Sözün Doğrusu
Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da meydana getirilen yangın, dünkü Kırım
faciasından farklı değildir. Bir zamanlar Kırım’da oynanan oyun şimdi de
Türkiye'de sahneye konulmak istenmektedir. (Tarih Tekerrür Eder mi?)
Bana sorarsanız, size derim ki, bu kitapta şimdiye kadar yazılanlar bir
tarafa, şimdi söylenecek olanlar bir tarafa. Ah keşke okullarımız ve üniversitelerimiz,
çocuklarımızı ve gençlerimizi kuvvetli bir târih şuuru ve zengin bir Türkçe ile
yetiştirmekte dâima başarılı olabilselerdi. Çünkü milletimizin ve vatanımızın
dirliği, birliği hep bu başarıya bağlı.
Size şu birkaç sayfa içinde Kırım Hanlığı’ndan ve Kırım Türklüğü’nden
bahsetmek istiyorum.
Kırım Hanlığı, Altın Orda veya Altın Ordu Devleti'nin yıkılmasından sonra
1441 yılında kuruldu. Tatar diye de adlandırılan Kırım Türkleri, Kıpçak
Türkçesi’nin bir koluyla konuşmaktadırlar. Yâni Tatarlar hem soy bakımından,
hem de dil bakımından Türk'türler. Kırım Hânı Mengli Giray Han, Fatih Sultan
Mehmed’e yazdığı mektuplarda, ona hep “karındaşım” yani “kardeşim” diye
hitab ediyordu. Mengli Giray Han 1475 yılında, Kırım’ın Osmanlı Devletiyle birlikte yaşamasına,
kendi gönlüyle karar verdi.
Mengli Giray Han aynı zamanda Yavuz Sultan Selim’in de Kayın atası idi.
Kırım Hanlığı 356 yıl yaşadı. Bu sürenin 296 yılını Osmanlı Devletiyle birlikte
geçirdi.
Biz, 1683 yılında Viyana’da bozguna uğrayınca, Ruslar da 1684 yılında
Kırım’a ve Azak Kalesi’ne saldırdılar. 1756 yılında Kırım yarımadasını işgal
ettiler. Güzelim Bahçesaray şehrini iki bin evle birlikte yakıp yıktılar. Han
Saraylarını ve ülke kütüphanelerini yok ettiler.
Rus İmparatoriçesi 2. Katerina Kırım Türkleri’ne seslendi
"Gelin Osmanlı
Devletinden ayrılın, hür ve bağımsız bir devlet kurun. Biz de size bu konuda
yardımcı olalım!”
dedi.
İkinci Katerina’nın bu teklifi üzerine Kırım halkı ikiye bölündü. Bu
teklife şiddetle karşı koyanlar yanında, inanmak gafletinde bulunanlar da
oldu. Kırım Hânı, Şahin Giray, Rusya taraftarıydı. Osmanlı’dan,
yâni kendi kardeşlerinden ayrılmak istiyordu.
1774 yılında yapılan
Kaynarca antlaşması gereğince, Kırım tamamen müstakil bir devlet haline
getirildi. Ruslar tek başına kalan Kırım Hanlığı’na 1783’te saldırdılar. General
Potemkin 30.000 Kırım Türkü’nü katletti. Kırım'a 75.000 Rus yerleştirildi ve
Kırım, Rus çarlığının bir vilâyeti hâline getirildi.
Ruslar, 80.000 kişilik bir kuvvetle, Kırım’a ikinci bir defa daha saldırdılar.
Bu defa 25.000 Kırım Türkü’nü toprağa gömdüler.
Böylece Kırım, öz kardeşlerinden, Osmanlı Türkleri’nden ayrılmanın, tek
başına kalmanın büyük felâketini âdeta kana boğularak yaşadı. Yüzbinlerce Kırım
Türkü, yerinden, yurdundan kaçarak Türkiye’ye sığındı.
Ruslar, Kırım Türkleri’ne son darbeyi 1944 yılında vurdular. Stalin’in
emriyle, en az 500.000 Kırım Türkü bir gece içinde, Kırım’dan, öz
vatanlarından, uzak diyarlara sürüldü. 20. Yüzyılın başına kadar sürgüne
gönderilen Kırım Türkü’nün sayısı 1 milyon 200 bin civarındadır.
Şimdi Kırım topraklarında 200 bin karındaşımız yaşıyor.
Ruslar, Kırımdan sürüp çıkardıkları soydaşlarımıza kuvvetli bir aşı da
yaptılar. Rusça’yı birinci dil hâline getirdiler. Kırım Türkçesi’ni unutturmaya
çalıştılar. Böylece Kırım Türkleri bağımsızlık diye diye, Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan da oldular. Yüzbinlerce
insanın öldürülmesine, yerinden yurdundan olmasına yol açan Kırım Faciasını
en iyi bir şekilde Cengiz Dağcı anlattı.
Cengiz Dağcı Kırım Türklerinden! Onun, o birbirinden sürükleyici,
birbirinden ibret verici, “Korkunç Yıllar, Yurdunu Kaybeden Adam, Onlar da İnsandı, O Topraklar
Bizimdi” isimli romanlarını okumadınızsa ziyanda sayılırsınız.
“Bir milletin târih şuurundan kopması ne demektir? Dilinden, dininden,
vatanından uzaklaşması nasıl felâketler doğurur?” sorularının cevabını
bir de Cengiz Dağcı’nın eserlerinden almalısınız.
Cengiz Dağcı’yı mutlaka okumak lâzım. Çünkü görülecektir ki; Doğu ve Güneydoğu
Anadolu'da meydana getirilen yangın, dünkü Kırım faciasından farklı değildir. Bir zamanlar Kırım’da
oynanan oyun şimdi de Türkiye'de sahneye konulmak istenmektedir.
Dehşet verici bir köksüzlükten bahsetmeden bu Kırım faciasını kapamak
istemiyorum. Bir süre önce Eskişehir'e gittim. Orada bir devlet kuruluşunun
üst yöneticileriyle tanıştım. Kırım Tatarlarından idiler. Türkiye’de doğup
büyümüş yüksek tahsilden geçmişlerdi. Hepsine teker teker sordum; Cengiz Dağcı
ismini duymamış, Onun Kırım faciasıyla ilgili kitaplarını okumamışlardı. (sh:151-153)
**
Yol arkadaşım büyük bir dikkatle ve hayretle beni dinledi ve:
-"Çok utandım efendim!” dedi. Çok utandım! Târihimiz,
milletimiz ve Türkçe’miz üzerine bize doğru dürüst bir şey öğretmemişler ve biz
de okumamışız. Ben ki yüksek tahsil yapmış biriyim. Çok utandım!
Kırım’a gittim. Bahçesaray’da Türk Ocakları bir gençlik şöleni
düzenlemişti. O şölende beni bir İngiliz gazeteciyle tanıştırdılar. İsmi Lora
idi. Lora güzel bir Türkçe ile konuşuyordu. Tokalaşırken ona çok açık bir
şekilde sordum.
“İngiltere devleti sizi buraya casus olarak mı gönderdi Lora?” dedim. Aramızda
şiddetli münâkaşa oldu. Ve inanır mısınız üç gün sonra Lora’nın mükemmel bir
İngiliz casusu olduğu ortaya çıktı. Ah ne olurdu, Kırım’da düzenlediğimiz bir
gençlik şölenine koskoca İngiltere’nin gösterdiği büyük ilginin onda birini
olsun biz de kendi milletimize, kendi târihimize, kendi meselelerimize
gösterebilseydik; böyle utanmazdık herhalde. (sh:243)
Anayasamızın 3. maddesi
aynen şöyle:
“Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili
Türkçedir.”
Anayasamızın 48. maddesiyse “Eğitim ve öğretim hakkıyla” ilgili. Bu
maddede de deniliyor ki:
“Türkçe’den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk
vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.”
Anayasamızdaki bu açık ve kesin hükümlere rağmen, sözüm ona bazı dost
devletler, daha doğrusu dost kılıklı ve 72 dilli devletler, Türkiye’de
Türkçe’den başka dillerin de resmî dil olmasını istiyorlar. Niçin?
Sözüm ona insan hak ve hürriyetleri için! Türkiye’de de “İnsan haklarından”
bahseden bazı kimselerin, Atatürk’ün ifâdesiyle nasıl gaflet, dalâlet ve
ihânet içinde olduklarını çok iyi biliyoruz.
Türkiye dışından da bize insan
haklan edebiyatı yapan devletleri çok iyi tanıyoruz. Gerçek niyetlerinin
farkındayız. Şimdi “insan hakları” şamatası altındaki yalancılığa, iki
yüzlülüğe, başımıza örülmek istenen çoraplara veya üzerimizde oynanan büyük
oyunlara lütfen dikkat buyurun! Değerli tarihçimiz Yılmaz Öztuna, “Şark
Meselesi” isimli kitabında, “Birleşik Amerikanın Anatomisi” başlıklı yazısında diyor ki:
“Birleşik Amerika, bir
azınlıklar ülkesidir. Şu andaki nüfusu 255 milyona erişmiştir. Bu nüfusun
anadillerine göre tasnifi şöyledir:
9.7 milyon Alman,
8 milyon İtalyan, milyon İspanyol, 2.8 milyon Fransız, 1.2
milyon Rus, 4.8 milyon Leh (Polonyalı), 1.6 milyon İsveçli,
1.3 milyon Norveçli, 2 milyon Çekoslovak, 31 milyon zenci, bir
kısmı Hristiyan olmuş 15 milyon Yahudi.”
Değerli tarihçimiz Yılmaz Öztuna bugün Amerika Birleşik Devtetleri’nde yaşayan
Macarların, Yunanların, Finlerin, Flamanların, Portekizlilerin, Litvanların,
Danların, Slovenlerin, Rusların, Romenlerin, İrlandalıların, Bulgarların,
Estonlarm, Letonlarm, Basklarm, İzlandalıların, Ermenilerin, Çinlilerin,
Korelilerin, Arapların, Türklerin, Çerkezlerin, İranlıların, Hindistanlıların,
Kızılderililerin, Eskimoların da nüfuslarını ayrı ayrı bildiriyor. Amerika Birleşik
Devletlerinde 50’den fazla millet yaşamakta!
Peki ABD’nin tek resmi dili ne? İngilizce.
Yılmaz Öztuna diyor ki:
“Amerika, Ankara’ya
kabile şivelerini himaye etmesini öğütlüyor da, kendisi, ülkesinde en az
İngilizce kadar anlı şanlı diller olan Fransızca, İtalyanca, Almanca,
İspanyolca gibi dillere en küçük bir müsamaha göstermiyor. Hele Birleşik
Amerika’nın, en küçük bir resmî makamında bu dillerle meramınızı anlatmaya
çalışın, bakın başınıza ne haller gelir! Zaten her Amerikan vatandaşının
İngilizce bilmesi ve Amerikan târihini öğrenmesi şarttır. Bu sınavlardan
geçmeyen hiç kimseye vatandaşlık hakkı ve kimliği verilemez”
Yılmaz Öztuna devam ediyor;
“Ya Fransa! Paris’te
Kürdoloji enstitülerini, hem de antitürk politikaya dönük olarak (yani Türk’e,
Türklüğe karşı olan politikaları destekleyerek) kuruyor, besliyor. Ama ülkesinde
kendi dili dışında hiçbir dilin kullanılmasına müsamaha etmiyor. Böyle bir şeyi
ilkellik sayıyor. Alzas’ın dilinin Almanca, Korsika’nın İtalyanca, Brötanya’nın
Brötanca, Beam’ın Baskça, Rousillon’un Katalanca, Flandre’nin Flamanca
olduğunu kulakları duymuyor.”
Başka devletlerden örnekler veremiyorum. Ama bilmeliyiz ki Rusya’da da
resmi dil Rusça, Almanya’da da resmi dil Almancadır.
Türkiye’de, Türkçe’den başka dillerde yayın, öğretim yapılmasını
isteyenlerin esas maksatları Türkiye’yi parçalamaktır. Türkiye’nin parçalanması dmek,
Türkiye'de yaşayan bütün toplulukların büyük felâketlerle yok olup gitmesi
demektir. Batı dünyası, Anadolu’da, bizim varlığımıza tahammül edemiyor. Üzerimizde
büyük ve kanlı oyunlar oynanıyor. İçerideki ve dışarıdaki gaflet ve ihânet
ocaklarına bir eski türkümüzü kırk defa dinletmeliyiz:
Ey millî dost, millî dost
Yetmişiki dilli dost
Yüze güler oynarsın
Kalbi düşman, yüzü dost
Yetmişiki dilli dost
Yüze güler oynarsın
Kalbi düşman, yüzü dost
Bize yetmiş iki dilli ve
düşman yürekli milletlerin dostluğundan fayda gelmez, gelmiyor.
Ziya Gökalp’in şiirini
hatırlayacaksınız:
Turan 'm bir ili var
Ve yalnız bir dili var.
Başka dil var diyenin
Başka bir emeli var.
Ve yalnız bir dili var.
Başka dil var diyenin
Başka bir emeli var.
(sh. 36-38)
İsimlerinin sıralanması bile 5-10 dakikaya sığmayacak kadar pek çok kimse
bize soruyorlar:
“Sözüm ona Batılı devletler, Türkiye’de neden ikinci bir dil istiyorlar?
Bugün bize, ikinci bir dil daha tavsiye eden Batılı Devletlerin yarın başka
başka diller için baskılarda bulunmayacaklarına dair elimizde bir teminat var
mı ?” diyorlar.
Soru çok mühimdir. Konu, Türkiye'de yaşayan herkesin hatta bir kara
karıncanın bile uykularını kaçıracak kadar çok önemlidir. Tarihimiz bilinmeden
bu sorunun cevabı verilemez.
Değerli
tarihçilerimizden Prof. Dr. Halil İnalcık, Balıkesir’de bir açıklamada
bulundu. Dedi ki “Milletimiz, tarihte eşi görülmemiş bir Haçlı taassubu ve düşmanlığıyla
karşı karşıya bulunuyor”
Bu çok doğru bir tespit. Hocanın konuşmasını birazcık açarsak, şunları
söylemek mecburiyetinde kalırız:
Selçuklu orduları, yani Oğuzların Kınık boyu, Anadolu’ya 1064 yılında,
Kars’ın Ani bölgesinden girdiler. 1071 tarihinde, Malazgirt Zaferinden sonra
bize büyük Anadolu kapısı açıldı. Türk orduları 5 yıl sonra İznik önlerine
geldiler. İznik bütün Hristiyanlık Dünyasının en mukaddes şehirlerinden birisiydi.
Selçuklu orduları, İznik’i fethettiler ve onu, Anadolu Selçuklu devletinin
başkenti yaptılar. Bütün Hristiyan Dünyası ayağa kalktı. Üzerimize 8 Haçlı
seferi düzenlendi. İlk Haçlı seferlerini papazlar düzenlediler. Bize bazen
100.000, bazen 500.000 kişilik ordularla saldırdılar. İstediler ki, Anadolu’yu
fetheden Türk ordularını bir tek kişi kalmamak üzere tekrar Türkistan
bozkırlarına sürsünler ve Anadolu’yu yeniden Doğu Roma imparatorluğuna
katsınlar. Batılı Devletler, bu gayelerine “Şark Meselesi” dediler. Şark
bildiğiniz gibi doğu karşılığında bir kelime. Biz Avrupa’nın şarkında, yani
doğusunda olduğumuz için, bizi yok etme dâvasına böyle bir isim koydular.
Haçlı ordularının bizi Anadolu’dan kazıyıp atmak hülyâları kursaklarında
kaldı. Avrupa içlerine kadar uzanmamıza da engel olamadılar. 1595 yılında
Osmanlı Devleti, 23.334.600 kilometrekare üzerine yayılan muhteşem bir
devletti. 1683 Viyana muhasarasında biz hezimete uğrayınca bu defa Batı
devletleri taarruza geçtiler. Biz savunmaya çekildik.
Haçlı orduları bizi önce Avrupa içlerinden Balkan topraklarına sürüp
attılar. Balkanlardan Anadolu’ya iteklediler. Birinci Dünya
Savaşında İngiltere Başbakanı, bizi Asya’nın ve Balkanların Kızılderilileri
olarak görüyor, en son ferdimize kadar yok edilmemiz gerektiğini söylüyordu.
Eğer biz Mustafa Kemal Paşa başkanlığındaki Millî Mücadele’den muzaffer
çıkmasaydık bu gün belki de 100.000 200.000 kilometrekarelik bir toprak
üzerinde sıkışıp kalacaktık.
1595 yılını dikkate alırsak, kaybettiğimiz toprak parçası bugünkü
Türkiye’nin 25 katı kadardır ve Osmanlı’nın kaybettiği topraklarda bu gün
onlarca ayrı devlet bulunmaktadır.
Romen devlet
adamlarından T.G. DJUVARA, Avrupa devletlerinin, Osmanlı’yı
yıkmada için nasıl 100 plân hazırladıklarını 650 sayfalık bir çalışmayla
ortaya koydu. DJUVARA bu ciddi çalışmasıyla, Paris'te Sorbon üniversitesinde
doktor unvanını aldı. 1907 yılında Milletlerarası Hukuk dalında Nobel Barış
ödülü kazanan Prof. Dr. Louis Renauld, DJZJVARA’nın bu çok önemli
çalışmasını göldere çıkaran bir makale yazdı.
Eski Isparta
milletvekillerinden Yakup Üstün, DJUVARA’nın "Türkiye'yi
Parçalamak îçin 100 Plân” isimli eserini 1/3 nispetinde kısaltarak
Türkçe’ye çevirdi. “Türkiye’yi Parçalama Plânları” ismiyle
basılan kitap, Türkiye Diyânet Vakfı Yayınları arasında çıktı. Batı Dünyası,
dünkü Şark Meselesinden, günümüzde vazgeçmiş değillerdir. Batının Şark
Meselesini bilmeden, birtakım devletlerin bize neden ikinci bir dil teklif
ettiklerini anlayamayız. Tarih bilenler kabul edeceklerdir ki, en büyük acıyı,
en büyük felâketi belirli bir zaman sonra, ikinci bir dille eğitim yapanlar
çekeceklerdir.
Atatürk’ün bir tesbitiyle dikkatlerinizi çekmek istiyorum:
“Biz, Balkanları niçin
kaybettik biliyor musunuz? Bunun tek bir sebebi vardır. Bu da İslâv Araştırma
Cemiyetlerinin kurduğu Dil Kurumlandır. Bizim içimizdeki insanların
millî tarihlerini yazıp, millî şuurlarını uyandırdığı zaman, Biz, Balkanlarda,
Trakya hudutlarına çekildik”
Batı devletleri, bizden niçin ikinci bir dil istiyor? Ermeniler: “Doğu
ve Güneydoğu Anadolu işgal edilmiş Ermeni topraklarıdır!” diyorlar. İsrail:
“Fırat’tan Niie kadar uzayan topraklar bize vaat edilmiştir” iddiasında.
Ermenilerin ve Yahudilerin Anadolu üzerindeki iddialarını bilmeyenler,
ikinci dil tuzağını fark edemezler.
(sh:184-186)
**
Batının Şark Meselesi yüzünden, Türkiye’den 25 misli büyük toprak
kaybettik. Yâni 23 milyon 334 bin 600 km kareden 780 bin lan kareye düştük.
Hristiyan Batı bu gün de Şark Meselesini den katiyyen vazgeçmiş değil.
Anadolu toprakları üzerinde Yunanistan’ın, Ermenistan’ın, Suriye’nin,
İtalya’nın, İsrail’in, Rusya’nın büyük plânları var. Ermenistan, Doğu ve
Güneydoğu Anadolu topraklarının kendilerine ait olduğunu iddia ediyor. Anadolu’da bin yıl
birlikte yaşadığımız, kendimizden ayırmadığımız, Ermeni asıllı vatandaşlarımıza
sadrazamlık yâni Başbakanlık makamı verdiğimiz, çeşitli bakanlıklara
Ermenileri oturttuğumuz halde 1915 yılında, Birinci Cihan Savaşı’nda müthiş
bir ihanetle karşı karşıya kaldık. Ermeni çeteleri Doğu Anadolu’da ordumuzu ve halkımızı arkadan
vurdular. Yüzlerce köyümüzü yakıp yıktılar. Karşılıklı bir savaş
başladı. İstemediğimiz hadiseler oldu. Bu hadiselere katiyyen biz sebebiyet
vermedik. Ermenistan, hâlâ eski hayalleri peşinde. 22 Kasım 2000 tarihli Hürriyet
Gazetesinin 30. sayfasında, yeni bir haritayla yeni bir haber yayınlandı.
Rusya’da, Nezavisimaya Gazetesine bir ilân veren Ermeniler,
sürgünde bir parlamento hükümeti kurarak, Doğu ve Güneydoğu Anadolu
topraklarına el koyma plânlarını açıkladılar. Bir de harita yayınladılar.
Ermeniler şu şehirlerimizi gelecekteki Ermenistan’a katacaklarını bütün
Dünya’ya duyurdular: “Kars İğdır Ardahan Ağrı-Artvin Trabzon Rize Gümüşhane Bayburt Erzurum
Erzincan Van Bitlis Muş Siirt Batman Şırnak ve Hakkari Ermenistan’ın olacak
dediler.”
Aç tavuk kendisini buğday ambarında görürmüş. Bunlar zavallı hayâllerdir. Batı Dünyası, Ermeni
Dâvasının arkasında. Hristiyan Batı, Türkiye’yi bölmek için Kürtçe eğitim ve
TV yayınını istiyor. Hesapları şudur: Önce Doğu Anadolu’yu Türkiye’den ayırmak sonra orada kalan
vatandaşlarımızın başına binerek müstakbel Ermenistan’ı kurmak. Türkiye yeni
bir Haçlı oyunuyla karşı karşıya. Çok dikkatli olmalıyız.
Batının bu Şark Meselesi yanında bir de İsrail’in Arz-ı Mev’ûd
dâvası var. İsrail devlet adamları da Fırat’tan Nil’e kadar olan toprakların
Tevrat’la kendilerine vaad edildiğini iddia ediyorlar. Doğu ve Güneydoğu
Anadolu, Türkiye’nin şah damarlarıdır.
Türkiye, kendi kültür
değerlerine bağlı kalarak güçlü, vurucu, caydırıcı ve müreffeh bir devlet
hâline gelmedikçe, Şark Meselesi’nden ve Arz-ı Mev’ûd
kıskacından kurtulamayacaktır.
(sh:214-216)
Bu gün İran’da otuz milyon civarında Türk yaşıyor. Onlar bizim can
kardeşlerimizdir, kan kardeşlerimizdir, sultan kardeşlerimizdir.
İran devletiyle elbette dostuz. Dost kalmalıyız. İran'da yaşamakta olan
otuz milyon Türk, bu dostluğun sağlam temellerinden ve gerekçelerinden biri
sayılmalıdır.
Bildiğiniz gibi Selçuklu orduları, Anadolu’nun büyük kapısını, bize
Malazgirt’te 1071 yılında açtılar. Daha önce, Sultan Alpaslan’ın 1064 yılında
Kars’ın Ani bölgesini fethettiğini düşünsek bile, diyebiliriz ki Selçuklular,
Anadolu’ya girmeden 22 yıl önce, İran topraklarında hâkimiyet kurdular. Bu
hâkimiyet tam 883 yıl devam etti. Yâni İran toprakları önce 1042 yılında
Selçukluların eline geçti. Sonra bir başka Türk boyu olan Harzemşahlar’m,
arkasından İlhanlılar’ın, sonra Calayırlar’ın sonra Karakoyunlular’ın,
Timur’un, Akkoyunlular’ın, Safevîler’in, Afşarların, Kaçarların hâkimiyetinde kaldı.
İran’da 1042 yılında başlayan Türk idaresi 1925 yılma kadar uzadı. Tam 883
yıl. Alparslan’ın oğlu Sultan Melikşah zamanında, İran ve Türkiye tek devlet
halinde birlikte yaşıyorlardı. Yavuz Sultan Selim Şah İsmail kavgasında,
Yavuz Sultan Selim’in ordusunda, onbin devşirme yeniçeri vardı. Şah İsmail’in
orduları ise yüzde yüz Türkmenlerden ibâretti.
1925 yılında, Pehlevî hânedânı, bir hükümet darbesiyle İran’da Türk Kaçar
hâkimiyetine son verince, Türkler için zor bir dönem başladı.
Iran topraklarında bugün Türkçe düşünen Türk olan; Azerbaycan Türkleri,
Kaşgaylar, Afşarlar, Kaçarlar, Şahsevenler ve Türkmenler yaşıyorlar. Onlar
bizim can kardeşimizdirler.
İran Türkleri, Şah Rıza Pehlevı zamanında, çok zor şartlar altında
kaldılar. Amansız bir polis baskısıyla ezildiler. Türkçe eğitim yasaktı. Türkçe
neşriyat yoktu. Ancak 1978 yılında Türkçe neşriyat yasağı kalktı. Şimdi
İran Türklerinin yayınladıkları “Varlık” isimli bir sanat edebiyat
dergileri var. “Varlık” Tahran’da basılan bir dergi. Ancak bu derginin
Kuzey Azerbaycan’da ve Türkiye’de okunması imkânsız gibi. Çünkü “Varlık”,
Arap alfabesiyle çıkıyor. İran, Arap alfabesini kullanıyor.
Kuzey Azerbaycan
Türkleri’ne ise Ruslar 1926 yılında Lâtin Alfabesini uyguladılar. 1928 yılında
biz de Lâtin Alfabesine geçtik. Ruslar bu defa kuzey Azerbaycan’da Kiril
alfabesini ileri sürdüler. Kuzey Azerbaycan’da ve bütün Türkistan’da İran
Türkleri, iki büyük Türk topluluğu arasında çaresiz kaldılar. Doğularındaki
Azerbaycan ve Türkistan Türkleri Kiril alfabesiyle, Batılarındaki Türkiye
Türkleri Lâtin alfabesiyle okuyup yazıyorlardı. Kendileri ise, Arap
alfabesinde tutulmuşlardı. Böylece ne Türkiye’de basılan kitaplar, dergiler
İran'da, Azerbaycan’da, Türkistan’da okunuyordu ne de Türkistan’da ve
Azerbaycan’da basılan eserler İran’da ve Türkiye’de okuyucu buluyordu.
Zamanımızdan 500 yıl önce yaşayan Şah İsmail Hatayı, anadiliyle Türkçe
şiirler yazıyordu. Türkçe ve aruzla. Şah İsmail’in peygamber sevgisine
bakınız:
Âsiyim! Yüzim karasın
sil Muhammed Mustafa
Dertliyim! Derdim çaresin kıl Muhammed Mustafa.
Yerde görmez, gökte görmez kör münafıklar seni.
Yerde sensin gökte sensin Ya Muhammed Mustafa.
Rûz-i mahşerde gelüben şefaat it sen bize
Vardığın Mîraç hakiyçün ya Muhammed Mustafa
Hatay'îm isyan içinde yüz tutup hazretine
Aybımızı gelme yüze ya Muhammed Mustafa
Dertliyim! Derdim çaresin kıl Muhammed Mustafa.
Yerde görmez, gökte görmez kör münafıklar seni.
Yerde sensin gökte sensin Ya Muhammed Mustafa.
Rûz-i mahşerde gelüben şefaat it sen bize
Vardığın Mîraç hakiyçün ya Muhammed Mustafa
Hatay'îm isyan içinde yüz tutup hazretine
Aybımızı gelme yüze ya Muhammed Mustafa
İran Türkleri’nin önemli şairleri ve yazarları var. Bunlardan bazılarının
isimleri şöyle:
Seyid Eşrefeddin Gilanî, Mehemmed Ali Seffet, Mahmud Kenizâde, Cabbar
Eskerzâde Bağçaban, Ali Fitret, Seyid Cafer Pişeveri, Mir Mehdi Etimad Heddat,
Penâhi Abbas Makulî, Hebib Sahir, Şehriyar, Genceli Sebahî, Hüseyin Sehhaf, Mir
Mehdi Çavuşî, Abas Bariz, Coşgun, Gehreman Gehremanzâde, Bulud Garaçorlu
Sehend, Balaş Azeroğlu, Alav, Medine Gülgün, Sönmez, Hesârl, Mirze Hüseyin
Kerimî, İm ran Selahî, Mehemmed Biriya, Mir Tağı Milânı, Hamid Nutgî, Dr. Cevat
Heyat, Sevalan, Barışmaz, Eziz Selâmî, Daşgın, Hadi Karaçaylı.
(sh:140-142)
(Eğitimin gerçek Yüzü)
Hikâyeyi bilenler elbette çoktur. Ama ben, duymayanlar için bir daha
anlatmak istiyorum:
Avcının biri, bir gün, avlanırken, dağda bir ayı yavrusu bulmuş. Hayvanı
kucaklayıp evine getirmiş. Bahçesinde onun için küçücük bir kulübe yapmış.
Avcı her gün o ayı yavrusuyla meşgul olmaya başlamış. Onunla oturup konuşuyor,
şakalaşıyor, bazen de alt alta, üst üste boğuşuyormuş. Ayı yavrusu da sahibini
çok seviyormuş. Aradan birkaç yıl geçmiş. Ayı yavrusu büyüyerek, kocaman bir
ayı olmuş. Bu arada sahibinden 15-20 kelime de öğrenmiş. Sahibi “gel” deyince
geliyor; “dur” deyince duruyor”; “kalk” deyince kalkıyormuş. Kocaman ayı,
artık sahibiyle birlikte ava gidiyor, çok sevdiği efendisinin peşinden
ayrılmıyormuş.
Bir gün, yine birlikte ava gitmişler. Dere-tepe aşmışlar. Avcı, akşama
doğru çok yorulmuş. Bir ağaç gölgesine uzanıp biraz uyumak istemiş. Ayısına
dönerek emir vermiş:
“Sen burada başucumda beni bekle. Sakın bir yere ayrılma!” demiş.
Ayı, söylenenleri anlamış. Sevgili sahibinin başucuna çöküp kalmış. Bir
süre sonra, avcıya bir kara sinek musallat olmuş. Vızıldayarak gelip avcının
terli suratına konmuş. Avcı, yarı uyanık, yarı uykuda sineği, elinin tersiyle
kovmuş. Sinek dönmüş, dolaşmış tekrar avcının yüzüne yapışmış. Avcı sineği bir
daha kovalamış. Sinek bir daha, bir daha gelmiş. Ayı, sevgili sahibini rahatsız
eden sineğe çok kızmış. Gidip kocaman bir kaya parçası alıp gelmiş. Kara sinek,
bilmem kaçıncı defa avcının suratına konunca, ayı havaya kaldırdığı o kocaman
kaya parçasını bütün öfkesiyle kara sineğin üstüne yapıştırmak istemiş. Taşın
rüzgârından ürken karasinek, vızıldayarak aradan uçup gitmiş. Tabiî, olan,
zavallı avcıya olmuş; uzandığı yerden bir daha doğrulup kalkamamış. Kocaman
kaya parçasını zorlukla kaldıranlar, câhil avcının pul gibi ezilen, paramparça
dağılan yüzünü tanıyamamışlar. Bu hikâyeyi anlatışımın elbet bir sebebi
var. Nâmık Kemâl merhum, bir yazısında diyor ki:
“Bir insanın zekâsıyla
bildiği kelimeler arasında ciddî bir bağ vardır. Yani bir insan, ne kadar çok
kelime biliyorsa, aldım da o nispette kullanmış olur. Az kelime bilen az zeki
olur. Söylenenleri-yazılanları az anlar, az anlatır. Çok kelime bilenler ise
okuduklarını çok daha iyi anlar, merâmını çok daha rahat anlatırlar.”
Yâni, kelime dünyası çok zengin olanlar, aydınlıkta kitap okuyan kimselere
benzerler. Harfleri, kelimeleri rahatlıkla seçip okurlar, okuduklarını
rahatlıkla anlarlar. Kelime dünyaları zayıf olanlar ise, alacakaranlıkta kitap
okumaya çalışanlar gibidirler. Okuduklarını kolay kolay anlayamazlar. Bilim
adamları diyorlar ki; “Aklımızın çalışması, zekâmızın artması kitap
okumamıza, araştırmamıza bağlıdır”.
Bakın şimdi!
Resmî rakamlara göre, ABD'de ilk eğitimden geçen çocuklar 70 bin kelimeyle
okuyup yazıyorlar, Türkiye’de ise ilk eğitim kitaplarımızda 5-6 bin civarında
kelime var. Çocuklarımız da bu 5-6 bin kelimenin ancak birkaç yüzüyle konuşup
düşünüyorlar. Birkaç yüz kelimeyle düşünüp yazanlar, konuşanlar Cumhuriyet Devri
Edebiyatımızı bile katiyyen anlayamazlar. Ne şiir zevkleri olur, ne hikâye, ne
roman... Ders kitapları dışında bir şey okuyamazlar. Okuduklarını kolay kolay
kavrayamarlar. Bu bakımdan doğru dürüst bir dilekçe bile yazamazlar.
Bin yıldan beri konuşa konuşa Türkçeleştirdiğimiz güzelim kelimelerimizi
dilimizden çıkanp atmak isteyenler var. Bunlara tasfiyeciler diyoruz. Dilde
tasfiyeciler, yâni eciş bücüş “sözcükler” uydurarak dilimizi kısırlaştıranlar,
ayıyla dostluk kurmaya çalışan o zavallı avcıya benziyorlar. Dilde
tasfiyeciler, sâdece kendilerini değil, milletimizi de felâkete doğru
sürükleyen gafillerdir. Çünkü dil varlık sebebimizdir. Türkçe'nin kısırlaşması,
kuruması, bozulması» bir kişinin değil, bir milletin özünden, kökünden
kopmaya, kurumaya başlaması demektir. Dilde tasfiyecilere dikkat etmeliyiz ve
katiyyen, dili kısırlaştıranlardan, kurutanlardan olmamalıyız.
(sh:117-119)
“Yapılan her yanlışlığa,
kurulan her tuzağa şapka çıkaran, alkış tutan Copito'larımız sürüler halinde.
Ama bizim, yanlışlıklara dur diyecek yiğit Marcellus’larımız ne kadar az!
Neredesiniz ey Türkçe sevdalıları!
Sesinizi neden yükseltmiyorsunuz?”
Sesinizi neden yükseltmiyorsunuz?”
Ordinaryüs Prof. Dr. Reşit Rahmeti Arat diyor ki:
“Bir milletin dili» birinin yerine diğeri konulacak şekilde, bir kelime ve
tâbir yığını değildir. Dil, asırlar içinde ve nesillerin hafızalarında dövüle, yoğrula yerleşmiş
bir mânâ, his ve hayâldir. Kelime ve tâbir, konuşmanın bir vâsıtasıdır. Asıl
konuşulan, mânâ ve maksattır, his ve hayâldir. Fakat kelime ile bu mânâ, his ve
hayal, asırların sinesinde, o derece birbiriyle kaynaşmıştır ki, kelimeyi
atınca, mânâ ve maksat da, his ve hayâl de berâber gider. Bundan da nesiller
arasında anlaşmazlık doğar. Millet birliği parçalanır. Dilin her kelimesi ve
tâbiri arkasında bir târih yaşar. Millet ise târihin yapıp yoğurduğu bir
birliktir. Mîsal olarak, “Büyük Millet Meclisi” tâbirini alacağım. Bu tâbirin
arkasında bütün bir Millî Mücâdele târihimiz ve İstiklâl Harbi sahneleri
vardır. Vatan ve millet sevgisi de bundan doğar!” Ord. Prof. Rahmetî Arat,
Dünya çapında bir ilim adamımız. Tespitleri, asırlardan beri hiç değişmeyen
ilmî gerçekler. Elbette bir milletin dili yaz-boz tahtası değildir. Dilin
canlı bir varlık olduğunu hiç kimse inkâr etmiyor. Dile zamanla birtakım
kelimeler girebilir, dilden birtakım kelimeler düşebilir. Ama bunun büyük
gerekçeleri vardır. Bu gelişmeleri millet yapar. Edipler yapar. Bir milletin
diliyle, birtakım kimseler, birtakım heveskârlar, hatta birtakım idareciler
oynayamaz. Bir milletin dili şunun-bunun hevesine, keyfine kurban edilemez.
Ordinaryüs Prof. Reşit Rahmetî Arat’ın da dediği gibi “Dil, asırlar içinde
ve nesillerin hafızalarında dövüle -yoğrula meydana gelir. Dilin her
kelimesinin arkasında bir târih yaşar. ” Hal böyle iken,
Türkiye’de birtakım kimseler çıkıyor, sâdece 70 milyonluk Türlüye Türklüğü’nün
değil, 200 milyonluk Dünya Türklüğü'nün dilindeki ortak kelimeleri atıyor,
yerine uyduruk kelimeler koyuyor. Meselâ bütün Dünya Türklüğü’niin bin yıldan
beri kullandığı “hayat” kelimesini dilimizden atıyor, yerine “yaşam
” ucubesini koyuyor. “Şehir” kelimesini unutturmaya çalışıyor;
yerine Türkçe olmayan Soğdça’dan çarpılan “Kent” kelimesini
sokuşturuyor. Tamam en Türkçe olan o güzelim “bütün” kelimesini
çiğniyor, tepeliyor, yerine Farsça olan “tüm ” kelimesini baş tâcı
ediyor.
Bu ve benzeri davranışlar, nesiller arasında anlaşmazlıklar meydana
getirmek ve millet birliğimizi parçalamak içindir.
Şu müthiş
hâdiseye dikkatinizi çekmek istiyorum.
Bundan iki bin yıl
kadar önce, Roma İmparatorluğumda, öfkesiyle hatta zulmüyle meşhur olan Kral
Tiberius, otoritesini daha da arttırmak için, seçilmişler meclisinde kürsüye
çıkarak, yüksek sesle konuşmaya başlar. Bu arada uydurma bir kelime de
kullanır. O uydurma kelimeyi orada senatörleri daha çok korkutmak için birkaç
defa tekrarlar. Mecliste bulunan Marcellus isimli yürekli bir senatör ayağa
kalkarak bağırır:
“Haşmetmaab!” der. “Lütfen
milletimizin diline hürmet edin ve uydurma bir kelime kullanmayın!”
Senato üyelerinden ve
kralın dalkavuklarından biri olan Copito ayağa fırlar:
“Ey Marcellus!” der. “İtiraz
ettiğin o uydurma kelime memleket dilinden olmayabilir. Fakat, Roma
İmparatorluğu'nun şanlı sahibi olan aziz kralımızın ağzından çıkmıışsa, o
kelimeyi büyük kralımız kullanmışsa, bilesin ki artık o kelime bizim dilimizin
bir kelimesi olmuştur. Çünkü kralımız her şeyin üstündedir ve her şeye
kadirdir”
Bu dalkavukluğa, yiğit
Marcellus daha fazla dayanamaz. Kalkar ve senato salonunu dolduran bir sesle,
doğrudan doğruya krala hitab eder. Der ki:
“Copito yalan söylüyor
Sezar! Sen dilediğin insanlara Roma vatandaşlığı sıfatını verir, onları mevki
ve makam sahibi yapabilirsin. Fakat uydurma bir kelimeye Romalı olma hakkı
kazandıramazsın!”
Türkiye’de kralın soytarıları bile dilimizi keyiflerince bozup duruyorlar.
Mikrofon başına geçenler, kamera karşısına oturanlar, eline kalem alanlar
arasında o eski Roma Kralına benzer pek çok adam var. Yapılan her yanlışlığa,
kurulan her tuzağa şapka çıkaran, alkış tutan Copito'larımız sürüler halinde.
Ama bizim, yanlışlıklara dur diyecek yiğit Marcellus’larımız ne kadar az!
Neredesiniz ey Türkçe sevdalıları! Sesinizi neden yükseltmiyorsunuz? (sh:157-159)
Türküsüz millet olmaz. Oyunsuz, efsânesiz, masalsız, destansız, şiirsiz,
şâirsiz, müziksiz bir millet olmaz. Olur diyenler, millet gerçeğini hiç
bilmeyenlerdir. Olur diyenler susuz, tuzsuz, yağsız, baharatsız, malzemesiz
yemek yapılacağını sananlardır.
Biz çocuklarımızı ninnilerle, laylalarla büyüten, onları türkülerle
evlendiren, türkülerle askere gönderen, gurbette kalanlara türküler yakan,
türkülerle sevinen, hüzünlenen, Rahmet-i Rahman’a kavuşanların arkasından
türküler, ağıtlar söyleyen bir milletiz. Türkülerimiz, Türkçemizin elvan-elvan
açıldığı, güzelleştiği çiçek bahçelerimizdir. Efsânelerimiz, masallarımız,
destanlarımız da öyle. Millet hayatımızda onların güzelliğini ve büyük önemini
anlatmak için saatler lâzım.
Yalnız şu hususu bilhassa dikkatinize sunmak istiyorum. Dünyada kültürün ne
demek olduğunu, ne kadar büyük önem taşıdığını en iyi anlayan devlet adamları
arasında Sosyalist Rus idarecileri de var. Türk Cumhuriyetlerine -Türkî
Cumhuriyetlere değil 9-10 defa gidip gelen, oralarda yapılanları gören, duyan,
okuyan bir kimse olarak söylüyorum. Sosyalist Rus idarecileri, kültürün bir
millet hayatındaki büyük önemini çok iyi bildikleri için çok ciddî, çok
sistemli, çok cazip uygulamalarla Türkçe’yi unutturup yerine Rusça’yı hâkim
kılmaya çalıştılar. Ve bizim binlerce yıllık destanlarımızı yasakladılar.
Meselâ siz biliyor musunuz ki Türkistan’da Dede Korkut destanları
yasaklanmıştır. Biliyor musunuz ki; Türkmenistan’da üç ilim adamı,
üniversitede, Dede Korkut destanları üzerinde çalıştıkları için, hem çok ağır
hapis cezalarına çarptırılmışlar, hem de üniversiteden atılmışlardı. Ve
siz biliyor musunuz ki; Türkmenistan bağımsızlığına kavuşur kavuşmaz, Türkmenistan Cumhurbaşkanı
Sapar Murat Niyazov, hem Dede Korkut Destanları üzerindeki yasağı kaldırmış,
hem de o ilim adamlarının itibarlarını derhal iâde etmişti. Bırakınız camileri,
destanları, efsâneleri... Sosyalist Rus idârecileri, Türkmenlere millî bir şahsiyet
verdiği için, Türkmen yaşayışının ayrılmaz bir parçası olduğu için, dünyaca
meşhur o güzelim Ahalteke atlarını bile, her gün koyun keser
gibi, tavuk keser gibi, üçer beşer, üçer beşer keserek ortadan kaldırmak, o mübarek
atların bile köklerini kazımak istediler. Ve siz biliyor musunuz ki; 1917 Sosyalist ihtilâlinde birkaç milyon
olan güzelim Ahalteke atları, 1990 yılında Sovyet Rusya İmparatorluğu
kendiliğinden yıkıldığında, sadece 5-6 yüz civarında kalmıştı. Ve
Cumhurbaşkanı Sapar Murat Niyazov, yok edilmek istenen o
çok zarif o çok mahir, o çok iyi koşan, o dünyanın en pahalı atları olan Ahalteke
Türkmen atlarını yeniden çoğaltabilmek koruyabilmek için, bir Atçılık
Bakanlığı kurdurdu. Şimdi dünyada Atçılık Bakanlığı olan ve
atı ülkesinin sembolü haline getiren tek ülke kardeş Türkmenistan’dır. Bunları
niçin anlatıyorum? Bizim pek farkında olmadığımız bazı kültür hâzinelerimizi,
birileri çok iyi tespit ettikleri ve milletimizi yavaş yavaş törpüleyip
bitirmek istedikleri için, o hayat damarlarımızı birer birer koparmaya
çalışıyorlar.
Sosyalist Rus idarecileri, Türkistan’da ve Azerbaycan’da iki çok önemli
kaynağı kurutmak istedi. Bunlardan biri Türk ismidir, ötekisi İslâm kelimesi.
Mâlum idâreciler, Türkiye ile Türkistan ve Azerbaycan
arasındaki bütün kültür köprülerini atabilmek için, “Türk” kelimesini
bile yok etmeye koyuldular.
Onlara göre, Türkistan’da Türk yoktu. Azerbaycanlı, Türkmen, Özbek, Kırgız,
Kazak ve Tatar vardı. Dünkü resmî iddiâya göre Türkçe yoktu. Azerbaycanca, Türkmence,
Özbekçe, Kırgızca, Kazakça, Tatarca vardı. Sosyalist rejime göre,
Sovyetler’deki tek Türk topluluğu, sayıları 400 000 civarında olan Ahıskalı
Türklerdir, Garabete bakınız ki devrimci rejim, bir Ahıska ailesinin yansını
Türk, yarısını Azerbaycanlı diye tescil etmişti. Eğer Rusya'da Sosyalist rejim
uygulanmasaydı ve o iptidaîlik yüzünden rejim çökmeseydi 50 yıl sonra,
atayurdumuzda Türk’ten, Türk kültüründen İslâm'dan hiç bir eser kalmayacaktı.
Şimdi Azerbaycan ve Türkistan Türkçesi’yle Türkiye Türkçesi’ndeki ortak
kelimeleri dilimizden çıkarıp atmakla, dildeki farklılıkları artırmakla
çoğaltmakla biz kime ve neye hizmet ediyoruz acaba? Güya bu yazıda size
Türkistan'daki Köroğlu destanlarından bahsedecektim. Söz başka bir mecraya
doğru uzadı. Türkistan’ı ve Azerbaycan’ı neden çok iyi bilmeli ve çok
sevmeliyiz? Bunun cevâbını gecikmeden vermeye çalışacağım.
(sh:267-269)
Hayâtın ikinci yüzü ölümdür. Eskiler ölümü uykunun kardeşi olarak kabul
etmişlerdi. İslâm’a göre ölüm, bir ot gibi çürüyüp gitmek, yok olmak,
yitmek-bitmek değildir. Ölüm, yeni bir dünyaya doğmaktır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de
buyruluyor ki:
“Her nefis, ölümü tadıcıdır. Sonra da ancak, Bize Allah’a döndürülürsünüz”
İslâm ulularının eserlerinde, ölüm bir kadife yumuşaklığıyla
anlatılmıştır. Meselâ Hz. Mevlâna’ya göre “ölmek, şeb’i arus’tur, yâni
sevgiliyle buluşmak-kavuşmak gecesidir. Sevgililer sevgilisi de Allah’tır”.
Hz. Mevlâna’nın sandukası üzerine yazılan 9 beyitlik gazelinde ölüm, tam
bir İslâm inancıyla anlatılmıştır. Hz. Mevlâna diyor ki:
“Öldüğüm gün, benim tabutumu omuzlar üzerinde gördüğün zaman, bende bu
cihanın derdi var sanma!
Bana ağlama!
Yazık yazık, vah vah deme!
Şeytanın tuzağına düşersen, vah vahm sırası o zamandır.
Yazık yazık o zaman denir. Cenâzemi gördüğün zaman ayrılık ayrılık deme.
Benim buluşmam, görüşmem o zamandır.
Beni mezara koyunca elvedâ, elvedâ deme.
Mezar, cennet topluluğunun perdesidir.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret.
Güneş’le Ay’a, batmadan ne zarar gelir ki?
Sana batma görünür ama, o doğmadır.
Mezar hapishane gibi görünür ama, canın hapisten kurtuluşudur.
Yere hangi tohum ekildi de tekrar bitmedi?
Neden insan tohumuna gelince bitmeyecek zannına düşüyorsun?
Hangi kova kuyuya salındı da dolu
olarak çıkmadı?”
Mevlevîler, kat’iyyen öldü, vefât etti, yitti gitti demezler. “Hakk’a yürüdü”
derler. Ne güzel, ne sıcak bir ifâde. “Hakk’a yürüdü”. Dünyada doğumu ve ölümü,
aynı zamanda bir Mevlevi şeyhi olan şâir Arif Nihat Asya kadar, acaba kim
yumuşak ve güzel anlatabilmiştir. Arif Nihat Asya bir mensur şiirinde diyor ki:
“Bir yanağından öptüm
söyle ey Dünya, öbür yanağından da öpmek için, kaç günlük yol yürümeliyim?”
Mevlevî Arif Nihat Asya doğumu, dünyanın bir yanağından Öpmek olarak kabul
ediyor. Ona göre ölüm, Dünyanın öbür yanağını öpmektir. Ne güzel, ne rahat, ne
yumuşak bir söyleyiş.
Şimdi, zaman zaman alkışlarla kaldırılan cenazelerimiz için radyolarımız,
televizyonlarımız, gazetelerimiz “yaşamını yitirdi” ifâdesini kullanıyorlar. “Yaşamını
yitirdi” ne kadar çirkin, ne kadar zavallı, ne kadar cin çarpmış bir
sarsak cümle.
Dünkü zengin Türkçemizde, ölüm gerçeğini anlatan yüzden fazla ifâde vardı.
İşte onlardan bazıları. Bir kimse dünyasını değiştirince ondan sadece “öldü”
veya “yaşamını yitirdi” diye bahsedilmiyordu. Şu güzel, şu zarif şu ince, şu
pırıl pırıl kelimeler, deyimler kullanılıyordu. Meselâ şöyle deniliyordu:
Can kuşunu uçurdu,
Cennete kavuştu, Cennetlik oldu, Canını kurban etti, Dünyasını değiştirdi,
Dâr-ı bekaya irtihal etti, Ecel şerbetini içti, Ebediyete göçtü, Gerçek hayata
uyandı, Hak’ka yürüdü, Hak’ka kavuştu, Kalıbını dinlendirdi, Kulağının dibi
sarardı, Kuş gibi uçtu gitti, Merhum oldu, Mevlâsma kavuştu, O dünyaya gitti,
Ömrünü size bağışladı, Ölüm kapısını dövdü, Ömür defteri kapandı, Rahmet-i
Rahman’a kavuştu, Rahata erdi, Ruhunu teslim etti, Şehit düştü, Sizlere ömür
oldu, Topraktan geldi toprağa gitti, Ukbâya irtihal eyledi, Yatağından kalkamadı,
Yensiz gömlek giyindi, Vefât etti, Azrail sinesine kondu, Bir varmış bir yokmuş
oldu, Gor’a gitti. Ve daha niceleri, ve daha niceleri...
Bir de istenmeyen,
sevilmeyen kimselerin ölümlerini anlatan deyimler, kelimeler var ki onları
burada saymak istemiyorum. Geberdi, Zıbardı,
Nalları dikti, Gorbegor oldu, Tahtalı köye gitti... gibi ifâdeler. Şu
dünkü Türkçe’mizin zenginliğine, dünkü insanımızın inceliğine dikkat buyurun.
Bir de bugünkü basitliği, çirkinliği, kuruluğu, yavanlığı düşünün.
Ne olmuş ne olmuş?
-Yaşamını yitirmiş!
-Haydi oradan zavallı adaml Yiten-biten bir şey yok yitirilmek bitirilmek
istenen Türkçemizin zenginliği ve güzelliğidir.
“Yaşamını yitirmiş”miş! Yitirilen, kaybedeline bir şeyi bulmak ihtimali
varolduğuna göre, ‘‘yaşamını yitirenlerin” yakınları, yitirdikleri yaşamları
arasınlar biraz. Şurada-burada bulabilirler (!) belki.
(sh:51-53)
Kaynak:
Yavuz Bülent BÂKİLER,
Sözün Doğrusu, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 17.Baskı, 2011, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar