Bütün bu
binaların ortasında duran Kremlin de bu yüzden geçmişini asla hatırlatmayan bir
yapı biçimiyle Spielberg imalatı bir uzay gemisi gibi duruyor orada. Belki 20.
yüzyılın tamamını kaplayan Sovyet modernizminin etkisi bu –Kızıl Meydan bugün
ona sözcüğün tarihselliğinden yola çıkmaya çalışıp Kırmızı, Güzel Meydan desek
bile Hollywood imalatı kalpaklı komünist casusları hatırlatacak daha uzun süre.
Kızıl Meydan’a ilk kez gittiğini
söylüyor kadın; meğer Bolşevik Ekim Devrimi’nden kaçtıktan sonra yolu
İstanbul’dan geçen göçmen bir film yönetmeninin kızıymış; İstanbul’da yaşamış
ve ilk kez bu yıl, seksenli yaşlarında Moskova’ya gitmiş. Bunun ne demek
olduğunu anlamaya çalışıyorum, ama anlamak zor: Kızıllara muhalif bir beyaz
aileden olduğu için mi hep hayatını Rusya dışında geçirmiş? Sovyet
sosyalizminin değişmeye başladığı bütün o yıllarda, Stalin sonrasında, Brejnev
sonrasında ve hatta çöküş sonrasında, yani son yirmi beş yılda da gitmemiş mi?
İnsanın belli bir yaştan sonra özlem duyduğu, ayrı kaldığı ya da yabancılaştığı
şeye karşı mesafeli olması, oradan bir davet beklemesi doğal; muhtemelen öyle
olmuş. Nabokov 78 yaşında öldü, 92 yaşında gider miydi, hatta çöküş daha erken
olsaydı 82 yaşında gider miydi Rusya’ya?
II
Yaşlı kadın kardan bahsediyor. Ne
çok kar olduğunu, ne soğuk ve ne çok kar olduğunu anlatıyor, böyle bir karı hiç
görmediğini söylüyor; gülümseyerek, anlayışla dinliyoruz onu çünkü onun şansına
bu yıl Moskova’ya daha erken yağdı kar. “Gece bir şeyler almak için bir dükkâna
gittik,” diyor, “aldık, çıkacağız, ama o da ne, dışarıda bir anda ta dize kadar
kar yığını olmuş, bir tipidir gidiyor. Kaldık orada öylece.” Rusya’ya dönüş tam
da böyle olmalı, en büyük ulusal kahramanlardan biri olan karla buluşarak.
Karın tarihi herhalde yazılmamıştır;
yani insanları nasıl etkilediğinin, onların hayatlarını şekillendirdiğinin
dışında, kendi başına karın tarihi. Herhalde insan yokken bile yağıyordu kar;
suyun ilkliğinden, önceliğinden bahseden mitolojiler var ama karın insansız
geçmişini anlatan yok. Sürekli karla çevrili yaşayan İnuitlerin mitolojisinde
bile karı yaratan Tanrı Sila ya da Negafok adlı ruh; karın tarihini
insanbiçimcilikten uzak hayal etmiyoruz, oysa suyu böyle hayal etmişiz. Oysa su
soğuyunca kar oluyor, kar yazılınca da edebiyat. “Başlangıçta kar vardı…”
dendiğini hayal etmek zor, ama Rus edebiyatının başlangıcında kar vardı.
Bugün Rus edebiyatının kurucusu
saydığımız Puşkin’in edebiyatı bunun en parlak örneği, yazdıkları baştan sona
kar kaplı, ama ondan da önce Rus dilinin kurucusu Lomonosov var. Bu çok yönlü
bilimci Rus dilini gramere kavuşturup yazma tarzlarını sınıflandırarak büyük
bir yol açmakla kalmamıştı. Birçok alanda bilimsel çalışmalar yaptı ve bunlar
arasında, Antarktika’nın olası keşfiyle de ilgilendi ve orada buz ve kardan
başka bir şey bulunamayacağını öngördü. 1763 yılında Lomonosov jeoloji
notlarının arasında şu nota da yer vermişti: “Macellan Boğazı’nın yakınlarında,
Ümit Burnu’nun karşısında 53 derece öğle sıcağında büyük buzlar yüzmektedir;
çok uzakta bol miktarda ve hiç gitmeyen karla kaplı ada ve kara parçaları
olduğundan ve Güney Kutbu’nun yakınlarında çok geniş bir toprağın kuzeyde
bulunandan daha çok kar ve buzla kaplı olduğundan şüphe etmemeliyiz.” 60 yıl
sonra Bellinghausen ve Lazarev’in başında yer aldığı Rus gemileri Güney
Kutbu’nun ilk kaşifleri oldu ve gerçekten de karla kaplıydı kıta.
Diğer yandan Kuzey Kutbu’na doğru
giden yolun ilk kaşifleri de Ruslar oldu. Genel olarak Rusların kuzeye,
Sibirya’ya ve aynı süreçte doğuya, Alaska’ya kadar yayılmaya, sömürgeleştirmeye
başlaması 16. yüzyılın ortasına tarihleniyor. Korkunç İvan’ın görevlendirdiği
Yermak’ın seferleriyle başlayan bu süreç sonucunda çok acımasız, kıyımlarla
dolu, zorlu bir tarihin ardından bugün haritada şaşkınlıkla seyrettiğimiz o
engin Rus uzamı, Avrupa’nın doğusuyla Amerika’nın batısı arasında kalmış
topraklar ortaya çıktı. Bunun ortaya çıkmasını sağlayan şey Rusların kuzeyin
soğuklarında Avrupalılarla karşı karşıya kalmasıydı. 16. yüzyılda Avrupa
kuzeydeki deniz yollarını araştırıyordu ve Hollandalı William Barentzs o
denizlerin ilk kaşiflerinden olmuştu; 47 yıllık hayatının (1550-1597) en önemli
kısmını bu Kuzey yolculuklarına ayıran Barentzs o bölgelerde yaşayan
insanlarla, tilkiler, ayılar, foklarla tanıştı ve Barentzs’in yankı uyandıran
keşifleri Batı bilgisini almak üzere Hollanda’ya gidip bizzat denizcilik
öğrenen I. Petro (1672-1725) gibi hırslı bir çara kuşkusuz örnek oldu. Yine
1611’de İsveçliler bugün Rusya dediğimiz anakaraya çıktı ve Neva Nehri’nin
Baltık Denizi’ne döküldüğü noktaya bir kale inşa etti. Bu kaleden büyüyen Nyen
adlı şehri bir yüzyıl sonra Petro ele geçirerek 18. yüzyılın ilk çeyreğinde,
bugün Petersburg dediğimiz ve Rus edebiyatının en büyük olay mekânı olan şehir
ortaya çıktı. Yeni şehir tam da aynı yere, deniz kıyısına, karların ortasına,
balçık üzerine ve doğal olarak çok zor şartlarda inşa edildi ve Rusya’nın batıya
karşı inşa ettiği en batılı şehir oldu.
Bütün bunlar karlar arasında, yılın
büyük kısmında toprağı kaplayan ve baharda erirken de yokoluşunun hırçınlığını
bütün şiddetiyle sergileyen karlar arasında, kar ve soğukla mücadele ederken
oluyordu. Sadece Petersburg’ta değil, Moskova’da da, bütün Rusya’da nehirler
donuyor, erirken çevre binalarda su basmalara neden oluyordu; kar kışın bütün
yolları kapatıyor, çekildiği zaman da çamur, balçık bırakıyordu geriye.
İnsanlar çamurların üzerine kalaslar atarak sokaklardan geçiyor, arabalar
çamurlara bata çıka ilerliyordu. Bütün bir ülke yoksulluğu ve zenginliği kar
zamanına göre yaşıyordu. Bütün ülkenin kar deneyimini, en batıdan en doğuya
kadar birleştirdiğini, Petersburgluyla Vladivostoklunun, Urallardaki biriyle
Alaska’daki birinin deneyiminin çok yakın olduğunu söylemek zor kuşkusuz; ama
temel Rus-Slav folklorunda Ded Maroz (Ayaz Dede) ve Sneguroçka (Kardan Kız)
vardı ve bu folklor karakterleri ve kar Rus sanatında sayısız resim, müzik ve
edebiyat eserinin konusu oldu.
III
Rus edebiyatını kar gibi kaplayan
Puşkin kar anlatılarının da öncüsü sayılabilir: Puşkin’in şiirlerinden
öykülerine, romanlarına dek her yerde karakterler karda bir yere yetişmeye
çalışır, yollarını kaybeder, birbirlerini bulurlar. “Tipi” adlı öyküsünün
kahramanı kardır; Yüzbaşının Kızı’nda (1836) kahramanın arabasıyla karda
kalması ve romanın gizli karşı kahramanı tarafından kurtarılması sahnesi
unutulmaz ve çok pitoresk bir sahnedir:
“Kötü bir vakitte geldik: Rüzgar
hafif hafif şiddetleniyor; baksana, nasıl savuruyor taze karları.”
“Ne zararı var!”
“Görüyor musun şunu?” (Arabacı
kamçısıyla doğuyu gösterdi.)
“Beyaz bozkırla açık gökten başka
bir şey görmüyorum.”
“Orada – orada: Bulut şu.”
Sahiden de göğün kıyısında beyaz bir
bulut gördüm, bulut önce uzak bir tepenin ardındaydı. Arabacı bana o bulutun
kar fırtınası habercisi olduğunu söyledi. Oranın tipilerini duymuştum ve araba
katarlarının bile onların altında kaldığını biliyordum. Arabacının fikrini
kabul eden Saveliç dönmemizi tavsiye etti. Ama rüzgar bana o kadar güçlü
görünmedi; bir sonraki konak yerine zamanında varmayı umut ediyordum ve hızla
yola devam etmelerini emrettim. Arabacı yola devam etti; ama hep doğuya
bakıyordu. Atlar uysal uysal koşuyordu. Bu arada rüzgar saatten saate daha da
şiddetleniyordu. Bulut beyaz bir küme haline geldi, yoğun bir şekilde karardı,
büyüdü ve ağır ağır bütün göğü kapladı. İnce bir kar yağıyordu – ve birdenbire
lapa lapa yağmaya başladı. Rüzgar uluyordu; tipi başladı. Bir anda karanlık gök
bir kar denizine dönüverdi. Her şey gözden kayboldu. “Ee, beyim,” diye bağırdı
arabacı, “işte felaket: Fırtına!” Arabacıya yola çıkmasını emrettim. Atlar
derin karın içinde ağır ağır adım atıyordu. Kibitka sessizce sallanıyordu, bir
kar yığınına giriyor, bir çukura saplanıyor, bir sağa bir sola yaslanıyordu.
Bir sandalın fırtınalı bir denizde yol alması gibiydi bu. Saveliç ahlayıp
ohluyor, ikide bir yanıma devriliyordu. Hasır perdeyi indirdim, kürke sarıldım
ve fırtınanın şarkısını ninni gibi dinleyip sessiz yolculuğun sallantısında
rüya gördüm.
Puşkin’in Yevgeni Onegin’inde de
(1833) kar doğanın ve fantazyanın bir öğesi olarak yer alır: Onegin’e âşık olan
Tatyana fantazi-rüyasında karlı bir ormanda bir ayı tarafından
kovalanmaktadır;
“Ve mucizevi bir rüyada Tatyana.
Rüya görüyor, sanki yürüyor
Karla kaplı bir tarlada,
Etrafında huzurlu bir karanlık;
Karşısındaki kar yığınlarında
Uğulduyor, savruluyor dalgasıyla
Hararetli, karanlık ve gri
Kışın dizginlemediği bir taşkın…
…Ama birden kar yığınında bir ses
oldu.
Ve kim mi çıktı arkasından?
İri, tüyleri karman çorman bir ayı..
XIII
…Önlerinde bir orman; kıpırtısız
camlar
Duruyor kasvetli bir güzellikle;
Rüzgarla sallandıkça hepsinden
Dokuluyor lapa lapa kar;
akçaağaçların,
Huş ağaçlarının, ıhlamurların
arasından
Gece kandillerinin ışığı parlıyor;
Yol yok; çukurlar, çalılıklar
Hep kar fırtınasıyla örtülmüş,
Derin kar altına gömülmüş.
XIV
Tatyana ormanda; ayı da peşinde;
Yumuşak kara dize kadar batıyor;
Boynuna uzun bir dal carptı,
Aniden, kulaklarından,
Altın küpelerini çıkarıp aldı;
Çıtır çıtır karda ıslak çizmesi
Çıkıyor sevimli ayağından;
Örtüsünü düşürüyor;
Kaldıramıyor onu; korkuyor,
Peşindeki ayıyı işitiyor,
Ve hatta titreyen eliyle
Elbisesinin eteğini kaldıramıyor;
Koşuyor, ayı hep peşinde,
Artık koşacak gücü kalmadı.”
(223-228)
Diğer yandan romanın kahramanları
Onegin’inle Lenski’nin düello sahnesine de (278), Onegin’in Tatyana’yla son
karşılaşmasına da kar damgasını vurur:
“XXXIX
Günler geçiverdi; sıcak havayla
Dağılıp gidiverdi kış;
Ama yine de bir şair olmadı,
Ölmedi, aklını kaçırmadı.
Bahar canlandırdı onu: İlk kez
Kışı bir keşiş gibi gecirdiği
Sımsıkı kapalı odasını
Çifte pencerelerini, şöminesini
Parlak bir sabahta terk etti,
Kızakla Neva kıyısında gezmeye
cıktı.
Mavi, parçalanmaya başlamış buzda
Güneş oynuyor; çamurla akıyor
Sokaklarda erimiş kar.” (400)
Puşkin’in ardından Gogol de sık sık
karla insanın mücadelesini anlatır – Ölü Canlar’da Çiçikov troykasıyla karla
kaplı ovalarda ölü köylülere sahip zenginleri arar ve Palto’da (1842) Akakiy
Akakiyeviç kar fırtınasının ortasında çaldırır ilk paltosunu ve bizi edebiyat
tarihinin en büyük kederlerden birine sürükler, eserin klasik resimlerinde kar
başroldedir. Yine o dönemde Lermontov da Zamanımızın Kahramanı’nda, genç bir
subayın karla kaplı Kafkas dağlarına tırmandığı sahnelerde karla mücadeleyi
etkileyici bir şekilde anlatır.
gogol_palto
Gogol – Palto, Kapak Igor Grabar
“Konuşma bununla sona erdi ve
sessizce yanyana yürümeye devam ettik. Dağın zirvesinde karla karşılaştık.
Güneş battı ve gece gündüzü hiç ara vermeden takip etti, genellikle güneyde
böyle olur; ama kar yığını sayesinde kolayca görebiliyorduk yolu, yol hâlâ dağa
tırmanıyordu fakat eskisi kadar dolambaçlı değildi. Bavulumun arabaya
konmasını, öküzlerin atlarla değiştirilmesini emrettim ve son kez baktım
vadiye; ama kanyondan dalga dalga yükselen kalın sis onu tümüyle örtmüştü,
oradan bizim kulağımıza tek bir ses bile gelmiyordu artık. … İstasyona kadar
bir versta kalmıştı. Etraf sessizdi, o kadar sessizdi ki sivrisinek vızıldasa
uçtuğu yeri takip etmek mümkündü. Solda derin bir kanyon vardı kapkara;
ötesinde ve önümüzde dağın lacivert zirvesi vardı, kırış kırıştı, kar
tabakalarıyla kaplıydı, günbatımının son ışıltılarını koruyan solgun ufukta göz
alıyordu. Karanlık gökte yıldızlar belirmeye başlamıştı ve tuhaf bir şekilde,
bana bizim kuzeyde olduğundan çok daha yüksekte duruyorlarmış gibi geliyordu.
Yolun her iki yanında çıplak, kara kayalar vardı; karların altından bir yerden
çalılıklar görünüyordu, ama tek bir kuru yaprak bile kıpırdamıyordu ve bu
doğanın bu ölüm uykusunun ortasında yorgun posta troykasının takırtısını ve Rus
çıngırağının dengesiz çınıltısını duymak neşe veriyordu.”
Ama en çarpıcı kar hikâyelerinden
biri, karın, başkarakterin özelliklerinin çizilmesi için kullanıldığı bir örnek
Oblomov’da (1859) bulunur. Gonçarov’un bu eşsiz eserinin birinci bölümünün
sonlarında, Oblomov’un Düşü adlı dokuzuncu kısmın sonlarında Oblomov’un köyü
Oblomovka’daki hayatı anlatılır. Oblomov’un şımartılarak, korunarak geçen
uyuşuk çiftlik hayatının kırıldığı bir an vardır. Küçük Oblomov bazen içine cin
girmiş gibi uyanır, hoplayıp zıplamak, koşup eğlenmek ister ve böyle bir anda
çocuklarla oynamak üzere evden kaçar:
“..sonunda dayanamayıp birdenbire,
kış vakti, kasket bile giymeden, verandadan avluya atlar, oradan bahçe
kapısının dışına koşar, iki eliyle kar toplayıp çocuk kalabalığının ortasına
dalardı.
Taze rüzgar yüzünü yalar, soğuk
kulaklarını ısırır, ağzı ve gırtlağı soğukla göğsüyse mutlulukla dolardı ve
ayakları nereye götürürse oraya koşar, bağırır, kahkahalar atardı.
Ve işte çocuklar: kartopunu attı,
ıskaladı: usta değil; biraz daha kar toplamak isterken, tam o sırada suratının
ortasına bir kartopu yiyerek yere yuvarlandı; şimdi hep alışık olmadığı için
hasta, hem neşeli, hem kahkaha atıyor, hem de gözlerinde yaşlar…” (162)
Dostoyevski’nin Yeraltından
Notlar’ında da (1864) kar önemli bir rol oynar ve onun esin kaynağı olarak
dönemin ünlü yayıncı ve şairi Nikolay Nekrasov’u göstermek mümkün. Bu Notlar’da
kısmen açıkça gösterilmiştir, romanın ikinci, “Sulusepken Kar Vesilesiyle”
başlıklı bölümü Nekrasov’dan bir şiir alıntısıyla başlar ve hatta o şiirin
yeniden, başka perspektiften yazılması gibi gelişir. Fakat bir de örtük
esinlenme söz konusudur denebilir. Nekrasov bir önceki yıl, yani 1863’te, Rusya’nın
en çarpıcı kar şiirlerinden biri haline gelecek olan “Ayaz Paşa Kol Geziyor”
adlı şiirini yazar. Bu uzun şiir özünde Rus köylü kadınının çilesini
anlatmaktadır: kocası ansızın ölen bir köylü kadın evin, tarlanın ve çocukların
işlerini tek başına üstlenir; kış vakti dışarda hep kar fırtınası vardır, her
yer karla kaplanmış, toprak buz tutmuştur, fakat evden çıkmak, odun kesip
getirmek gerekir. Dışarıdaysa acımasız Ayaz Paşa (ya da Ayaz Dede) kendine
kurban aramaktadır.
“Uğulduyor rüzgar, yığılıyor karlar.
Bir ışık bile yok dışarda ayı bırak!
Göğe bak, bir sürü tabut var,
Bulutlardan sanki acı yağacak…” (97)
Ormanda ağaç kesen çaresiz kadın bir
süre sonra soğuğa, Ayaz Paşa’ya yenik düşer ve üşüyerek, donarak ölür. Bu bizim
bugün şen tanıdığımız Noel Baba’nın bembeyaz karanlık yüzüdür.
“Daha cesurca bak güzelim,
Nasıl bu Ayaz Paşa!
Görmediğine eminim
Benden güzel ve güçlüsünü!
Karlar, dumanlar, tipiler
Her an bana boyun eğerler,
Kah deniz, kah okyanustan
Saraylar yaparım buzdan.” (106)
Dostoyevski’nin yeraltı insanının
acımasız alaycılığında Ayaz Dede’ye benzer bir yan vardır aslında.
Dostoyevski’nin bütün eserlerinde kahramanlar yoksullukla birlikte, doğal
olarak kar, soğuk ve çamurla mücadele ederler, fakat kar asıl başrolü
Yeraltından Notlar’da oynar. Yeraltı insanı, ilk bölümde hayat hakkında bir
yığın fikri ve psikolojik yorumları sıraladıktan sonra, karın ona hatırlattığı
bir hikâyeyi anlatmaya başlar. Eserin asıl ve karanlık hikâyesidir bu:
“Şu anda kar yağıyor, neredeyse
sulusepken, sarı, bulanık bir kar. Dün de yağdı, birkaç gündür yağıyor. Bence
bu olayı da, sona ermek istemeyen bu olayı da sulusepken kar yüzünden
hatırladım. Öyleyse, bu da sulusepken kar vesilesiyle bir hikaye olsun.” (62)
Bu girişin ardından 24 yaşında genç
bir memurun meslektaşları ve tanıdıkları tarafından küçümsendiği, yalnız
bırakıldığı, onun da hıncını 20 yaşındaki bir fahişeden çıkardığı hikâyeyi
okuruz. Genç adam aşağıladığı için ondan kaçan kızın peşinden koşar, fakat
sokakta sadece karla karşılaşır:
“Etraf sessizdi, kar buram buram
yağıyordu ve neredeyse dimdik yağıyor, kaldırıma ve caddeye bir yastık
örtüyordu. Gelip geçen kimse yoktu, tek bir ses bile duyulmuyordu. …Karın
ortasında o bulanık sise bakarak durdum ve bunu düşündüm.” (151)
IV
Rusların Baltık’tan Pasifik’e dek
doğayı fethetme çabası 20. yüzyılda elektrik ve makinelerle çok daha insanüstü
bir noktaya sürüklendi. Günümüzde, Sovyet sonrası zamanda da kar eskisi gibi,
yüzyıllardır yağdığı gibi yağıyor, ama muhtemelen aynı Rusya değil bu. Ama bu,
başka bir yazının konusu olsun. Biz şimdilik, galerideki yaşlı kadının ilk kez
karşılaştığı Moskova karının neye benzediğini yakın edebiyattan bir tasvirle
bitirelim. Andrey Bitov Puşkin Evi’nde (1978) Sibirya’dan, bir gulagdan dönen
dedesiyle –Bahtin’den ve başka muhalif entelektüellerden esinlenen bir
karakter– buluşan genç filolog Leva’nın sokağa çıkmasını anlatıyor aşağıdaki
alıntıda. Eğer ailesi Rusya’dan ayrılmamış olsaydı o kadın belki de kendini bu
kahramanın konumunda bulacak, belki bir gulagdan dönmüş olacaktı. Karın da bir
tarihi var kesinlikle.
“Geceye özel bir güçle hamle yapan
dondurucu rüzgâr, yanaklarını kamçıladı, hemen daha eşikteyken. Fakat eşik
yoktu, cadde de yoktu – büyük bir avlu vardı, rüzgârın ıslık çalarak kötücül
karanlıklarla girdaplandığı bir avlu. Burası genişti, hiçbir şey sınırlamıyor
ve yönlendirmiyordu onu, yani esecek bir yeri yoktu – ve o da her yere
esiyordu. Kar artık bu ıssızlığı örtmeye başlamıştı, lapa lapa yağıyordu
asfaltta kalan su birikintilerine. Donuk ışık benekleri anlaşılmaz bir sistemle
yerleştirilmiş, seyrek sokak fenerlerinin altında oraya buraya sallanıyordu.
Kimse yoktu, araba yoktu, caddeler yoktu – yollar yoktu.” (92)
* Aygül Okutan’ın Vita Sanat
Galerisi’ndeki resim sergisindeydik. Bu galeride Rus sanatıyla ilgili çalışmalara
yer veriliyor.
Alıntı kaynakçası:
Yevgeni Onegin, Puşkin, çev.
Sabri Gürses, Çeviribilim Yayınları, 2016.
Yüzbaşının Kızı, Puşkin, çev. Sabri
Gürses, Alfa Yayınları, 2015.
Zamanımızın Kahramanı, Lermontov,
çev. Sabri Gürses, Alfa Yayınları, 2016.
Oblomov, Gonçarov, çev. Sabri
Gürses, Everest Yayınları, 2010/3.
Yüzyıllık Sessizlik (“Ayaz Paşa Kol
Geziyor”), Nekrasov, çev. Uğur Büke, Çeviribilim Yayınları, 2016.
Yeraltından Notlar, Dostoyevski,
çev. Sabri Gürses, Notos Yayınları, 2013.
Yetenek, Vladimir Nabokov, çev.
Sabri Gürses, İletişim Yayınları, 2016.
Puşkin Evi, Andrey Bitov, çev. Sabri
Gürses, Yapı ve Kredi Yayınları, 2015.
M. Hakkı Yazıcı'nın kaleminden: Gece yatma zamanına yakın, “artık bu saatten sonra kimse
gelmez, ben de bir yere gitmem” deme saatimde pijamalarımı giyip, başımı
yastığa koymaya hazırlanıyordum ki kapı çaldı. İnsan ister istemez geç vakitte
kapı çalınınca endişeleniyor.
Kim ola ki diye göz deliğinden
dışarı baktım: Bizim yan padiyezddeki, yani bir sonraki apartman girişinden
komşumuz Azeri Hüseyin.
Kapıyı açtım. Yüzünde kocaman bir
“kusura bakma gülücüğü”.
“Hayırdır Hüseyin, hanım evden kovdu
da bana tanrı misafiri olmaya mı geldin?”
"Yox yahu saset (qonşu), bizim
balkona bir corab düşmüş sənin mi deyə soruşmağa gəldim."
“Allah akıl fikir versin, gecenin bu
saatinde mi sormak aklına geldi?”
“Sən erkəndən işə gedirsən görmərəm
deyə düşündüm. "
Ben, daha “buyur içeri gel” demeye
fırsat bulamadan adımını içeri atmıştı bile.
"Bax sənə izah etməyə
çalışacağam. Bəlkə sən qurusun deyə corablarını çölə astın. Küləkdə uçdu bizim
balkona düşdü."
Elindeki çorabı gösterdi. Sıradan,
siyah renkli, eski bir erkek çorabıydı. Hafifçe erimiş, bir yeri de
onarılmıştı.
“Bu çorap sıradan, eski bir çorap,
at çöpe gitsin. Sana ne kiminse.”
“Olmaz,” dedi, "Sən əhəmiyyət
vermirsən, amma bəlkə sahibi itdiyinə üzülmüştür."
İyi ve yardımsever bir insan olmanın
ne büyük bir erdem olduğundan bahisle bir çırpıda bir sürü şey konuştu.
“yaxşılıq et, at dənizə; balıq bilməsə,
Xaliq bilir!”
Olayı anlamak için birlikte balkona
çıktık.
“Bak Hüseyin, çorap benim olsa senin
balkonuna düşebilir mi? Senin balkonun yanda, aramızda da ancak bir kat farkı
var.”
“Yaxşı, bizim üstümüzdeki qadının
dairəsindən düşmüş ola bilər mi?”
“Olamaz,” dedim, “O dairedeki kadın
yalnız başına yaşıyor. Evinde erkek çorabı olmaz.”
O, hemen karısından duyduğu
dedikoduyu araya sıkıştırıp, “sən elə san, qadının bir sevdiyi varmış, arada
bir gəlirmiş,”diye itiraz etti.
“Yahu Hüseyin bırak şu çorap
muhabbetini gecenin bu yarısında. Uykumu kaçırdın. Bari gir içeri de bir iki
laf edelim,” dedim.
“Vaxt gec oldu mənim xanım merak
edir.”
“Ne o, korkuyor musun karından?”
“Elə deyil, amma problem çıxarmamaq
lazımdır,” deyip boynunu büktü.
Belli ki çekiniyordu Elena İvanovna
yengemizden.
Ancak fazla direnmedi, mutfak
masasının yanındaki sandalyelerden birine ilişti.
Belki oturmaya çoktan hazırdı da
karısını bahane ediyordu.
Dolaptan bir şeyler bulup ikram
ettim.
“Vallahi yaxşı adamsan qonşu. Adam
var adamların nakşıdır, adam var eşşek ondan yahşıdır.”
Ben de oturdum; yiyip, içip
muhabbete başladık.
Azeri Hüseyin, yakınlığımızı etnik
bir nedene dayandırmaya bayılırdı; iki de bir, “Bir millət, iki dövlət” derdi.
Bana olan sevgisinin ne kadar derin
olduğunu anlatmak için “Yaxın qonşu, uzaq qohumdan (akraba) yaxşıdır,” dedi.
Başka bir komşunun dostluğundan
şikayetçiydi. Aslında ben de haz etmezdim o heriften. Arkasından verdik veriştirdik,
iyice dedikodusunu yaptık.
“Mən deyirəm: Dost, dost, dost! O,
deyir: ‘Tost, tost, tost’; sənə görə hansımız düz deyirik?”
Yine konu döndü dolaştı, şu çorap
meselesine geldi.
Gözlerini kısıp, çorabın hangi
daireden düşmüş olabileceğini düşünüyordu.
“Yan dairə mi görəsən?” diye bir
fikir yürüttü.
“Peki, yukarılardaki daireler olamaz
mı?” diye fikir yürüttüm. “Mesela iki üstümüz olamaz mı?” dedim.
Hemen o dairenin boş olduğunu
söyledi. Ama benim bildiğim o daireye yeni birileri taşınmıştı. Hüseyin bunu
bilmiyordu.
Bu daireye birilerinin taşındığını
fark edememiş olmasına hayret etti. Ondan pek kaçmazdı böyle şeyler.
Düşündü, bu ihtimal aklına yattı.
***
Genellikle, hele hele bizimki gibi
küçük, az katlı apartmanlardan olan “Khuruşofka” larda yeni bir komşunun
taşınması fark edilir.
Novoselye şamatasından o ara
evdeysen birilerinin taşındığını mutlaka anlarsın.
“Novoselye” (Новоселье), yani “Yeni
yere taşınma bayramı”, “güle güle oturun” kutlaması Rus insanı için çok önemli
ve eski Pagan inançlarına dayanan bir gelenektir.
Rus geleneklerine göre; yeni bir eve
sahip olup o eve taşınan biri, bu olayı kutlamak için bir ziyafet düzenler.
Evin yeni sahipleri, arkadaşlarını, dostlarını çağırıp onlara yemekleri bol
olan içkili bir sofra açar. Sofranın ortasına da bazı karşılama törenlerinde
ikram edilen Rus geleneksel ekmeği olan "karavay"ı koyarlar.
“Karavay”ı ikram etmek, “Hoş geldiniz!” demektir.
İnançlara göre; evin yeni sahibi,
“Novoselye” ziyafetini düzenlemezse o evde yaşayan hayalet, ayni “damovoy” (домовой),
yeni sahibini cimrilikten dolayı sevmez, ona sürekli sorunlar çıkartırmış.
Bizim iki kat üstümüze yeni taşınan
komşumuz bu kutlamayı yapmamıştı.
Belki de bu yüzden Hüseyin taşınmayı
fark edememişti.
***
İçtikçe çenemiz açıldı. Bir süre sonra bizim
Hüseyin karısının korkusunu falan unuttu, şarkı-türkü söylemeye başladı.
“Pencereden dash gelir
ay beri bax beri bax
Xumar gozden
yash gelir
Ay beri bax beri bax
seni mene verseler
Ay beri bax beri bax
her gorene xosh geler
Ay beri bax
beri bax.”
Hüseyin, “Pencereden taş gelir”
türküsünü bitirdikten sonra, oturdu bir de hikayesini anlattı.
***
Meğer Stalin, bu türküyü çok sever ve ezbere
söylermiş.
Ben, şaşırdım; Hüseyin anlatmaya
devam etti.
Bolşevik Devrimi öncesi dönemde,
1908 yılının Mart ayında Stalin, tutuklanmış ve Bakü’deki meşhur Bailov
hapishanesine konulmuş. Aynı yılın Eylül ayına kadar bu hapishanede
kalmış.
Eylem arkadaşlarından Mehmet Emin
Resulzade’nin yardımıyla bir hapishaneden kaçırma planı yapmışlar.
Cezaevi günlerinde dışarıdaki
arkadaşlarının Stalin'le haberleşmeyi sürdürmeleri gerekiyormuş.
Mektupları yazdıkları kağıtları
taşlara sarıp Stalin'in hücresinin penceresinden atarak ve aynı şekilde cevap
alarak iletişim kuruyorlarmış.
Bu iletişimi sağlarken aralarında da
bir parola gelişmişler. Bu parolayı duyunca taşla mektubun geleceğini
bilirlermiş, hem de bu şekilde taşın çıkardığı sesin önlenmesi
sağlanırmış.
Geliştirdikleri parola işte bu
meşhur meşhur Azeri türküsü "Pencereden Taş Gelir"miş. Ne zaman taşla
haberleşilecek olsa bu türkü okunurmuş.
Uzun süre Parti'nin Bakü komitesinde
çalışmış olması nedeniyle Azerbaycan Türkçesini biraz bilen Stalin'in hayatının
bir dönemine bu türkü damgasını vurmuş ve "Pencereden Taş Gelir"i
asla unutmamış.
***
Hüseyin, bir ara buzdolabının
üzerindeki saate baktı, telaşla ayağa kalkıp kapıya yöneldi.
Onun bu telaşıyla, karısından
korkmasıyla dalga geçerek;
“Hani karını öve öve bir hal
oluyordun? Benim karım Rustur; Rus kadınları pek ev işine yatkın değildir, ama
benim karım Rus kadınlarının en iyisidir diyordun?”
Başını salladı, ayakkabılarını
giyerken;
“Bir Azeri qızı al, evin pak Eylin!
Bir Rus qızı al, könlün xoş Eylin!” dedi.
***
O akşamın üzerinden bir ay ya geçti, ya
geçmedi; merdivenlerden inerken baktım, üst kat komşum Vladimir İvanoviç’in
üstündeki yeni komşu taşınıyor.
“Hayırdır ‘sased’(komşu),” diye
sordum.
“Sased, bizim evin ‘damovoy’u bizden
hoşlanmadı. Alışamadık birbirimize. Biz de çareyi evi değiştirmekte bulduk.”
“Nerden çıkardın bunu?”
“Zaten evin içinde tuhaf olaylar
oluyordu, ama bir son olay bardağı taşırdı,” dedi.
“Hayrola?”
“Basit bir olay aslında; anlatmaya
bile değmez. Evde yıkadığım kurutmak için balkona astığım benim çoraplarımdan
birinin tekini bulamadım. Evin içinde uzun zaman, aradım taradım; yoktu.
Balkona astığım sırada aşağıya düşüp, kaybolmuştur diye tahmin ettim.”
“Eeee?”
“Geçenlerde uzun süredir arayıp da
bulamadığım çorabımı posta kutumun içinde buldum. Az daha delirecektim.
Düşünsene böyle bir olayı ancak iyi saatte olsunlar yapar,” dedi bezgin bir yüz
ifadesiyle.
Hemen anladım olayı; demek bizim
Hüseyin, çorabı, bana yaptığı gibi adamın kapısını çalıp vermek yerine posta
kutusuna koymuştu.
Olayın aslını biliyordum, ama
bilmiyormuş gibi davrandım. Zaten artık vakit çok geçti.
“Öyle olmuştur herhalde,” dedim,
“Bazen ‘damovoy’ eve yeni taşınanlara ısınamıyor, garip olaylar oluyor,”
dedim.
mhyazici@yandex.ru 7.1.2017
Yılbaşından beri Rusya'nın
kuzeyinde, özellikle kutba yakın bölgelerde muhteşem bir doğa olayına tanıklık
ediliyor. Murmansk başta olmak üzere pek çok bölgede, ayazın yarattığı bulutsuz
gecelerin de katkısıyla güneşten ve yıldızlardan yansıyan ışığın
gökyüzündeki dansı izleyenleri büyülüyor. Hatta dün gece Moskova'da yer yer
kutup ışıklarını izlemek mümkün oldu.
"Kutup ışıkları" olarak adlandırılan bu mistik manzarayı
wikipedia şöyle açıklıyor: "Kutup
ışıkları veya Aurora Borealis, Kutup bölgelerinde gökyüzünde görülen, dünyanın
manyetik alanı ile Güneş'ten gelen yüklü parçacıkların etkileşimi sonucu ortaya
çıkan doğal ışımalardır.
Aurora kelimesi Roma Şafak
Tanrıçası’nın isminden gelmektedir. Boreas’da Yunanca'da kuzey rüzgarına Pierre
Gassendi tarafından 1621'de verilen isimdir. Cree (kri) halkı bu ilginç olaya
Ruhların Dansı adını vermişler. Avrupa'da orta çağlarda auroraların Tanrıdan
işaretler olduğuna inanılırmış.
Bu ışımalar, genellikle geceleri
gözlemlenir, ağırlıklı olarak iyonosfer’de meydana gelir. Kutup aurorası veya
kutup ışıkları olarak da anılır. Bu olgu yaygın olarak 60 ve 72 derece kuzey ve
güney enlemleri arasında görünür, bu da arktik ve antarktik kutup dairelerinin
içine düşer.
Kuzey enlemlerde bu etki aurora
borealis(veya kuzey ışıkları) olarak adlandırılır. Aurora borealis'in görünme
olasılığı, kuzey manyetik kutbuna yaklaştıkça artar. Manyetik kutbun
yakınlarında oluşan auroralar tam 90 derece, fakat uzaktan kuzey ufkunu
yeşilimsi bir parlaklıkla, bazen de güneş alışılmamış bir yönden doğuyormuş
gibi soluk bir kırmızıyla aydınlatırlar. Aurora borealis sıklıkla
gündönümlerinde oluşur.
Güney’deki oluşum, aurora
australis(güney kutup ışıkları), benzer özelliklere sahiptir. Ancak
Antartika’da, Güney Amerika’da ve Avustralya’da daha yüksek enlemlerden
görülebilir. Australis anlamı ‘güneyin’ olan Latince bir kelimedir.
Auroralar bütün dünyadan ve diğer
gezegenlerde de gözlemlenebilir. Daha uzun süreli karanlık ve manyetik alan
dolayısıyla, kutuplara yakınlaştıkça daha çok görünür olurlar." İşte bu muhteşem anlar bir amatör video
kamerasından şöyle yansıdı:
8.1.2015
http://www.turkrus.com/67842-video-bir-masal-gibi-kutupta-isiklarin-muhtesem-dansini-izleyin-xh.aspx
Prof. Dr. İlber Ortaylı, Tuhaf
dergisinin Haziran sayısında, dünya edebiyatına ilişkin değerlendirmeler yaptı.
Dostoyevski ve Tolstoy’dan başlayarak dünya edebiyatı üzerine konuşan Ortaylı,
“Rus edebiyatının Avrupa edebiyatından üstün olduğunu söyleyebiliriz”
dedi. Ahmet Mümtaz Taylan ve Nurhak
Kaya’ya konuşan Ortaylı, “Tolstoy yazdığı her diyalogda insanların ve cennetin
profilini verir. Dostoyevski’nin ise insan karakterleri çok zengindir.
Shakespeare gibi karakter sıralaması da yoktur. Her karakterinin köklerinin
uzandığı derin bağlılıkları vardır. Tiyatrocusu Çehov ve Gogol olan Rus
edebiyatının, Avrupa edebiyatının üstünde olduğunu söyleyebiliriz. Rus
edebiyatının iyi çevirilerine İngilizce ve Almancada rastlanır. Farsçadaki
çevirileri de çok iyidir. Farslılar da derin döşek insanlardır, onlarla da
ayrıca çok yakından ilgilenmek gerekir.” dedi.
“Dostoyevski bütün kültürlerin üstünde bir dahi” T24’ün derlemesine göre, Ortaylı’nın Tuhaf Dergi’ye
verdiği söyleşiden bazı bölümler: Bazen
insanı çarpan cahilliklerine rastlarsınız Dostoyevski’nin. Mesela, “Ölü Evinden
Hatırlar’da Tatar Ali diye bahsettiği kişi aslında Tatar değil Çeçendir. Fakat
öyle kudretli tasvir eder ki Tatar Ali’yi, okudukça Dostoyevski’nin bütün
kültürlerin üstünde bir yazar olduğunu anlarsınız. Bana sorsanız, “Rus
edebiyatının en entelektüel yazarı Dostoyevski midir?” diye. Hayır, derim.
Çünkü ne Puşkin’deki dil dehasına sahiptir, ne de Tolstoy ve Turgenyev’deki
entelektüel birikime. Puşkin mesela, birçok dili öğrenerek yetişmiştir.
Fransızcası, İngilizcesi, Latincesi, Rusçasından evvel gibidir. Dostoyevski’nin
ise böyle şansları olmamış, yalnızca Rusya’nın insanıyla sınırlı kalmıştır.
Bütün bu yazarların arasında en entelektüeli değildir belki ama gerçek anlamda
bir dahi olduğunu söyleyebiliriz… Ahmet
Mümtaz Taylan: Sizin ayrı yere koyduğunuz yazarlar kimler? Tolstoy benim zevkle okuduğum ve birkaç kere
okuyabileceğim bir yazardır. Tabii bu bir kıstas değil. Çünkü ben çocukken bile
çizgi film izlemekten hoşlanmazdım. Şimdilerde torunumla vakit geçirmek için
zorla seyretmeye başladım ve bu yaştan sonra çizgi film tiryakisi oldum.
Tolstoy yazdığı her diyalogda insanların ve cennetin profilini verir. Dostoyevski’nin ise insan karakterleri çok
zengindir. Shakespeare gibi karakter sıralaması da yoktur. Her karakterinin
köklerinin uzandığı derin bağlılıkları vardır. Tiyatrocusu Çehov ve Gogol olan
Rus edebiyatının, Avrupa edebiyatının üstünde olduğunu söyleyebiliriz. Rus edebiyatının
iyi çevirilerine İngilizce ve Almancada rastlanır. Farsçadaki çevirileri de çok
iyidir. Farslılar da derin döşek insanlardır, onlarla da ayrıca çok yakından
ilgilenmek gerekir. “Camus ve
Sartre’ı boşver, Fransızlar edebiyatı Ruslara devretmiş bir anlamda” Nurhak Kaya: Fransız edebiyatından
etkilendiniz mi? Balzac, Flaubert, Rimbaud, Albert Camus, Jean Paul
Sartre… Camus ve Sartre’ı boşver.
Fransızlar edebiyatı bitirip Ruslara devretmişlerdir bir anlamda. İnsan Balzac okumadan insan olamaz. Balzac
okumak büyük ve yüklü bir eylemdir. Gustave Flaubert, “Salambo” için “Makyajını
ve giyimini tarif etmek için 300 cilt çevirdim” der. Orada öyle bir kütüphane
ve ilim vardır. Honore de Balzac’ı ve Victor Hugo’yu düşünün. Fransızların
yüksek ve aşkın bir edebiyatı olmasına rağmen Rusya’nın romanı Fransızları
geçmiştir. Şiiri geçmiş midir, işte bunu söyleyemeyiz. İki toplumun şiirini de
bilen insanlar hiçbir zaman Fransızları harcayamaz. Ama İran edebiyatını bilen
insanlar Fransızlara dudak bükebilir. Bunlar doğru yarışma tipleri değildir,
yalnızca fikir vermek için söylüyorum. Kimsenin kimseye mutlak üstünlüğünden
bahsetmiyorum. Edebiyatın üstünlüğünde Doğu ve Batı diye bir şey yok. 18. ve
19. asırda bile Batı’da da Doğu’da da birbirini yiyen adamlar çıkmış. Yine
hiçbir zaman Türk edebiyatının, İran edebiyatını bastıracak eserler vermediği
çok açık. Böyle eserler verenlerimiz de zaten İran edebiyatını çok iyi
bilenlerdi. 17.6.2017
http://www.turkrus.com/407304-ilber-ortaylidan-tuhafa-yorumlar--xh.aspx
çun
est hal-i bostan ey bad-ı nevbahari
kez
bülbülân berâmed feryad-i bî-karâri
gül
nisbet-i nedâred baru ye del-feribet
tu
der miyân-ı gülhâ çun gül miyân-ı hâri.
Rey…
ey
genc-i nuştâr ber hastegân guzar-gun
merhem
be-dest u mâra mecrûh-i mi-guzâri
ömr-i
deger be-bâyed be'd ez vefât mâra
kin
ömr tey nemûdim ender ümid-vâri.
………………………………..
O
gönül çalan yüzünle, sen çiçekler arasında…
Dikenler
içindeki gül gibisin.
Şimdi
nasıldır bahçenin hali, ey bahar meltemi söyle!
Çünkü
bülbüller figan ediyor, böyle gamlı telaşlı
Gül
nedir ki senin can alıcı güzelliğin karşısında
Sen
çiçekler arasında, dikenler içindeki gül gibisin
Rey
rey….
Ey
Şifa kaynağı mücevher, hastalarına bir bak
Merhem
elinde, fakat; bizi yaralı bırakıyorsun
Bir
ömür daha lazım, vefatımızdan sonra
Çünkü
bu ömrümüzü sadece umutlanmakla geçirdik
*****************************
söyle
ey bahar yeli,
nedir
bu bahçenin hali?
figan
ettirir bülbülü
böyle
telaşlı, gamlı
parlak
çehrenin nispetinden
solar
güllerin güzelliği
bütün
çiçekler içinde sen
dikenler
arasında bir gülsün
ey
şifanın kaynağı
hastaların
yüzüne bak
merhem
sendedir
bizi
böyle koyarsın
lazım
olan başka bir ömür
zamanımız
tükenmişken
şimdikinde,
elimizdekinde
ümit
içinde, ümit içinde
- A +
11 Nisan 2018 00:00
1964'te yaşanan
'zorunlu göç' hem İstanbul'daki hem Yunanistan'daki Rumların belleğinde canlı
bir travma olarak yer tutuyor. Yanında bir valizle sınır dışı edilen 12 bin 387
Rum vatandaştan biri olan Büyükadalı Hristos Arvanitis oğlu Sthatis
Arvanitis, 54 yıl önce yaşananlarla ilgili olarak "İnsanların
aklında hep şu vardı; Yunanistan’a gideceğiz, bu fırtına dindikten 1-2 sene
sonra geriye döneceğiz. Fakat öyle şeyler olmadı" diyor.
15 Ağustos 1964'ten bu
yana Atina'da yaşadığını belirten Arvanitis, babasının İstanbul'a bir daha hiç
dönemediğini, kendisinin de 1980'li yıllardan sonra gelebildiğini söylüyor. Büyükada'da
1900'lerden kalma bir evlerinin bulunduğunu ifade eden Arvanitis,
başvurusu üzerine 2004'te tapunun yarısının kendisinin üzerine geçtiğini
vurguluyor ve ekliyor:
"Fakat kuzenimin
payını geriye vermediler. Kuzenim Türk tebaalıydı ama giderken, Türk
pasaportunu ve nüfusunu Türk Konsolosluğu'na verdi. Dedi ki; artık ne Türk
vatandaşı olmak isterim ne de Türkiye ile alakalı olmak isterim. Bu sebepten
yüksek mahkeme onun payını vermedi geriye. 'Mahkeme senin payın artık hazineye
kalacak' dedi. Bende kendi payımı 2015’te sattım."
1960’lı yıllarda
gerginleşen Kıbrıs politikaları, İstanbul’da yaşayan Yunan pasaportlu 12 bin
387 Rum vatandaşın 1964’ün Mart-Eylül aylarında 'ulusal güvenlik' gerekçesiyle
sınır dışı edilmesine neden oldu.
Dönemin
Başbakanı İsmet İnönü'nün görevde olduğu dönemde Kıbrıs’ta
yaşanan gerginlik hat safhaya ulaştığı anda, “Kıbrıs meselesinin halli ve
anahtarlarının Yunanistan’da olduğu” fikri gözleri İstanbul’da yaşayan
Rumlara çevirdi.“Türkiye’de yaşayan Rumlarla Kıbrıslı Rumların aynı kökenden
geldikleri ve bu insanların Makarios ve EOKA’ya dolaysız destek
sağladıkları" iddiası, bu dönemde ortaya atıldı. Bu iddia İstanbul’da
yaşayan Rumlarda adeta güvercin tedirginliği yarattı.
Hükümet akabinde
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk ve
eski Yunanistan Başbakanı Elefterios Venizelos arasında 1930
yılında imzalanan Seyrüsefain Antlaşması'nı 16 Mart 1964’te tek
taraflı olarak feshetti. Anlaşmanın feshinden 9 gün sonra ilk olarak 8 iş
adamı sınır dışı edildi.
6 Nisan 1964’te Vize
Anlaşması’nın iptaliyle yurt dışında olanlar, o tarihte Paskalya tatili için
Yunanistan’a gidenler dönemedi. Sınır dışı politikası aylarca sürdü, resmi
rakamlara göre 12 bin kişi sınır dışı edildi, bu sayı gidenlerin ailelerini de
yanlarında götürmesiyle üçe katlandı.
Sınır dışı edilenler
polis eşliğinde İstanbul Sirkeci’de yabancılar için kurulan 4. Şube'ye
götürüldü; gözaltı sürecinde 4 maddelik bir yazı imzalatıldı. İmzalatılan
yazıda; "Yasaları ihlal ettiğimi kabul ediyorum, Türkiye aleyhine
faaliyet gösterdiğimi ve Eleniki Enosis Derneği üyesi olduğumu kabul
ediyorum", "Kıbrıs’ta Yunan teröristlere para gönderdiğimi kabul
ediyorum ve son olarak Türkiye’yi kendi özgür irademle terk
ediyorum” maddeleri yer alıyordu.
Yazıda adı
geçen Eliniki Enosis Derneği 1953’te Yunanistan’ın İyonya adalarında
yaşanan depremden sonra kurulmuş, adalara yardım göndermişti. Üzerinden geçen
11 yılda herhangi bir faaliyette bulunulmamasına rağmen derneğin üyeleri sınır
dışı edildi. Derneğin, Türkiye aleyhinde çalışmalar yaptığı iddia edildi.
"Yunan pasaportlu vatandaşların bu derneğe üye olduğu" iddiası, sınır
dışı gerekçesi olarak sunuldu.
1964 yılında her sınır
dışı kararı için ayrı bir gerekçe uygulanıyordu. 'Yabancılar için yasak
meslekler'i icra edenler de bu sürece dahil edilirken, ilgili kanunu ihlal
edenler oturma izni yenilenmeyerek sınır dışı ediliyordu. Bu meslekler,
marangozluktan nakliyeciliğe, garsonluktan dansözlüğe, ayakkabıcılıktan
mühendisliğe birçok alanı kapsıyordu. Tam liste şöyleydi:
Ayakkabı satıcılığı;
çalgıcılık; fotoğrafçılık; berberlik; mürettiplik; simsarlık; elbise, kasket ve
kundura imalciliği; borsalarda mubayaacılık; Devletin hisarına tabi maddelerin
satıcılığı; seyyahlara tercümanlık ve rehberlik; inşaat, demir ve ahşap
sanayi işçilikleri, umumi nakliye vesaiti ile su ve tenvir ve teshin ve
muhabere işlerinde daimi ve muvakkat işçilik; karada tahmil ve tahliye işleri;
şoförlük ve muavinliği; alelümum amelelik; her türlü müesseselerle
ticarethane, apartman; han, otel ve şirketlerde bekçilik, kapıcılık,
odabaşılık; otel, han, hamam, kahvehane, gazino, dansöz ve barlarda
kadın ve erkek hizmetçilik (garson ve servant); bar oyunculuğu ve
şarkıcılığı.
Apelasis (sınır
dışı), bugünlerde 54'üncü
yılına giriyor. O dönem sınır dışı edilenlerin isimleri gazetelerde yayınlandı,
radyolardan duyuruldu. Kimisi de kapısına gelen polisten öğrendi. İstanbul’dan
54 yıl önce gidenler yanlarında 20 kilo çanta o dönemin kuru
karşılığında 22 dolar götürebildiler. Onlardan biri, 1964’ten
bu yana Atina’da yaşayan Büyükadalı Stathis Arvanitis'ti.
1880’li yıllarda
Santorini Adası’ndan İstanbul’a gelen Arvanitis ailesi 1900’de Büyükada’daki evlerini
inşa etti. 1964’e yani sınır dışı edilene kadar aynı evde yaşayan baba Hristo
Arvanitis ayakkabı ustasıydı; evinin karşısındaki dükkânda ısmarlama üzerine
ayakkabı yapıyordu.
Şimdilerde o ev bir
Türk aileye ait. Evin girişinde bulunan Türk bayrağının nedeni ise çocuklarının
şehit olması.
Akiane Kramarik tarihin en genç ressamı ve şair mucizesi
olarak nitelendiriliyor. Kramarik, çizmeyi dört yaşında, resim yapmayı altı
yaşında kendi kendine öğrendi ve yedi yaşındayken şiir yazmaya başladı.
Kramarik, Litvanyaca, Rusça, İngilizce ve işaret dili dahil dört dil biliyor.
Kramarik’e göre, nasıl yazacağını ve resim yapacağını tanrı ona daha üç
yaşındayken rüyalarında kendisine görünerek ve konuşarak öğretti. Kramarik’in
tanrıyla bağ kurmasından önce ailesinin ciddi bir dini bağlılığı yoktu. Annesi
ateist bir Litvanya göçmeni, Amerikan babasıysa dinine bağlı olmayan bir
katolikti. Kramerik ve dört erkek kardeşi dahil olmak üzere tüm aile,
Kramerik’in etkisiyle bugün dine oldukça sadıklar. Kramerik’in ilk yağlı boya
tablosu 10,000 dolara satıldı. Yağlı boya çalışmaları ise bir milyon dolara
kadar alıcı buldu. Bu da, onu dünyanın en zengin sanat çocuğu ve Amerika’nın en
zengin gençlerinden biri yaptı.
Horakova, Almanya’nın 1939’da Çekoslovakya’yı işgali
üzerine direnişçilere katıldı, tutuklandı, idama mahkûm edildi, cezası hayat
boyu hapse çevrilince savaş yıllarını toplama kampında geçirdi.
Savaştan sonra serbest kaldı, Prag’a dönüp 1945’te
seçimlere katıldı ve milletvekili oldu.
1948’de meydana gelen komünist darbeden sonra istifa
etmek zorunda kaldı ama dostlarının memleketten ayrılması için yaptıkları
tavsiyeleri reddederek Prag’da kaldı.
Komünistler, Horakova’yı 1949 Eylül’ünde tutukladılar ve
işkencelerle dolu uzun bir sorgulamadan sonra rejimi devirmek için gizli bir
örgüt kurmakla ve ihanetle suçlayıp 31 Mayıs 1950’de mahkeme önüne çıkardılar.
Horakova ile beraber üç kişi, 8 Haziran 1950’de idama
mahkûm oldu.
Çek hükümeti başta Albert Einstein ve Winston Churchill
olmak üzere çok sayıda politikacının ve bilim adamının Milada Horakova’nın
idamını önleyebilmek için yaptıkları girişimleri reddetti ve Çekoslovakya’nın
en meşhur kadın siyasetçisi olan Horakova, 27 Haziran 1950’de Pancrac
hapishanesinde darağacına çıkartıldı, cesedi yakıldı ve külleri de bilinmeyen
bir yere gömüldü.
Derken aradan 18 yıl geçti ve Horakova’nın adı
Çekoslovakya’da 1968’de yaşanan ama Varşova Paktı birlikleri tarafından
tanklarla bastırılan “Prag İlkbaharı”nda yeniden gündeme geldi.
Özgürlük isteyen Çekler’in başlattığı hareket sırasında
1950’deki duruşmalarda verilen kararların iptal edildikleri açıklandı ama
Çekoslovakya’ya yapılan askerî müdahale yüzünden Horakova’nın itibarı iade
edilemedi.
Çekler, 1968’de yarım kalan bu işi ülkenin bölünmesinden
sonra kurulan Çek Cumhuriyeti’nde, 1989’da tamamladılar. Milada Horakova’nın
itibarı idamının 39. yıldönümü olan 27 Haziran 1989’da geri verildi, 27 Haziran
tarihi “Komünist rejimin kurbanlarının anma günü” ilân edildi, başkent Prag’ın
altı büyük caddesine Horakova’nın adı verildi ve adına sembolik bir mezar
yapıldı.
Çekler geçmişleriyle tam olarak 2008’de hesaplaştılar ve
1950’de görülen göstermelik mahkemede görev alanlardan hayatta kalan tek
kişiyi, Horakova’nın idamını sağlayan kadın savcı Ludmila Brozova- Polednova’yı
87 yaşında olmasına rağmen “adlî cinayet” suçlamasıyla mahkemeye çıkartıp altı
yıl hapse mahkûm ettiler. 58 sene önce yaptıkları yüzünden 88 yaşında hapse
giren Brozova-Polednova’nın öyküsü de bu sayfada yeralıyor...
Prag duruşmaları, Stalin’in yargılamalarının taklidiydi
MİLADA Horakova’nın Prag’da 1950 Mayıs’ında görülen ve
aslında bir senaryodan ibaret olan mahkemesi, Sovyet lider Stalin’in
muhaliflerini ortadan kaldırmak maksadıyla 1930’lu senelerde Moskova’da
düzenlediği duruşmaların kötü bir kopyasından ibaretti.
Mahkemenin halk üzerinde etkili olup korku yaratması için
Sovyetler’den uzmanlar getirtilmiş, senaryoyu bu uzmanlar hazırlamışlar, kimin
ne yapacağı önceden en ince ayrıntısına kadar belirlenmiş ve hâkimlerle savcıya
da sadece bu senaryoyu oynamak düşmüştü. Horakova, o sırada 15 yaşında olan
kızına hapishaneden yazdığı mektupta “Ben, ölüme başım dik olarak gidiyorum.
Anneler çocuklarını nasıl seviyorlarsa seni öyle sevdim ama iyi bir şekilde
yetişmen için artık çaba gösteremeyeceğim. Hayatında bundan böyle olmayacağımdan
dolayı sakın üzülme ve başkalarının seni ezmesine de izin verme ve mücadeleye
kararlı ol” diyordu. İdamından birkaç saat önce ailesini görme izni verilen
Milada Horakova kızına mektubunda yazdıklarını tekrarladıktan sonra darağacına
çıkartıldı.
MİLADA Horakova ile beraber komünizm karşıtı üç kişiyi
idam ettiren kadın savcı Ludmila Brozova-Polednova, 1921’de doğmuş, hukuk
fakültesinde öğrenci iken Nazi işgaline karşı mücadele etmiş ve adını 1950’deki
duruşmalar sırasında duyurmuştu.
Brozova-Polednova’nın, Horakova darağacına çıkartıldığı
sırada cellâda “Bu o....punun sakın boynunu kırma, yavaş yavaş boğ, o
şekilde gebersin!” diye bağırdığı, idamdan sonra da sevinç kahkahaları
attığı söyleniyordu... Uzun yıllar savcılık yaptıktan sonra gözlerden uzak ve
sakin bir emeklilik hayatı yaşayan Brozova- Polednova hakkında 2006’da Prag
Şehir Mahkemesi’nde dava açıldı. O sırada 85 yaşında olan emekli kadın savcı
“adlî yoldan cinayet işlemekle” suçlandı ama savcılığın daha geniş araştırma
yapıp delil toplayabilmesi için, dava bir sene sonraya bırakıldı. Savcı,
2007’de tekrar başlayan davada Brozova- Polednova’yı “siyasî ve adlî yolları
kullanarak cinayet işlemekle” suçladı. Gözleri çok az gören, kulakları
neredeyse hiç işitmeyen ve bastonuna dayanarak güçlükle yürüyen
Brozova-Polednova ilk duruşmalara katılmadı ama karar celsesine gitti. Son
sözleri sorulduğunda 1950’deki tutumu konusunda geri adım atmadı, “yasaların
emrettiği ne ise onu yaptığını” söyledi ve “İhaneti yargıladığımız mahkemeler
düzmece değildi, idam edilenler de suçlarını kabul etmişlerdi” dedi.
Brozova-Polednova, 11 Eylül 2008’de yaşı da gözönüne
alınarak kanunun en alt sınırından tecilsiz altı yıl hapse mahkûmedildi. Karar,
19. yüzyıldan, Habsburg İmparatorluğu zamanından kalmış olan ve yüz küsur sene
boyunca uygulanmamış olan bir kanun maddesine dayanılarak verilmişti. Mahkeme
başkanı kararı açıklamasından sonra bu kadar ileri yaştaki bir kadının hapse
girmesinde şahsen bir fayda görmediğini ama Çekoslovakya’nın bir dönem ile yüzleşmesinin
şart olduğunu, yüksek mahkemenin Brozova-Polednova’yı hapishaneye göndermek
yerine başka bir yol bulacağını ümid ettiğini söyledi. Brozova-Polednova ise,
karardan sonra “Benimgibi 88 yaşında olan bir insan hapishanede ölmekten
korkmaz, ben de korkmuyorum” dedi ve Horakova’nın idamındaki rolünden dolayı
pişmanlık duymadığını tekrarladı. En yakın arkadaşlarının Naziler tarafından
kurşuna dizildiğini görmüş bir kişi olarak Horakova’nın siyasî faaliyetlerini
gözardı etmesinin imkânsız olduğunu iddia etti ve 1950’deki duruşmalarda sadece
görevini yaptığını anlattı.
Başsavcılık da Brozova- Polednova hakkında verilen
mahkûmiyet kararının “geçmişteki siyasî cinayetlerin ortaya çıkarılmış olmasına
yeterli bulunduğu” görüşü ile yüksek mahkemeden mahkûmun hapishaneye
gönderilmemesini istedi. Yüksek mahkeme ise mahkûmiyet kararını onaylayıp
Brozova- Polednova’nın cezasını çekmesine karar verdi ve 88 yaşındaki emekli
savcı, 19Mart 2009’da “Svetla nad Sazavou” cezaevine kapatıldı. Brozova-Polednova’nın
avukatları, müvekkillerinin sağlık sorunlarını ileri sürerek cezanın affı için
ardarda girişimler yaptılar ama Çek Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi talebi
reddetti. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de aynı şekilde bir karar verince,
avukatlar bu defa Cumhurbaşkanı Vaclav Klaus’a başvurdular. Çek kamuoyu ise
Brozova- Polednova’nın mahkûmedilmiş olmasını devletin 1950’deki adlî facialar
konusunda özür dilemesi olarak görüyor ve doksanına merdiven dayamış bir
kadının hapishanede kalmasını gereksiz buluyordu. Cumhurbaşkanı Vaclav Klaus,
21 Aralık 2010’da Brozova-Polednova’yı sağlık sorunları yüzünden hapishanede
kalmasına imkân bulunmadığı gerekçesiyle affetti ve yaşlı savcı o gece tahliye
edildi. Tahliyesinden sonra Cumhurbaşkanı Klaus’a alâkasından dolayı teşekkür
etmekle yetinen Brozova- Polednova şimdi Prag’da tek odalı bir apartman
dairesinde tek başına yaşıyor...
http://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/743718-cek-kadin-politikaciyi-astiran-kadin-savci-davadan-58-yil-sonra-88inde-hapse-girdi
"Geçenlerde bir yerlerde mektubun uzak bir
yıldızın ışığı gibi olduğunu okumuştum.”
"Işığı bize gelir ve üstümüze yansır.”
"Kaynağı çoktan gitmiş ve artık yoksa
bile karanlıkta yolumuzu gösterir.”
"Onları yazan eller çoktan gitmiş olsa
bile seni kelimelerimle kucaklayacak ve öpeceğim.”
"Tek kızım Jana... Tanrı bir kadın
olarak hayatımı seninle kutsadı.”
"Babanın büyülü aşkı dışında sen
kaderden aldığım en büyük hediyeydin.”
**
Korkuyorum.
Son sözün var mı?
Düşüyorum.
Bu savaşı kaybettim.
Onurumla gidiyorum.
Bu ülkeyi seviyorum.
Halkını seviyorum.
Nefret duymadan gidiyorum.
Jana'm, Tanrı hayatımı öyle bir biçimde
planladı ki sana her şeyimi veremedim.
Ama görevimin tüm çocukların iyi yaşayabildiğini
görerek sana iyilik etmek olduğunu hissettim.
"Ve küçük kızım umudum, gelecekteki
affediciliğim.”
"Yaşa.
Hayata iki elinle sarıl.”
"Son nefesime kadar mutluluğun için dua
edeceğim.”
"Her zaman seninle olacağım.”
**
"Hayat zor.”
"Kimseyi şımartmaz.”
"Ve insana her vurduğunda on darbe
indirir.”
"İnsan bu dünyada yalnız yaşamaz.”
"Bunda hem büyük bir mutluluk hem de
muazzam bir sorumluluk vardır.”
"Zorunluluğumuz bencilce davranmak
yerine başkalarının ihtiyaçları ve hedefleriyle kaynaşmaktır.”
Mütevazı olmayı öğrenin.
Sahip olmadığınız maddi şeylerden ötürü
mutsuz olmayacaksınız.
Bir şeyi adil olarak
gördüğünüzde uğruna savaşabilecek ve ölebilecek kadar emin olun.
Bana acımayın.
Güzel bir hayat yaşadım.
Cezamı tevazuyla kabul ediyorum.
Vicdanım rahat ve daha yüksek
mahkemenin, Tanrı'nın sınavını da geçeceğime inanıyor, bunun için
dua ediyorum.
Çayırlara, tarlalara ve ormanlara gidin.
Orada açan çiçeklerin
kokusunda benden bir parça bulacaksınız.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar