Print Friendly and PDF

Şarkı Dinlemeli



İsmail Hakkı Bursevi , Kitâbü’l Hucceti’l-Bâliğa’da:
Âşıkları burada tegannîden men eden nasipsizlerin cennette sidretü’lmüntehâdan ortaya çıkacak güzel sesten sağır, ruha haz veren bu sesten nasipsiz kalacaklarını, çünkü dünyada oluşmayan kemalin âhirette de meydana çıkmayacağını ifade eder. [93a]

Irlama


"Ir, sihirli şarkı anlamına gelen bir kelimedir. Irlamak:, hem şarkı söylemek hem de büyülemek anlamına gelmektedir"

Kendi Sesine Bir Ah

Ne zaman belli bir pasaj ya da "yapılan müzikal bir hareket" onu heyecanlandırsa, "herhangi bir sammi'nin yapacağı gibi o da, Ya şeyha miş kidha! yani "Ya Şeyhe (kadın şeyh), öyle değil mi?", Deh gani "Harika!" ve Ey deh? "Nedir bu ! " gibi nidalar atarmış (Fuad 1 976: s. 233).

Çok sayıda Ümmü Gülsüm şarkısı­ nın güftesini yazmış olan tanınmış şair Ahmed Rami'nin şöyle dediği anlatılır: Ümmü Gülsüm kendi sesine öylesine tutkun ve sanatına o kadar iişıktır ki, bir ezgiyi söylerken yüksek bir düzeye ulaştığında, kendi sesinin yarattığı esrimeyle (tatrab min savtiha) göğsünden dinleyicilerin duymayacağı kadar yumuşak bir "Ah!" sesi çıkar. Şeyh Ebulula [Muhammed] bana "Şarkı söylemek bu kızın kanında var (bitganni bi-demme-ha). . . inanabiliyor musun, kendisine 'Ah!' çekiyor?" derdi (Aktaran, Fuad 1976: s. 368


Nidâ-i Ah

Çok yaygın olan “Ah!” nidası, büyük bir ıstırap, şaşkınlık, hayret ya da hazzı yansıtabilir. Birçok eski kayıtta bu ifadenin bazen “Ah! Ah!” diye tekrar edildiği ya da “Ah ya rûhi” şeklinde diğer nidalarla birleştirildiği duyulur.
Örneğin “Ah ya Ümmü Gülsüm!” ifadesinde olduğu gibi, ardından icracının adı da gelebilir. Sık duyulan başka bir ifade de Allah'tır ve görünüşe göre kullanımının uzun bir tarihi vardır.
XIX. yüzyılın ilk yansında Edward Lane şöyle yazar: "Mısır'ın yerlileri müzisyenlerinin vokal ya da enstrümantal icralarıyla genellikle kendilerinden geçerler: 'Allah!', 'Allah sizden razı olsun! 'Allah sesinizi korusun! ' ve benzeri nidalarla beğenilerini sık sık ifade ederler"
 Hayret, hayranlık ve bir fikir ya da duygudan çok etkilenme yananlamlarını da içerebilen bu ifade çoğu zaman art arda iki ya da daha fazla kez tekrarlanır ve sonuçta ortaya uzun olan ikinci "a"ların vurgulandığı “Allahallah!” gibi bir nida çıkar. Aynı zamanda, makamın saltanasının iyice etkisi altına giren dinleyiciler bu ya da benzer bir nidayı, tam da icracının son cümlesini bitirdiği perdeden tonlayarak söyleyebilirler. Aynca, sammi'a ezanın başlangıç cümlesi olan ve halk dilinde derin duyguların ya da insanı ruhen etkileyen deneyimlerin etkisi altında olma halini ifade edebilen Allahu ekber, yani "Allah büyüktür" ifadesini de kullanabilmektedir. Yine dinleyicilerin hayretini ifade eden, fakat dini ya da ruhani yananlamları, tabi eğer varsa, daha dolaylı olan başka nidalarla da karşılaşırız. Bunlardan bazıları, tam çevirisi "Ey huzur!" olan ve kabaca "Ne muhteşem! " anlamına gelen “Ya selam!”, "Ne hoşsun!" anlamına gelen Ya halavtek! ve Ya ruhi!, yani "Ruhum! " nidalarıdır.
Tasavvuf geleneğinde farklı ruhani etkilere sahip olan ruh, yaygın kullanımda, kişinin canı ya da çocuğu gibi en kıymetli şeyleri simgeler. Ki bazı eski kayıtlarda, "Evladım" anlamına gelen Ya veledi! nidası da işitilmektedir. Bu gruba giren diğer bir nida ise Ya ayni!, yani "Gözüm! "dür. Bir sevgi sözü olan bu nida halk dilinde, örneğin güzel bir görüntüden etkilenmiş olma duygusunu ifade eder. Diğer bir kategori ise sanatçıyı, dinleyicileri büyüleyen ve duygularına hükmeden otoriter bir figür olarak resmeder. Örneğin, icracıya Ya sîdî!, yani "Efendim! " ya da Ya sidna!, yani "Efendimiz! " diye hitap edilebilir. Bazen de, sanatsal otoriteye duygusal olarak boyun eğme fikri, "Evet!" anlamına gelen Ayvah! ya da "Evet, efendimiz" anlamına gelen Ayvah ya sidi! gibi ifadelerle daha da öne çı­ karılır. Sanatçıya icraya devam etmesi ya da belli bir cümleyi tekrar etmesi için yalvaran nidalar da vardır. Kamil el-Hulâi bu yüzyılın başlarında, genellikle dinleyicinin bir dizeyi ya da cümleyi tekrar dinlemek istediğini ifade eden ve yaygın olarak kullanılan Keman!, yani "Tekrar! " ifadesinden söz eder. B u istek bazen icracının adı eklenerek, örneğin, "Bir kere daha, ey Ümmü Gülsüm hanım" anlamına gelen Keman ya Sitt Ümmü Gülsüm! şeklinde, ya da vi'n-nebi keman!, yani "Peygamber hakkı için bir daha!" denerek daha ısrarlı bir şekilde seslendirilir. 

Tüm Evren İbadethane

Tüm evren ibadethanedir. Ebul Gazi'nin kendi döneminde sözünü ettiği, Cengiz Han'ın Buhara imamıyla ıptığı ünlü söyleşi, her türlü kutsal yapının varlığına karşı çıkmaktadır. İmam kendisine Mekke'den söz ettiğinde, hükümdar ona şöyle cevap verdiği söylenir: "Evrenin tamamı Tanrının evidir. Orada olmak için özel bir yeri belirlemeye ne gerek var?"
[Jean Paul Roux, Türklerin ve Moğolların Eski Dini, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2001, s. 243]

Cennet Hep Vardı

Cennetle ilgili olarak ilk yazılı kaynaklara M.Ö 2000’lere ait Sümerler’de rastlanılmaktadır. Sümerler’de saf, parlak, temiz ve ölümün olmadığı, mutlu insanlar ülkesi, yaşayanların ülkesi anlamında Dilmun kelimesi cennet kavramı yerine kullanılmaktadır. Buna göre Sümerler Dilmun’u betimlerken her şeyin emniyet içinde olduğu, hiçbir haksızlık ve adaletsizliğin olmadığı, kurtların kuzuları kapmadığı, oğlakların yabani köpekler tarafından saldırıya uğramadığı, ağrıların ve sıkıntıların olmadığı, ihtiyarların ihtiyarlıklarından şikayet etmedikleri, rahiplerin ağlamadığı, şarkıcıların ağıt yakmadığı, ırmak kenarında tanrıların dolaştığı, bol su, çayır ve meyve yüklü ağaçların olduğu, güneşin doğduğu yere doğru uzanan, İran’ın güney batısında yer alan estetik olarak en güzel ve en mükemmel bir yer tarifi yapmışlardır. 
Eski Mısırlılar ise, ister kral isterse halktan olsun, her insanın ölümden sonra dünyada yaptıklarından mutlaka hesaba çekileceğine, kişi öldükten sonra Tanrı Oziris’in başkanlığında bir mahkeme kurulacağına, ölen kişilerin bu mahkemede yargılanacağına, dünyadaki yaşamında iyi ve erdemli yaşamışsa, bu yargılamanın sonucunda “Aru” denilen cennetle mükafatlandırılacağına inanılmaktaydı. Ayrıca onlara göre ebedi mutluluğu kazananlar ya gökte güneş tanrısı Rey’e veya Osiris’e kavuşurlar ya da yıldız olurlar. 
Eski İranlıların dini olan Zerdüştlüğe göre, kişinin öldükten sonra ruhu dördüncü gün Ahura Mazdah’ın huzurunda muhakeme edilir. Bu muhakemenin sonunda kişi, eğer dünyadayken Ahura Mazdah’a inanıp iyi bir hayat yaşamışsa, Sinvat denilen köprüden kolayca geçerek “övgü evi”, “şarkı evi” ve “ölümsüzlük yurdu” denilen cennete gidecek; aksi durumda ise, Sinvat köprüsünden geçemeyip köprünün altında estetik olarak en iğrenç, en kötü, kızgın, eritilmiş maden ve ateş çukurunun bulunduğu yere düşeceğine, cehennemde üç gün kaldıktan sonra bütün varlıkların ateş ırmağından geçeceğine, ateşin şeytanlarla bütünleşenler hariç herkesi temizleyeceğine ve sonuçta da Ahura Mazdah’ın ülkesi olan cennete gideceğine inanılmaktaydı. 
Eski Hint dinlerinde ise, ölen kişinin ruhunun öteki alemde günahları yakan ancak iyilerin geçmesine izin veren iki ateşin arasından geçileceğine inanılmaktaydı. Bu iki ateş arasında yanmadan geçen ruhun önünde iki yol vardır. Birinci yol Brahma’ya, diğeri ise dünyada yapmış olduğu iyiliklerin karşılığını almak üzere estetik olarak en mükemmel güzelliklerin yaşandığı Nandana adındaki gökyüzü cennetine gider. Brahma’ya giden ruh orada ebedi olarak kalır. Nandana’ya giden ise dünyada yaptığı güzellik ve iyilikler oranında orada bir müddet kalır. Bu cennet estetik olarak en güzel şekilde betimlenir.
Buna göre bu cennette hastalık, ölüm, sakatlık vb. insani kusurların hiç birisi yoktur. İnsan bu eksiklerden tamamen uzak olup en mükemmel bir şekilde olacaktır. Bununla beraber orada; insanlar için mükemmel arzu ve haz veren süt, bal, şarap nehirleri, çok çeşitli meyveler, renk olarak en güzel, en parlak ağaçlar, müzik ve eğlenceler, daha önce ölmüş olan anne, baba, çocuk, bütün sevdiklerimiz ve bütün istenilen her şey vardır. Dünyada iyi ve erdemli yaşayanlar bu iyilikleri oranında tanrılarla birlikte gökte bulunan bu cennette kısa ve uzun bir süre kalabilecek, daha sonra yeniden bir bedende dünyaya geleceklerdir.
Budizmde ise, benzer şekilde iyi kişiler öldüklerinde derecelerine göre semavi cennetlerin birinde tanrılarla birlikte olup eğlenirler. Bu mutluluk cennetinde ebedi kalınabilir. Hint düşüncesinde olduğu gibi bu cennette kalmak dünyada yapılan iş ve eylemlerin niteliği oranında uzun ya da kısa olabilir. Yine Budizm’de, semavi cennetin dışında Meru dağının tepesinde olduğuna inanılan başka bir cennetten de söz edilir. “Sulchavati” adı verilen ve mutluluk ülkesi olan bu cennet, mücevherlerle süslenmiş, çeşitli ve güzel meyvelerle bezenmiş ağaçların, güzel ötüşlü kuşların, nehirlerin olduğu bir yer olarak betimlenmektedir.
Eski Yunan düşüncesinde ise, çok tanrılı bir inanç sistemi olup özellikle tanrıların ölümsüzlüğü düşüncesi hakimdi. Antikçağ düşüncesinde ölümden sonraki hayat için Hades kavramı kullanılmaktadır. Buna göre, kişi öldükten sonra ruhu Hades’e gider. Hades’de yargılanan ruhlar buraya girdikten sonra bir daha çıkamazlar. Yunan mitlerinde cennet Elysium veya Eleusis bahçesi olarak isimlendirilmektedir. Bu cennet yeryüzünde batı kenarında adalarda bulunur. Cennet halkı burada spor karşılaşmaları yapar, dama oynar, ata binerler. Burası rengarenk bir yerdir. Buraya iyiler girer ve sonsuza kadar yaşarlar.
Platon, tüm düşünce ve dinlerde olduğu gibi ölümden sonra bir hesap ve sonrasındaki cennet anlayışını zıtlık temelinde cehennemle birlikte ele alıp değerlendirmiştir. Platon’a göre ölüm, ruhun bedeni terk etmesi ile ruh beden ikiliğinin sona ermesi idi. Ona göre, ruh bedenden ayrıldıktan sonra Hades denilen ahiret yolculuğuna çıkar. Dolayısıyla ölüm, onda yeni bir hayata geçiştir. İnsanlar öldüğünde onların her birine tahsis edilen melekler onlara rehberlik etmeye başlayacak ve meleklerin götürdüğü yere varınca orada dünyadaki hayatlarında dindar ve erdemli olarak yaşayanlarla, bu şekilde yaşamayanlar kendilerini bir mahkemenin önünde bulacaklardır. Ne iyi ne de kötü yaşayanlar Akheron nehrine giderler. Orada teknelere binerler ve teknelerle göle giderler. Bu gölde kötü fiillerden arınıncaya kadar dururlar. Sonra yaptıklarının cezasını çekmiş olarak bağışlanırlar ve her biri hak ettiği ölçüde iyi davranışlarının mükafatlarını alırlar. Ancak işledikleri günahların büyüklüğüne göre ıslah edilmez bulunanlar -örneğin kutsal şeylere saygısızlık, cinayet vb. günah işleyenler- Tartarus denilen yere atılırlar. Bununla beraber büyük günah işleyenler, şayet bu hatalarını öfkeli ve kızgın durumda iken işlemişlerse, örneğin kızgın halde iken anne ve babalarına kötü davranmışlarsa, daha sonra burada pişmanlık duyanlar bir yıl boyunca Tartarus’da acı çekerler. Orada bir yıl acı çeken katilleri dalgalar, Kokytos’a, anne babaya karşı suçlu olanları ise, Pyriphlegeton yoluyla ileri doğru sürüklerler. Bu şekilde Akherosiyon gölüne götürürler. Orada öldürülmüş ve kendilerine kötülük yapılmış olanlarla helalleşme istenir. Eğer oraya götürülenlerin yalvarmaları karşılık bulur ve bağışlanırlarsa ileri geçerek sıkıntıdan kurtulurlar. Eğer bağışlanıp affedilmezlerse Tartarus’a geri götürülürler. Kötülük yaptığı kişi affedinceye kadar bu işlem devam eder. Hayatlarında daima saf dindarlık ve iyilik içinde geçirenler bu dünyevi hapishaneden kurtulmanın sevinç ve coşkusuyla temiz evlerine, gerçek yurtlarına, tarifi mümkün olmayan, anlatmaya zamanın yetmeyeceği güzellikteki büyük köşklerde sonsuzca yaşamaya giderler.
Benzer bir şekilde ahiretle ilgili düşüncelerini Platon bu gün “ölüm eşiği deneyimi” de denilen “Armies oğlu Er” hikayesiyle örneklendirmektedir. Buna göre, bir savaşta öldüğü zannedilen ve on beş gün boyunca savaş meydanında bırakılan er, sonrasında hayata dönüp yaşadığı şeyleri anlatır. Onun anlattığına göre ölümden sonra uzun bir yolda ilerleyen ruhlar, dört kapısı olan güzel bir yere varırlar. Bu kapıların ortasında oturan yargıçlar doğrulara kararlarını önlerine asıp göğe çıkan sağdaki yolu göstermektedirler. Dünya yaşamlarında erdemli bir hayat sürmeyen eğrileri ise, kararlarını bir yazıyla arkalarına asıp soldan aşağı inen yola gönderiyorlarmış. Bunların yanı sıra o, bazıları gökteki, bazıları yerdeki kapılardan çıkıp giden ruhlar görmüş. Yeraltından gelenler toz toprak içinde azap görmenin izleri ile, gökten gelenler ise pırıl pırıl mutluluk içinde geliyorlarmış. Hepsi bir bayram sevinci içinde bir çayırlıkta toplanıyorlarmış. Herkes başından geçenleri birbirine anlatıyormuş. Yerden gelenler göktekilerin, gökten gelenler yerdekilerin halini soruyormuşlar. Gökten gelenler, göklerin doyulmaz iyiliklerinden, benzersiz güzelliklerinden anlatırken, yeraltından gelenler çektikleri eziyetlerden, azaplardan söz ediyorlarmış. Kötüler cezalarını on kat fazla ödüyorlarmış ve cezaların her biri yüz yıl sürüyormuş. Orada insan ömrü on kat fazla imiş. İnsanlara iyilik etmiş, doğruluktan yılmamış olanların aldıkları karşılıkta aynı ölçüde çoğalıp güzelleşiyormuş.
 Platon bu şekilde, “Armies oğlu Er” hikayesi ile ölümden sonra Hades denilen ahiret hayatından bahsettikten sonra cennetin güzelliğini, dünyadaki güzelliklerle karşılaştırarak betimlemeye çalışır. Ona göre cennet, dünya gibi yuvarlak, ressamların kullandığı renkler gibi renklidir; ancak cennetin renkleri daha parlak ve daha saf renklerden oluşmaktadır. Cenneti süsleyen renkler bizim gördüğümüz renklerden daha çok ve daha güzeldir. Orada bütün taşlar daha değerli ve daha güzeldirler. O, bütün bu süslerden başka altın, gümüş ve bu türlü bir çok şeylerle süslüdür. Orada görmediğimiz bir çok hayvan çeşidi vardır. Platon cennet betimlemesini yaparken, tamamen dünyadaki yaşamdan hareket eder ve cennetteki yaşamı dünyadaki güzelliklerin bir adım ötesi, daha güzeli ve daha mükemmeli olarak anlatır. Ona göre, orada insanlar bu dünyada olduğu gibi birazı deniz kıyılarında, bir kısmı iç kesimlerde, bir kısmı da adalarda yaşarlar. Platon’a göre su ve deniz dünyadakiler için ne ise, cennettekiler için de aynıdır. Oranın iklimi de estetik olarak en güzel olan iklimdir ve orada iklim o kadar güzeldir ki, o kadar yumuşaktır ki, orada yaşayanlar hastalık bilmezler ve bu dünyadaki insanlardan daha çok yaşarlar. Hava saflık bakımından sudan, aiter havadan nasıl daha üstünse, onlar da bizi görmekte, duymakta ve düşünmekte bunun gibi bizden daha üstündürler. … öncelikle görünüşünden bahsedeyim. Ona yukarıdan bakabilirsen, gerçek dünya on iki parça deri ile kaplanmış toplara benzer - değişik renklerde parçalara ayrılmıştır ve dünyadaki ressamların kullandıkları renkler bu renklerden sadece birkaçıdır. Orada bütün dünyanın böyle renklerle kaplı olduğu söylenir- ve bunlar çok daha parlak çok daha arıdır. Bir parça büyüleyici güzellikte olan mor ve bir diğer parça altın renginde, bir başkası ise tebeşirden ya da kardan çok daha beyazdır.
 Bizim için değerli olan yakut, zümrüt, yeşim gibi taşlar aslında oradakilerin parçalarıdır; oradakilerin tümü bunlar gibi ve hatta daha güzeldirler. Bu güzelliklerin nedeni, bizimkilerde olduğu gibi hayvan ve bitkilerin neden olduğu çürüme, hastalık, kirli sıvılar tarafından aşındırılmamış ve lekelenmemiş olmalarıdır.
Yahudilik’de daha çok cennetle ilgili tasvirler Talmut’da geçer. Talmut’a göre cennet bu dünyaya benzemez. Bu dünyada olduğu gibi yeme, içme, cinsel ilişki vb. hazlar orada yoktur. İyi iş ve eylemlerde bulunanlar orada başlarına bir taç olarak ilahi huzurun ihtişamını seyredecekleri ve yiyeceklerin bu şekilde manevi olacağı ifade edilir. Aden cennetinin yakuttan iki kapısı vardır. Buraya giden herkese kendi iyilikleri nispetinde bir oda verilir. Süt, şarap, bal ve belsem olarak akan dört nehir vardır. Her odanın üzerinde bir altın asma, inci ve mücevherden içerde bir masa vardır. Her salih kişiyede altmış hizmetçi vardır. Her köşesinde seksen bin çeşit ağaç vardır. En az değerli olanı bile bu dünyadaki bütün güzel kokulu bitkilerden daha güzel ve daha narindir. Her köşesinde altmış bin melek güzel şarkılar ve nağmeler söyler.
Yahudi düşüncesinde gelecek hayatla ilgili düşünceler tam olarak bir sistematiğe kavuşmamıştır. Bu nedenle dünyanın sonuna doğru gerçekleşecek olan Mesih’i dönem ile gelecek dünya bazan birbirinden ayrılmış, bazen de bir birine karıştırılmıştır. Bu nedenle iyilerin cennete, kötülerin cehenneme girmeleri bazılarına göre yeniden diriliş ve son mahkemenin ardından olacaktır. Bazılarına göre ise, hemen ölüm sonrasında olacaktır. Buna göre Mesih’i krallığın başkenti Kudüs olacak ve iyiler bu yeryüzü cennetinde ebedi yaşayacaktır. Yahudilik’de Mesih’i krallıkta iyi kimselerin kalacağı bu yer, Eden Bahçesi ve kutsal şehir Kudüs’le ilgili tasvirler birleştirilip Kur'an’da yer alan cennet tasvirleri gibi bir anlayış ortaya çıkmıştır.

  


Şiir/ Ahmed el-‘İnâyâtî

قلبي على قَدِّك الممشوقِ بالهيَفِ ... طيرٌ على الغصن أم همْزٌ على الألفِ
وهل سُوَيْداه أم خَالٌ بخدَّك أم ... خُويدِمٌ أسودٌ في الرَّوضةِ الأُنُفِ
وهذه غُرَّوٌ في طُرَّةٍ طلعتْ ... أم بدرُ تِمٍّ بدَا في ظُلمةِ السُّدَفِ
تخْفى النجومُ بنورِ البدر وهو بنُو ... ر الشمس وهْيَ بنُور منك غيرُ خَفِي
يطير قلبي إلى ألحاظِهِ شَغَفاً ... فاعْجَبْ له كيف يرْمى السَّهْمَ بالهدفِ

“Fidan gibi selvi boyuna vurulan kalbim dala konan bir kuş mu, yoksa elifin üstündeki hemze mi?
Yoksa kalbin en derin noktası mı o, yoksa yanağındaki bir ben mi, yoksa muhteşem bir bahçedeki siyah bir hizmetçi mi o?
Bu perçemde parıldayan beyazlık mı, yoksa zifiri karanlıkta ortaya çıkan dolunay mı o?
Yıldızlar ayın ışığıyla gizlenir, o ise güneşin ışığıyla ve senden aldığı ışıkla kaybolmaz.
Kalbim büyük bir aşkla gözlerine doğru uçmakta, bak ona, nasıl da hedefi vuruyor okla!”
Ahmed el-‘İnâyâtî
**
إن المحب عناؤه لا يبرح ... في القرب والأبعاد فهو مبرح
القلب بالشوق الشديد مجرح ... والطرف بالدمع المديد مقرح
وإلى متى هذا الهوان من الهوى ... والله أن الموت منه أروح
قد كان جرح الصد منك نكاية ... فأتى فراق بالذي هو أجرح
ما أنت إلا الروح أن حجبت فما ... للجسم غير الروح شيء يصلح
“Sevenin ızdırabı ister yakında olsun ister uzakta olsun bitmez. Zira o kırgındır.
Şiddetli bir özlemle kavrulan yaralı bir kalp, dinmeyen gözyaşlarıyla eriyen bir göz!
Sevgiden dolayı bu alçalma daha nereye kadar, Allah'a yemin olsun ki ölümü yeğlemek bundan iyidir!
Kuşku yok ki, senden yüz çevirmek yaralamıştı, ama daha acı olanı ise ayrılık oldu.
Ruhumsun sen, bu ruh ayrılırsa bedenden, ondan başka ayakta tutacak bir şey kalmaz cesetten.”
Ahmed el-‘İnâyâtî
**

“Aşkın şahitleri gizlenmez ve geride kalmaz özlemin ışıltısı.
Ey âşık olduğunu iddia eden kimse! Eriyip gitmekte olan vücudunla gözyaşlarından oluşan tanıkların nerede?
Nerede özlem? Nerede acı? Vefasıza vefa yok mu?
Aşkı ancak aşkla sınanan bilir.”
Ahmed el-‘İnâyâtî
**
“Aşk dışında her türlü zulme boyun eğeni kınıyorum. Nice âşıklar vardır ki hakarete maruz kaldıkları halde ona rıza göstermişlerdir.
Beni incitse de sevgilime olan aşkım devam ediyor, dostuma olan sadakatimi de muhafaza ediyorum uzakta olsa da.
Dağınıklığımı onunla gideriyorum, âlicenap kimselerin en hayırlısının ahlâkıyla buluşmaktayım.
Bana ilmini ve yardımını esirgememekte, karşımda sanki İbn Kureyb ve elMühelleb'i görüyorum.
Suçunu itiraf edenin deliliyle sitem ettim sana, sitem edene bağışlanması ko şuluyla cevap ver.
Öç alsan da affetsen de güzel ahlâklı biri olarak bağışlamanın daha doğru olduğunu görürsün.”
Ahmed el-‘İnâyâtî
**
“Ölümün kendisini onunla süslediği fazilet gerdanlığının nasıl yok olup gittiğini görmüyor musun?
Zamanın kendisini belâlara duçar kıldığını ve mağrur durumda olan her şeyi yıktığını görüyorum ben.
Gözlerim gözlerini gözyaşıyla sevindirdi. Şakıyan güvercin büyük bir tasayla dövünüp durdu.
Kaybetti seni Şam çağının yegânesi, onun gibisini doğurmakta aciz kaldı geceler.
O fazileti hakkında hiç kimsenin ihtilâfa düşmediği kimseydi, bütün ilimlerde yegâne biriydi.
Yüce şeylerdi hedefi, hatıran daima aramızda yaşayacak, bize rağmen bizden ayrılsan da.
Kabrin yağmur için hâlâ bir mescittir. Orada rükûa varıp secde ederler.”
Ahmed el-‘İnâyâtî
**
“İnsanın (yüz yüze geleceği nice) sıkıntılar (zorluklar) içinde yaratıldığı sözü (ayeti) kulağıma çalındığı andan itibaren acı içindeyim.
Farklıdır insanların bu dünyada gayeleri, tıpkı onları ölüme götüren yolların farklılığı gibi.
Âdem’den itibaren say, nice kimseler vardır ki malları ve zenginlikleri kendilerine bir yarar sağlamayıp yok olup gittiler.
Hasretim sana Ebû Bekir, şayet Ramazan hilâli gizlenirse insanlar sayıma ihtiyaç duyarlar.
Hasretim sana Ebû Bekir, senden sonrakiler ortaya çıkardığın takvime gereksinim duyacaklar.
Yıldızların gözleri kaybolurcasına sana ağlıyorlar, Mars'ın gözü de iltihaptan kızardı.
Şayet güneş bağımsız hareket edebilseydi, senden sonra yok olur ve bir daha da kimsenin üzerine doğmazdı.”
Ahmed el-‘İnâyâtî
**
“Ya Rabbi! Ayrılık zincirinden kurtar beni ve benim kavuşmama yardım et ey efendim!
Irak'a giden bir âşıktan başka Hicaz'daki Mina yolcuları orayı hatırlayıp zikretmediler, övgüde bulunmadılar.
Keşke ayrılık günü de âşık olup sevgiyi tatsaydı da, ayrılık günü çektiğim acıyı anlasaydı.”
Ahmed el-‘İnâyâtî

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar