Print Friendly and PDF

SİVİL İTAATSİZLİK



İlim ve Sanat Dergisi, s: 35, 1993.
Kısa Biyografi
Henry David Thoreau 1817’de, Massachusetts, Concord’da doğdu. 16 yaşında Harvard’a gitti. Grekçe, Latince ve İngilizce kla­siklerine meraklı bir talebe idi. Mezun olduktan sonra, bir müddet öğretmenlik yaptı; fakat kısa bir süre sonra vazgeçip, yazarlığa baş­ladı. 1841 Nisanından 1843 Mayısına kadar Ralph Waldo Emerson’un evinde yaşadı. Emerson’a her türlü işte yardımcı olan bir hizmetkâr olarak hizmet ediyordu; ancak, münasebetleri, aynı za­manda, bir usta çırak münasebeti idi. Eserlerinden anlaşıldığına gö­re, Thoreau, hocası Emerson’a göre, Şark klasiklerini daha iyi tanı­maktadır. 1845’te, bir insan ne kadar az çalışırsa, kendisi ve içinde yaşadığı cemiyet bakımından o kadar hayırlı olacağına inandığı için, meşhur “temel hayat” tecrübesine başladı: Yani, kendi inşa et­tiği bir kulübede, Walden gölünün kıyısında, iki yıl boyunca yalnız yaşadı. Orada, okuyup yazarak, hayvanlarla kuşlarla balıklarla ar­kadaşlık ederek, tabiatın yenilenişi ve mevsimlerin geçişi hakkındaki müşahedelerini yazarak ormandaki büyüleyici hayatı tasvir et­tiği, 1854’te basılan Walden isimli eseri için notlar tuttu. İnzivaya çekildiği ilk yıl içinde, erişkinlere mahsus vergi olan Kilise ve se­çim vergisini (poll tax) ödemeyi reddettiği için, tevkif edilip hapse­dildi. Her ne kadar Emerson ve diğer arkadaşları tarafından vergisi ödenerek hapisten ertesi gün çıkarıldı ise de, bu tecrübe onun, “Si­vil İtaatsizlik Görevine Dair” (On the Duty of Civil Disobedience) isimli eserini yazmasına sebep oldu. 1847’de Walden gölünden ay­rıldı. 1849’dan 1852’ye kadar çeşitli keşif gezileri yaptı ki bunlar daha sonra neşredilen Excursions, Maine Woods, A Yankee in Canada gibi kitaplarının materyali olmuştur. Bu arada Concord’da günlüklerini yazdı. 1862’de 45 yaşında öldü.[ Henry D. Thoreau, Walden and Civil Disobedience, New York 1960, s. 1]
Thoreau bir defasında kendini, “bir mistik, bir transcendalist ve bir tabiat filozofu (natural philosopher)” olarak tarif etmişti; her ne kadar bu tarif bir dereceye kadar onun eklektik düşüncesini ak­settiriyor ise de, onu yaşadığı zamanda ve bugün önemli yapan bir özelliğini de perdeliyor. Zira Thoreau bir anarşist ve devrimci idi ve yüksek seviyeli bir isyan (revolt) edebiyatı ortaya kovmuştu. Harvard’dan 1837’de mezun olduğunda, Dr. G. Ripley, Ralph W. Emer­son ve Üniversite rektörü imzaladıkları Şehadetnamede (diploma) onun dürüstlük ve yüksek ahlâkî vasıflarına şahâdet etmişlerdi. [“Thoreau” maddesi, The Encyclopedia of Philosophy, Edo by, P. Edwards, New York 1978, c. 8 s. 250.]
H. David Thoreau yaşadığı sırada sadece iki eserini bastırdı. A Week on the Concord and Merrimack Rivers (1849); baskı mas­rafını kendi sınırlı kazancı ile bizzat ödemişti. 1853’te, 1000 adet­lik baskıdan 700’ü hâlâ satılmamış olarak kitapçı raflarında duru­yordu. Kitabevi raflarım bu yükten kurtarmak isteyince, Thoreau kitaplarını evine taşımış ve günlüğüne şu ironik notu düşmüştü:
“Şu anda kütüphanemde 900 kadar kitap var ve 700 tanesini ben yazdım.”
1854’te yayıncılar istemeye istemeye de olsa Walden dan iki bin adet bastılar. Bu kitap da bir yankı uyandırmadı ve bir ka­zanç getirmedi. 184044 arasında, çoğunluğu Emerson’un editörlü­ğünü yaptığı The Dial dergisinde olmak üzere, şiirlerinden bir kıs­mını bastırabilmiştir. 1862’de ailesi ve dostları, kitaplarını kendisi öldükten sonrave notlarını bastırdılar. Böylece Thoreau’nun ede­bî kariyeri bir yankı uyandıramadan sona ermiş gibiydi. Kamuoyu, edebiyattaki asıl büyük tabiat yazarlarına nisbetle onu önemsiz ve ikinci sınıf bir tabiat yazan saymıştı. Fikirlerinin ise, bir kısmının R. Waldo Emerson’dan aktarma ve biraz da beceriksizce ifade edil­miş olduğu kanaati hâkimdi.
Ancak, Thoreau’nun kitabı Walden’m modern bir neşrine bir sonsöz (aftenvords) yazan Perry Miller’a göre; “And this man has now become a God in Modem Literatüre (Ve bu adam şimdi, modern edebiyatta bir Tanrı olmuştur)!” İngilizce’nin konuşulduğu her yerde, Thoreau 19. asrın büyük ve önemli seslerinden biri sayılır. 20. yüzyılda Hindistan’da, Japonya’da, Güney Afrika’da ve Ame­rika’da onun sesi gittikçe daha fazla titreşimle çınlamaktadır. Şim­di onun bahsedilen iki kitabına ilâveten, saygıyla toplanan diğer notlan Journal’ inin 14 kalın cildi, nihayet, bol bol basılıp yayınlanmaktadır. Artık, Thoreau hakkında pek çok yazılıp çizilmiştir; neredeyse ustası Emerson’u gölgede bıraktığı dahi söylenebilir.[ P. Miller, After Wards (Walden), s. 250.]
Perry Miller’in kanaatine göre, 1854’ün pastoral Ameri­ka’sında pek fazla etkili olmayan Walden, günümüzün insan haya­tını ve çevresini gittikçe daha fazla zehirleyen 20. yüzyıl hayatına, makinaların gürültüsü, lüks eşyalar, aletler, mass media çılgınlığı ortamında, bir fare yarışı (rat ace) gibi koşturup durduğumuz bu­günkü medeniyete, çok daha keskin bir kontrast teşkil ettiği için, bugünün okuyucularına cazip gelmektedir... Belki bugün memnun ettiği okuyucu sayısı kadar bir okuyucu kısmını da kızdırmaktadır. Ancak, mesele şu ki, eski ilgisizliğin aksine, bugün her iki kısım okuyucu da onun sesini dinlemek zorunda. Emerson bir keresinde, “Kim ki gerçek bir insandır, bir nonconformist (cemiyetin uygun bulduğu kurallar ile uzlaşmayan kimse) olmalıdır” demişti.[Ibid., s. 252.]
Thoreau’nun hiç uzlaşma kabul etmeyen sert “noncorformism”i, bugünkü medeniyetin dar kalıpları içinde, şehirlerin boğu­cu atmosferlerinde, bir türlü yürüyüp, açılmayan trafik sıkışıklığı içinde acayip bir kaplumbağa gibi kendisini arabasına sıkışıp kal­mış hisseden insanlara, bir ‘cennet düşü’ gibi câzip geliyor. Thoreau aslında 19. yüzyılın oldukça sevimli ve pastoral Amerika’sın­da, Concord isimli küçük bir kasabada yaşadığı hâlde, ikiyüzlülük ve materyalizmden ibaret olan “Amerikan Başarı Rüyası”na kar­şı çıkmıştı. Daha mesut bir çağda yaşadığı hâlde, medeniyetin şim­diki kadar zorlayıcı ve isyan ettirici olmayan ve o çağda çok net bir biçimde görünmeyen zircirlerine karşı nasıl mücadele ettiğini, hür­riyetini nasıl kazandığını anlattı Walden'da “Sadelik, sadelik ve basitlik! (Simplicity, simplicity and simplicity!)” diyordu. Bugünkü endüstriyel cemiyetin, insanı huzursuz eden, stres yapan şartlan içinde yaşayan insanlara, Walden gölünün kenarındaki kulübesinde oturan ve sadelik çağrısı yapan Thoreau’nun ortaya koyduğu imaj; binlerce insan için, “denizde bir yeşil ada, bir kayıp cennet” ve stresten kurtuluş sembolü olmuştur. Ve uykusuz geceler geçiren birçok insan bugün kendi kendilerine sessizce itiraf ediyorlar ki, “Çaresiz, sessiz ve ümitsiz bir hayatı yaşamaktan başka bir şey yapmıyorlar.”
Sivil İtaatsizlik olarak bilinen eseri Walden’ın sonuna ekle­yerek basmak artık âdet olmuştur. Gerçekten de, Thoreau’nun iki yıl boyunca, sadece basit ve zarurî ihtiyaçlarını karşılayarak ve okuyup yazarak, tabiat olayları karşısında düşüncelere dalarak, or­manda Walden gölünün kıyısındaki tek gözlü kulübesinde nasıl ya­şadığını anlattığı Walden isimli eserinin sonuna Sivil İtaatsizlik ek­lenmeyince bir şeyler eksik kalmış gibi görünmektedir. Hatırlamak gerekir ki, Sivil İtaatsizlik, cemiyetten uzakta, Walden gölünde, tek başına yaşadığı bir zamanda, Thoreau’yu vergi ödemediği için tev­kif etmeleri sebebi ile yazılmıştı (1846’da). Bunun içindir ki, bu eserdeki organize cemiyete karşı öfke, Thoreau’nun Walden gölün­de inzivaya çekilmesinin sebeplerini ve bu eseriyle vermek istediği mesajı aydınlatmaktadır. Thoreau, Walden’ı tekrar tekrar yazarken öfkesini gizleyip, yumuşatmış, sadece böyle bir hayat tecrübesinin neye benzer bir şey olduğunu anlatmıştır. Bugün pek çok Thoreau hayranı bile hâlâ, Walden isimli eseri bir ‘sosyal tenkit’ olmaktan çok, bir tabiat şiiri (idyl) olarak okumaktadır. Bu yüzden Walden’den sonra Sivil İtaatsizlikli okumak, bize Thoreau’nun gerçek motiflerini ve samimî fikirlerini daha iyi göstermektedir.[ Ibid., s. 252.]
Thoreau, “Sivil itaatsizlik”in ilk müsveddelerini 26 Ocak 1848’de Concord Lisesi’nde, bir manifesto olarak okudu. O za­manki adı, “Sivil Yönetime Karşı Koyma” (Resistance to Civil Go­vernment) idi. Yani eser, bir makale değil, aslında bir nutuk idi. Thoreau’nun Sivil İtaatsizlik isimli bu eseri, siyasî tarihte önemli bir rol oynamıştır.
Meşhur Rus yazarı ve reformcusu Leo Tolstoy’un bu eseri, başucu kitabı saydığı ve okunmasını hararetle tavsiye ettiği rivayet edilir. Her ne kadar Tolstoy öldüğü zaman terekesinde kitapları arasında Walden’a rastlanmamış ise de, pasif direniş fikrini popularize eden Tolstoy’un fikirleri ile Thoreau’nun bu eserinde­ki fikirleri ve prensipler birbirine çok benzemektedir. Aynı fikir ve prensipleri, Güney Afrika’da avukatlık yaptığı yıllarda (ki o sıra­larda Tolstoy ile de mektuplaşıyordu) Gandi’nin çok başarılı bir bi­çimde uyguladığı bilinmektedir. Mahatma Gandhi, Güney Afri­ka’da avukatlık yaptığı gençlik yıllarında tıpkı bugünkü gibi o za­man da, Hintli göçmen işçiler ve zencilere hayatı zindan eden Gü­ney Afrika hükümetine karşı enteresan bir pasif direniş hareketini uygulamaya koymuştu. Güney Afrika hükümeti, Asyalı göçmenle­rin sınırlarından izinsiz girmelerini yasaklayan ve bunu hapisle ce­zalandıran bir kanunu uygulamaya koymuştu (Sınırlardan izinsiz gi­renlerin tevkifi bugün bize hükümetlerin tabiî bir hakkı gibi görü­nür. Halbuki Birinci Dünya Harbi’nin sonuna kadar pasaport deni­len şey mevcut değildi. Pasaport kullanma âdeti, Cemiyeti Akvam kararı ile Birinci Dünya Harbin’den sonra ortaya çıkmıştır.)
Gandi, binlerce taraftarı sının kasten ve büyük kitleler hâ­linde geçmek için teşvik etti. Taraftarları kasten Güney Afrika topraklanı terkediyor ve sonra tabiî izin almadan içeri giriyorlar ve bu yüzden hapse atılıyorlardı. Hapse atılan bu insanların çoluk ço­cuğunun perişan olmaması için, “Tolstoy Çiftliği” adı verilen, yar­dımlaşma kamp ve barınakları kurulmuştu. Sayısız insanın bu su­retle yaptığı sınır ihlali yüzünden, öyle bir an geldi ki, Güney Afrika hükümeti mahkûmları üstüste doldurmasına rağmen, insanları hapsedecek hapishane bulamaz hâle geldi. Çaresiz kalan hükümet sonunda pes ederek, sınır ihlâlini hapisle ceza­landırma kanununu iptal etmek zorunda kaldı.[ R. Rolland Tolstoy, Varlık Yayınları, 1969, s. 161.]
Birinci Dünya Harbi’nden sonra bütün ülkeler bu pasaport kullanma ve sınırlan ancak izinli geçme uygulamasını tatbik et­mektedirler.
Tolstoy’la mektuplaştığı bu yıllarda Gandi, pasif direnişleri örgütleme pratiği yapmaktaydı. Hindistan Opinion dergisinde oku­duğu bir yazı üzerine, Tolstoy bir mektubunda şöyle yazıyordu:
“Doğu Hint Şirketi marifetiyle İngilizler’in Hindistan’ı köleleş­tirmesinden şikâyet eden Hintliler’e şaşıyoruz. Nasıl olur da birkaç bin İngiliz, 300 milyonluk bir kıtayı köle hâline getirebi­lir? Eğer Hintliler köleliğe gönüllü olarak boyun eğmemiş olsa­lardı, böyle birşey asla mümkün olamazdı!...” [Ibid., s. 160]
Sadece Hintliler için değil bütün insanlık için geçerli bir ten­kit... Tolstoy’un, “hiçbir şekilde şiddete başvurmamak ve sadece vergi ödememe ve askere gitmeyi reddetme şeklindeki Thoreau’dan alınmış prensipler ile bir pasif direnişin organize edilebile­ceği ve bu hâlde sivil yönetimin çökeceği” şeklindeki fikirleri, Gandi tarafından başarıyla uygulanmıştır (Askerlik mecburiyeti da­hi Fransız İhtilâli’nden sonra ve demokrasiler sayesinde ortaya çık­mış ve vatan hizmeti olarak telâkki edilmiştir. Daha eski devirlerde böyle bir mecburiyet yoktu).
Memleketi olan Hindistan’a döndükten sonra Gandi’nin uyguladığı şiddet kullanmama (Non-violence, isimli bir eseri de vardır) ve ahimsa (bütün canlılara karşı şefkat ve incitmeme) doktrini ve hattâ taraftarlarının da bunu sadakatle uygulaması, el­bette karşı tarafın dahi şiddete başvurmaması anlamına gelmiyor­du. Nitekim, 1919’daki meşhur Amritsar katliamında İngilizler, bir pasif direniş gösterisi sırasında “dağılın” ikazı dahi yapmaksızın, kalabalığın üzerine ateş açarak 319 kişiyi kat­letmiş ve sayısız insanın da yaralanmasına sebep olmuşlardı. Yine de, netice olarak, Hindistan’ın bağımsızlığa kavuşma­sında Gandi büyük rol oynamıştır; ve bu pasif direniş usulle­rinin pek de tesirsiz olmadığının bir ispatı sayılır. Thoreau, Tolstoy ve Gandi gibi isimlerin, politik mücadelede başarılı oldu­ğu gözlenen, bu ‘Pasif Direniş’ usulleri, bugün dünyanın birçok bölgesinde etkili bir biçimde kullanılan bir politik mücadele biçi­mi olmuştur.
Kendileri bizzat şiddete başvurmasalar bile, şiddete ma­ruz kalma riskini göze alabilen toplulukların, sonuçta politik mücadeleyi kazanma şansları olduğu anlaşılmaktadır. Bir misal daha zikredecek olursak, Çarlık Rusya’sında Tolstoy’un ve Thoreau’nun fikirlerini uygulayarak askere gitmeyi ve vergi vermeyi red­deden Dukhoborlar (bir Kafkas kavmi), Çarlık rejiminin şiddetli cezaları ve Sibirya sürgünlerine tahammül etmek zorunda kalmış­lardı.[ H. Troyat, Tolstoy, Penguin Books, 1980, s. 741.] Sonunda bunların hâline acıyan Tolstoy, Anna Karanina isimli kitabının getirdiği gelirleri bağışlayarak, kiraladığı gemilerle 10.000 Dukhobor’un Kanada’ya göçmesini sağlamıştı (hatırlatalım ki o tarihte henüz pasaport olmadığı için, böyle bir şey mümkün idi). Bilindiği gibi, Zenci hakları uğrunda sonunda canım veren Martin Luther King dahi, bu düşünürlerin fikirlerini uyguluyordu. Zencilerin kanun önünde beyazlara eşit haklar elde etmeleri bu sa­yede mümkün olmuştur. Bugün bile, kalabalık caddelerde oturma eylemleri gibi, ‘pasif direniş’ usulleri, yaygın bir politik mücadele usulü olarak dünyanın her yerinde sivil yönetimi protesto maksatları için kullanılmaktadır.
Sivil İtaatsizlik ve Thoreau’nun Otoriteye Karşı Çıkış Biçimi
Thoreau Sivil İtaatsizlik manifestosuna meşhur bir deyişle başlıyor: “I heartly accept the motto that govemment is best which govems least and I should like to see it acted up more rapidly and systematically. Carried out, it finally amounts to this, which also I believe, ‘that govemment is best which govems not at ali’, and when men prepared for it, that will be the kind of govemment which they will have”:
Yani; “En az yöneten bir yönetim biçimi­nin en iyi yönetim biçimi olduğu deyişini can ü gönülden kabul etmekle beraber; bunun daha hızlı ve daha sistematik biçimde gerçekleştiğini görmek isterdim ve bu düşünceyi biraz daha ile­ri götürürsek yine inandığım ve benimsediğim şu sonuca varı­rız 4 ki yönetimin en iyi biçimi hiç yönetmeyen bir yönetimdir’ ve insanlar bunun için hazır oldukları zaman, sahip olacakları yönetim biçimi de bu olacaktır.”[ H. Thoreau, “Civil Disobedietıce" s. 222.]
Devamlı bir ordu bulundurmaya karşı yapılabilecek pek çok ve güçlü argümanların, devamlı bir yönetim biçimine karşı da ya­pılabileceğini, çünkü ordunun yönetimin bir aleti olduğunu da ilâ­ve ediyor.
Görüldüğü gibi Thoreau, daha ilk cümlelerinden itibaren anarşist (yönetim yokluğu taraftan) fikirler ortaya koyarak başlıyor sözlerine. Burada Thoreau devlete karşı aktif bir isyan taraftarıdır. Her ne kadar şiddet kullanmayı ihtiva etmiyor ise de, vergi ödeme­mek ve Fransız İhtilâli’nden sonra gelen askerlik görevini red­detmek suretiyle ortaya konacak bir prensip aksiyonunun, devleti çökertmeye yeteceğini savunuyor. Neyin doğru, neyin yanlış olduğu hususunda sezgici bir idrâke dayanan bu prensip ak­siyonunun, insanın kendi vicdanının dikte ettiği emirlere göre dav­ranmasından ibaret olduğu söylenebilir. Thoreau’nun Türkiye’deki tesirleri cümlesinden olmak üzere, bir gazetede yayınlanan maka­lesinde Şahin Uçar da bir yazısında şu prensibi iktibas etmiştir:
“Bu kelâmı daha da netleştirmek için, bir 19. asır Amerikan filozo­fu olan Henry D. Thoreau’dan (ki fikirleri Tolstoy’a Gandi’ye, Martin Luther’e ve zamanımızdaki birçok batılı politik harekete te­sir etmiş ve modem dünyanın tarihinde mühim rol oynamıştır) be­nim de benimsediğim bir prensibi iktibas edeceğim: “The only obligation which I have a right to assume is to do at any time what I think right”: Tasavvur ve deruhte etmek hakkına sahip olduğum yegâne vazife, her zaman, sadece doğru olduğunu düşündüğüm şe­yi yapmaktır.[ Ş. Uçar, “Kelime-i Tevhid”, Yeni Düşünce Dergisi, Ankara 1987.]
Bu prensibi Thoreau’nun kendi karakterine nisbet etmek de mümkündür. David Reissmann, The Lonely Crowd isimli eserinde, Amerikan sosyal karakterini tahlil ederken, başlıca sosyal karakter tipleri olarak, ‘traditiondirected’, ‘innerdirected’ ve ‘otherdirected’ (geleneğe yönelik, kendi vicdanı tarafından yönlendirilen ve başkaları tarafından yönlendirilen) şeklinde bir sosyal karakter tip­lemesi yapar. Riesman’a göre, sanayi toplumu ortaya çıkıncaya ka­dar, yani modem dünya tarihinden önce, geleneksel cemiyetlerde, sosyal karakteri biçimlendiren ve yönlendiren şey ‘gelenekler’ idi. Ancak, modem devirlerde batıda çoğunluk, Thoreau’nun bu pren­sibinde de gösterdiğimiz gibi, kendi iç âleminin, kendi vicdanının sesi tarafından yönlendirilen ‘innerdirected’ yahut başka bir tabir­le autonom (bağımsız) sosyal karakter tiplerinden oluşmaktadır.
Bugünkü Amerikan tipi ise, büyük çoğunluk itibariyle, massmedia ortamında yaşanan hayat tarzı sebebiyle, başkaları ta­rafından yönlendirilen davranış kalıplarına sahiptir. Ziraat toplumlarının geleneğe bağlı şartlarında, Thoreau, bir egzantrik olarak görünebilir. Ancak David Riessman’ın bu tasnifine göre, modem çağların düşünce iklimine tercüman olmaktadır. Diğer taraftan, ikide bir fikirlerini değiştiren, sabit ve yerleşmiş yahut kuv­vetli inançları olmayan (bugünkü şartlarda) başkalarının yön­lendirdiği davranış kalıpları ile modern Amerikalı’nın sosyal şahsiyetine, bir başka bakımdan, “şahsiyetsizlik” demek de mümkündür. Reisman’ın uzun uzadıya külfetli ve yetersiz tariflerden kaçınmak için, modem Amerikan sosyal karakteri olarak gösterdiği ‘otherdirected’ tipinin en iyi numunesi olarak, Tols­toy’un Anrıa Karanina eserinin giriş kısmında yer alan, Stefan (Anna Karanina’nın, ihanet ettiği kansı ile arasını bulmak için zi­yaret ettiği, erkek kardeşi) tipini veriyor.[ D. Reismann’  The Lonely Crowd, Passim, s. 15-40.] Hakîkaten, modern Amerikalının, gazetelerde popüler olan görüşlere göre, çevre­de yaygın olan fikirleri hemencecik benimseyen, ‘konformizm’, hayatını yaşama, iyi yiyip içme ve seks düşkünlüğü gi­bi özellikleri, bu tipin şahsında, üç beş sayfalık çarpıcı bir tasvir­de, gayet güzel anlatılmıştır.
Bu hesapça, Amerika’nın sanayileşmeye geçiş (süreci) için­de, gelenekçi ziraî cemiyet ile modern Amerikan cemiyeti ara­sındaki bir zamanda, 19. asır transcendalist felsefe ekolüne men­sup olan Thoreau’nun bağımsız yankee karakteri, yahut autonom (innerdirected) karakter özelliği, zikredilen bu prensipte en mükemmel ifadesini bulmuştur, denilebilir.
Böylece, ‘sadece kendi vicdanından emir alarak motive edilen’ bir aksiyon, “nesneleri ve münasebetleri değiştirir” ve şu hâlde, “esasen devrimcidir.” Radikal sosyal reformlar, mese­lâ köleliğin kaldırılması (ki Thoreau hayatı boyunca bu mesele üzerinde durmuş ve bunu teşvik etmişti) seçilmiş yönetim temsil­cilerinin istekleriyle yahut diğer dolaylı demokratik usullerle varı­labilecek bir sonuç değildir ve ancak, her dürüst insanın kendi doğ­rudan doğruya (direct) aksiyonu ile mümkündür. Bu ise, ferdin haklarını böylesine kötüye kullanan bir yönetimin şahsen ve maddeten, taraftarı olmaktan sarfınazar etmekle mümkün­dür. Thoreau’nun vergileri ödemeyi reddetmek suretiyle pra­tiğe döktüğü, ‘Barışçı Devrim’, böyle bir şeydir. Felsefe Ansik­lopedisi' ndeki Thoreau maddesinin yazarına göre, Kierkegaard’ın, The Present Age (1846) kitabı ve Communist Manifesto gibi eser­ler ile yerleşmiş düzene karşı (established order) daha geniş muhtevalı bir protesto ortaya koyan Avrupa idealizmi içinde ‘Civil Disobedience’i de saymak mümkündür: her ne kadar ma­hallî bir New England context’i içinde yazılmış ve teorik olarak fazla sofistike değil ise de, Thoreau’nun eseri ile bunlar arasında tarihî bir bağ görülebilir. Marx gibi Thoreau dahi, tam bir İnsa­nî tatmin hissi verebilecek yeni bir ekonomik model (Walden örneğinde olduğu gibi) vererek mevcut statükolara karşı çıkmıştır. Ve yine Kierkegaard gibi, ferdiyetin “unique”liğini (biricik, ben­zersiz ve vazgeçilmez olduğunu) vurgulayarak, nihaî değer kayna­ğı olarak ‘şahsiyeti’ göstermiştir. Ancak, Tanrı ile diyalog yerine, tabiat ile diyalog suretiyle, bu radikal görüşlerin icbar etmesi sebe­biyle meydana gelen, izolasyonu (yalnızlık ve tecrid duygusunu) aşmak istemiştir.[ Michael Moran, “Thoreau” maddesi, s. 122.]
Mutlak monarşiden, meşrutiyet monarşisine ve meşruti­yetten (sınırlı monarşiden) demokrasiye doğru meydana gelen ilerleme, aslında ferdiyete karşı gerçek bir saygıya doğru bir ilerlemedir. Hattâ Çinli filozof bile imparatorluğun temelinin fert­ler olduğunu kabul edecek kadar akıllı idi.
Bizim bildiğimiz şekli ile demokrasi, bir yönetim biçiminde mümkün olan en son ge­lişme olabilir mi?
 Bir adım daha ilerleyerek, insanların hakla­rını tanımak ve organize etmek mümkün değil midir?[1][1]
Tabiî burada kastedilen anlam, çağdaş insan hukuku ve bununla ilgili uluslararası örgütler değildir. Thoreau, tıpkı Tolstoy’un da tavsiye ettiği gibi, tabiatla uğraşıp toprağı ekip biçerek, zarurî ihtiyaç­larını tamamen kendi karşılayarak, Walden örneğinde olduğu gibi, mevcut müesseselerin ve sosyal organizasyonun dışında bir hayat tavsiye ediyor. Manc ve Tolstoy’un da gösterdikleri gi­bi, gerçekten de ekonomik ve İnsanî bağımsızlığın başka türlü mümkün olmadığı yahut başka bir ifade ile emeğin yabancılaş­ması ile ortaya çıkan sosyal kötülüklerin, mevcut sosyal orga­nizasyon biçiminin sonucu olduğu, doğrudur. Ancak bunun bütün medenî cemiyetlerin temel vasfı olan, işbölümü ve bu işbölümü­ne uygun bir sosyal organizasyon zarureti olduğunu, unutma­mak gerekir.
Tolstoy ve Thoreau medeniyete pek fazla değer vermezler. İptidâî kültürlere mahsus bir hayat tarzını tavsiye etmekten kaçın­mazlar. Diğer romantik yazarlar gibi, bunlarda da, tabiat ve cemi­yet dialektik zıtlıklardır. Thoreau’ya göre, tabiat ‘mutlak hürriyet ve vahşeti’ temsil ederken, cemiyet sadece, ‘Sivil (sınırlı ve sun’î) bir hürriyet ve kültür’ imkânını sunmaktadır.
Emeğin yabancılaşması sonucu ortaya çıkan sosyal yabancı­laşma ve diğer yabancılaşma biçimleri hakkında son söz olarak, biz ne diyebiliriz?
Bu başka ve geniş hacimli bir yazının konusu yapılmak ge­rekir. Ancak bir çeşit son söz olarak, Thoreau ve Tolstoy’un bu fi­kirleri hakkında kısa bir değerlendirme için bu kitaptaki “Gençlik ve Yabancılaşma” yazısına bakılabilir.

Kaynak:
Şahin UÇAR, Tarih Felsefesi Yazıları, Şule Yay. 2007,İstanbul, sh:179190
********************************
Cumhuriyet Üniversitesi bilgi şöleni bildirisi, 1985.
Gençliğin meselelerine, dilimizde ‘yabancılaşma’ tabiriy­le ifade edilmekle beraber aslında çok daha geniş bir muhtevası bulunan ‘alienation’ mefhumu açısından bakılınca, bu meselele­rin, sırf gençlik devresine mahsus ve gençlerle ilgili olmaktan zi­yade, gerçekte sosyal organizasyonun kaçınılmaz neticeleri ol­duklarını görmekteyiz. Bu sebeple ‘gençliğin problemlerine, sos­yal transformasyon problemine irca edilmesi gereken ve bu husus gerçekleşmedikçe halledilmesi mümkün olmayan sosyal organi­zasyon probleminin bir tezahürü olarak bakmak ve daha radikal bir çözüm yolu bulmak için problemin asıl sebeplerini incelemek gerekir. Hâlbuki bu usul, bugünkü cemiyetlerin sosyal strüktürünü( düzenlemek, biçimlendirmek, şekillendirmek) meydana getiren tarihî gelişmelerin esaslı ve şümullü bir tefsirini yapmak gibi, beşerî hikmet ve aklın üstünde denebilecek kadar zor bir işin gerçekleştirilmesine bağlıdır. Bu hâl, gençliğin problemlerini münakaşa ederken, lâf kalabalığından ibaret nasihatler veya tarihî gelişmelerin basitçe şemalaştırma­sından ibaret birtakım ideolojilerin telkini şeklinde bir tavır be­nimsememizi mazur göstermez.
Gençlere şunu-bunu tavsiye etmeden önce, nasıl bir prob­lemle karşı karşıya olduğumuzu bilmeli ve bir çözüm yolu bulduysak onu konuşmalıyız. Her şeyden evvel, beşerî faaliyetlerin hepsine tatbik edilebilecek bir perspektif bulmalı ve problemi öyle for­müle etmeliyiz ki, bu formül, bugüne kadar ortaya konulan görüş­lerdeki doğruluk paylarım ihtiva edebildiği gibi, yanlış ve yanıltıcı hususlar da tarif ve tefsirimizin dışında kalsın.
Sosyologların çok kullandığı ‘anomi’ mefhumu (cemiyette sosyal normların yokluğu manasına gelir) yerine ‘alienation’ (ya­bancılaşma) mefhumunu tercih edişimizin sebebi ise bu mefhumun çok şümullü tarif ve tefsirlere müsait oluşudur. Gençliğin meselele­ri aslında birer alienation vâkıası olarak görülmeli; alienation vâkı ası ise bir tarihî perspektif içinde incelenmeli ve tarih felsefesi açı­sından, müesseselerin ve sosyal organizasyonun ne suretle alienati­on hâdisesine yol açtığı anlaşılmalıdır; ancak ondan sonra, prob­lemlerin hâl çaresi üzerinde makul ve ciddi fikirler serdedilebilir. Alienation kavramı için bu konudaki tercümemize bakılabilir.
Alienation mefhumu: Önce şahsî tarih anlayışına göre, sos­yal problemlerin aslî sebebi olan alienation hâdisesini, bir tarihî perspektif içinde tefsir edecek ve nihayet gençliğin problemlerinin aslında sosyal strüktürden doğan problemler olduğunu gördükten sonra, sadece gençliği değil bütün cemiyeti ve bütün insanlığı ilgi­lendiren sosyal transformasyon problemi hakkmdaki düşünceleri­mi, bu tebliğin dar çerçevesi dahilinde hulâsa etmeye çalışacağım.
Beşeriyetin tarihine baktığımızda Pekin adamından bu tara­fa belki 500 bin yılın toplayıcı ve avcı kültürleri şeklinde iptidâî kültürlerden ibaret olduğunu ve ancak son 10 bin yılın medeniyet dediğimiz gelişmiş kültür hususiyeti gösterdiğini görürüz. Ziraat inkılâbının hemen arkasından Filistin’deki Eriha şehrinin kuruldu­ğunu görüyoruz. İnsanoğlunun tabiattaki hâdiseleri anlaması saye­sinde, hayvan ve bitki ehlîleştirmek mümkün olmuş ve bu insanla­rın sadece günlük ihtiyaçlarını değil, gelecekteki yiyecek ihtiyaçla­rını da garantiye almasını temin etmişti. Ancak bu sayededir ki ra­hip, asker, yönetici gibi üretici olmayan sınıfların ihtiyaç fazlası üretimi tüketerek kendi günlük maişet kaygılarından kurtulması ve bu aslında üretici olmayan faaliyetlerini yürütmeleri mümkün ola­bilmiştir. Bunun çok açık ve trajik bir ma’nâsı vardır: Demek ki medeniyet, “asıl üretici sınıfların istismârı” şeklinde, bir sosyal adaletsizlik temeline istinâd etmektedir. Şimdiye kadar medeni­yeti putlaştırmakla meşgul olan mütefekkirlerin anlayamadığı hu­sus şudur:
Sosyal adaletsizlik olmadan medeniyet mümkün ol­madığı gibi, bir medeniyetin terakkisi de bu sosyal adaletsizlik nisbetinin artmasına bağlıdır: Yani, asıl üretici sınıfın kendi ih­tiyacından çok daha fazlasını üretebilmesi ve onların sırtından geçinebilen nüfusun fazla olabilmesine.
BENİM TARİH ANLAYIŞIMA GÖRE, BU SOSYAL ADALETSİZLİK VE BU H­LİN ZARURÎ KILDIĞI MÜESSESELER, KAÇINILMAZ OLARAK CEMİYETİN FARKLI SI­NIFLARA AYRILMASINA, YANİ SOSYAL ALİENATİONA VE SOSYAL ALİENATİON DA PSİKOLOJİK ALİENATİON VE SAİR ALİENATİON ÇEŞİTLERİNE YOL AÇAR.
İptidâi kültürlerde dahi yabancılaşma vâkıası mevcuttur zira mefhumu Hegel’in tarif ettiği tarzda anlayacak olursak her nevi yaratıcı faali­yetin bir alienation prosesi olduğunu kabul etmemiz gerekir ancak medeniyete mahsus olan bazı şartlar sebebiyle, medenî terakkiye paralel olarak alienationun da devamlı bir şekilde arttığını, bu me­denîleşme ile birlikte yabancılaşmanın birçok çeşidinin ortaya çık­tığını ve yayıldığını müşahede etmekteyiz.
Kültür ihtilâli, kültürel dejenerasyon ve kültür şoku meyda­na gelen memleketlerde ve bu cümleden olmak üzere Türkiye’de muhtelif alienation çeşitlerinin daha derin ve cemiyeti sarsacak öl­çüde büyük problemlere yol açtığı net bir şekilde görülebilir.
Bu problemler gençlik üzerinde kesifleşmekte ve onları şiddet kullan­ma ve isyankârlık gibi tavırlara itmektedir.
Dikkat edilecek olursa, endüstrileşmiş ülkelerde bu problem daha fazla kesafet kazanmaktadır. Postindustrial veya başka bir deyişle süperteknoloji ülkelerinde bu problem çok daha büyük nisbette mevcut olmakla beraber, beşerî alienationun yerine ‘makine alienationu’nun geçmekte olduğu görülüyor. Her nevi faaliyetin ne­ticesinin bir alienation sayılabileceğini nazarı itibare alacak olur­sak, çağımızda korkunç bir ölçüde yayılmış olan ve hemen hemen bütün kötülüklerin mucib sebebini teşkil eden bu problemin basit tedbirlerle hâlledilemeyeceği anlaşılır.
Gençliğin problemlerine esasen bütün medenî cemiyetler­de ve bütün sosyal sınıflarda müşahede edilen birçok problemin aslî sebebi olan, bu alienation hâdisesi perspektifinden bakılınca beşeriyetin bu hastalığı doğru bir şeklinde anlaşılıp ona göre bir çözüm yolu bulunmadıkça bu problemlerin devam edeceği anlaşıl­maktadır.
Bu sadece, genç ve tecrübesiz olmaktan ötürü, cemiyetin ba­zı hususiyetlerine karşı çıkmak ve bunları kolayca değiştirebilece­ğini zannetmek şeklindeki “birtakım yeni yetmelere” mahsus bir intibaksızlık probleminden ibaret olmadığı gibi, sırf bazı cemiyet­lerin problemi de olmayıp, bütün medenî cemiyetlerin en mühim problemidir.
Medenî sosyal organi­zasyonunun yapısındaki sosyal adaletsizliği yok edebilecek bir sos­yal transformasyonu gerçekleştirebilmek. Bu ise kolay olmadıktan başka, değişikliğin aleyhinde olanların tepkisine yok açmak suretiyle şiddetli sosyal mücadelelere yol açmak tehlikesi vardır.
Vakıa bugüne kadar, ma’nada birçok ütopik nazariye ve inanç sistemleri ortaya konulmuştur. Bu nazariyeler uygulamada hiç arzu edilmeyen neticelere yol açabilmekte ve meselâ Marksist idealleri tatbik eden bazı ülkelerde parti mensubu olan idareci sınıf­larla halk yığınları arasındaki sosyal alienation Çarlık zamanında kinden veya diğer medenî cemiyetlerde görülen ve bilinenlerden çok daha fazla olabilmektedir.
Şimdiye kadar bu hususta imali fikir eden mütefekkirlerin dikkat etmedikleri cihet şu ki, bu problem, medenî cemiyetlere mahsus olan ve ‘medenî’ bir cemiyet hayatında kaçınılması müm­kün olmayan adaletsizlik' temeline istinâd etmekte ve bu hâlin ar­tışını tervîc ve teşvîk etmektedir. Vaktiyle kapitalist endüstri cemi­yetlerinin sosyal organizasyonuna bir tepki olarak doğan ve geli­şen, Marx’ın komünizmi, Pruodhon ve Bakunin’in anarşizmleri ve meselâ Amerika’lı Henry George’un, ‘tek vergili İktisadî sistemi’ gibi nazariyeler, muhtelif ülkelerde tatbik edilmiş ve edilmektedir. Netice pek parlak değildir.
Kanaatimce, bunlar arasında sadece Leo Tolstoy’un görüşle­ri, o da ancak bazı çok yeni teknolojik gelişmelerin zorlaması sebe­biyle, nisbeten gerçekleşmesi mümkün olan bir çözüm yolu olarak aktüalitesini muhafaza edebilecek gibi görünmektedir. Bu zat, sos­yal sınıflar arasında istismar ve sosyal adaletsizlik olmaması için ve emeğin yabancılaşması gibi kötülüklerden kurtulabilmek için, tek bir çare olduğunu; bunun da herkesin bütün ihtiyaçlarını bizzat üretmesi ve başkalarından hiçbir hizmet talep etmemesi olduğunu iddia etmişti. Zamanında çok revaç bulan ve Tolstoy’cu cemiyetler ce çeşitli ülkelerde tatbik dahi edilen bu görüşün başlıca kusuru şu­dur:
Böyle yaşamayı kabul ettiğimiz takdirde medeniyetin pek çok kolaylığından ve konforundan vazgeçmek ve ancak zarurî ihtiyaç­larımızı üretmekle iktifa etmek zorunda kalırız. Aksi takdirde, bü­tün ihtiyaçlarımızı tek başına karşılamamız mümkün olmadığın­dan, işbirliği yapmak zarureti ve binnetice sosyal adaletsizlik kaçı­nılmaz olacaktır.
Medeniyet hürriyeti ve huzuru yok etmiş, fakat bunların ye­rine vazgeçemeyeceğimiz birtakım nimetler ikame etmiştir. Ancak bugünkü Amerika ve Japonya’da proleteryanın vazifesini artık ro­botların yapmaya başladığı ve yakın gelecekte, belki de bütün ihti­yaçlarımızı robotların karşılamakta olduğu bir dünyada yaşamaya mecbur olacağımızı hesaba katacak olursak, bunun bir bakıma di­ğer insanların emeğine artık ihtiyaç kalmayacağı için gerçekleşmiş olacağını ve sosyal alienationun yerine ‘makina alienationu’nun geçeceğini söyleyebiliriz.
Kaynak:
Şahin UÇAR, Tarih Felsefesi Yazıları, Şule Yay. 2007,İstanbul, sh:98-102


[1]     [1] Ş. Uçar, Patterns and Trends in History isimli kitabında Ş. Uçar’ın iktibas ettiği, “the progress from an absolute monarchy to a democracy, is a progress toward a true respect for the individual. Even the Chinese philosopher was wise enough to regard the individual as the basis of the empire. Is a democracy, such as we know it, the last improvement possible in govemment? Is it not possible to take a step further towards recognizing and organizing the rights of man?” sözleri Thore­au’nun ferdiyete verdiği değeri göstermektedir:

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar