SEMBOLİK TERÖR
(Günümüzü daha iyi anlamak için okunması gereken kitaptan bölümler)
İNSAN SEMBOLİK BİR
VARLIKTIR.
İnsani ve toplumsal
dünya bir anlamlar dünyasıdır ve semboller bu anlamlar dünyasının hammaddesini
oluşturur.
İnsan
bir anlamlar ve semboller evreninde yaşar. Bu anlamlar ve semboller düzeni bulunmadığında, hayat kaotik ve
karanlıktır ve dolayısıyla imkânsızdır.
En
gelişmiş ve karmaşık sembolik sistem dil sistemidir; bayrak, vatan, kara, ak,
alışılageldik sembollerdir.
Her
sembol, bir sembolik çağrışımlar sesine sahiptir.
Mesela kara negatif
bir anlama sahiptir. Talihsizlik, kötü kader anlamlarına gelebilir. Semboller düzeni çöktüğünde toplum da çöker. Toplum
sembollerle mümkündür. Semboller
düzeni yıkıldığında, insani ilişkiler imkânsız hale gelir, çünkü sembollerin
bulunmadığı bir dünyada iletişim imkânsızdır.
Sembolik dünyanın
dışı yoktur.
İnsanlar bir
semboller dünyasını reddettiğinde, sembollerin ve anlamların bulunduğu bir
boşluğa girmez; aksine bir semboller evreninden çıkarak başka bir semboller
evrenine girer.
Bu sembolik
sistemler, pagan, dini, seküler sistemler olabilir.
Sembollerin
bulunmadığı insani ve toplumsal dünya yoktur. Eninde sonunda herkesin
sembolü/leri vardır. Bir sembolü reddetmek,
mantığın gereği bir başka sembole davetiye çıkarmaktır.
Sembollere
saldırı, hayatın anlamına saldırıdır.
Hayatın anlamına saldırı, insanın ve
toplumun iç dünyasına ya da ruhuna saldırıdır.
Bu tür saldın, tarihin bugüne kadar tanık olabildiği
en şiddetli baskı türüdür. Sembolik saldırı, sembolik despotizmdir.
İnsanlann kutsallarına saldırı, o insanların
kendilerine, o insanların vicdanlarına, iç dünyalarına ve kalplerine
saldrıdır.
En katmerli işkence sembolik işkencedir, çünkü
içimizi kanatır. “El yaresi geçer, dil (gönül) yaresi geçmez”.
ŞİDDET, 20. YÜZYILIN VERİLERİYLE
beden ve mülkiyet üzerine güç kullanarak zarar verme şeklinde tanımlanırken,
bugün artık psikolojik öğeleri de içine alan bir sosyal olgu olarak tarif
edilmekte. Psikolojik öğelerin dâhil edilmesiyle, şiddetin aygıtları da
değişime uğradı. Bunun en bariz göstergesi, sıcak savaş ve soğuk savaş
arasındaki ayırımda görünüyor: Taşlı,
sopalı, silahlı şiddet gösterimi yerine, şiddet güç ve otorite (ihlal etme,
zarar verme) kullanımlarıyla diplomatik, askeri, ekonomik ve kültürel alanlarda
yaygınlaşmaya başladı. Şiddetin değişen görüntüsü yanında, muhtevasına ilişkin yönü; güç
kullanımı ve zarar verme eylemleri sabit kaldı.
Şiddetin
görüntüsünün değişimi, uygulama alanlarını da değiştirdi Kitleleri tehdit eden
şiddet, bireyleri doğrudan etkileyen bir özelliğe büründü. Kitlesel yönü ve
bireysel yönü ile şiddet kamuya açık ve temsil edilir bir hale geldi. Bu
temsilin en somut şekli, medyalarla ortaya çıktı. Medyaya yansıyan haliyle
şiddet, 20. yüzyılın şahit olduğu şiddetten ayrı olarak ‘anlık’ bir şiddet
değil, ‘sürekliliği’ olan bir şiddettir; artık alışkın olduğumuz, hayatımızın
bir parçası olan şiddettir. Her
şeyin normalleştirdiği bir dünyanın verisidir şiddet. Şiddetin normalliği, gündelik
hayatın bir parçası oluşunu teyid ettiren bir anlayışın ürünüdür. Burada bireysel mahremiyetler
ortadan kalkar; dövülen, tartaklanan, tecavüze uğrayan, yaralanan, kanrevan
içinde kalan insanlar dakika başına gözler önüne getirilir. Şiddet, sıradan
bir hale gelir. Artık ölülerin arkasından Fatiha okunmaz. Sadece ah-u vah
etmekle geçiştirilen bir dünyevi form benimsenir.
Direksiyonu
başında can çekişen insanın, ölüme yakın her bir saniyesini göstermeyi, başarı
telakki etmiş bir habercilik anlayışıyla, bir ölünün mahremiyetini ifşa etmekle
gurur duyan medyalarla karşı karşıyayız. Çocuklarının gözleri önünde cesedi
hakkında soru sorulan bir kadının sebebi belli olmayan ölümünün dramı ile
içiçeyiz.
Üstelik
kimin suçlu, kimin suçsuz olduğunu da bilmiyoruz. Kolektif bilincimizin her an
yara aldığı bir dünyayı teneffüs ediyoruz. Bir film seyrediyor ya da bir roman
okuyoruz: Filmin ve romanın sonunda iyilerin mükafatlandınlmasını, kötülerin
cezalandırılmasını bekliyoruz. Böyle
olmadığı hallerde, kolektif bilincimiz rahatlamıyor, kendimizi iyi hissetmiyoruz. Bu hayali anlatılarda hakkın yerini bulmasını
istiyoruz: Mazlumun
itirafı, kölenin azadı, kayıpların bulunması, kaçakların adalete teslimi,
yasaların işlerliğine şahit olmak istiyoruz.
Lâkin medya anlatılarında bu tür sonuçları bulmamız mümkün değil.
Sokakta
gördüğümüz şiddetin vahametine, medyalarda temsil edilen şiddet olaylarında
tanıklık edemiyoruz. Hollywood
filmlerine taş çıkartırcasına şiddeti seyrediyoruz. Bir ölünün mahremiyetini fütursuzca, yerle bir ederek
sunan medyalara herhangi bir etik kuralın varlığını hatırlatacak mercilere
diyoruz ki; ölülere/ölülerin mahremiyetine saygı lütfen. Yaşamın kaç
senesini saçının telini örtünerek geçiren, çıplaklığı, kültüründe, örtünme ile
ikame eden bir kültürün, insanların ölümlerine ilişkin tasavvurlarının medya
ile ihlâl edilmesine bir çare lütfen
Kaynakça
Edibe SÖZEN, Medyatik Hafıza, İstanbul, 1997, sh.112-115
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar