Print Friendly and PDF

Sabri Tandoğan


Tesâdüf

Soru:Efendim, tesâdüfler hakkında ne düşünüyorsunuz, tesâdüfe inanıyor musunuz?
Cevap: Efendim, dünyada bir tane tesâdüf varmış, o da lügatlerdeki tesâdüf kelimesi...
Kesinlikle tesâdüfe inanmıyorum.

Ne zaman Kul

Bir gün Şaziye Anneye sordular, ne zaman şükreden bir kul olabiliriz? Cevap, çok düşündürücü, çok anlamlı idi. “Ne zaman ki kendinden fazla nimet verilmiş kimse görmezsen” buyurdular. Cenâb-ı Hakk’a muhabbet edip, yalnız O’nu dost edinene her iş kolay olur. O’nu anlayanın gözünde başka hiçbir şeyin değeri kalmaz. (Gönül S…)

Şikâyet...

Şikâyet... şikâyet... hep şikâyet, herkesten şikâyet Hak’tan uzaklığın en belirgin göstergesi... Mevlânâ, Fih-i Mâfih’de “İnsanların kötülüklerine katlanmakla senin huyun düzelir, onlarınki ise bozulur. Şimdi madem ki bunu öğrendin, artık kendini temizle ve onları, pisliklerini temizlediğin bir bez parçası olarak bil” diyor. Allah Teâlâ’nın Kitabında, “Kötülüğü en iyi tarzda def et” emri vardır.

Toprak ve Gül

Moğollar İslâm âlemine kan akıtarak gelirlerken Mevlânâ, “Biraz bekleyin onlar bahar rüzgârları gibi olacak” diyordu. Moğollar müslüman olunca gerçekten de içlerinden gül gibi, ipek gibi ruhları çıktı. Aşk, kendi dar benliğini aşmak, Allah’a doğru yönelmek demektir. Gülün kokusunda, toprak kokusu as­la hissedilmez. Bizim yüzümüz de bir güldür, toprağımız hayat. Şahsiyet, hayatı meziyet haline getirir. Neyi inleten, ebedî sev­giliye özlemdir. İnsanoğlunu AlIah’a aşk yaklaştırır. Yarının çi­çekleri, bugün ekilen tohumlardır. Yaşamanın hüneri, her yeni günün güzelliğini görebilmektedir.

Değer mi Değersiz

Japon dilinde küçük, basit, önemsiz, değersiz gibi kelimeler yok.
Göremiyorsak kabahat bizim. Aşık Veysel “yumma gözün kör gibi” der, mesele, her şeyin değerini, yerini, rolünü kavramada.
Melih Cevdet Anday, “Önemli olan hayattaki olaylar değil, o olaylar karşısında insanın takındığı tavırdır” diyor.
Diliyle aşk diyenler bilemez aşk nidüğünü,
Yunus

Cennet mi Cehennem

Hz.Ali Kerremallâhü veche’ye sormuşlar: “Efendim,” demişler, “Siz bir kimsenin cennete mi, cehenneme mi gideceğini şimdiden bilebilir misiniz?” O da “Evet.” demiş, “Nasıl?” diye sormuşlar. “Bunun için illa geleceği bilmek gerekmez. O kişinin dünya hayatına bakarım; pırıl pırıl tertemiz bir yaşantısı var mı, herkesle güzel geçiniyor, insanlara sevgiyle yaklaşıyor, her anını dolu dolu, şükür duyguları içinde geçiriyor mu… Bunları yapabilen bir kimse zaten daha bu dünyadayken cenneti bulmuş demektir, o, âhirette de cennette olur.” diye cevap vermiş.

Ben mi Toz mu

Buda’dan sonra Hindistan’ın yetiştirdiği en büyük insan, Mahatma Gandhi, “Sabahleyin evden çıkarken,” diyor, “ayakkabımın üzerindeki bir toz zerresinden kendimi daha büyük görsem ağlayarak Allah’a sığınırım”.

Sevgilim Sevgi

En büyük Türk hikayecisi Sait Faik Abasıyanık, bir hikayesinde şöyle der: "Her şey bir insanı sevmekle başlar." Önemli olan o bir insanda başlayan sevginin denize atılan bir taşın dalga dalga büyümesi gibi yeryüzündeki tek istisna olmadan bütün insanlara, bütün hayvanlara, bütün bitkilere, bütün eşya ve cemâdata ulaşabilmesidir. Sevgi, vâroluşun, yaratılışın en büyük sırrıdır. İnsan sevdiği ve sevildiği sürece vardır, yaşıyordur. Hem de renk ve ışık içinde yaşıyordur. Şair Bedri Rahmi Eyüboğlu, "İnsan âlemde insanları sevdiği müddetçe yaşar." diyor. Sevmeden sevilmeden yaşayan insanların yaşayan bir ölüden ne farkları vardır. Sevgiyle bakır altınlaşır, sevgiyle geceler nurla dolar, sevgiyle etrafımızı hep melekler sarar. Rahatça "Nerede sevgi, orada Allah" diyebiliriz. Sevgisiz geçen bir ömür nafiledir. Böyle bir yaşantıyla insan en büyük zararı kendisine verir. Seviyoruz, seviliyoruz güzelliğimiz bu yüzden diyen insanlar ne mutlu, ne güzel, ne hoş insanlardır. İnsanoğlu hayatta yalnız sevdiği ve sevildiği zaman tekâmül edebilir. "Sevmek devam eden en güzel huyum" diyebilenler ne mübârek insanlardır.

Dinleme Sanatı

Kur’an-ı Kerim “Oku” diye başlıyor, Mesnevi-i Şerif, “Dinle” diye başlıyor. Ama hiçbir kitap “Konuş” diye başlamıyor. Dinlemek başlı başına bir sanat ve bütün nüanslarıyla onu uygulayan, hayatında yaşayan o kadar az insan var ki. Bir gün bir dost bizi Armada’da, Uludağ Restoranta döner yemeye davet etti. Bir masaya oturduk. Biraz ötede bir hanımlar gurubu vardı. On beş kadar hanım oturmuşlar sohbet ediyorlardı. Artık buna ne dereceye kadar sohbet denir, orasını siz düşünün; birbirini dinleyen yoktu. Hepsi bir ağızdan konuşuyorlardı. Sesleri öyle yükseliyordu ki biz kendi aramızda sohbet etmekte güçlük çekiyorduk. Gözlerimi alamıyordum, istisnasız hepsi birden konuşuyordu. Yarabbi, bu ne işti… O kadınlar adına utandım. Genelikle üç beş kişinin bir araya geldiği yerlerde bu kadar olmasa bile insanlar biraz sonra söz aldıklarında ne söyleyeceklerini düşünerek karşılarındakini dinlemiyorlar. O arada belki güzel bir fikir söyleniyor ama dinleyen kim… Gidin bütün kitapçıları gezin, sorun, “Sizde konuşma sanatı üzerine kitaplar var mı?” deyin. Hepsi en az beş, altı kitap ismi söyler. Ama güzel dinleme sanatı üzerine kitap var mı diye sorsanız kitapçı hayretle yüzünüze bakar, “Yok Efendim,” der, “varsa da ben hatırlamıyorum”. Sanırım dünya üzerinde dinlemenin bir sanat olduğunun farkına varan yalnız Japonlardır. Yıllarca önceydi. Matematik profesörü olan bir arkadaşım bir bilimsel kongre ile ilgili Japonya’ya gidecekti. Veda etmeye geldi. “Sabri, sen Japonları seversin. Almamı istediğin bir şey varsa lütfen çekinmeden söyle, memnuniyetle alıp getireyim.” dedi. “İlgine teşekkür ederim,” dedim, “yalnız bir ricam var. Ginza Caddesinde gezerken bir kitapçıya uğra ve sor: Sizde güzel konuşma sanatı üzerine kaç kitap var, güzel dinleme sanatı üzerine kaç kitap var?” Kitapçının vereceği cevapları küçük bir kağıda yaz ve bana getir.” Arkadaşım Japonya dönüşü bana uğradı ve istediğim emanet küçük kağıdı verdi. Okuduğum rakamlar beni ürpertmişti. Güzel konuşma sanatı üzerine kitapçıda mevcut eserlerin sayısı ikiydi, ama güzel dinleme sanatı üzerine yazılan eserlerin sayısı yirmi üçtü. Bu durum beni yıllarca düşündürdü. Demek ki dinlemek, gerçek mânâda dinleyebilmek büyük bir sanattı. Ne yazık ki bu gerçek bize ne ailemizde, ne okuduğumuz okullarda öğretilmemişti. Hatta niye Allah bize iki kulak vermişti de bir ağız vermişti, bunun dahi farkına varmamıştık.
Bir gurup insanın bulunduğu yere gidelim. Herkesin bir an evvel konuşabilmek için can attıklarını görürüz. Bazıları daha da acelecidirler, dünyanın en çirkin işini yaparlar, söz keserler. Avının üstüne saldıran bir vahşi hayvan gibi kendilerini tutamazlar. Küçük bir çocuktum. Beş yaşındaydım. Annem beni bakkala gönderirdi. Bakkala girdiğim zaman önce karşıdaki levhayı okurdum. Levhada “Edep Ya Hu!” yazıyordu. Ama biz edebin önce saygı ile, efendice dinlemekten başladığını bilmiyorduk.
Japonlar dinlerken inanılmaz bir saygı, edep, zarafet içinde bulunuyorlar ve karşılarında konuşan şahsın sade söylediklerini değil, söylemediklerini de, söyleyemediklerini de anlamak, kavramak istiyorlar. Çünkü insanlar bazen duygularını, düşüncelerini tam olarak anlatamazlar. Bazıları saklarlar, gizlerler. İşte gerçek dinleme sanatı odur ki o gizlenenleri de çözmek için çaba harcanır. Bir Japon filminde görmüştüm. İki kişi konuşuyordu, dinleyen bütün dikkatini toplamış, inanılmaz bir incelikle muhatabını dinliyordu. Aklıma bir söz geldi: ”Söyleyenin diline hikmet, dinleyenin bakışından gelir.” Kendimizden paha biçelim: Bizim için son derece önemli bir düşünceyi anlatıyoruz. Karşımızdaki insan boş bakışlarla, canından bezmiş bir şekilde arada esneyerek sözde bizi dinliyor. Şimdi soruyorum: Böyle bir durumda siz konuşmak ister misiniz? Bundan bir süre önce verdiğim konferansımda dinleyicilerin arasında bulunan minik bir kız çocuğu bir süre sonra sıkıldı. Yerinden kalktı, ortalarda bir yerlerde oturan ananesinin kucağına gitti. Çok rahatsız olmuştum, konsantrasyonum bozulmuştu. Bir kere minicik bir çocuk böyle bir toplantıya getirilir miydi? Onun sıkılacağını ve estetik konulu bir konferansı layıkıyla dinlemesine ve anlamasına imkan ve ihtimal olmayacağını annesinin bilmesi gerekirdi. Reaksiyon gösterdim. Sonra ana kız salonu terk ettiler. Konferanstan sonra bir hanım yanıma geldi ve “Niye çocuğu üzdünüz?” dedi. O hanıma öyle kırıldım ki herhalde ölene kadar unutamam. Bütün bunlar bizim toplum olarak dinleme sanatından ne kadar uzak olduğumuzu göstermiyor mu?
Geçen gün televizyonu karıştırıyordum. Meclisten naklen yayın vardı. Milletvekilleri birbirlerine öyle bağırıyorlardı ki, öyle hakaret ediyorlardı ki… Utandım, sıkıldım. Hayatta daima muhatabını edeple, saygıyla, tevazu ile dinleyen insanlar beğenilmiş, hürmet görmüşlerdir. İlkokuldan itibaren okuduğum okullarda ve üniversitelerde daima kürsünün önündeki sıraya oturdum ve olanca dikkatimle, edebimle, saygımla hocalarımı dinledim. Sonuç ne mi oldu dersiniz, bütün okuduğum okullarda hem sınıf birincisi hem okul birincisi oldum. Şunu bir öğrenebilsek… Aslında bütün kâinat konuşuyor. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler, bütün eşya ve cemadat… Ama hepsi kendi hâl diliyle konuşuyor. İş, bütün bunları dinlemeyi öğrenebilmekte. Alman Edebiyatının Geothe’den sonra en büyük ismi Rilke, eserlerinde sürekli olarak “Görmeyi öğreniyorum” der. Benim de müsaade buyrulursa dinlemeyi öğreniyorum diyeceğim geliyor.
Fransız Edebiyatının en büyük şairi Boudler’e sormuşlar: “Hayatta sizi en çok ne heyecanlandırır?” Boudler cevap vermiş: “Bulutları dinlemek… Hepsi her an şekil değiştirerek, renk değiştirerek öyle güzel şeyler anlatıyorlar ki… Onları dinlemeye doyamıyorum.”
Birbirini saygı ile, edep ile dinleyen kimseler arasında bir kavga, ihtilaf çıkabilir mi? Günümüzde çok kullanılan bir söz var. Boşanan çiftlere niye ayrıldınız diye sorduğunuzda “Aşk bitti.” diyorlar. “Birbirimizden usandık.” Aman Yarabbi… Bu ne gaflet, bu ne büyük aptallık. Hiç insan sevdiğinden bıkar mı, usanır mı?... Doğrusu hayret ediyorum. Bir insanın yüz elli yıllık ömrü olsa bu hayat bir kadını sevmek için yeterli olur mu? Fuzuli,
“Aşk imiş her ne var âlemde
İlim bir kıyl-u kâl imiş ancak”
diyor. Bir insanı sevmeye bir ömür yetmediği gibi bir tabloyu seyretmeye bir senfoniyi dinlemeye, güzel bir şiiri doya doya okumaya da bir ömür yetmez. Ortaokul birinci sınıfta bir resim öğretmenimiz vardı: Sema Hanım. Resme aşık bir hanımdı. Her ders bir büyük ressamın albümünü sınıfa getirir ve o ressamın tablolarını bize birer birer seyrettirirdi. Bu arada da izahlarını yapardı. Bir derste Leonarda Da Vinci’nin albümü getirmişti. Orada Mona Lisa’nın resmi vardı. Görünce hayran olmuştum. Sonra Fransa’ya gittiğimde o albümü aldım. Her gün Mona Lisa’ya baktım. O tablodaki güzelliğe hâlâ doyamadım.
Acaba günümüzde insanlar neden birbirlerini dinlemek istemiyorlar, isterseniz bu hususu irdeleyelim. Sebep, nefsten, egodan başka ne olabilir? Hep görüyoruz, insanlar her şeyi bildiklerine, her şeyi öğrendiklerine öyle inanmışlar ki… Acaba karşımızdaki insan da doğru olan, iyi olan, güzel olan bir şey söylüyor mu diye hiç düşünmüyorlar. Hani bir söz vardır: “Söyleyene bakma, söyletene bak.” diye. Bazen küçük bir çocuğun ağzından büyük bir hakikat çıkabilir. Yıllarca önceydi, rahmetli eşim Rana Hanım, “Sabri, akşam Danıştay’dan çıkınca Sakarya Caddesine gidip Erzincanlılar pazarından biraz kahvaltılık al.” demişti. Yolda, önümde beş, altı yaşlarında iki kız çocuğu konuşuyorlardı. Biri, “Ayşe hastalanmış, ziyaretine gittin mi?” dedi. Öbürü, “Gidemedim.” dedi. “Hastaya eli boş gidilmez ki… Yanımda ne bir kolonya alacak, ne de bir çiçek yaptıracak param yok.” Onun üzerine soruyu soran, “Benim yanımda birkaç kuruş var. Köşede bir adam nergis satıyor. Birkaç sap alalım, götürelim.” deyince arkadaşı itiraz etti. “Hiç hastaya nergis gider mi?” Arkadaşı, ”Neden gitmezmiş? Dostum beni arasın da acı fındıkla arasın.” diye cevap verdi. Yarabbi, bu ne muhteşem bir sözdü. Hemen cebimden defterimi, kalemimi çıkarıp not ettim. Bazen bir mısra gibi tekrarlarım, “Dostum beni arasın da acı fındıkla arasın.” diye. Rahmetli Ord. Prof. Süheyl Ünver yazılarında sık sık tekrarlardı. “Daima yanınızda bir defter, kalem bulundurun. Yolda, çarşıda, pazarda, otobüste giderken hiç belli olmaz, bir kimse o kadar güzel bir söz söyler ki hemen defter kaleminizi çıkarın, not alın. Olabilir insan her an unutabilir.” derdi. Ben de nereye gidersem gideyim daima yanımda bir defter kalem bulundururum. İşittiğim güzel sözleri not alırım.
Bazılarınız şöyle düşünebilir: Her şeyi, herkesi büyük bir dikkatle ve saygıyla dinlemenin bize ne faydası olacak? Değerli kardeşlerim, eğer biz bu dünyaya bir misyonla geldiğimize inanmışsak, asli görevimizin kendimizi yetiştirmek, adam olmak olduğuna inanıyorsak buna mecburuz. Kültür bir birikimdir. Bu birikim ancak çevremizi dikkatle etüt ederek, dinleyerek elde edilebilir. “Bilmem diyen öğrenir, bilirim diyene ne verilir.” Yunus Emre, “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır.” diyor. Öyle birkaç fakülte bitirmekle, bazı yüksek makamlara gelmekle adam olacaklarını sananlar ne kadar yanılıyorlar.
Geçen sene bir arkadaşım resim sergisi açmıştı. Aynı zamanda da avukat olan bu arkadaşımız sergisine birçok hukukçuyu, bu arada birçok Danıştay’dan, Yargıtay’dan üyeleri, başkanları çağırmıştı. Sergiden sonra ikram vardı. Dikkat ettim. Çevremizde konuşulan tek şey hastalıklar, alınan ilaçlar, yapılan perhizlerdi. Emekli bir Yargıtay Başkanı salonda kimi görse ona sesleniyor, yüksek sesle, “Tansiyon 17” diyordu. Biz de onun adını o gün “Tansiyon 17” koymuştuk. Hiçkimse okuduğu bir kitaptan, dinlediği bir senfoniden, seyrettiği güzel bir tablodan, işittiği güzel bir sözden bahsetmiyordu. O gün duyduklarımdan hem üzüldüm, hem utandım.
Yıllarca önce tanıdığım çok yakışıklı, çok iyi bir işi olan bir genç evleniyordu. Beni de nikah şahidi olarak çağırmıştı. Bir husus dikkatimi çekmişti: Evleneceği kız mütevâzi, sade bir kızdı. Bir gün o gence sordum: ”Eşinde hangi özelliği bularak ona evlenme teklif ettin?” dedim. Verdiği cevap beni yıllardır düşündürüyor: “Beni çok güzel dinliyordu.” dedi. Demek ki sadece güzel dinlemek bir insanı evliliğe götürecek kadar etkileyebiliyordu. İngilizlerin bir atasözü vardır. Derler ki: “Bir kimse muhatabından bir espriyi onuncu defa bile dinlemiş olsa ilk defa işitiyormuş gibi gülebiliyorsa hakiki centilmen odur.” Dinlemesini bilen insan, hayata saygı duyan, sevgi duyan edepli insandır. Dinlemek hayatın kendisidir. Dinlemek, aşktır. Pascal diyor ki: “İnsanın başına ne gelirse işleri bittikten sonra, bir köşeye çekilip, kendini dinlememekten, olan bitenlerin muhasebesini yapmamaktan ileri gelir.”
Senelerce evveldi. İstanbul’da bir gazeteci arkadaşımı ziyarete gitmiştik. O zamanlar Tercüman Gazetesi 500.000 tirajıyla Hürriyet ile yarış ediyordu. Ergun Göze, o gazetenin köşe yazarıydı. Oturduk, sohbet ederken sordum: “Ergun Bey” dedim “Günler nasıl geçiyor?” Güldü… “Kuru temizleme yapıyoruz.” dedi. Doğrusu hayret etmiştim. ”Kuru temizleme dükkanı mı açtınız?” dedim. “Yok,” dedi Ergun Bey, “akşam çocuklar okuldan gelince eşimle beraber onları dinliyoruz. Günleri nasıl geçti, hocalar ne anlattı, arkadaşlarından neler öğreniyorlar… Onları iyice dinledikten sonra dinlediklerinde, öğrendiklerinde yanlışlar, hatalar varsa onları çocukları ürkütmeyecek bir şekilde düzeltiyoruz. Eşimle buna kuru temizleme diyoruz.” Ergun Bey’in o sözünü yıllarca düşündüm. Birçok ana baba böyle düşünseydi, böyle hareket etseydi. Herhalde birçok olay kendiliğinden halledilirdi.
Dinleme öyle bir olay ki bizi dinleyen kalabalık ne kadar çok olursa olsun dikkatle dinleyen, saygıyla, edeple dinleyen bir kişiyi ömür boyu unutamayız. Ve bir gün o kimse bize bir taleple geldiği zaman onu hatırlar, derhal isteğini yerine getiririz. Ben okulda derslerimi çok iyi dinlediğim ve öğrendiğim için eve geldiğimde ders çalışmama gerek kalmazdı. Bende her akşam tiyatroya giderdim. O zaman devlet tiyatrosu şimdiki gibi soytarıların elinde değildi. Her piyes bana yepyeni ufuklar açar, bazen gördüğüm bir piyesi dört beş kere izlerdim. Beni için tiyatro o zaman en büyük üniversite idi. Rahmetli İsmet Paşa Viyana’dan Avrupa’nın en büyük rejisörü Carl Ebert’i getirmişti. Carl Ebert, A’dan Z’ye pırıl pırıl bir tiyatro kurmuştu. Sonra o canım tiyatro Cüneyt Gökçer ve Ayşen Gökçer’in eline geçti. Onlar da tiyatronun içine ettiler. Bugün gidip seyredilecek bir tek piyes dahi yok. Onun için insanlarımız bu kadar kabalaştı, insanlıktan çıktı. Tiyatro da amacından uzaklaştı, yazık oldu.
Yıllarca evveldi… Kızılay’da Gima’nın karşısında Ulus Sineması vardı. Orada bir film seyretmiştim: “Ağa Düşen Kadın”. Filmin orijinal ismi “Ağ”dı, ama öyle tercüme etmişlerdi. Film, iki film uzunluğundaydı. Girişte iki film parası alıyorlardı. Bütün film boyunca sadece beş küçük cümle vardı, başka konuşma yoktu. İnsanlar duygularını, düşüncelerini bakışlarıyla anlatıyorlardı. Hayat boyunca gördüğüm en güzel filmdi. Ama dinlediği zaman, bütün nüanslarıyla dinlediği zaman, onun önünde yepyeni ufuklar açar, yepyeni güzellikler belirir. Onun için akıllı insanlar konuşmaktan daha çok dinlemeyi severler.
Dinlemek her şeyin önünde gelir. Dikkat edelim hayatta âmâ peygamber vardır ama sağır peygamber yoktur. Bir bebek dünyaya geliyor. Kulakları eğer iyi işitiyorsa çevreyi dinleye konuşmayı öğreniyor. Dinleme olayı iki yıl sürüyor. İki yıl sonra tek tek kelimelerle konuşmaya başlıyor. Demek ki güzel konuşmanın ilk şartı küçük yaşlardan itibaren çok iyi dinlemesini bilmektir. Bir öğrenebilsek dinlemeyi, belki o zaman konuşmak bile istemeyeceğiz.
SABRİ TANDOĞAN
HAK-SES DERGİS, HAZİRAN 2012

Görmeyi Öğrenmek

Yunus Emre bir şiirinde “Gören göz değil gönüldür.” diyor. İnsanın gönül gözü açılmadıktan sonra gözleriyle yalnız zâhirde olanı, şekilde olanı görebilir. Görmek olayı, öyle muhteşemdir ki; onu yalnız görme organı olan gözle sınırlandırmak bizi çok büyük yanılgılara götürür. Görmek olayının içine işitme organı, dokunma organı, koklama organı dâhildir. Çok değerli şâir ve saz sanatkârı Âşık Veysel’e İstanbul’dan bir doktor haber yollar: “Veysel, seni çok seviyorum. Karar ver, İstanbul’dan araba göndereyim, seni buraya getirtip kendi hastanemde ameliyat ettireyim, gözlerini açtırayım. Tedaviden sonra yine kendi arabamla köyüne göndereyim.” Veysel cevap verir: “Sayın doktorum ilgine çok teşekkür ederim. Ama benim dünyam o kadar güzel ki; müsaade et, ben o güzellikler içinde yaşayayım.” der. Bu olaydan hepimizin öğreneceği nice dersler vardır. Aşık Veysel, bir şiirinde “Güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa; Eğlenecek yer bulaman, gönlümdeki köşk olmasa.” der. Asıl güzellik insanın iç âlemindedir.
Bir hastanede yatalak hastaların bulunduğu bir odaya, cam kenarındaki yatağa yeni bir hasta gelir. Bu hasta camdan dışarı bakarak, her gün bir öykü anlatır, oradaki diğer hastaları eğlendirir. Öyle güzel şeyler anlatır ki; bazen onları güldürür, bazen duygulandırır, bazen hayranlık ve hayret duyguları uyandırır. Mesela; “Şimdi bir anne ve kucağında bir çocuğu geçiyor, çocuk annesinin omuzuna başına dayamış uyuyor. Annesi onu büyük bir şefkatle kucaklamış.” veya “Çocuklar okuldan çıkmışlar, şakalaşıyorlar. Şimdi simitçi geçiyor. Çocuklar simit alıyorlar.”, “Bu sabah köşedeki ağaç bahar çiçekleriyle donanmış. Gelen geçen mis gibi çiçek kokularını soluyor.” Birkaç gün sonra ise; “Hafif esen rüzgâr, ağaçtaki beyaz pembe bahar çiçeklerini savuruyor. Çiçekler yerlere yayıldı. Ağaç yaprakları filiz veriyor.” gibi çok güzel şeyler anlatıyor. Bunları dinledikçe kapı tarafında, cama uzak düşen bir yatakta yatan hasta, için için “Keşke ben cam kenarında olsam, oradan bu güzellikleri ben de görsem.” diye hayıflanır, o hastanın yerine geçmek istermiş. Cam kenarında yatan hasta bir hafta sonu bir gece rahatsızlanır, ilacını almak ister. Eli uzanamaz. Kapının yanında yatan hasta onu görür ama ilgilenmez. Seslense hemşire gelecek, müdahale edip ilacını verecek ama o içinden o hastanın ölmesini istemektedir. Çünkü onun yerine cam kenarına kendisi geçecektir. Sabahleyin vizite çıkan doktor ve hemşireler cam kenarında yatan hastayı ölü bulurlar. Derhal oradan çıkartılır, morga götürülür. Bu arada kapı eşiğindeki hasta, hemşireye: “Beni cam kenarına alır mısınız?” diye seslenir. Hemşire, “Hay hay.” der. Yatak değiştirilir. Hasta yerleşir yerleşmez büyük bir keyifle yatağından doğrulur, cama doğru bakar… Bir de ne görsün. Camın arkasında uzun ve kapkara bir duvardan başka bir şey yok. Ne gelen var, ne geçen. Üstelik camdan soğuk rüzgâr esiyor, üşüdüğünü hisseder. Artık hasta odası, soğuk ve sessizdir. Diğer hastaların bakışları o güzel hikâyeleri anlatan hastanın yerini alan, cam kenarındaki yeni hastaya döner. O ise anlatacak hiçbir şey bulamaz. “Burada sadece kapkara bir duvar var.” der. Bu öykü beni yıllarca düşündürmüştür.
Görme de bir eğitim ister. Hem de nasıl bir eğitim... Goethe’den sonra, Alman Edebiyatının en büyük ismi olan Rilke’yi okuyacak olursak, bu hususta hepimiz bir fikir ediniriz. Rilke, birçok kitabına “Görmeyi öğreniyorum.” diye başlar. Sabahın erken saatlerinde Versailles Sarayı’nın bahçesine girer, bir ağacın önünde oturur, saatlerce o ağacı incelermiş. Görme eğitimine kendini öylesine vermiş ki; Paris’in Şanzelize Caddesi’nde gezerken bile gördüğü her şeye ama her şeye dikkat eder hatta bir dükkânın tabelasında bile bir güzellik bulsa, durur uzun uzun o güzelliği içine sindirirmiş. Rilke, görme eğitimini yalnız gözleriyle yapmaz, işitme, dokunma, koklama duyularını da geliştirmeye çalışırmış.
Rilke, bir eserinde; “Görmeyi öğreniyorum. Henüz yeni başlıyorum. Aman Yarabbi; meğer ne çok insan yüzü varmış.” der. Danıştay’da bir arkadaşım vardı. Bizden on yaş büyüktü. Sık sık şu nasihatte bulunurdu: “Sabahleyin evden çıkarken en az elli tane maskeyi cebinize koyun. Günlük hayattan duruma göre, o maskelerin birini çıkarır, birini takarsınız.” derdi. O arkadaşımız gün geldi, çok zengin oldu ama hiçbir zaman mutlu olamadı. Çünkü ne sevdi, ne sevildi. Bu arkadaşımız keşke Mevlana’yı okusaydı. Onun “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol…” sözünü hayatına uygulasaydı.
Bir arkadaşım söylemişti: “Günlük hayatımda şunu tespit ettim: Bazı insanlar yalan söylerken, onlardan hiç de hoş olmayan, tuhaf, kötü bir koku çıkıyor. O kokuyu hissettiğim zaman, karşımdaki insanın yalan söylediğini anlıyorum. Tam aksine, dürüst, temiz, nezih, Allah yolunda insanlardan, çok güzel bir koku yayılıyor.” Rahmetli hocam, Op. Dr. Münir Derman’dan da bazen öyle güzel bir koku yayılırdı ki o kokuyu hep hissedebilmek için, yanından ayrılmak istemezdim. Uzun yıllar önceydi. Rahmetli eşim Rana Hanım’la beraber, merhum Kenan Rifai Hazretleri’nin kabrini ziyarete gidiyorduk. Biraz yürüdük, dayanılmaz güzellikte bir koku hissettik. “Rana,” dedim, “bu güzel kokuyu duyuyor musun?”, “Evet, Sabri.” dedi. Oradan biraz uzaklaşınca koku kesildi. Geriye döndük, biraz yürüdük. O güzel koku tekrar başladı. Bu güzel kokunun sahibini öğrenmek için mezarlık müdürüne gittik. Durumu anlattık ve o kabrin kime ait olduğunu sorduk. Müdür bey, “Efendim,” dedi, “uzun yıllar evvel gömülen bir velînin kabrinden geliyor o koku.” Bu olayı ömür boyu unutamadık.
Ses tonu bir insanı görmenize yardım eden en büyük faktörlerden biridir. Bir kimseye telefon edin, cevap verişine göre o şahsın karakteri hakkında fikir edinirsiniz. Bazı kimseler, o kadar kaba, o kadar küstah bir şekilde cevap veriyorlar ki; “Tamam,” diyorsunuz, “ne mal olduğunu kendisi söylüyor.” Yüz ifadeleri, bakışlar o kadar çok şey anlatır ki görmesini bilenlere… Yalan söyleyenler, riyakâr, samimiyetsiz olanlar derhal anlaşılır. İnsan ağzı ile, dudakları ile yalan söyleyebilir, ama gözleriyle asla… Çünkü gözler yalan söylemez.
Görmesini bilenler, asla aldanmazlar. İnsan görme eğitimini son nefesine kadar devam ettirmelidir. Hayat yolu o kadar çetin, karışık, engellerle dolu ki… Görmesini öğrenirsek hayat yolunda dürüst, temiz, efendice yürümesini öğreniriz. Birçok tuzaklara düşmekten kurtuluruz. Hayatta birçok insan iç dünyasını saklar. Anlattıkları, her zaman söylemek istedikleri değildir. Önemli olan, muhatabımızın sade söylediklerini değil, söylemediklerini, söyleyemediklerini de anlayabilmek, hissedebilmektir. Bu durum yerine göre insana çok şey öğretir, çok şey kazandırır. Unutmayalım önümüz tuzaklarla dolu. Özellikle günlük hayatta seçeceğimiz dostları pozitif insanlardan seçelim, onlarla görüşelim, varsa bir derdimiz, sıkıntımız onlara açalım. Negatif insan sıkıntımızı daha çok artırır. Bazı hassas insanlar, negatif insanlarla görüştükçe tansiyonları yükselir, doktora da gitseler, ilaç da alsalar, tansiyonlarını düşüremezler. Onlar bir bilse ki; asıl ilaçları, pozitif insanlardır, onlarla sohbettir.
Fransız yazarı Jean Paul Sartre, “Hayat bir seçimden ibarettir.” der. “Hayatın her anında, bir seçim karşısında bulunuyoruz. Ancak belli bir düzeye gelen insanlar, iyiyi, güzeli ve doğruyu seçebilirler.” der. Bu seçimi müspet olarak yapamayanlar, daima hayat karşında yenik düşerler. Hastalıktan kurtulamazlar. Hayat yolunda adam gibi yaşayabilmemiz için, daima pozitif olanı seçmemiz gerekiyor. Ya iyiyi, güzeli, doğruyu seçebilen bir göze sahip olalım yahut da bir pozitif insanla daimi istişarede bulunalım. Aksi takdirde ayaklar altında paspas oluruz. Nice insanlar var ki; gerçeği, doğruyu ve güzeli göremedikleri için başları beladan kurtulmuyor, ömürleri hep şikâyet etmekle geçiyor.
Hayatta her şey bizim bakışımıza göre ya bir anlam kazanıyor ya da o anlamı kaybediyor. İki mahkûm, bir hapishanenin penceresinden bakıyorlarmış. Bütün gün yağmur yağmış, birinci mahkûm pencereyi açmış, yere bakıp tükürmüş ve “Aman Yarabbi,” demiş “ne berbat, ne feci bir gece; yerler vıcık vıcık çamur.” İkinci mahkûm, başını gökyüzüne çevirmiş, “Allah’ım ne muhteşem bir gece, gökte yıldızlar pırıl pırıl” demiş. İşte iki mahkûmun aynı pencereden hayata bakışları... Hayatta da hep böyle oluyor. Aslında; güzellik kâinatın her zerresinde mevcut. Kuran-ı Kerim’de bir Ayet var. Her okuyuşta ürperiyorum: ”Ne yana bakarsan bak, Allah’ın vechi oradadır.” Buyruluyor.
Önemli olan görmesini öğrenebilmek, o güzellikleri görebilmek. Yıllarca önceydi, Paris’te Louvre Müzesi’ni geziyordum. Oradaki muhteşem tabloların önünde gönlümün kapılarını açmış, o güzellikleri özümsemeye çalışıyordum. Sıra Leonardo da Vinci’nin “La Jaconde” tablosuna gelmişti. Yıllar var ki hep o muhteşem tabloyu görebilmenin heyecanı içinde beklemiştim. Öyle muhteşem bir güzellik ki; kendimi tutamadım, ağlamaya başladım. O sırada bir grup geliyordu. Grubun en önünde geleni bir hanım, tabloya baktı, alaycı bir ses tonuyla: “Mona Lisa dedikleri meğer bu kokonaymış.” dedi. Sonra uzaklaştılar. Ben de ister istemez iki mahkûmun pencereden bakışlarını hatırladım. Hayat olayları hep böyleydi. Onun için görmeyi öğrenmek son derece önemli. Yunus Emre; “Gören göz değil gönüldür.” diyor. Herkes bakıyor ama herkes göremiyor. Japonlar, bir resim sergisine giderken, önce banyo yapıyorlar. Temiz çamaşırlar giyiniyorlar, evden çıktıkları andan itibaren kimseyle konuşmuyorlar, kendilerini sergideki güzellikleri görmeye hazırlıyorlar. Serginin kapısından dua ederek içeri giriyorlar ve her tablonun önünde sanki bir hükümdarın önündeymiş gibi, saygı ile durup o tablodaki güzelliği algılamaya çalışıyorlar. Sergiyi gezerken kesinlikle konuşmuyorlar.
Doğruyu, güzeli görebilmenin bir şartı da bütün önyargılardan uzak, objektif olarak olaya bakabilmektir. Çünkü bir önyargı bizi birçok güzelliklerden uzaklaştırabilir. O zaman bakarız ama göremeyiz.
Ressam John Marin der ki; “Size bir temrin olarak şunu telkin etmek isterdim; bir kere olsun aklınızı ve dostlarınızın aklını evde bırakarak, yalnız iki gözünüzle sokağa çıkınız. Öyle şeyler görmeye başlayacaksınız ki şaşıracaksınız.”
Her ne kadar Yunus Emre “Gören göz değil, gönüldür” diyorsa da, önce gönlün arı, duru, tertemiz bir hale gelebilmesi gerekir. Peki bunun için ne yapmamız lazım? Yapılacak şey ortada: Tertemiz bir hayat yaşamak, yalandan uzak, dedikodudan uzak, cimrilikten uzak, Allah’ın ve Peygamberin yolunda giderek yaşamak… Bunları yapmadıkça sadece kendimizi kandırmış oluruz. Hazreti Peygamberin öyle Hadisleri var ki ancak onları uygulayarak, günlük hayatımızda yaşayarak gönül sahibi olabiliriz.
Günlük hayatta çok sık işittiğimiz bir söz vardır: ”Benim kalbim temiz.” derler. Sanki mübarekler kalplerini deterjanla temizlemişler. Kendilerini ne güzel aldatıyorlar. Yıllarca, binlerce insana sordum: Peygamberimizin “Ya hayır söyle, yahut sus." Hadis-i Şerifini bütün nüanslarıyla uygulayabildiğiniz mi?” diye… Bu güne kadar hiç kimseden “Evet” cevabını almadım. Allah, cümlemize bu Hadis-i Şerifi uygulamayı nasip etsin.
Görmek, bütün varlığımızla baktığımız her ne ise onun derinliklerine inebilmek, onu olanca varlığımızla sevmek demektir. Görmek heyecan demektir. Görmek aşktır. Acaba insanlar görmesini bilselerdi, bu ülkede bu kadar çok boşanma olur muydu?
Sabri Tandoğan
HAK-SES, NİSAN 2012

Zaman Nasıl Değerlendirilir?

Zaman bizim en kıymetli hazinemiz. Ama bunun farkına varan kaç kişi var. Mesela bir iş yapacağız, ilk yaptığımız başlamayı ertelemektir. Bugünse yarın, yarınsa öbür gün, bu hafta ise öbür hafta. Hepimize her ay su parası, elektrik parası, telefon parası, kartımızdaki süre bittiyse hava gazı parası geliyor. Birçoğumuz her ay apartman aidatı ödüyoruz. Bunları zamanında ödeyen kaç kişi var? Hep erteliyoruz. Mesela, okuyup iade etmek üzere arkadaşımızdan bir kitap alırız. Bir türlü elimiz gitmez, bir an evvel okuyup verelim diye. Hep erteleriz. Acaba kaç insan maaşını, ücretini aldığı zaman bütçesini yapar? Evlendiğim ilk aydan itibaren bir adetim vardı. Zarfların üzerine o ayki bütün harcamaları yazardım. Aldığım maaşı zarflara ayrı ayrı koyardım. Bu şekilde hayat boyu para sorunum olmadı. Hayat boyu, çocukluk yaşlarımdan itibaren kimseden ödünç almadım. Ayağımı yorganıma göre uzattım. Gün oldu eşimle beraber kuru ekmek yedik ama kimsenin kapısını borç için çalmadık. Ev almıştım, her ay belirli bir miktar müteahhide ödüyordum. O gün aybaşıydı. Maaş aldık. Müteahhidin parasını zarfa koydum, fakat zamanında işten ayrılamadım. Çünkü çok önemli bir tüzük müzakeresi vardı. Müzakere bittiği zaman saat gece yarısı 23:00 idi. İşten çıkar çıkmaz müteahhide gittim. Kapısını çaldım. Beni görünce şaşırdı: “Hayrola Sabri Bey?” dedi. Durumu anlattım. “Bu ayki borcumu ödemeye geldim.” dedim. Müteahhit “Ben almam o parayı, bir acelesi mi var?” dedi. “Evet acelesi var.” dedim. ”Ben bu parayı şimdi size vermezsem, gece sabaha kadar uyuyamam…” Hayat, en ince ayrıntılara kadar saygılı olmadıkça, insanca, efendice yaşanmıyor. Borçlu bir insan eğer onurlu, efendi bir insansa borcundan kurtuluncaya kadar rahat ve huzur içinde yaşayamaz. Nereye giderse gitsin o borcu kafasında taşır. Benim borçlarımı günü gününe ödememdeki asıl incelik buradadır.
Beş yaşında küçük bir çocuktum. Rahmetli annem edebiyat öğretmeniydi. Üç dil bilen, çok kültürlü bir hanımefendiydi. Aynı zamanda çok titizdi. Bütün ev işlerini kendisi yapardı. Romatizmadan musdaripti. Yorulduğu, ayakta çok kaldığı zaman ağrıları başlar, hemen divanda on, on beş dakika istirahata çekilirdi. Yatarken muhakkak eline bir kitap alır, kaldığı yerden okurdu. Böylece her dakikasını değerlendirirdi. Bir gün “Anneciğim, zaten çok kısa bir süre dinleniyorsun. O zaman içinde kitaptan ne kadar okuyabilirsin?” diye sordum. Annem güldü: “Yavrum, o süre içinde pek çok sayfa okunur, o kadar zamanımı niye boşa geçireyim?” dedi. Bu söz, bana ömür boyu unutamayacağım bir ders oldu. O günden itibaren ben de her dakikamı değerlendirdim. Yirminci yüzyılın en büyük zekâlarından biri olan Einstein, günlük çalışmalarından yorulduğu zaman hemen piyanosunun başına geçer, müzikle dinlenirmiş. Bugün Larousse’dan sonra dünyanın en büyük lügatı kabul edilen “Litree”yi kendi halinde, dar gelirli bir Fransız olan Litree günlük çalışmalarından ayırabildiği iki saatlik bir zamanla iki yıl gibi bir sürede hazırlamıştır. Dünyanın en büyük hikayecisi olan Çehov doktordu. Kalabalık bir aile Çehov’un geliriyle kıt kanaat geçinmeye çalışıyordu. Çehov, evine biraz daha fazla para götürebilmek için gece yarılarına kadar çalışır, eve gelir, biraz bir şeyler yer sonra oturur hikayelerini yazardı. O binbir güçlükle yazılan hikayeler bugün dünya edebiyatında baş tacı ediliyor. Keza, büyük romancı Gorki bir fırın işçisiymiş. Bir yandan ekmek pişirirken bir yandan da kitaplarını fırında yanan odunların ışığında yazmış. Dünyanın en büyük ressamlarından Van Gogh, kulübe kadar bir odada yaşar, resimlerini orada yaparmış. Ağabeyinin verdiği ufacık bir harçlıkla, acı soğan, kuru ekmek yaşamaya çalışırmış. Bundan on beş sene evvel bir tablosunu açık artırmada hiç kimse satın alamadı. Japon Hükümeti bütçesinin önemli bir kısmını ayırarak o tabloyu aldı, müzesine götürdü. Ankaralı tasavvuf severlerin yakından tanıdığı Azize Anne, doksan yaşından sonra Kuran-ı Kerim hıfzına başladı. Birkaç sene sonra Hakka göçtüğü zaman hıfzını bitirmişti.
Bir türlü işlerini zamanında bitiremeyen insanları yakından inceleyecek olursak şunu görürüz: O kimselerin kafaları karmakarışıktır. Düşüncelerin biri gelir, biri gider. Bir türlü kendilerini toparlayamazlar. Bir işi yapmak için karar veremezler, işlerini hep ertelerler. Bizim gençliğimizde bir tango vardı: “Yarın olsun yarın olsun diye günler soluyor, neye baksam, neyi görsem bana bin dert oluyor.” diye. Bazı kimseleri görünce hep bu tangoyu hatırlarım. Hep yarın olsun, yarın olsun derler. Hep işlerini son ana bırakırlar ve tabii yetiştiremezler. Yıllardır dikkat etmişimdir. Birkaç yıl önce henüz otomatik ödemeler başlamamışken telefon ödemelerinin son gününde postanelerin önü Fener-Beşiktaş maçında uzayan kuyruklar gibi uzar giderdi. İnsanlar saatlerce o kuyruklarda beklerlerdi. Henry Ford, “Zor iş, zamanında yapılmayan kolay işlerin birikimi ile ortaya çıkar.” der. Her şeyin bir zamanı vardır. O iş zamanında yapılmayınca kıymeti de kalmaz. Nişan, evlilik tebriklerinde, bir kimse bir yüksek makama terfi edince tebrikler; cenazeye baş sağlığı dilemede taziyeler zamanında yapılmalıdır.
Genellikle insanların bir kısmı hep mazide yaşar. Keşke falancayla evlenseydim veya evlenmeseydim, falanca arsayı keşke kaçırmasaydım, alsaydım… Bu keşkelerin sonu bir türlü gelmez. Bazı kimseler hep geleceği yaşarlar. Yılbaşında Milli Piyangonun büyük ikramiyesi bana çıkarsa neler yaparım hayallerinin sonu bir türlü gelmez. Bir gün Çankaya’dan daire alır, bir gün Gaziosmanpaşa’dan. Bir gün Mercedes alır, birgün Limuzin. Bu suretle insanlar en kıymetli hazinelerini, zamanlarını boşa harcamış olurlar. Halbuki mâzi acısıyla, tatlısıyla geçip gitmiştir. Yapacak bir şey yoktur. Gelecek ise meçhul. Hiçbirimiz yarın sabaha çıkacağımızı garanti edemeyiz. Geriye şimdiki zaman kalıyor. Önemli olan anımızı yaşayabilmek, o an içinde ne yapılması gerekiyorsa onu yapmak. Tasavvufta buna “ibnûl vakt” olmak denir. Yani “zamanın çocuğu” olabilmek…
Bir işi yapabilmek için en münasip zaman içinde bulunulan “an”dır. Bunlar bazı insanlara basit gözükebilir, kolay gelebilir. Ama hayatın en ince özelliklerinden biridir bu husus. Başarının da mutlu ve huzurlu yaşayabilmenin de sırrı bu sözdedir. Peygamber Efendimizin çok anlamlı, insanı uzun uzun düşündürecek bir Hadis-i Şerifi var: “Farz edin ki elinize bir meyve ağacı fidanını aldınız, bahçenize dikeceksiniz. O sırada kapının önünden insanlar geçiyor, bağırıyorlar: ‘Kaçın kaçın kıyamet kopuyor.’ O durumda bile siz elinizdeki fidanı toprağa dikin, dibini sulayın. Ondan sonra bırakın kıyamet koparsa kopsun.” Peygamber Efendimiz bir başka Hadis-i Şerifinde de “Bir kimseyi sevdiğiniz zaman ona sevginizi söyleyiniz, acele ediniz, yarına bırakmayınız. Yarın ikiniz için de çok geç olabilir.” Buyuruyor.
Kuran-ı Kerim’de “Bir işten yorulduğun zaman onu bırak, hemen başka bir işe geç.” Buyruğu vardır. Burada görülüyor ki anlar bile değerlendirilmeli. Dinlenmemiz bile bir işten başka bir işe geçmekle oluyor. Miskin miskin oturmak, uyuşuk kalmak yok.
Peygamber Efendimizin harikulade güzel Hadis-i Şeriflerinden biri de “Ya hayır söyle yahut sus.” Hadisidir. Kainatın en büyük şairi Yunus Emre’nin de güzel bir mısraı var: “Yunus bir haber verir, işidenler şâd olur.” diye. Vaktimizi malayâni işlerle geçirmeyelim. Ya hayır söyleyip, insanları mutlu ve huzurlu edelim yahut malâyaniden, boş sözlerden uzaklaşarak sükût edelim.
Hem bilim adamı hem büyük bir düşünür olan Pascal diyor ki: “Hayatta insanların başına ne gelirse, hep işlerini bitirdikten sonra eline bir kitap alıp bir köşeye çekilerek okuyup, üzerinde tefekkür etmemekten doğar.” Hayat sandığımızdan çok daha kısa, her dakikasının değerlendirilmesi gerekiyor. Büyük Alman şairi Rilke, “Görmeyi öğreniyorum.” der. Görmeyi öğrenebilmek büyük bir dikkat ister. En büyük Fransız şairi Valery, “Deha, dikkattir.” der. Dinde, ilimde, güzel sanatlarda yol alabilmenin ilk şartı, dikkatli olmaktır. En büyük israf zamana karşı yapılandır. Zamanımızı israf etmeyelim. Çünkü onun kaybolan bir tek dakikası bile milyarlarla geri getirilemez. Zamanın değerini bilemeyen, sahip olduğu hiçbir şeyin de değerini bilemez.
Zamanı değerlendirmenin bir yolu da her gece yatmadan önce ertesi günü neler yapılacağını önemlerine göre sıraya koyarak küçük bir kağıda not almaktır. Ertesi günü onları sırasıyla yapmaktır. Mevlana,“Dün, dünle beraber geçip gitti cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım.” diyor. Kuran-ı Kerim’de şöyle Buyruluyor: “Allah, her an yeni bir şe’n üzeredir.” “Şe’n” oluşum demektir. Zaman kelimesi tersten okununca ortaya “namaz” kelimesi çıkar. Günde beş vakit namaz kılmanın birçok hikmetlerinden biri de insanın zamanını disiplinli olarak kullanmasını sağlamasıdır. Tasavvufta çok anlamlı bir söz vardır: “Zaman içinde zaman, mekan için mekan vardır.” derler. Bu da, zamanın çok dikkatli kullanıldığı taktirde bereket kazandığını gösteriyor. Küçük bir ev, eşyası çok dikkatli yerleştirilirse o dar mekan da bereket kazanır, büyür, genişler.
Vaktiyle, Avrupa’nın en büyük rejisörü olan Carl Ebert, Türkiye’ye davet edilir. Devlet tiyatrosunun sanatkarlarını yetiştirirken bir taraftan da konservatuarın tiyatro bölümündeki öğrencilerine ders verir. Bir gün derste öğrenciler bir tiyatro sanatkarını öve öve bitiremezler: “O öyle bir sanatkar ki piyes bittiği halde bir türlü kendine gelemiyor, rolünün etkisinden kurtulamıyor.” derler. Bunun üzerine Carl Ebert öğrencilerine “Hayır, gerçek sanatkar rolü bittiği anda yeni hayatına hemen adapte olabilendir.” der. Keşke bizler de bu sözü hayatımızın her anında uygulayabilsek. Olaylara takılıp kalmasak, her anımızın güzelliğini idrak edip, yaşayabilsek. Allah bunu cümlemize nasip etsin.
Sabri Tandoğan

Dilenciler Ve Dilencilik Üzerine

Dilenciler aslında yoksul olmadığı halde kendisini yoksul göstermek suretiyle imkânı olanlardan sözle, yazıyla, davranışlarıyla para veya eşya isteyen kimselerdir. Bunlar istekte bulunduğu kişilerin duygularını sömürmek yoluyla amaçlarına ulaşmak isterler. Bazen o kadar ısrarla isterler ki insanlar ya utanarak, ya usanarak, hiç de gönüllü olmadan para veya eşya verirler.
Zaman zaman hepimizi daraltıp, bunaltan sokak dilencilerinin bir kısmının fiziksel özürlü oluşu dilenme işini başarıyla yürütmelerinde önemli bir rol oynamaktadır. Bu yüzden bazı dilenciler özürlü rolünü oynarlar. İki gözü de körmüş, kolu, bacağı sakatmış gibi davranırlar. Bir kısım dilenciler de fiziksel özürlü eşini veya çocuğunu aracı olarak kullanmakta, bazıları bir başka rol yapan dilenciyi yanlarına alarak insanların yardım etme duygularını sömürmektedirler. Sokaklar ve caddeler, cami önleri ve mezarlıklar, tren istasyonları, otogarlar ve otobüs durakları, evler ve işyerleri, üst veya altgeçitler dilenmenin mekanlarını oluşturmaktadır. Dilenciler bazen doğrudan para veya eşya isteyerek dilenmekte, bazen verilen herhangi bir şeyi reddetmeyerek bunu da kâr saymaktadırlar. Dilencilerin, dilenmelerinin nedenini işsizlik, yoksuzluk, hastalık, sakatlık, yolda kalma gibi gerekçelere dayandırmalarına rağmen birçoğu hiç ihtiyacı olmadığı halde dilenciliği bir meslek olarak algılıyor, kolay para kazanmanın bir yolu olarak görüyorlar. Orta Anadoludaki bir vilayetimizin bir köyünde bütün erkeklerin dilenciliği meslek haline getirdikleri bilinmektedir. Dilenmeye gitmeyi “kâra gitmek”, dilencilikten evlerine dönmeyi ise “kârdan gelmek” olarak ifade etmektedirler. Yasal düzenlemelerin olmaması dilenciliğin devam etmesinde önemli bir faktördür. Belediyeler “kaldırım işgaliye cezası” uygulayıp yerleşim merkezinin dışına çıkarmaktan başka bir önlem alamamaktadır. Bu tür cezalarla sorunun önüne geçilemiyor ki… Çözüm için eğitimle beraber yasal düzenlemelere kadar uzanan geniş yelpazeli düzenleme ve uygulamalara kadar gitmek gerekir.
Peygamber Efendimiz SAV, “Dilenmekte ısrar etmeyiniz. Allah’a yemin ederim ki sizden biri benden bir şey ister de hoşuma gitmemesine rağmen bir şey koparırsa verdiğim malın bereketini görmez.” Buyuruyor. Öyle insanlarla karşılaşırız ki adeta insanın yakasına yapışır, ısrarla bir şeyler isterler, az çok bir şey almadan asla bırakıp gitmezler. Hadis-i Şerifte bu tür zorlamalar özellikle yasaklanmıştır. Israrla dilenerek elde edilen malın da kimseye faydası olmayacağı açıkça ifade edilmiştir.
Burada İmam Ahmet İbni Hanbel’in duası ne kadar anlamlıdır: “Allah’ım yüzümü Senden başkasına secde etmekten koruduğun gibi Senden başkasından bir şey istemekten de koru.”
Malını çoğaltmak için dilenmek kıyamet gününde dilenci için yüz karası olacaktır. Üç beş kuruş için yüzsuyu dökmeyi göze alan kimse kendi şeref ve haysiyetini ayaklar altına almış olur, ahirette de herhangi bir değeri olmaz. Peygamber Efendimiz SAV Buyuruyor ki: “Kim ihtiyaç içine düşer de bunu insanlara açarsa ihtiyacı kapanmaz. Kim de ihtiyacını Allah’a arz ederse Allah’ın hemen veya ileride o kimseye rızık vermesi umulur.”
Utandığı için iffetli davranarak kimseye el açmayan fakirler üstün nitelikli insanlardır. Yıllardır düşünürüm: “İhtiyaç sahibi dilenciler için, dilenciliğe zorlanan çocuklar ve sokak çocukları için merkezler kurulsa, bir kısmında barındırılsalar, bir kısmında kendilerine uygun görülen el sanatları öğretilip uygulaması yaptırılsa, bir kısmında onların eğitimi için özel filmler gösterilse, özel piyesler oynansa… Özellikle akşam yemeklerinden sonra bazı aydın kimseler getirilip moral verici, hayatı ve insanları tanımaya yönelik konuşmalar yaptırılsa… Sonra onlar istidatlarına göre müzikle, resimle, edebiyat ve şiirle güzel sanatlara yöneltilse… Bunların hiç de masraflı olacağını sanmıyorum. Yeter ki ilgili kurumlar inançla, aşkla meselenin üstüne eğilsinler. Bu şekilde büyük bir toplumsal yara daha en güzel bir şekilde kapanmış olacaktır.
Sabri Tandoğan
ARALIK 2011/YOYAV DERGİSİ

Gerçek Sevgiyi Yaşamak

Bir izleyicim bana konuşmalarımda en fazla sevgi konusunu ele aldığımı yazmış, sebebini soruyor.
Ben gerçekten sevgiyi hayatın dayanak noktası olarak görüyorum. Mevlana “Sevgiden bakır altınlaşır.” diyor. Sevgiyle düşmanın dost olacağı inancındayım. Sevgisiz bir yudum su bile içmek istemiyorum. Parayla yatlar, katlar, Mersedesler, alırsınız ama gerçek sevgiyi parayla asla elde edemezsiniz. Belki karşı cinsten bazı insanlar birbirlerine parası için sevgi gösteriyor olabilirler ama ben bunun samimi bir sevgi olacağına inanmıyorum. Sevgi, insanı Allah’a ulaştıran bir yoldur. Nerede sevgi, orada Allah… Nerede saygı, edep, orada güzellik… Samimi kanaatimce sevgi hayatın odak noktasıdır. Sevgiyle hastalar iyileşir, yoksulluklar zenginliğe, üzüntüler mutluluğa dönüşür. Sevgi bir güzelliktir, estetiktir, bizi Allah’a götüren en kısa yoldur. Rasülullâh “salla’llâhü aleyhi ve sellem” Efendimiz, bir Hadis-i Şeriflerinde “Eğer biriniz bir kimseyi seviyorsa hemen gidip sevgisini ona haber versin. Yarına bırakırsanız ikinizden birisi için çok geç olabilir.” Buyurmuşlardır. Sait Faik Abasıyanık bir eserinde “Her şey bir insanı sevmekle başlar.” der. Dünyanın en büyük olayı sevgidir, ama samimi, içten, sımsıcak bir sevgidir. Ben sevgiyle hastaların bile iyileştiğini gördüm. Aralarında öyleleri vardı ki hayata, insanlara kırgın ve küskündüler, ama gerçek sevgiyle karşılaştıklarında dirilip, yaşama sevinciyle dolmuşlardı.
Yaşamak demek para kazanmak, yemek içmek, uyumak mıdır? Ne olur parayla her şeyin, gereğinde sevginin de alınabileceği kanaatinden vazgeçelim. Bir insanın yüreğindeki sımsıcak sevgiyi, hayranlığı parayla satın alamazsınız. Gecekonduda yaşayıp bir tarhana çorbasını sofraya zor koyabilen aileler gördüm, ama onların arasında çok mutlu oldum. O evlerde yaşanan büyük bir sevgi olayı vardı. Ama öyle saltanat içinde yaşayan aileler de gördüm ki onlarda o bir göz odalı gecekondularda yaşanan mutluluk ve huzurun zerresi dahi yoktu.
Hepimizin istisnasız biraz sevgiye ihtiyacımız var. Ne olur “Bana ne, benim keyfim yerinde…” demeyelim mümkün olduğunca sevgimizi insanlara gösterelim. Yıllarca önceydi. Bir gün bir yaşlı hanım Danıştay’da ziyaretime geldi, zorlukla yürüyordu. “Ben çok yaşlı ve yoksul bir hanımım, size de hediye olarak sadece simit getirebildim.” dedi. Simidi memnuniyetle aldım, ben de ona bir hediye takdim ettim. O simidi akşam yanımda götürdüm, evde eşimle paylaştık. Bundan her ikimiz de çok duygulandık, hiçbir şeyle ölçülmesi mümkün olmayan bir mutluluk duyduk. Ne olur insanlara hep verelim, hep verelim… Bu az, bu çok demeyelim. Ben eşyayı da eşya olarak görmüyorum. Onlara da sevgi , saygı gösterelim. Yaşama çizgimiz ne kadar uzun bilemeyiz, inşallah hayırlı, güzel ömürlerimiz olsun. Biz hep sevelim, durmaksızın sevelim, yerdeki bir çöpten gökteki samanyoluna kadar aşkla, heyecanla sevelim. Ve bir gün bizler de Kuran-ı Kerim’deki “O senden Razı, Sen O’ndan razı olarak gir cennetime.” Ayetine mazhar olalım. Biz de Fazıl Hüsnü gibi
“Ben dünyaya ağırlığımca sevgi vermişim,
Ses edin ey uzak diyarların gençleri,
Bütün antenlerimi germişim”
diyelim. Bütün önyargılarımızı bir kenara bırakalım. Görünen o ki artık ülkemizde sevgi azalıyor. Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre boşanmalar sürekli artıyor. Gençler fedakârlıklarla yuvalar kuruyorlar ama bir süre sonra kavgalar, münâkaşalar başlıyor. Sorsanız, “Sebep ekonomik.” diyorlar. Hayır efendim, sevgi yok da ondan. Yok şu istenen marka olmamış, yok koltuklar istenen yerden alınmamış… Alınmasa ne olacak, minderde oturulur. Lüks düşüncesinin altında yatan şey sevgisizliktir, ilgisizliktir. Bir kadın, kendisine saygıyla yaklaşan, sevgiyle yaklaşan birisi olsa belki lükse, kürklere o kadar düşkün olmaz. Bakıyorsunuz her şeye sahip kimseler herkesten daha fazla kavga ediyorlar. İnsan bazen gecekonduda bile otursa, eşinin elini tutunca kendini gökyüzünde hissediyorsa isterse aç uyusun, ne çıkar? İnsanı güzel yapan şey sevgidir, edeptir. İnsanları uyuşturucuya götüren asıl sebebi yıllarca düşündüm ve cevabını “sevgisizlik” olarak buldum. Çocuk eve geliyor, anne yok. Nerede? Konkende, şurada burada. Baba yok. Nerede? İş çıkışı bir yerlerde. İkisi de surat bir karış dönüyorlar. Olmuyor böyle efendim… Hepimizin ihtiyacı olan en büyük şey sevgi. Ellerimiz tutulmak, saçlarımız okşanmak, omuzumuz dokunulmak istiyor. İnsan bunu göremezse gıdasını asıl o zaman alamamış oluyor. Önce sevgi, sonra ekmek… Ben aranmak istiyorum, sevilmek istiyorum, hatırlanmak istiyorum. Eğer aranmazsam, özlenmezsem, sevilmezsem, ölmeyi tercih ederim. İşte insanlar aradıkları, özledikleri sevgiyi bulamadıkları zaman sigara ve alkolden sonra uyuşturucuya yöneliyorlar, büsbütün mutsuz oluyorlar.
Bir sevgiyi sonuna kadar aynı zarafet ve güzellikte götürebilmek için onu saygı ile de sürekli beslemek gerekir. Saygı olmadan gerçek sevgi yaşanamaz. Ancak sevginin de aşırısı zararlıdır. Çayınıza fazla şeker koysanız içemezsiniz. Bir çocuğu sevmek demek onun her isteğine boyun eğip onu firavunlaştırmak demek değildir. Bu ona en büyük kötülüğü etmektir. Çocuğun yanında çok nazik ve kibar olmalı, onunla büyük bir kimseyle konuşur gibi konuşmalıdır. Bunu en iyi Japonlar uyguluyorlar, çocuklarına bir hükümdar muammelesi yapıyorlar ama asla şımartmıyorlar. Bir çocuğun da omuzuna bir elin sımsıcak bir sevgiyle konması gerekiyor efendim.
Peki, sevginin kaynağı nedir? Ben sevginin kaynağı olarak Allah sevgisini görüyorum. Hiçbir ateistin sevgi dolu olduğunu görmedim. Ateist arkadaşlarım var. Ben onlara sevgi gösteririm ama onlardan bir sevgi görmüyorum. Dostluğumuz devam ediyor yine de. Benim bahsettiğim Allah sevgisi, “Yok sen şunu yapmadın, şunu giymedin, Müslüman değilsin.” diyen bir zihniyet değil, Yunus gibi “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır.” diyebilen bir sevgidir. Eğer bütün kâinatı aşkla kucaklayabilirsek gerçek sevgi işte budur.
Uyuşturucu satan insanların idam edilmesi gerekir. Onlar bizim çocuklarımızı zehirleyip, uyuştursunlar, biz onları affedelim. Olacak iş midir? Ama verilen cezalar artırılsa da çocukları, gençleri uyuşturucuya iten asıl sebebin ilgisizlik, şefkatsizlik olduğunu görüyorum. Kimileri diyor ki “Ben çocuğumu en iyi okula gönderiyorum, ona ne isterse alıyorum. Bunlar yetmez mi?” Yetmez efendim. O çocuğun her şeyden önce sevgiye ihtiyacı vardır. O nedenle biz öncelikle kendimize bakalım. Kendimizi çocuklarımıza karşı düzeltelim. İlgimizi, sevgimizi onlara her davranışımızla hissettirelim.
Saygı ve sevgi dolu, huzurlu günler diliyorum hepinize. Hayır dualarınızı bekliyorum efendim. Müsaadenizle...
Sabri Tandoğan
EKİM 2011/HAK-SES

Vâroluşun Anlamı

İnsanın dünyaya gelişinin, vâroluşunun bir anlamı olmalı… Tesâdüf, rastlantı yalnız lügatlarda var, hayatta yok. Her şey öylesine iç içe, öylesine ince ipliklerle birbirine bağlı ki. Göremediğimiz, anlayıp sezemediğimiz zaman işin kolayına kaçıyor, tesâdüf deyip işin içinden sıyrılıyoruz. Ne de kolay kendimizi aldatıyoruz. Bir bilinmeyeni, başka bir bilinmeyenle izah edince, iş yaptığımızı sanıyoruz…
İnsanın asıl görevi, vâroluşunun nedenlerini araştırmak, bulmak, yaşantısını ona göre kurmak değil mi? İşte insan yalnız o zaman mutlu, sağlıklı ve huzurlu olabiliyor; hayatına bir renk, bir ışık, bir anlam, bir güzellik geliyor. Fıtratın kânunlarına göre yaşamakla insan gerçek anlamda tekâmül ediyor, gelişiyor. Unutmayalım, insanı insan eden yine insan oluyor. İnsanı anlayabilmek, öğrenebilmek, son derece zor, karışık, girift bir olay. Bir aşk işi. Uzun yılları gerektiriyor. Olağanüstü bir çaba, gayret ve çalışmak, sabretmek, beklemek, tahammül etmek, nice zorluklara göğüs germek var. Bütün bunlardan sonra insanı, o meçhûlü, o bilinmeyeni, o kâinatın en büyük sırrını bir nebze olsun belki anlayabiliyoruz. Bu bir maraton, son nefese kadar devam ediyor. Beşikten mezara kadar sürüyor.
Andre Gide’e sormuşlar: “Efendim, seksen yaşına geldiniz. Nobel dâhil, en büyük ödülleri aldınız. Neden hâlâ, sabahlara kadar çalışıyorsunuz?” Andre Gide gülmüş, “İnsanları tanımak, anlamak istiyorum” demiş.
 Eski Yunan felsefe okulunun kapısında “Kendini Tanı” diye yazıyordu. Kâinatın Efendisi, “Nefsini bilen, Rabbini bilir” buyuruyor. Her insan kendi içinde bir âlem. Yunus, “Bir siz dahi sizde bulun, benim bende bulduğumu.” der ve ilâve eder: “Seni deli eden şey, yine sendedir sende”. Onda hiçbir varlıkta olmayan bir ruh var. Kâinatın sırrı belki de insanoğlunun içinde. Bir Kudsi Hadiste, “Ben insanın sırrıyım, insan benim sırrım” buyruluyor. İbadet etmeyen insan, ruhunun yurdunu ziyaret etmemiş demektir. J.P. Sartre, mânâ âleminin güzelliklerinden, inceliklerinden uzak olduğu için çevresinde hep pislik gördü, çirkinlik gördü. Daha dünya hayatını yaşarken, kendi cehennemini yaşadı. Oysa içi Allah aşkıyla dolu bir İslam velîsi bütün kâinatı gül bahçesi gibi görüyordu:
“Gül alırlar, gül satarlar
Gülden terazi tutarlar
Gülü gül ile tartarlar”
diyordu. Ona göre hayat, vâroluş öyle bir pazardı ki, alan güldü, satan güldü, terazi güldü, dirhem güldü. Âlemde mânâsız ne vardı? Mânâsızlığın bile bir mânâsı yok muydu? Çiçeklerdeki güzellik Yaradanın kullarına bir tebessümü değil miydi? Kokusu bile ayrı bir mânâ güzelliğini anlatmıyor muydu?
Çiçekteki tebessümü görmeyen göze, göz denir mi? Olup bitenlerdeki mânâyı kaç kişi görüyor?
Bir söz vardır: “Hâdiseler konuşuyor” denir. Ancak maddenin kesâfetinden sıyrılanlar, arınanlar o dili anlarlar. J.P. Sartre gibi Hak’tan uzak yaşayanlar hâdiselerin altında ezilirler. Unutmayalım, dikeninden çekinen ellere gül vermezler. Mânâ âleminin güzelliklerini, ancak o âlemde yaşayanlar algılayabilirler. Bîgâne olanlar, başkaları cehennemdir deyip, kendilerini karanlığa mahkûm ederler.
Dünya hikmetler âlemidir. Hikmet için birtakım nedenler, vesileler gerekir. Âhiret kudret âlemidir. Kudret için vasıtaya gerek yoktur. Kudret ancak Hak’kın fiilî tecellisi ile olur. Allah her şeye kâdirdir. İnsanın aynası gönlüdür. Yüzünü ona çeviren kendini görür. Cahilin dili kalbinin önündedir. İrfan sahibinin dili, kalbinin arkasındadır. Sabır sahibi olanlar hâline râzı olurlar. Kötü söz yabanî ota benzer. Sulanmasa da yetişir. İyi söz çiçek gibidir. Bakım ister,îtina ister. Tevhide ulaşan için her şey iyi olur. Uzaklık gider, yakınlık gelir, şer gider, hayır gelir. Sıkıntının, bunalımın yerini tatlı, hoş, güzel bir huzur alır. Bütün kapılar bir olur. Göze ancak Hak görünür. Bu hâli bilen yaşayan milyonda birdir. Bir gün gelir; toz duman kalkar, kimin atlı, kimin yaya olduğu ortaya çıkar. Edep, tevâzu, incelik, insanı küçültmez, bilâkis yüceltir. Başına bir iş gelirse, tâzimle, saygıyla, sabırla karşıla. Şifan gelinceye, kurtuluncaya kadar dur, bekle. Feryad etme, bağırıp çağırma. Şifâ gelince şükürle karşıla, secdeye var. Her dâvâda şâhit isterler. Şâhidi olmayan dâvâyı kaybeder. Bizim yolumuzda şâhit, tutulan emirler, dikkat edilen yasaklardır. Hiçbir söz amelsiz kabul edilmez, hiçbir amel de ihlâs olmadan makbul değildir. İhlâs bir holdingin adı değil, Peygamberin yoludur. Gerçek ibadet, fâni olanı bâki olana, Allah rızâsı için terk etmektir. Kerem sahibi olmak için, ilâhi sırları saklamak gerekir. Dünya, âhirete perdedir. Yaratılmışlara dalmak, Yaradandan ayırır. Velâyet hâlinin işaretleri, velîlerin yüzlerinden okunur. Ancak anlayış sahipleri, ferâset hâline ulaşanlar anlayabilir. Bir altın bileziğin kaç kırat olduğunu kuyumcu bilir, başkaları değil.
Kalbini, gönlünü, maddeye kaptıran, mânâ âleminin kokusunu alamaz, maddeye gereğinden fazla kapılanlar, ona taparcasına bağlananlar, en büyük kötülüğü kendilerine yaparlar. İnsanın kendine ettiğini bir başkası yapamaz. Bir şeye iptilâ, büyük bir imtihandır. Herkes, iptilânın nereden, nasıl, neden geldiğini fark edemez. Anlayanlar çok azdır. Ve onlar anlayınca Hak’ka dönerler. Hayat insana emaneten verilmiştir. İnanan insanlar, rızıkları için endişeye düşmezler. Bilirler ki, bizim aradığımızdan daha fazla o bizi arar. Hayır, Allah’ın emrini yüce bilmek ve kullarına şefkât göstermekle tecelli eder. İbadet bir sanat, bir hazine, bütün kâinata tevhit nuruyla bakmaktır. Allah’ı zikreden dâima diridir. Nimet, Hak’ka uyanlara verilir. Allah’a aşkla, ihlâsla, imânla bağlı olanları incitmek çok tehlikelidir. Onların üzerinde titreyen bir sahipleri bulunduğunu unutmamalıdır.
İnsanda bir et parçası var. O iyi olunca bütün duygular güzelleşiyor, o fesada uğrarsa, bütün varlık anlamını kaybediyor. O, insan kalbi. O, Allah’ın evi. Yunus ne güzel söylüyor: “Hepisinden iyisi bir gönüle girmektir…” Hak katına ancak doğruluk adımları ile varılır. İhsan kapısı kapanmadan acele etmek gerekir. Ölüm ânında bütün kapılar insanın yüzüne kapanır, tövbeye güç yetmez. İnsanlara, fâni değerlere inanan, güvenen, bağlanan kimseler huzurun dışında kalırlar. Muaz (R.A.), “Geliniz, bir ânımızı imanlı geçirelim.” buyuruyor. Sabrın asıl mânâsı Hak’kın kaza ve kaderine boyun eğmektir. İnsanlarla iyi geçinmek sadakadır.
Kenan Rifâî, “Sükût olsun sana tevhid.” diyor. Edeple başını önüne eğ, sus, bekle, izin gelinceye kadar bekle. Zamanı gelince, istemesen de seni konuştururlar. Kur’an-ı Kerim, “Oku” diye başlıyor, Mesnevî “Dinle” diye. Manevî hazırlığını yapmadan, iç dünyanda yağmur tanesini inciye çevirmeden konuşmayı istemek nefsin oyunundan başka nedir? Işık yanmadan pervâne gelir mi? Fazıl Hüsnü Dağlarca,
“Gelme, gelme üstüme
Bir şifâ vermeyeceksen eğer”
diyor. Abdülkadir Geylânî Hazretleri, “İnsanları Hak’ka davet edecek ehliyet ve liyakate sahip olmadıkça konuşmaya ve halkı Hak’ka davet etmeye kalkışmayınız.” der. Bir Kudsi Hadiste, “Beni ne semâm, ne de arzım içine alamadı da mü’min kulumun gönlüne sığdım.” buyruluyor. Burada kâmil mânâda gerçek, tam bir teslimiyet var. İslâm kelimesi de Hakka tam mânâsıyla teslimiyet demek. Herkesin bir yönü vardır, herkes kendi yönüne döner. Her varlık, Allah’ın belli bir takım isim ve sıfatlarını ortaya çıkarmak, tezahür ve tecelli ettirmek için vârolmuştur. Her ruh ayrı bir hedefle madde âlemine gelir ve o hedef onun kıblesi olur.
Kâinatta görülen her şeyin arkasında gizli bir mânâ vardır. Görüntüler bazen bizi yanıltırlar. Önemli olan görünmeyeni görebilmek, hissedebilmektir. Görüntülerin arkasındaki gizli mânâyı arayıp bulabilenler ne güzel insanlardır. Resûlullah Efendimiz, gece yatarken, “Allah’ım, bana eşyanın hakikâtini göster.” buyururmuş. Bu ne güzel bir duâdır.
Kitap okumak güzeldir, iyidir, faydalıdır. Ama tek başına yeterli değildir. Unutmayalım, insanı insan eden yine insandır. İnsanlarla yapılan dostluk ve diyaloğun yerini hiçbir şey tutamaz. Dostluk, mutluluğun temelidir. Kimse tek başına ne hakikâti bulabilir, ne de mutlu olabilir. Bugünkü psikologlar, diyalog ve dostluğu bir tedâvi metodu olarak kullanıyorlar. İnsanın kendisini kâinatla bir hissetmesi ve düşünmesi, onu kendi varlığının dar hendesesinden kurtarır. İnsan bir gözdür. Kâinatın kendi kendisini seyreden gözü, gözbebeğidir. İnsan hem kendisini, hem de kâinatı anlamaya çalışan bir varlıktır. Yunus, “Bu gözümden bakan nedir?” diye sorar. Gören göz değil, düşüncedir. Her şeyi çok güzel ve çok derin söyleyen Yunus, sevgiyi, evrensel sevgiyi, “Herbiriyle bile olmak” diye tarif eder. Kendi nefisleriyle, egolarıyla dolu olanlarda başkalarına yer yoktur. Onlar kalp ve ruh kapılarını sımsıkı kapamışlardır. Onlar kimse ile “bile olmak” istemezler. Dünyada yalnız kendileri vardır.
Önemli olan, insanın karşılaştığı sorunlar değil, o sorunlar karşısında takındığı tavırdır; olayların altında kalmak, ezilmek, sinmek, korkmak, marazî ruh hâllerine girmek değil, o sorunlarla yiğitçe, insanca, uygarca mücadele edebilmek, dayanabilmektir. Kırılmak, küsmek, bedbinleşmek, kötümser olmak kolaydır. Bir çaba gerektirmez. Aslolan direnebilmek, dayanabilmektir. Unutmayalım ki, bu dünya darılma pazarı değil, dayanma pazarıdır. En büyük insanlar, en büyük sıkıntıları çeken, ama onlar karşısında yılmadan, sarsılmadan, aşkla, inançla direnip, sonunda zafere kavuşanlardır. Zafer sabredenlerindir.
Karşılaştığımız olaylar karşısındaki sükûnetimiz, edebimiz çok önemlidir. “Ben şimdi bir sınavdan geçiyorum. Bu sınav da bana benim yetişmem, tekâmül etmem için muhakkak gerekli. Kendimi duygularımın seline bırakmadan, mücadele vermem gerekiyor. Her zaman olduğu gibi bu güçlüğün de altından kalkacağım. Zafere Allah’ın izniyle, yardımıyla ulaşacağım.” dediğimiz zaman, sorunlar karşısında bu sükûneti bu metâneti gösterdiğimiz zaman, mesele zaten yarı yarıya çözülmüş demektir. Her müspet yaklaşım, zafere giden ilk adımdır. Shakespeare, “Duygunuzla düşüncenizin arasına fesat sokmayınız.” der. Evet duygularımız çok kıymetli, şüphe yok. Ama, düşünce ile hareket edeceğimiz yerde, araya duygularımızı sokarsak, sonuç hezimet olur. Duygunun yeri ayrı, düşüncenin yeri ayrıdır. Onların ayrı ayrı haklarını vermek gerekir. Duygulu insanlar sevimlidir, tatlıdır, güzeldir. Ama her olaya duygusal açıdan bakanlar, akılla hareket edecek yerde, duyguyla hareket edenler, hem çok şey kaybederler, hem de boşu boşuna ıstırap çekerler. Tükenirler.
Kur’anı Kerim’de insanları düşünceye sevk eden birçok Âyet vardır. Birçok yerde “Düşünenler için ibretler vardır, düşünün…” diyerek bizleri uyarır. İslâm dini, düşünceyi ibadet derecesine yükseltmiştir. Sağlam düşünemeyenler yaşama sanatını hiçbir zaman öğrenemeyeceklerdir. Hayatımızın her gününün, her saatinin, her ânının kıymetini bilmek zorundayız. Hayat, bin bir güzelliklerle dolu, akıl almaz, tâkât getirilmez derecede muhteşem bir oluştur. İnsanoğlu, ömür dediğimiz süreç içinde, imkânları nispetinde, kendini olgunlaştırmaya, tekâmül etmeye, tabir caizse bir heykeltıraş gibi kendi kendini yontup, fazlalıklarını atıp, noksanlarını tamamlayıp her gün daha iyiye, daha güzele gitmekle yükümlüdür; tabii imkân nispetinde, olabildiği ölçüde. İçinde yaşanılan çağ, toplum, aile ve iş ilişkileri ne olursa olsun, herkes bir yere kadar kendi kendini yetiştirebilir. Islah edebilir. Çünkü bunun için varız. Öyle büyük insanlar gelmiş ki yeryüzüne, yaşam onlarla bir güzellik, bir ihtişam kazanmış. Büyük Peygamberler, velîler, âlimler, sanatkârlar, düşünürler… Hepsi insanlığa nice büyük armağanlar getirmişler.
Sonsuz bir değişimin önündeyiz, içindeyiz. İnanılmaz, akıl almaz güzellikte bir evrenle beraberiz. Yaşamın, vâroluşun bütün cıvıltısı, rengi, ışığı önümüzde sergileniyor. Her an hayat yeniden vâroluyor. Önemli olan bu şiiriyeti duyabilmek, özümleyebilmek, hayatımızı ona göre kurabilmek, günlük küçük kavgaların, didişmelerin üstüne çıkabilmektir. İşte o zaman insan mesut, bahtiyar ve diğer insanlar için faydalı oluyor. Sabır, şükür, kanaât, edep ve tevâzû duyguları bize insanca yaşamanın, başarının, huzurun kapılarını açan kâinatın altın anahtarları oluyor…
MART 2011
HAK-SES

Hayatı Edep Ve İncelik İçinde Yaşamak

Japon dilinde küçük, basit, önemsiz, sıradan alelâde gibi kelimeler yer almıyor. Çünkü onlara göre her şey önemli, hem de son derece önemli. Konuşan bir insanı dinlemek bile hayati öneme hâiz. Dinlemek sanatı üzerine yazılan kitaplar, konuşma sanatı üzerinde yazılanlardan on misli daha fazla. Onlar bütün hayatı, son derece ince ilmiklerle hazırlanan bir halı gibi görüyorlar. “Minicik bir ilmikteki aksaklık, zamanla bütün halıyı berbat eder.” diyorlar. Hayatı son derece ciddi yaşıyorlar. Kültürü, yetişmeyi, dikkatle özdeş görüyorlar. Görevinde ihmali olan, işini üstünkörü yapan insanı sevmiyorlar. Ona bir nevi Japonya’nın kalkınmasında, büyümesinde hainlik yapar gözüyle bakıyorlar.
Bir arkadaşım anlatmıştı:
 Bilimsel incelemeler yapmak için Japonya’ya gidiyorlar. Bir otele yerleşiyorlar. Arkadaşım o günkü çalışmalarını bitirdikten sonra otele gidiyor. Resepsiyona yaklaşıyor. Odasının anahtarını alacak. Birden görevli memur, yerinden fırlıyor. Saygı ile selam veriyor. “Buyurun efendim” diyor. İsmiyle soyadıyla hitap ederek, anahtarı uzatıyor. Arkadaşım hayretler içerisindedir. Odasına çıkınca otel müdürüne telefon ediyor ve “Efendim,” diyor, “siz resepsiyondaki görevliye fazla para mı veriyorsunuz? Ben kendi halinde bir öğretim üyesiyim. Politikacı değilim. Sanatçı değilim. Bana nasıl ismimle, soyadımla hitap etme inceliğini gösteriyor?” Müdür cevap veriyor: “Efendim, fazla para vermek söz konusu değil. Herkes ne alıyorsa o da onu alıyor. Yalnız, biz Japonların bir özelliği vardır. Küçük yaştan itibaren çocuklarımıza şunu aşılarız. Hayatta ne yaparsan yap, hangi işi tutarsan tut, onu en güzel sen yapmalısın. Her görev kutsaldır. Yeter ki o, aşk ile, şevk ile, heyecan ile yapılsın. İnsan yaptığı işe kendi gönlünden, öz benliğinden bir şeyler katmalı. O arkadaşımız da herhalde düşünmüş, taşınmış, ben bu işi nasıl en iyi yapabilirim diye, öyle hareket etmiş”.
Japonlar, sanat, zenaat ayrımını kabul etmiyorlar. “İnsanın gönlünü koyduğu her şey sanat eseridir.” diyorlar. “İnsan hayatını o kadar ciddi, dikkatli, güzel yaşamalı ki, kendi hayatı bir sanat eseri olmalı.” diyorlar.
Lokantadaki bulaşıkları yıkayan bir kimse de, o işyerinin baş aşçısı kadar lokantanın gidişinden sorumludur. Tabakları temiz yıkanmamış bir yerde yemek yemek herhalde büyük bir işkence olur. Bir gazete, fevkalâde iyi niyetle, çalışanlarının olağanüstü gayretiyle çıkabilir. Ama ikide birde tashih hatasıyla karşılaşırsanız, işin tadı kaçar, güzelliği kalmaz. Hatta onu zamanında yetiştirebilmek için aç, susuz, uykusuz kalan güzelim insanların da emekleri boşa gitmiş olur. Her taş yerinde ağırdır. Gerçekten de hayatta, basit, küçük, önemsiz hiçbir şey yoktur. Her olay zincirleme birbirine bağlıdır. Biri diğerine tohum oluyor. İçten içe oluşarak tohumlar meyvelerini veriyorlar. Her şey çok ince, akıl almaz incelikte ipliklerle birbirine bağlı. Onları göremiyor, sezemiyoruz, sonra da tesadüf deyip, işin içinden sıyrılıyoruz. Hayatta bir tek tesadüf var: O da sözlüklerdeki tesadüf kelimesi.
Bazen, otuz yıl, kırk yıl önce söylediğimiz bir sözün, yaptığımız bir hareketin karşılığını, aradan bunca yıl geçtikten sonra karşımızda görüveriyoruz. Her şey çok ince, çok derin nedenlerle birbirine bağlı. Göremiyorsak kabahat bizim. Aşık Veysel, “Yumma gözün kör gibi.” der. Mesele, her şeyin yerini, değerini, rolünü doğru kavramada. Görevini iyi yapan, aşkla yapan her insan büyüktür, saygıya değerdir. Huzur, içte sağlanan dengenin meyvesidir. Bu denge üzerinde büyük, yücelir ruh. Damlayan sular, bazen mermeri bile deler. “Bir damla suyun denize faydası vardır.” der Mevlânâ. Bazen bir damla su kayanın içine girer. Donar. Kayayı çatlatır. Buhara dönüşür, en güçlü motorları çalıştırır.
Her şey küçük başlangıçlarla olur. Dağ diye gördüğümüz birleşen atomlardır. Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, tedavi edecek insanların kendileri de tedaviye muhtaç. Bir Allah dostuna sormuşlar, “Efendim, insanın başına gelecek en büyük felaket nedir?” Cevabı şu olmuş, “Gözleri olduğu halde görmemek.”. Çünkü gözlerimiz çirkinlikleri değil, güzellikleri görmek için yaratıldı. Unutmayalım, ancak sevgiyle, saygıyla, edeple bakan gözler güzelliği bulabilir. Sevgi, temiz ruhların içinde, çiçeğin üstündeki bir çiğ damlası gibidir. O sevgiye ulaşabilmek için, pek çok şeye tahammül etmeyi bilmek lazımdır. Yusuf’un kuyusunda çile çekmeyenler Mısıra sultan olamazlar. Nefsine ağır gelen durumlara katlanamayanlar hiçbir zaman tekâmül edemezler.
Hz. Ali Kerremallâhü veche ““Ben Rabbimi arzularımın olmaması ile bildim.” buyuruyor. Bugün bizi üzen bazı durumların yarın bize huzur, mutluluk getirmeyeceği ne malûm? Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir surette zulmetmez. Fakat, insanlar kendi kendilerine zulmederler. Hiç kimsenin hayatı, tek bir çizgi üzerinde gitmez. Sevinçler paylaşılınca çoğalır. Acılar paylaşılınca azalır. Varlığınız ile çevrenizdeki insanlar da varlıklı olsun. Bir selâmınız, bir hatır sormanız bile onların içinde güller açtırsın.İnsan kalbinin kapısı dışarıdan değil, ancak içerden açılabilir. Sevgi sevgiyi, kin kini doğurur. Gerçekten seven, Muhammedî aşkla dolan insan, her an ayrı bir sevincin içindedir. Bir şey yakaladım zannıyla ağzı köpük içinde ona buna saldıranlar ne kadar zavallı insanlardır.
Mecelle’de “Zan ile yakîn hasıl olmaz.” deniliyor. Yüce Peygamberimiz, İslâmın nurunu götürmek için gittiği Taif’te, hakaretle, kinle, nefretle, taşlarla karşılandı. Biri, “Efendim, beddua edin.” deyince, insanların en büyüğü, en güzeli mübarek ellerini açtı. “Allahım bu zavallı insanlar ne yaptıklarını bilmiyorlar. Sen onların gönlünü yumuşat, onları bağışla, onların İslâmla şereflenmelerini sen nasibeyle.” buyurdu. Nitekim kısa bir zaman sonra Taif halkı Müslüman oldu. Sabır acıdır ama meyvesi güzeldir. Zarafet insanı karşı konulmaz yapar. Bir kimseye şer olarak bir Müslüman kardeşini küçümsemesi yeter. Pay edemediğiniz ne? Bu kısa yolculukta yol arkadaşıyız hepimiz. Gerçeği, insanların ölçüsü ile değil, insanları gerçeğin ölçüsü ile tanımalıyız. Kini kin ile değil, sevgi ile temizleyelim. İnsanların çoğu şükretmenin sadece zannı içinde yaşarlar. Gerçekten şükretmesini bilenler, huzur ve sükûn içindedirler. O ne güzel bir hâldir. Yunus sesleniyor asırlar ötesinden
“Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim, sevilelim
Dünya kimseye kalmaz.”
Allah’ın selâmı üzerinize olsun.
Sabri Tandoğan
HAK-SES Dergisi, Ekim 2010.

Bir Güzelliği Yaşamak

Ömer Hayyam, bir şiirinde, “Sevginle gireceğim toprağa, sevginle çıkacağım topraktan.” diyor. Bir gün sormuşlar kendisine, “Kemâl nedir, olgunluk nedir?” diye. Cevap vermiş, “Hayatın karşımıza çıkardıklarını geri çevirmemek, eyvallah diyerek kabullenmek, ama bizden esirgedikleri için de gözyaşı dökmemek, feryâd-ü figan etmemek, koşulsuz sevmek hayatı, koşulsuz kabullenmek. Hayatı dolu dolu, aşkla, heyecanla yaşamak. Bir yudum suyu aşkla içmek, bir lokma ekmeği aşkla yemek. Havayı aşkla solumak. Hayatı, insanları, olayları sükûnet içinde, edep ve saygı içinde, aşkla görebilmek, aşksız bir an yaşamamak, tepeden tırnağa aşk kesilmek… Vücudumuzun bütün hücrelerini aşkla doldurmak. Biz aşktan doğduk, bizim anamız aşktır. Biz aşkın kendisiyiz…”
Yunus, “Aşk gelicek cümle eksikler biter.” diyor. Algı kapılarını sonuna kadar açabilsek. Sevdiklerimizle bir olurken, evrenle de bir olabilsek. Tek istisna olmadan, yeryüzündeki bütün insanları, hayvanları, bitkileri, cemadâtı Muhammedî bir aşkla kucaklayabilsek. Hayatı doruklarda yaşayabilsek.. En ince, en hassas düzeyde, bütün ayrıntıların farkındalığı ile yaşayabilsek. Küçük hesaplarla, küçük çıkar düşünceleri ile yaşamı küçültmek, daraltmak kadar insanın kendine yapacağı zarar ne olabilir? Doğanın ve evrenin içinde sakladığı giz, yaşamın ve ölümün gizi, hep sevenle sevilenin bir araya gelmesinden doğan sonsuz mutluluğun içinde değil midir? Bu birliktelikte algının kapıları sonuna kadar aralanıyor, insan kendi özü, aslı ile, gerçekle yüz yüze geliyor…
Aslında, hayatta hiçbir şey can sıkıcı değildir, eğer her zerredeki harikulâdeliği görebiliyorsak. Yunus gibi, “Cümle yerde Hak nâzır, göz gerektir göresi” diyebiliyorsak, “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır.” diye ürperebiliyorsak…
“Sevdiğimi demez isem, sevgi derdi boğar beni.” diyen bir insan ne güzeldir. Eğer hayata kara gözlüklerle bakıyorsak, mutlu ve huzurlu değilsek, “Her dem taze doğarız, bizden kim usanası” diyemiyorsak, kabahatı hayatta değil, kendimizde arayalım. Fazıl Hüsnü Dağlarca, “Bilimin bütün bulduğu, bütün bulacağı sende” diyor. Yunus, “Bir siz dahi sizde bulun, benim bende bulduğumu” diyor. Peki, bizim yaptığımız ne? Sürekli kendimizden kaçmak… Sürekli kendimizden uzaklaşmak… “Bir ben vardır bende, benden içeri” gerçeğini yaşamak için, kendimizi sürekli olarak, içkinin, sigaranın, uyuşturucunun, kumarın, dedikodunun kucağına atmak, gazetelerdeki ıvır zıvır yazılara, aptal kutusu önünde geçireceğimiz saatlerle kendimizden, özümüzden, aslımızdan kaçmak... Sonra da ben niye mutlu değilim, niye bu kadar huzursuzum, niye stres içinde yaşıyorum diye sızlanmak. Niye hayret ediyoruz bilmem ki? Ne ektik de ne biçeceğiz?
İnsanoğlu hayata ne verirse onun karşılığını alır. Cenab-ı Hakk, Kur’an-ı Kerimde, “Biz, insana şahdamarından daha yakınız” buyuruyor. Ne bekliyoruz? Yunus, “Seni deli eden şey, yine sendedir sende” diye sesleniyor. İçimizi arıtmadan, temizlemeden, güzelleştirmeden Allah’a nasıl ulaşabiliriz? “Padişah gelmez saraya, hane mâmur olmadan…”
 Sabır, şükür, kanaat zırhına bürünmeden, edep, saygı içinde yaşamadan mümkün müdür mutlu ve huzurlu olmak? Peki biz ne yapıyoruz? Şikâyet, hep şikâyet… Hayattan, toplumdan, insanlardan… En azından o kötülükler, bizim sınırımıza geldiği zaman orada duruyor mu? Yoksa biz de, “elle gelen düğün bayram” mı diyoruz?
Bir kaya kovuğunda kalan böcek, bütün hayatı, yerleri ve gökleri bu delikten ibaret sanır. Her gün bilime, güzel sanatlara, dine, tasavvufa, doğa güzelliklerine gitmek varken, günün basit, zavallı olayları ve insanları içinde sıkışıp kalmak niye? Bize bu ömür, aptal kutularındaki saçma sapan programları seyretsinler diye mi verildi? Japonlar için hayatta imkânsız denen hiçbir şey yoktur, her an, her şey olabilir. Onlar hiçbir şey karşısında şaşırmazlar. Hayatı ve insanları oldukları gibi kabul ederler. Onlar için hayatta olmayacak hiçbir şey yoktur. Maymun da ağaçtan düşebilir. İşlerini hiçbir zaman şansa bırakmazlar. Her şeyin önlemini önceden alıp, neticeyi beklerler.
Brezilya ırmaklarında minicik balıklar varmış. Dikkatsiz bir yüzücü buldular mı binlercesi birden saldırıp, birkaç saniye içinde, hızla, minicik lokmalar kopararak zavallıyı yer bitirir, iskeletini bırakırlarmış. Modern toplum, modern medya da aynen böyle. Her gün insandan iyi olan, güzel olan, temiz, asil ve yüze olan yönlerinden bir şeyler koparıyor. Bir gün bakıyorsunuz ki geride bir şey kalmamış.
Çağımız bilgiye tapıyor. Ama kalp aydınlanmadıktan sonra, ışıkla dolmadıktan sonra neye yarıyor. Sevgiden uzak, saygıdan uzak, edep, incelik, zarafetten uzak, yüzleri sararmış, gözleri çökmüş, bedbin, karamsar, sadece şikâyet eden, herkesi, her şeyi küçük gören kimseler… Siz bu kafayla bir şey olduğunuzu mu sanıyorsunuz?
Kenan Rifaî, “Sen seyrancısın, seyranına bak.” diyor. Şaşkın kimse, ömrünü boş yere harcayandır. Deniz suyu içmek susuzluğu gidermez ki… Önemli olan haddini bilmektir. Haddini bilecek olursan her zerre sana hizmet eder. Haddini aşacak olursan, her faydalı şey sana zararlı olur. Allaha yakın olanın bütün sıkıntısı gider. İlmin anahtarı, edep, tevazu ve soru sormaktır. Her mükemmeliyetin ardında bir çile vardır. Herkes kendi kendi evinin önünü temizlerse, bütün şehir tertemiz olur.
Gerçeğe varmak için berrak bir zihne ihtiyaç vardır. Bulanık, karmakarışık, stresli bir zihinle bir yere varılamaz. Şüphesiz, nefis kötülüğü emredicidir. Zihin nefsaniyetten uzaklaştığı oranda güzelliği sezebilir, gerçeği fark edebilir. Mevlânâ, “Bir insanda gurur ve kibir, ağzını açtığı andan itibaren sarmısak gibi kokmaya başlar” der. Önemli olan, “ben”i, egoyu aşabilmek, “ben”siz bir âleme yükselebilmektir. Eteklerimiz, nefsaniyetin ağırlığı ile kaldığı sürece, yerde sürünmeye mahkûmuz. Fuzulî, “Dehr bir bâzârdır, herkes metaın arzeder.” diyor. İçindeki kavgayı bitirip, onu ilâhi aşkın güzellikleri ile besleyip, bunu dışarıya yansıtanlara ne mutlu…
Sabri Tandoğan
İnsan kelimesi, üns kökünden geliyor. Üns; ünsiyet, yakınlık demektir. Yakın olmak, görüşmek, dost olmak, ünsiyet peyda etmek, birliktelik anlamlarını kapsıyor. İnsan, ünsiyet içinde olan bir varlık. Ünsiyetten uzak kalınca insanlıktan da çıkıyor. Bazı kimselerden işitiyoruz: “Efendim, benim param var. Malım, mülküm var, eurom var, dolarım var, kimseye muhtaç değilim. Zorunlu durumlar dışında kimseyle görüşmek istemiyorum, insanlar uzak bana…” diyorlar. Doğru mu? Bana göre değil. Kimse tek başına yaşayamaz. İhtiyaçlarını tek başına temin edemez. Etse dahi bu yeterli değil ki…
Biz bu dünyaya aslımızı bulmaya, kendimizi tanımaya, Rabbimizi bilmeye, tekâmül etmeye geldik. Kimse tek başına tekâmül edemez. Peygamber Efendimiz, “Mümin, müminin aynasıdır.” buyuruyor. İnsanı insan eden yine insandır. “Efendim, açarım kitabımı okurum, noksanlarımı tamamlarım.” diyorlar. Hayır efendim, hayatta olgun, kâmil, belli bir düzeye gelmiş insanların hiçbiri, yalnız kitap okuyarak insan-ı kâmil olmamıştır. Bu şekilde Hazret-i İnsan olmuş biri varsa lütfen gösterin.
Hayat dediğimiz bu karmakarışık, sırlı, müphem, acâip mekanizmayı yalnız fakülteler bitirerek, kitaplar okuyarak çözen biri varsa gösterin, gidip elini öpelim, saygılarımızı sunalım. Yunus, “Hiç kimse bilmez bizi, biz ne işin içindeyiz.” der. İnsanın bilinçaltı, bilgi, gözlem, algı, anı dolu, karmakarışık bir depodur. Şair ne güzel anlatıyor bu durumu:
“Ya her şeyim ya hiçim
Sorma dünyam ne biçim
Bir kör düğüm ki içim
Çözdükçe dolaşıyor…”
Dünyada hiçbir kadın, ayna olmadan makyajını yapamaz. Ne olur, kendi kendimizi kandırmayalım. “Efendim, açar kitabımı okur, kendimi yetiştiririm.” diyenler, ne yazık ki kendi kendilerini aldatıyorlar.
Tevfik Fikret, “İnan Hâluk, ezeli bir şifadır aldanmak” der bir şiirinde. İnsanın en kolay aldattığı varlık kendisidir ve aldanışların en feci olanı, insanın kendi kendisini aldatmasıdır.
Nobel alan Fransız yazar Aleksi Carel, “İnsan bu meçhul” diyordu. Bilinmeyen insan… Hayatta hiçbir şey insanı tanımak ve çözmek kadar güç, müşkül, çileli değildir. Bazıları “Lâf mı yani,” diyorlar, “kendimizi tanımaz olur muyuz hiç…” Evet kardeşim, kusura bakma, sen kendini tanımıyorsun. Çünkü hiçbir zaman seni sana gösteren bir aynan olmamış ki… Sen, sadece, kendini gördüğünü, kendini tanıdığını zannediyorsun, o kadar. Mecelle’de, “Zan ile yakiyn hâsıl olmaz.” hükmü vardır.
Büyük Yunus ne güzel söylüyor:
“İlim ilim demektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır.”
Her taraf diplomalı cahillerle dolu. Necip Fazıl bu durumu ne güzel anlatıyor:
“Bıçak soksan gölgeme,
Sıcacık kanım damlar.
Gir de bir bak ülkeme,
Başsız başsız adamlar…”
Bilmem diyen öğrenir, bilirim diyene ne verilir? Her an uyanık, dikkatli, edepli, zarif ve ince olabilmek, yaşamak sanatıdır. İnsan dışıyla karşılanır, içiyle uğurlanır. Bu dünya darılma pazarı değil, dayanma pazarıdır. Dünyada kötü insan yoktur. Çeşitli nedenlerle içindeki güzelliği ortaya çıkaramamış insan vardır. Kur’an-ı Kerim bir mutluluk çağrısıdır. Mutluluğa en güzel çağrıdır. Allah’ı en çok sevenler, O’nu en çok zikredenlerdir. Her an ve her yerde O’nunla beraber olanlardır. Gören göz, işiten kulak, hisseden kalp için, her olay bizi Allah’a götüren bir ayettir. İç dünyamız ne ise dışımız da odur. Dilimiz neyi söylüyorsa, içimizde de o vardır. İstesek de istemesek de içimizde olan dışımıza da yansır. Hayır düşünen hayır, şer düşünen şerri söyler. Hep hayır düşünelim ki, söylediklerimiz de hep hayır olsun. Kur’an-ı Kerim’de, “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” buyruluyor. Bu dünya bilmeyene ateşten bir gömlek, bilene düğün dernektir. İçimizi edeple, sabırla, şükürle, kanaatle, sevgi, saygı ve incelikle güzelleştirelim ki dışımız da güzelleşsin. İnsan ne ekerse onu biçer. Pergamber Efendimiz “Dünya ahiretin tarlasıdır.” buyuruyor. Ne olursak olalım, bu âlemde bir garip misafir olduğumuzu unutmayalım. Hicretin en faziletlisi, Allah’ın sevmediği şeyi terk etmektir.
Her şeye, ama her şeye, en ufak ayrıntıya bile dikkat et. Saygı göster. Büyük küçük, önemli, önemsiz yoktur. Gözlemci ol. Ne yana bakarsan bak, orada Allah’ın vechini görmeye çalış ki, sen de güzel olasın. Firavunun huzuruna çıksan bile, saygılı, edepli ol. Cenab-ı Hakk, Hz. Musa’yı, Firavunu Hakk’a davetle görevlendirdiği zaman, “Ya Musa, Firavunla konuşurken yumuşak ve tatlı söyle.” buyurmuştu. İnsanların en şerlisi, kendini insanların en iyisi sanandır. İnsanların değerlerini ölçmek için de, değerli olmak gerektir. İs yanına varırsan is kokarsın, mis yanına varınca mis kokarsın. Hiçbir şeyle huzura ulaşamadım. Ne zaman Allah’tan râzı oldum, huzuru buldum. Gerçek zenginlik, gönül zenginliğidir. Hayra yol açan, o hayrı yapmış gibi olur. İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır.
Gerçeğe varmak için, berrak bir zihne ihtiyacımız vardır. Bulanık, karmakarışık, stresli bir zihinle bir yere varılamaz. Şüphesiz, nefis kötülüğü emredicidir. İnsan nefsaniyetten uzaklaştığı oranda güzelliği seyredebilir, hissedebilir, sezebilir, gerçeği anlayabilir, iyiyi keşfedebilir. Mevlânâ, “Bir insanda gurur ve kibir, ağzını açtığı andan itibaren, sarmısak gibi kokmaya başlar.” der. Önemli olan “ben”i aşabilmek, “ben”siz bir âleme yükselebilmektir. Eteklerimiz “ben”de kaldığı sürece yerde sürünmeye mahkumuz…
Mart 2010, Hak-Ses
Sabri Tandoğan

Büyük Istırap

Eğri oturalım doğru konuşalım, insanımız son yıllarda medyanın çirkin bir istilâsı altında. Nursuz, pirsiz görüntüleri ile bazı kimseler sürekli olarak inanan, temiz, nur yüzlü insanları rahatsız ediyorlar, taciz ediyorlar. Allah şahittir ki bu rahatsızlık bazen Çin işkencesi boyutlarına ulaşıyor. Yurtta ne oluyor, dünyada ne oluyor haberdar olmak için ekranın düğmesini açıyorsunuz. Aman Allahım, cehennem kaçkını bir takım kimseler, incelikten, zarafetten, edepten, uygarlıktan kilometrelerce uzak olanlar, insan ruhunu kirleten ses tonlarıyla hergün iç dünyamızda yaralar açıyorlar, size ıstırapların en büyüğünü veriyorlar. Bıktık artık. Yetti artık. Kainata akıl vermek iddiasında bulunan bu aklıevveller bir gün oturup tövbe estağfurullah deyip, hayatlarının bir muhasebesini yapsalar, önce kendi hayatlarını bir düzene koysalar ne iyi olur.
İbnül Emin Mahmut Kemal İnal’ın dediği gibi, “Hergün bize geleceklerine, yılda bir kere kendilerine gelseler ne olur?” Ta çocukluk günlerimden beri tanıdığım, sevdiğim, saygı duyduğum, hayran olduğum gerçek Müslümanları gözümün önüne getiriyorum da, o ağzı kalabalık, yüzü ekşi, nursuz pirsiz kimselerin iyi niyetle de olsa verdikleri ve verecekleri zararların büyüklüğü karşısında ürperiyorum. İçimden bir ses, benliğimin ta derinliklerinden gelen bir ses: “Hayır,” diyor “olamaz”. Bütün incelikleri, zarafetleri, güzellikleri ve edepleri çiğneyerek nereye gittiğimizi sanıyoruz? Bütün bu manevi güzellikleri yıktıktan sonra geriye kalan birkaç şekil eğer inanışsa alın başınıza çalın onları. Güzel insanların, nezih, temiz, asil insanların dediği tek şey var: “Eğer inanış buysa bizim böyle inanışa ihtiyacımız yok. Tepe tepe kullanın sizin olsun. Yeter artık. Türk milletinin iman kalesini yıkmak için açılan bu Haçlı seferleri gına getirdi. Yeter. On kere yeter! Yüz kere yeter! Bin kere yeter!”
Kur’an-ı Kerim’de Cenabı Hak, Hz. Musa’yı Firavunu Hakka davetle görevlendirir:
“Ya Musa, Firavunla konuşurken yumuşak ve tatlı söyle.” buyurur. İslamda bir konuşma adâbı vardır, bir oturup kalkma adâbı vardır. İslam demek, incelik, hassasiyet, şefkât, sevgi, saygı ve edep demektir. Ben hiçbir gerçek İslam büyüğünün böyle çirkin münakaşalarla bir yere ulaştığını görmedim. Kesinlikle böyle bir şey olamaz. İslam edebine bürünen, İslam zarafetini örtünen insan zaten münakaşa etmez ki. Neyin münakaşası? “Ben inanmam sizin inandıklarınıza. Siz de inanmazsınız benim inandıklarıma. Benim dinim bana, sizin dininiz size.” buyurmuyor mu, Cenabı Hak. Şimdiye kadar münakaşadan kim ne kazandı ki. İslam edebine münakaşa yoktur. İnanmıyor musun? Hay hay, güle güle. Yolun açık olsun. Ben inançla münakaşa arasında bir ilgi görmüyorum. Bilmeyen bir bilene kafasına takılanları, öğrenmek istediklerini, edeple, saygıyla, efendice sorar. O zat da daha büyük bir saygı ve incelikle soruyu cevaplandırır. Bu işte pazarlık olmaz. Bu işi bakkal hesabına döndürmek inanan insanlara hakarettir.
İnanç meselesi, yeryüzündeki her şeyden daha ince, daha hassas, daha dikkatli olmayı gerektiren bir konudur. Bazen bir tebessüm, bazen bir bakış, bazen bir ses tonu, bazen bir hitap tarzı, bazen oturuştaki bir ince edep insan ruhunu ebediyen fethedebilir. Onun hayatının gidişini tamamen değiştirebilir. Bir tek kelime ile hayatının akışı değişen insanlar gördüm. Yıllarca önce bir hanımefendi anlatmıştı: “Gençlik yıllarımda aşırı hoppa, züppe bir genç kızdım. İçki içerdim, sigara içer, kumar oynardım. İnanç dünyasıyla, gönül alemiyle uzaktan yakından en ufak bir bilgim yoktu, güler geçerdim. Bir gün evimize bir misafir geldi. Babamın o misafire karşı gösterdiği aşırı saygı ve ilgi dikkatimi çekti, merak ettim. Bir ara babam dışarı çıkınca sordum, Kim bu zat? dedim. Rahmetli babam: ‘Evladım, dedi ‘bu zat manen çok kıymetli, çok değerli bir insan. Hayatta en büyük sevgiyi ve saygıyı ona karşı duydum.’ Müsaade istedim, içeri girdim, onların sohbetini dinlemeye başladım.
Babam soruyor, o zat cevap veriyordu. Dakikalar geçtikçe, konuşmalarını dinledikçe, o güne kadar hayatımda hiç hissetmediğim bir hâli hissetmeye başladım. Kelimeler bir inci tanesi gibi dudaklarından dökülüyordu. Sakin, yumuşak, ağır ağır tane tane konuşuyordu. Yüzüne baktım nur doluydu. Sabahın ilk ışıkları gibi güzeldi, etkileyiciydi. Yavaş yavaş bulunduğum ortam ile ilgim kesiliyordu. O güne kadar hayatımda hiç hissetmediğim bir hâli yaşıyordum. Oturduğum mekân, mânevi bir ışıkla dolmuştu. ‘Efendim, dedim, ‘müsaade ederseniz bir soru sorabilir miyim?’ Cevap verdi: ‘Hay hay efendim, buyurun’ dedi. Kendisine tek soru sordum. ‘İslamiyet nedir?’ Durdu, düşündü tek kelimeyle cevap verdi: ‘Doğruluk’. Bu bir tek kelime, o kelimenin söylenişindeki güzellik, asalet, incelik ve derinlik beni varlığımın bütün hücreleri ile ürpertti. Çünkü o kelime o kadar güzel, o kadar farklı, o kadar anlamlı söylenmişti ki… O günden sonra bütün dünyam değişti. Yepyeni bir hayat başladı benim için. Renk dolu, ışık dolu, şiir dolu bir dünya. Artık mutluydum, huzurluydum. Bütün günlerim birbirinden daha pırıltılı geçmeye başladı. Neden dünyaya geldiğinin bilincine ulaşmak, varoluşunun çılgın güzelliğini duyumsamak ne muhteşem bir olaydı. Önce sigarayı, içkiyi, kumarı bıraktım, sonra o güzelim namazlarıma kavuştum. İnsanın kendini her gün, her an Rabbinin huzurunda hissetmesi ne güzel bir olaydı. Bu birliktelikten daha ferahlık verici, daha hoş, daha aydınlık ne olabilirdi.”
Bunun gibi daha yüzlerce binlerce örnek verilebilir. Öyle insan vardır ki Hak nazarıyla bir kere bakar, bütün dünyanız değişir. Sessiz, sözsüz, harfsiz yeni, yepyeni, tertemiz, bembeyaz bir sayfa açılır önünüzde. O başka, bambaşka bir hayattır artık. Her an kelimelere sığmayan bir aşk kalbinizi kaplar. O aşkın yanında okyanuslar bir damla su gibi kalır. Artık solmayan renk, pörsümeyen güzellik oradadır. Necip Fazıl merhum, Abdülhakim Efendi Hazretleri ile olan karşılaşmalarını ne güzel anlatır:
“Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız,
Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız.”
İslam budur. İslam aşktır, heyecandır, estetiktir, güzelliktir, zarafettir, hayatın her noktasında edeptir, hayadır, inceliktir. Ne zaman ki islamı iman ve estetik boyutundan ayırıp katı, hissiz, duygusuz, aşksız, heyecansız şekillere icra etmişsek işte o zaman o mânâ güzellikleri renk gibi uçuyor, duman gibi dağılıyor.
Adam soruyor: “Yılbaşı gecesi sabaha kadar kafayı çekeceğim, çekeceğim kanım rakıyla, viskiyle vıcık vıcık olacak, ondan sonra da oruca niyet edeceğim. Olur mu, olmaz mı?” Cevap veriyorlar: “Niye olmasın?” Allah aşkınıza istirham ediyorum, rica ediyorum, yalvarıyorum. Elinizi vicdanınıza koyunuz, bir kere koyunuz, on kere koyunuz, bin kere koyunuz. Böyle cevap olur mu? Böyle ibadet olur mu? Böyle rezilce ibadetin hayrı olur mu? Sevabı olur mu? Kur’an-ı Kerim’de “İçinizde öyle namaz kılanlar var ki, kıldığı namaz ona lanet eder” buyuruluyor. Yine Kur’an-ı Kerim’de, “İçkili iken namaza yaklaşmayınız.” emri var. Namaz ibadet de, oruç ibadet değil mi?
Bir takım mantık oyunlarıyla, “Efendim oruç tutayım mı diye soru sorana tutma mı diyeyim?" lafazanlıklarıyla çağı, toplumu kokutanların, çürütenlerin yaptığı gibi nabza göre şerbet vermek İslam edebine yakışır mı, Allah aşkınıza cevap veriniz.
Senelerce evvel bir gün orta yaşlı bir adam Büyük Veli Fatih Türbedarı Ahmet Amiş Efendi Hazretleri'ne gider. Selam verir, el öper, “Bir sualim var.” der. “Müsaade ederseniz sormak istiyorum.” Efendi Hazretleri tebessüm eder, “Buyur yavrum,” der, “Ne soracaksan sor.” “Ben,” der adam “nice yıllardır içki alemlerinden, fuhuş alemlerinden başımı alamıyorum, ne kadar mücadele etsem o malum şeylerden çıkamıyorum. Bir arkadaşımdan sizin şöhretinizi duydum, size bağlanmak istiyorum, beni kabul eder misiniz?” Sonra susar.
Ahmet Efendi Hazretleri gönül gözüyle adama bakar, bakar ve cevap verir: “Nene gerek evlat, mana alemi kim, sen kim. Var git meyhaneden, kerhaneden, nasibini al.” Bu cevap üzerine adam tir tir titremeye başlar, ağlayarak çıkar gider. Kısa bir süre sonra gelir, ağlayarak Efendi Hazretlerinin elini öper. “Efendim,” der, “ben kesin dönüş yaptım. Bir daha ne meyhaneye, ne fahişelerin yanına gitmemeye Allah’ın üzerine yemin ettim. Tövbe ettim. Pişman oldum. Lütfen beni kabul buyurun.” Ve kısa bir zaman sonra o kesin dönüş yapan, tövbekar olan, Ahmet Amiş Efendi Hazretlerine bağlanan kimse mânâ aleminde nice yollar kateder. Bir takım şeklî ibadetlerimiz hayra dönmedikçe onları yapsak ne olur, yapmasak ne olur? Namazdan evvel abdest almakta düşünen insanlar için, hisseden kalpler için çok büyük incelikler vardır. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de Hz. Musa’ya hitaben “Tur dağına çıkmadan önce nalınlarını çıkar, öyle gel.” emrini verir.” Burada nalın simgesiyle anlatılmak istenen nedir? Gönül gözü açık olanlar için bu hitapta büyük fetihler vardır.
Hz. Muhammed’in insanlığa getirdiği mesaj nedir? Bir takım lafazanlıklarla, hokkabazlıklarla, madrabazlıklarla, ne olur kendimizi kandırmayalım. Hayatta en büyük ihanet, insanın kendi, kendine yaptığı ihanettir. En büyük aldanış, insanın kendi kendini aldatmasıdır.
Yirmi beş yıl kadar oluyor, Allah gani gani rahmet eylesin, nur içinde yatsın, Profesör Hamidullah ile tanıştım. Merhum profesör inanılmayacak kadar güzel bir insandı. Maddesiyle, mânâsıyla bir nur gibiydi. Sohbet ettik. Bir ara dedi ki: “Sabri Bey ben gençlik yıllarımda tasavvufa karşıydım. Hattâ mücâdele verdim. Zaman geçti, hayat tecrübelerim arttı, çeşitli insanlar tanıdım. Gördüm ki çevremde belli bir düzeye gelmiş, toplumda yeri olan nice insanın İslam’ı seçişi tasavvuf yoluyla oldu. Bir takım dar kurallar, şekiller, formaliteler günümüz insanını tatmin etmiyordu. Ona hayatı kökten kavratacak, bütüncü, birleştirici, toplayıcı bir görüş lazımdı. Yine bir müşahedem de şu oldu: Kadın, erkek, genç, ihtiyar, köylü, kentli, okumuş, okumamış insanları etkileyen şekil değil öz, kalp değil muhteva, kâl değil hâl, söz değil fiiliyat oluyordu. İnsanlar bir susuzluk içindeydiler, onları kandıracak su, yanlız ve yanlız aşkta, şevkte, heyecanda, vecdde, istiğrakda idi. Fazıl Hüsnü Dağlarca bir şiirinde “Gelme, gelme üstüme, Bir şifa vermeyeceksen eğer” diyordu.”
Açık söylüyorum sırf laf olsun diye yapılan, gösteriş için yapılan, çalım satmak için yapılan ibadetlerin insana bir şey kazandıracağına ben inanmıyorum. Bazılarınız diyecek ki, “Ne biliyorsun kardeşim?”. Bilinir ya, bilinir sayın kardeşim Anadolu’da bir laf vardır: “Yağ yiyen köpek tüyünden belli olur.” derler. İçte olan dışa yansır. Yağ küpünden yağ sızar, bal küpünden bal sızar, sirke küpünden sirke sızar. Öyle yüksekten konuşmakla cart, curt etmekle, onu bunu itham etmekle siz hiç kimseyi etkileyemezsiniz. Hiçbir ruhta iyinin, güzelin, temiz, asil ve büyük olanın çerağını uyandıramazsınız. Sadece mevcut çok bilmişler, ukalalar, dangalaklar safına yenileri katılır. Tarih buna şahittir. Yeminle söylüyorum. Bu metodla hiçbir ruhta Muhammedi mânâda bir ürperiş, bir titreyiş, bir kendine geliş, kendine dönüş husûle gelmez. İnsan ruhu ancak sevgiyle, saygıyla, edeple, incelikle, zarafetle, ta’zimle, Muhammedî aşkla kazanılabilir.
Küçüklüğümden beri beni etkileyen manevi büyükleri birer birer düşünüyorum. Hepsi toprak kadar mütevazı birer edep örneğiydiler. Gandi, evden çıkarken: “Kendimi ayakkabımın üzerindeki tozdan daha büyük görürsem, ürperir Allah’a sığınırım.” diyordu.
Bir gün âşıklarından hayranlarından, bağlılarından bir zat, Ahmet Rufai Hazretlerine gider. “Efendim,” der “size olan sevgim, saygım, hayranlığım o kadar büyük ki nasıl hitap edeceğimi bilemiyorum. Size evliyalar sultanı mı desem, âlimler padişahı mı desem, gönüller fatihi mi desem daha uygun olur. Bana bu konuda yardım eder misiniz?” Yücelerin yücesi büyük veli tebessüm eder, “Aman evladım,” der, “başka derdin mi yok. Ahmet de geçsin gitsin.”
İşte babaannem; merhum Ayşe Hanım, işte annem merhum Sabiha Hanım, işte babam merhum Ahmet Rüştü Bey, işte hepsi rahmetli olan Ömer Efendi Hoca, işte Gümüşhaneli Paşa Dede, işte Operatör Doktor Münir Derman, işte Hayri Öğüt Efendi Hazretleri, işte Azize Anne, işte Haymana yolundaki Hasan Efendi Hazretleri, işte Mamak yolundaki Ahmet Efendi Hazretleri, işte Şaziye Anne ve daha niceleri… Hepsi ayrı ayrı edebin, inceliğin ve zarafetin örnekleriydiler. Hep ışık içinde yaşadılar ve hep çevrelerine ışık yaydılar. Kavgasız, gürültüsüz, münakaşasız, iddiasız, gösterişsiz, çalımsız ve cakasız bir yaşantının en güzel örneklerini verdiler ve veriyorlar. Çünkü onlar biliyorlardı ki insan kalbi ancak ve ancak içten fethedilebilir. Ve onun kapısı yalnız ta’zimle, hürmetle ve sonsuz bir incelikle açılabilir. Münakaşa ile hiçbir şey kazanılmaz. Lütfen yanlış anlamayın bu satırları okuyan herkes tek istisna olmadan benden daha önde, daha ilerde. Amacım kimseyi kınamak değil, ellerinizden öperim, hürmet ederim. Ne olur beni yanlış anlamayın! Ben Allah’tan ve Resul’den başka kimsesi olmayan garip, yalnız, boynu bükük bir insanım. Amacım kimseye çatmak değil. Bundan Allah’a sığınırım, ama bir takım gerçekleri de söylemeye mecburum. Yarın Allah’ın huzurunda bunları söylemezsem hesaba çekilmekten korkuyorum, acı çekiyorum, ıstırap duyuyorum. Böyle patırtıyla, gürültüyle, kavgayla, münakaşayla bir yere varılmayacağını kesinlikle biliyorum. Yemin ederim ki biliyorum. Boşuna zaman kaybediyoruz, boşuna birbirimizi kırıp incitiyoruz, boşuna nefes tüketiyoruz. Yazık değil mi? Yunus Emre “Bir kez gönül kırdın ise bu kıldığın namaz değil, yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil” diyor.
Edep, illa edep, illa edep diyecekken ağzında pabuç gibi cikletle biz insanlara oruç tutturmaya kalkıyoruz. Siz gönül sultanlarını, mana âleminin büyüklerini ramazan günü ağzında cikletle düşünebilir misiniz? Gayet tabi ki hayır. Bazılarınız diyecek ki, onlar büyükler, onlar çiğnemez. Ben de diyorum ki sade o yüce sultanları değil, bir odacı Hüsamettin Efendiyi, bir şöför Hasan Efendiyi, bir börekçi Hafız Ağayı, bir Avşalı naneciyi, bir boyacı Osman Efendiyi de ben ağzında bir cikletle kesinlikle düşünemem. Eşim Rana Hanımı bir kere ağzında cikletle görseydim, içimde bir şeyler yıkılırdı. Olmaz efendim. Kendini bilen bir beyefendi, bir hanımefendi böyle iş yapmaz. Sarhoş, rakıyla kanı sulanmış bir insan, gözleri kaykılmış bir insan, sağa sola yalpalayan bir insan, ne söylediğini bilmeyen bir insan oruç tutsa ne olur, tutmasa ne olur? Bazıları diyecek ki; “Efendim bir kadehten ne olur, kıyamet mi kopar?”
Yıllar önce bir komşumuz Sami Bey vardı. Banka müfettişiydi. Yarım bardak şarap içince ağzı, yüzü çarpılır, Gençlerbirliği karşısındaki Fenerbahçe gibi her yönüyle dökülür, rezili çıkardı. Ona sorarsanız içtiği yarım bardak şaraptı. O sessiz, sakin, yumuşak başlı, kibar, çelebi Sami Bey gider, yerine it suratlı bir yaratık gelirdi. İstirham ediyorum, çok istirham ediyorum, böyle bir insan oruç tutsa ne olur, tutmasa ne olur? Tutmadığı daha iyi, hiç değilse oruca laf getirmez.
Örnekler yüzlerce, binlerce arttırılabilir. Dinleyen, söyleyenden arif gerek meselince fazla uzatmak istemiyorum ve diyorum ki;
“Duyuyor, biliyor, inanıyorum ki
Yaşamak sevgilerle güzel,
El ele tutuşup ilan edelim
“Aşk gelicek cümle eksikler biter”
Sabri Tandoğan
Şubat 2010, HAKSES

İnsan Ve Edep

İnsanlar yalnız. Çünkü aralarında köprüler kuracak yerde duvarlar inşa ediyorlar. Karşılaştığımız her insan en azından bir yönüyle bizden üstündür. Ondan bir şey öğrenebiliriz. Büyük insanlar dinlemeyi tekellerine alırlar, küçük insanlar konuşmayı. Sevgideki en asil hareket saygıyla dinlemektir. Aşkla, heyecanla dinlemek. Başkalarına, size nasıl davranılmasını istiyorsanız, öyle davranınız. Hayvanlar bile sahiplerinden sevgi, saygı, ilgi beklerler. Bulamadıkları zaman mutsuz olurlar. İnsanlar sözü ile değil, fiili ile öğüt verenleri severler. Öğüt verdiğin hususu önce kendin uygula. Bir insanı suçlamadan önce dinleyin. Empati, başkasının dünyasına girebilmek, dünyayı onun gözleriyle görebilmektir. Kendine liderlik yapamayan, başkalarına hiç yapamaz. İyi bir dinleyici, sadece sevilen, popüler bir insan olmakla kalmaz. Aynı zamanda çok şey öğrenir. Etkili iletişimin temeli iyi dinlemektir. Kendinizden başka kimseyle ilgilenmiyorsanız, başkalarını dinleyemezsiniz. Dinlemek sadece kulakla olmaz. Karşınızdaki kimseyi bütün hücrelerinizle dinleyin. Onun beden dilini gözleyin. Yüz ifadesindeki değişimleri saptayın. Gözlerine bakın. Her şey yalan söyleyebilir ama gözler asla. Bir insanda gören kim? İşiten kim anlamaya çalışın. Âmâ Peygamber var ama, sağır Peygamber yoktur. Söylenenleri ruhen ve bedenen duyun. Dikkatle dinleyin. Dikkatinizi odaklaştırın. Unutmayın, dikkat bir bütündür, bölünemez. Kimsenin sözünü kesmeyin. Bu çok ayıptır. İnsanların düşüncelerine basmak, ayaklarına basmaktan daha büyük bir acı verir. İnsanların söylediklerini büyük bir ilgiyle dinleyerek, onların kendilerini ifade etmelerine imkan verin. İnsanlar kendilerini ifade edemedikleri sürece, mutsuz olurlar, huzursuz olurlar. Sinirli olurlar.
Söylenenleri hatırlamaktan çok anlamaya çalışın. Anlam sözcüklerde değil, insanlardandır. Anlama becerimiz ne kadar artarsa, o kadar iyi bir dinleyici oluruz. Konuşurken, dinlerken hemen yargıya varmayın. Bırakın, karşınızdaki tamamen, sonuna kadar, aşkla dinlendiğini bilsin. Asıl amacını anlamaya çalışın. Bu sabrı gösterin. Karşınızdaki tamamen, sonuna kadar, aşkla dinlendiğini bilmelidir. İyi bir dinleyici olmak için hiçbir zaman vakit geç değildir.
Yargılamayın, dinleyin ve anlamaya çalışın. Biz insanları anladığımızı sanıyor, hemen hükmü veriyoruz. Ne kolay iş.
“Anladım, imkansız şey, bir insanın başka bir insanı anlaması…” diyor. Attila İlhan. Bırakın başka insanları, acaba biz kendimizi tanıyor muyuz? Anlıyor muyuz?
Önemli olan yeryüzündeki bir kum tanesinden, gökyüzündeki samanyoluna kadar, bütün bir kâinatı, Muhammedî bir aşkla kucaklamaktır. Allah’ın yarattığı her şey güzeldir. Evrende fonksiyonu olmayan hiçbir zerre yoktur. Ne ki vardır, yaratılmıştır, bilelim ki bir işleve sahiptir. İş onu bulup çıkarabilmektir. Ne olur itiraz etmeyin. Allah, abesle iştigâl etmez.
Eğer söylediğin güzelliğin şarkısı ise, çölün ortasında tek başına olsan bile, bir dinleyenin muhakkak bulunur. Gözlerini gerçekten açıp bakarsan bütün görüntülerde kendini görürsün. Kulaklarını açıp dinlersen, bütün seslerde kendi sesini duyarsın. Bana kulak ver ki, sana ses verebileyim. Gerçek hükümdar, tahtını dervişin yüreğinde bulandır. Yalnızca yüreklerinde giz taşıyanlar, yüreklerimizin gizlerini okuyabilir.
Herkes, âleme kendi gözlüğü ile bakar. Yunus,
“Hiç kimse bilmez bizi
Biz ne işin içindeyiz”
der ve ilave eder, o müthiş sözünü:
“Seni deli eden şey, yine sendedir sende…”
Bir Allah dostu, “Yanlız bir kere dilim tutuldu: Bir adam bana, ‘Sen kimsin?’ diye sorduğunda.” diyor.
Çok şeye sahip olan değil, Allah rızası için çok veren zengindir. Sevgi, belli bir olgunluğa erişmeden, rastgele, herkesin tadabileceği bir duygu değildir. Sevmek bir sanattır. Yalnız kitap okumakla, fakülteler bitirmekle insana ulaşılmaz. İnsanı adam eden, insanı insana ulaştıran yine insandır. Kimse, tek başına, dağlara çıkıp inzivaya çekilerek, olgunluğa, kemâle varamaz. Çok ilginçtir. Bir rehberin ışığı olmadan, burnunun dikine gidip, melekleşmek isteyenlerin, bazen ne yazık ki hayvanlaştıkları görülüyor. Yalnız akılla insan tekâmül edebilseydi, Cenab-ı Hak, Peygamberlerini, onların vârisleri olan velîlerini göndermezdi. Gerçek şu ki, ilâhî vahyin ışığı olmadan insanlar huzuru, mutluluğu bulamıyorlar. 19. Asrın büyük zekâsı Nietzche başını tımarhanenin duvarlarına vurarak öldü. O korkunç zekâsı, dev kültürü ona yetmedi. Ateist Jean Paul Sartre “Başkaları cehennemdir.” diyerek, karanlıklar içinde öldü. Çok rica ediyorum. Bir kişi gösterin, Peygamberimizi kabul etmeden, önünde saygı ile eğilmeden, huzuru, mutluluğu, ışığı bulmuş olsun…
İnsanlarda iyi yönler arayın. Mutlaka bulursunuz. İnsan gönlü ışıktan billura benzer. Işıkla dolunca ışıktan fark edilmez.

Neden Boşanma Davaları Gittikçe Artıyor?

Son zamanlarda internetteki siteme gelen maillerde en çok bu soru soruluyor. "Neden boşanma davaları bu kadar çoğalıyor?
" Olaya, isterseniz önce bir sosyolog gözü ile bakalım:
Toplumda yerleşmiş bir adet var. Bir nişan haberi duyulunca hemen herkes aynı soruyu soruyor: “Kız güzel mi?
 Oğlan zengin mi?
Sanki bir genç kızda aranacak ilk vasıf güzellikmiş gibi, sanki bir delikanlıda ilk önde gelen özellik zenginlikmiş gibi... Ne yazık ki bu sorgulama nicedir devam ediyor. Acaba, evlenecek bir genç kız, güzelliğinin dışında, bir delikanlı zenginliğinin dışında evliliğe hazır mı?
 Çıkması her an muhtemel problemleri sükûnetle, aklın ve ilmin ışığında çözebilirler mi?
 Bir meslekleri var mı?
 Bunları kimseler düşünmüyor. Kafamızı takmışız:
 "Kız güzel mi?
 Oğlan zengin mi?
" Daha evliliğe ilk adım atılmadan trajedi başlıyor. Bazen bir yıl, bazen iki yıl süren taksitlerle düğün salonu kiralanıyor. Ne kadar süreceği belli olmayan taksitlerle en lüks mobilyalar alınıyor. İsteniyor ki iğneden ipliğe, eksik olan, noksan olan hiç birşey kalmasın. Tabii hepsi uzun vadeli taksitlerle alınıyor. Yuvaya ilk adım dev gibi bir borçla atılıyor. Günlük hayatın gelişi, yeni yeni masrafları da beraberinde getiriyor. Bazan hiç umulmayan masraflar boy gösteriyor. Aylık geliri çok aşan taksitler, kısa bir sürede iki tarafın da moralini bozuyor. Sinir sistemleri geriliyor. Arkasından sonu gelmeyen münakaşalar, birbirini itham etmeler, kavgalar başgösteriyor. Ya Rabbi, bir türlü ayağımızı yorganımıza göre uzatamıyoruz. Bir türlü edepli, saygılı, mütevazı olamıyoruz. Tek düşünce egemen oluyor:
 “Falancanın var da, bizim niye yok?
 Sonra elalem ne der?
 Aleme maskara mı olalım?
” Bu abuk sabuk düşünceler müşterek hayatı çekilmez hale getiriyor. Daha nikah memurunun önünde başlayan tepişmeler hayatın tümünü egemenliği altına alıyor. Yok efendim, kim kimin ayağına basarsa evde onun sözü geçermiş. Kendi evliliğimi hatırlıyorum. Merhum eşim Rana Hanım'la beraber nikah memurunun önünden kalktık, yeni mahalledeki evimize gittik. Beşinci duraktaki Çavuşoğulları Camii'nin imamı Rıza Çöllü Hocaefendi geldi. Dini nikahımızı kıydı. Büyüklerin ellerinden öptük. Yemek yedik. Sonra evimize geçtik. Sıhhiye Cihan Sokak'ta iki odalı, sobalı, mütevâzi bir ev tutmuştuk. Kapıdan içeri girerken, “Bak Rana,” dedim, “şu andan itibaren evlilik hayatımız başlıyor. Gel seninle bir mukavele yapalım.” Merhum Rana, “Ne gibi?" dedi. ,
“Diyelim ki,” dedim, “şu andan itibaren, bu evde, ne senin dediğin olacak, ne benim dediğim olacak. Yalnız Allah'ın ve Peygamber'in dediği olacak.”
Kırk dört yıl evli kaldık. Her an bu mukaveleye bağlılığımız devam etti. Bu süre içinde aramızda birtek gün bir münakaşa, bir kavga olmadı. Hep birbirimize saygılı kaldık. Yıllarımız, sevgilerin en güzeli ile doldu. Gün oldu kuru ekmek yedik, ama kimseden borç istemedik. Bazen çevremizden duyuyoruz.
Nice evlilikler banka kartı tuzağı ile mahvoluyor. Kırk dört yıllık evlilik süresi içinde bir kere bile Rana Hanım'ın önünde ayak ayak üstüne atarak oturmadım. Birgün midesi ağrıyordu. "Sabri," dedi, "çantamda ilaç var, lütfen verir misin?" Çantayı aldım, götürdüm. Niye açmadığımı sordu. "Hiçbir zaman ne çantanı, ne çekmeceni açma saygısızlığında bulunmam." dedim.
Bütün mesele, her an ,saygı ve edep içinde olabilmek. Şuna inanıyorum ki kendisine saygısı olmayanın, karşısındaki insana da saygısı olmaz. Evlilik hayatını güzel ve anlamlı kılan, müşterek zevklerin olması ve bir güzelliği beraber paylaşabilmektir. Birlikte kitap okumak, birlikte ibadet etme, birlikte yürüyüş yapmak, birlikte yemek yemek, birlikte dostlarla görüşmek, birlikte seyahate çıkmak, birlikte manevi büyükleri ziyarete gitmek evliliği pekiştiren, canlandıran, güzelleştiren ne güzel olaylardır. Biz Rana Hanım ile yürüyüşlerimiz sırasında çeşitli meseleleri görüşür, fikir teattisinde bulunurduk. Rasülullâh “salla’llâhü aleyhi ve sellem” Efendimiz: "Birbirinizle hediyeleşiniz, hediyeleşmek ne güzeldir, insanları birbirine bağlar" buyurur. Biz de sık sık hediyeleşir, birbirimizi mutlu etmeye çalışırdık.
Eşlerin, çevrenin etkisi altında kalarak, imkanlarını aşarak bir takım teşebbüslere girişmeleri sanki boşanmalara ortam hazırlamaktadır. Bir komşumuz araba almıştı. Araba, aylarca kapının önünde bekledi. O sokaktan kirli bir su geçiyordu. Her geçen araba o kirli suyu duran arabanın üstüne sıçratıyordu. Bir süre sonra araba, sanki yıllarca kullanılmış, bir kenara atılmış hale gelmişti. Bir sabah evden çıkarken komşuya sordum: “Neden arabayı kullanmıyorsunuz, bir hukuki durum mu var?” dedim.
Yanıma yaklaştı, parmaklarını uc uca getirdi, “Sabri Bey,” dedi, “benzin alacak para yok. Hanım istedi diye aldım. Hanım günlerinde arkadaşlarına mahcup oluyormuş... ‘Alalım, bir kenarda dursun, ben yine dolmuşla gelir, giderim’ demişti. Olay bu.” dedi. Bizzat şahit olduğum bir durum bu...
 Şahsiyetini kazanamamış insanların evlenmesi, ister istemez bir süre sonra onları boşanmaya götürüyor. Özentiler içinde bir hayatın sonu başka ne olabilir?
 Komşuya özenerek mobilyalarını değiştirenler, komşuya özenerek ödünç alıp, yaz tatiline çıkanlar az mı?
 Ne yazık ki, devlet de bu çirkin işe alet oluyor. Tatil kredisi alıp, çok uzun vadeli borca giriyorlar, sonra onu ödeyeceğiz diye bütçelerinin altı üstüne geliyor. Banka kartları, ilk çıktığı zaman, daha önce tahkikat yapılır, ödeme kabiliyetinin olup olmadığı tespit edilir, sonra ona göre kart verilir veya verilmezdi. Şimdi bankalar, sokaklara masa koyuyorlar, önüne gelene kart veriyorlar. Öyle ki on para geliri olmayan adamın cebinde, on tane kart bulunuyor. Ondan sonra banka ekstreleri arka arkaya gelmeye başlayınca, “Kendimizi boğaz köprüsünden mi, yoksa bir gökdelenden mi atsak?” diye düşünceler başlıyor.
Daha beş yaşımdan itibaren rahmetli annem telkinlerde bulunurdu: “Aman yavrum, ayağını yorganına göre uzat. Yerine göre kuru ekmek ye, ama borç yapma. Kardeşinden bile borç alsan, boynun eğri olur, efendiliğini koruyamazsın.” derdi. Nur içinde yatsın. Ne kadar ileri görüşlü bir insanmış. Borç yüzünden şerefini, haysiyetini kaybeden nice insanlar gördüm. Gün oldu kuru ekmek yedim, ama anne sözü dinledim, borç yapmadım.
Günümüz evliliklerinin en büyük sorunlarından birisi de, çocuk terbiyesidir. Ne yazık ki, günümüzde çocuklar çok yanlış terbiye edilmekte, bir takım yanlış bilgilerle çocuk şımartılmakta, evin içinde, adeta bir firavun yetiştirilmektedir. Çocukların bütün şımarıklıkları, terbiyesizlikleri, hatta edepsizlikleri hoş görülmekte,
 “Çocuktur, tabii yapacak.” diye gerekçeler gösterilmektedir. Japonlar, çocuklarına bir hükümdar gibi saygı göstermekte, fakat kesinlikle onları şımartmamaktadırlar. Çünkü biliyorlar ki, çocuk şımartmanın bir cinayetten farkı yoktur. Çünkü onlar yarın sade ailelerine karşı değil, cemiyete karşı da en büyük problem olabilirler. İnançları olan, karakter sahibi bir insanın gözü dışarda olmaz. Bu, evlilikte görülen en pis, en aşağılık, en adi bir huydur. Bazı kimseler, “Gece geç geleceğiz, arkadaşlarla buluşacağız, beraber yemek yiyeceğiz.” diyorlar.
Bu, aslında, “Beraber içki içeceğiz.” demektir. Ne kötü bir alışkanlık. Madem geceleri arkadaşlarınla buluşup içki içeceksin, o zaman neden evleniyorsun, ne hakla evleniyorsun?
 Eşini, çoluk çocuğunu gece yarılarına kadar bekletmeye kimin ne hakkı vardır?
 Bu da, günümüzde çok görülen rezil, aşağılık bir yaşama üslubudur. Kültürlü, tahsilli, inanmış, nezih bir aile kadını, bu çirkin yaşantıya ne kadar tahammül edebilir?
 Onun da sabrının bittiği bir an gelmez mi?
 Bazı kimseler, iş hayatlarındaki problemleri, eve taşımak itiyâdındadırlar. Buna hakkımız var mı?
 Rahmetli dedem, “Erkeğin kötüsü , iş hayatındaki dalgalanmaları, evine taşıyan insandır.” derdi. Ben Ermenek’liyim. Orada bir söz vardır, derler ki; "Erkek eve girerken, öyle canlı, öyle neşeli, öyle hayat dolu olmalı ki, kapıdan içeri girdiği zaman, duvardaki duran saat bile çalışmaya başlamalı. Eşi sıkıntılıysa, derdini unutmalı.” Aynı şekilde, bir de kadının erkeğini karşılama sanatı vardır. Onu bir hükümdar gibi, sevgiyle, saygıyla, edeple karşılamalı, günlük hayatın sıkıntılarını ona unutturmalıdır. Gündüzden, evini temizlemeli, yemeğini hazırlamalı, güzel kitaplar okuyarak kendini, eşini karşılamaya hazır bir hale getirmelidir. Günümüzde evlilik, her zamankinden daha çok önem kazanmıştır. İki taraf da hayatın fırtınalarına karşı, evliliklerini sakin sığınılacak bir liman haline getirmelidir. Çünkü o limana her zamandan daha çok bugün ihtiyaç vardır. Evlilik, elele, gönül gönüle verildiği zaman, bir yeryüzü cenneti olmaktadır. Neden bütün evliler bu cennetin nimetlerinden faydalanmasınlar?
 Gönül istiyor ki bütün kurulmuş ve kurulacak yuvalar, güzellikler ve mutluluklarla dolsun...

Tükenmez Hazine: Kanaat

Bir gün Peygamber Efendimiz ashabıyla otururlarken “Dere kenarında abdest alıyor dahi olsanız suyu tasarruflu kullanınız.” buyurur. Cemaatten biri “Ya Rasulullah, derenin suyu akıp gidiyor. Biz tasarruflu da kullansak, tasarruf etmeden de kullansak yine akıp gidecek. Bunun bize ne faydası olacak?” der. Yüce Peygamberimiz “Önemli olan suyun akıp gitmesi değil, senin tasarruf terbiyesi içinde yetişmendir.” buyurur.
Bolluk zamanında saygılı, dikkatli, tasarrufa riayet ederek yaşayanlar darlık zamanında sıkıntı çekmezler.
“Nasıl olsa gelir akıp geliyor, biz de içimizden geldiği gibi yaşayalım” diyenler ellerindeki imkanı har vurup harman savuranlar gün gelir dara düşerler, bazan çok kötü durumlarla karşı karşıya gelirler. Her gün gazetelerde okuyoruz, televizyonlarda seyrediyoruz, vaktiye Karun kadar zengin olanların, gün gelip bir dilim ekmeğe muhtaç olduklarını görüyoruz.
Senelerce, senelerce önceydi. Rahmetli eşim Rana Hanım’la beraber İsveç’e gitmiştik. Stockholm’ün merkezinde büyük bir otelde kalıyoruz. Sabahleyin traş olmak için lavabonun önüne gittim. Aynanın yanında bir yazı vardı, okudum, hayretler içinde kaldım. O yazıda şöyle diyordu: “Lütfen traş olduktan sonra kullandığınız jileti çöpe atmayınız. Yanda bir kutu var, oraya bırakınız. Bir jiletle dahi olsa İsveç çelik sanayiinde sizin de bir katkınız bulunsun. Teşekkür ederiz.” Bu yazı beni uzun uzun düşündürdü. “Aman Yarabbi” dedim, İsveç’in çelik sanayiinde en ileri ülkelerden biri olduğunu çocukluğumuzdan beri okuruz. Çelikten mamül pek çok ürünün altında “İsveç çeliğinden yapılmıştır” ibaresini görmüşüzdür. Buna rağmen bir turistin traş olurken kullandığı bir tek jiletin dahi çöpe atılmasına İsveçlinin gönlü razı olmuyordu. Bu hassasiyet beni ürpertti. Yıllarca düşündüm. Onlara saygı duydum.
İsviçre’de senenin belli günlerinde gazetelerle, radyolarla, televizyonlarla bir ilan yapılıyor. Diyorlar ki “Falan tarihte, gece yatarken okumadığınız, işe yaramayan ne kadar kitap, dergi, gazete varsa kapınızın önüne bırakın. Velev ki bir prospektüs dahi olsa ihmal etmeyin. Gece, görevli memurlarımız gelecek, onları alacak. Belli merkezlerde toplanacak, tekrar kağıt üretiminde kullanılmak üzere fabrikalara gönderilecek. Yardımlarınız için teşekkür ederiz. Bu durum da beni yıllarca düşündürdü. Adamların bir prospektüs kağıdının bile çöpe atılmasına gönülleri razı olmuyordu. İsviçre’nin zengin bir ülke olduğunu söylemeye gerek yok.
Yıllarca önceydi. Fransa’dayım. Şanzelize Caddesi’nde bir restoranta gittim. Oturdum, yemek yiyorum. Birden kapı açıldı, bir müşterinin içeri girmesiyle bir çok garson ona doğru koşuştu. Biri şapkasını, biri bastonunu, biri paltosunu aldı, itina ile hemen yanı başımdaki bir masaya oturttular. Emirlerini sordular. “Ispanak rica ediyorum” dedi. Merak ettim, sordum, garsonların bu kadar hürmet, itibar ettikleri şahıs kimdi. “Fransa sanayii kralı” dediler. “Fransa’nın en zengin adamı”. Biraz sonra ıspanak geldi. Yanında da bir küçük tabak içinde üç ince dilimlenmiş ekmek vardı. Bir dilim ekmekle ıspanağını yiyen o zat garsonu çağırdı, “Hesap rica ediyorum” dedi. Küçük tabaktaki ekmek dilimlerini işaret ederek “Lütfen paket yapın” dedi. Çok küçük yaşımdan itibaren hep dışarda yemek yerim. İlk defa böyle bir duruma şahit oluyordum. Fransa’nın koca sanayii kralı iki dilim ekmeği de beraberinde götürecekti...
Beş yaşındayım. Soğuk bir kış günü sobanın yanında oturmuş kitap okurken rahmetli babannem de pirinç ayıklıyordu. Birden bir pirinç tanesi yere düştü. Rahmetli babannem tepsiyi yere bıraktı, o düşen pirinci aramaya başladı. Halının tüyleri arasında kaybolan pirinç tanesini uzun süre aramaya devam etti. Dayanamadım, müdahale etmek lüzumunu duydum. “Aman babanne,” dedim, “bir pirinç tanesi için bu kadar aramaya değer mi”. O güne kadar hep sevgi gördüğüm, beni yere, göğe sığdıramayan babannem birden asabileşti. “Küçük beyimiz, sobanın yanında koltuğa oturmuş, elinde kitap ahkâm kesiyor. Sen hiç pirinç üretilirken gördün mü? Nice insan o üretim sırasında sağlıklarını kaybediyor, sakat kalıyor. Bu iş öyle güç, öyle zahmetli ki ben o yere düşen pirinç tanesini bulmak için gerekirse bütün halıyı milim milim araştırırım.” dedi. Öyle mahçup olmuştum ki... utâncımdan yüzüm kıpkırmızı oldu. Aradan yıllar geçti. Hala unutamadım. Ne zaman pilav yesem o günü hatırlarım. Tabağımda bir tek pirinç tanesi bırakmam.
Rahmetli annem çok küçük yaşımdan itibaren “Aman yavrum” derdi, “elektriği lüzumsuz yere bir dakika yakma. Suyu bir yudum da olsa gereksiz yere akıtma.” Evleninceye kadar bir kere dahi olsa rahmetli annem yemek atmadı. Evlendikten sonra kırk dört yıl içinde rahmetli eşim çöpe hiçbir gıda maddesi atmadı. Bu kırk dört yıl içinde bizim evde ne bir tabak, ne bir bardak, ne bir fincan kırılmadı. Nezih, temiz, güzel bir hayat yaşamanın yolu dikkat, saygı ve tasarruflu yaşamaktan geçiyor. Banka kartları yüzünden nice insan helak oldu. Banka kartını bir mirasyedi dikkatsizliğiyle berbad ettik. Birçok insan cebimde banka kartı var diye israf yoluna gitti. Kanaatkâr olmaktan, tasarruflu yaşamaktan uzaklaştı. Bunun acı sonuçlarını hepimiz, her gün televizyonlarda görüyor, gazetelerde okuyoruz. Yıkılan aileler, bozulan sosyal ilişkiler, boşanmalar, intiharlar, cinayetler birbirini takip ediyor. Pek çok insan banka kartıyla alış veriş yaparken bir ay sonra bankadan ekstrenin geleceğini hiç düşünmüyorlar. Hepimiz bunları görüyoruz. Ama ibret almıyor, nice felaketlere kucak açıyoruz. Bu insanlara küçük yaştan itibaren ailede ve okulda tasarruf terbiyesi verilse, ayağını yorganına göre uzatması öğretilseydi bunlar olur muydu? Fert olarak, toplum olarak borçlanmaların ne acı sonuçlar getireceğini bir türlü görmek istemiyoruz.
Yıllarca önce Danıştay’da çalışırken Hüsamettin Efendi isimli bir odacım vardı. Eşi, annesi ve iki kızı ile beraber yaşıyordu. Kızlarının ikisi de üniversiteye gidiyordu. Hüsamettin Efendi’nin tek geliri aldığı odacı maaşıydı. Zor şartlar altında yaşıyordu. Ayın sonlarına doğru sorardım, “Bir sıkıntın var mı?” diye. Hep aynı cevabı alırdım: “Teşekkür ederim, efendim. Allah herşeyi veriyor.” Bir kere bile Hüsamettin’in hayattan, şartlardan, pahalılıktan şikayet ettiğini görmedim. Ayağını yorganına göre uzatıyor, parasını dikkatli kullanıyordu. Bir gün maaş alırken “Şükürler olsun, Allah’ım Halil İbrahim bereketi ver.” demiş. Sırada bekleyen arkadaşları itiraz etmişler. “Neyin bereketi, aldığın üç kuruş para. Nasıl olsa bir hafta sonra bitecek” demişler. Hüsamettin Efendi, “Siz aldığınız paraya kanaât etmiyorsunuz, sürekli şikayet ediyorsunuz. Bir hafta sonra da bitiyor” demiş. Aynı yıllarda bir şirketin genel müdürünü tanıyordum. Aldığı ücret Hüsamettin’in maaşı ile mukayese dahi edilmezdi. Ama ne hikmetse daima şikayet eder, taksitlerinden, bankaya olan borçlarından dert yanardı. Bir kere bile “Şükürler olsun Allah’ım” dediğini duymadım. Hep şikayet, hep şikayet... Ağzından şükür sözü çıkmaz, hep pahalılıktan şikayet ederdi. Bu iki insanı mukayese edecek olursak aradaki farkın şükür ve kanaât yokluğunda olduğunu görürüz.
Japonları bir adeti var. Çok küçük yaştan itibaren çocuklarına şunu telkin ediyorlar: “Ne iş yaparsan yap, neyle meşgul olursan ol, gelirin ne kadar az olursa olsun daima bir kaç kuruş da olsa öbür aya tasarruf et”. Bundan amaç o ayı borçsuz, harçsız, kendi imkanlarına göre yaşayarak nezih bir hayat sürmektir. Çünkü hayat bize şunu göstermiştir ki fert olsun, toplum olsun daima borçlu olanın boynu eğri oluyor, bir eziklik hissediyor, gizli veya aşikar bir utanç duygusu içinde oluyor. Bundan kurtulmanın ilk şartı kanaat sahibi olmaktır.
Kanaât, Arapça bir kelimedir. Elde olanla yetinmek, Allah’ın verdiğine sabredip razı olmak, yaşamak için zaruri olan ihtiyaçlar dışında kalan bütün nefsani arzu ve hayvani isteklerden uzak durmak, yeme içme, giyim kuşam ve çeşitli konularda aşırıya kaçmamak demektir. Resulullah Efendimiz “Müslüman olup kendini yaşatacak bir rızık ile yetinen kimseye ne mutlu. Kanaat, bitmez mal, tükenmez hazinedir.” buyurmuştur. Resulullah Efendimiz kendi ailesinin rızkının da yaşamak için zaruri miktar olmasını dileyerek “Allah’ım, Muhammed ailesinin gıdasını kifâf yap.” buyurmuştur. Çünkü rızkın fazlası ahirette insanın başına dert olabilir. Bir Hadis-i Şerif’te “Zengin, fakir herkes kıyamet gününde keşke dünyada kendisine yetecek kadar rızık verilmiş olsa diyecektir.” Allah, kıyamet gününde “Yarattıklarımdan temiz kullarım nerede?” diyecek. Melekler “Rabbimiz onlar kimlerdir?” diye sorunca Cenab-ı Hak “Verdiğime kanaât eden, kaderine razı olan fakir müslümanlardır. Onlar cennete gireceklerdir.” buyurucaktır. Bir başka Hadiste “Vera sahibi ol, insanların en abidi olursun. Kanaâtkar ol, insanların en çok şükredeni olursun. Nefsin için sevdiğini halk için de sev, gerçek mü’min olursun. Komşuna iyi davran, gerçek müslüman olursun.” buyurmuştur.
Kanaât sahipleri daima güzel, huzurlu, mutlu bir yaşantı içinde olurlar. Çünkü onlar elde bulunanla yetinirler. Kimsenin malına, mülküne ve mevkiine göz dikmezler. Kanaâtin karşıtı tamah etmek ve hırslı olmaktır. Bunlar da kendilinden mutsuzluğu getirir. Başkasının malına göz dikmeyenin içi rahat eder. Bir şeye ihtiyacı kalmaz. Bu da zenginliğin ta kendisidir. Çünkü gerçek zenginlik mal çokluğu ile değil, gönül tokluğu ile olur ki bu da kanaâttir. İnsanın ihtiyaçlarını giderecek az mal, onu azdırıp, bozacak olan çok maldan daha hayırlıdır. Bişr-el Hafi, “Kanaât öyle bir padişah ki yalnız mü’minin kalbinde oturur.” demiştir. Kanaât mevcut ile yetinmek, olmayana göz dikmemektir. Başkalarının elinde bulunana göz diken, üzüntü çeker, huzursuzluk içinde yaşar. Eğer insan sınırsız varlık sahibi olmak isterse kanaâtkar olamaz. Tamah ve hırsın çukuruna düşer. Resulullah Efendimiz “Eğer insanoğlunun altından iki deresi olsa bu ikincisinin yanına bir üçüncüsünü daha ister.” buyururlar. Ademoğlunun içini ancak toprak doyurabilir. Allah, kötü huylarını terkedenlerin tövbesini kabul eder.
Yüce Resulümüz, “Ey insanlar, rızk talebinde haris olmayın. Zira hiç bir kimse yoktur ki onun nasibi ayrılmış olmasın. Kul dünyadan nasibini almadan ölmez.” buyurmuştur.
Bir gün Hazret-i Musa Rabbine sorar: “Hangi kulların en zengindir?” diye. Rabbi buyurur, “En çok kanaâtkar olanlar.” Bir Kudsi Hadiste “Ey ademoğlu, eğer dünya tamamiyle senin olsa ondan sadece yiyebileceğin miktar senindir.” buyurulur. Kanaât sahipleri en kolay geçinilen insanlardır. Tamah insanoğlunu adeta kör yapar. Hakikatleri anlayamaz ve olmayacak şeylere olacakmış gibi hüküm verir. Kur’an-ı Kerim’de Hûd Suresi’nde “Yeryüzünde hiç bir canlı yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın.” buyuruluyor. Kanaât, elden çıkanın ardından bakmamak, var olanla yetinmektir.
Allah cümlemizi kanaât yolundan ayırmasın. Kanaâtkar bir insanın ruh zenginliğini Allah bütün insan kardeşlerimize nasibetsin.

“Bizi Ancak Biz Kurtarırız” -  Mesaj Dergisi

Sabri Tandoğan, 1934 yılında Ankara’da doğdu. Hukuk Fa­kültesi’nden 1957’de mezun oldu. 1960 yılından bu tarafa Da­nıştay’da görev yapıyor. Halen İkinci Daire üyesi Tandoğan, arkadaşımız Mehmet Öztürk’ün sorularını cevapladı.
Mesaj-Televizyondaki programlarınızda vermek istediğiniz şeyler nedir?
Tandoğan- Amacım yaşadığım güzellikleri hem sevenler hem de dinleyicilerle paylaşmak... Bugün hepimiz zor bir çağda, güç şartlar altında yaşıyoruz. Hepimizin binbir sıkıntısı, sorunları var. Sohbet, bu patırtı gürültüden bir güzellik damıtabilmek, onu başkalarıyla paylaşabilmek sanatıdır. Gönül sohbetinin amacı, insanın içinde zaten varolan güzellikleri ortaya çıkaran bir ortam hazırlamaktır. Bir dalgıç gibi bizi kendi içimize daldırıyorsa, ken­di gönlümüzden bize inciler çıkartıyorsa, ona gönül sohbeti de­nir.
Mesaj- Sizce kültürel temel öğeler nelerdir?
Tandoğan- Kültür, Latince kökenli bir kelimedir. Ekmek, sürmek, işlemek demektir. Kafanın ve gönlün işlenmesi, sürül­mesi, iyinin, güzelin ve doğrunun tohumlarının atılması demek­tir. Kafa ve kalp. İşte insanı insan yapan öğeler. Biz kalbimizi ve kafamızı maddî ve mânevî ilimlerin ışığında aydınlattığımız, te­mizleyip arıttığımız zaman, kalbin ve kafanın sentezini kendi günlük yaşantımıza yansıtabildiğimiz zaman, karşımızda güzel, çok güzel, inanılmayacak kadar güzel bir dünya bulacağız. Ha­yat güzel, insanlar güzel, yaşamak güzeldir. Hayatta kötü, fena insan yoktur. Yalnız çeşitli sosyal, ekonomik, psikolojik neden­lerle içlerindeki güzelliği dışarıya yansıtamamış insanlar vardır. Kötü denilen insanlarda güzellikler, meziyetler, değerler içte gizli kalmış, dışarıda çiçeklenme ve tezahür imkânı bulamamışlardır. Toplumda öyle insanlar var ki üstünde elbisesi yok. Öyle elbi­seler görülüyor ki içinde insan yok... Dünyada en büyük bahti­yarlık insanın kendi kendinden memnun oluşudur. Kültürün amacı inceliktir, tevâzudur. Edep, saygı, zarafettir. Başkaları için yaşamanın, verebilmenin, paylaşabilmenin güzelliğini farkede­bilmektir. Bizi bize götürüyorsa, bize bizden yakın olanla temasa götürüyorsa, ben ona kültür derim. Gerisi iri lâkırdılar, ukalâlık, edepsizliktir. Günün adamı değil, hakikatin adamı olmadadır hü­ner. Gün değişir hakikât değişmez. Bu dünya darılma pazarı de­ğil, dayanma pazarıdır. Son nefesimize kadar hayat bir okul, bizler o okulun öğrencileriyiz.
Büyük Yunus, “Her dem taze doğarız/ Bizden kim usana­sı” der. Her dem yeniden doğmak, her an yepyeni oluşlar, pırıl pırıl güzellikler yaşamak ne büyük... ne muhteşem bir olaydır. Her zerreye ilk görüyormuşçasına hayret ve hayranlıkla bak­mak. Onlardaki gün ışığına çıkmamış gizli güzellikleri görebil­mek, yakalayabilmek nasıl tat verir insana... Ne olur nefsin hapishanesinden çıkalım. Allah’ın verdiği armağanları şükranla karşılayalım. Farkına varalım bu güzelliklerin. Güzellik Allah’ın cemâl tecellisidir. Doya doya içelim bu pınardan. Hayatta hiçbir şey, insanı öğrenmek ve onu anlamaya çalışmak kadar heye­can verici değildir. İnsan bir sentezdir. Bunu çözümleyebilmek, müthiş zekâ, dikkat ve gayret sarfını gerektirir. Kalbin edebi, sü­kûttur. Mânâ âleminin kapıları sabır, şükür, tevâzu ile açılır. Gö­zü yerde olanın gönlü âsumana çıkar. Elde edilmesi en güç dostluk insanın kendisiyle dost olmasıdır. Ve kendimizi yalnız kendimiz kurtarabiliriz. Ebedî Yunus, “Bir siz dahi sizde bulun, benim bende bulduğumu” diyor. Önemli olan içimize inebil­mek. İnsanoğlu kendine dönmediği, bilâkis kendinden uzaklaş­tığı için huzursuz ve mustarip dolaşıyor. Ne gaflet! Oysa bu âlemde her zerre bizi irşâd edebilir. Yeter ki, o şeyin ikazından ders alabilelim. Şâd olamıyorsak, bilelim ki kabahat bizdedir. Suçu topluma, ona buna atmakla yalnız kendimizi kandırmış oluruz. İnsanlara dünyayı cehennem gibi gösteren, kendi varlık­larının mânâsını bilemeyişleridir.
Gerçeğe ve güzele ulaşmanın yolu, “hayret duygusu”dur. Felsefenin de, ilmin de, san’atın da kaynağı budur. Güzellik kav­ramının doğup gelişmesi için ilk şart, kalp temizliğidir. Vücut bir mâbettir. İçinde sana, senden yakın olan vardır.
Sait Faik “her şey bir insanı sevmekle başlar” demiş. İş, o sevgiyi büyütüp, yüceltip, yeryüzündeki bir kum tanesinden gök­yüzündeki Samanyolu’na kadar, bütün kâinatı kucaklayabil­mektir.
Mesaj- Kimlik arayışı sürecinde Türk insanı hangi nokta­dadır?
Tandoğan- Bugün toplum tam mânâsıyla pusulayı şaşırmış durumda. Ekonomik güçlükler, sosyal baskılar, pek çok insanda bunalım yaratmış durumda. Umudunu, yaşama sevincini yitir­miş, uyur gezer gibi. Anadolu’da bir söz vardır; “ver yesin, ört uyusun” diye. İşte öyle bir şey. Ama bütün bu olumsuzluklar içinde tertemiz kalabilen, kendini yetiştirmiş, topluma faydalı olabilmek için çırpınan insanlarımız da var. Yarınları onlar ku­racak.
Mesaj- İnsanda davranış ve kalp ilişkisi nedir?
Tandoğan- Efendim, insanda küçücük bir et parçası var ki, o düzeldiği, temizlendiği zaman her şey güzelleşiyor, ihtişam kazanıyor. O aslî hüviyetinden uzaklaşınca hayat bir cehen­neme dönüyor. Davranışlarımız kalbimizde taşıdığımız duygu­larla paralel gidiyor. Kalp düzelmedikçe, arınmadıkça, temiz, ne­zih davranışlar beklemek hayal olur. Yunus bir şiirinde, “Seni deli eden şey, yine sendedir sende” der. Bu, üzerinde uzun zaman düşünülmesi gereken bir sözdür.
Mesaj- Toplumdaki huzuru tesis etmenin yolları nelerdir?
Tandoğan- Çok önemli bir soru. Teşekkür ederim. Nasıl ki, Sait Faik “Her şey bir insanı sevmekle başlar” diyorsa; huzu­ra giden yol da, insanın “huzura” çıkmasıyla başlar. “Huzur”da olabilen ancak huzurlu olabilir. Bu çağda insana yapılacak en büyük iyilik, onu kendi kendisiyle barış haline sokabilmektir. Bu­gün insanlar küs kendilerine. Asıl savaş kendi içinde. Varoluş kanunlarına aykırı yaşamanın doğal sonucu. Önce insanı kav­gadan, kargaşadan kurtarmak gerekir. Önemli olan karanlıklara küfretmek değil, karanlıklar içinde bir mum yakabilmektir. Tra­fodan elektrik akımı gelmiyorsa, zavallı ampul ne yapsın. Bugün birçok insan susadıkça tuz yalayan insanlara benziyorlar. Önce insana neden susadığını, aradığı suyu nerede bulacağını öğ­retmek lâzım. Bilmem diyen öğrenir. Bilirim diyene ne verilir! Güzel, çok güzel, inanılmayacak kadar güzel bir dünyada yaşı­yoruz. Şu anda birçok insanın söverek, tükürerek baktığı şu dünyada nice güzel insanlar yaşıyor. Bir gül gibi kendilerini ye­tiştirmişler. Etrafa mis gibi inancın, efendiliğin kokusunu saçı­yorlar. Ama görene. Köre ne! Şikâyet, şikâyet, hep şikâyet! Biz bunun için mi yaratıldık? Kimi kime şikâyet edeceğiz! Bunlar hayatın, varoluşun mânâsını bilmemekten doğan nefsin tekme atmalarıdır. Zaman kaybettirir insana... Yazık değil mi! Fazıl Hüsnü Dağlarca bir şiirinde, “Gelme, gelme üstüme/ Bir şifâ vermeyeceksen eğer” der.
Mesaj- Dün ve bugün etkilendiğiniz kitap ve simalar han­gileridir?
Tandoğan- Efendim, bir tasavvuf şairi, “insanda duyan kulak, gören göz, hisseden kalp varsa kâinattaki her zerre onu irşâd eder” diyor. Ben de çok küçük yaştan itibaren, ko­nuştuğum her şahıstan, okuduğum her kitaptan, dergiden, yazı­dan bir şeyler öğrenmeye çalıştım. Herkese, her zerreye say­gıyla, edeple bakmaya çalışıyorum.
Mesaj- Teşekkür ediyorum efendim.
Tandoğan- Asıl ben teşekkür ederim.

Sabri Tandoğan’la Gençlik Üzerine - Çınar Dergisi

Sabri Tandoğan 1934 yılında Ankara’da doğdu. Tahsilini Ankara’da tamamladı. 1957 yılında Hukuk Fakültesinden mezun oldu. Staj ve yedek subaylık döneminden sonra sınavla Danış­tay’a girdi. 1982 yılında seçildiği Danıştay üyeliğini sürdürmek­tedir.
Çınar- İnsan hayatında gençlik yıllarının ifade ettiği anlamı nasıl değerlendirebiliriz?
Tandoğan- Efendim, ben gençliği hayatın bir dönemi ya da yaş olarak algılamıyorum. 59 yaşındayım ama kendimi siz­lerden farklı görmüyorum. İnsan sabahleyin yatağından kalkar­ken yepyeni umutlar, taze heyecanlar, bilmek, öğrenmek, hayatı ve insanları tanımak, yaşamanın sırlarını öğrenebilmek için bir aşk duyduğu sürece gençtir. Velevki 80 yaşında bile olsa. İnsan hayat karşısında pasif, neşesiz, isteksiz olduğu sürece 20 ya­şında bile olsa yaşlıdır. İçinde yaşadığımız hayat sonsuz güzel­likleri, değerleri ve sırları ile her gün bizden yeni keşifler bek­leyen muhteşem bir olaydır. Önemli olan, yaşımız ne olursa ol­sun, içimizde bitip tükenmeyen cıvıl cıvıl aşkı, heyecanı yaka­layabilmek ve onu sürdürebilmektir.
Cahit Sıtkı Tarancı “Sevmek devam eden en güzel hu­yumdur” diyor. Ne olur biz de Yunus gibi olabilsek. Bir karınca yuvasının karşısında Yunus gibi “Benim bir karıncaya ulu na­zarım vardır” diyebilsek. Bir özsu gibi hayatın güzelliklerini yu­dum yudum içebilsek...

Aşk Masalı

Nerde ne zaman bu hava çalınsa
Hoş geldi geçmişteki güzel günler
Nereye gidersen git günlük tasa
Bırak biraz da şad olsun gönüller
Beşiktaş'ta gün görmüş bir bahçede
Nisan akşamlarının en tatlısı
Sevdiceğim on dördünü sürmede
Bende gönüllerin en kanatlısı
Ben delikanlıyım o kız ve dilber
Bahar kokan o yanıp tutuşan ben
Şakadan derken dalmışız beraber
Aşk bahçesine çıkılmaz içinden
Ölüyorum senin için güzelim
Nasıl gülüp sokuluyor sahi mi
Saçlarını okşayan hangi elim
Kollarımda o yarin kendisi mi
Çöl olsa aşar dağ olsa yıkarım
Bizi ayıran kalın duvarları
Bu acı gerçeğe sonradan vardım
Gök çoktan yeşildir,dal çoktan sarı
Bir define var gitsem bulur muyum
Öpüştüğümüz ağaçlar altında
Sevmek devam eden en güzel huyum
İnsan bir kere sever hayatında
Ben değilim söz açan gelecekten
Var mı yok mu alemde bir o akşam
Hiçbir şey istemiyorum felekten
Bir daha seninle beraber olsam
Cahit Sıtkı Tarancı
Çınar- Ülkemiz gençliğinin durumunu nasıl değerlendiriyor­sunuz?
Tandoğan- Bugün Türkiye’de gençliğin durumu Türkiye gi­bidir diyeceğim. Bir tarafta kendini zevke, eğlenceye, içkiye, si­garaya, uyuşturucuya, adına televizyon denilen aptal kutusuna teslim eden nice zavallı memleket çocukları ve öbür tarafta bü­tün bu pisliğin, rezilliğin dışına çıkarak yiğitçe, insanca, efendice bir tavır alarak “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak” diyebilen her türlü takdirin, tebrikin, hayranlığın üstünde pırıl pırıl yetişen, sade alnından değil elinden öpülecek değerli genç­ler. Bütün bu olumsuzlukların üstüne çıkarak bir kültür ve hay­siyet mücadelesi veren, yenilmeyen, yıkılmayan, devrilmeyen bu pırlanta gençlerimizle ne kadar iftihar etsek azdır. Onlar ışı­ğımız, umudumuz, güvencemiz. Onlar yarınki Türkiye’yi inşa edecek büyük, asil, yüce insanlar...
Çınar- Gençlerimiz için millî kültürün önemi nedir sizce?
Tandoğan- Bugün gençlik belki de tarihinin en güzel, en şerefli savaşını veriyor. Kendi öz kültürünü, millî benliğini boğ­mak, yok etmek, öldürmek isteyen iç ve dış düşmanlara karşı tarihte misli görülmemiş bir mücadelenin örneğini veriyor. Öyle bir mücadele ki, benim nazarımda bu insanların Bedir’den Çanakkale’ye kadar, Dumlupınar’dan Sakarya’ya kadar canları pahasına savaşan insanlardan hiçbir farkları yok. Şartlar öyle­sine olumsuz ki ve onların direnci öylesine yüce, öyle muhte­şem ki anıtsal bir destan yazıyorlar. Uygarlık tarihine altın harf­lerle geçecek. Onları seviyor, onlara saygı duyuyor, onları bağ­rıma basıyorum. Allah hepsinden razı olsun.
Çınar- Gençlikte sorumluluk duygusu ve vatan bilincinin oluşması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Tandoğan- Vatan bilinci ve sorumluluk duygusu kavramları, aslında birbirini bütünleyen, tamamlayan, paranın yazısı turası gibi kavramlar. Ancak sorumluluk duygusu olan insanlar bugün bu olumsuz etkenler karşısında vatan bilincine yükselebilirler. Ancak sorumluluk duygusunu yüreklerinde hissedenler kendile­rine, ailelerine, vatanlarına ve bütün insanlık âlemine faydalı olabilirler. Bugün çok zor bir çağda, ülke şartlarının çok zor olduğu bir ortamda yaşıyoruz. Attığımız her adımın bilincinde olmamız gerekiyor. Her taraf maddî mânevî tuzaklarla öylesine sarılmış ki, bu gibi dönemlerde sorumluluk duygusu olmayan insanlar kesinlikle ne kendilerine ne de başkalarına faydalı ola­bilirler. Bütün kanallarında her gece cinayet ve dehşet filmleri gösterilen bu ülkenin televizyonunu idare edenler, acaba şu güzelim Anadolu insanının ve onun pırıl pırıl yetişen çocuk­larının ne kadar farkındalar?
Çınar- Gençliğin yetişmesinde en önemli etkenler nelerdir sizce?
Tandoğan- Bence en önemli etken, yetişmeyi aşkla, şevkle, gönülden isteyebilmektir. Bu aşkı bütün boyutları ile içinde duy­mayanlar sadece diploma alarak kendilerini aldatırlar. Her gün, her saat, her dakika, bu yetişme aşkını bütün hücrelerimizde duymamız, yaşamamız gerekir.
İkinci önemli etkense, zamanı iyi kullanabilmektir. Ivır zıvırla geçirilecek bir günümüz dahi yoktur. Kaliteli kitaplar okuyarak her gün kültür dağarcığımıza yeni bir şeyler katabilmeliyiz. Zaten insan bu aşkı bir kere içinde duyunca, ömür boyu onun etkisinde yaşar. Hayat bizden her gün yeni bir fetih bekler. Hayatın bu ihtişamını unutarak kahve köşelerinde iskambil ka­ğıtları ile sigara dumanları ile dedikodu ile vakit geçirmek, insa­nın kendisine yapacağı en büyük ihânet değil midir? Madem dünyaya geldik, testimizi iyiden, güzelden, yüce ve asil olandan dolduralım.
Madem ki en büyük insan, iki günü birbirine eşit olan zi­yandadır diyor, neden ziyanda olalım?

İnsanla İlgili Herşey Beni İlgilendirir

SEVGİ DÜNYASI DERGİSİ
Kitaplar, dergiler çıkıyor... Tiyatrolar perdelerini açıyor... Konserler başlıyor... Yeni filmler vizyona giriyor... Galerilerde güzel resimler sergileniyor... Konferanslar veriliyor... Ve ara­mızdan biri, bütün bunları dikkatle izliyor. Hangi galeride kimin sergisi açıldı, hangi dergide güzel bir şiir çıktı, nerede bir kitap basıldı, biliyor. İnsanla ilgili her şey onu ilgilendiriyor. Okuyor, düşünüyor, dinliyor, seyrediyor... Değerli dostum Danıştay Üye­si Sayın Sabri Tandoğan’a soruyorum.
-           Bütün bu kültürel etkinlikleri izlemeye, özellikle her gün bütün gazeteleri, dergileri, yeni çıkan kitapları okumaya nasıl yetişiyorsunuz?
-           Geceleri iki-üç saat uyuyarak ve bazen hiç uyumayarak... Necati Cumalı’nın “Ay Büyürken Uyuyamam” isimli bir kitabı vardır. Ben de çevremde bana beyinsel bir şölen, ruhsal bir haz yaşatacak bunca kültür ürünü varken, bu güzelliklere göz göre göre sırtımı dönüp uyuyamıyorum doğrusu...
Ailenin Etkisi
-           Sabri Bey, bir kültür insanı olarak kişiliğinizin oluşmasında ailenizin ne gibi etkileri oldu?
-           Efendim, ben Ankara’da doğdum, büyüdüm. Babam hu­kukçu, annem edebiyat öğretmeni idi. Ailenin tek çocuğu idim, yalnız büyüdüm. Ama sıkan, üzen bir yalnızlık değildi bu. Oku­mayla, yazmayla, düşünmeyle geçen, yetiştirici, güzel bir yal­nızlıktı. Annem bana okuma sevgisini aşıladı. Özellikle şiirden tat almayı öğretti. Birlikte kitap okur, okuduklarımız üzerinde ko­nuşurduk. Annem aynı zamanda kafa arkadaşım, ruh dostum­du. Hem dindar, inançlı, hem de ileri görüşlü olmanın olumlu sentezini ilk kez onun şahsında gördüm. Annem iyi bir eğitimci idi. İnandığı ilkeleri benim üzerimde uygulardı. Üç buçuk yaşın­dayken beni alışveriş yapmaya gönderdi. Bakkaldan karabiber aldım ve bundan dolayı çok keyiflendim. İlkokula başladığımda rahmetli anneciğim “Oğlum artık büyüdün, delikanlı oldun. Kendi kahvaltını kendin hazırla” dedi. Bu olay beni çok mutlu etti. İnsa­nın kendi işini kendi görmesi, ona kişilik ve güven kazandırıyor. Okula başladığımda sabahçı idim. Öğleyin okuldan gelir, sobayı yakar, evi süpürür, toz alırdım. Sonra çarşıya gider, alışveriş ya­pardım. Altı yaşında iken, kötü mal verdikleri için bir fırın ve bir bakkal kapattırdım. Esnafın ödü kopardı benden, iyi mal verir­lerdi. Çarşıya gitmekten, alışveriş yapmaktan ve yiyeceğimiz şeyleri kendi elimle seçmekten bugün de çok zevk alırım.
-           Yetişmenizde babanız, annenize göre biraz daha geride, fonda yer alıyor galiba.
-           Evet. Babam duygulu, ama bunu aklıyla frenleyen bir in­sandı. Otoriter, disiplinli, ölçülü, mesafeli bir kimseydi. Beni çok sever, fakat belli etmemeye çalışırdı. Babaannem, babamdan daha çok etkilemiştir beni. Uzun boylu, sessiz, yerinde konuşan, çevresine iyilik saçan, güzeller güzeli bir insandı. Sabahın ilk ışıkları gibiydi. İnsanın içini ısıtırdı. Hiç okula gitmemişti. Ama ne hikmetse, mahallenin büyükleri -ki bunlar arasında banka müdürleri ve öğretmenler de vardı- babaanneme gelir, sorun­larını anlatır, ona akıl danışırlardı. Yaşadığı sıkıntılar, zorluklar onu iyice olgunlaştırmıştı. Babaannem çok genç yaşta beş çocukla dul kalmış, hiç sarsılmadan, sendelemeden, çocuklarını pırıl pırıl yetiştirmişti. Babaannemin yaşamdan, insanlardan şi­kâyet ettiğini bir kez bile görmedim. Her zaman zarif, edepli, ince bir insandı. Nur içinde yatsın.
-           Akraba çevresinde sizi etkileyenler oldu mu?
-           Evet... Annemin akrabası Saliha Güngören Hanımefendi ve eşi Arif Güngören Beyefendi, benim için ömür boyu unu­tamayacağım iki seçkin insan. Arif Bey, küçük yaşlarımdan itibaren, bana her vesile ile kitap hediye ederek, bendeki okuma hevesini besledi. Ayrıca giyim kuşamları, zarif hareketleri ve ince yaşam üslûpları ile bana ve herkese hayat boyu örnek oldular.
Okulun Katkısı
-           Okulun kültür yaşamınızda etkilediği neler oldu?
-           Çok değerli öğretmenlerim oldu. Ortaokulda öğretmenim Cemile Aytaç, Türkçe’nin güzelliklerini, inceliklerini bize yudum yudum tattırdı. Gazi lisesinde ünlü ressam Arif Kaptan, resim öğretmenimizdi. Bir resme nasıl bakılır, bir tablo nasıl değer­lendirilir, ondan öğrendik. Bizi sürekli sergilere, müzelere götü­rürdü. Resim bilgilerini örnekler, eserler göstererek öğretir, öy­lece ünlü ressamları eserleriyle tanımamızı sağlardı. Müzik öğ­retmenimiz Faik Canselen başlı başına bir okuldu. Bir efsane insandı. Bize yıllarca hiçbir karşılık beklemeksizin, ders saatleri dışında klâsik batı müziğini sevdirebilmek için dersler verirdi. Bugün klâsik batı müziğinin, özellikle Beethoven ve Mozart’ın tadına varabilmişsek, bu Faik Hocanın olağanüstü çabaları sonucudur. Hukuk Fakültesinde Ticaret Hukuku Profesörümüz Yaşar Karayalçın da beyefendiliği ve engin kültürü ile hepimize örnek oldu.
-           Okumaya kaç yaşında başladınız ve okuma uğraşınız hâlâ aynı şevkle sürüyor mu?
-           İlk alışverişim gibi, okumaya da üç buçuk yaşında başla­dım. Komşumuzun üç kızı da ilkokul öğretmeni idi. Her sabah elimde kağıt kalem onlara gider, “Bana okumayı öğretin” der­dim. Baktılar kurtuluş yok, öğrettiler. Günde bir kuruş harçlığım vardı. Onunla günlük gazete almaya başladım. Daha ilkokula gitmeden, bir hayli kitabım olmuştu. Bitmeyen bir aşk ve heye­canla gece yarılarına kadar okuyordum. Şimdi saçım, sakalım ağardı. Ama Allah’a çok şükür, aynı heyecan devam ediyor; kitabı, okumayı delice seviyorum. Kitaplarım aşkım, her şeyim. Dergileri de çok seviyorum. Hayata değişik yönlerden açılan pencereler onlar. Hemen hemen bütün dergileri okuyor, yararla­nıyorum.
Hangi Yazarlar...
-           Dünya edebiyatında sizi en çok etkileyen hangi yazarlar oldu?
-           İnsana eğilmeleri ve yaklaşımları yönünden beni en çok çekenler Shakespeare, Dostoyevski, Çehov, Montaigne ve Rilke oldu.
-           Hepsi de insanın içyüzünü iyi görüp gösteren yazarlar...
-           Evet... Shakespeare kadar insanı ve karakterini tanıyan az bulunur. Dostoyevski, insan ruhunun derinlerine inen bir ruh dalgıcı... Montaigne, kendinde tüm insan hallerini bize göste­riyor... Çehov, bir iki sayfada bir yaşamı yansıtıyor... Rilke, ince duygusu, şâir ruhu ve duyarlılığı ile içimizde tatlı bir ürperti uyandırıyor.
-           Türk Edebiyatında beğendiğiniz, ilgi duyduğunuz yazarlar kimler?
-           En çok sevdiğim ve okumaya doyamadığım kimse, Yunus Emre.
Yunus’u her gün biraz daha artan bir aşk ve heyecanla seviyorum. Yunus’un her dizesinde fikrin ve san’atın ihtişamı, Türkçe’nin güzelliği yankılanıyor. Yunus’u okumak, anlamak, sonra da anladığımı günlük hayatımda yaşamak en büyük mut­luluk kaynağım. Yunus sevgili, Yunus dost, Yunus kardeş...
Yunus’tan sonra Mevlânâ, Ömer Hayyam en çok sevdik­lerim. Mevlânâ bir sevgi okyanusu... Kıyamete kadar insanlığı aydınlatacak bir bilgi ve sevgi meşalesi. Ömer Hayyam ise kü­çücük dörtlüklerine bütün bir evreni sığdıran insan...
-           İnsan bu büyük yazarları okurken, kendini ve hayatı daha iyi tanıyor, değil mi?
-           Elbette. Yunus bir şiirinde “Bir siz dahi sizde görün, benim bende gördüğümü” der. Her insan kendisinde bütün insanlık hallerini ve sırlarını taşır. İnsan kendini tanırsa, baş­kalarını daha iyi anlar. Yunusların, Mevlânâların rolü, tıpkı bir mikroskopun veya teleskopun ayarlanması gibi, insanı, kendini ve evreni doğru bir şekilde görebilecek hale getirmeleridir. “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır” der Yunus. Ne zaman bu mısraı okusam, hemen gözümün önünde Yunus’u görür gibi olurum; eğilmiş bir minicik karıncanın yürüyüşünü ibretle, hayranlıkla seyrediyordur. Zaten tüm evrende görmesini bilen için kum tanesinden, gökyüzündeki Samanyolu’na kadar, insanı hayretle ürpertmeyecek ne var?

Ben Burda Seyreder İken


Ben burda seyreder iken, acep sırra erdim ,
Bir siz dahi sizde görün, dostu bende gördüm .

Bende baktım bende gördüm, benim ile ben olanı,
Sûretime can verenin kim olduğunu bildim .

Ben isteyip buldum onu, o ben isem ya ben hani?
Seçemezem ondan beni, bir kezden o  oldum .

Maşuk benimledir bile, ayrı değil kıldan kıla,
Irak sefer benden kala, dostu burda buldum .

Değme bir yol nerden bana, dağılmayam değme yana,
Kutlu oldu seferim, hoş menzile erdim .

Münkir kişi duymaz bunu, dertlilerin sezer canı,
Ben aşk bağı bülbülüyüm, o bahçeden geldim .

Mansur idim o zamanda, onun için geldim bunda,
Yak, külümü savur göğe, ben "Enel-Hak" oldum .

Ne od'a yanam dağılam, ne dâra çıkam boğulam,
İşim bitince yürüyem, teferrüce geldim .

Mumin oldum yoksul iken, benim oldu kevn ü mekân,
Yerden göğe mağrıp maşrık yere göğe doldum .

Sûret topraktır diyeni, gönlüm kabul etmez anı,
Bu toprağın cevherini hazrete irgördüm .

Nitekim ben beni buldum, bu oldu kim Hakk'ı gördüm,
Korkum onu buluncaydı, korkudan kurtuldum.

Yunus kim öldürür seni, veren alır yine cânı,
Bu canlara hükmedeni, kim olduğun bildim
-           Günümüz yazarları arasında Türkçe’yi en güzel kimler kullanıyor?
-           Şiirleri, hikâye, roman, deneme ve incelemeleri ile Ahmed Hamdi Tanpınar, bence Modern Türk Edebiyatı’nın en büyük ismi. Engin kültürüne büyük saygı duyuyorum. Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Necip Fazıl, Fazıl Hüsnü, İlhan Berk, Gülten Akın, en sevdiğim şairler... Yusuf Ziya Ortaç ve Cemil Meriç, Türkçe’nin virtiözleri... Türk şiirini çok seviyorum. Her gün onun sularında yıkanmak bana sonsuz mutluluklar veriyor... Ve hep Yunus’u hatırlıyorum: “Cümle şâir dost bahçesi bülbülü”.
Okul ve Meslek
-           Okul yaşamınız, öğrencilik yıllarınız nasıl geçti?
-           Sayın Özyiğit, nasıl geçiyor diye de sorabilirsiniz; çünkü bitmedi ki... Ben bütün hayatı bir okul olarak kabul ediyorum. Kendimi de o okulun ebedî öğrencisi... Her gün yeni şeyler öğ­renmek ne güzel... Hele o güzelliklerin paylaşılması yok mu! Efendim, okul hayatım başarılı bir şekilde geçti. Okul dışında da tüm kültür etkinliklerini izler, kitaplar, dergiler okur, sergilere, konserlere giderdim. Yani değişen bir şey yok. Hep aynı güzel­liklerin yaşanması ve paylaşılması... Hep renk, ışık ve şiir...
-           Mesleğinizi seviyor musunuz?
-           Çok seviyorum. Hayatı ve insanları daha iyi tanımamda mesleğimin çok faydası oldu. İşimi aşkla ve şevkle, bir ibâdet heyecanı içinde yapıyorum. İnsanların sorunları ile ilgili her gün önümüze gelen 50-60 dosya, bir sosyal laboratuar oluyor benim için. Onlar üzerinde düşünürken ve doğru karar vermeye çalışır­ken, insanı ve toplumu daha yakından tanımış oluyorum. Sora­rım size, insanı tanımak ve anlamaya çalışmak kadar hayatta heyecan verici ne olabilir?
Evlilik ve Mutluluk
-           Evlilikte mutluluğu nasıl düşünüyorsunuz?
-           Evlilik, kendilerinde başkasını mutlu edecek yetenekler geliştiren, biri erkek, biri dişi iki kişinin beraber yaşama ve ya­şamı paylaşma istek ve girişimleridir. Ben eşimle, karşılıklı sev­gi, saygı ve güvene dayalı böyle bir beraberliği gerçekleşti­rebildiğim için mutluyum. Ve biz, birlikteliğimizin ve yaşadığımız her anın tadını çıkarıyor, keyfini sürüyoruz...
-           Ne gibi meselâ?
-           Örneğin yemek yemek bizim için bir törendir. Sofrada araç ve gereç birbirine uyumlu bir şekilde, itina ile seçilmiştir. Ye­mekler estetik bir duygu ile özenle hazırlanmıştır. Hayatta basit ve önemsiz bir şey yoktur. En küçük hareketler bile hayatı yapar veya yıkar. Yemekten sonra kahvelerimizi keyifle içer, eşimle birlikte bulaşıkları yıkarız. Bulaşık yıkamakta inanılmaz bir gü­zellik bulurum. Eşim sabunlar, ben durularım. Güzelim porse­lenlerin, bardakların akan su altında çıkardıkları gıcırtı bana musiki gibi gelir. Bulaşık sırasında insan dinlenir ve sükûn bulur, temizlenir ve arınır.
-           Sayın Tandoğan, bunca birikimden sonra yazmayı dene­diniz mi?
-           Evet. İlkokuldan beri yazarım. Hem şiiri, hem düzyazıyı seviyorum. Çoğu müstear isimlerle birçok dergi ve gazetelerde yazı ve şiirlerim yayınlandı. Rainer Maria Rilke’nin hayatı ve sanatı hakkında bir kitabım çıktı. Yazma olayı da bana büyük bir mutluluk veriyor. Yazmanın insana büyük faydalar sağladığına inanıyorum. Oscar Wilde “Ben yazarken düşünürüm” dermiş.
-           Kitabınızla ilgili hoş bir anınız vardı hani...
-           Ha evet, Rainer Maria Rilke’nin hayatını ve san’atını anla­tan kitabım çıktığında, bunu görenlerden biri “Hadi, iyisin gene Sabri Bey, Maria’larla işin iş” diyerek güya bana takıldı, ünlü şairi Rum dilberi sanarak...
-           Ne cevap verdiniz?
-           Hiç... İkimiz de güldük, ama farklı şeylere...
Gönül Sohbetleri
-           Televizyondaki “Gönül Sohbetleri” nasıl başladı ve etkisi ne oldu?
-           Efendim, bir gün Danıştay’a televizyondan bir müdür bey geldi ve kendi bölümü için benimle bir program yapmak iste­diğini söyledi. Birden şaşırdım, nedenini sordum. “Ben ne za­man kitapçılara gitsem, sizi görürüm. Bu kadar çok okuyan biri­nin birikimi de vardır, diye düşündüm” dedi. Bir program yaptık, yayınlandı, büyük ilgi gördü. Sonra onu diğerleri izledi.
-           Yaşadığınız veya tanık olduğunuz olayları anlatmanız çok etkili oluyordu. Bir arkadaşınızı intihardan caydırma olayı vardı meselâ, nasıldı o?
-           Bir pazar günü öğle üzeri telefon çaldı. Açtım. Bir arkadaş bozuk bir sesle “Sabriciğim, şu anda büyük bir bunalım içinde­yim, intihar etmek üzereyim. Bana bir şeyler söyleyebilir misin?” diye konuştu. Büyük bir sorumluluk duygusu ile irkildim. Kar­şımda canına kıyabilecek bir arkadaş var. Son bir gayretle ben­den medet umuyor. Bir şey demeliyim, ama ne? Gönlümü ve aklımı açıp Allah’a yöneldim, iyice konsantre oldum ve sanki buyruk verircesine şunları söyledim: “Bak kardeşim, söyledik­lerimi iyi dinle ve aynen uygula. Hemen banyoya git ve yıkan. Sonra tertemiz giyin. Dışarı çık, bir eczaneye uğra, bir şişe he­diyelik kolonya al. En yakın adresteki bir hastaneye git. Yet­kililere sor ve hiç ziyaretçisi olmayan bir hastayı ziyaret ederek onun gönlünü yap. Akşam eve geldiğinde yine beni ara”. Arka­daşım söylenilenleri harfi harfine uyguluyor. Hiç ziyaretçisi ol­mayan bir hasta kadın, arkadaşımın onu yoklamaya geldiğini görünce yüzü aydınlanıyor, içi sevinçle doluyor. Bir saat konu­şup sohbet ediyorlar. Arkadaşımın içindeki sıkıntı bulutları ta­mamen dağılıyor, gönlü hafifliyor, tatlı bir huzurla doluyor. Ziya­ret saati dolduğunda, ayrılırken hasta kadına “Haftaya yine gel­memi ister misiniz?” diye soruyor. Ve hasta kadın insanın gö­zünü yaşartan şu cevabı veriyor: “Tabii ki gelmenizi isterim. Ama benim gibi hiç ziyaretçisi olmayan bir başka hastaya giderseniz, daha da memnun olurum...” Sabri Bey’in arkadaşı akşam eve geldiğinde, kendisini arıyor ve “Sabriciğim, dedik­lerini yaptım. Sanki Tanrısal bir el, içimdeki sıkıntıyı çekti aldı. Çok teşekkür ederim” diyor.
Bu ve benzeri yaşanmış olaylar, elbet ki, insanları etkiliyor, gönül tellerini titreştiriyor ve onlarda daha iyi olma isteğini uyandırıyor. Bu sayede Türkiye’nin her yerinden, değişik kesim­lerden insanlarla mektupla, telefonla tanıştım. Birçok eve sohbet için çağırıldım. Ve pek çok dost kazandım. Bana göre gönül sohbeti, insanın içinde zaten varolan güzellikleri ortaya çıkaran bir ortam hazırlamaktadır. Bir dalgıç gibi bizi kendi içimize dal­dırıyorsa, kendi gönlümüzden bize inciler çıkartıyorsa, ona gö­nül sohbeti denir. İnancın ve düşüncenin, kültür ve sanatın, bü­tün bir ömrün birikiminin edep, zarafet ve incelikle çiçeklendiği bir güzelliktir gönül sohbeti...
Sabri Bey’le hiç bitmeyecek olan sohbetlerimizden biri bura­da bitiyor. Tekrar buluşmak üzere ayrılıyoruz. Gece karanlık örtüsünü üzerimize örtüyor. Yıldızlar uyanık bir dikkatle bizi izli­yor. Biz uyuyorken geceleri, O, Orhan Veli gibi, bir avuç uyanık insanla birlikte gökyüzünü boyuyor. Ve sabah olduğunda, uya­nıp bakıyoruz ki, mavi!..


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar