Print Friendly and PDF

Rusyadan Bilgiler


İnsanoğlu var olduğundan beri  en çok tartışılan felsefi sorulardan biri, Rusya'da bir başka vesileyle yeniden manşetlerde...  Ülkede toplumsal hayattaki etkisini daha da arttırmaya çalışan Rusya Ortodoks Kilisesi'nden  gelen son teklif bu tartışmaların ilham kaynağı. Ortodoks Kilisesi Patriği Birinci Yardımcısı Başrahip Dimitri Smirnov ilkokullarda “Hayatın Anlamı” dersinin öğretilmesini teklif etti. Bunun üzerine aydın cephesi"nden farklı yorumlar geldi. Herkes "kendi meşrebince" hayatın anlamını açıkladı. İşte, hayat üzerine daha geniş bir perspektiften düşünmmeye  katkı sağlayan, Komsomolskaya Pravda'nın derlediği, arkadaşımız Furkan Şenokur'un Türkçeye çevirdiği  o görüşler: 
Hayatın anlamı nedir?
 Hayatın anlamı, vatana hizmet etmektir. Eğer vatanınızda her şey yolunda olursa, herkesin durumu iyi olur. Doğduğum köyde bunu öğrettiler. Hayatın anlamı, her şeyden önce aile eğitimi sayesinde ortaya çıkar ve ben onu hiç kaybetmedim. Hayatın anlamı güçlükle oluşur, bu yüzden ilkokulda böyle bir dersin gerekli olup olmadığını ancak ders kitabını ya da eğitim programını gördükten sonra söyleyebilirim.
 Aleksandr Torşin, Rusya Federasyonu Konseyi Başkan Birinci Yardımcısı
Kendim için henüz hayatın anlamını bulmadım fakat başrahip hayatın anlamını biliyorsa, bunu ondan dinlemekten mutluluk duyarım. Çocuklar için yeni dersler uydurmaya gerek yok. Bize Rus dilini, edebiyatı, matematiği ve diğer bilimleri nasıl öğrettiklerini bir hatırlayalım. Sovyet devletinde kilise, eğitim meselelerine karışmamalıdır.
Andrey Makareviç, Müzisyen
İnanan Müslümanlar için dinde hayatın anlamı tek olan Allah’a tapmak ve iyilik yapmaktır. Gençlere insanların tanrıyla, toplumla, ebeveynlerle olan ilişkisini, karı kocanın, komşular arasındaki ilişkisini anlatmak lazım. İlkokulda zaten “Din Kültürleri Temelleri” dersi var, bu yüzden yeni bir dersin koyulması gerektiğini düşünmüyorum. Hayatın anlamı konusu daha derin konuşulmalı fakat bunun Pazar Okulları’nda yapılması gerekir.
Ruşan Abyasov, Rusya Müftüler Konseyi Başkan Yardımcısı
 Korkarım, hayatımın anlamını henüz anlamadım. Fakat böyle bir konunun ilkokullarda konuşulmaması gerektiğini düşünüyorum. Genelde İnsanların çoğu neden yaşadıklarını bilmiyorlar. Belki bu ders, insanları modadan, pazardan ve diğer şeylerden kopararak neyle uğraşmaları gerektiği konusunda, daha fazla düşünmeye zorlayabilir. Sadece insanların %1’i yapmaları gereken şeyi yapıyor ve bunu yapanlar da dâhiler.
Yegor Konçalovski, Yönetmen
 Hayatın anlamı, emekçi halkın çıkarları ve toplumsal adalet için mücadeledir. Bu söz, Nikolay Ostrovki’nin “Ve Çeliğe Su Verildi” kitabından alıntıdır. 15 yaşından beri hayatımı buna göre yönlendiriyorum. Bugün, böyle bir dersin faydası olacak mı derseniz, kimin nasıl öğrettiğine bağlı. Fakat bu dersin kilise tarafından öğretilmesine karşıyım.
Vadim Soloviev,  Devlet Duması Milletvekili
 Hayatın anlamı, hayatın kendisidir. Bunun için derse gerek yok. Saçmalık bence. Milli düşünceyi aradıkları gibi, hayatın anlamını aramaya ne gerek var? Zaten yüzyıllardır onunla birlikte yaşıyoruz. Geleneklerimiz… Geleneklerimize uymak, saygı göstermek gerekir. Hayatın anlamı budur. Hayatın anlamı aranmaz, insan zaten onunla doğar. 
Nadejda Babkina,  Halk Müziği Sanatçısı
 Bu soruyu kendime beş kez sordum ve her seferinde cevaplar farklıydı. Ergenlik çağımda hayatın anlamı başarılı ve ünlü olmaktı. Üniversiteyi bitirip nereye gideceğimi düşündüğüm zaman ikinci kez bu soruyu kendime sordum. Çocuklarım doğduktan sonra hayatımın anlamı onlar oldu. Başka farklı cevapların da olacağını düşünüyorum fakat şuan hayatın anlamının, eğlendiğiniz ve başkalarını da eğlendirme fırsatı veren hayatın ta kendisi olduğunu düşünüyorum.
Miroslav Melnik, Betta Grup Yönetim Kurulu Başkanı
 Yakınlarımıza kötülük yapmadan, kendimize güzel anılar bırakarak koyulan hedefe ulaşmaktır. Benim hayatımı bu düşünce oluşturuyor. Genelde, hayatın anlamını açıklamak zordur. Mesela “Kendine nasıl davranılmasını istiyorsan başkasına da öyle davran” prensibi olabilir. Ayrıca çocuk olsam, dışarda renkli ve güzel bir dünya varken, amcamın, yanıma gelip bana hayatın anlamını anlatmaya başlamasını istemezdim.
Aleksandr İnşakov, Dublör
 Benim için hayatın anlamı çocuklarımdır. Eğer başrahip ilahi yönünü kastediyorsa, o zaman dersin gereksiz olduğunu söyleyebilirim. İdeolojik eğitim için dersin adının değiştirilmesi gerek. Örneğin soru beni çıkmaza sokarsa bunu çocuklara nasıl açıklarım? Farklı ilkokullar ve farklı felsefe akımları var. Hepsinin kendine özgü farklı anlayışları var. Benim için hayatın anlamı ise, benimle aynı toplumda yaşayanlara yenilik getirmek ve hayatlarını güzelleştirmektir.
Aleksandr Sidyarkin ,Devlet Duması Milletvekili
 Tanrıya, dünyaya, ebeveynlere ve çocuklara sevgidir. Başkalarına sevgidir. Bu sevgi uğruna yaşıyorsanız hayatınızın anlamı var demektir. Eğer kendiniz için yaşıyorsanız hayatınızın anlamı yok demektir. Bir insanın acısını dindirmeye çalışıyorsanız hayatınızın anlamı var demektir. Ben olsam çocuklara böyle anlatırdım. Ayrıca derse verilen isim ise beni korkutuyor.
Anastasiya Melnikova, Sankt Peterburg Parlamento Meclisi Üyesi ve Sanatçı
 Bilmiyorum fakat cevaplamak için yeterince vaktimin olduğunu düşünüyorum.
Aleksandr Baulev, Aktör
 Hayatın anlamını aramak Rus medeniyetinden geçer. Çocuklara hayatın anlamını anlatmanın zor olduğunu düşünüyorum. Böyle bir girişimin, dini düşüncelerin üstü kapalı bir şekilde ideolojik dersle okullara sokulması olduğunu düşünüyorum. Çocukların böyle bir durumda kalması acınacak bir durum.
İrina Prohorova, Vatandaş Platformu Partisi Komite Üyesi
 Yakınlarımıza, insanlara ve İsa’ya hizmet etmektir. Rusya’da kiliselerin 2500’den fazla sosyal projesi var. Huzur evleri, yetiştirme yurtları, yetimhaneler, rehabilitasyon merkezleri gibi. Bunları düzenleyen insanlar hayatın gerçek anlamının, kendine değil, başkalarına hizmet etmek olduğunu ispatlıyor.
Panteleimon, Orekhovo-Zuyevo Piskoposu
 Çeviren: Furkan ŞENOKUR  13.5.2013
Su soğuyunca kar oluyor, kar yazılınca da edebiyat. “Başlangıçta kar vardı…” dendiğini hayal etmek zor, ama Rus edebiyatının başlangıcında kar vardı…
Sabri Gürses –k24 
 Nişantaşı’nda, bir resim galerisinde* yaşlıca bir kadınla sohbet ediyoruz. Kadın heyecanla kısa süre önce gittiği Moskova’nın ne güzel bir şehir olduğundan bahsediyor; galeriler, müzeler, meydanlar, binalar, heykeller, tiyatrolar, heyecanla anlatıyor… Sahiden de etkileyici bir havası var Moskova şehir merkezinin günümüzde. Günümüzde bile. Caddelerde yürürken –hatta bulvarlarda, çünkü sokak denemeyecek kadar geniştir yollar– sağlı sollu bir ya da iki asırlık binaların üzerinde burada şu yaşamış, burada bu yaşamış yazılarını görmek ve bu kişilerin çoğunun çok sevilen şarkıların bestecisi, çok kullanılan kimya formülünün sahibi, vatan savunma savaşında efsaneleşmiş asker yazar… olduğunu görmek şehri olabildiğince canlı bir varlığa dönüştürüyor. Muhteşem mimariler olsa bile şehir merkezindeki, bu binalara bakarak bugün Moskova dediğimiz yerdeki binaları bunlar olmasa canlı diye görmek zor elbette, büyük kısmı insanı ezen, baş döndürücü bürokrasileri ya da yüksek hayatları düşündüren binalar bunlar. Arada kalmış bazı eski, bir iki katlı, geniş bahçeli, on yedi on sekiz on dokuzuncu yüzyıl üsluplarına sahip, sanat kurumu, müze haline getirilmiş yerlerle birlikte bütün bu yüzey yere uzanmış dev bir Japon robotunun girintili çıkıntılı gövdesi olabilir, Moskova dev bir robot olarak, bir Moskovtran olarak ayağa kalkabilir bence. Canlılığı böyle bir canlılık. Bu da bizim İstanbul, Ankara ya da İzmir’den alışık olmadığımız bir canlılık türü –denizle ikiye bölünmüş İstanbul ve İzmir ya da ne kadar planlı olmaya çalışırsa çalışsın hâlâ bir ovaya yaygın ve dağınık duran Ankara asla Moskova’yla kıyaslanamaz. Aynı şey sözgelimi Londra için de geçerli; ne kadar uğraşırsanız uğraşın Londra’yla Moskova arasında modernin yaratabileceği benzerlikleri, ikizlikleri göremezsiniz: Soho’yla Arbat’ı kıyaslamak bile yetebilir; hatta Petersburg’ta, Neva Bulvarı’nda bile Soho ve çevresindeki hava yoktur. Petersburg’ta da, Moskova’da da –ilkinde yatay, ikincisinde dikey yayılma hâkimdir– şehir düzeni ya da düzenli şehir fikri bu iki Rus şehrinin özelliği olur. Kronolojik açıdan kıyaslayınca Londra, Moskova’ya göre daha yaşlı, kuruluşu 1. yüzyıla uzanıyor, ama Moskova’nın kuruluşu sayılan 11. yüzyılda Londra da ulusal şehir karakteri kazanmaya başlamış; ve buna karşılık MÖ 11. yüzyıla uzanan tarihiyle İstanbul, MÖ 8. yüzyıla uzanan tarihiyle İzmir, MÖ 5. yüzyıla uzanan tarihiyle Ankara onlarla farklı şekillerde kıyaslanmayı hak ediyor. Modernin tarihinden yola çıkarak kıyaslama yapıldığında şehirlerin canlılığını ölçmek güç. İşte Moskova’da şehri bireylerin canlandırmasının belki de böyle bir anlamı var; modernin tarihindeki yeri açısından canlı, dolayısıyla gençliğini estetik katkılarla sürdürebilme yeteneğine sahip bir varlık bu şehir. Kimya formülündeki katkısıyla, klasik müzikteki başarısıyla binanın taşına can katan kişi modern bir birey. Bütün bu binaların ortasında duran Kremlin de bu yüzden geçmişini asla hatırlatmayan bir yapı biçimiyle Spielberg imalatı bir uzay gemisi gibi duruyor orada. Belki 20. yüzyılın tamamını kaplayan Sovyet modernizminin etkisi bu –Kızıl Meydan bugün ona sözcüğün tarihselliğinden yola çıkmaya çalışıp Kırmızı, Güzel Meydan desek bile Hollywood imalatı kalpaklı komünist casusları hatırlatacak daha uzun süre.
Kızıl Meydan’a ilk kez gittiğini söylüyor kadın; meğer Bolşevik Ekim Devrimi’nden kaçtıktan sonra yolu İstanbul’dan geçen göçmen bir film yönetmeninin kızıymış; İstanbul’da yaşamış ve ilk kez bu yıl, seksenli yaşlarında Moskova’ya gitmiş. Bunun ne demek olduğunu anlamaya çalışıyorum, ama anlamak zor: Kızıllara muhalif bir beyaz aileden olduğu için mi hep hayatını Rusya dışında geçirmiş? Sovyet sosyalizminin değişmeye başladığı bütün o yıllarda, Stalin sonrasında, Brejnev sonrasında ve hatta çöküş sonrasında, yani son yirmi beş yılda da gitmemiş mi? İnsanın belli bir yaştan sonra özlem duyduğu, ayrı kaldığı ya da yabancılaştığı şeye karşı mesafeli olması, oradan bir davet beklemesi doğal; muhtemelen öyle olmuş. Nabokov 78 yaşında öldü, 92 yaşında gider miydi, hatta çöküş daha erken olsaydı 82 yaşında gider miydi Rusya’ya?
II
Yaşlı kadın kardan bahsediyor. Ne çok kar olduğunu, ne soğuk ve ne çok kar olduğunu anlatıyor, böyle bir karı hiç görmediğini söylüyor; gülümseyerek, anlayışla dinliyoruz onu çünkü onun şansına bu yıl Moskova’ya daha erken yağdı kar. “Gece bir şeyler almak için bir dükkâna gittik,” diyor, “aldık, çıkacağız, ama o da ne, dışarıda bir anda ta dize kadar kar yığını olmuş, bir tipidir gidiyor. Kaldık orada öylece.” Rusya’ya dönüş tam da böyle olmalı, en büyük ulusal kahramanlardan biri olan karla buluşarak.
Karın tarihi herhalde yazılmamıştır; yani insanları nasıl etkilediğinin, onların hayatlarını şekillendirdiğinin dışında, kendi başına karın tarihi. Herhalde insan yokken bile yağıyordu kar; suyun ilkliğinden, önceliğinden bahseden mitolojiler var ama karın insansız geçmişini anlatan yok. Sürekli karla çevrili yaşayan İnuitlerin mitolojisinde bile karı yaratan Tanrı Sila ya da Negafok adlı ruh; karın tarihini insanbiçimcilikten uzak hayal etmiyoruz, oysa suyu böyle hayal etmişiz. Oysa su soğuyunca kar oluyor, kar yazılınca da edebiyat. “Başlangıçta kar vardı…” dendiğini hayal etmek zor, ama Rus edebiyatının başlangıcında kar vardı.
Bugün Rus edebiyatının kurucusu saydığımız Puşkin’in edebiyatı bunun en parlak örneği, yazdıkları baştan sona kar kaplı, ama ondan da önce Rus dilinin kurucusu Lomonosov var. Bu çok yönlü bilimci Rus dilini gramere kavuşturup yazma tarzlarını sınıflandırarak büyük bir yol açmakla kalmamıştı. Birçok alanda bilimsel çalışmalar yaptı ve bunlar arasında, Antarktika’nın olası keşfiyle de ilgilendi ve orada buz ve kardan başka bir şey bulunamayacağını öngördü. 1763 yılında Lomonosov jeoloji notlarının arasında şu nota da yer vermişti: “Macellan Boğazı’nın yakınlarında, Ümit Burnu’nun karşısında 53 derece öğle sıcağında büyük buzlar yüzmektedir; çok uzakta bol miktarda ve hiç gitmeyen karla kaplı ada ve kara parçaları olduğundan ve Güney Kutbu’nun yakınlarında çok geniş bir toprağın kuzeyde bulunandan daha çok kar ve buzla kaplı olduğundan şüphe etmemeliyiz.” 60 yıl sonra Bellinghausen ve Lazarev’in başında yer aldığı Rus gemileri Güney Kutbu’nun ilk kaşifleri oldu ve gerçekten de karla kaplıydı kıta.
Diğer yandan Kuzey Kutbu’na doğru giden yolun ilk kaşifleri de Ruslar oldu. Genel olarak Rusların kuzeye, Sibirya’ya ve aynı süreçte doğuya, Alaska’ya kadar yayılmaya, sömürgeleştirmeye başlaması 16. yüzyılın ortasına tarihleniyor. Korkunç İvan’ın görevlendirdiği Yermak’ın seferleriyle başlayan bu süreç sonucunda çok acımasız, kıyımlarla dolu, zorlu bir tarihin ardından bugün haritada şaşkınlıkla seyrettiğimiz o engin Rus uzamı, Avrupa’nın doğusuyla Amerika’nın batısı arasında kalmış topraklar ortaya çıktı. Bunun ortaya çıkmasını sağlayan şey Rusların kuzeyin soğuklarında Avrupalılarla karşı karşıya kalmasıydı. 16. yüzyılda Avrupa kuzeydeki deniz yollarını araştırıyordu ve Hollandalı William Barentzs o denizlerin ilk kaşiflerinden olmuştu; 47 yıllık hayatının (1550-1597) en önemli kısmını bu Kuzey yolculuklarına ayıran Barentzs o bölgelerde yaşayan insanlarla, tilkiler, ayılar, foklarla tanıştı ve Barentzs’in yankı uyandıran keşifleri Batı bilgisini almak üzere Hollanda’ya gidip bizzat denizcilik öğrenen I. Petro (1672-1725) gibi hırslı bir çara kuşkusuz örnek oldu. Yine 1611’de İsveçliler bugün Rusya dediğimiz anakaraya çıktı ve Neva Nehri’nin Baltık Denizi’ne döküldüğü noktaya bir kale inşa etti. Bu kaleden büyüyen Nyen adlı şehri bir yüzyıl sonra Petro ele geçirerek 18. yüzyılın ilk çeyreğinde, bugün Petersburg dediğimiz ve Rus edebiyatının en büyük olay mekânı olan şehir ortaya çıktı. Yeni şehir tam da aynı yere, deniz kıyısına, karların ortasına, balçık üzerine ve doğal olarak çok zor şartlarda inşa edildi ve Rusya’nın batıya karşı inşa ettiği en batılı şehir oldu.
Bütün bunlar karlar arasında, yılın büyük kısmında toprağı kaplayan ve baharda erirken de yokoluşunun hırçınlığını bütün şiddetiyle sergileyen karlar arasında, kar ve soğukla mücadele ederken oluyordu. Sadece Petersburg’ta değil, Moskova’da da, bütün Rusya’da nehirler donuyor, erirken çevre binalarda su basmalara neden oluyordu; kar kışın bütün yolları kapatıyor, çekildiği zaman da çamur, balçık bırakıyordu geriye. İnsanlar çamurların üzerine kalaslar atarak sokaklardan geçiyor, arabalar çamurlara bata çıka ilerliyordu. Bütün bir ülke yoksulluğu ve zenginliği kar zamanına göre yaşıyordu. Bütün ülkenin kar deneyimini, en batıdan en doğuya kadar birleştirdiğini, Petersburgluyla Vladivostoklunun, Urallardaki biriyle Alaska’daki birinin deneyiminin çok yakın olduğunu söylemek zor kuşkusuz; ama temel Rus-Slav folklorunda Ded Maroz (Ayaz Dede) ve Sneguroçka (Kardan Kız) vardı ve bu folklor karakterleri ve kar Rus sanatında sayısız resim, müzik ve edebiyat eserinin konusu oldu.
III
Rus edebiyatını kar gibi kaplayan Puşkin kar anlatılarının da öncüsü sayılabilir: Puşkin’in şiirlerinden öykülerine, romanlarına dek her yerde karakterler karda bir yere yetişmeye çalışır, yollarını kaybeder, birbirlerini bulurlar. “Tipi” adlı öyküsünün kahramanı kardır; Yüzbaşının Kızı’nda (1836) kahramanın arabasıyla karda kalması ve romanın gizli karşı kahramanı tarafından kurtarılması sahnesi unutulmaz ve çok pitoresk bir sahnedir:
“Kötü bir vakitte geldik: Rüzgar hafif hafif şiddetleniyor; baksana, nasıl savuruyor taze karları.”
“Ne zararı var!”
“Görüyor musun şunu?” (Arabacı kamçısıyla doğuyu gösterdi.)
“Beyaz bozkırla açık gökten başka bir şey görmüyorum.”
“Orada – orada: Bulut şu.”
Sahiden de göğün kıyısında beyaz bir bulut gördüm, bulut önce uzak bir tepenin ardındaydı. Arabacı bana o bulutun kar fırtınası habercisi olduğunu söyledi. Oranın tipilerini duymuştum ve araba katarlarının bile onların altında kaldığını biliyordum. Arabacının fikrini kabul eden Saveliç dönmemizi tavsiye etti. Ama rüzgar bana o kadar güçlü görünmedi; bir sonraki konak yerine zamanında varmayı umut ediyordum ve hızla yola devam etmelerini emrettim. Arabacı yola devam etti; ama hep doğuya bakıyordu. Atlar uysal uysal koşuyordu. Bu arada rüzgar saatten saate daha da şiddetleniyordu. Bulut beyaz bir küme haline geldi, yoğun bir şekilde karardı, büyüdü ve ağır ağır bütün göğü kapladı. İnce bir kar yağıyordu – ve birdenbire lapa lapa yağmaya başladı. Rüzgar uluyordu; tipi başladı. Bir anda karanlık gök bir kar denizine dönüverdi. Her şey gözden kayboldu. “Ee, beyim,” diye bağırdı arabacı, “işte felaket: Fırtına!” Arabacıya yola çıkmasını emrettim. Atlar derin karın içinde ağır ağır adım atıyordu. Kibitka sessizce sallanıyordu, bir kar yığınına giriyor, bir çukura saplanıyor, bir sağa bir sola yaslanıyordu. Bir sandalın fırtınalı bir denizde yol alması gibiydi bu. Saveliç ahlayıp ohluyor, ikide bir yanıma devriliyordu. Hasır perdeyi indirdim, kürke sarıldım ve fırtınanın şarkısını ninni gibi dinleyip sessiz yolculuğun sallantısında rüya gördüm.
Puşkin’in Yevgeni Onegin’inde de (1833) kar doğanın ve fantazyanın bir öğesi olarak yer alır: Onegin’e âşık olan Tatyana fantazi-rüyasında karlı bir ormanda bir ayı tarafından kovalanmaktadır; 
“Ve mucizevi bir rüyada Tatyana.
Rüya görüyor, sanki yürüyor
Karla kaplı bir tarlada,
Etrafında huzurlu bir karanlık;
Karşısındaki kar yığınlarında
Uğulduyor, savruluyor dalgasıyla
Hararetli, karanlık ve gri
Kışın dizginlemediği bir taşkın…
…Ama birden kar yığınında bir ses oldu.
Ve kim mi çıktı arkasından?
İri, tüyleri karman çorman bir ayı..
XIII
…Önlerinde bir orman; kıpırtısız camlar
Duruyor kasvetli bir güzellikle;
Rüzgarla sallandıkça hepsinden
Dokuluyor lapa lapa kar; akçaağaçların,
Huş ağaçlarının, ıhlamurların arasından
Gece kandillerinin ışığı parlıyor;
Yol yok; çukurlar, çalılıklar
Hep kar fırtınasıyla örtülmüş,
Derin kar altına gömülmüş.
XIV
Tatyana ormanda; ayı da peşinde;
Yumuşak kara dize kadar batıyor;
Boynuna uzun bir dal carptı,
Aniden, kulaklarından,
Altın küpelerini çıkarıp aldı;
Çıtır çıtır karda ıslak çizmesi
Çıkıyor sevimli ayağından;
Örtüsünü düşürüyor;
Kaldıramıyor onu; korkuyor,
Peşindeki ayıyı işitiyor,
Ve hatta titreyen eliyle
Elbisesinin eteğini kaldıramıyor;
Koşuyor, ayı hep peşinde,
Artık koşacak gücü kalmadı.” (223-228)
Diğer yandan romanın kahramanları Onegin’inle Lenski’nin düello sahnesine de (278), Onegin’in Tatyana’yla son karşılaşmasına da kar damgasını vurur:
“XXXIX
Günler geçiverdi; sıcak havayla
Dağılıp gidiverdi kış;
Ama yine de bir şair olmadı,
Ölmedi, aklını kaçırmadı.
Bahar canlandırdı onu: İlk kez
Kışı bir keşiş gibi gecirdiği
Sımsıkı kapalı odasını
Çifte pencerelerini, şöminesini
Parlak bir sabahta terk etti,
Kızakla Neva kıyısında gezmeye cıktı.
Mavi, parçalanmaya başlamış buzda
Güneş oynuyor; çamurla akıyor
Sokaklarda erimiş kar.” (400)
Puşkin’in ardından Gogol de sık sık karla insanın mücadelesini anlatır – Ölü Canlar’da Çiçikov troykasıyla karla kaplı ovalarda ölü köylülere sahip zenginleri arar ve Palto’da (1842) Akakiy Akakiyeviç kar fırtınasının ortasında çaldırır ilk paltosunu ve bizi edebiyat tarihinin en büyük kederlerden birine sürükler, eserin klasik resimlerinde kar başroldedir. Yine o dönemde Lermontov da Zamanımızın Kahramanı’nda, genç bir subayın karla kaplı Kafkas dağlarına tırmandığı sahnelerde karla mücadeleyi etkileyici bir şekilde anlatır.
gogol_palto
Gogol – Palto, Kapak Igor Grabar
“Konuşma bununla sona erdi ve sessizce yanyana yürümeye devam ettik. Dağın zirvesinde karla karşılaştık. Güneş battı ve gece gündüzü hiç ara vermeden takip etti, genellikle güneyde böyle olur; ama kar yığını sayesinde kolayca görebiliyorduk yolu, yol hâlâ dağa tırmanıyordu fakat eskisi kadar dolambaçlı değildi. Bavulumun arabaya konmasını, öküzlerin atlarla değiştirilmesini emrettim ve son kez baktım vadiye; ama kanyondan dalga dalga yükselen kalın sis onu tümüyle örtmüştü, oradan bizim kulağımıza tek bir ses bile gelmiyordu artık. … İstasyona kadar bir versta kalmıştı. Etraf sessizdi, o kadar sessizdi ki sivrisinek vızıldasa uçtuğu yeri takip etmek mümkündü. Solda derin bir kanyon vardı kapkara; ötesinde ve önümüzde dağın lacivert zirvesi vardı, kırış kırıştı, kar tabakalarıyla kaplıydı, günbatımının son ışıltılarını koruyan solgun ufukta göz alıyordu. Karanlık gökte yıldızlar belirmeye başlamıştı ve tuhaf bir şekilde, bana bizim kuzeyde olduğundan çok daha yüksekte duruyorlarmış gibi geliyordu. Yolun her iki yanında çıplak, kara kayalar vardı; karların altından bir yerden çalılıklar görünüyordu, ama tek bir kuru yaprak bile kıpırdamıyordu ve bu doğanın bu ölüm uykusunun ortasında yorgun posta troykasının takırtısını ve Rus çıngırağının dengesiz çınıltısını duymak neşe veriyordu.”
Ama en çarpıcı kar hikâyelerinden biri, karın, başkarakterin özelliklerinin çizilmesi için kullanıldığı bir örnek Oblomov’da (1859) bulunur. Gonçarov’un bu eşsiz eserinin birinci bölümünün sonlarında, Oblomov’un Düşü adlı dokuzuncu kısmın sonlarında Oblomov’un köyü Oblomovka’daki hayatı anlatılır. Oblomov’un şımartılarak, korunarak geçen uyuşuk çiftlik hayatının kırıldığı bir an vardır. Küçük Oblomov bazen içine cin girmiş gibi uyanır, hoplayıp zıplamak, koşup eğlenmek ister ve böyle bir anda çocuklarla oynamak üzere evden kaçar:
“..sonunda dayanamayıp birdenbire, kış vakti, kasket bile giymeden, verandadan avluya atlar, oradan bahçe kapısının dışına koşar, iki eliyle kar toplayıp çocuk kalabalığının ortasına dalardı.
Taze rüzgar yüzünü yalar, soğuk kulaklarını ısırır, ağzı ve gırtlağı soğukla göğsüyse mutlulukla dolardı ve ayakları nereye götürürse oraya koşar, bağırır, kahkahalar atardı.
Ve işte çocuklar: kartopunu attı, ıskaladı: usta değil; biraz daha kar toplamak isterken, tam o sırada suratının ortasına bir kartopu yiyerek yere yuvarlandı; şimdi hep alışık olmadığı için hasta, hem neşeli, hem kahkaha atıyor, hem de gözlerinde yaşlar…” (162)
Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ında da (1864) kar önemli bir rol oynar ve onun esin kaynağı olarak dönemin ünlü yayıncı ve şairi Nikolay Nekrasov’u göstermek mümkün. Bu Notlar’da kısmen açıkça gösterilmiştir, romanın ikinci, “Sulusepken Kar Vesilesiyle” başlıklı bölümü Nekrasov’dan bir şiir alıntısıyla başlar ve hatta o şiirin yeniden, başka perspektiften yazılması gibi gelişir. Fakat bir de örtük esinlenme söz konusudur denebilir. Nekrasov bir önceki yıl, yani 1863’te, Rusya’nın en çarpıcı kar şiirlerinden biri haline gelecek olan “Ayaz Paşa Kol Geziyor” adlı şiirini yazar. Bu uzun şiir özünde Rus köylü kadınının çilesini anlatmaktadır: kocası ansızın ölen bir köylü kadın evin, tarlanın ve çocukların işlerini tek başına üstlenir; kış vakti dışarda hep kar fırtınası vardır, her yer karla kaplanmış, toprak buz tutmuştur, fakat evden çıkmak, odun kesip getirmek gerekir. Dışarıdaysa acımasız Ayaz Paşa (ya da Ayaz Dede) kendine kurban aramaktadır. 
“Uğulduyor rüzgar, yığılıyor karlar.
Bir ışık bile yok dışarda ayı bırak!
Göğe bak, bir sürü tabut var,
Bulutlardan sanki acı yağacak…” (97)
Ormanda ağaç kesen çaresiz kadın bir süre sonra soğuğa, Ayaz Paşa’ya yenik düşer ve üşüyerek, donarak ölür. Bu bizim bugün şen tanıdığımız Noel Baba’nın bembeyaz karanlık yüzüdür.
“Daha cesurca bak güzelim,
Nasıl bu Ayaz Paşa!
Görmediğine eminim
Benden güzel ve güçlüsünü!
Karlar, dumanlar, tipiler
Her an bana boyun eğerler,
Kah deniz, kah okyanustan
Saraylar yaparım buzdan.” (106)
Dostoyevski’nin yeraltı insanının acımasız alaycılığında Ayaz Dede’ye benzer bir yan vardır aslında. Dostoyevski’nin bütün eserlerinde kahramanlar yoksullukla birlikte, doğal olarak kar, soğuk ve çamurla mücadele ederler, fakat kar asıl başrolü Yeraltından Notlar’da oynar. Yeraltı insanı, ilk bölümde hayat hakkında bir yığın fikri ve psikolojik yorumları sıraladıktan sonra, karın ona hatırlattığı bir hikâyeyi anlatmaya başlar. Eserin asıl ve karanlık hikâyesidir bu:
“Şu anda kar yağıyor, neredeyse sulusepken, sarı, bulanık bir kar. Dün de yağdı, birkaç gündür yağıyor. Bence bu olayı da, sona ermek istemeyen bu olayı da sulusepken kar yüzünden hatırladım. Öyleyse, bu da sulusepken kar vesilesiyle bir hikaye olsun.” (62)
Bu girişin ardından 24 yaşında genç bir memurun meslektaşları ve tanıdıkları tarafından küçümsendiği, yalnız bırakıldığı, onun da hıncını 20 yaşındaki bir fahişeden çıkardığı hikâyeyi okuruz. Genç adam aşağıladığı için ondan kaçan kızın peşinden koşar, fakat sokakta sadece karla karşılaşır:
“Etraf sessizdi, kar buram buram yağıyordu ve neredeyse dimdik yağıyor, kaldırıma ve caddeye bir yastık örtüyordu. Gelip geçen kimse yoktu, tek bir ses bile duyulmuyordu. …Karın ortasında o bulanık sise bakarak durdum ve bunu düşündüm.” (151)
IV
Rusların Baltık’tan Pasifik’e dek doğayı fethetme çabası 20. yüzyılda elektrik ve makinelerle çok daha insanüstü bir noktaya sürüklendi. Günümüzde, Sovyet sonrası zamanda da kar eskisi gibi, yüzyıllardır yağdığı gibi yağıyor, ama muhtemelen aynı Rusya değil bu. Ama bu, başka bir yazının konusu olsun. Biz şimdilik, galerideki yaşlı kadının ilk kez karşılaştığı Moskova karının neye benzediğini yakın edebiyattan bir tasvirle bitirelim. Andrey Bitov Puşkin Evi’nde (1978) Sibirya’dan, bir gulagdan dönen dedesiyle –Bahtin’den ve başka muhalif entelektüellerden esinlenen bir karakter– buluşan genç filolog Leva’nın sokağa çıkmasını anlatıyor aşağıdaki alıntıda. Eğer ailesi Rusya’dan ayrılmamış olsaydı o kadın belki de kendini bu kahramanın konumunda bulacak, belki bir gulagdan dönmüş olacaktı. Karın da bir tarihi var kesinlikle.
“Geceye özel bir güçle hamle yapan dondurucu rüzgâr, yanaklarını kamçıladı, hemen daha eşikteyken. Fakat eşik yoktu, cadde de yoktu – büyük bir avlu vardı, rüzgârın ıslık çalarak kötücül karanlıklarla girdaplandığı bir avlu. Burası genişti, hiçbir şey sınırlamıyor ve yönlendirmiyordu onu, yani esecek bir yeri yoktu – ve o da her yere esiyordu. Kar artık bu ıssızlığı örtmeye başlamıştı, lapa lapa yağıyordu asfaltta kalan su birikintilerine. Donuk ışık benekleri anlaşılmaz bir sistemle yerleştirilmiş, seyrek sokak fenerlerinin altında oraya buraya sallanıyordu. Kimse yoktu, araba yoktu, caddeler yoktu – yollar yoktu.” (92)
* Aygül Okutan’ın Vita Sanat Galerisi’ndeki resim sergisindeydik. Bu galeride Rus sanatıyla ilgili çalışmalara yer veriliyor.
Alıntı kaynakçası:
Yevgeni Onegin, Puşkin,  çev. Sabri Gürses, Çeviribilim Yayınları, 2016.
Yüzbaşının Kızı, Puşkin, çev. Sabri Gürses, Alfa Yayınları, 2015.
Zamanımızın Kahramanı, Lermontov, çev. Sabri Gürses, Alfa Yayınları, 2016.
Oblomov, Gonçarov, çev. Sabri Gürses, Everest Yayınları, 2010/3.
Yüzyıllık Sessizlik (“Ayaz Paşa Kol Geziyor”), Nekrasov, çev. Uğur Büke, Çeviribilim Yayınları, 2016.
Yeraltından Notlar, Dostoyevski, çev. Sabri Gürses, Notos Yayınları, 2013.
Yetenek, Vladimir Nabokov, çev. Sabri Gürses, İletişim Yayınları, 2016.
Puşkin Evi, Andrey Bitov, çev. Sabri Gürses, Yapı ve Kredi Yayınları, 2015.
M. Hakkı Yazıcı'nın kaleminden: Gece yatma zamanına yakın, “artık bu saatten sonra kimse gelmez, ben de bir yere gitmem” deme saatimde pijamalarımı giyip, başımı yastığa koymaya hazırlanıyordum ki kapı çaldı. İnsan ister istemez geç vakitte kapı çalınınca endişeleniyor. 
Kim ola ki diye göz deliğinden dışarı baktım: Bizim yan padiyezddeki, yani bir sonraki apartman girişinden komşumuz Azeri Hüseyin. 
Kapıyı açtım. Yüzünde kocaman bir “kusura bakma gülücüğü”.
“Hayırdır Hüseyin, hanım evden kovdu da bana tanrı misafiri olmaya mı geldin?”
"Yox yahu saset (qonşu), bizim balkona bir corab düşmüş sənin mi deyə soruşmağa gəldim." 
“Allah akıl fikir versin, gecenin bu saatinde mi sormak aklına geldi?”
“Sən erkəndən işə gedirsən görmərəm deyə düşündüm. "
Ben, daha “buyur içeri gel” demeye fırsat bulamadan adımını içeri atmıştı bile.
"Bax sənə izah etməyə çalışacağam. Bəlkə sən qurusun deyə corablarını çölə astın. Küləkdə uçdu bizim balkona düşdü."
Elindeki çorabı gösterdi. Sıradan, siyah renkli, eski bir erkek çorabıydı. Hafifçe erimiş, bir yeri de onarılmıştı.
“Bu çorap sıradan, eski bir çorap, at çöpe gitsin. Sana ne kiminse.”
“Olmaz,” dedi, "Sən əhəmiyyət vermirsən, amma bəlkə sahibi itdiyinə üzülmüştür."
İyi ve yardımsever bir insan olmanın ne büyük bir erdem olduğundan bahisle bir çırpıda bir sürü şey konuştu.
“yaxşılıq et, at dənizə; balıq bilməsə, Xaliq bilir!”
Olayı anlamak için birlikte balkona çıktık.
“Bak Hüseyin, çorap benim olsa senin balkonuna düşebilir mi? Senin balkonun yanda, aramızda da ancak bir kat farkı var.”
“Yaxşı, bizim üstümüzdeki qadının dairəsindən düşmüş ola bilər mi?” 
“Olamaz,” dedim, “O dairedeki kadın yalnız başına yaşıyor. Evinde erkek çorabı olmaz.” 
O, hemen karısından duyduğu dedikoduyu araya sıkıştırıp, “sən elə san, qadının bir sevdiyi varmış, arada bir gəlirmiş,”diye itiraz etti. 
“Yahu Hüseyin bırak şu çorap muhabbetini gecenin bu yarısında. Uykumu kaçırdın. Bari gir içeri de bir iki laf edelim,” dedim.
“Vaxt gec oldu mənim xanım merak edir.”
“Ne o, korkuyor musun karından?”
“Elə deyil, amma problem çıxarmamaq lazımdır,” deyip boynunu büktü.
Belli ki çekiniyordu Elena İvanovna yengemizden.
Ancak fazla direnmedi, mutfak masasının yanındaki sandalyelerden birine ilişti.
Belki oturmaya çoktan hazırdı da karısını bahane ediyordu.
Dolaptan bir şeyler bulup ikram ettim. 
“Vallahi yaxşı adamsan qonşu. Adam var adamların nakşıdır, adam var eşşek ondan yahşıdır.”
Ben de oturdum; yiyip, içip muhabbete başladık.
Azeri Hüseyin, yakınlığımızı etnik bir nedene dayandırmaya bayılırdı; iki de bir, “Bir millət, iki dövlət” derdi.
Bana olan sevgisinin ne kadar derin olduğunu anlatmak için “Yaxın qonşu, uzaq qohumdan (akraba) yaxşıdır,” dedi.
Başka bir komşunun dostluğundan şikayetçiydi. Aslında ben de haz etmezdim o heriften.  Arkasından verdik veriştirdik, iyice dedikodusunu yaptık.
“Mən deyirəm: Dost, dost, dost! O, deyir: ‘Tost, tost, tost’; sənə görə hansımız düz deyirik?”
Yine konu döndü dolaştı, şu çorap meselesine geldi.
Gözlerini kısıp, çorabın hangi daireden düşmüş olabileceğini düşünüyordu.
“Yan dairə mi görəsən?” diye bir fikir yürüttü. 
“Peki, yukarılardaki daireler olamaz mı?” diye fikir yürüttüm. “Mesela iki üstümüz olamaz mı?” dedim. 
Hemen o dairenin boş olduğunu söyledi. Ama benim bildiğim o daireye yeni birileri taşınmıştı. Hüseyin bunu bilmiyordu.
Bu daireye birilerinin taşındığını fark edememiş olmasına hayret etti. Ondan pek kaçmazdı böyle şeyler. 
Düşündü, bu ihtimal aklına yattı.
 ***
Genellikle, hele hele bizimki gibi küçük, az katlı apartmanlardan olan “Khuruşofka” larda yeni bir komşunun taşınması fark edilir.
Novoselye şamatasından o ara evdeysen birilerinin taşındığını mutlaka anlarsın.
“Novoselye” (Новоселье), yani “Yeni yere taşınma bayramı”, “güle güle oturun” kutlaması Rus insanı için çok önemli ve eski Pagan inançlarına dayanan bir gelenektir. 
Rus geleneklerine göre; yeni bir eve sahip olup o eve taşınan biri, bu olayı kutlamak için bir ziyafet düzenler. Evin yeni sahipleri, arkadaşlarını, dostlarını çağırıp onlara yemekleri bol olan içkili bir sofra açar. Sofranın ortasına da bazı karşılama törenlerinde ikram edilen Rus geleneksel ekmeği olan "karavay"ı koyarlar. “Karavay”ı ikram etmek, “Hoş geldiniz!” demektir.
İnançlara göre; evin yeni sahibi, “Novoselye” ziyafetini düzenlemezse o evde yaşayan hayalet, ayni “damovoy” (домовой), yeni sahibini cimrilikten dolayı sevmez, ona sürekli sorunlar çıkartırmış.
Bizim iki kat üstümüze yeni taşınan komşumuz bu kutlamayı yapmamıştı. 
Belki de bu yüzden Hüseyin taşınmayı fark edememişti.
 ***
 İçtikçe çenemiz açıldı. Bir süre sonra bizim Hüseyin karısının korkusunu falan unuttu, şarkı-türkü söylemeye başladı.
“Pencereden dash gelir
ay beri bax beri bax
Xumar gozden
yash gelir
Ay beri bax beri bax
seni mene verseler
Ay beri bax beri bax
her gorene xosh geler
Ay beri bax
beri bax.”
Hüseyin, “Pencereden taş gelir” türküsünü bitirdikten sonra, oturdu bir de hikayesini anlattı.
 ***
 Meğer Stalin, bu türküyü çok sever ve ezbere söylermiş.
Ben, şaşırdım; Hüseyin anlatmaya devam etti.
Bolşevik Devrimi öncesi dönemde, 1908 yılının Mart ayında Stalin, tutuklanmış ve Bakü’deki meşhur Bailov hapishanesine konulmuş. Aynı yılın Eylül ayına kadar bu hapishanede kalmış. 
Eylem arkadaşlarından Mehmet Emin Resulzade’nin yardımıyla bir hapishaneden kaçırma planı yapmışlar.
Cezaevi günlerinde dışarıdaki arkadaşlarının Stalin'le haberleşmeyi sürdürmeleri gerekiyormuş. 
Mektupları yazdıkları kağıtları taşlara sarıp Stalin'in hücresinin penceresinden atarak ve aynı şekilde cevap alarak iletişim kuruyorlarmış. 
Bu iletişimi sağlarken aralarında da bir parola gelişmişler. Bu parolayı duyunca taşla mektubun geleceğini bilirlermiş, hem de bu şekilde taşın çıkardığı sesin önlenmesi sağlanırmış. 
Geliştirdikleri parola işte bu meşhur meşhur Azeri türküsü "Pencereden Taş Gelir"miş. Ne zaman taşla haberleşilecek olsa bu türkü okunurmuş. 
Uzun süre Parti'nin Bakü komitesinde çalışmış olması nedeniyle Azerbaycan Türkçesini biraz bilen Stalin'in hayatının bir dönemine bu türkü damgasını vurmuş ve "Pencereden Taş Gelir"i asla unutmamış.
 ***
Hüseyin, bir ara buzdolabının üzerindeki saate baktı, telaşla ayağa kalkıp kapıya yöneldi.
Onun bu telaşıyla, karısından korkmasıyla dalga geçerek; 
“Hani karını öve öve bir hal oluyordun? Benim karım Rustur; Rus kadınları pek ev işine yatkın değildir, ama benim karım Rus kadınlarının en iyisidir diyordun?”
Başını salladı, ayakkabılarını giyerken;
“Bir Azeri qızı al, evin pak Eylin! Bir Rus qızı al, könlün xoş Eylin!” dedi.
 ***
 O akşamın üzerinden bir ay ya geçti, ya geçmedi; merdivenlerden inerken baktım, üst kat komşum Vladimir İvanoviç’in üstündeki yeni komşu taşınıyor.
“Hayırdır ‘sased’(komşu),” diye sordum.
“Sased, bizim evin ‘damovoy’u bizden hoşlanmadı. Alışamadık birbirimize. Biz de çareyi evi değiştirmekte bulduk.”
“Nerden çıkardın bunu?”
“Zaten evin içinde tuhaf olaylar oluyordu, ama bir son olay bardağı taşırdı,” dedi.
“Hayrola?”
“Basit bir olay aslında; anlatmaya bile değmez. Evde yıkadığım kurutmak için balkona astığım benim çoraplarımdan birinin tekini bulamadım. Evin içinde uzun zaman, aradım taradım; yoktu. Balkona astığım sırada aşağıya düşüp, kaybolmuştur diye tahmin ettim.”
“Eeee?”
“Geçenlerde uzun süredir arayıp da bulamadığım çorabımı posta kutumun içinde buldum. Az daha delirecektim. Düşünsene böyle bir olayı ancak iyi saatte olsunlar yapar,” dedi bezgin bir yüz ifadesiyle.
Hemen anladım olayı; demek bizim Hüseyin, çorabı, bana yaptığı gibi adamın kapısını çalıp vermek yerine posta kutusuna koymuştu. 
Olayın aslını biliyordum, ama bilmiyormuş gibi davrandım. Zaten artık vakit çok geçti.
“Öyle olmuştur herhalde,” dedim, “Bazen ‘damovoy’ eve yeni taşınanlara ısınamıyor, garip olaylar oluyor,” dedim.   mhyazici@yandex.ru   7.1.2017
Yılbaşından beri Rusya'nın kuzeyinde, özellikle kutba yakın bölgelerde muhteşem bir doğa olayına tanıklık ediliyor. Murmansk başta olmak üzere pek çok bölgede, ayazın yarattığı bulutsuz gecelerin de katkısıyla  güneşten ve yıldızlardan yansıyan ışığın gökyüzündeki dansı izleyenleri büyülüyor. Hatta dün gece Moskova'da yer yer kutup ışıklarını izlemek mümkün oldu.   "Kutup ışıkları" olarak adlandırılan bu mistik manzarayı wikipedia şöyle açıklıyor:  "Kutup ışıkları veya Aurora Borealis, Kutup bölgelerinde gökyüzünde görülen, dünyanın manyetik alanı ile Güneş'ten gelen yüklü parçacıkların etkileşimi sonucu ortaya çıkan doğal ışımalardır.
Aurora kelimesi Roma Şafak Tanrıçası’nın isminden gelmektedir. Boreas’da Yunanca'da kuzey rüzgarına Pierre Gassendi tarafından 1621'de verilen isimdir. Cree (kri) halkı bu ilginç olaya Ruhların Dansı adını vermişler. Avrupa'da orta çağlarda auroraların Tanrıdan işaretler olduğuna inanılırmış. 
Bu ışımalar, genellikle geceleri gözlemlenir, ağırlıklı olarak iyonosfer’de meydana gelir. Kutup aurorası veya kutup ışıkları olarak da anılır. Bu olgu yaygın olarak 60 ve 72 derece kuzey ve güney enlemleri arasında görünür, bu da arktik ve antarktik kutup dairelerinin içine düşer.
Kuzey enlemlerde bu etki aurora borealis(veya kuzey ışıkları) olarak adlandırılır. Aurora borealis'in görünme olasılığı, kuzey manyetik kutbuna yaklaştıkça artar. Manyetik kutbun yakınlarında oluşan auroralar tam 90 derece, fakat uzaktan kuzey ufkunu yeşilimsi bir parlaklıkla, bazen de güneş alışılmamış bir yönden doğuyormuş gibi soluk bir kırmızıyla aydınlatırlar. Aurora borealis sıklıkla gündönümlerinde oluşur.
Güney’deki oluşum, aurora australis(güney kutup ışıkları), benzer özelliklere sahiptir. Ancak Antartika’da, Güney Amerika’da ve Avustralya’da daha yüksek enlemlerden görülebilir. Australis anlamı ‘güneyin’ olan Latince bir kelimedir.
Auroralar bütün dünyadan ve diğer gezegenlerde de gözlemlenebilir. Daha uzun süreli karanlık ve manyetik alan dolayısıyla, kutuplara yakınlaştıkça daha çok görünür olurlar."  İşte bu muhteşem anlar bir amatör video kamerasından şöyle yansıdı:   8.1.2015
Prof. Dr. İlber Ortaylı, Tuhaf dergisinin Haziran sayısında, dünya edebiyatına ilişkin değerlendirmeler yaptı. Dostoyevski ve Tolstoy’dan başlayarak dünya edebiyatı üzerine konuşan Ortaylı, “Rus edebiyatının Avrupa edebiyatından üstün olduğunu söyleyebiliriz” dedi.  Ahmet Mümtaz Taylan ve Nurhak Kaya’ya konuşan Ortaylı, “Tolstoy yazdığı her diyalogda insanların ve cennetin profilini verir. Dostoyevski’nin ise insan karakterleri çok zengindir. Shakespeare gibi karakter sıralaması da yoktur. Her karakterinin köklerinin uzandığı derin bağlılıkları vardır. Tiyatrocusu Çehov ve Gogol olan Rus edebiyatının, Avrupa edebiyatının üstünde olduğunu söyleyebiliriz. Rus edebiyatının iyi çevirilerine İngilizce ve Almancada rastlanır. Farsçadaki çevirileri de çok iyidir. Farslılar da derin döşek insanlardır, onlarla da ayrıca çok yakından ilgilenmek gerekir.” dedi.  “Dostoyevski bütün kültürlerin üstünde bir dahi”  T24’ün derlemesine göre, Ortaylı’nın Tuhaf Dergi’ye verdiği söyleşiden bazı bölümler:  Bazen insanı çarpan cahilliklerine rastlarsınız Dostoyevski’nin. Mesela, “Ölü Evinden Hatırlar’da Tatar Ali diye bahsettiği kişi aslında Tatar değil Çeçendir. Fakat öyle kudretli tasvir eder ki Tatar Ali’yi, okudukça Dostoyevski’nin bütün kültürlerin üstünde bir yazar olduğunu anlarsınız. Bana sorsanız, “Rus edebiyatının en entelektüel yazarı Dostoyevski midir?” diye. Hayır, derim. Çünkü ne Puşkin’deki dil dehasına sahiptir, ne de Tolstoy ve Turgenyev’deki entelektüel birikime. Puşkin mesela, birçok dili öğrenerek yetişmiştir. Fransızcası, İngilizcesi, Latincesi, Rusçasından evvel gibidir. Dostoyevski’nin ise böyle şansları olmamış, yalnızca Rusya’nın insanıyla sınırlı kalmıştır. Bütün bu yazarların arasında en entelektüeli değildir belki ama gerçek anlamda bir dahi olduğunu söyleyebiliriz…  Ahmet Mümtaz Taylan: Sizin ayrı yere koyduğunuz yazarlar kimler?  Tolstoy benim zevkle okuduğum ve birkaç kere okuyabileceğim bir yazardır. Tabii bu bir kıstas değil. Çünkü ben çocukken bile çizgi film izlemekten hoşlanmazdım. Şimdilerde torunumla vakit geçirmek için zorla seyretmeye başladım ve bu yaştan sonra çizgi film tiryakisi oldum. Tolstoy yazdığı her diyalogda insanların ve cennetin profilini verir.  Dostoyevski’nin ise insan karakterleri çok zengindir. Shakespeare gibi karakter sıralaması da yoktur. Her karakterinin köklerinin uzandığı derin bağlılıkları vardır. Tiyatrocusu Çehov ve Gogol olan Rus edebiyatının, Avrupa edebiyatının üstünde olduğunu söyleyebiliriz. Rus edebiyatının iyi çevirilerine İngilizce ve Almancada rastlanır. Farsçadaki çevirileri de çok iyidir. Farslılar da derin döşek insanlardır, onlarla da ayrıca çok yakından ilgilenmek gerekir.  “Camus ve Sartre’ı boşver, Fransızlar edebiyatı Ruslara devretmiş bir anlamda”  Nurhak Kaya: Fransız edebiyatından etkilendiniz mi? Balzac, Flaubert, Rimbaud, Albert Camus, Jean Paul Sartre…  Camus ve Sartre’ı boşver. Fransızlar edebiyatı bitirip Ruslara devretmişlerdir bir anlamda.  İnsan Balzac okumadan insan olamaz. Balzac okumak büyük ve yüklü bir eylemdir. Gustave Flaubert, “Salambo” için “Makyajını ve giyimini tarif etmek için 300 cilt çevirdim” der. Orada öyle bir kütüphane ve ilim vardır. Honore de Balzac’ı ve Victor Hugo’yu düşünün. Fransızların yüksek ve aşkın bir edebiyatı olmasına rağmen Rusya’nın romanı Fransızları geçmiştir. Şiiri geçmiş midir, işte bunu söyleyemeyiz. İki toplumun şiirini de bilen insanlar hiçbir zaman Fransızları harcayamaz. Ama İran edebiyatını bilen insanlar Fransızlara dudak bükebilir. Bunlar doğru yarışma tipleri değildir, yalnızca fikir vermek için söylüyorum. Kimsenin kimseye mutlak üstünlüğünden bahsetmiyorum. Edebiyatın üstünlüğünde Doğu ve Batı diye bir şey yok. 18. ve 19. asırda bile Batı’da da Doğu’da da birbirini yiyen adamlar çıkmış. Yine hiçbir zaman Türk edebiyatının, İran edebiyatını bastıracak eserler vermediği çok açık. Böyle eserler verenlerimiz de zaten İran edebiyatını çok iyi bilenlerdi.  17.6.2017
http://www.turkrus.com/407304-ilber-ortaylidan-tuhafa-yorumlar--xh.aspx

çun est hal-i bostan ey bad-ı nevbahari
kez bülbülân berâmed feryad-i bî-karâri
gül nisbet-i nedâred baru ye del-feribet
tu der miyân-ı gülhâ çun gül miyân-ı hâri.
Rey…
ey genc-i nuştâr ber hastegân guzar-gun
merhem be-dest u mâra mecrûh-i mi-guzâri
ömr-i deger be-bâyed be'd ez vefât mâra
kin ömr tey nemûdim ender ümid-vâri.
………………………………..
O gönül çalan yüzünle, sen çiçekler arasında…
Dikenler içindeki gül gibisin.
Şimdi nasıldır bahçenin hali, ey bahar meltemi söyle!
Çünkü bülbüller figan ediyor, böyle gamlı telaşlı
Gül nedir ki senin can alıcı güzelliğin karşısında
Sen çiçekler arasında, dikenler içindeki gül gibisin
Rey rey….
Ey Şifa kaynağı mücevher, hastalarına bir bak
Merhem elinde, fakat; bizi yaralı bırakıyorsun
Bir ömür daha lazım, vefatımızdan sonra
Çünkü bu ömrümüzü sadece umutlanmakla geçirdik

*****************************

söyle ey bahar yeli,
nedir bu bahçenin hali?
figan ettirir bülbülü
böyle telaşlı, gamlı
parlak çehrenin nispetinden
solar güllerin güzelliği
bütün çiçekler içinde sen
dikenler arasında bir gülsün
ey şifanın kaynağı
hastaların yüzüne bak
merhem sendedir
bizi böyle koyarsın
lazım olan başka bir ömür
zamanımız tükenmişken
şimdikinde, elimizdekinde
ümit içinde, ümit içinde





- A +
11 Nisan 2018 00:00
1964'te yaşanan 'zorunlu göç' hem İstanbul'daki hem Yunanistan'daki Rumların belleğinde canlı bir travma olarak yer tutuyor. Yanında bir valizle sınır dışı edilen 12 bin 387 Rum vatandaştan biri olan Büyükadalı Hristos Arvanitis oğlu Sthatis Arvanitis, 54 yıl önce yaşananlarla ilgili olarak "İnsanların aklında hep şu vardı; Yunanistan’a gideceğiz, bu fırtına dindikten 1-2 sene sonra geriye döneceğiz. Fakat öyle şeyler olmadı" diyor. 
15 Ağustos 1964'ten bu yana Atina'da yaşadığını belirten Arvanitis, babasının İstanbul'a bir daha hiç dönemediğini, kendisinin de 1980'li yıllardan sonra gelebildiğini söylüyor. Büyükada'da 1900'lerden kalma bir evlerinin bulunduğunu ifade eden Arvanitis, başvurusu üzerine 2004'te tapunun yarısının kendisinin üzerine geçtiğini vurguluyor ve ekliyor:
"Fakat kuzenimin payını geriye vermediler. Kuzenim Türk tebaalıydı ama giderken, Türk pasaportunu ve nüfusunu Türk Konsolosluğu'na verdi. Dedi ki; artık ne Türk vatandaşı olmak isterim ne de Türkiye ile alakalı olmak isterim. Bu sebepten yüksek mahkeme onun payını vermedi geriye. 'Mahkeme senin payın artık hazineye kalacak' dedi.  Bende kendi payımı 2015’te sattım."
1960’lı yıllarda gerginleşen Kıbrıs politikaları, İstanbul’da yaşayan Yunan pasaportlu 12 bin 387 Rum vatandaşın 1964’ün Mart-Eylül aylarında 'ulusal güvenlik' gerekçesiyle sınır dışı edilmesine neden oldu.
Dönemin Başbakanı İsmet İnönü'nün görevde olduğu dönemde Kıbrıs’ta yaşanan gerginlik hat safhaya ulaştığı anda, “Kıbrıs meselesinin halli ve anahtarlarının Yunanistan’da olduğu” fikri gözleri İstanbul’da yaşayan Rumlara çevirdi.“Türkiye’de yaşayan Rumlarla Kıbrıslı Rumların aynı kökenden geldikleri ve bu insanların Makarios ve EOKA’ya dolaysız destek sağladıkları" iddiası, bu dönemde ortaya atıldı. Bu iddia İstanbul’da yaşayan Rumlarda adeta güvercin tedirginliği yarattı.
Hükümet akabinde Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk ve eski Yunanistan Başbakanı Elefterios Venizelos arasında 1930 yılında imzalanan Seyrüsefain Antlaşması'nı 16 Mart 1964’te tek taraflı olarak feshetti. Anlaşmanın feshinden 9 gün sonra ilk olarak 8 iş adamı sınır dışı edildi.
6 Nisan 1964’te Vize Anlaşması’nın iptaliyle yurt dışında olanlar, o tarihte Paskalya tatili için Yunanistan’a gidenler dönemedi. Sınır dışı politikası aylarca sürdü, resmi rakamlara göre 12 bin kişi sınır dışı edildi, bu sayı gidenlerin ailelerini de yanlarında götürmesiyle üçe katlandı.
Sınır dışı edilenler polis eşliğinde İstanbul Sirkeci’de yabancılar için kurulan 4. Şube'ye götürüldü; gözaltı sürecinde 4 maddelik bir yazı imzalatıldı. İmzalatılan yazıda; "Yasaları ihlal ettiğimi kabul ediyorum, Türkiye aleyhine faaliyet gösterdiğimi ve Eleniki Enosis Derneği üyesi olduğumu kabul ediyorum", "Kıbrıs’ta Yunan teröristlere para gönderdiğimi kabul ediyorum ve son olarak Türkiye’yi kendi özgür irademle terk ediyorum” maddeleri yer alıyordu.
Yazıda adı geçen Eliniki Enosis Derneği 1953’te Yunanistan’ın İyonya adalarında yaşanan depremden sonra kurulmuş, adalara yardım göndermişti. Üzerinden geçen 11 yılda herhangi bir faaliyette bulunulmamasına rağmen derneğin üyeleri sınır dışı edildi. Derneğin, Türkiye aleyhinde çalışmalar yaptığı iddia edildi. "Yunan pasaportlu vatandaşların bu derneğe üye olduğu" iddiası, sınır dışı gerekçesi olarak sunuldu.
1964 yılında her sınır dışı kararı için ayrı bir gerekçe uygulanıyordu. 'Yabancılar için yasak meslekler'i icra edenler de bu sürece dahil edilirken, ilgili kanunu ihlal edenler oturma izni yenilenmeyerek sınır dışı ediliyordu. Bu meslekler, marangozluktan nakliyeciliğe, garsonluktan dansözlüğe, ayakkabıcılıktan mühendisliğe birçok alanı kapsıyordu. Tam liste şöyleydi:
Ayakkabı satıcılığı; çalgıcılık; fotoğrafçılık; berberlik; mürettiplik; simsarlık; elbise, kasket ve kundura imalciliği; borsalarda mubayaacılık; Devletin hisarına tabi maddelerin satıcılığı; seyyahlara tercümanlık ve rehberlik; inşaat, demir ve ahşap sanayi işçilikleri, umumi nakliye vesaiti ile su ve tenvir ve teshin ve muhabere işlerinde daimi ve muvakkat işçilik; karada tahmil ve tahliye işleri; şoförlük ve muavinliği; alelümum amelelik; her türlü müesseselerle ticarethane, apartman; han, otel ve şirketlerde bekçilik, kapıcılık, odabaşılık; otel, han, hamam, kahvehane, gazino, dansöz ve barlarda kadın ve erkek hizmetçilik (garson ve servant); bar oyunculuğu ve şarkıcılığı.
Apelasis (sınır dışı), bugünlerde 54'üncü yılına giriyor. O dönem sınır dışı edilenlerin isimleri gazetelerde yayınlandı, radyolardan duyuruldu. Kimisi de kapısına gelen polisten öğrendi. İstanbul’dan 54 yıl önce gidenler yanlarında 20 kilo çanta o dönemin kuru karşılığında 22 dolar götürebildiler. Onlardan biri, 1964’ten bu yana Atina’da yaşayan Büyükadalı Stathis Arvanitis'ti. 
1880’li yıllarda Santorini Adası’ndan İstanbul’a gelen Arvanitis ailesi 1900’de Büyükada’daki evlerini inşa etti. 1964’e yani sınır dışı edilene kadar aynı evde yaşayan baba Hristo Arvanitis ayakkabı ustasıydı; evinin karşısındaki dükkânda ısmarlama üzerine ayakkabı yapıyordu. 
Şimdilerde o ev bir Türk aileye ait. Evin girişinde bulunan Türk bayrağının nedeni ise çocuklarının şehit olması.

Akiane Kramarik tarihin en genç ressamı ve şair mucizesi olarak nitelendiriliyor. Kramarik, çizmeyi dört yaşında, resim yapmayı altı yaşında kendi kendine öğrendi ve yedi yaşındayken şiir yazmaya başladı. Kramarik, Litvanyaca, Rusça, İngilizce ve işaret dili dahil dört dil biliyor. Kramarik’e göre, nasıl yazacağını ve resim yapacağını tanrı ona daha üç yaşındayken rüyalarında kendisine görünerek ve konuşarak öğretti. Kramarik’in tanrıyla bağ kurmasından önce ailesinin ciddi bir dini bağlılığı yoktu. Annesi ateist bir Litvanya göçmeni, Amerikan babasıysa dinine bağlı olmayan bir katolikti. Kramerik ve dört erkek kardeşi dahil olmak üzere tüm aile, Kramerik’in etkisiyle bugün dine oldukça sadıklar. Kramerik’in ilk yağlı boya tablosu 10,000 dolara satıldı. Yağlı boya çalışmaları ise bir milyon dolara kadar alıcı buldu. Bu da, onu dünyanın en zengin sanat çocuğu ve Amerika’nın en zengin gençlerinden biri yaptı.



Horakova, Almanya’nın 1939’da Çekoslovakya’yı işgali üzerine direnişçilere katıldı, tutuklandı, idama mahkûm edildi, cezası hayat boyu hapse çevrilince savaş yıllarını toplama kampında geçirdi.
Savaştan sonra serbest kaldı, Prag’a dönüp 1945’te seçimlere katıldı ve milletvekili oldu.
1948’de meydana gelen komünist darbeden sonra istifa etmek zorunda kaldı ama dostlarının memleketten ayrılması için yaptıkları tavsiyeleri reddederek Prag’da kaldı.
Komünistler, Horakova’yı 1949 Eylül’ünde tutukladılar ve işkencelerle dolu uzun bir sorgulamadan sonra rejimi devirmek için gizli bir örgüt kurmakla ve ihanetle suçlayıp 31 Mayıs 1950’de mahkeme önüne çıkardılar.
Horakova ile beraber üç kişi, 8 Haziran 1950’de idama mahkûm oldu.
Çek hükümeti başta Albert Einstein ve Winston Churchill olmak üzere çok sayıda politikacının ve bilim adamının Milada Horakova’nın idamını önleyebilmek için yaptıkları girişimleri reddetti ve Çekoslovakya’nın en meşhur kadın siyasetçisi olan Horakova, 27 Haziran 1950’de Pancrac hapishanesinde darağacına çıkartıldı, cesedi yakıldı ve külleri de bilinmeyen bir yere gömüldü.
Derken aradan 18 yıl geçti ve Horakova’nın adı Çekoslovakya’da 1968’de yaşanan ama Varşova Paktı birlikleri tarafından tanklarla bastırılan “Prag İlkbaharı”nda yeniden gündeme geldi.
Özgürlük isteyen Çekler’in başlattığı hareket sırasında 1950’deki duruşmalarda verilen kararların iptal edildikleri açıklandı ama Çekoslovakya’ya yapılan askerî müdahale yüzünden Horakova’nın itibarı iade edilemedi.
Çekler, 1968’de yarım kalan bu işi ülkenin bölünmesinden sonra kurulan Çek Cumhuriyeti’nde, 1989’da tamamladılar. Milada Horakova’nın itibarı idamının 39. yıldönümü olan 27 Haziran 1989’da geri verildi, 27 Haziran tarihi “Komünist rejimin kurbanlarının anma günü” ilân edildi, başkent Prag’ın altı büyük caddesine Horakova’nın adı verildi ve adına sembolik bir mezar yapıldı.

Çekler geçmişleriyle tam olarak 2008’de hesaplaştılar ve 1950’de görülen göstermelik mahkemede görev alanlardan hayatta kalan tek kişiyi, Horakova’nın idamını sağlayan kadın savcı Ludmila Brozova- Polednova’yı 87 yaşında olmasına rağmen “adlî cinayet” suçlamasıyla mahkemeye çıkartıp altı yıl hapse mahkûm ettiler. 58 sene önce yaptıkları yüzünden 88 yaşında hapse giren Brozova-Polednova’nın öyküsü de bu sayfada yeralıyor...
Prag duruşmaları, Stalin’in yargılamalarının taklidiydi
MİLADA Horakova’nın Prag’da 1950 Mayıs’ında görülen ve aslında bir senaryodan ibaret olan mahkemesi, Sovyet lider Stalin’in muhaliflerini ortadan kaldırmak maksadıyla 1930’lu senelerde Moskova’da düzenlediği duruşmaların kötü bir kopyasından ibaretti.
Mahkemenin halk üzerinde etkili olup korku yaratması için Sovyetler’den uzmanlar getirtilmiş, senaryoyu bu uzmanlar hazırlamışlar, kimin ne yapacağı önceden en ince ayrıntısına kadar belirlenmiş ve hâkimlerle savcıya da sadece bu senaryoyu oynamak düşmüştü. Horakova, o sırada 15 yaşında olan kızına hapishaneden yazdığı mektupta “Ben, ölüme başım dik olarak gidiyorum. Anneler çocuklarını nasıl seviyorlarsa seni öyle sevdim ama iyi bir şekilde yetişmen için artık çaba gösteremeyeceğim. Hayatında bundan böyle olmayacağımdan dolayı sakın üzülme ve başkalarının seni ezmesine de izin verme ve mücadeleye kararlı ol” diyordu. İdamından birkaç saat önce ailesini görme izni verilen Milada Horakova kızına mektubunda yazdıklarını tekrarladıktan sonra darağacına çıkartıldı.
MİLADA Horakova ile beraber komünizm karşıtı üç kişiyi idam ettiren kadın savcı Ludmila Brozova-Polednova, 1921’de doğmuş, hukuk fakültesinde öğrenci iken Nazi işgaline karşı mücadele etmiş ve adını 1950’deki duruşmalar sırasında duyurmuştu.
Brozova-Polednova’nın, Horakova darağacına çıkartıldığı sırada cellâda “Bu o....punun sakın boynunu kırma, yavaş yavaş boğ, o şekilde gebersin!” diye bağırdığı, idamdan sonra da sevinç kahkahaları attığı söyleniyordu... Uzun yıllar savcılık yaptıktan sonra gözlerden uzak ve sakin bir emeklilik hayatı yaşayan Brozova- Polednova hakkında 2006’da Prag Şehir Mahkemesi’nde dava açıldı. O sırada 85 yaşında olan emekli kadın savcı “adlî yoldan cinayet işlemekle” suçlandı ama savcılığın daha geniş araştırma yapıp delil toplayabilmesi için, dava bir sene sonraya bırakıldı. Savcı, 2007’de tekrar başlayan davada Brozova- Polednova’yı “siyasî ve adlî yolları kullanarak cinayet işlemekle” suçladı. Gözleri çok az gören, kulakları neredeyse hiç işitmeyen ve bastonuna dayanarak güçlükle yürüyen Brozova-Polednova ilk duruşmalara katılmadı ama karar celsesine gitti. Son sözleri sorulduğunda 1950’deki tutumu konusunda geri adım atmadı, “yasaların emrettiği ne ise onu yaptığını” söyledi ve “İhaneti yargıladığımız mahkemeler düzmece değildi, idam edilenler de suçlarını kabul etmişlerdi” dedi.
Brozova-Polednova, 11 Eylül 2008’de yaşı da gözönüne alınarak kanunun en alt sınırından tecilsiz altı yıl hapse mahkûmedildi. Karar, 19. yüzyıldan, Habsburg İmparatorluğu zamanından kalmış olan ve yüz küsur sene boyunca uygulanmamış olan bir kanun maddesine dayanılarak verilmişti. Mahkeme başkanı kararı açıklamasından sonra bu kadar ileri yaştaki bir kadının hapse girmesinde şahsen bir fayda görmediğini ama Çekoslovakya’nın bir dönem ile yüzleşmesinin şart olduğunu, yüksek mahkemenin Brozova-Polednova’yı hapishaneye göndermek yerine başka bir yol bulacağını ümid ettiğini söyledi. Brozova-Polednova ise, karardan sonra “Benimgibi 88 yaşında olan bir insan hapishanede ölmekten korkmaz, ben de korkmuyorum” dedi ve Horakova’nın idamındaki rolünden dolayı pişmanlık duymadığını tekrarladı. En yakın arkadaşlarının Naziler tarafından kurşuna dizildiğini görmüş bir kişi olarak Horakova’nın siyasî faaliyetlerini gözardı etmesinin imkânsız olduğunu iddia etti ve 1950’deki duruşmalarda sadece görevini yaptığını anlattı.

Başsavcılık da Brozova- Polednova hakkında verilen mahkûmiyet kararının “geçmişteki siyasî cinayetlerin ortaya çıkarılmış olmasına yeterli bulunduğu” görüşü ile yüksek mahkemeden mahkûmun hapishaneye gönderilmemesini istedi. Yüksek mahkeme ise mahkûmiyet kararını onaylayıp Brozova- Polednova’nın cezasını çekmesine karar verdi ve 88 yaşındaki emekli savcı, 19Mart 2009’da “Svetla nad Sazavou” cezaevine kapatıldı. Brozova-Polednova’nın avukatları, müvekkillerinin sağlık sorunlarını ileri sürerek cezanın affı için ardarda girişimler yaptılar ama Çek Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi talebi reddetti. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de aynı şekilde bir karar verince, avukatlar bu defa Cumhurbaşkanı Vaclav Klaus’a başvurdular. Çek kamuoyu ise Brozova- Polednova’nın mahkûmedilmiş olmasını devletin 1950’deki adlî facialar konusunda özür dilemesi olarak görüyor ve doksanına merdiven dayamış bir kadının hapishanede kalmasını gereksiz buluyordu. Cumhurbaşkanı Vaclav Klaus, 21 Aralık 2010’da Brozova-Polednova’yı sağlık sorunları yüzünden hapishanede kalmasına imkân bulunmadığı gerekçesiyle affetti ve yaşlı savcı o gece tahliye edildi. Tahliyesinden sonra Cumhurbaşkanı Klaus’a alâkasından dolayı teşekkür etmekle yetinen Brozova- Polednova şimdi Prag’da tek odalı bir apartman dairesinde tek başına yaşıyor...
http://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/743718-cek-kadin-politikaciyi-astiran-kadin-savci-davadan-58-yil-sonra-88inde-hapse-girdi

 "Geçenlerde bir yerlerde mektubun uzak bir yıldızın ışığı gibi olduğunu okumuştum.”
  "Işığı bize gelir ve üstümüze yansır.”
  "Kaynağı çoktan gitmiş ve artık yoksa bile karanlıkta yolumuzu gösterir.”
  "Onları yazan eller çoktan gitmiş olsa bile seni kelimelerimle kucaklayacak ve öpeceğim.”
  "Tek kızım Jana... Tanrı bir kadın olarak hayatımı seninle kutsadı.”
  "Babanın büyülü aşkı dışında sen kaderden aldığım en büyük hediyeydin.”

**
Korkuyorum.
 Son sözün var mı?
 Düşüyorum.
 Bu savaşı kaybettim.
 Onurumla gidiyorum.
 Bu ülkeyi seviyorum.
 Halkını seviyorum.
 Nefret duymadan gidiyorum.
  Jana'm, Tanrı hayatımı öyle bir biçimde planladı ki  sana her şeyimi veremedim.
  Ama görevimin tüm çocukların iyi yaşayabildiğini görerek  sana iyilik etmek olduğunu hissettim.
  "Ve küçük kızım umudum, gelecekteki affediciliğim.”
  "Yaşa.
 Hayata iki elinle sarıl.”
  "Son nefesime kadar mutluluğun için dua edeceğim.”
  "Her zaman seninle olacağım.”
**
  "Hayat zor.”
  "Kimseyi şımartmaz.”
  "Ve insana her vurduğunda on darbe indirir.”
  "İnsan bu dünyada yalnız yaşamaz.”
  "Bunda hem büyük bir mutluluk hem de muazzam bir sorumluluk vardır.”
  "Zorunluluğumuz bencilce davranmak yerine başkalarının ihtiyaçları  ve hedefleriyle kaynaşmaktır.”
  Mütevazı olmayı öğrenin.
  Sahip olmadığınız maddi şeylerden ötürü mutsuz olmayacaksınız.
  Bir şeyi adil olarak gördüğünüzde  uğruna savaşabilecek ve ölebilecek kadar emin olun.
  Bana acımayın.
  Güzel bir hayat yaşadım.
 Cezamı tevazuyla kabul ediyorum.
  Vicdanım rahat ve daha yüksek mahkemenin,  Tanrı'nın sınavını da geçeceğime inanıyor, bunun için dua ediyorum.
  Çayırlara, tarlalara ve ormanlara gidin.
  Orada açan çiçeklerin kokusunda  benden bir parça bulacaksınız.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar