Sabri Tandoğan
Tesâdüf
Soru:Efendim, tesâdüfler hakkında ne düşünüyorsunuz,
tesâdüfe inanıyor musunuz?
Cevap: Efendim, dünyada bir tane tesâdüf varmış, o da
lügatlerdeki tesâdüf kelimesi...
Kesinlikle tesâdüfe inanmıyorum.
Ne
zaman Kul
Bir gün Şaziye Anneye sordular, ne zaman şükreden bir
kul olabiliriz? Cevap, çok düşündürücü, çok anlamlı idi. “Ne zaman ki kendinden
fazla nimet verilmiş kimse görmezsen” buyurdular. Cenâb-ı Hakk’a muhabbet edip,
yalnız O’nu dost edinene her iş kolay olur. O’nu anlayanın gözünde başka hiçbir
şeyin değeri kalmaz. (Gönül S…)
Şikâyet...
Şikâyet... şikâyet... hep şikâyet, herkesten şikâyet
Hak’tan uzaklığın en belirgin göstergesi... Mevlânâ, Fih-i Mâfih’de “İnsanların
kötülüklerine katlanmakla senin huyun düzelir, onlarınki ise bozulur. Şimdi
madem ki bunu öğrendin, artık kendini temizle ve onları, pisliklerini
temizlediğin bir bez parçası olarak bil” diyor. Allah Teâlâ’nın Kitabında,
“Kötülüğü en iyi tarzda def et” emri vardır.
Toprak ve
Gül
Moğollar İslâm âlemine kan akıtarak
gelirlerken Mevlânâ, “Biraz bekleyin onlar bahar rüzgârları gibi olacak”
diyordu. Moğollar müslüman olunca gerçekten de içlerinden gül gibi, ipek gibi
ruhları çıktı. Aşk, kendi dar benliğini aşmak, Allah’a doğru yönelmek demektir.
Gülün kokusunda, toprak kokusu asla hissedilmez. Bizim yüzümüz de bir güldür,
toprağımız hayat. Şahsiyet, hayatı meziyet haline getirir. Neyi inleten, ebedî
sevgiliye özlemdir. İnsanoğlunu AlIah’a aşk yaklaştırır. Yarının çiçekleri,
bugün ekilen tohumlardır. Yaşamanın hüneri, her yeni günün güzelliğini
görebilmektedir.
Değer
mi Değersiz
Japon dilinde küçük, basit, önemsiz, değersiz gibi kelimeler
yok.
Göremiyorsak kabahat bizim. Aşık Veysel “yumma gözün kör
gibi” der, mesele, her şeyin değerini, yerini, rolünü kavramada.
Melih Cevdet Anday, “Önemli olan hayattaki olaylar
değil, o olaylar karşısında insanın takındığı tavırdır” diyor.
Diliyle aşk diyenler bilemez aşk nidüğünü,
Yunus
Cennet
mi Cehennem
Hz.Ali
Kerremallâhü veche’ye sormuşlar: “Efendim,” demişler, “Siz bir kimsenin cennete
mi, cehenneme mi gideceğini şimdiden bilebilir misiniz?” O da “Evet.” demiş,
“Nasıl?” diye sormuşlar. “Bunun için illa geleceği bilmek gerekmez. O kişinin
dünya hayatına bakarım; pırıl pırıl tertemiz bir yaşantısı var mı, herkesle
güzel geçiniyor, insanlara sevgiyle yaklaşıyor, her anını dolu dolu, şükür
duyguları içinde geçiriyor mu… Bunları yapabilen bir kimse zaten daha bu
dünyadayken cenneti bulmuş demektir, o, âhirette de cennette olur.” diye cevap
vermiş.
Ben
mi Toz mu
Buda’dan sonra Hindistan’ın yetiştirdiği en büyük insan,
Mahatma Gandhi, “Sabahleyin evden çıkarken,” diyor, “ayakkabımın üzerindeki bir
toz zerresinden kendimi daha büyük görsem ağlayarak Allah’a sığınırım”.
Sevgilim Sevgi
En
büyük Türk hikayecisi Sait Faik Abasıyanık, bir hikayesinde şöyle der: "Her
şey bir insanı sevmekle başlar." Önemli olan o bir insanda başlayan
sevginin denize atılan bir taşın dalga dalga büyümesi gibi yeryüzündeki tek
istisna olmadan bütün insanlara, bütün hayvanlara, bütün bitkilere, bütün eşya
ve cemâdata ulaşabilmesidir. Sevgi, vâroluşun, yaratılışın en büyük sırrıdır.
İnsan sevdiği ve sevildiği sürece vardır, yaşıyordur. Hem de renk ve ışık
içinde yaşıyordur. Şair Bedri Rahmi Eyüboğlu, "İnsan âlemde insanları
sevdiği müddetçe yaşar." diyor. Sevmeden sevilmeden yaşayan insanların
yaşayan bir ölüden ne farkları vardır. Sevgiyle bakır altınlaşır, sevgiyle
geceler nurla dolar, sevgiyle etrafımızı hep melekler sarar. Rahatça "Nerede
sevgi, orada Allah" diyebiliriz. Sevgisiz geçen bir ömür nafiledir.
Böyle bir yaşantıyla insan en büyük zararı kendisine verir. Seviyoruz,
seviliyoruz güzelliğimiz bu yüzden diyen insanlar ne mutlu, ne güzel, ne hoş
insanlardır. İnsanoğlu hayatta yalnız sevdiği ve sevildiği zaman tekâmül
edebilir. "Sevmek devam eden en güzel huyum" diyebilenler ne
mübârek insanlardır.
Dinleme
Sanatı
Kur’an-ı Kerim “Oku” diye başlıyor, Mesnevi-i Şerif,
“Dinle” diye başlıyor. Ama hiçbir kitap “Konuş” diye başlamıyor. Dinlemek başlı
başına bir sanat ve bütün nüanslarıyla onu uygulayan, hayatında yaşayan o kadar
az insan var ki. Bir gün bir dost bizi Armada’da, Uludağ Restoranta döner
yemeye davet etti. Bir masaya oturduk. Biraz ötede bir hanımlar gurubu vardı.
On beş kadar hanım oturmuşlar sohbet ediyorlardı. Artık buna ne dereceye kadar
sohbet denir, orasını siz düşünün; birbirini dinleyen yoktu. Hepsi bir ağızdan
konuşuyorlardı. Sesleri öyle yükseliyordu ki biz kendi aramızda sohbet etmekte
güçlük çekiyorduk. Gözlerimi alamıyordum, istisnasız hepsi birden konuşuyordu.
Yarabbi, bu ne işti… O kadınlar adına utandım. Genelikle üç beş kişinin bir
araya geldiği yerlerde bu kadar olmasa bile insanlar biraz sonra söz aldıklarında
ne söyleyeceklerini düşünerek karşılarındakini dinlemiyorlar. O arada belki
güzel bir fikir söyleniyor ama dinleyen kim… Gidin bütün kitapçıları gezin,
sorun, “Sizde konuşma sanatı üzerine kitaplar var mı?” deyin. Hepsi en az beş,
altı kitap ismi söyler. Ama güzel dinleme sanatı üzerine kitap var mı diye
sorsanız kitapçı hayretle yüzünüze bakar, “Yok Efendim,” der, “varsa da ben
hatırlamıyorum”. Sanırım dünya üzerinde dinlemenin bir sanat olduğunun farkına
varan yalnız Japonlardır. Yıllarca önceydi. Matematik profesörü olan bir
arkadaşım bir bilimsel kongre ile ilgili Japonya’ya gidecekti. Veda etmeye
geldi. “Sabri, sen Japonları seversin. Almamı istediğin bir şey varsa lütfen
çekinmeden söyle, memnuniyetle alıp getireyim.” dedi. “İlgine teşekkür ederim,”
dedim, “yalnız bir ricam var. Ginza Caddesinde gezerken bir kitapçıya uğra ve
sor: Sizde güzel konuşma sanatı üzerine kaç kitap var, güzel dinleme sanatı
üzerine kaç kitap var?” Kitapçının vereceği cevapları küçük bir kağıda yaz ve
bana getir.” Arkadaşım Japonya dönüşü bana uğradı ve istediğim emanet küçük
kağıdı verdi. Okuduğum rakamlar beni ürpertmişti. Güzel konuşma sanatı üzerine
kitapçıda mevcut eserlerin sayısı ikiydi, ama güzel dinleme sanatı üzerine
yazılan eserlerin sayısı yirmi üçtü. Bu durum beni yıllarca düşündürdü.
Demek ki dinlemek, gerçek mânâda dinleyebilmek büyük bir sanattı. Ne yazık ki
bu gerçek bize ne ailemizde, ne okuduğumuz okullarda öğretilmemişti. Hatta niye
Allah bize iki kulak vermişti de bir ağız vermişti, bunun dahi farkına
varmamıştık.
Bir gurup insanın bulunduğu yere gidelim. Herkesin bir
an evvel konuşabilmek için can attıklarını görürüz. Bazıları daha da
acelecidirler, dünyanın en çirkin işini yaparlar, söz keserler. Avının üstüne
saldıran bir vahşi hayvan gibi kendilerini tutamazlar. Küçük bir çocuktum. Beş
yaşındaydım. Annem beni bakkala gönderirdi. Bakkala girdiğim zaman önce
karşıdaki levhayı okurdum. Levhada “Edep Ya Hu!” yazıyordu. Ama biz edebin
önce saygı ile, efendice dinlemekten başladığını bilmiyorduk.
Japonlar dinlerken inanılmaz
bir saygı, edep, zarafet içinde bulunuyorlar ve karşılarında konuşan şahsın
sade söylediklerini değil, söylemediklerini de, söyleyemediklerini de anlamak,
kavramak istiyorlar.
Çünkü insanlar bazen duygularını, düşüncelerini tam olarak anlatamazlar.
Bazıları saklarlar, gizlerler. İşte gerçek dinleme sanatı odur ki o
gizlenenleri de çözmek için çaba harcanır. Bir Japon filminde görmüştüm. İki
kişi konuşuyordu, dinleyen bütün dikkatini toplamış, inanılmaz bir incelikle
muhatabını dinliyordu. Aklıma bir söz geldi: ”Söyleyenin diline hikmet,
dinleyenin bakışından gelir.” Kendimizden paha biçelim: Bizim için son derece
önemli bir düşünceyi anlatıyoruz. Karşımızdaki insan boş bakışlarla, canından
bezmiş bir şekilde arada esneyerek sözde bizi dinliyor. Şimdi soruyorum: Böyle
bir durumda siz konuşmak ister misiniz? Bundan bir süre önce verdiğim
konferansımda dinleyicilerin arasında bulunan minik bir kız çocuğu bir süre
sonra sıkıldı. Yerinden kalktı, ortalarda bir yerlerde oturan ananesinin
kucağına gitti. Çok rahatsız olmuştum, konsantrasyonum bozulmuştu. Bir kere
minicik bir çocuk böyle bir toplantıya getirilir miydi? Onun sıkılacağını ve
estetik konulu bir konferansı layıkıyla dinlemesine ve anlamasına imkan ve
ihtimal olmayacağını annesinin bilmesi gerekirdi. Reaksiyon gösterdim. Sonra
ana kız salonu terk ettiler. Konferanstan sonra bir hanım yanıma geldi ve “Niye
çocuğu üzdünüz?” dedi. O hanıma öyle kırıldım ki herhalde ölene kadar unutamam.
Bütün bunlar bizim toplum olarak dinleme sanatından ne kadar uzak olduğumuzu
göstermiyor mu?
Geçen gün televizyonu karıştırıyordum. Meclisten naklen
yayın vardı. Milletvekilleri birbirlerine öyle bağırıyorlardı ki, öyle hakaret
ediyorlardı ki… Utandım, sıkıldım. Hayatta daima muhatabını edeple, saygıyla,
tevazu ile dinleyen insanlar beğenilmiş, hürmet görmüşlerdir. İlkokuldan
itibaren okuduğum okullarda ve üniversitelerde daima kürsünün önündeki sıraya
oturdum ve olanca dikkatimle, edebimle, saygımla hocalarımı dinledim. Sonuç ne
mi oldu dersiniz, bütün okuduğum okullarda hem sınıf birincisi hem okul
birincisi oldum. Şunu bir öğrenebilsek… Aslında bütün kâinat konuşuyor.
İnsanlar, hayvanlar, bitkiler, bütün eşya ve cemadat… Ama hepsi kendi hâl
diliyle konuşuyor. İş, bütün bunları dinlemeyi öğrenebilmekte. Alman
Edebiyatının Geothe’den sonra en büyük ismi Rilke, eserlerinde sürekli olarak
“Görmeyi öğreniyorum” der. Benim de müsaade buyrulursa dinlemeyi öğreniyorum
diyeceğim geliyor.
Fransız Edebiyatının en büyük şairi Boudler’e sormuşlar:
“Hayatta sizi en çok ne heyecanlandırır?” Boudler cevap vermiş: “Bulutları
dinlemek… Hepsi her an şekil değiştirerek, renk değiştirerek öyle güzel şeyler
anlatıyorlar ki… Onları dinlemeye doyamıyorum.”
Birbirini saygı ile, edep ile dinleyen kimseler arasında
bir kavga, ihtilaf çıkabilir mi? Günümüzde çok kullanılan bir söz var. Boşanan
çiftlere niye ayrıldınız diye sorduğunuzda “Aşk bitti.” diyorlar.
“Birbirimizden usandık.” Aman Yarabbi… Bu ne gaflet, bu ne büyük aptallık.
Hiç insan sevdiğinden bıkar mı, usanır mı?... Doğrusu hayret ediyorum. Bir
insanın yüz elli yıllık ömrü olsa bu hayat bir kadını sevmek için yeterli olur
mu? Fuzuli,
“Aşk imiş her ne var âlemde
İlim bir kıyl-u kâl imiş ancak”
diyor. Bir insanı sevmeye bir ömür yetmediği gibi bir
tabloyu seyretmeye bir senfoniyi dinlemeye, güzel bir şiiri doya doya okumaya
da bir ömür yetmez. Ortaokul birinci sınıfta bir resim öğretmenimiz vardı: Sema
Hanım. Resme aşık bir hanımdı. Her ders bir büyük ressamın albümünü sınıfa
getirir ve o ressamın tablolarını bize birer birer seyrettirirdi. Bu arada da
izahlarını yapardı. Bir derste Leonarda Da Vinci’nin albümü getirmişti. Orada
Mona Lisa’nın resmi vardı. Görünce hayran olmuştum. Sonra Fransa’ya gittiğimde
o albümü aldım. Her gün Mona Lisa’ya baktım. O tablodaki güzelliğe hâlâ
doyamadım.
Acaba günümüzde insanlar neden birbirlerini dinlemek
istemiyorlar, isterseniz bu hususu irdeleyelim. Sebep, nefsten, egodan başka ne
olabilir? Hep görüyoruz, insanlar her şeyi bildiklerine, her şeyi
öğrendiklerine öyle inanmışlar ki… Acaba karşımızdaki insan da doğru olan, iyi
olan, güzel olan bir şey söylüyor mu diye hiç düşünmüyorlar. Hani bir söz
vardır: “Söyleyene bakma, söyletene bak.” diye. Bazen küçük bir çocuğun
ağzından büyük bir hakikat çıkabilir. Yıllarca önceydi, rahmetli eşim Rana
Hanım, “Sabri, akşam Danıştay’dan çıkınca Sakarya Caddesine gidip Erzincanlılar
pazarından biraz kahvaltılık al.” demişti. Yolda, önümde beş, altı yaşlarında
iki kız çocuğu konuşuyorlardı. Biri, “Ayşe hastalanmış, ziyaretine gittin mi?”
dedi. Öbürü, “Gidemedim.” dedi. “Hastaya eli boş gidilmez ki… Yanımda ne bir
kolonya alacak, ne de bir çiçek yaptıracak param yok.” Onun üzerine soruyu
soran, “Benim yanımda birkaç kuruş var. Köşede bir adam nergis satıyor. Birkaç
sap alalım, götürelim.” deyince arkadaşı itiraz etti. “Hiç hastaya nergis gider
mi?” Arkadaşı, ”Neden gitmezmiş? Dostum beni arasın da acı fındıkla arasın.”
diye cevap verdi. Yarabbi, bu ne muhteşem bir sözdü. Hemen cebimden
defterimi, kalemimi çıkarıp not ettim. Bazen bir mısra gibi tekrarlarım,
“Dostum beni arasın da acı fındıkla arasın.” diye. Rahmetli Ord. Prof. Süheyl
Ünver yazılarında sık sık tekrarlardı. “Daima yanınızda bir defter, kalem
bulundurun. Yolda, çarşıda, pazarda, otobüste giderken hiç belli olmaz, bir
kimse o kadar güzel bir söz söyler ki hemen defter kaleminizi çıkarın, not
alın. Olabilir insan her an unutabilir.” derdi. Ben de nereye gidersem gideyim
daima yanımda bir defter kalem bulundururum. İşittiğim güzel sözleri not
alırım.
Bazılarınız şöyle düşünebilir: Her şeyi, herkesi büyük
bir dikkatle ve saygıyla dinlemenin bize ne faydası olacak? Değerli
kardeşlerim, eğer biz bu dünyaya bir misyonla geldiğimize inanmışsak, asli
görevimizin kendimizi yetiştirmek, adam olmak olduğuna inanıyorsak buna
mecburuz. Kültür bir birikimdir. Bu birikim ancak çevremizi dikkatle etüt
ederek, dinleyerek elde edilebilir. “Bilmem diyen öğrenir, bilirim diyene ne
verilir.” Yunus Emre, “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır.” diyor. Öyle
birkaç fakülte bitirmekle, bazı yüksek makamlara gelmekle adam olacaklarını
sananlar ne kadar yanılıyorlar.
Geçen sene bir arkadaşım resim sergisi açmıştı. Aynı
zamanda da avukat olan bu arkadaşımız sergisine birçok hukukçuyu, bu arada
birçok Danıştay’dan, Yargıtay’dan üyeleri, başkanları çağırmıştı. Sergiden
sonra ikram vardı. Dikkat ettim. Çevremizde konuşulan tek şey hastalıklar,
alınan ilaçlar, yapılan perhizlerdi. Emekli bir Yargıtay Başkanı salonda kimi
görse ona sesleniyor, yüksek sesle, “Tansiyon 17” diyordu. Biz de onun adını o
gün “Tansiyon 17” koymuştuk. Hiçkimse okuduğu bir kitaptan, dinlediği bir
senfoniden, seyrettiği güzel bir tablodan, işittiği güzel bir sözden
bahsetmiyordu. O gün duyduklarımdan hem üzüldüm, hem utandım.
Yıllarca önce tanıdığım çok yakışıklı, çok iyi bir işi
olan bir genç evleniyordu. Beni de nikah şahidi olarak çağırmıştı. Bir husus
dikkatimi çekmişti: Evleneceği kız mütevâzi, sade bir kızdı. Bir gün o gence
sordum: ”Eşinde hangi özelliği bularak ona evlenme teklif ettin?” dedim.
Verdiği cevap beni yıllardır düşündürüyor: “Beni çok güzel dinliyordu.” dedi.
Demek ki sadece güzel dinlemek bir insanı evliliğe götürecek kadar
etkileyebiliyordu. İngilizlerin bir atasözü vardır. Derler ki: “Bir kimse
muhatabından bir espriyi onuncu defa bile dinlemiş olsa ilk defa işitiyormuş
gibi gülebiliyorsa hakiki centilmen odur.” Dinlemesini bilen insan, hayata
saygı duyan, sevgi duyan edepli insandır. Dinlemek hayatın kendisidir.
Dinlemek, aşktır. Pascal diyor ki: “İnsanın başına ne gelirse işleri bittikten
sonra, bir köşeye çekilip, kendini dinlememekten, olan bitenlerin muhasebesini
yapmamaktan ileri gelir.”
Senelerce evveldi. İstanbul’da bir gazeteci arkadaşımı
ziyarete gitmiştik. O zamanlar Tercüman Gazetesi 500.000 tirajıyla Hürriyet
ile yarış ediyordu. Ergun Göze, o gazetenin köşe yazarıydı. Oturduk, sohbet
ederken sordum: “Ergun Bey” dedim “Günler nasıl geçiyor?” Güldü… “Kuru
temizleme yapıyoruz.” dedi. Doğrusu hayret etmiştim. ”Kuru temizleme dükkanı mı
açtınız?” dedim. “Yok,” dedi Ergun Bey, “akşam çocuklar okuldan gelince eşimle
beraber onları dinliyoruz. Günleri nasıl geçti, hocalar ne anlattı,
arkadaşlarından neler öğreniyorlar… Onları iyice dinledikten sonra
dinlediklerinde, öğrendiklerinde yanlışlar, hatalar varsa onları çocukları
ürkütmeyecek bir şekilde düzeltiyoruz. Eşimle buna kuru temizleme diyoruz.” Ergun
Bey’in o sözünü yıllarca düşündüm. Birçok ana baba böyle düşünseydi, böyle
hareket etseydi. Herhalde birçok olay kendiliğinden halledilirdi.
Dinleme öyle bir olay ki bizi dinleyen kalabalık ne
kadar çok olursa olsun dikkatle dinleyen, saygıyla, edeple dinleyen bir kişiyi
ömür boyu unutamayız. Ve bir gün o kimse bize bir taleple geldiği zaman onu
hatırlar, derhal isteğini yerine getiririz. Ben okulda derslerimi çok iyi
dinlediğim ve öğrendiğim için eve geldiğimde ders çalışmama gerek kalmazdı.
Bende her akşam tiyatroya giderdim. O zaman devlet tiyatrosu şimdiki gibi
soytarıların elinde değildi. Her piyes bana yepyeni ufuklar açar, bazen
gördüğüm bir piyesi dört beş kere izlerdim. Beni için tiyatro o zaman en büyük
üniversite idi. Rahmetli İsmet Paşa Viyana’dan Avrupa’nın en büyük rejisörü
Carl Ebert’i getirmişti. Carl Ebert, A’dan Z’ye pırıl pırıl bir tiyatro
kurmuştu. Sonra o canım tiyatro Cüneyt Gökçer ve Ayşen Gökçer’in eline geçti.
Onlar da tiyatronun içine ettiler. Bugün gidip seyredilecek bir tek piyes
dahi yok. Onun için insanlarımız bu kadar kabalaştı, insanlıktan çıktı. Tiyatro
da amacından uzaklaştı, yazık oldu.
Yıllarca evveldi… Kızılay’da Gima’nın karşısında Ulus
Sineması vardı. Orada bir film seyretmiştim: “Ağa Düşen Kadın”. Filmin orijinal
ismi “Ağ”dı, ama öyle tercüme etmişlerdi. Film, iki film uzunluğundaydı.
Girişte iki film parası alıyorlardı. Bütün film boyunca sadece beş küçük cümle
vardı, başka konuşma yoktu. İnsanlar duygularını, düşüncelerini bakışlarıyla
anlatıyorlardı. Hayat boyunca gördüğüm en güzel filmdi. Ama dinlediği zaman,
bütün nüanslarıyla dinlediği zaman, onun önünde yepyeni ufuklar açar, yepyeni
güzellikler belirir. Onun için akıllı insanlar konuşmaktan daha çok dinlemeyi
severler.
Dinlemek her şeyin önünde gelir. Dikkat edelim hayatta
âmâ peygamber vardır ama sağır peygamber yoktur. Bir bebek dünyaya geliyor.
Kulakları eğer iyi işitiyorsa çevreyi dinleye konuşmayı öğreniyor. Dinleme
olayı iki yıl sürüyor. İki yıl sonra tek tek kelimelerle konuşmaya başlıyor.
Demek ki güzel konuşmanın ilk şartı küçük yaşlardan itibaren çok iyi
dinlemesini bilmektir. Bir öğrenebilsek dinlemeyi, belki o zaman konuşmak bile
istemeyeceğiz.
SABRİ TANDOĞAN
HAK-SES DERGİS, HAZİRAN 2012
Görmeyi Öğrenmek
Yunus
Emre bir şiirinde “Gören göz değil gönüldür.” diyor. İnsanın gönül gözü
açılmadıktan sonra gözleriyle yalnız zâhirde olanı, şekilde olanı görebilir.
Görmek olayı, öyle muhteşemdir ki; onu yalnız görme organı olan gözle
sınırlandırmak bizi çok büyük yanılgılara götürür. Görmek olayının içine işitme
organı, dokunma organı, koklama organı dâhildir. Çok değerli şâir ve saz
sanatkârı Âşık Veysel’e İstanbul’dan bir doktor haber yollar: “Veysel, seni çok
seviyorum. Karar ver, İstanbul’dan araba göndereyim, seni buraya getirtip kendi
hastanemde ameliyat ettireyim, gözlerini açtırayım. Tedaviden sonra yine kendi
arabamla köyüne göndereyim.” Veysel cevap verir: “Sayın doktorum ilgine çok
teşekkür ederim. Ama benim dünyam o kadar güzel ki; müsaade et, ben o
güzellikler içinde yaşayayım.” der. Bu olaydan hepimizin öğreneceği nice
dersler vardır. Aşık Veysel, bir şiirinde “Güzelliğin on para etmez, bu bendeki
aşk olmasa; Eğlenecek yer bulaman, gönlümdeki köşk olmasa.” der. Asıl güzellik
insanın iç âlemindedir.
Bir
hastanede yatalak hastaların bulunduğu bir odaya, cam kenarındaki yatağa yeni
bir hasta gelir. Bu hasta camdan dışarı bakarak, her gün bir öykü anlatır,
oradaki diğer hastaları eğlendirir. Öyle güzel şeyler anlatır ki; bazen onları
güldürür, bazen duygulandırır, bazen hayranlık ve hayret duyguları uyandırır.
Mesela; “Şimdi bir anne ve kucağında bir çocuğu geçiyor, çocuk annesinin
omuzuna başına dayamış uyuyor. Annesi onu büyük bir şefkatle kucaklamış.” veya
“Çocuklar okuldan çıkmışlar, şakalaşıyorlar. Şimdi simitçi geçiyor. Çocuklar simit
alıyorlar.”, “Bu sabah köşedeki ağaç bahar çiçekleriyle donanmış. Gelen geçen
mis gibi çiçek kokularını soluyor.” Birkaç gün sonra ise; “Hafif esen rüzgâr,
ağaçtaki beyaz pembe bahar çiçeklerini savuruyor. Çiçekler yerlere yayıldı.
Ağaç yaprakları filiz veriyor.” gibi çok güzel şeyler anlatıyor. Bunları
dinledikçe kapı tarafında, cama uzak düşen bir yatakta yatan hasta, için için
“Keşke ben cam kenarında olsam, oradan bu güzellikleri ben de görsem.” diye
hayıflanır, o hastanın yerine geçmek istermiş. Cam kenarında yatan hasta bir
hafta sonu bir gece rahatsızlanır, ilacını almak ister. Eli uzanamaz. Kapının
yanında yatan hasta onu görür ama ilgilenmez. Seslense hemşire gelecek,
müdahale edip ilacını verecek ama o içinden o hastanın ölmesini istemektedir. Çünkü
onun yerine cam kenarına kendisi geçecektir. Sabahleyin vizite çıkan doktor ve
hemşireler cam kenarında yatan hastayı ölü bulurlar. Derhal oradan çıkartılır,
morga götürülür. Bu arada kapı eşiğindeki hasta, hemşireye: “Beni cam kenarına
alır mısınız?” diye seslenir. Hemşire, “Hay hay.” der. Yatak değiştirilir.
Hasta yerleşir yerleşmez büyük bir keyifle yatağından doğrulur, cama doğru
bakar… Bir de ne görsün. Camın arkasında uzun ve kapkara bir duvardan başka bir
şey yok. Ne gelen var, ne geçen. Üstelik camdan soğuk rüzgâr esiyor, üşüdüğünü
hisseder. Artık hasta odası, soğuk ve sessizdir. Diğer hastaların bakışları o
güzel hikâyeleri anlatan hastanın yerini alan, cam kenarındaki yeni hastaya
döner. O ise anlatacak hiçbir şey bulamaz. “Burada sadece kapkara bir duvar
var.” der. Bu öykü beni yıllarca düşündürmüştür.
Görme
de bir eğitim ister. Hem de nasıl bir eğitim... Goethe’den sonra, Alman
Edebiyatının en büyük ismi olan Rilke’yi okuyacak olursak, bu hususta hepimiz
bir fikir ediniriz. Rilke, birçok kitabına “Görmeyi öğreniyorum.” diye başlar.
Sabahın erken saatlerinde Versailles Sarayı’nın bahçesine girer, bir ağacın
önünde oturur, saatlerce o ağacı incelermiş. Görme eğitimine kendini öylesine
vermiş ki; Paris’in Şanzelize Caddesi’nde gezerken bile gördüğü her şeye ama
her şeye dikkat eder hatta bir dükkânın tabelasında bile bir güzellik bulsa,
durur uzun uzun o güzelliği içine sindirirmiş. Rilke, görme eğitimini yalnız
gözleriyle yapmaz, işitme, dokunma, koklama duyularını da geliştirmeye
çalışırmış.
Rilke,
bir eserinde; “Görmeyi öğreniyorum. Henüz yeni başlıyorum. Aman Yarabbi; meğer
ne çok insan yüzü varmış.” der. Danıştay’da bir arkadaşım vardı. Bizden on yaş
büyüktü. Sık sık şu nasihatte bulunurdu: “Sabahleyin evden çıkarken en az elli
tane maskeyi cebinize koyun. Günlük hayattan duruma göre, o maskelerin birini
çıkarır, birini takarsınız.” derdi. O arkadaşımız gün geldi, çok zengin oldu
ama hiçbir zaman mutlu olamadı. Çünkü ne sevdi, ne sevildi. Bu arkadaşımız
keşke Mevlana’yı okusaydı. Onun “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol…”
sözünü hayatına uygulasaydı.
Bir
arkadaşım söylemişti: “Günlük hayatımda şunu tespit ettim: Bazı insanlar yalan
söylerken, onlardan hiç de hoş olmayan, tuhaf, kötü bir koku çıkıyor. O kokuyu
hissettiğim zaman, karşımdaki insanın yalan söylediğini anlıyorum. Tam aksine,
dürüst, temiz, nezih, Allah yolunda insanlardan, çok güzel bir koku yayılıyor.”
Rahmetli hocam, Op. Dr. Münir Derman’dan da bazen öyle güzel bir koku yayılırdı
ki o kokuyu hep hissedebilmek için, yanından ayrılmak istemezdim. Uzun yıllar
önceydi. Rahmetli eşim Rana Hanım’la beraber, merhum Kenan Rifai Hazretleri’nin
kabrini ziyarete gidiyorduk. Biraz yürüdük, dayanılmaz güzellikte bir koku
hissettik. “Rana,” dedim, “bu güzel kokuyu duyuyor musun?”, “Evet, Sabri.”
dedi. Oradan biraz uzaklaşınca koku kesildi. Geriye döndük, biraz yürüdük. O
güzel koku tekrar başladı. Bu güzel kokunun sahibini öğrenmek için mezarlık
müdürüne gittik. Durumu anlattık ve o kabrin kime ait olduğunu sorduk. Müdür
bey, “Efendim,” dedi, “uzun yıllar evvel gömülen bir velînin kabrinden geliyor
o koku.” Bu olayı ömür boyu unutamadık.
Ses
tonu bir insanı görmenize yardım eden en büyük faktörlerden biridir. Bir
kimseye telefon edin, cevap verişine göre o şahsın karakteri hakkında fikir
edinirsiniz. Bazı kimseler, o kadar kaba, o kadar küstah bir şekilde cevap
veriyorlar ki; “Tamam,” diyorsunuz, “ne mal olduğunu kendisi söylüyor.” Yüz
ifadeleri, bakışlar o kadar çok şey anlatır ki görmesini bilenlere… Yalan
söyleyenler, riyakâr, samimiyetsiz olanlar derhal anlaşılır. İnsan ağzı ile,
dudakları ile yalan söyleyebilir, ama gözleriyle asla… Çünkü gözler yalan
söylemez.
Görmesini
bilenler, asla aldanmazlar. İnsan görme eğitimini son nefesine kadar devam
ettirmelidir. Hayat yolu o kadar çetin, karışık, engellerle dolu ki… Görmesini
öğrenirsek hayat yolunda dürüst, temiz, efendice yürümesini öğreniriz. Birçok
tuzaklara düşmekten kurtuluruz. Hayatta birçok insan iç dünyasını saklar.
Anlattıkları, her zaman söylemek istedikleri değildir. Önemli olan,
muhatabımızın sade söylediklerini değil, söylemediklerini, söyleyemediklerini
de anlayabilmek, hissedebilmektir. Bu durum yerine göre insana çok şey öğretir,
çok şey kazandırır. Unutmayalım önümüz tuzaklarla dolu. Özellikle günlük
hayatta seçeceğimiz dostları pozitif insanlardan seçelim, onlarla görüşelim,
varsa bir derdimiz, sıkıntımız onlara açalım. Negatif insan sıkıntımızı daha
çok artırır. Bazı hassas insanlar, negatif insanlarla görüştükçe tansiyonları
yükselir, doktora da gitseler, ilaç da alsalar, tansiyonlarını düşüremezler.
Onlar bir bilse ki; asıl ilaçları, pozitif insanlardır, onlarla sohbettir.
Fransız
yazarı Jean Paul Sartre, “Hayat bir seçimden ibarettir.” der. “Hayatın her
anında, bir seçim karşısında bulunuyoruz. Ancak belli bir düzeye gelen
insanlar, iyiyi, güzeli ve doğruyu seçebilirler.” der. Bu seçimi müspet olarak
yapamayanlar, daima hayat karşında yenik düşerler. Hastalıktan kurtulamazlar.
Hayat yolunda adam gibi yaşayabilmemiz için, daima pozitif olanı seçmemiz
gerekiyor. Ya iyiyi, güzeli, doğruyu seçebilen bir göze sahip olalım yahut da
bir pozitif insanla daimi istişarede bulunalım. Aksi takdirde ayaklar altında
paspas oluruz. Nice insanlar var ki; gerçeği, doğruyu ve güzeli göremedikleri
için başları beladan kurtulmuyor, ömürleri hep şikâyet etmekle geçiyor.
Hayatta
her şey bizim bakışımıza göre ya bir anlam kazanıyor ya da o anlamı kaybediyor.
İki mahkûm, bir hapishanenin penceresinden bakıyorlarmış. Bütün gün yağmur
yağmış, birinci mahkûm pencereyi açmış, yere bakıp tükürmüş ve “Aman Yarabbi,”
demiş “ne berbat, ne feci bir gece; yerler vıcık vıcık çamur.” İkinci mahkûm,
başını gökyüzüne çevirmiş, “Allah’ım ne muhteşem bir gece, gökte yıldızlar
pırıl pırıl” demiş. İşte iki mahkûmun aynı pencereden hayata bakışları...
Hayatta da hep böyle oluyor. Aslında; güzellik kâinatın her zerresinde mevcut.
Kuran-ı Kerim’de bir Ayet var. Her okuyuşta ürperiyorum: ”Ne yana bakarsan bak,
Allah’ın vechi oradadır.” Buyruluyor.
Önemli
olan görmesini öğrenebilmek, o güzellikleri görebilmek. Yıllarca önceydi,
Paris’te Louvre Müzesi’ni geziyordum. Oradaki muhteşem tabloların önünde
gönlümün kapılarını açmış, o güzellikleri özümsemeye çalışıyordum. Sıra
Leonardo da Vinci’nin “La Jaconde” tablosuna gelmişti. Yıllar var ki hep o
muhteşem tabloyu görebilmenin heyecanı içinde beklemiştim. Öyle muhteşem bir
güzellik ki; kendimi tutamadım, ağlamaya başladım. O sırada bir grup geliyordu.
Grubun en önünde geleni bir hanım, tabloya baktı, alaycı bir ses tonuyla: “Mona
Lisa dedikleri meğer bu kokonaymış.” dedi. Sonra uzaklaştılar. Ben de ister
istemez iki mahkûmun pencereden bakışlarını hatırladım. Hayat olayları hep
böyleydi. Onun için görmeyi öğrenmek son derece önemli. Yunus Emre; “Gören göz
değil gönüldür.” diyor. Herkes bakıyor ama herkes göremiyor. Japonlar, bir
resim sergisine giderken, önce banyo yapıyorlar. Temiz çamaşırlar giyiniyorlar,
evden çıktıkları andan itibaren kimseyle konuşmuyorlar, kendilerini sergideki
güzellikleri görmeye hazırlıyorlar. Serginin kapısından dua ederek içeri
giriyorlar ve her tablonun önünde sanki bir hükümdarın önündeymiş gibi, saygı
ile durup o tablodaki güzelliği algılamaya çalışıyorlar. Sergiyi gezerken
kesinlikle konuşmuyorlar.
Doğruyu,
güzeli görebilmenin bir şartı da bütün önyargılardan uzak, objektif olarak
olaya bakabilmektir. Çünkü bir önyargı bizi birçok güzelliklerden
uzaklaştırabilir. O zaman bakarız ama göremeyiz.
Ressam
John Marin der ki; “Size bir temrin olarak şunu telkin etmek isterdim; bir kere
olsun aklınızı ve dostlarınızın aklını evde bırakarak, yalnız iki gözünüzle
sokağa çıkınız. Öyle şeyler görmeye başlayacaksınız ki şaşıracaksınız.”
Her
ne kadar Yunus Emre “Gören göz değil, gönüldür” diyorsa da, önce gönlün arı,
duru, tertemiz bir hale gelebilmesi gerekir. Peki bunun için ne yapmamız lazım?
Yapılacak şey ortada: Tertemiz bir hayat yaşamak, yalandan uzak, dedikodudan
uzak, cimrilikten uzak, Allah’ın ve Peygamberin yolunda giderek yaşamak…
Bunları yapmadıkça sadece kendimizi kandırmış oluruz. Hazreti Peygamberin öyle
Hadisleri var ki ancak onları uygulayarak, günlük hayatımızda yaşayarak gönül
sahibi olabiliriz.
Günlük
hayatta çok sık işittiğimiz bir söz vardır: ”Benim kalbim temiz.” derler. Sanki
mübarekler kalplerini deterjanla temizlemişler. Kendilerini ne güzel
aldatıyorlar. Yıllarca, binlerce insana sordum: Peygamberimizin “Ya hayır
söyle, yahut sus." Hadis-i Şerifini bütün nüanslarıyla uygulayabildiğiniz
mi?” diye… Bu güne kadar hiç kimseden “Evet” cevabını almadım. Allah, cümlemize
bu Hadis-i Şerifi uygulamayı nasip etsin.
Görmek,
bütün varlığımızla baktığımız her ne ise onun derinliklerine inebilmek, onu
olanca varlığımızla sevmek demektir. Görmek heyecan demektir. Görmek aşktır.
Acaba insanlar görmesini bilselerdi, bu ülkede bu kadar çok boşanma olur muydu?
Sabri
Tandoğan
HAK-SES,
NİSAN 2012
Zaman Nasıl Değerlendirilir?
Zaman
bizim en kıymetli hazinemiz. Ama bunun farkına varan kaç kişi var. Mesela bir
iş yapacağız, ilk yaptığımız başlamayı ertelemektir. Bugünse yarın, yarınsa
öbür gün, bu hafta ise öbür hafta. Hepimize her ay su parası, elektrik parası,
telefon parası, kartımızdaki süre bittiyse hava gazı parası geliyor. Birçoğumuz
her ay apartman aidatı ödüyoruz. Bunları zamanında ödeyen kaç kişi var? Hep
erteliyoruz. Mesela, okuyup iade etmek üzere arkadaşımızdan bir kitap alırız.
Bir türlü elimiz gitmez, bir an evvel okuyup verelim diye. Hep erteleriz. Acaba
kaç insan maaşını, ücretini aldığı zaman bütçesini yapar? Evlendiğim ilk aydan
itibaren bir adetim vardı. Zarfların üzerine o ayki bütün harcamaları yazardım.
Aldığım maaşı zarflara ayrı ayrı koyardım. Bu şekilde hayat boyu para sorunum
olmadı. Hayat boyu, çocukluk yaşlarımdan itibaren kimseden ödünç almadım.
Ayağımı yorganıma göre uzattım. Gün oldu eşimle beraber kuru ekmek yedik ama
kimsenin kapısını borç için çalmadık. Ev almıştım, her ay belirli bir miktar
müteahhide ödüyordum. O gün aybaşıydı. Maaş aldık. Müteahhidin parasını zarfa
koydum, fakat zamanında işten ayrılamadım. Çünkü çok önemli bir tüzük
müzakeresi vardı. Müzakere bittiği zaman saat gece yarısı 23:00 idi. İşten
çıkar çıkmaz müteahhide gittim. Kapısını çaldım. Beni görünce şaşırdı: “Hayrola
Sabri Bey?” dedi. Durumu anlattım. “Bu ayki borcumu ödemeye geldim.” dedim.
Müteahhit “Ben almam o parayı, bir acelesi mi var?” dedi. “Evet acelesi var.”
dedim. ”Ben bu parayı şimdi size vermezsem, gece sabaha kadar uyuyamam…” Hayat,
en ince ayrıntılara kadar saygılı olmadıkça, insanca, efendice yaşanmıyor.
Borçlu bir insan eğer onurlu, efendi bir insansa borcundan kurtuluncaya kadar
rahat ve huzur içinde yaşayamaz. Nereye giderse gitsin o borcu kafasında taşır.
Benim borçlarımı günü gününe ödememdeki asıl incelik buradadır.
Beş
yaşında küçük bir çocuktum. Rahmetli annem edebiyat öğretmeniydi. Üç dil bilen,
çok kültürlü bir hanımefendiydi. Aynı zamanda çok titizdi. Bütün ev işlerini
kendisi yapardı. Romatizmadan musdaripti. Yorulduğu, ayakta çok kaldığı zaman
ağrıları başlar, hemen divanda on, on beş dakika istirahata çekilirdi. Yatarken
muhakkak eline bir kitap alır, kaldığı yerden okurdu. Böylece her dakikasını
değerlendirirdi. Bir gün “Anneciğim, zaten çok kısa bir süre dinleniyorsun. O
zaman içinde kitaptan ne kadar okuyabilirsin?” diye sordum. Annem güldü:
“Yavrum, o süre içinde pek çok sayfa okunur, o kadar zamanımı niye boşa
geçireyim?” dedi. Bu söz, bana ömür boyu unutamayacağım bir ders oldu. O günden
itibaren ben de her dakikamı değerlendirdim. Yirminci yüzyılın en büyük
zekâlarından biri olan Einstein, günlük çalışmalarından yorulduğu zaman hemen
piyanosunun başına geçer, müzikle dinlenirmiş. Bugün Larousse’dan sonra
dünyanın en büyük lügatı kabul edilen “Litree”yi kendi halinde, dar gelirli bir
Fransız olan Litree günlük çalışmalarından ayırabildiği iki saatlik bir zamanla
iki yıl gibi bir sürede hazırlamıştır. Dünyanın en büyük hikayecisi olan Çehov
doktordu. Kalabalık bir aile Çehov’un geliriyle kıt kanaat geçinmeye
çalışıyordu. Çehov, evine biraz daha fazla para götürebilmek için gece
yarılarına kadar çalışır, eve gelir, biraz bir şeyler yer sonra oturur
hikayelerini yazardı. O binbir güçlükle yazılan hikayeler bugün dünya edebiyatında
baş tacı ediliyor. Keza, büyük romancı Gorki bir fırın işçisiymiş. Bir yandan
ekmek pişirirken bir yandan da kitaplarını fırında yanan odunların ışığında
yazmış. Dünyanın en büyük ressamlarından Van Gogh, kulübe kadar bir odada
yaşar, resimlerini orada yaparmış. Ağabeyinin verdiği ufacık bir harçlıkla, acı
soğan, kuru ekmek yaşamaya çalışırmış. Bundan on beş sene evvel bir tablosunu
açık artırmada hiç kimse satın alamadı. Japon Hükümeti bütçesinin önemli bir
kısmını ayırarak o tabloyu aldı, müzesine götürdü. Ankaralı tasavvuf severlerin
yakından tanıdığı Azize Anne, doksan yaşından sonra Kuran-ı Kerim hıfzına
başladı. Birkaç sene sonra Hakka göçtüğü zaman hıfzını bitirmişti.
Bir
türlü işlerini zamanında bitiremeyen insanları yakından inceleyecek olursak şunu
görürüz: O kimselerin kafaları karmakarışıktır. Düşüncelerin biri gelir, biri
gider. Bir türlü kendilerini toparlayamazlar. Bir işi yapmak için karar
veremezler, işlerini hep ertelerler. Bizim gençliğimizde bir tango vardı:
“Yarın olsun yarın olsun diye günler soluyor, neye baksam, neyi görsem bana bin
dert oluyor.” diye. Bazı kimseleri görünce hep bu tangoyu hatırlarım. Hep yarın
olsun, yarın olsun derler. Hep işlerini son ana bırakırlar ve tabii
yetiştiremezler. Yıllardır dikkat etmişimdir. Birkaç yıl önce henüz otomatik
ödemeler başlamamışken telefon ödemelerinin son gününde postanelerin önü
Fener-Beşiktaş maçında uzayan kuyruklar gibi uzar giderdi. İnsanlar saatlerce o
kuyruklarda beklerlerdi. Henry Ford, “Zor iş, zamanında yapılmayan kolay
işlerin birikimi ile ortaya çıkar.” der. Her şeyin bir zamanı vardır. O iş
zamanında yapılmayınca kıymeti de kalmaz. Nişan, evlilik tebriklerinde, bir
kimse bir yüksek makama terfi edince tebrikler; cenazeye baş sağlığı dilemede
taziyeler zamanında yapılmalıdır.
Genellikle
insanların bir kısmı hep mazide yaşar. Keşke falancayla evlenseydim veya
evlenmeseydim, falanca arsayı keşke kaçırmasaydım, alsaydım… Bu keşkelerin sonu
bir türlü gelmez. Bazı kimseler hep geleceği yaşarlar. Yılbaşında Milli
Piyangonun büyük ikramiyesi bana çıkarsa neler yaparım hayallerinin sonu bir
türlü gelmez. Bir gün Çankaya’dan daire alır, bir gün Gaziosmanpaşa’dan. Bir
gün Mercedes alır, birgün Limuzin. Bu suretle insanlar en kıymetli
hazinelerini, zamanlarını boşa harcamış olurlar. Halbuki mâzi acısıyla,
tatlısıyla geçip gitmiştir. Yapacak bir şey yoktur. Gelecek ise meçhul.
Hiçbirimiz yarın sabaha çıkacağımızı garanti edemeyiz. Geriye şimdiki zaman
kalıyor. Önemli olan anımızı yaşayabilmek, o an içinde ne yapılması gerekiyorsa
onu yapmak. Tasavvufta buna “ibnûl vakt” olmak denir. Yani “zamanın çocuğu”
olabilmek…
Bir
işi yapabilmek için en münasip zaman içinde bulunulan “an”dır. Bunlar bazı
insanlara basit gözükebilir, kolay gelebilir. Ama hayatın en ince
özelliklerinden biridir bu husus. Başarının da mutlu ve huzurlu yaşayabilmenin
de sırrı bu sözdedir. Peygamber Efendimizin çok anlamlı, insanı uzun uzun
düşündürecek bir Hadis-i Şerifi var: “Farz edin ki elinize bir meyve ağacı
fidanını aldınız, bahçenize dikeceksiniz. O sırada kapının önünden insanlar
geçiyor, bağırıyorlar: ‘Kaçın kaçın kıyamet kopuyor.’ O durumda bile siz
elinizdeki fidanı toprağa dikin, dibini sulayın. Ondan sonra bırakın kıyamet
koparsa kopsun.” Peygamber Efendimiz bir başka Hadis-i Şerifinde de “Bir
kimseyi sevdiğiniz zaman ona sevginizi söyleyiniz, acele ediniz, yarına
bırakmayınız. Yarın ikiniz için de çok geç olabilir.” Buyuruyor.
Kuran-ı
Kerim’de “Bir işten yorulduğun zaman onu bırak, hemen başka bir işe geç.”
Buyruğu vardır. Burada görülüyor ki anlar bile değerlendirilmeli. Dinlenmemiz
bile bir işten başka bir işe geçmekle oluyor. Miskin miskin oturmak, uyuşuk
kalmak yok.
Peygamber
Efendimizin harikulade güzel Hadis-i Şeriflerinden biri de “Ya hayır söyle
yahut sus.” Hadisidir. Kainatın en büyük şairi Yunus Emre’nin de güzel bir
mısraı var: “Yunus bir haber verir, işidenler şâd olur.” diye. Vaktimizi
malayâni işlerle geçirmeyelim. Ya hayır söyleyip, insanları mutlu ve huzurlu
edelim yahut malâyaniden, boş sözlerden uzaklaşarak sükût edelim.
Hem
bilim adamı hem büyük bir düşünür olan Pascal diyor ki: “Hayatta insanların
başına ne gelirse, hep işlerini bitirdikten sonra eline bir kitap alıp bir
köşeye çekilerek okuyup, üzerinde tefekkür etmemekten doğar.” Hayat
sandığımızdan çok daha kısa, her dakikasının değerlendirilmesi gerekiyor. Büyük
Alman şairi Rilke, “Görmeyi öğreniyorum.” der. Görmeyi öğrenebilmek büyük bir
dikkat ister. En büyük Fransız şairi Valery, “Deha, dikkattir.” der. Dinde,
ilimde, güzel sanatlarda yol alabilmenin ilk şartı, dikkatli olmaktır. En büyük
israf zamana karşı yapılandır. Zamanımızı israf etmeyelim. Çünkü onun kaybolan
bir tek dakikası bile milyarlarla geri getirilemez. Zamanın değerini bilemeyen,
sahip olduğu hiçbir şeyin de değerini bilemez.
Zamanı
değerlendirmenin bir yolu da her gece yatmadan önce ertesi günü neler
yapılacağını önemlerine göre sıraya koyarak küçük bir kağıda not almaktır.
Ertesi günü onları sırasıyla yapmaktır. Mevlana,“Dün, dünle beraber geçip gitti
cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım.” diyor. Kuran-ı Kerim’de şöyle
Buyruluyor: “Allah, her an yeni bir şe’n üzeredir.” “Şe’n” oluşum demektir.
Zaman kelimesi tersten okununca ortaya “namaz” kelimesi çıkar. Günde beş vakit
namaz kılmanın birçok hikmetlerinden biri de insanın zamanını disiplinli olarak
kullanmasını sağlamasıdır. Tasavvufta çok anlamlı bir söz vardır: “Zaman içinde
zaman, mekan için mekan vardır.” derler. Bu da, zamanın çok dikkatli
kullanıldığı taktirde bereket kazandığını gösteriyor. Küçük bir ev, eşyası çok
dikkatli yerleştirilirse o dar mekan da bereket kazanır, büyür, genişler.
Vaktiyle,
Avrupa’nın en büyük rejisörü olan Carl Ebert, Türkiye’ye davet edilir. Devlet
tiyatrosunun sanatkarlarını yetiştirirken bir taraftan da konservatuarın
tiyatro bölümündeki öğrencilerine ders verir. Bir gün derste öğrenciler bir
tiyatro sanatkarını öve öve bitiremezler: “O öyle bir sanatkar ki piyes bittiği
halde bir türlü kendine gelemiyor, rolünün etkisinden kurtulamıyor.” derler.
Bunun üzerine Carl Ebert öğrencilerine “Hayır, gerçek sanatkar rolü bittiği
anda yeni hayatına hemen adapte olabilendir.” der. Keşke bizler de bu sözü
hayatımızın her anında uygulayabilsek. Olaylara takılıp kalmasak, her anımızın
güzelliğini idrak edip, yaşayabilsek. Allah bunu cümlemize nasip etsin.
Sabri
Tandoğan
Dilenciler
Ve Dilencilik Üzerine
Dilenciler aslında yoksul olmadığı halde kendisini
yoksul göstermek suretiyle imkânı olanlardan sözle, yazıyla, davranışlarıyla
para veya eşya isteyen kimselerdir. Bunlar istekte bulunduğu kişilerin
duygularını sömürmek yoluyla amaçlarına ulaşmak isterler. Bazen o kadar ısrarla
isterler ki insanlar ya utanarak, ya usanarak, hiç de gönüllü olmadan para veya
eşya verirler.
Zaman zaman hepimizi daraltıp, bunaltan sokak
dilencilerinin bir kısmının fiziksel özürlü oluşu dilenme işini başarıyla
yürütmelerinde önemli bir rol oynamaktadır. Bu yüzden bazı dilenciler özürlü
rolünü oynarlar. İki gözü de körmüş, kolu, bacağı sakatmış gibi davranırlar.
Bir kısım dilenciler de fiziksel özürlü eşini veya çocuğunu aracı olarak
kullanmakta, bazıları bir başka rol yapan dilenciyi yanlarına alarak insanların
yardım etme duygularını sömürmektedirler. Sokaklar ve caddeler, cami önleri ve
mezarlıklar, tren istasyonları, otogarlar ve otobüs durakları, evler ve
işyerleri, üst veya altgeçitler dilenmenin mekanlarını oluşturmaktadır.
Dilenciler bazen doğrudan para veya eşya isteyerek dilenmekte, bazen verilen
herhangi bir şeyi reddetmeyerek bunu da kâr saymaktadırlar. Dilencilerin,
dilenmelerinin nedenini işsizlik, yoksuzluk, hastalık, sakatlık, yolda kalma
gibi gerekçelere dayandırmalarına rağmen birçoğu hiç ihtiyacı olmadığı halde
dilenciliği bir meslek olarak algılıyor, kolay para kazanmanın bir yolu olarak
görüyorlar. Orta Anadoludaki bir vilayetimizin bir köyünde bütün erkeklerin
dilenciliği meslek haline getirdikleri bilinmektedir. Dilenmeye gitmeyi “kâra
gitmek”, dilencilikten evlerine dönmeyi ise “kârdan gelmek” olarak ifade
etmektedirler. Yasal düzenlemelerin olmaması dilenciliğin devam etmesinde
önemli bir faktördür. Belediyeler “kaldırım işgaliye cezası” uygulayıp yerleşim
merkezinin dışına çıkarmaktan başka bir önlem alamamaktadır. Bu tür cezalarla
sorunun önüne geçilemiyor ki… Çözüm için eğitimle beraber yasal düzenlemelere
kadar uzanan geniş yelpazeli düzenleme ve uygulamalara kadar gitmek gerekir.
Peygamber Efendimiz SAV, “Dilenmekte ısrar etmeyiniz.
Allah’a yemin ederim ki sizden biri benden bir şey ister de hoşuma gitmemesine
rağmen bir şey koparırsa verdiğim malın bereketini görmez.” Buyuruyor. Öyle
insanlarla karşılaşırız ki adeta insanın yakasına yapışır, ısrarla bir şeyler
isterler, az çok bir şey almadan asla bırakıp gitmezler. Hadis-i Şerifte bu tür
zorlamalar özellikle yasaklanmıştır. Israrla dilenerek elde edilen malın da
kimseye faydası olmayacağı açıkça ifade edilmiştir.
Burada İmam Ahmet İbni Hanbel’in duası ne kadar
anlamlıdır: “Allah’ım yüzümü Senden başkasına secde etmekten koruduğun gibi
Senden başkasından bir şey istemekten de koru.”
Malını çoğaltmak için dilenmek kıyamet gününde dilenci
için yüz karası olacaktır. Üç beş kuruş için yüzsuyu dökmeyi göze alan kimse
kendi şeref ve haysiyetini ayaklar altına almış olur, ahirette de herhangi bir
değeri olmaz. Peygamber Efendimiz SAV Buyuruyor ki: “Kim ihtiyaç içine düşer de
bunu insanlara açarsa ihtiyacı kapanmaz. Kim de ihtiyacını Allah’a arz ederse
Allah’ın hemen veya ileride o kimseye rızık vermesi umulur.”
Utandığı için iffetli davranarak kimseye el açmayan
fakirler üstün nitelikli insanlardır. Yıllardır düşünürüm: “İhtiyaç sahibi
dilenciler için, dilenciliğe zorlanan çocuklar ve sokak çocukları için merkezler
kurulsa, bir kısmında barındırılsalar, bir kısmında kendilerine uygun görülen
el sanatları öğretilip uygulaması yaptırılsa, bir kısmında onların eğitimi için
özel filmler gösterilse, özel piyesler oynansa… Özellikle akşam
yemeklerinden sonra bazı aydın kimseler getirilip moral verici, hayatı ve
insanları tanımaya yönelik konuşmalar yaptırılsa… Sonra onlar istidatlarına
göre müzikle, resimle, edebiyat ve şiirle güzel sanatlara yöneltilse… Bunların
hiç de masraflı olacağını sanmıyorum. Yeter ki ilgili kurumlar inançla, aşkla
meselenin üstüne eğilsinler. Bu şekilde büyük bir toplumsal yara daha en güzel
bir şekilde kapanmış olacaktır.
Sabri Tandoğan
ARALIK 2011/YOYAV DERGİSİ
Gerçek
Sevgiyi Yaşamak
Bir izleyicim bana konuşmalarımda en fazla sevgi
konusunu ele aldığımı yazmış, sebebini soruyor.
Ben gerçekten sevgiyi hayatın dayanak noktası olarak
görüyorum. Mevlana “Sevgiden bakır altınlaşır.” diyor. Sevgiyle düşmanın dost
olacağı inancındayım. Sevgisiz bir yudum su bile içmek istemiyorum. Parayla
yatlar, katlar, Mersedesler, alırsınız ama gerçek sevgiyi parayla asla elde
edemezsiniz. Belki karşı cinsten bazı insanlar birbirlerine parası için sevgi
gösteriyor olabilirler ama ben bunun samimi bir sevgi olacağına inanmıyorum.
Sevgi, insanı Allah’a ulaştıran bir yoldur. Nerede sevgi, orada Allah… Nerede
saygı, edep, orada güzellik… Samimi kanaatimce sevgi hayatın odak noktasıdır.
Sevgiyle hastalar iyileşir, yoksulluklar zenginliğe, üzüntüler mutluluğa
dönüşür. Sevgi bir güzelliktir, estetiktir, bizi Allah’a götüren en kısa
yoldur. Rasülullâh “salla’llâhü aleyhi ve sellem” Efendimiz, bir Hadis-i
Şeriflerinde “Eğer biriniz bir kimseyi seviyorsa hemen gidip sevgisini ona
haber versin. Yarına bırakırsanız ikinizden birisi için çok geç olabilir.”
Buyurmuşlardır. Sait Faik Abasıyanık bir eserinde “Her şey bir insanı sevmekle
başlar.” der. Dünyanın en büyük olayı sevgidir, ama samimi, içten, sımsıcak bir
sevgidir. Ben sevgiyle hastaların bile iyileştiğini gördüm. Aralarında öyleleri
vardı ki hayata, insanlara kırgın ve küskündüler, ama gerçek sevgiyle
karşılaştıklarında dirilip, yaşama sevinciyle dolmuşlardı.
Yaşamak demek para kazanmak, yemek içmek, uyumak mıdır?
Ne olur parayla her şeyin, gereğinde sevginin de alınabileceği kanaatinden
vazgeçelim. Bir insanın yüreğindeki sımsıcak sevgiyi, hayranlığı parayla satın
alamazsınız. Gecekonduda yaşayıp bir tarhana çorbasını sofraya zor koyabilen
aileler gördüm, ama onların arasında çok mutlu oldum. O evlerde yaşanan büyük
bir sevgi olayı vardı. Ama öyle saltanat içinde yaşayan aileler de gördüm ki
onlarda o bir göz odalı gecekondularda yaşanan mutluluk ve huzurun zerresi dahi
yoktu.
Hepimizin istisnasız biraz sevgiye ihtiyacımız var. Ne
olur “Bana ne, benim keyfim yerinde…” demeyelim mümkün olduğunca sevgimizi
insanlara gösterelim. Yıllarca önceydi. Bir gün bir yaşlı hanım Danıştay’da
ziyaretime geldi, zorlukla yürüyordu. “Ben çok yaşlı ve yoksul bir hanımım,
size de hediye olarak sadece simit getirebildim.” dedi. Simidi memnuniyetle
aldım, ben de ona bir hediye takdim ettim. O simidi akşam yanımda götürdüm,
evde eşimle paylaştık. Bundan her ikimiz de çok duygulandık, hiçbir şeyle
ölçülmesi mümkün olmayan bir mutluluk duyduk. Ne olur insanlara hep verelim,
hep verelim… Bu az, bu çok demeyelim. Ben eşyayı da eşya olarak görmüyorum.
Onlara da sevgi , saygı gösterelim. Yaşama çizgimiz ne kadar uzun bilemeyiz,
inşallah hayırlı, güzel ömürlerimiz olsun. Biz hep sevelim, durmaksızın
sevelim, yerdeki bir çöpten gökteki samanyoluna kadar aşkla, heyecanla sevelim.
Ve bir gün bizler de Kuran-ı Kerim’deki “O senden Razı, Sen O’ndan razı olarak
gir cennetime.” Ayetine mazhar olalım. Biz de Fazıl Hüsnü gibi
“Ben dünyaya ağırlığımca sevgi vermişim,
Ses edin ey uzak diyarların gençleri,
Bütün antenlerimi germişim”
diyelim. Bütün önyargılarımızı bir kenara bırakalım.
Görünen o ki artık ülkemizde sevgi azalıyor. Türkiye İstatistik Kurumu
verilerine göre boşanmalar sürekli artıyor. Gençler fedakârlıklarla yuvalar
kuruyorlar ama bir süre sonra kavgalar, münâkaşalar başlıyor. Sorsanız, “Sebep
ekonomik.” diyorlar. Hayır efendim, sevgi yok da ondan. Yok şu istenen marka
olmamış, yok koltuklar istenen yerden alınmamış… Alınmasa ne olacak, minderde
oturulur. Lüks düşüncesinin altında yatan şey sevgisizliktir, ilgisizliktir.
Bir kadın, kendisine saygıyla yaklaşan, sevgiyle yaklaşan birisi olsa belki
lükse, kürklere o kadar düşkün olmaz. Bakıyorsunuz her şeye sahip kimseler
herkesten daha fazla kavga ediyorlar. İnsan bazen gecekonduda bile otursa,
eşinin elini tutunca kendini gökyüzünde hissediyorsa isterse aç uyusun, ne
çıkar? İnsanı güzel yapan şey sevgidir, edeptir. İnsanları uyuşturucuya götüren
asıl sebebi yıllarca düşündüm ve cevabını “sevgisizlik” olarak buldum. Çocuk
eve geliyor, anne yok. Nerede? Konkende, şurada burada. Baba yok. Nerede? İş
çıkışı bir yerlerde. İkisi de surat bir karış dönüyorlar. Olmuyor böyle
efendim… Hepimizin ihtiyacı olan en büyük şey sevgi. Ellerimiz tutulmak,
saçlarımız okşanmak, omuzumuz dokunulmak istiyor. İnsan bunu göremezse gıdasını
asıl o zaman alamamış oluyor. Önce sevgi, sonra ekmek… Ben aranmak istiyorum,
sevilmek istiyorum, hatırlanmak istiyorum. Eğer aranmazsam, özlenmezsem,
sevilmezsem, ölmeyi tercih ederim. İşte insanlar aradıkları, özledikleri
sevgiyi bulamadıkları zaman sigara ve alkolden sonra uyuşturucuya yöneliyorlar,
büsbütün mutsuz oluyorlar.
Bir sevgiyi sonuna kadar aynı zarafet ve güzellikte
götürebilmek için onu saygı ile de sürekli beslemek gerekir. Saygı olmadan
gerçek sevgi yaşanamaz. Ancak sevginin de aşırısı zararlıdır. Çayınıza fazla
şeker koysanız içemezsiniz. Bir çocuğu sevmek demek onun her isteğine boyun
eğip onu firavunlaştırmak demek değildir. Bu ona en büyük kötülüğü etmektir.
Çocuğun yanında çok nazik ve kibar olmalı, onunla büyük bir kimseyle konuşur
gibi konuşmalıdır. Bunu en iyi Japonlar uyguluyorlar, çocuklarına bir hükümdar
muammelesi yapıyorlar ama asla şımartmıyorlar. Bir çocuğun da omuzuna bir elin
sımsıcak bir sevgiyle konması gerekiyor efendim.
Peki, sevginin kaynağı nedir? Ben sevginin kaynağı
olarak Allah sevgisini görüyorum. Hiçbir ateistin sevgi dolu olduğunu görmedim.
Ateist arkadaşlarım var. Ben onlara sevgi gösteririm ama onlardan bir sevgi
görmüyorum. Dostluğumuz devam ediyor yine de. Benim bahsettiğim Allah sevgisi,
“Yok sen şunu yapmadın, şunu giymedin, Müslüman değilsin.” diyen bir zihniyet
değil, Yunus gibi “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır.” diyebilen bir
sevgidir. Eğer bütün kâinatı aşkla kucaklayabilirsek gerçek sevgi işte budur.
Uyuşturucu satan insanların idam edilmesi gerekir. Onlar
bizim çocuklarımızı zehirleyip, uyuştursunlar, biz onları affedelim. Olacak iş
midir? Ama verilen cezalar artırılsa da çocukları, gençleri uyuşturucuya iten
asıl sebebin ilgisizlik, şefkatsizlik olduğunu görüyorum. Kimileri diyor ki
“Ben çocuğumu en iyi okula gönderiyorum, ona ne isterse alıyorum. Bunlar yetmez
mi?” Yetmez efendim. O çocuğun her şeyden önce sevgiye ihtiyacı vardır. O
nedenle biz öncelikle kendimize bakalım. Kendimizi çocuklarımıza karşı
düzeltelim. İlgimizi, sevgimizi onlara her davranışımızla hissettirelim.
Saygı ve sevgi dolu, huzurlu günler diliyorum hepinize.
Hayır dualarınızı bekliyorum efendim. Müsaadenizle...
Sabri Tandoğan
EKİM 2011/HAK-SES
Vâroluşun
Anlamı
İnsanın dünyaya gelişinin, vâroluşunun bir anlamı
olmalı… Tesâdüf, rastlantı yalnız lügatlarda var, hayatta yok. Her şey öylesine
iç içe, öylesine ince ipliklerle birbirine bağlı ki. Göremediğimiz, anlayıp
sezemediğimiz zaman işin kolayına kaçıyor, tesâdüf deyip işin içinden
sıyrılıyoruz. Ne de kolay kendimizi aldatıyoruz. Bir bilinmeyeni, başka bir
bilinmeyenle izah edince, iş yaptığımızı sanıyoruz…
İnsanın asıl görevi, vâroluşunun nedenlerini araştırmak,
bulmak, yaşantısını ona göre kurmak değil mi? İşte insan yalnız o zaman mutlu,
sağlıklı ve huzurlu olabiliyor; hayatına bir renk, bir ışık, bir anlam, bir güzellik
geliyor. Fıtratın kânunlarına göre yaşamakla insan gerçek anlamda tekâmül
ediyor, gelişiyor. Unutmayalım, insanı insan eden yine insan oluyor. İnsanı
anlayabilmek, öğrenebilmek, son derece zor, karışık, girift bir olay. Bir aşk
işi. Uzun yılları gerektiriyor. Olağanüstü bir çaba, gayret ve çalışmak,
sabretmek, beklemek, tahammül etmek, nice zorluklara göğüs germek var. Bütün
bunlardan sonra insanı, o meçhûlü, o bilinmeyeni, o kâinatın en büyük sırrını
bir nebze olsun belki anlayabiliyoruz. Bu bir maraton, son nefese kadar devam
ediyor. Beşikten mezara kadar sürüyor.
Andre Gide’e sormuşlar:
“Efendim, seksen yaşına geldiniz. Nobel dâhil, en büyük ödülleri aldınız. Neden
hâlâ, sabahlara kadar çalışıyorsunuz?” Andre Gide gülmüş, “İnsanları tanımak,
anlamak istiyorum” demiş.
Eski Yunan
felsefe okulunun kapısında “Kendini Tanı” diye yazıyordu. Kâinatın Efendisi,
“Nefsini bilen, Rabbini bilir” buyuruyor. Her insan kendi içinde bir âlem.
Yunus, “Bir siz dahi sizde bulun, benim bende bulduğumu.” der ve ilâve eder:
“Seni deli eden şey, yine sendedir sende”. Onda hiçbir varlıkta olmayan bir ruh
var. Kâinatın sırrı belki de insanoğlunun içinde. Bir Kudsi Hadiste, “Ben
insanın sırrıyım, insan benim sırrım” buyruluyor. İbadet etmeyen insan, ruhunun
yurdunu ziyaret etmemiş demektir. J.P. Sartre, mânâ âleminin güzelliklerinden,
inceliklerinden uzak olduğu için çevresinde hep pislik gördü, çirkinlik gördü.
Daha dünya hayatını yaşarken, kendi cehennemini yaşadı. Oysa içi Allah aşkıyla
dolu bir İslam velîsi bütün kâinatı gül bahçesi gibi görüyordu:
“Gül alırlar, gül satarlar
Gülden terazi tutarlar
Gülü gül ile tartarlar”
diyordu. Ona göre hayat, vâroluş öyle bir pazardı ki,
alan güldü, satan güldü, terazi güldü, dirhem güldü. Âlemde mânâsız ne vardı?
Mânâsızlığın bile bir mânâsı yok muydu? Çiçeklerdeki güzellik Yaradanın
kullarına bir tebessümü değil miydi? Kokusu bile ayrı bir mânâ güzelliğini
anlatmıyor muydu?
Çiçekteki tebessümü görmeyen göze, göz denir mi? Olup
bitenlerdeki mânâyı kaç kişi görüyor?
Bir söz vardır: “Hâdiseler konuşuyor” denir. Ancak
maddenin kesâfetinden sıyrılanlar, arınanlar o dili anlarlar. J.P. Sartre gibi
Hak’tan uzak yaşayanlar hâdiselerin altında ezilirler. Unutmayalım, dikeninden
çekinen ellere gül vermezler. Mânâ âleminin güzelliklerini, ancak o âlemde
yaşayanlar algılayabilirler. Bîgâne olanlar, başkaları cehennemdir deyip,
kendilerini karanlığa mahkûm ederler.
Dünya hikmetler âlemidir. Hikmet için birtakım nedenler,
vesileler gerekir. Âhiret kudret âlemidir. Kudret için vasıtaya gerek yoktur.
Kudret ancak Hak’kın fiilî tecellisi ile olur. Allah her şeye kâdirdir. İnsanın
aynası gönlüdür. Yüzünü ona çeviren kendini görür. Cahilin dili kalbinin
önündedir. İrfan sahibinin dili, kalbinin arkasındadır. Sabır sahibi olanlar
hâline râzı olurlar. Kötü söz yabanî ota benzer. Sulanmasa da yetişir. İyi söz
çiçek gibidir. Bakım ister,îtina ister. Tevhide ulaşan için her şey iyi olur.
Uzaklık gider, yakınlık gelir, şer gider, hayır gelir. Sıkıntının, bunalımın
yerini tatlı, hoş, güzel bir huzur alır. Bütün kapılar bir olur. Göze ancak Hak
görünür. Bu hâli bilen yaşayan milyonda birdir. Bir gün gelir; toz duman
kalkar, kimin atlı, kimin yaya olduğu ortaya çıkar. Edep, tevâzu, incelik,
insanı küçültmez, bilâkis yüceltir. Başına bir iş gelirse, tâzimle, saygıyla,
sabırla karşıla. Şifan gelinceye, kurtuluncaya kadar dur, bekle. Feryad etme,
bağırıp çağırma. Şifâ gelince şükürle karşıla, secdeye var. Her dâvâda şâhit
isterler. Şâhidi olmayan dâvâyı kaybeder. Bizim yolumuzda şâhit, tutulan
emirler, dikkat edilen yasaklardır. Hiçbir söz amelsiz kabul edilmez, hiçbir
amel de ihlâs olmadan makbul değildir. İhlâs bir holdingin adı değil,
Peygamberin yoludur. Gerçek ibadet, fâni olanı bâki olana, Allah rızâsı için
terk etmektir. Kerem sahibi olmak için, ilâhi sırları saklamak gerekir. Dünya,
âhirete perdedir. Yaratılmışlara dalmak, Yaradandan ayırır. Velâyet hâlinin
işaretleri, velîlerin yüzlerinden okunur. Ancak anlayış sahipleri, ferâset
hâline ulaşanlar anlayabilir. Bir altın bileziğin kaç kırat olduğunu kuyumcu
bilir, başkaları değil.
Kalbini, gönlünü, maddeye kaptıran, mânâ âleminin
kokusunu alamaz, maddeye gereğinden fazla kapılanlar, ona taparcasına
bağlananlar, en büyük kötülüğü kendilerine yaparlar. İnsanın kendine ettiğini
bir başkası yapamaz. Bir şeye iptilâ, büyük bir imtihandır. Herkes, iptilânın
nereden, nasıl, neden geldiğini fark edemez. Anlayanlar çok azdır. Ve onlar
anlayınca Hak’ka dönerler. Hayat insana emaneten verilmiştir. İnanan insanlar,
rızıkları için endişeye düşmezler. Bilirler ki, bizim aradığımızdan daha fazla
o bizi arar. Hayır, Allah’ın emrini yüce bilmek ve kullarına şefkât göstermekle
tecelli eder. İbadet bir sanat, bir hazine, bütün kâinata tevhit nuruyla
bakmaktır. Allah’ı zikreden dâima diridir. Nimet, Hak’ka uyanlara verilir.
Allah’a aşkla, ihlâsla, imânla bağlı olanları incitmek çok tehlikelidir.
Onların üzerinde titreyen bir sahipleri bulunduğunu unutmamalıdır.
İnsanda bir et parçası var. O iyi olunca bütün duygular
güzelleşiyor, o fesada uğrarsa, bütün varlık anlamını kaybediyor. O, insan
kalbi. O, Allah’ın evi. Yunus ne güzel söylüyor: “Hepisinden iyisi bir gönüle
girmektir…” Hak katına ancak doğruluk adımları ile varılır. İhsan kapısı
kapanmadan acele etmek gerekir. Ölüm ânında bütün kapılar insanın yüzüne
kapanır, tövbeye güç yetmez. İnsanlara, fâni değerlere inanan, güvenen,
bağlanan kimseler huzurun dışında kalırlar. Muaz (R.A.), “Geliniz, bir ânımızı
imanlı geçirelim.” buyuruyor. Sabrın asıl mânâsı Hak’kın kaza ve kaderine boyun
eğmektir. İnsanlarla iyi geçinmek sadakadır.
Kenan Rifâî, “Sükût olsun
sana tevhid.” diyor. Edeple başını önüne eğ, sus, bekle, izin gelinceye kadar
bekle. Zamanı gelince, istemesen de seni konuştururlar. Kur’an-ı Kerim, “Oku”
diye başlıyor, Mesnevî “Dinle” diye. Manevî hazırlığını yapmadan, iç dünyanda
yağmur tanesini inciye çevirmeden konuşmayı istemek nefsin oyunundan başka
nedir? Işık yanmadan pervâne gelir mi? Fazıl Hüsnü Dağlarca,
“Gelme, gelme üstüme
Bir şifâ vermeyeceksen eğer”
diyor. Abdülkadir Geylânî Hazretleri, “İnsanları Hak’ka
davet edecek ehliyet ve liyakate sahip olmadıkça konuşmaya ve halkı Hak’ka
davet etmeye kalkışmayınız.” der. Bir Kudsi Hadiste, “Beni ne semâm, ne de
arzım içine alamadı da mü’min kulumun gönlüne sığdım.” buyruluyor. Burada kâmil
mânâda gerçek, tam bir teslimiyet var. İslâm kelimesi de Hakka tam mânâsıyla
teslimiyet demek. Herkesin bir yönü vardır, herkes kendi yönüne döner. Her
varlık, Allah’ın belli bir takım isim ve sıfatlarını ortaya çıkarmak, tezahür
ve tecelli ettirmek için vârolmuştur. Her ruh ayrı bir hedefle madde âlemine
gelir ve o hedef onun kıblesi olur.
Kâinatta görülen her şeyin arkasında gizli bir mânâ
vardır. Görüntüler bazen bizi yanıltırlar. Önemli olan görünmeyeni görebilmek,
hissedebilmektir. Görüntülerin arkasındaki gizli mânâyı arayıp bulabilenler ne
güzel insanlardır. Resûlullah Efendimiz, gece yatarken, “Allah’ım, bana eşyanın
hakikâtini göster.” buyururmuş. Bu ne güzel bir duâdır.
Kitap okumak güzeldir, iyidir, faydalıdır. Ama tek
başına yeterli değildir. Unutmayalım, insanı insan eden yine insandır. İnsanlarla
yapılan dostluk ve diyaloğun yerini hiçbir şey tutamaz. Dostluk, mutluluğun
temelidir. Kimse tek başına ne hakikâti bulabilir, ne de mutlu olabilir.
Bugünkü psikologlar, diyalog ve dostluğu bir tedâvi metodu olarak
kullanıyorlar. İnsanın kendisini kâinatla bir hissetmesi ve düşünmesi, onu
kendi varlığının dar hendesesinden kurtarır. İnsan bir gözdür. Kâinatın kendi
kendisini seyreden gözü, gözbebeğidir. İnsan hem kendisini, hem de kâinatı
anlamaya çalışan bir varlıktır. Yunus, “Bu gözümden bakan nedir?” diye sorar.
Gören göz değil, düşüncedir. Her şeyi çok güzel ve çok derin söyleyen Yunus,
sevgiyi, evrensel sevgiyi, “Herbiriyle bile olmak” diye tarif eder. Kendi
nefisleriyle, egolarıyla dolu olanlarda başkalarına yer yoktur. Onlar kalp ve
ruh kapılarını sımsıkı kapamışlardır. Onlar kimse ile “bile olmak” istemezler.
Dünyada yalnız kendileri vardır.
Önemli olan, insanın karşılaştığı sorunlar değil, o
sorunlar karşısında takındığı tavırdır; olayların altında kalmak, ezilmek,
sinmek, korkmak, marazî ruh hâllerine girmek değil, o sorunlarla yiğitçe,
insanca, uygarca mücadele edebilmek, dayanabilmektir. Kırılmak, küsmek,
bedbinleşmek, kötümser olmak kolaydır. Bir çaba gerektirmez. Aslolan
direnebilmek, dayanabilmektir. Unutmayalım ki, bu dünya darılma pazarı değil,
dayanma pazarıdır. En büyük insanlar, en büyük sıkıntıları çeken, ama onlar
karşısında yılmadan, sarsılmadan, aşkla, inançla direnip, sonunda zafere
kavuşanlardır. Zafer sabredenlerindir.
Karşılaştığımız olaylar karşısındaki sükûnetimiz, edebimiz
çok önemlidir. “Ben şimdi bir sınavdan geçiyorum. Bu sınav da bana benim
yetişmem, tekâmül etmem için muhakkak gerekli. Kendimi duygularımın seline
bırakmadan, mücadele vermem gerekiyor. Her zaman olduğu gibi bu güçlüğün de
altından kalkacağım. Zafere Allah’ın izniyle, yardımıyla ulaşacağım.” dediğimiz
zaman, sorunlar karşısında bu sükûneti bu metâneti gösterdiğimiz zaman, mesele
zaten yarı yarıya çözülmüş demektir. Her müspet yaklaşım, zafere giden ilk
adımdır. Shakespeare, “Duygunuzla düşüncenizin arasına fesat sokmayınız.” der.
Evet duygularımız çok kıymetli, şüphe yok. Ama, düşünce ile hareket edeceğimiz
yerde, araya duygularımızı sokarsak, sonuç hezimet olur. Duygunun yeri ayrı,
düşüncenin yeri ayrıdır. Onların ayrı ayrı haklarını vermek gerekir. Duygulu
insanlar sevimlidir, tatlıdır, güzeldir. Ama her olaya duygusal açıdan
bakanlar, akılla hareket edecek yerde, duyguyla hareket edenler, hem çok şey
kaybederler, hem de boşu boşuna ıstırap çekerler. Tükenirler.
Kur’anı Kerim’de insanları düşünceye sevk eden birçok
Âyet vardır. Birçok yerde “Düşünenler için ibretler vardır, düşünün…” diyerek
bizleri uyarır. İslâm dini, düşünceyi ibadet derecesine yükseltmiştir. Sağlam
düşünemeyenler yaşama sanatını hiçbir zaman öğrenemeyeceklerdir. Hayatımızın
her gününün, her saatinin, her ânının kıymetini bilmek zorundayız. Hayat, bin
bir güzelliklerle dolu, akıl almaz, tâkât getirilmez derecede muhteşem bir
oluştur. İnsanoğlu, ömür dediğimiz süreç içinde, imkânları nispetinde, kendini
olgunlaştırmaya, tekâmül etmeye, tabir caizse bir heykeltıraş gibi kendi
kendini yontup, fazlalıklarını atıp, noksanlarını tamamlayıp her gün daha
iyiye, daha güzele gitmekle yükümlüdür; tabii imkân nispetinde, olabildiği
ölçüde. İçinde yaşanılan çağ, toplum, aile ve iş ilişkileri ne olursa olsun,
herkes bir yere kadar kendi kendini yetiştirebilir. Islah edebilir. Çünkü bunun
için varız. Öyle büyük insanlar gelmiş ki yeryüzüne, yaşam onlarla bir
güzellik, bir ihtişam kazanmış. Büyük Peygamberler, velîler, âlimler,
sanatkârlar, düşünürler… Hepsi insanlığa nice büyük armağanlar getirmişler.
Sonsuz bir değişimin önündeyiz, içindeyiz. İnanılmaz,
akıl almaz güzellikte bir evrenle beraberiz. Yaşamın, vâroluşun bütün
cıvıltısı, rengi, ışığı önümüzde sergileniyor. Her an hayat yeniden vâroluyor. Önemli
olan bu şiiriyeti duyabilmek, özümleyebilmek, hayatımızı ona göre kurabilmek,
günlük küçük kavgaların, didişmelerin üstüne çıkabilmektir. İşte o zaman insan
mesut, bahtiyar ve diğer insanlar için faydalı oluyor. Sabır, şükür, kanaât,
edep ve tevâzû duyguları bize insanca yaşamanın, başarının, huzurun kapılarını
açan kâinatın altın anahtarları oluyor…
MART 2011
HAK-SES
Hayatı Edep
Ve İncelik İçinde Yaşamak
Japon dilinde küçük, basit, önemsiz, sıradan alelâde gibi kelimeler yer
almıyor. Çünkü onlara göre her şey önemli, hem de son derece
önemli. Konuşan bir insanı dinlemek bile hayati öneme hâiz. Dinlemek sanatı
üzerine yazılan kitaplar, konuşma sanatı üzerinde yazılanlardan on misli daha
fazla. Onlar bütün hayatı, son derece ince ilmiklerle hazırlanan bir halı gibi
görüyorlar. “Minicik bir ilmikteki aksaklık, zamanla bütün halıyı berbat eder.”
diyorlar. Hayatı son derece ciddi yaşıyorlar. Kültürü, yetişmeyi, dikkatle
özdeş görüyorlar. Görevinde ihmali olan, işini üstünkörü yapan insanı
sevmiyorlar. Ona bir nevi Japonya’nın kalkınmasında, büyümesinde hainlik yapar
gözüyle bakıyorlar.
Bir arkadaşım anlatmıştı:
Bilimsel incelemeler yapmak için
Japonya’ya gidiyorlar. Bir otele yerleşiyorlar. Arkadaşım o günkü çalışmalarını
bitirdikten sonra otele gidiyor. Resepsiyona yaklaşıyor. Odasının anahtarını
alacak. Birden görevli memur, yerinden fırlıyor. Saygı ile selam veriyor.
“Buyurun efendim” diyor. İsmiyle soyadıyla hitap ederek, anahtarı uzatıyor.
Arkadaşım hayretler içerisindedir. Odasına çıkınca otel müdürüne telefon ediyor
ve “Efendim,” diyor, “siz resepsiyondaki görevliye fazla para mı veriyorsunuz?
Ben kendi halinde bir öğretim üyesiyim. Politikacı değilim. Sanatçı değilim.
Bana nasıl ismimle, soyadımla hitap etme inceliğini gösteriyor?” Müdür cevap veriyor:
“Efendim, fazla para vermek söz konusu değil. Herkes ne alıyorsa o da onu
alıyor. Yalnız, biz Japonların bir özelliği vardır. Küçük yaştan itibaren
çocuklarımıza şunu aşılarız. Hayatta ne yaparsan yap, hangi işi tutarsan tut,
onu en güzel sen yapmalısın. Her görev kutsaldır. Yeter ki o, aşk ile, şevk
ile, heyecan ile yapılsın. İnsan yaptığı işe kendi gönlünden, öz benliğinden
bir şeyler katmalı. O arkadaşımız da herhalde düşünmüş, taşınmış, ben bu işi
nasıl en iyi yapabilirim diye, öyle hareket etmiş”.
Japonlar, sanat, zenaat ayrımını kabul etmiyorlar. “İnsanın gönlünü koyduğu
her şey sanat eseridir.” diyorlar. “İnsan hayatını o kadar
ciddi, dikkatli, güzel yaşamalı ki, kendi hayatı bir sanat eseri olmalı.”
diyorlar.
Lokantadaki bulaşıkları yıkayan bir
kimse de, o işyerinin baş aşçısı kadar lokantanın gidişinden sorumludur.
Tabakları temiz yıkanmamış bir yerde yemek yemek herhalde büyük bir işkence
olur. Bir gazete, fevkalâde iyi niyetle, çalışanlarının olağanüstü gayretiyle
çıkabilir. Ama ikide birde tashih hatasıyla karşılaşırsanız, işin tadı kaçar,
güzelliği kalmaz. Hatta onu zamanında yetiştirebilmek için aç, susuz, uykusuz
kalan güzelim insanların da emekleri boşa gitmiş olur. Her taş yerinde ağırdır.
Gerçekten de hayatta, basit, küçük, önemsiz hiçbir şey yoktur. Her olay
zincirleme birbirine bağlıdır. Biri diğerine tohum oluyor. İçten içe oluşarak
tohumlar meyvelerini veriyorlar. Her şey çok ince, akıl almaz incelikte
ipliklerle birbirine bağlı. Onları göremiyor, sezemiyoruz, sonra da tesadüf
deyip, işin içinden sıyrılıyoruz. Hayatta bir tek tesadüf var: O da
sözlüklerdeki tesadüf kelimesi.
Bazen, otuz yıl, kırk yıl önce
söylediğimiz bir sözün, yaptığımız bir hareketin karşılığını, aradan bunca yıl
geçtikten sonra karşımızda görüveriyoruz. Her şey çok ince, çok derin
nedenlerle birbirine bağlı. Göremiyorsak kabahat bizim. Aşık Veysel, “Yumma
gözün kör gibi.” der. Mesele, her şeyin yerini, değerini, rolünü doğru
kavramada. Görevini iyi yapan, aşkla yapan her insan büyüktür, saygıya
değerdir. Huzur, içte sağlanan dengenin meyvesidir. Bu denge üzerinde büyük,
yücelir ruh. Damlayan sular, bazen mermeri bile deler. “Bir damla suyun denize
faydası vardır.” der Mevlânâ. Bazen bir damla su kayanın içine girer. Donar.
Kayayı çatlatır. Buhara dönüşür, en güçlü motorları çalıştırır.
Her şey küçük başlangıçlarla olur. Dağ
diye gördüğümüz birleşen atomlardır. Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, tedavi edecek
insanların kendileri de tedaviye muhtaç. Bir Allah dostuna sormuşlar, “Efendim,
insanın başına gelecek en büyük felaket nedir?” Cevabı şu olmuş, “Gözleri
olduğu halde görmemek.”. Çünkü gözlerimiz çirkinlikleri değil, güzellikleri
görmek için yaratıldı. Unutmayalım, ancak sevgiyle, saygıyla, edeple bakan
gözler güzelliği bulabilir. Sevgi, temiz ruhların içinde, çiçeğin üstündeki bir
çiğ damlası gibidir. O sevgiye ulaşabilmek için, pek çok şeye tahammül etmeyi
bilmek lazımdır. Yusuf’un kuyusunda çile çekmeyenler Mısıra sultan olamazlar.
Nefsine ağır gelen durumlara katlanamayanlar hiçbir zaman tekâmül edemezler.
Hz. Ali Kerremallâhü veche ““Ben Rabbimi
arzularımın olmaması ile bildim.” buyuruyor. Bugün bizi üzen bazı durumların
yarın bize huzur, mutluluk getirmeyeceği ne malûm? Şüphesiz Allah, insanlara
hiçbir surette zulmetmez. Fakat, insanlar kendi kendilerine zulmederler. Hiç
kimsenin hayatı, tek bir çizgi üzerinde gitmez. Sevinçler paylaşılınca çoğalır.
Acılar paylaşılınca azalır. Varlığınız ile çevrenizdeki insanlar da varlıklı
olsun. Bir selâmınız, bir hatır sormanız bile onların içinde güller
açtırsın.İnsan kalbinin kapısı dışarıdan değil, ancak içerden açılabilir. Sevgi
sevgiyi, kin kini doğurur. Gerçekten seven, Muhammedî aşkla dolan insan, her an
ayrı bir sevincin içindedir. Bir şey yakaladım zannıyla ağzı köpük içinde ona
buna saldıranlar ne kadar zavallı insanlardır.
Mecelle’de “Zan ile yakîn hasıl olmaz.”
deniliyor. Yüce Peygamberimiz, İslâmın nurunu götürmek için gittiği Taif’te,
hakaretle, kinle, nefretle, taşlarla karşılandı. Biri, “Efendim, beddua edin.”
deyince, insanların en büyüğü, en güzeli mübarek ellerini açtı. “Allahım bu
zavallı insanlar ne yaptıklarını bilmiyorlar. Sen onların gönlünü yumuşat,
onları bağışla, onların İslâmla şereflenmelerini sen nasibeyle.” buyurdu.
Nitekim kısa bir zaman sonra Taif halkı Müslüman oldu. Sabır acıdır ama meyvesi
güzeldir. Zarafet insanı karşı konulmaz yapar. Bir kimseye şer olarak bir
Müslüman kardeşini küçümsemesi yeter. Pay edemediğiniz ne? Bu kısa yolculukta
yol arkadaşıyız hepimiz. Gerçeği, insanların ölçüsü ile değil, insanları
gerçeğin ölçüsü ile tanımalıyız. Kini kin ile değil, sevgi ile temizleyelim.
İnsanların çoğu şükretmenin sadece zannı içinde yaşarlar. Gerçekten
şükretmesini bilenler, huzur ve sükûn içindedirler. O ne güzel bir hâldir.
Yunus sesleniyor asırlar ötesinden
“Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim, sevilelim
Dünya kimseye kalmaz.”
Allah’ın selâmı üzerinize olsun.
Sabri Tandoğan
HAK-SES Dergisi, Ekim 2010.
Bir Güzelliği Yaşamak
Ömer
Hayyam, bir şiirinde, “Sevginle gireceğim toprağa, sevginle çıkacağım
topraktan.” diyor. Bir gün sormuşlar kendisine, “Kemâl nedir, olgunluk nedir?” diye.
Cevap vermiş, “Hayatın karşımıza çıkardıklarını geri çevirmemek, eyvallah
diyerek kabullenmek, ama bizden esirgedikleri için de gözyaşı dökmemek,
feryâd-ü figan etmemek, koşulsuz sevmek hayatı, koşulsuz kabullenmek. Hayatı
dolu dolu, aşkla, heyecanla yaşamak. Bir yudum suyu aşkla içmek, bir lokma
ekmeği aşkla yemek. Havayı aşkla solumak. Hayatı, insanları, olayları sükûnet
içinde, edep ve saygı içinde, aşkla görebilmek, aşksız bir an yaşamamak,
tepeden tırnağa aşk kesilmek… Vücudumuzun bütün hücrelerini aşkla doldurmak.
Biz aşktan doğduk, bizim anamız aşktır. Biz aşkın kendisiyiz…”
Yunus,
“Aşk gelicek cümle eksikler biter.” diyor. Algı kapılarını sonuna kadar
açabilsek. Sevdiklerimizle bir olurken, evrenle de bir olabilsek. Tek istisna
olmadan, yeryüzündeki bütün insanları, hayvanları, bitkileri, cemadâtı
Muhammedî bir aşkla kucaklayabilsek. Hayatı doruklarda yaşayabilsek.. En ince,
en hassas düzeyde, bütün ayrıntıların farkındalığı ile yaşayabilsek. Küçük hesaplarla,
küçük çıkar düşünceleri ile yaşamı küçültmek, daraltmak kadar insanın kendine
yapacağı zarar ne olabilir? Doğanın ve evrenin içinde sakladığı giz, yaşamın ve
ölümün gizi, hep sevenle sevilenin bir araya gelmesinden doğan sonsuz
mutluluğun içinde değil midir? Bu birliktelikte algının kapıları sonuna kadar
aralanıyor, insan kendi özü, aslı ile, gerçekle yüz yüze geliyor…
Aslında,
hayatta hiçbir şey can sıkıcı değildir, eğer her zerredeki harikulâdeliği
görebiliyorsak. Yunus gibi, “Cümle yerde Hak nâzır, göz gerektir göresi”
diyebiliyorsak, “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır.” diye
ürperebiliyorsak…
“Sevdiğimi demez isem, sevgi derdi boğar beni.” diyen bir insan ne güzeldir. Eğer hayata kara
gözlüklerle bakıyorsak, mutlu ve huzurlu değilsek, “Her dem taze doğarız,
bizden kim usanası” diyemiyorsak, kabahatı hayatta değil, kendimizde arayalım.
Fazıl Hüsnü Dağlarca, “Bilimin bütün bulduğu, bütün bulacağı sende” diyor.
Yunus, “Bir siz dahi sizde bulun, benim bende bulduğumu” diyor. Peki, bizim
yaptığımız ne? Sürekli kendimizden kaçmak… Sürekli kendimizden uzaklaşmak… “Bir
ben vardır bende, benden içeri” gerçeğini yaşamak için, kendimizi sürekli
olarak, içkinin, sigaranın, uyuşturucunun, kumarın, dedikodunun kucağına atmak,
gazetelerdeki ıvır zıvır yazılara, aptal kutusu önünde geçireceğimiz saatlerle
kendimizden, özümüzden, aslımızdan kaçmak... Sonra da ben niye mutlu değilim,
niye bu kadar huzursuzum, niye stres içinde yaşıyorum diye sızlanmak. Niye
hayret ediyoruz bilmem ki? Ne ektik de ne biçeceğiz?
İnsanoğlu
hayata ne verirse onun karşılığını alır. Cenab-ı Hakk, Kur’an-ı Kerimde, “Biz,
insana şahdamarından daha yakınız” buyuruyor. Ne bekliyoruz? Yunus, “Seni deli
eden şey, yine sendedir sende” diye sesleniyor. İçimizi arıtmadan,
temizlemeden, güzelleştirmeden Allah’a nasıl ulaşabiliriz? “Padişah gelmez
saraya, hane mâmur olmadan…”
Sabır, şükür, kanaat zırhına bürünmeden, edep,
saygı içinde yaşamadan mümkün müdür mutlu ve huzurlu olmak? Peki biz ne
yapıyoruz? Şikâyet, hep şikâyet… Hayattan, toplumdan, insanlardan… En azından o
kötülükler, bizim sınırımıza geldiği zaman orada duruyor mu? Yoksa biz de,
“elle gelen düğün bayram” mı diyoruz?
Bir kaya kovuğunda kalan böcek, bütün hayatı, yerleri ve
gökleri bu delikten ibaret sanır. Her
gün bilime, güzel sanatlara, dine, tasavvufa, doğa güzelliklerine gitmek
varken, günün basit, zavallı olayları ve insanları içinde sıkışıp kalmak niye?
Bize bu ömür, aptal kutularındaki saçma sapan programları seyretsinler diye mi
verildi? Japonlar için hayatta imkânsız denen hiçbir şey yoktur, her an, her
şey olabilir. Onlar hiçbir şey karşısında şaşırmazlar. Hayatı ve insanları
oldukları gibi kabul ederler. Onlar için hayatta olmayacak hiçbir şey yoktur.
Maymun da ağaçtan düşebilir. İşlerini hiçbir zaman şansa bırakmazlar. Her şeyin
önlemini önceden alıp, neticeyi beklerler.
Brezilya ırmaklarında minicik balıklar varmış. Dikkatsiz
bir yüzücü buldular mı binlercesi birden saldırıp, birkaç saniye içinde, hızla,
minicik lokmalar kopararak zavallıyı yer bitirir, iskeletini bırakırlarmış. Modern toplum, modern medya da aynen böyle. Her gün
insandan iyi olan, güzel olan, temiz, asil ve yüze olan yönlerinden bir şeyler
koparıyor. Bir gün bakıyorsunuz ki geride bir şey kalmamış.
Çağımız
bilgiye tapıyor. Ama kalp aydınlanmadıktan sonra, ışıkla dolmadıktan sonra neye
yarıyor. Sevgiden uzak, saygıdan uzak, edep, incelik, zarafetten uzak, yüzleri
sararmış, gözleri çökmüş, bedbin, karamsar, sadece şikâyet eden, herkesi, her
şeyi küçük gören kimseler… Siz bu kafayla bir şey olduğunuzu mu sanıyorsunuz?
Kenan
Rifaî, “Sen seyrancısın, seyranına bak.” diyor. Şaşkın kimse, ömrünü boş
yere harcayandır. Deniz suyu içmek susuzluğu gidermez ki… Önemli olan haddini
bilmektir. Haddini bilecek olursan her zerre sana hizmet eder. Haddini aşacak
olursan, her faydalı şey sana zararlı olur. Allaha yakın olanın bütün sıkıntısı
gider. İlmin anahtarı, edep, tevazu ve soru sormaktır. Her mükemmeliyetin
ardında bir çile vardır. Herkes kendi kendi evinin önünü temizlerse, bütün
şehir tertemiz olur.
Gerçeğe
varmak için berrak bir zihne ihtiyaç vardır. Bulanık, karmakarışık, stresli bir
zihinle bir yere varılamaz. Şüphesiz, nefis kötülüğü emredicidir. Zihin
nefsaniyetten uzaklaştığı oranda güzelliği sezebilir, gerçeği fark edebilir.
Mevlânâ, “Bir insanda gurur ve kibir, ağzını açtığı andan itibaren sarmısak
gibi kokmaya başlar” der. Önemli olan, “ben”i, egoyu aşabilmek, “ben”siz bir
âleme yükselebilmektir. Eteklerimiz, nefsaniyetin ağırlığı ile kaldığı sürece,
yerde sürünmeye mahkûmuz. Fuzulî, “Dehr bir bâzârdır, herkes metaın
arzeder.” diyor. İçindeki kavgayı bitirip, onu ilâhi aşkın güzellikleri ile
besleyip, bunu dışarıya yansıtanlara ne mutlu…
Sabri Tandoğan
İnsan kelimesi, üns kökünden geliyor.
Üns; ünsiyet, yakınlık demektir. Yakın olmak, görüşmek, dost olmak, ünsiyet
peyda etmek, birliktelik anlamlarını kapsıyor. İnsan, ünsiyet içinde olan bir
varlık. Ünsiyetten uzak kalınca insanlıktan da çıkıyor. Bazı kimselerden
işitiyoruz: “Efendim, benim param var. Malım, mülküm var, eurom var, dolarım
var, kimseye muhtaç değilim. Zorunlu durumlar dışında kimseyle görüşmek
istemiyorum, insanlar uzak bana…” diyorlar. Doğru mu? Bana göre değil. Kimse
tek başına yaşayamaz. İhtiyaçlarını tek başına temin edemez. Etse dahi bu
yeterli değil ki…
Biz bu dünyaya aslımızı bulmaya,
kendimizi tanımaya, Rabbimizi bilmeye, tekâmül etmeye geldik. Kimse tek başına
tekâmül edemez. Peygamber Efendimiz, “Mümin, müminin aynasıdır.” buyuruyor.
İnsanı insan eden yine insandır. “Efendim, açarım kitabımı okurum, noksanlarımı
tamamlarım.” diyorlar. Hayır efendim, hayatta olgun, kâmil, belli bir düzeye
gelmiş insanların hiçbiri, yalnız kitap okuyarak insan-ı kâmil olmamıştır. Bu
şekilde Hazret-i İnsan olmuş biri varsa lütfen gösterin.
Hayat dediğimiz bu karmakarışık, sırlı,
müphem, acâip mekanizmayı yalnız fakülteler bitirerek, kitaplar okuyarak çözen
biri varsa gösterin, gidip elini öpelim, saygılarımızı sunalım. Yunus, “Hiç
kimse bilmez bizi, biz ne işin içindeyiz.” der. İnsanın bilinçaltı, bilgi,
gözlem, algı, anı dolu, karmakarışık bir depodur. Şair ne güzel anlatıyor bu
durumu:
“Ya her şeyim ya hiçim
Sorma dünyam ne biçim
Bir kör düğüm ki içim
Çözdükçe dolaşıyor…”
Dünyada hiçbir kadın, ayna olmadan makyajını yapamaz. Ne olur, kendi
kendimizi kandırmayalım. “Efendim, açar kitabımı okur, kendimi yetiştiririm.”
diyenler, ne yazık ki kendi kendilerini aldatıyorlar.
Tevfik
Fikret, “İnan Hâluk, ezeli bir şifadır aldanmak” der bir şiirinde. İnsanın en
kolay aldattığı varlık kendisidir ve aldanışların en feci olanı, insanın kendi
kendisini aldatmasıdır.
Nobel alan Fransız yazar Aleksi Carel, “İnsan
bu meçhul” diyordu. Bilinmeyen insan… Hayatta hiçbir şey insanı tanımak ve
çözmek kadar güç, müşkül, çileli değildir. Bazıları “Lâf mı yani,” diyorlar, “kendimizi
tanımaz olur muyuz hiç…” Evet kardeşim, kusura bakma, sen kendini tanımıyorsun.
Çünkü hiçbir zaman seni sana gösteren bir aynan olmamış ki… Sen, sadece,
kendini gördüğünü, kendini tanıdığını zannediyorsun, o kadar. Mecelle’de, “Zan
ile yakiyn hâsıl olmaz.” hükmü vardır.
Büyük Yunus ne güzel söylüyor:
“İlim ilim demektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır.”
Her taraf diplomalı cahillerle dolu.
Necip Fazıl bu durumu ne güzel anlatıyor:
“Bıçak soksan gölgeme,
Sıcacık kanım damlar.
Gir de bir bak ülkeme,
Başsız başsız adamlar…”
Bilmem diyen öğrenir, bilirim diyene ne
verilir? Her an uyanık, dikkatli, edepli, zarif ve ince olabilmek, yaşamak
sanatıdır. İnsan dışıyla karşılanır, içiyle uğurlanır. Bu dünya darılma pazarı
değil, dayanma pazarıdır. Dünyada kötü insan yoktur. Çeşitli nedenlerle
içindeki güzelliği ortaya çıkaramamış insan vardır. Kur’an-ı Kerim bir mutluluk
çağrısıdır. Mutluluğa en güzel çağrıdır. Allah’ı en çok sevenler, O’nu en çok
zikredenlerdir. Her an ve her yerde O’nunla beraber olanlardır. Gören göz, işiten
kulak, hisseden kalp için, her olay bizi Allah’a götüren bir ayettir. İç
dünyamız ne ise dışımız da odur. Dilimiz neyi söylüyorsa, içimizde de o vardır.
İstesek de istemesek de içimizde olan dışımıza da yansır. Hayır düşünen hayır,
şer düşünen şerri söyler. Hep hayır düşünelim ki, söylediklerimiz de hep hayır
olsun. Kur’an-ı Kerim’de, “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” buyruluyor. Bu
dünya bilmeyene ateşten bir gömlek, bilene düğün dernektir. İçimizi edeple,
sabırla, şükürle, kanaatle, sevgi, saygı ve incelikle güzelleştirelim ki
dışımız da güzelleşsin. İnsan ne ekerse onu biçer. Pergamber Efendimiz “Dünya
ahiretin tarlasıdır.” buyuruyor. Ne olursak olalım, bu âlemde bir garip
misafir olduğumuzu unutmayalım. Hicretin en faziletlisi, Allah’ın sevmediği şeyi
terk etmektir.
Her şeye, ama her şeye, en ufak
ayrıntıya bile dikkat et. Saygı göster. Büyük küçük, önemli, önemsiz yoktur.
Gözlemci ol. Ne yana bakarsan bak, orada Allah’ın vechini görmeye çalış ki, sen
de güzel olasın. Firavunun huzuruna çıksan bile, saygılı, edepli ol. Cenab-ı
Hakk, Hz. Musa’yı, Firavunu Hakk’a davetle görevlendirdiği zaman, “Ya Musa,
Firavunla konuşurken yumuşak ve tatlı söyle.” buyurmuştu. İnsanların en
şerlisi, kendini insanların en iyisi sanandır. İnsanların değerlerini ölçmek için
de, değerli olmak gerektir. İs yanına varırsan is kokarsın, mis yanına varınca
mis kokarsın. Hiçbir şeyle huzura ulaşamadım. Ne zaman Allah’tan râzı oldum,
huzuru buldum. Gerçek zenginlik, gönül zenginliğidir. Hayra yol açan, o hayrı
yapmış gibi olur. İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır.
Gerçeğe varmak için, berrak bir zihne
ihtiyacımız vardır. Bulanık, karmakarışık, stresli bir zihinle bir yere
varılamaz. Şüphesiz, nefis kötülüğü emredicidir. İnsan nefsaniyetten
uzaklaştığı oranda güzelliği seyredebilir, hissedebilir, sezebilir, gerçeği
anlayabilir, iyiyi keşfedebilir. Mevlânâ, “Bir insanda gurur ve kibir, ağzını
açtığı andan itibaren, sarmısak gibi kokmaya başlar.” der. Önemli olan “ben”i
aşabilmek, “ben”siz bir âleme yükselebilmektir. Eteklerimiz “ben”de kaldığı
sürece yerde sürünmeye mahkumuz…
Mart 2010, Hak-Ses
Sabri Tandoğan
Büyük
Istırap
Eğri oturalım doğru konuşalım, insanımız
son yıllarda medyanın çirkin bir istilâsı altında. Nursuz, pirsiz görüntüleri
ile bazı kimseler sürekli olarak inanan, temiz, nur yüzlü insanları rahatsız
ediyorlar, taciz ediyorlar. Allah şahittir ki bu rahatsızlık bazen Çin
işkencesi boyutlarına ulaşıyor. Yurtta ne oluyor, dünyada ne oluyor haberdar
olmak için ekranın düğmesini açıyorsunuz. Aman Allahım, cehennem kaçkını bir
takım kimseler, incelikten, zarafetten, edepten, uygarlıktan kilometrelerce
uzak olanlar, insan ruhunu kirleten ses tonlarıyla hergün iç dünyamızda yaralar
açıyorlar, size ıstırapların en büyüğünü veriyorlar. Bıktık artık. Yetti artık.
Kainata akıl vermek iddiasında bulunan bu aklıevveller bir gün oturup tövbe
estağfurullah deyip, hayatlarının bir muhasebesini yapsalar, önce kendi
hayatlarını bir düzene koysalar ne iyi olur.
İbnül Emin Mahmut Kemal İnal’ın dediği
gibi, “Hergün bize geleceklerine, yılda bir kere kendilerine gelseler ne
olur?” Ta çocukluk günlerimden beri tanıdığım, sevdiğim, saygı duyduğum,
hayran olduğum gerçek Müslümanları gözümün önüne getiriyorum da, o ağzı
kalabalık, yüzü ekşi, nursuz pirsiz kimselerin iyi niyetle de olsa verdikleri
ve verecekleri zararların büyüklüğü karşısında ürperiyorum. İçimden bir ses,
benliğimin ta derinliklerinden gelen bir ses: “Hayır,” diyor “olamaz”. Bütün
incelikleri, zarafetleri, güzellikleri ve edepleri çiğneyerek nereye
gittiğimizi sanıyoruz? Bütün bu manevi güzellikleri yıktıktan sonra geriye
kalan birkaç şekil eğer inanışsa alın başınıza çalın onları. Güzel insanların,
nezih, temiz, asil insanların dediği tek şey var: “Eğer inanış buysa bizim
böyle inanışa ihtiyacımız yok. Tepe tepe kullanın sizin olsun. Yeter artık.
Türk milletinin iman kalesini yıkmak için açılan bu Haçlı seferleri gına
getirdi. Yeter. On kere yeter! Yüz kere yeter! Bin kere yeter!”
Kur’an-ı Kerim’de Cenabı Hak, Hz.
Musa’yı Firavunu Hakka davetle görevlendirir:
“Ya Musa, Firavunla konuşurken yumuşak ve tatlı söyle.” buyurur. İslamda bir konuşma adâbı vardır, bir oturup kalkma adâbı vardır.
İslam demek, incelik, hassasiyet, şefkât, sevgi, saygı ve edep demektir. Ben
hiçbir gerçek İslam büyüğünün böyle çirkin münakaşalarla bir yere ulaştığını
görmedim. Kesinlikle böyle bir şey olamaz. İslam edebine bürünen, İslam
zarafetini örtünen insan zaten münakaşa etmez ki. Neyin münakaşası? “Ben
inanmam sizin inandıklarınıza. Siz de inanmazsınız benim inandıklarıma. Benim
dinim bana, sizin dininiz size.” buyurmuyor mu, Cenabı Hak. Şimdiye kadar
münakaşadan kim ne kazandı ki. İslam edebine münakaşa yoktur. İnanmıyor musun?
Hay hay, güle güle. Yolun açık olsun. Ben inançla münakaşa arasında bir ilgi
görmüyorum. Bilmeyen bir bilene kafasına takılanları, öğrenmek istediklerini,
edeple, saygıyla, efendice sorar. O zat da daha büyük bir saygı ve incelikle
soruyu cevaplandırır. Bu işte pazarlık olmaz. Bu işi bakkal hesabına döndürmek
inanan insanlara hakarettir.
İnanç meselesi, yeryüzündeki her şeyden
daha ince, daha hassas, daha dikkatli olmayı gerektiren bir konudur. Bazen bir
tebessüm, bazen bir bakış, bazen bir ses tonu, bazen bir hitap tarzı, bazen
oturuştaki bir ince edep insan ruhunu ebediyen fethedebilir. Onun hayatının
gidişini tamamen değiştirebilir. Bir tek kelime ile hayatının akışı değişen
insanlar gördüm. Yıllarca önce bir hanımefendi anlatmıştı: “Gençlik yıllarımda
aşırı hoppa, züppe bir genç kızdım. İçki içerdim, sigara içer, kumar oynardım.
İnanç dünyasıyla, gönül alemiyle uzaktan yakından en ufak bir bilgim yoktu,
güler geçerdim. Bir gün evimize bir misafir geldi. Babamın o misafire karşı
gösterdiği aşırı saygı ve ilgi dikkatimi çekti, merak ettim. Bir ara babam
dışarı çıkınca sordum, Kim bu zat? dedim. Rahmetli babam: ‘Evladım, dedi ‘bu
zat manen çok kıymetli, çok değerli bir insan. Hayatta en büyük sevgiyi ve
saygıyı ona karşı duydum.’ Müsaade istedim, içeri girdim, onların sohbetini
dinlemeye başladım.
Babam soruyor, o zat cevap veriyordu.
Dakikalar geçtikçe, konuşmalarını dinledikçe, o güne kadar hayatımda hiç
hissetmediğim bir hâli hissetmeye başladım. Kelimeler bir inci tanesi gibi
dudaklarından dökülüyordu. Sakin, yumuşak, ağır ağır tane tane konuşuyordu.
Yüzüne baktım nur doluydu. Sabahın ilk ışıkları gibi güzeldi, etkileyiciydi.
Yavaş yavaş bulunduğum ortam ile ilgim kesiliyordu. O güne kadar hayatımda hiç
hissetmediğim bir hâli yaşıyordum. Oturduğum mekân, mânevi bir ışıkla dolmuştu.
‘Efendim, dedim, ‘müsaade ederseniz bir soru sorabilir miyim?’ Cevap verdi:
‘Hay hay efendim, buyurun’ dedi. Kendisine tek soru sordum. ‘İslamiyet nedir?’
Durdu, düşündü tek kelimeyle cevap verdi: ‘Doğruluk’. Bu bir tek kelime, o
kelimenin söylenişindeki güzellik, asalet, incelik ve derinlik beni varlığımın
bütün hücreleri ile ürpertti. Çünkü o kelime o kadar güzel, o kadar farklı, o
kadar anlamlı söylenmişti ki… O günden sonra bütün dünyam değişti. Yepyeni bir
hayat başladı benim için. Renk dolu, ışık dolu, şiir dolu bir dünya. Artık
mutluydum, huzurluydum. Bütün günlerim birbirinden daha pırıltılı geçmeye
başladı. Neden dünyaya geldiğinin bilincine ulaşmak, varoluşunun çılgın
güzelliğini duyumsamak ne muhteşem bir olaydı. Önce sigarayı, içkiyi, kumarı
bıraktım, sonra o güzelim namazlarıma kavuştum. İnsanın kendini her gün, her an
Rabbinin huzurunda hissetmesi ne güzel bir olaydı. Bu birliktelikten daha
ferahlık verici, daha hoş, daha aydınlık ne olabilirdi.”
Bunun gibi daha yüzlerce binlerce örnek
verilebilir. Öyle insan vardır ki Hak nazarıyla bir kere bakar, bütün dünyanız
değişir. Sessiz, sözsüz, harfsiz yeni, yepyeni, tertemiz, bembeyaz bir sayfa
açılır önünüzde. O başka, bambaşka bir hayattır artık. Her an kelimelere
sığmayan bir aşk kalbinizi kaplar. O aşkın yanında okyanuslar bir damla su gibi
kalır. Artık solmayan renk, pörsümeyen güzellik oradadır. Necip Fazıl merhum,
Abdülhakim Efendi Hazretleri ile olan karşılaşmalarını ne güzel anlatır:
“Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız,
Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız.”
İslam budur. İslam aşktır, heyecandır,
estetiktir, güzelliktir, zarafettir, hayatın her noktasında edeptir, hayadır,
inceliktir. Ne zaman ki islamı iman ve estetik boyutundan ayırıp katı, hissiz,
duygusuz, aşksız, heyecansız şekillere icra etmişsek işte o zaman o mânâ
güzellikleri renk gibi uçuyor, duman gibi dağılıyor.
Adam soruyor: “Yılbaşı gecesi sabaha
kadar kafayı çekeceğim, çekeceğim kanım rakıyla, viskiyle vıcık vıcık olacak,
ondan sonra da oruca niyet edeceğim. Olur mu, olmaz mı?” Cevap veriyorlar:
“Niye olmasın?” Allah aşkınıza istirham ediyorum, rica ediyorum, yalvarıyorum.
Elinizi vicdanınıza koyunuz, bir kere koyunuz, on kere koyunuz, bin kere
koyunuz. Böyle cevap olur mu? Böyle ibadet olur mu? Böyle rezilce ibadetin
hayrı olur mu? Sevabı olur mu? Kur’an-ı Kerim’de “İçinizde öyle namaz kılanlar
var ki, kıldığı namaz ona lanet eder” buyuruluyor. Yine Kur’an-ı Kerim’de,
“İçkili iken namaza yaklaşmayınız.” emri var. Namaz ibadet de, oruç ibadet
değil mi?
Bir takım mantık oyunlarıyla, “Efendim
oruç tutayım mı diye soru sorana tutma mı diyeyim?" lafazanlıklarıyla
çağı, toplumu kokutanların, çürütenlerin yaptığı gibi nabza göre şerbet vermek
İslam edebine yakışır mı, Allah aşkınıza cevap veriniz.
Senelerce evvel bir gün orta yaşlı bir adam Büyük Veli Fatih Türbedarı
Ahmet Amiş Efendi Hazretleri'ne gider. Selam verir, el öper, “Bir sualim var.”
der. “Müsaade ederseniz sormak istiyorum.” Efendi Hazretleri tebessüm eder,
“Buyur yavrum,” der, “Ne soracaksan sor.” “Ben,” der adam “nice yıllardır içki
alemlerinden, fuhuş alemlerinden başımı alamıyorum, ne kadar mücadele etsem o
malum şeylerden çıkamıyorum. Bir arkadaşımdan sizin şöhretinizi duydum, size
bağlanmak istiyorum, beni kabul eder misiniz?” Sonra susar.
Ahmet Efendi Hazretleri gönül gözüyle adama bakar, bakar ve cevap verir:
“Nene gerek evlat, mana alemi kim, sen kim. Var git meyhaneden, kerhaneden,
nasibini al.” Bu cevap üzerine adam tir tir titremeye başlar, ağlayarak çıkar
gider. Kısa bir süre sonra gelir, ağlayarak Efendi Hazretlerinin elini öper.
“Efendim,” der, “ben kesin dönüş yaptım. Bir daha ne meyhaneye, ne fahişelerin
yanına gitmemeye Allah’ın üzerine yemin ettim. Tövbe ettim. Pişman oldum.
Lütfen beni kabul buyurun.” Ve kısa bir zaman sonra o kesin dönüş yapan,
tövbekar olan, Ahmet Amiş Efendi Hazretlerine bağlanan kimse mânâ aleminde nice
yollar kateder. Bir takım şeklî ibadetlerimiz hayra dönmedikçe onları yapsak ne
olur, yapmasak ne olur? Namazdan evvel abdest almakta düşünen
insanlar için, hisseden kalpler için çok büyük incelikler vardır. Cenab-ı Hak,
Kur’an-ı Kerim’de Hz. Musa’ya hitaben “Tur dağına çıkmadan önce nalınlarını
çıkar, öyle gel.” emrini verir.” Burada nalın simgesiyle anlatılmak istenen
nedir? Gönül gözü açık olanlar için bu hitapta büyük fetihler vardır.
Hz. Muhammed’in insanlığa getirdiği
mesaj nedir? Bir takım lafazanlıklarla, hokkabazlıklarla, madrabazlıklarla, ne
olur kendimizi kandırmayalım. Hayatta en büyük ihanet, insanın kendi, kendine
yaptığı ihanettir. En büyük aldanış, insanın kendi kendini aldatmasıdır.
Yirmi beş yıl kadar oluyor, Allah gani
gani rahmet eylesin, nur içinde yatsın, Profesör Hamidullah ile tanıştım.
Merhum profesör inanılmayacak kadar güzel bir insandı. Maddesiyle, mânâsıyla
bir nur gibiydi. Sohbet ettik. Bir ara dedi ki: “Sabri Bey ben gençlik
yıllarımda tasavvufa karşıydım. Hattâ mücâdele verdim. Zaman geçti, hayat
tecrübelerim arttı, çeşitli insanlar tanıdım. Gördüm ki çevremde belli bir
düzeye gelmiş, toplumda yeri olan nice insanın İslam’ı seçişi tasavvuf yoluyla
oldu. Bir takım dar kurallar, şekiller, formaliteler günümüz insanını tatmin
etmiyordu. Ona hayatı kökten kavratacak, bütüncü, birleştirici, toplayıcı bir
görüş lazımdı. Yine bir müşahedem de şu oldu: Kadın, erkek, genç, ihtiyar,
köylü, kentli, okumuş, okumamış insanları etkileyen şekil değil öz, kalp değil
muhteva, kâl değil hâl, söz değil fiiliyat oluyordu. İnsanlar bir susuzluk
içindeydiler, onları kandıracak su, yanlız ve yanlız aşkta, şevkte, heyecanda,
vecdde, istiğrakda idi. Fazıl Hüsnü Dağlarca bir şiirinde “Gelme, gelme
üstüme, Bir şifa vermeyeceksen eğer” diyordu.”
Açık söylüyorum sırf laf olsun diye
yapılan, gösteriş için yapılan, çalım satmak için yapılan ibadetlerin insana
bir şey kazandıracağına ben inanmıyorum. Bazılarınız diyecek ki, “Ne biliyorsun
kardeşim?”. Bilinir ya, bilinir sayın kardeşim Anadolu’da bir laf vardır: “Yağ
yiyen köpek tüyünden belli olur.” derler. İçte olan dışa yansır. Yağ küpünden
yağ sızar, bal küpünden bal sızar, sirke küpünden sirke sızar. Öyle yüksekten
konuşmakla cart, curt etmekle, onu bunu itham etmekle siz hiç kimseyi
etkileyemezsiniz. Hiçbir ruhta iyinin, güzelin, temiz, asil ve büyük olanın
çerağını uyandıramazsınız. Sadece mevcut çok bilmişler, ukalalar, dangalaklar
safına yenileri katılır. Tarih buna şahittir. Yeminle söylüyorum. Bu metodla
hiçbir ruhta Muhammedi mânâda bir ürperiş, bir titreyiş, bir kendine geliş,
kendine dönüş husûle gelmez. İnsan ruhu ancak sevgiyle, saygıyla, edeple,
incelikle, zarafetle, ta’zimle, Muhammedî aşkla kazanılabilir.
Küçüklüğümden beri beni etkileyen manevi
büyükleri birer birer düşünüyorum. Hepsi toprak kadar mütevazı birer edep
örneğiydiler. Gandi, evden çıkarken: “Kendimi ayakkabımın üzerindeki tozdan
daha büyük görürsem, ürperir Allah’a sığınırım.” diyordu.
Bir gün âşıklarından hayranlarından,
bağlılarından bir zat, Ahmet Rufai Hazretlerine gider. “Efendim,” der “size
olan sevgim, saygım, hayranlığım o kadar büyük ki nasıl hitap edeceğimi
bilemiyorum. Size evliyalar sultanı mı desem, âlimler padişahı mı desem,
gönüller fatihi mi desem daha uygun olur. Bana bu konuda yardım eder misiniz?”
Yücelerin yücesi büyük veli tebessüm eder, “Aman evladım,” der, “başka derdin
mi yok. Ahmet de geçsin gitsin.”
İşte babaannem; merhum Ayşe Hanım, işte
annem merhum Sabiha Hanım, işte babam merhum Ahmet Rüştü Bey, işte hepsi
rahmetli olan Ömer Efendi Hoca, işte Gümüşhaneli Paşa Dede, işte Operatör
Doktor Münir Derman, işte Hayri Öğüt Efendi Hazretleri, işte Azize Anne, işte
Haymana yolundaki Hasan Efendi Hazretleri, işte Mamak yolundaki Ahmet Efendi
Hazretleri, işte Şaziye Anne ve daha niceleri… Hepsi ayrı ayrı edebin,
inceliğin ve zarafetin örnekleriydiler. Hep ışık içinde yaşadılar ve hep
çevrelerine ışık yaydılar. Kavgasız, gürültüsüz, münakaşasız, iddiasız,
gösterişsiz, çalımsız ve cakasız bir yaşantının en güzel örneklerini verdiler
ve veriyorlar. Çünkü onlar biliyorlardı ki insan kalbi ancak ve ancak içten
fethedilebilir. Ve onun kapısı yalnız ta’zimle, hürmetle ve sonsuz bir
incelikle açılabilir. Münakaşa ile hiçbir şey kazanılmaz. Lütfen yanlış
anlamayın bu satırları okuyan herkes tek istisna olmadan benden daha önde, daha
ilerde. Amacım kimseyi kınamak değil, ellerinizden öperim, hürmet ederim. Ne
olur beni yanlış anlamayın! Ben Allah’tan ve Resul’den başka kimsesi olmayan
garip, yalnız, boynu bükük bir insanım. Amacım kimseye çatmak değil. Bundan
Allah’a sığınırım, ama bir takım gerçekleri de söylemeye mecburum. Yarın
Allah’ın huzurunda bunları söylemezsem hesaba çekilmekten korkuyorum, acı
çekiyorum, ıstırap duyuyorum. Böyle patırtıyla, gürültüyle, kavgayla,
münakaşayla bir yere varılmayacağını kesinlikle biliyorum. Yemin ederim ki biliyorum.
Boşuna zaman kaybediyoruz, boşuna birbirimizi kırıp incitiyoruz, boşuna nefes
tüketiyoruz. Yazık değil mi? Yunus Emre “Bir kez gönül kırdın ise bu kıldığın
namaz değil, yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil” diyor.
Edep, illa edep, illa edep diyecekken
ağzında pabuç gibi cikletle biz insanlara oruç tutturmaya kalkıyoruz. Siz gönül
sultanlarını, mana âleminin büyüklerini ramazan günü ağzında cikletle
düşünebilir misiniz? Gayet tabi ki hayır. Bazılarınız diyecek ki, onlar
büyükler, onlar çiğnemez. Ben de diyorum ki sade o yüce sultanları değil, bir
odacı Hüsamettin Efendiyi, bir şöför Hasan Efendiyi, bir börekçi Hafız Ağayı,
bir Avşalı naneciyi, bir boyacı Osman Efendiyi de ben ağzında bir cikletle
kesinlikle düşünemem. Eşim Rana Hanımı bir kere ağzında cikletle görseydim,
içimde bir şeyler yıkılırdı. Olmaz efendim. Kendini bilen bir beyefendi, bir
hanımefendi böyle iş yapmaz. Sarhoş, rakıyla kanı sulanmış bir insan, gözleri
kaykılmış bir insan, sağa sola yalpalayan bir insan, ne söylediğini bilmeyen
bir insan oruç tutsa ne olur, tutmasa ne olur? Bazıları diyecek ki; “Efendim
bir kadehten ne olur, kıyamet mi kopar?”
Yıllar önce bir komşumuz Sami Bey vardı.
Banka müfettişiydi. Yarım bardak şarap içince ağzı, yüzü çarpılır,
Gençlerbirliği karşısındaki Fenerbahçe gibi her yönüyle dökülür, rezili
çıkardı. Ona sorarsanız içtiği yarım bardak şaraptı. O sessiz, sakin, yumuşak
başlı, kibar, çelebi Sami Bey gider, yerine it suratlı bir yaratık gelirdi.
İstirham ediyorum, çok istirham ediyorum, böyle bir insan oruç tutsa ne olur,
tutmasa ne olur? Tutmadığı daha iyi, hiç değilse oruca laf getirmez.
Örnekler yüzlerce, binlerce
arttırılabilir. Dinleyen, söyleyenden arif gerek meselince fazla uzatmak
istemiyorum ve diyorum ki;
“Duyuyor, biliyor, inanıyorum ki
Yaşamak sevgilerle güzel,
El ele tutuşup ilan edelim
“Aşk gelicek cümle eksikler biter”
Sabri Tandoğan
Şubat 2010, HAKSES
İnsan Ve
Edep
İnsanlar yalnız. Çünkü aralarında
köprüler kuracak yerde duvarlar inşa ediyorlar. Karşılaştığımız her insan en
azından bir yönüyle bizden üstündür. Ondan bir şey öğrenebiliriz. Büyük
insanlar dinlemeyi tekellerine alırlar, küçük insanlar konuşmayı. Sevgideki en
asil hareket saygıyla dinlemektir. Aşkla, heyecanla dinlemek. Başkalarına, size
nasıl davranılmasını istiyorsanız, öyle davranınız. Hayvanlar bile
sahiplerinden sevgi, saygı, ilgi beklerler. Bulamadıkları zaman mutsuz olurlar.
İnsanlar sözü ile değil, fiili ile öğüt verenleri severler. Öğüt verdiğin
hususu önce kendin uygula. Bir insanı suçlamadan önce dinleyin. Empati, başkasının
dünyasına girebilmek, dünyayı onun gözleriyle görebilmektir. Kendine liderlik
yapamayan, başkalarına hiç yapamaz. İyi bir dinleyici, sadece sevilen, popüler
bir insan olmakla kalmaz. Aynı zamanda çok şey öğrenir. Etkili iletişimin
temeli iyi dinlemektir. Kendinizden başka kimseyle ilgilenmiyorsanız,
başkalarını dinleyemezsiniz. Dinlemek sadece kulakla olmaz. Karşınızdaki
kimseyi bütün hücrelerinizle dinleyin. Onun beden dilini gözleyin. Yüz
ifadesindeki değişimleri saptayın. Gözlerine bakın. Her şey yalan söyleyebilir
ama gözler asla. Bir insanda gören kim? İşiten kim anlamaya çalışın. Âmâ
Peygamber var ama, sağır Peygamber yoktur. Söylenenleri ruhen ve bedenen duyun.
Dikkatle dinleyin. Dikkatinizi odaklaştırın. Unutmayın, dikkat bir bütündür, bölünemez.
Kimsenin sözünü kesmeyin. Bu çok ayıptır. İnsanların düşüncelerine basmak,
ayaklarına basmaktan daha büyük bir acı verir. İnsanların söylediklerini büyük
bir ilgiyle dinleyerek, onların kendilerini ifade etmelerine imkan verin.
İnsanlar kendilerini ifade edemedikleri sürece, mutsuz olurlar, huzursuz
olurlar. Sinirli olurlar.
Söylenenleri hatırlamaktan çok anlamaya
çalışın. Anlam sözcüklerde değil, insanlardandır. Anlama becerimiz ne kadar
artarsa, o kadar iyi bir dinleyici oluruz. Konuşurken, dinlerken hemen yargıya
varmayın. Bırakın, karşınızdaki tamamen, sonuna kadar, aşkla dinlendiğini
bilsin. Asıl amacını anlamaya çalışın. Bu sabrı gösterin. Karşınızdaki tamamen,
sonuna kadar, aşkla dinlendiğini bilmelidir. İyi bir dinleyici olmak için
hiçbir zaman vakit geç değildir.
Yargılamayın,
dinleyin ve anlamaya çalışın. Biz insanları anladığımızı sanıyor, hemen hükmü
veriyoruz. Ne kolay iş.
“Anladım,
imkansız şey, bir insanın başka bir insanı anlaması…” diyor. Attila İlhan.
Bırakın başka insanları, acaba biz kendimizi tanıyor muyuz? Anlıyor muyuz?
Önemli olan yeryüzündeki bir kum
tanesinden, gökyüzündeki samanyoluna kadar, bütün bir kâinatı, Muhammedî bir
aşkla kucaklamaktır. Allah’ın yarattığı her şey güzeldir. Evrende fonksiyonu
olmayan hiçbir zerre yoktur. Ne ki vardır, yaratılmıştır, bilelim ki bir işleve
sahiptir. İş onu bulup çıkarabilmektir. Ne olur itiraz etmeyin. Allah, abesle
iştigâl etmez.
Eğer söylediğin güzelliğin şarkısı ise,
çölün ortasında tek başına olsan bile, bir dinleyenin muhakkak bulunur.
Gözlerini gerçekten açıp bakarsan bütün görüntülerde kendini görürsün.
Kulaklarını açıp dinlersen, bütün seslerde kendi sesini duyarsın. Bana kulak
ver ki, sana ses verebileyim. Gerçek hükümdar, tahtını dervişin yüreğinde
bulandır. Yalnızca yüreklerinde giz taşıyanlar, yüreklerimizin gizlerini
okuyabilir.
Herkes, âleme kendi gözlüğü ile bakar.
Yunus,
“Hiç kimse bilmez bizi
Biz ne işin içindeyiz”
der ve ilave eder, o müthiş sözünü:
“Seni deli eden şey, yine sendedir sende…”
Bir Allah dostu, “Yanlız bir kere dilim
tutuldu: Bir adam bana, ‘Sen kimsin?’ diye sorduğunda.” diyor.
Çok şeye sahip olan değil, Allah rızası
için çok veren zengindir. Sevgi, belli bir olgunluğa erişmeden, rastgele,
herkesin tadabileceği bir duygu değildir. Sevmek bir sanattır. Yalnız kitap
okumakla, fakülteler bitirmekle insana ulaşılmaz. İnsanı adam eden, insanı
insana ulaştıran yine insandır. Kimse, tek başına, dağlara çıkıp inzivaya
çekilerek, olgunluğa, kemâle varamaz. Çok ilginçtir. Bir rehberin ışığı
olmadan, burnunun dikine gidip, melekleşmek isteyenlerin, bazen ne yazık ki
hayvanlaştıkları görülüyor. Yalnız akılla insan tekâmül edebilseydi, Cenab-ı
Hak, Peygamberlerini, onların vârisleri olan velîlerini göndermezdi. Gerçek şu
ki, ilâhî vahyin ışığı olmadan insanlar huzuru, mutluluğu bulamıyorlar. 19.
Asrın büyük zekâsı Nietzche başını tımarhanenin duvarlarına vurarak öldü. O korkunç zekâsı, dev kültürü
ona yetmedi. Ateist Jean Paul Sartre “Başkaları cehennemdir.” diyerek,
karanlıklar içinde öldü. Çok rica ediyorum. Bir kişi gösterin,
Peygamberimizi kabul etmeden, önünde saygı ile eğilmeden, huzuru, mutluluğu,
ışığı bulmuş olsun…
İnsanlarda iyi yönler arayın. Mutlaka
bulursunuz. İnsan gönlü ışıktan billura benzer. Işıkla dolunca ışıktan fark
edilmez.
Neden
Boşanma Davaları Gittikçe Artıyor?
Son zamanlarda internetteki siteme gelen maillerde en
çok bu soru soruluyor. "Neden boşanma davaları bu kadar çoğalıyor?
" Olaya, isterseniz önce bir sosyolog gözü ile
bakalım:
Toplumda yerleşmiş bir adet var. Bir nişan haberi
duyulunca hemen herkes aynı soruyu soruyor: “Kız güzel mi?
Oğlan zengin mi?
” Sanki bir genç kızda
aranacak ilk vasıf güzellikmiş gibi, sanki bir delikanlıda ilk önde gelen
özellik zenginlikmiş gibi... Ne yazık ki bu sorgulama nicedir devam ediyor.
Acaba, evlenecek bir genç kız, güzelliğinin dışında, bir delikanlı
zenginliğinin dışında evliliğe hazır mı?
Çıkması her an
muhtemel problemleri sükûnetle, aklın ve ilmin ışığında çözebilirler mi?
Bir meslekleri
var mı?
Bunları kimseler
düşünmüyor. Kafamızı takmışız:
"Kız güzel
mi?
Oğlan zengin mi?
" Daha evliliğe ilk
adım atılmadan trajedi başlıyor. Bazen bir yıl, bazen iki yıl süren taksitlerle
düğün salonu kiralanıyor. Ne kadar süreceği belli olmayan taksitlerle en lüks
mobilyalar alınıyor. İsteniyor ki iğneden ipliğe, eksik olan, noksan olan hiç
birşey kalmasın. Tabii hepsi uzun vadeli taksitlerle alınıyor. Yuvaya ilk adım
dev gibi bir borçla atılıyor. Günlük hayatın gelişi, yeni yeni masrafları da
beraberinde getiriyor. Bazan hiç umulmayan masraflar boy gösteriyor. Aylık
geliri çok aşan taksitler, kısa bir sürede iki tarafın da moralini bozuyor.
Sinir sistemleri geriliyor. Arkasından sonu gelmeyen münakaşalar, birbirini
itham etmeler, kavgalar başgösteriyor. Ya Rabbi, bir türlü ayağımızı
yorganımıza göre uzatamıyoruz. Bir türlü edepli, saygılı, mütevazı olamıyoruz.
Tek düşünce egemen oluyor:
“Falancanın var
da, bizim niye yok?
Sonra elalem ne
der?
Aleme maskara mı
olalım?
” Bu abuk sabuk düşünceler müşterek hayatı çekilmez hale
getiriyor. Daha nikah memurunun önünde başlayan tepişmeler hayatın tümünü
egemenliği altına alıyor. Yok efendim, kim kimin ayağına basarsa evde onun sözü
geçermiş. Kendi evliliğimi hatırlıyorum. Merhum eşim Rana Hanım'la beraber
nikah memurunun önünden kalktık, yeni mahalledeki evimize gittik. Beşinci
duraktaki Çavuşoğulları Camii'nin imamı Rıza Çöllü Hocaefendi geldi. Dini
nikahımızı kıydı. Büyüklerin ellerinden öptük. Yemek yedik. Sonra evimize
geçtik. Sıhhiye Cihan Sokak'ta iki odalı, sobalı, mütevâzi bir ev tutmuştuk.
Kapıdan içeri girerken, “Bak Rana,” dedim, “şu andan itibaren evlilik hayatımız
başlıyor. Gel seninle bir mukavele yapalım.” Merhum Rana, “Ne gibi?" dedi.
,
“Diyelim ki,” dedim, “şu
andan itibaren, bu evde, ne senin dediğin olacak, ne benim dediğim olacak.
Yalnız Allah'ın ve Peygamber'in dediği olacak.”
Kırk dört yıl evli kaldık. Her an bu mukaveleye
bağlılığımız devam etti. Bu süre içinde aramızda birtek gün bir münakaşa, bir
kavga olmadı. Hep birbirimize saygılı kaldık. Yıllarımız, sevgilerin en güzeli
ile doldu. Gün oldu kuru ekmek yedik, ama kimseden borç istemedik. Bazen
çevremizden duyuyoruz.
Nice evlilikler banka kartı
tuzağı ile mahvoluyor. Kırk dört yıllık evlilik süresi içinde bir kere bile
Rana Hanım'ın önünde ayak ayak üstüne atarak oturmadım. Birgün midesi ağrıyordu.
"Sabri," dedi, "çantamda ilaç var, lütfen verir misin?"
Çantayı aldım, götürdüm. Niye açmadığımı sordu. "Hiçbir zaman ne çantanı,
ne çekmeceni açma saygısızlığında bulunmam." dedim.
Bütün mesele, her an ,saygı ve edep içinde olabilmek.
Şuna inanıyorum ki kendisine saygısı olmayanın, karşısındaki insana da saygısı
olmaz. Evlilik hayatını güzel ve anlamlı kılan, müşterek zevklerin olması ve
bir güzelliği beraber paylaşabilmektir. Birlikte kitap okumak, birlikte ibadet
etme, birlikte yürüyüş yapmak, birlikte yemek yemek, birlikte dostlarla
görüşmek, birlikte seyahate çıkmak, birlikte manevi büyükleri ziyarete gitmek
evliliği pekiştiren, canlandıran, güzelleştiren ne güzel olaylardır. Biz Rana
Hanım ile yürüyüşlerimiz sırasında çeşitli meseleleri görüşür, fikir
teattisinde bulunurduk. Rasülullâh “salla’llâhü aleyhi ve sellem” Efendimiz:
"Birbirinizle hediyeleşiniz, hediyeleşmek ne güzeldir, insanları birbirine
bağlar" buyurur. Biz de sık sık hediyeleşir, birbirimizi mutlu etmeye
çalışırdık.
Eşlerin, çevrenin etkisi altında kalarak, imkanlarını
aşarak bir takım teşebbüslere girişmeleri sanki boşanmalara ortam
hazırlamaktadır. Bir komşumuz araba almıştı. Araba, aylarca kapının önünde
bekledi. O sokaktan kirli bir su geçiyordu. Her geçen araba o kirli suyu duran
arabanın üstüne sıçratıyordu. Bir süre sonra araba, sanki yıllarca kullanılmış,
bir kenara atılmış hale gelmişti. Bir sabah evden çıkarken komşuya sordum:
“Neden arabayı kullanmıyorsunuz, bir hukuki durum mu var?” dedim.
Yanıma yaklaştı, parmaklarını uc uca getirdi, “Sabri
Bey,” dedi, “benzin alacak para yok. Hanım istedi diye aldım. Hanım günlerinde
arkadaşlarına mahcup oluyormuş... ‘Alalım, bir kenarda dursun, ben yine
dolmuşla gelir, giderim’ demişti. Olay bu.” dedi. Bizzat şahit olduğum bir
durum bu...
Şahsiyetini
kazanamamış insanların evlenmesi, ister istemez bir süre sonra onları boşanmaya
götürüyor. Özentiler içinde bir hayatın sonu başka ne olabilir?
Komşuya özenerek
mobilyalarını değiştirenler, komşuya özenerek ödünç alıp, yaz tatiline çıkanlar
az mı?
Ne yazık ki,
devlet de bu çirkin işe alet oluyor. Tatil kredisi alıp, çok uzun vadeli borca
giriyorlar, sonra onu ödeyeceğiz diye bütçelerinin altı üstüne geliyor. Banka
kartları, ilk çıktığı zaman, daha önce tahkikat yapılır, ödeme kabiliyetinin
olup olmadığı tespit edilir, sonra ona göre kart verilir veya verilmezdi. Şimdi
bankalar, sokaklara masa koyuyorlar, önüne gelene kart veriyorlar. Öyle ki
on para geliri olmayan adamın cebinde, on tane kart bulunuyor. Ondan sonra
banka ekstreleri arka arkaya gelmeye başlayınca, “Kendimizi boğaz köprüsünden
mi, yoksa bir gökdelenden mi atsak?” diye düşünceler başlıyor.
Daha beş yaşımdan itibaren rahmetli annem telkinlerde
bulunurdu: “Aman yavrum, ayağını yorganına göre uzat. Yerine göre kuru ekmek
ye, ama borç yapma. Kardeşinden bile borç alsan, boynun eğri olur, efendiliğini
koruyamazsın.” derdi. Nur içinde yatsın. Ne kadar ileri görüşlü bir insanmış.
Borç yüzünden şerefini, haysiyetini kaybeden nice insanlar gördüm. Gün oldu
kuru ekmek yedim, ama anne sözü dinledim, borç yapmadım.
Günümüz evliliklerinin en büyük sorunlarından birisi de,
çocuk terbiyesidir. Ne yazık ki, günümüzde çocuklar çok yanlış terbiye
edilmekte, bir takım yanlış bilgilerle çocuk şımartılmakta, evin içinde, adeta
bir firavun yetiştirilmektedir. Çocukların bütün şımarıklıkları,
terbiyesizlikleri, hatta edepsizlikleri hoş görülmekte,
“Çocuktur, tabii yapacak.” diye gerekçeler
gösterilmektedir. Japonlar, çocuklarına bir hükümdar gibi saygı göstermekte,
fakat kesinlikle onları şımartmamaktadırlar. Çünkü biliyorlar ki, çocuk
şımartmanın bir cinayetten farkı yoktur. Çünkü onlar yarın sade ailelerine karşı değil,
cemiyete karşı da en büyük problem olabilirler. İnançları olan, karakter sahibi
bir insanın gözü dışarda olmaz. Bu, evlilikte görülen en pis, en aşağılık, en
adi bir huydur. Bazı kimseler, “Gece geç geleceğiz, arkadaşlarla buluşacağız,
beraber yemek yiyeceğiz.” diyorlar.
Bu, aslında, “Beraber içki
içeceğiz.” demektir. Ne kötü bir alışkanlık. Madem geceleri arkadaşlarınla
buluşup içki içeceksin, o zaman neden evleniyorsun, ne hakla evleniyorsun?
Eşini, çoluk çocuğunu gece yarılarına kadar
bekletmeye kimin ne hakkı vardır?
Bu da, günümüzde
çok görülen rezil, aşağılık bir yaşama üslubudur. Kültürlü, tahsilli, inanmış,
nezih bir aile kadını, bu çirkin yaşantıya ne kadar tahammül edebilir?
Onun da sabrının
bittiği bir an gelmez mi?
Bazı kimseler, iş
hayatlarındaki problemleri, eve taşımak itiyâdındadırlar. Buna hakkımız var mı?
Rahmetli dedem, “Erkeğin
kötüsü , iş hayatındaki dalgalanmaları, evine taşıyan insandır.” derdi. Ben
Ermenek’liyim. Orada bir söz vardır, derler ki; "Erkek eve girerken,
öyle canlı, öyle neşeli, öyle hayat dolu olmalı ki, kapıdan içeri girdiği
zaman, duvardaki duran saat bile çalışmaya başlamalı. Eşi sıkıntılıysa, derdini
unutmalı.” Aynı şekilde, bir de kadının erkeğini karşılama sanatı vardır.
Onu bir hükümdar gibi, sevgiyle, saygıyla, edeple karşılamalı, günlük hayatın
sıkıntılarını ona unutturmalıdır. Gündüzden, evini temizlemeli, yemeğini
hazırlamalı, güzel kitaplar okuyarak kendini, eşini karşılamaya hazır bir hale
getirmelidir. Günümüzde evlilik, her zamankinden daha çok önem kazanmıştır. İki
taraf da hayatın fırtınalarına karşı, evliliklerini sakin sığınılacak bir liman
haline getirmelidir. Çünkü o limana her zamandan daha çok bugün ihtiyaç vardır.
Evlilik, elele, gönül gönüle verildiği zaman, bir yeryüzü cenneti olmaktadır.
Neden bütün evliler bu cennetin nimetlerinden faydalanmasınlar?
Gönül istiyor ki
bütün kurulmuş ve kurulacak yuvalar, güzellikler ve mutluluklarla dolsun...
Tükenmez
Hazine: Kanaat
Bir gün Peygamber Efendimiz ashabıyla otururlarken “Dere
kenarında abdest alıyor dahi olsanız suyu tasarruflu kullanınız.” buyurur.
Cemaatten biri “Ya Rasulullah, derenin suyu akıp gidiyor. Biz tasarruflu da
kullansak, tasarruf etmeden de kullansak yine akıp gidecek. Bunun bize ne
faydası olacak?” der. Yüce Peygamberimiz “Önemli olan suyun akıp gitmesi değil,
senin tasarruf terbiyesi içinde yetişmendir.” buyurur.
Bolluk zamanında saygılı, dikkatli, tasarrufa riayet
ederek yaşayanlar darlık zamanında sıkıntı çekmezler.
“Nasıl olsa gelir akıp
geliyor, biz de içimizden geldiği gibi yaşayalım” diyenler ellerindeki imkanı
har vurup harman savuranlar gün gelir dara düşerler, bazan çok kötü durumlarla
karşı karşıya gelirler. Her gün gazetelerde okuyoruz, televizyonlarda
seyrediyoruz, vaktiye Karun kadar zengin olanların, gün gelip bir dilim ekmeğe
muhtaç olduklarını görüyoruz.
Senelerce, senelerce
önceydi. Rahmetli eşim Rana Hanım’la beraber İsveç’e gitmiştik. Stockholm’ün
merkezinde büyük bir otelde kalıyoruz. Sabahleyin traş olmak için lavabonun
önüne gittim. Aynanın yanında bir yazı vardı, okudum, hayretler içinde kaldım.
O yazıda şöyle diyordu: “Lütfen traş olduktan sonra kullandığınız jileti çöpe
atmayınız. Yanda bir kutu var, oraya bırakınız. Bir jiletle dahi olsa İsveç
çelik sanayiinde sizin de bir katkınız bulunsun. Teşekkür ederiz.” Bu yazı beni
uzun uzun düşündürdü. “Aman Yarabbi” dedim, İsveç’in çelik sanayiinde en ileri
ülkelerden biri olduğunu çocukluğumuzdan beri okuruz. Çelikten mamül pek çok
ürünün altında “İsveç çeliğinden yapılmıştır” ibaresini görmüşüzdür. Buna
rağmen bir turistin traş olurken kullandığı bir tek jiletin dahi çöpe
atılmasına İsveçlinin gönlü razı olmuyordu. Bu hassasiyet beni ürpertti.
Yıllarca düşündüm. Onlara saygı duydum.
İsviçre’de senenin belli
günlerinde gazetelerle, radyolarla, televizyonlarla bir ilan yapılıyor.
Diyorlar ki “Falan tarihte, gece yatarken okumadığınız, işe yaramayan ne kadar
kitap, dergi, gazete varsa kapınızın önüne bırakın. Velev ki bir prospektüs
dahi olsa ihmal etmeyin. Gece, görevli memurlarımız gelecek, onları alacak.
Belli merkezlerde toplanacak, tekrar kağıt üretiminde kullanılmak üzere
fabrikalara gönderilecek. Yardımlarınız için teşekkür ederiz. Bu durum da beni
yıllarca düşündürdü. Adamların bir prospektüs kağıdının bile çöpe atılmasına
gönülleri razı olmuyordu. İsviçre’nin zengin bir ülke olduğunu söylemeye gerek
yok.
Yıllarca önceydi. Fransa’dayım. Şanzelize Caddesi’nde
bir restoranta gittim. Oturdum, yemek yiyorum. Birden kapı açıldı, bir
müşterinin içeri girmesiyle bir çok garson ona doğru koşuştu. Biri şapkasını,
biri bastonunu, biri paltosunu aldı, itina ile hemen yanı başımdaki bir masaya
oturttular. Emirlerini sordular. “Ispanak rica ediyorum” dedi. Merak ettim,
sordum, garsonların bu kadar hürmet, itibar ettikleri şahıs kimdi. “Fransa
sanayii kralı” dediler. “Fransa’nın en zengin adamı”. Biraz sonra ıspanak
geldi. Yanında da bir küçük tabak içinde üç ince dilimlenmiş ekmek vardı. Bir
dilim ekmekle ıspanağını yiyen o zat garsonu çağırdı, “Hesap rica ediyorum”
dedi. Küçük tabaktaki ekmek dilimlerini işaret ederek “Lütfen paket yapın”
dedi. Çok küçük yaşımdan itibaren hep dışarda yemek yerim. İlk defa böyle bir
duruma şahit oluyordum. Fransa’nın koca sanayii kralı iki dilim ekmeği de
beraberinde götürecekti...
Beş yaşındayım. Soğuk bir kış günü sobanın yanında
oturmuş kitap okurken rahmetli babannem de pirinç ayıklıyordu. Birden bir
pirinç tanesi yere düştü. Rahmetli babannem tepsiyi yere bıraktı, o düşen
pirinci aramaya başladı. Halının tüyleri arasında kaybolan pirinç tanesini uzun
süre aramaya devam etti. Dayanamadım, müdahale etmek lüzumunu duydum. “Aman
babanne,” dedim, “bir pirinç tanesi için bu kadar aramaya değer mi”. O güne
kadar hep sevgi gördüğüm, beni yere, göğe sığdıramayan babannem birden
asabileşti. “Küçük beyimiz, sobanın yanında koltuğa oturmuş, elinde kitap ahkâm
kesiyor. Sen hiç pirinç üretilirken gördün mü? Nice insan o üretim sırasında
sağlıklarını kaybediyor, sakat kalıyor. Bu iş öyle güç, öyle zahmetli ki ben o
yere düşen pirinç tanesini bulmak için gerekirse bütün halıyı milim milim
araştırırım.” dedi. Öyle mahçup olmuştum ki... utâncımdan yüzüm kıpkırmızı
oldu. Aradan yıllar geçti. Hala unutamadım. Ne zaman pilav yesem o günü hatırlarım.
Tabağımda bir tek pirinç tanesi bırakmam.
Rahmetli annem çok küçük yaşımdan itibaren “Aman yavrum”
derdi, “elektriği lüzumsuz yere bir dakika yakma. Suyu bir yudum da olsa
gereksiz yere akıtma.” Evleninceye kadar bir kere dahi olsa rahmetli annem
yemek atmadı. Evlendikten sonra kırk dört yıl içinde rahmetli eşim çöpe hiçbir
gıda maddesi atmadı. Bu kırk dört yıl içinde bizim evde ne bir tabak, ne bir
bardak, ne bir fincan kırılmadı. Nezih, temiz, güzel bir hayat yaşamanın yolu
dikkat, saygı ve tasarruflu yaşamaktan geçiyor. Banka kartları yüzünden nice
insan helak oldu. Banka kartını bir mirasyedi dikkatsizliğiyle berbad ettik.
Birçok insan cebimde banka kartı var diye israf yoluna gitti. Kanaatkâr
olmaktan, tasarruflu yaşamaktan uzaklaştı. Bunun acı sonuçlarını hepimiz, her
gün televizyonlarda görüyor, gazetelerde okuyoruz. Yıkılan aileler, bozulan
sosyal ilişkiler, boşanmalar, intiharlar, cinayetler birbirini takip ediyor. Pek
çok insan banka kartıyla alış veriş yaparken bir ay sonra bankadan ekstrenin
geleceğini hiç düşünmüyorlar. Hepimiz bunları görüyoruz. Ama ibret almıyor,
nice felaketlere kucak açıyoruz. Bu insanlara küçük yaştan itibaren ailede ve
okulda tasarruf terbiyesi verilse, ayağını yorganına göre uzatması öğretilseydi
bunlar olur muydu? Fert olarak, toplum olarak borçlanmaların ne acı sonuçlar
getireceğini bir türlü görmek istemiyoruz.
Yıllarca önce Danıştay’da çalışırken Hüsamettin Efendi
isimli bir odacım vardı. Eşi, annesi ve iki kızı ile beraber yaşıyordu.
Kızlarının ikisi de üniversiteye gidiyordu. Hüsamettin Efendi’nin tek geliri
aldığı odacı maaşıydı. Zor şartlar altında yaşıyordu. Ayın sonlarına doğru
sorardım, “Bir sıkıntın var mı?” diye. Hep aynı cevabı alırdım: “Teşekkür
ederim, efendim. Allah herşeyi veriyor.” Bir kere bile Hüsamettin’in hayattan,
şartlardan, pahalılıktan şikayet ettiğini görmedim. Ayağını yorganına göre
uzatıyor, parasını dikkatli kullanıyordu. Bir gün maaş alırken “Şükürler olsun,
Allah’ım Halil İbrahim bereketi ver.” demiş. Sırada bekleyen arkadaşları itiraz
etmişler. “Neyin bereketi, aldığın üç kuruş para. Nasıl olsa bir hafta sonra
bitecek” demişler. Hüsamettin Efendi, “Siz aldığınız paraya kanaât
etmiyorsunuz, sürekli şikayet ediyorsunuz. Bir hafta sonra da bitiyor” demiş.
Aynı yıllarda bir şirketin genel müdürünü tanıyordum. Aldığı ücret
Hüsamettin’in maaşı ile mukayese dahi edilmezdi. Ama ne hikmetse daima şikayet
eder, taksitlerinden, bankaya olan borçlarından dert yanardı. Bir kere bile
“Şükürler olsun Allah’ım” dediğini duymadım. Hep şikayet, hep şikayet...
Ağzından şükür sözü çıkmaz, hep pahalılıktan şikayet ederdi. Bu iki insanı
mukayese edecek olursak aradaki farkın şükür ve kanaât yokluğunda olduğunu
görürüz.
Japonları bir adeti var. Çok küçük yaştan itibaren çocuklarına şunu
telkin ediyorlar: “Ne iş yaparsan yap, neyle meşgul olursan ol, gelirin ne
kadar az olursa olsun daima bir kaç kuruş da olsa öbür aya tasarruf et”. Bundan amaç o ayı borçsuz,
harçsız, kendi imkanlarına göre yaşayarak nezih bir hayat sürmektir. Çünkü
hayat bize şunu göstermiştir ki fert olsun, toplum olsun daima borçlu olanın
boynu eğri oluyor, bir eziklik hissediyor, gizli veya aşikar bir utanç duygusu
içinde oluyor. Bundan kurtulmanın ilk şartı kanaat sahibi olmaktır.
Kanaât, Arapça bir kelimedir. Elde olanla yetinmek, Allah’ın
verdiğine sabredip razı olmak, yaşamak için zaruri olan ihtiyaçlar dışında
kalan bütün nefsani arzu ve hayvani isteklerden uzak durmak, yeme içme, giyim
kuşam ve çeşitli konularda aşırıya kaçmamak demektir. Resulullah Efendimiz
“Müslüman olup kendini yaşatacak bir rızık ile yetinen kimseye ne mutlu.
Kanaat, bitmez mal, tükenmez hazinedir.” buyurmuştur. Resulullah Efendimiz
kendi ailesinin rızkının da yaşamak için zaruri miktar olmasını dileyerek
“Allah’ım, Muhammed ailesinin gıdasını kifâf yap.” buyurmuştur. Çünkü rızkın
fazlası ahirette insanın başına dert olabilir. Bir Hadis-i Şerif’te “Zengin,
fakir herkes kıyamet gününde keşke dünyada kendisine yetecek kadar rızık
verilmiş olsa diyecektir.” Allah, kıyamet gününde “Yarattıklarımdan temiz
kullarım nerede?” diyecek. Melekler “Rabbimiz onlar kimlerdir?” diye sorunca
Cenab-ı Hak “Verdiğime kanaât eden, kaderine razı olan fakir müslümanlardır.
Onlar cennete gireceklerdir.” buyurucaktır. Bir başka Hadiste “Vera sahibi
ol, insanların en abidi olursun. Kanaâtkar ol, insanların en çok şükredeni
olursun. Nefsin için sevdiğini halk için de sev, gerçek mü’min olursun. Komşuna
iyi davran, gerçek müslüman olursun.” buyurmuştur.
Kanaât sahipleri daima güzel, huzurlu, mutlu bir yaşantı
içinde olurlar. Çünkü onlar elde bulunanla yetinirler. Kimsenin malına, mülküne
ve mevkiine göz dikmezler. Kanaâtin karşıtı tamah etmek ve hırslı olmaktır.
Bunlar da kendilinden mutsuzluğu getirir. Başkasının malına göz dikmeyenin içi
rahat eder. Bir şeye ihtiyacı kalmaz. Bu da zenginliğin ta kendisidir. Çünkü
gerçek zenginlik mal çokluğu ile değil, gönül tokluğu ile olur ki bu da
kanaâttir. İnsanın ihtiyaçlarını giderecek az mal, onu azdırıp, bozacak olan
çok maldan daha hayırlıdır. Bişr-el Hafi, “Kanaât öyle bir padişah ki yalnız mü’minin
kalbinde oturur.” demiştir. Kanaât mevcut ile yetinmek, olmayana göz
dikmemektir. Başkalarının elinde bulunana göz diken, üzüntü çeker, huzursuzluk
içinde yaşar. Eğer insan sınırsız varlık sahibi olmak isterse kanaâtkar olamaz.
Tamah ve hırsın çukuruna düşer. Resulullah Efendimiz “Eğer insanoğlunun
altından iki deresi olsa bu ikincisinin yanına bir üçüncüsünü daha ister.”
buyururlar. Ademoğlunun içini ancak toprak doyurabilir. Allah, kötü huylarını
terkedenlerin tövbesini kabul eder.
Yüce Resulümüz, “Ey insanlar, rızk talebinde haris
olmayın. Zira hiç bir kimse yoktur ki onun nasibi ayrılmış olmasın. Kul
dünyadan nasibini almadan ölmez.” buyurmuştur.
Bir gün Hazret-i Musa
Rabbine sorar: “Hangi kulların en zengindir?” diye. Rabbi buyurur, “En çok
kanaâtkar olanlar.”
Bir Kudsi Hadiste “Ey ademoğlu, eğer dünya tamamiyle senin olsa ondan sadece
yiyebileceğin miktar senindir.” buyurulur. Kanaât sahipleri en kolay geçinilen
insanlardır. Tamah insanoğlunu adeta kör yapar. Hakikatleri anlayamaz ve
olmayacak şeylere olacakmış gibi hüküm verir. Kur’an-ı Kerim’de Hûd Suresi’nde
“Yeryüzünde hiç bir canlı yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın.” buyuruluyor.
Kanaât, elden çıkanın ardından bakmamak, var olanla yetinmektir.
Allah cümlemizi kanaât yolundan ayırmasın. Kanaâtkar bir
insanın ruh zenginliğini Allah bütün insan kardeşlerimize nasibetsin.
“Bizi Ancak
Biz Kurtarırız” - Mesaj Dergisi
Sabri Tandoğan, 1934
yılında Ankara’da doğdu. Hukuk Fakültesi’nden 1957’de mezun oldu. 1960
yılından bu tarafa Danıştay’da görev yapıyor. Halen İkinci Daire üyesi
Tandoğan, arkadaşımız Mehmet Öztürk’ün sorularını cevapladı.
Mesaj-Televizyondaki
programlarınızda vermek istediğiniz şeyler nedir?
Tandoğan- Amacım yaşadığım
güzellikleri hem sevenler hem de dinleyicilerle paylaşmak... Bugün hepimiz zor
bir çağda, güç şartlar altında yaşıyoruz. Hepimizin binbir sıkıntısı, sorunları
var. Sohbet, bu patırtı gürültüden bir güzellik damıtabilmek, onu başkalarıyla
paylaşabilmek sanatıdır. Gönül sohbetinin amacı, insanın içinde zaten varolan güzellikleri
ortaya çıkaran bir ortam hazırlamaktır. Bir dalgıç gibi bizi kendi içimize
daldırıyorsa, kendi gönlümüzden bize inciler çıkartıyorsa, ona gönül sohbeti
denir.
Mesaj- Sizce kültürel
temel öğeler nelerdir?
Tandoğan- Kültür, Latince
kökenli bir kelimedir. Ekmek, sürmek, işlemek demektir. Kafanın ve gönlün
işlenmesi, sürülmesi, iyinin, güzelin ve doğrunun tohumlarının atılması demektir.
Kafa ve kalp. İşte insanı insan yapan öğeler. Biz kalbimizi ve kafamızı maddî
ve mânevî ilimlerin ışığında aydınlattığımız, temizleyip arıttığımız zaman,
kalbin ve kafanın sentezini kendi günlük yaşantımıza yansıtabildiğimiz zaman,
karşımızda güzel, çok güzel, inanılmayacak kadar güzel bir dünya bulacağız. Hayat
güzel, insanlar güzel, yaşamak güzeldir. Hayatta kötü, fena insan yoktur.
Yalnız çeşitli sosyal, ekonomik, psikolojik nedenlerle içlerindeki güzelliği
dışarıya yansıtamamış insanlar vardır. Kötü denilen insanlarda güzellikler,
meziyetler, değerler içte gizli kalmış, dışarıda çiçeklenme ve tezahür imkânı bulamamışlardır.
Toplumda öyle insanlar var ki üstünde elbisesi yok. Öyle elbiseler görülüyor
ki içinde insan yok... Dünyada en büyük bahtiyarlık insanın kendi kendinden
memnun oluşudur. Kültürün amacı inceliktir, tevâzudur. Edep, saygı, zarafettir.
Başkaları için yaşamanın, verebilmenin, paylaşabilmenin güzelliğini farkedebilmektir.
Bizi bize götürüyorsa, bize bizden yakın olanla temasa götürüyorsa, ben ona
kültür derim. Gerisi iri lâkırdılar, ukalâlık, edepsizliktir. Günün adamı
değil, hakikatin adamı olmadadır hüner. Gün değişir hakikât değişmez. Bu dünya
darılma pazarı değil, dayanma pazarıdır. Son nefesimize kadar hayat bir okul,
bizler o okulun öğrencileriyiz.
Büyük Yunus, “Her dem taze doğarız/ Bizden kim
usanası” der. Her dem yeniden doğmak, her an yepyeni oluşlar, pırıl
pırıl güzellikler yaşamak ne büyük... ne muhteşem bir olaydır. Her zerreye ilk
görüyormuşçasına hayret ve hayranlıkla bakmak. Onlardaki gün ışığına çıkmamış
gizli güzellikleri görebilmek, yakalayabilmek nasıl tat verir insana... Ne
olur nefsin hapishanesinden çıkalım. Allah’ın verdiği armağanları şükranla
karşılayalım. Farkına varalım bu güzelliklerin. Güzellik Allah’ın cemâl
tecellisidir. Doya doya içelim bu pınardan. Hayatta hiçbir şey, insanı öğrenmek
ve onu anlamaya çalışmak kadar heyecan verici değildir. İnsan bir sentezdir.
Bunu çözümleyebilmek, müthiş zekâ, dikkat ve gayret sarfını gerektirir. Kalbin
edebi, sükûttur. Mânâ âleminin kapıları sabır, şükür, tevâzu ile açılır. Gözü
yerde olanın gönlü âsumana çıkar. Elde edilmesi en güç dostluk insanın
kendisiyle dost olmasıdır. Ve kendimizi yalnız kendimiz kurtarabiliriz. Ebedî Yunus, “Bir siz dahi
sizde bulun, benim bende bulduğumu” diyor. Önemli olan içimize
inebilmek. İnsanoğlu kendine dönmediği, bilâkis kendinden uzaklaştığı için
huzursuz ve mustarip dolaşıyor. Ne gaflet! Oysa bu âlemde her zerre bizi irşâd
edebilir. Yeter ki, o şeyin ikazından ders alabilelim. Şâd olamıyorsak, bilelim
ki kabahat bizdedir. Suçu topluma, ona buna atmakla yalnız kendimizi kandırmış
oluruz. İnsanlara dünyayı cehennem gibi gösteren, kendi varlıklarının mânâsını
bilemeyişleridir.
Gerçeğe ve güzele
ulaşmanın yolu, “hayret duygusu”dur. Felsefenin de, ilmin de, san’atın da
kaynağı budur. Güzellik kavramının doğup gelişmesi için ilk şart, kalp temizliğidir.
Vücut bir mâbettir. İçinde sana, senden yakın olan vardır.
Sait Faik “her şey bir insanı sevmekle başlar”
demiş. İş, o sevgiyi büyütüp, yüceltip, yeryüzündeki bir kum tanesinden gökyüzündeki
Samanyolu’na kadar, bütün kâinatı kucaklayabilmektir.
Mesaj- Kimlik arayışı
sürecinde Türk insanı hangi noktadadır?
Tandoğan- Bugün toplum tam
mânâsıyla pusulayı şaşırmış durumda. Ekonomik güçlükler, sosyal baskılar, pek
çok insanda bunalım yaratmış durumda. Umudunu, yaşama sevincini yitirmiş, uyur
gezer gibi. Anadolu’da bir söz vardır; “ver yesin, ört uyusun” diye. İşte öyle
bir şey. Ama bütün bu olumsuzluklar içinde tertemiz kalabilen, kendini
yetiştirmiş, topluma faydalı olabilmek için çırpınan insanlarımız da var.
Yarınları onlar kuracak.
Mesaj- İnsanda davranış ve
kalp ilişkisi nedir?
Tandoğan- Efendim, insanda
küçücük bir et parçası var ki, o düzeldiği, temizlendiği zaman her şey
güzelleşiyor, ihtişam kazanıyor. O aslî hüviyetinden uzaklaşınca hayat bir
cehenneme dönüyor. Davranışlarımız kalbimizde taşıdığımız duygularla paralel
gidiyor. Kalp düzelmedikçe, arınmadıkça, temiz, nezih davranışlar beklemek
hayal olur. Yunus bir
şiirinde, “Seni deli eden şey, yine sendedir sende” der.
Bu, üzerinde uzun zaman düşünülmesi gereken bir sözdür.
Mesaj- Toplumdaki huzuru
tesis etmenin yolları nelerdir?
Tandoğan- Çok önemli bir
soru. Teşekkür ederim. Nasıl ki, Sait Faik “Her şey bir insanı sevmekle
başlar” diyorsa; huzura giden yol da, insanın “huzura” çıkmasıyla
başlar. “Huzur”da olabilen ancak huzurlu olabilir. Bu çağda insana yapılacak en
büyük iyilik, onu kendi kendisiyle barış haline sokabilmektir. Bugün insanlar
küs kendilerine. Asıl savaş kendi içinde. Varoluş kanunlarına aykırı yaşamanın
doğal sonucu. Önce insanı kavgadan, kargaşadan kurtarmak gerekir. Önemli olan
karanlıklara küfretmek değil, karanlıklar içinde bir mum yakabilmektir. Trafodan
elektrik akımı gelmiyorsa, zavallı ampul ne yapsın. Bugün birçok insan
susadıkça tuz yalayan insanlara benziyorlar. Önce insana neden susadığını,
aradığı suyu nerede bulacağını öğretmek lâzım. Bilmem diyen öğrenir. Bilirim
diyene ne verilir! Güzel, çok güzel, inanılmayacak kadar güzel bir dünyada yaşıyoruz.
Şu anda birçok insanın söverek, tükürerek baktığı şu dünyada nice güzel
insanlar yaşıyor. Bir gül gibi kendilerini yetiştirmişler. Etrafa mis gibi
inancın, efendiliğin kokusunu saçıyorlar. Ama görene. Köre ne! Şikâyet,
şikâyet, hep şikâyet! Biz bunun için mi yaratıldık? Kimi kime şikâyet edeceğiz!
Bunlar hayatın, varoluşun mânâsını bilmemekten doğan nefsin tekme atmalarıdır.
Zaman kaybettirir insana... Yazık değil mi! Fazıl Hüsnü Dağlarca bir şiirinde, “Gelme,
gelme üstüme/ Bir şifâ vermeyeceksen eğer” der.
Mesaj- Dün ve bugün
etkilendiğiniz kitap ve simalar hangileridir?
Tandoğan- Efendim, bir tasavvuf şairi, “insanda
duyan kulak, gören göz, hisseden kalp varsa kâinattaki her zerre onu irşâd
eder” diyor. Ben de çok küçük yaştan itibaren, konuştuğum her
şahıstan, okuduğum her kitaptan, dergiden, yazıdan bir şeyler öğrenmeye
çalıştım. Herkese, her zerreye saygıyla, edeple bakmaya çalışıyorum.
Mesaj- Teşekkür ediyorum
efendim.
Tandoğan- Asıl ben teşekkür
ederim.
Sabri
Tandoğan’la Gençlik Üzerine - Çınar Dergisi
Sabri Tandoğan 1934
yılında Ankara’da doğdu. Tahsilini Ankara’da tamamladı. 1957 yılında Hukuk Fakültesinden
mezun oldu. Staj ve yedek subaylık döneminden sonra sınavla Danıştay’a girdi.
1982 yılında seçildiği Danıştay üyeliğini sürdürmektedir.
Çınar- İnsan hayatında
gençlik yıllarının ifade ettiği anlamı nasıl değerlendirebiliriz?
Tandoğan- Efendim, ben
gençliği hayatın bir dönemi ya da yaş olarak algılamıyorum. 59 yaşındayım ama
kendimi sizlerden farklı görmüyorum. İnsan sabahleyin yatağından kalkarken
yepyeni umutlar, taze heyecanlar, bilmek, öğrenmek, hayatı ve insanları
tanımak, yaşamanın sırlarını öğrenebilmek için bir aşk duyduğu sürece gençtir.
Velevki 80 yaşında bile olsa. İnsan hayat karşısında pasif, neşesiz, isteksiz
olduğu sürece 20 yaşında bile olsa yaşlıdır. İçinde yaşadığımız hayat sonsuz
güzellikleri, değerleri ve sırları ile her gün bizden yeni keşifler bekleyen
muhteşem bir olaydır. Önemli olan, yaşımız ne olursa olsun, içimizde bitip
tükenmeyen cıvıl cıvıl aşkı, heyecanı yakalayabilmek ve onu sürdürebilmektir.
Cahit Sıtkı Tarancı “Sevmek devam eden en güzel
huyumdur” diyor. Ne olur biz de Yunus gibi olabilsek. Bir karınca
yuvasının karşısında Yunus gibi “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır”
diyebilsek. Bir özsu gibi hayatın güzelliklerini yudum yudum içebilsek...
Aşk Masalı
Nerde ne zaman bu hava çalınsa
Hoş geldi geçmişteki güzel
günler
Nereye gidersen git günlük tasa
Bırak biraz da şad olsun
gönüller
Beşiktaş'ta gün görmüş bir
bahçede
Nisan akşamlarının en tatlısı
Sevdiceğim on dördünü sürmede
Bende gönüllerin en kanatlısı
Ben delikanlıyım o kız ve dilber
Bahar kokan o yanıp tutuşan ben
Şakadan derken dalmışız beraber
Aşk bahçesine çıkılmaz içinden
Ölüyorum senin için güzelim
Nasıl gülüp sokuluyor sahi mi
Saçlarını okşayan hangi elim
Kollarımda o yarin kendisi mi
Çöl olsa aşar dağ olsa yıkarım
Bizi ayıran kalın duvarları
Bu acı gerçeğe sonradan vardım
Gök çoktan yeşildir,dal çoktan
sarı
Bir define var gitsem bulur
muyum
Öpüştüğümüz ağaçlar altında
Sevmek devam eden en güzel huyum
İnsan bir kere sever hayatında
Ben değilim söz açan gelecekten
Var mı yok mu alemde bir o akşam
Hiçbir şey istemiyorum felekten
Bir daha seninle beraber olsam
Cahit Sıtkı Tarancı
Çınar- Ülkemiz gençliğinin
durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tandoğan- Bugün Türkiye’de
gençliğin durumu Türkiye gibidir diyeceğim. Bir tarafta kendini zevke,
eğlenceye, içkiye, sigaraya, uyuşturucuya, adına televizyon denilen aptal
kutusuna teslim eden nice zavallı memleket çocukları ve öbür tarafta bütün bu
pisliğin, rezilliğin dışına çıkarak yiğitçe, insanca, efendice bir tavır alarak
“Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak” diyebilen her türlü takdirin,
tebrikin, hayranlığın üstünde pırıl pırıl yetişen, sade alnından değil elinden
öpülecek değerli gençler. Bütün bu olumsuzlukların üstüne çıkarak bir kültür
ve haysiyet mücadelesi veren, yenilmeyen, yıkılmayan, devrilmeyen bu pırlanta
gençlerimizle ne kadar iftihar etsek azdır. Onlar ışığımız, umudumuz,
güvencemiz. Onlar yarınki Türkiye’yi inşa edecek büyük, asil, yüce insanlar...
Çınar- Gençlerimiz için
millî kültürün önemi nedir sizce?
Tandoğan- Bugün gençlik belki
de tarihinin en güzel, en şerefli savaşını veriyor. Kendi öz kültürünü, millî
benliğini boğmak, yok etmek, öldürmek isteyen iç ve dış düşmanlara karşı
tarihte misli görülmemiş bir mücadelenin örneğini veriyor. Öyle bir mücadele
ki, benim nazarımda bu insanların Bedir’den Çanakkale’ye kadar, Dumlupınar’dan
Sakarya’ya kadar canları pahasına savaşan insanlardan hiçbir farkları yok.
Şartlar öylesine olumsuz ki ve onların direnci öylesine yüce, öyle muhteşem
ki anıtsal bir destan yazıyorlar. Uygarlık tarihine altın harflerle geçecek.
Onları seviyor, onlara saygı duyuyor, onları bağrıma basıyorum. Allah
hepsinden razı olsun.
Çınar- Gençlikte
sorumluluk duygusu ve vatan bilincinin oluşması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Tandoğan- Vatan bilinci ve
sorumluluk duygusu kavramları, aslında birbirini bütünleyen, tamamlayan,
paranın yazısı turası gibi kavramlar. Ancak sorumluluk duygusu olan insanlar
bugün bu olumsuz etkenler karşısında vatan bilincine yükselebilirler. Ancak
sorumluluk duygusunu yüreklerinde hissedenler kendilerine, ailelerine,
vatanlarına ve bütün insanlık âlemine faydalı olabilirler. Bugün çok zor bir
çağda, ülke şartlarının çok zor olduğu bir ortamda yaşıyoruz. Attığımız her
adımın bilincinde olmamız gerekiyor. Her taraf maddî mânevî tuzaklarla öylesine
sarılmış ki, bu gibi dönemlerde sorumluluk duygusu olmayan insanlar kesinlikle
ne kendilerine ne de başkalarına faydalı olabilirler. Bütün kanallarında her
gece cinayet ve dehşet filmleri gösterilen bu ülkenin televizyonunu idare
edenler, acaba şu güzelim Anadolu insanının ve onun pırıl pırıl yetişen çocuklarının
ne kadar farkındalar?
Çınar- Gençliğin
yetişmesinde en önemli etkenler nelerdir sizce?
Tandoğan- Bence en önemli
etken, yetişmeyi aşkla, şevkle, gönülden isteyebilmektir. Bu aşkı bütün
boyutları ile içinde duymayanlar sadece diploma alarak kendilerini aldatırlar.
Her gün, her saat, her dakika, bu yetişme aşkını bütün hücrelerimizde duymamız,
yaşamamız gerekir.
İkinci önemli
etkense, zamanı iyi kullanabilmektir. Ivır zıvırla geçirilecek bir günümüz dahi
yoktur. Kaliteli kitaplar okuyarak her gün kültür dağarcığımıza yeni bir şeyler
katabilmeliyiz. Zaten insan bu aşkı bir kere içinde duyunca, ömür boyu onun
etkisinde yaşar. Hayat bizden her gün yeni bir fetih bekler. Hayatın bu
ihtişamını unutarak kahve köşelerinde iskambil kağıtları ile sigara dumanları
ile dedikodu ile vakit geçirmek, insanın kendisine yapacağı en büyük ihânet
değil midir? Madem dünyaya geldik, testimizi iyiden, güzelden, yüce ve asil
olandan dolduralım.
Madem ki en büyük
insan, iki günü birbirine eşit olan ziyandadır diyor, neden ziyanda olalım?
İnsanla
İlgili Herşey Beni İlgilendirir
SEVGİ DÜNYASI
DERGİSİ
Kitaplar, dergiler
çıkıyor... Tiyatrolar perdelerini açıyor... Konserler başlıyor... Yeni filmler
vizyona giriyor... Galerilerde güzel resimler sergileniyor... Konferanslar
veriliyor... Ve aramızdan biri, bütün bunları dikkatle izliyor. Hangi galeride
kimin sergisi açıldı, hangi dergide güzel bir şiir çıktı, nerede bir kitap
basıldı, biliyor. İnsanla ilgili her şey onu ilgilendiriyor. Okuyor, düşünüyor,
dinliyor, seyrediyor... Değerli dostum Danıştay Üyesi Sayın Sabri Tandoğan’a
soruyorum.
-
Bütün bu kültürel etkinlikleri
izlemeye, özellikle her gün bütün gazeteleri, dergileri, yeni çıkan kitapları
okumaya nasıl yetişiyorsunuz?
-
Geceleri iki-üç saat uyuyarak
ve bazen hiç uyumayarak... Necati Cumalı’nın “Ay Büyürken Uyuyamam” isimli bir
kitabı vardır. Ben de çevremde bana beyinsel bir şölen, ruhsal bir haz
yaşatacak bunca kültür ürünü varken, bu güzelliklere göz göre göre sırtımı
dönüp uyuyamıyorum doğrusu...
Ailenin Etkisi
-
Sabri Bey, bir kültür insanı
olarak kişiliğinizin oluşmasında ailenizin ne gibi etkileri oldu?
-
Efendim, ben Ankara’da doğdum,
büyüdüm. Babam hukukçu, annem edebiyat öğretmeni idi. Ailenin tek çocuğu idim,
yalnız büyüdüm. Ama sıkan, üzen bir yalnızlık değildi bu. Okumayla, yazmayla,
düşünmeyle geçen, yetiştirici, güzel bir yalnızlıktı. Annem bana okuma
sevgisini aşıladı. Özellikle şiirden tat almayı öğretti. Birlikte kitap okur,
okuduklarımız üzerinde konuşurduk. Annem aynı zamanda kafa arkadaşım, ruh
dostumdu. Hem dindar, inançlı, hem de ileri görüşlü olmanın olumlu sentezini
ilk kez onun şahsında gördüm. Annem iyi bir eğitimci idi. İnandığı ilkeleri
benim üzerimde uygulardı. Üç buçuk yaşındayken beni alışveriş yapmaya
gönderdi. Bakkaldan karabiber aldım ve bundan dolayı çok keyiflendim. İlkokula
başladığımda rahmetli anneciğim “Oğlum artık büyüdün, delikanlı oldun. Kendi
kahvaltını kendin hazırla” dedi. Bu olay beni çok mutlu etti. İnsanın kendi
işini kendi görmesi, ona kişilik ve güven kazandırıyor. Okula başladığımda
sabahçı idim. Öğleyin okuldan gelir, sobayı yakar, evi süpürür, toz alırdım.
Sonra çarşıya gider, alışveriş yapardım. Altı yaşında iken, kötü mal
verdikleri için bir fırın ve bir bakkal kapattırdım. Esnafın ödü kopardı
benden, iyi mal verirlerdi. Çarşıya gitmekten, alışveriş yapmaktan ve
yiyeceğimiz şeyleri kendi elimle seçmekten bugün de çok zevk alırım.
-
Yetişmenizde babanız, annenize göre biraz daha geride, fonda yer alıyor galiba.
-
Evet. Babam duygulu, ama bunu
aklıyla frenleyen bir insandı. Otoriter, disiplinli, ölçülü, mesafeli bir
kimseydi. Beni çok sever, fakat belli etmemeye çalışırdı. Babaannem, babamdan
daha çok etkilemiştir beni. Uzun boylu, sessiz, yerinde konuşan, çevresine
iyilik saçan, güzeller güzeli bir insandı. Sabahın ilk ışıkları gibiydi.
İnsanın içini ısıtırdı. Hiç okula gitmemişti. Ama ne hikmetse, mahallenin büyükleri
-ki bunlar arasında banka müdürleri ve öğretmenler de vardı- babaanneme gelir,
sorunlarını anlatır, ona akıl danışırlardı. Yaşadığı sıkıntılar, zorluklar onu
iyice olgunlaştırmıştı. Babaannem çok genç yaşta beş çocukla dul kalmış, hiç
sarsılmadan, sendelemeden, çocuklarını pırıl pırıl yetiştirmişti. Babaannemin
yaşamdan, insanlardan şikâyet ettiğini bir kez bile görmedim. Her zaman zarif,
edepli, ince bir insandı. Nur içinde yatsın.
-
Akraba çevresinde sizi
etkileyenler oldu mu?
-
Evet... Annemin akrabası
Saliha Güngören Hanımefendi ve eşi Arif Güngören Beyefendi, benim için ömür
boyu unutamayacağım iki seçkin insan. Arif Bey, küçük yaşlarımdan itibaren,
bana her vesile ile kitap hediye ederek, bendeki okuma hevesini besledi. Ayrıca
giyim kuşamları, zarif hareketleri ve ince yaşam üslûpları ile bana ve herkese
hayat boyu örnek oldular.
Okulun Katkısı
-
Okulun kültür yaşamınızda
etkilediği neler oldu?
-
Çok değerli öğretmenlerim
oldu. Ortaokulda öğretmenim Cemile Aytaç, Türkçe’nin güzelliklerini,
inceliklerini bize yudum yudum tattırdı. Gazi lisesinde ünlü ressam Arif
Kaptan, resim öğretmenimizdi. Bir resme nasıl bakılır, bir tablo nasıl değerlendirilir,
ondan öğrendik. Bizi sürekli sergilere, müzelere götürürdü. Resim bilgilerini
örnekler, eserler göstererek öğretir, öylece ünlü ressamları eserleriyle
tanımamızı sağlardı. Müzik öğretmenimiz Faik Canselen başlı başına bir okuldu.
Bir efsane insandı. Bize yıllarca hiçbir karşılık beklemeksizin, ders saatleri
dışında klâsik batı müziğini sevdirebilmek için dersler verirdi. Bugün
klâsik batı müziğinin, özellikle Beethoven ve Mozart’ın tadına varabilmişsek,
bu Faik Hocanın olağanüstü çabaları sonucudur. Hukuk Fakültesinde Ticaret
Hukuku Profesörümüz Yaşar Karayalçın da beyefendiliği ve engin kültürü ile
hepimize örnek oldu.
-
Okumaya kaç yaşında başladınız
ve okuma uğraşınız hâlâ aynı şevkle sürüyor mu?
-
İlk alışverişim gibi, okumaya
da üç buçuk yaşında başladım. Komşumuzun üç kızı da ilkokul öğretmeni idi. Her
sabah elimde kağıt kalem onlara gider, “Bana okumayı öğretin” derdim. Baktılar
kurtuluş yok, öğrettiler. Günde bir kuruş harçlığım vardı. Onunla günlük gazete
almaya başladım. Daha ilkokula gitmeden, bir hayli kitabım olmuştu. Bitmeyen
bir aşk ve heyecanla gece yarılarına kadar okuyordum. Şimdi saçım, sakalım
ağardı. Ama Allah’a çok şükür, aynı heyecan devam ediyor; kitabı, okumayı
delice seviyorum. Kitaplarım aşkım, her şeyim. Dergileri de çok seviyorum.
Hayata değişik yönlerden açılan pencereler onlar. Hemen hemen bütün dergileri
okuyor, yararlanıyorum.
Hangi Yazarlar...
-
Dünya edebiyatında sizi en çok
etkileyen hangi yazarlar oldu?
-
İnsana eğilmeleri ve
yaklaşımları yönünden beni en çok çekenler Shakespeare, Dostoyevski, Çehov,
Montaigne ve Rilke oldu.
-
Hepsi de insanın içyüzünü iyi
görüp gösteren yazarlar...
-
Evet... Shakespeare kadar
insanı ve karakterini tanıyan az bulunur. Dostoyevski, insan ruhunun
derinlerine inen bir ruh dalgıcı... Montaigne, kendinde tüm insan hallerini
bize gösteriyor... Çehov, bir iki sayfada bir yaşamı yansıtıyor... Rilke, ince
duygusu, şâir ruhu ve duyarlılığı ile içimizde tatlı bir ürperti uyandırıyor.
-
Türk Edebiyatında
beğendiğiniz, ilgi duyduğunuz yazarlar kimler?
-
En çok sevdiğim ve okumaya
doyamadığım kimse, Yunus Emre.
Yunus’u her gün biraz daha artan bir aşk
ve heyecanla seviyorum. Yunus’un her dizesinde fikrin ve san’atın ihtişamı,
Türkçe’nin güzelliği yankılanıyor. Yunus’u okumak, anlamak, sonra da anladığımı
günlük hayatımda yaşamak en büyük mutluluk kaynağım. Yunus sevgili, Yunus
dost, Yunus kardeş...
Yunus’tan sonra Mevlânâ, Ömer Hayyam en
çok sevdiklerim. Mevlânâ bir sevgi okyanusu... Kıyamete kadar insanlığı
aydınlatacak bir bilgi ve sevgi meşalesi. Ömer Hayyam ise küçücük
dörtlüklerine bütün bir evreni sığdıran insan...
-
İnsan bu büyük yazarları
okurken, kendini ve hayatı daha iyi tanıyor, değil mi?
-
Elbette. Yunus bir şiirinde “Bir
siz dahi sizde görün, benim bende gördüğümü” der. Her insan kendisinde
bütün insanlık hallerini ve sırlarını taşır. İnsan kendini tanırsa, başkalarını
daha iyi anlar. Yunusların, Mevlânâların rolü, tıpkı bir mikroskopun veya
teleskopun ayarlanması gibi, insanı, kendini ve evreni doğru bir şekilde
görebilecek hale getirmeleridir. “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır”
der Yunus. Ne zaman bu mısraı okusam, hemen gözümün önünde Yunus’u görür gibi
olurum; eğilmiş bir minicik karıncanın yürüyüşünü ibretle, hayranlıkla
seyrediyordur. Zaten tüm evrende görmesini bilen için kum tanesinden,
gökyüzündeki Samanyolu’na kadar, insanı hayretle ürpertmeyecek ne var?
Ben Burda
Seyreder İken
Ben burda seyreder iken, acep sırra erdim ,
Bir siz dahi sizde görün, dostu bende gördüm .
Bende baktım bende gördüm, benim ile ben olanı,
Sûretime can verenin kim olduğunu bildim .
Ben isteyip buldum onu, o ben isem ya ben hani?
Seçemezem ondan beni, bir kezden o oldum .
Maşuk benimledir bile, ayrı değil kıldan kıla,
Irak sefer benden kala, dostu burda buldum .
Değme bir yol nerden bana, dağılmayam değme yana,
Kutlu oldu seferim, hoş menzile erdim .
Münkir kişi duymaz bunu, dertlilerin sezer canı,
Ben aşk bağı bülbülüyüm, o bahçeden geldim .
Mansur idim o zamanda, onun için geldim bunda,
Yak, külümü savur göğe, ben "Enel-Hak" oldum
.
Ne od'a yanam dağılam, ne dâra çıkam boğulam,
İşim bitince yürüyem, teferrüce geldim .
Mumin oldum yoksul iken, benim oldu kevn ü mekân,
Yerden göğe mağrıp maşrık yere göğe doldum .
Sûret topraktır diyeni, gönlüm kabul etmez anı,
Bu toprağın cevherini hazrete irgördüm .
Nitekim ben beni buldum, bu oldu kim Hakk'ı gördüm,
Korkum onu buluncaydı, korkudan kurtuldum.
Yunus kim öldürür seni, veren alır yine cânı,
Bu canlara hükmedeni, kim olduğun bildim
-
Günümüz yazarları arasında
Türkçe’yi en güzel kimler kullanıyor?
-
Şiirleri, hikâye, roman,
deneme ve incelemeleri ile Ahmed Hamdi Tanpınar, bence Modern Türk
Edebiyatı’nın en büyük ismi. Engin kültürüne büyük saygı duyuyorum. Yahya Kemal,
Ahmet Haşim, Necip Fazıl, Fazıl Hüsnü, İlhan Berk, Gülten Akın, en sevdiğim
şairler... Yusuf Ziya Ortaç ve Cemil Meriç, Türkçe’nin virtiözleri... Türk
şiirini çok seviyorum. Her gün onun sularında yıkanmak bana sonsuz mutluluklar
veriyor... Ve hep Yunus’u hatırlıyorum: “Cümle şâir dost bahçesi
bülbülü”.
Okul ve Meslek
-
Okul yaşamınız, öğrencilik
yıllarınız nasıl geçti?
-
Sayın Özyiğit, nasıl geçiyor
diye de sorabilirsiniz; çünkü bitmedi ki... Ben bütün hayatı bir okul olarak
kabul ediyorum. Kendimi de o okulun ebedî öğrencisi... Her gün yeni şeyler öğrenmek
ne güzel... Hele o güzelliklerin paylaşılması yok mu! Efendim, okul hayatım
başarılı bir şekilde geçti. Okul dışında da tüm kültür etkinliklerini izler,
kitaplar, dergiler okur, sergilere, konserlere giderdim. Yani değişen bir şey
yok. Hep aynı güzelliklerin yaşanması ve paylaşılması... Hep renk, ışık ve
şiir...
-
Mesleğinizi seviyor musunuz?
-
Çok seviyorum. Hayatı ve
insanları daha iyi tanımamda mesleğimin çok faydası oldu. İşimi aşkla ve
şevkle, bir ibâdet heyecanı içinde yapıyorum. İnsanların sorunları ile ilgili
her gün önümüze gelen 50-60 dosya, bir sosyal laboratuar oluyor benim için.
Onlar üzerinde düşünürken ve doğru karar vermeye çalışırken, insanı ve toplumu
daha yakından tanımış oluyorum. Sorarım size, insanı tanımak ve anlamaya
çalışmak kadar hayatta heyecan verici ne olabilir?
Evlilik ve Mutluluk
-
Evlilikte mutluluğu nasıl
düşünüyorsunuz?
-
Evlilik, kendilerinde
başkasını mutlu edecek yetenekler geliştiren, biri erkek, biri dişi iki kişinin
beraber yaşama ve yaşamı paylaşma istek ve girişimleridir. Ben eşimle,
karşılıklı sevgi, saygı ve güvene dayalı böyle bir beraberliği gerçekleştirebildiğim
için mutluyum. Ve biz, birlikteliğimizin ve yaşadığımız her anın tadını
çıkarıyor, keyfini sürüyoruz...
-
Ne gibi meselâ?
-
Örneğin yemek yemek bizim için
bir törendir. Sofrada araç ve gereç birbirine uyumlu bir şekilde, itina ile
seçilmiştir. Yemekler estetik bir duygu ile özenle hazırlanmıştır. Hayatta
basit ve önemsiz bir şey yoktur. En küçük hareketler bile hayatı yapar veya
yıkar. Yemekten sonra kahvelerimizi keyifle içer, eşimle birlikte bulaşıkları
yıkarız. Bulaşık yıkamakta inanılmaz bir güzellik bulurum. Eşim sabunlar, ben
durularım. Güzelim porselenlerin, bardakların akan su altında çıkardıkları
gıcırtı bana musiki gibi gelir. Bulaşık sırasında insan dinlenir ve sükûn
bulur, temizlenir ve arınır.
-
Sayın Tandoğan, bunca
birikimden sonra yazmayı denediniz mi?
-
Evet. İlkokuldan beri yazarım.
Hem şiiri, hem düzyazıyı seviyorum. Çoğu müstear isimlerle birçok dergi ve
gazetelerde yazı ve şiirlerim yayınlandı. Rainer Maria Rilke’nin hayatı ve
sanatı hakkında bir kitabım çıktı. Yazma olayı da bana büyük bir mutluluk
veriyor. Yazmanın insana büyük faydalar sağladığına inanıyorum. Oscar Wilde
“Ben yazarken düşünürüm” dermiş.
-
Kitabınızla ilgili hoş bir
anınız vardı hani...
-
Ha evet, Rainer Maria
Rilke’nin hayatını ve san’atını anlatan kitabım çıktığında, bunu görenlerden
biri “Hadi, iyisin gene Sabri Bey, Maria’larla işin iş” diyerek güya bana
takıldı, ünlü şairi Rum dilberi sanarak...
-
Ne cevap verdiniz?
-
Hiç... İkimiz de güldük, ama
farklı şeylere...
Gönül Sohbetleri
-
Televizyondaki “Gönül
Sohbetleri” nasıl başladı ve etkisi ne oldu?
-
Efendim, bir gün Danıştay’a
televizyondan bir müdür bey geldi ve kendi bölümü için benimle bir program
yapmak istediğini söyledi. Birden şaşırdım, nedenini sordum. “Ben ne zaman
kitapçılara gitsem, sizi görürüm. Bu kadar çok okuyan birinin birikimi de
vardır, diye düşündüm” dedi. Bir program yaptık, yayınlandı, büyük ilgi gördü.
Sonra onu diğerleri izledi.
-
Yaşadığınız veya tanık olduğunuz
olayları anlatmanız çok etkili oluyordu. Bir arkadaşınızı intihardan caydırma
olayı vardı meselâ, nasıldı o?
-
Bir pazar günü öğle üzeri
telefon çaldı. Açtım. Bir arkadaş bozuk bir sesle “Sabriciğim, şu anda büyük bir bunalım içindeyim,
intihar etmek üzereyim. Bana bir şeyler söyleyebilir misin?” diye konuştu. Büyük bir
sorumluluk duygusu ile irkildim. Karşımda canına kıyabilecek bir arkadaş var.
Son bir gayretle benden medet umuyor. Bir şey demeliyim, ama ne? Gönlümü ve
aklımı açıp Allah’a yöneldim, iyice konsantre oldum ve sanki buyruk verircesine
şunları söyledim: “Bak kardeşim, söylediklerimi iyi dinle ve aynen uygula.
Hemen banyoya git ve yıkan. Sonra tertemiz giyin. Dışarı çık, bir eczaneye
uğra, bir şişe hediyelik kolonya al. En yakın adresteki bir hastaneye git. Yetkililere
sor ve hiç ziyaretçisi olmayan bir hastayı ziyaret ederek onun gönlünü yap.
Akşam eve geldiğinde yine beni ara”. Arkadaşım söylenilenleri harfi harfine
uyguluyor. Hiç ziyaretçisi olmayan bir hasta kadın, arkadaşımın onu yoklamaya
geldiğini görünce yüzü aydınlanıyor, içi sevinçle doluyor. Bir saat konuşup
sohbet ediyorlar. Arkadaşımın içindeki sıkıntı bulutları tamamen dağılıyor,
gönlü hafifliyor, tatlı bir huzurla doluyor. Ziyaret saati dolduğunda, ayrılırken
hasta kadına “Haftaya yine gelmemi ister misiniz?” diye soruyor. Ve hasta
kadın insanın gözünü yaşartan şu cevabı veriyor: “Tabii ki gelmenizi isterim.
Ama benim gibi hiç ziyaretçisi olmayan bir başka hastaya giderseniz, daha da
memnun olurum...” Sabri Bey’in arkadaşı akşam eve geldiğinde, kendisini arıyor
ve “Sabriciğim, dediklerini yaptım. Sanki Tanrısal bir el, içimdeki sıkıntıyı
çekti aldı. Çok teşekkür ederim” diyor.
Bu ve benzeri yaşanmış olaylar, elbet ki,
insanları etkiliyor, gönül tellerini titreştiriyor ve onlarda daha iyi olma
isteğini uyandırıyor. Bu sayede Türkiye’nin her yerinden, değişik kesimlerden
insanlarla mektupla, telefonla tanıştım. Birçok eve sohbet için çağırıldım. Ve
pek çok dost kazandım. Bana göre gönül sohbeti, insanın içinde zaten varolan
güzellikleri ortaya çıkaran bir ortam hazırlamaktadır. Bir dalgıç gibi bizi
kendi içimize daldırıyorsa, kendi gönlümüzden bize inciler çıkartıyorsa, ona
gönül sohbeti denir. İnancın ve düşüncenin, kültür ve sanatın, bütün bir
ömrün birikiminin edep, zarafet ve incelikle çiçeklendiği bir güzelliktir gönül
sohbeti...
Sabri Bey’le hiç bitmeyecek olan
sohbetlerimizden biri burada bitiyor. Tekrar buluşmak üzere ayrılıyoruz. Gece
karanlık örtüsünü üzerimize örtüyor. Yıldızlar uyanık bir dikkatle bizi izliyor.
Biz uyuyorken geceleri, O, Orhan Veli gibi, bir avuç uyanık insanla birlikte
gökyüzünü boyuyor. Ve sabah olduğunda, uyanıp bakıyoruz ki, mavi!..
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar