Print Friendly and PDF

TANRI’NIN ÖLÜMÜ



On dokuzuncu yüzyıl sonu aydınlarını sonsuz bir umutla coşturmuş olan şu dar ve çocuksu bilim inancı kadar, bugün bir Sartre’ın insanı tanımsız bir özgürlükle donattıktan sonra, onu sorunlarına geçerli çözümler bulma olanağını elinden alan bir öznellik içine kapatan görüşleri de, tıpkı Nietzsche’nin insanı insandan uzaklaştıran «üstün insan» anlayışı gibi, pek ünlü bir haykırışla, «Tanrı öldü!» sözüyle yakından ilgilidir. O gün, bugün, bu ünlü haykırışa karşı türlü sesler yükseldiğine, dolaylı bir biçimde de olsa, çekişme sürüp gittiğine göre, hiç kuşkusuz büyük bir önemi, bir keskinliği, bir genelliği vardı Nietzsche’nin haykırışının. Ama Nietzsche, «Tanrı öldü», derken, her şeyden önce kişisel bir iç-deneyi dile getiriyordu. Kendinden üs­tün varlık tanımayarak kendi egemenliğini kesinlemek, kendi evrenini kendine göre yorumlamak yü­rekliliğini gösterebilen bütün insanlar adına konuş­sa bile, «Tanrı öldü», dediği dakikada, bütün öte­kiler birer soyutlama, egemenliğini kesinleyense bir tek kişiydi: kendisi. Üstelik, dönüşü olmayan bir aşamayı değil, örnekleri daha önce de görülmüş bir durumu belirtiyordu: belki yeni bir söz söylü­yordu, ama yeni bir şey söylemiyordu.
Gerçekten de, ilk anlamında alırsak, bu söz bi­ze çok doğal görünebilir. Bugün birer masal, birer söylence olmuş nice tanrılar bir yana, hâlâ geçerli olan büyük dinlerin tanrıları için bile, ortamı in­san olan bir yaşamdan sözedilebilir ancak. Bu ya­şam da inatçı çabalar sonunda, buyrultu ürünü bir duyu sapmasından doğmuş, bir anlık bir soluktan başka bir şey değildir. Bu durumda, Tanrı için sü­rekli bir yaşamdan sözedilemeyeceği gibi, böyle bir yaşam gerçekte somut bir varlığın, yani bir insanın tanrısal yaşamı olduğuna, Tanrı'ya eriştiğini duyan insanın bu izlenim süresi içindeki yaşamından öte bir şey olması düşünülemeyeceğine göre, evrensel bir yaşamdan da söz edilemez. Gene de en somut yaşamı budur Tanrı’nın, ermiş kişinin benliğinde ve ermiş kişiyle birlikte, ermiş kişinin tam ermiş olduğu dakikada bu gelip geçici, bu değişken ya­şamdır. En somut, en iç parçalayıcı ölümü de hiç kuşkusuz ermiş kişinin onda yaşadığı izlenimini yitirmesiyle gerçekleşir.
Nietzsche bir bakıma çok daha alçakgönüllü bir ölümden söz ediyordu kuşkusuz, bir izlenim niteliğinde de olsa somut bir yaşamın değil, yüzde yüz soyut bir yaşamın, hiç değilse kendisi için, so­na erdiğini bildiriyordu. Ama, bir başka açıdan, bu soyut yaşamın, evrensel ve sonsuz olmasa bile, daha yaygın, daha sürekli, kısacası daha güçlü ol­duğu söylenebilir. Öyle ya, burada Tanrı’nın varo­luşu yalnızca ermişlere değil, çok daha geniş bir kitleye, dindarlar topluluğuna bağlıdır: duyu biçi­minde değil, inanç biçiminde belirir. Gücünü de, sürekliliğini de bundan alır. O kadar ki, bu kitle için, «Tanrı yoktur», diyen bir deli, Tanrı’nın varlığını tartışma konusu yapansa en azından bir sap­kındır. İnsanın kendisi, zenginin zenginliği, yoksulun yoksulluğu, körün körlüğü, kamburun kamburluğu, sağlamın sağlamlığı, yakarışın karşılık görmesi, görmemesi, hastalığın gelmesi, geçmesi, geçmemesi, tohumun çatlaması, çatlamaması, kısa­cası bütün evren, tartışma götürmez bir açıklıkla Tanrı’nın varlığını kanıtlar bu kitle için, her şeye Tanrı yön verir. Gene de her şeyi oluruna bırak­maz inanmış kişi, bir yandan Tanrı’nın buyruğu­nun nasıl olsa yerine geleceğine inanırken, bir yan­dan da edimlerinin aynı Tanrı buyruğuna uygun olması için çaba harcar.
Çelişki fazla ilgilendirmez onu, ona düşen inan­mak ve uymaktır. Her şey bunu sağlayacak biçim­de düzenlenmiştir: kendi sözü olduğu bildirilen, kendisini, ilkelerini anlatan betikleri vardır Tanrı’nın, kendisine saygı sunulan tapınakları vardır, kendisini tanıtmakla, saydırıp sevdirmekle görevli, özel olarak yetiştirilmiş aracıları vardır, hepsini destekleyen töreler, görenekler vardır. Bütün bun­lar, ermişin duyduğu biçimde olmasa bile, Tanrı’nın varlığını sezdirir ona durmadan, onda her da­kika görüldüğü, izlendiği sanısını uyandırır, belirli bir denge, bir o kadar da baskı öğesi olur, tam bir benlik, tam bir özgürlük kazanmasını önler böylece. Bu durumda, insan «her şeyin ölçüsü» ol­mak şöyle dursun, kendi yaratılışı dışında bulu­nan ölçülere uymakla yükümlüdür. Ermiş kişi, bu bakımdan, inanmış kişiden çok daha özgürdür. Nietzsche’nin, Nietzsche’den önce ve sonra başka birçoklarının kendi içlerinde öldürdükleri Tanrı bu kişinin Tanrı’sıdır işte, ermişin uzun serüven­lerden, çetin çabalardan sonra ulaştığı Tanrı de­ğil, dindarlar kitlesinin, kurulu düzenin Tanrı’sıdır. Bunun için, bugün tanrısal değerleri bir yana bırakarak yalnızca insansal değerlere bağlananlar eskiye göre çok daha fazla olsa bile, bunca yıldan sonra, Nietzsche’ye kafa tutarcasına: «Tanrı yaşı­yor!» diyebiliriz. Bu Tanrı çok daha belirgin nite­liklerle donanmış olduğuna göre, alabildiğine güçlü bir yaşamı sürdürdüğünü de ekleyebiliriz.
Söylemek bile fazla, kurulu düzende, Tanrı’nın yaşam düzlemi bütün kurumlarıyla birlikte dindir. Tanrı'nın betiğini önümüze getirmiştir: bütün buyurdukları burdadır. Kimi noktalarını karanlık bulursak, görevliler bize açıklamaktan ge­ri durmazlar. Bu temel betiğin, bu görevlilerin, bir de çevremizin aşıladığı saygıyı Tanrı’mıza sunma­mız için, Tanrı buyruklarının doğrudan doğruya kendisiyle ilgili olanlarını yerine getirmemiz için de bir yer gösterilir bize: tapmak. Buraya ne za­man gideceğimiz öğretilmiştir bize, ayrıca her gün yeniden uyarılır, her gün yeniden çağrılırız. Her şey düşünülmüş, düzenlenmiştir, bize bir inanmak kalmıştır. Biz de inanırız. Dinin gereklerini yeri­ne getirdiğimiz sürece, Tanrı'nın bizde yaşadığını, dinin bizde sürdüğünü söyleyebiliriz. Ne var ki, kendimiz «çevre» olmadığımıza göre, tıpkı çevre­miz gibi, çevremizdekiler gibi sürdürdüğümüzü kesinleyemeyiz. Din bir yasalar dizgesidir, ama bu yasalarda tanımlar usumuzun aradığı nesnel ta­nımlara benzemez. İşte Tanrı’yı tanımlamayı amaçlayan, ama hiç bir terimi tanımlanmamış olan bir, iki tanım: Tanrı birdir, eşsizdir, her şeyden önce ve her şeyden sonra vardır. Buna benzer bir­çok tanımlar sıralayın, elinizden geldiğince açıklayın bunları, gene de beş yaşında bir çocuğun bi­le soracağı sayısız sorular kalacak, üstelik bunlar bu konuda sorulabilecek soruların en önemsizleri olmayacaktır. Biz, ya bir bilgi eksikliği karşısında olduğumuzu sezerek bu sorulara güler, ya da ko­nuşulması aykırı konulara girildiğini düşünerek sarsılır, ürpeririz. Ama bir yandan bu çocuğa sev­mesini istediğimiz Tanrı’yı öğretmeye çalışırken, bir yandan da onun öğrenme isteğine bir sınır çek­mek istememiz neyi kanıtlar?
Çoğu ermişlerin de tıpkı karşımızdaki bu küçücük çocuk gibi, sevgiy­le, istekle, yetinmezlikle, Tanrı'yı kavramaya çalış­mış oldukları düşünülürse, kendimizden çok bu çocuğa hak vermemiz, bunun kaçınılmaz sonucu olarak, pek de Tanrı'ya yakın, pek de Tanrı'ya yö­nelmiş kişiler olmadığımızı doğrulamamız gerekir.
Ne var ki, burada bir kusurdan sözedilebilirse, bu kusuru inanmış kişiye yüklemek doğru olmaz. Yüzyıllar ötesinden gelen bir dine bağlanmış kişi, çevresine yabancı düşmek pahasına bir bilinç ça­bası göstermedikçe, benimsediği dinden çok, bu dinin geleneklerine bağlı kalmaktan kurtaramaz kendini. İsterse bütün gücüyle kaynaklara varma­ya çabalasın, ister istemez bu gelenekler içinden gidecektir onlara, onları gene bu geleneklere göre değerlendirecektir. Örneğin Kuran’ın herhangi bir dile çevrilemeyeceğini, yakarıları ilk söylendikleri dilde yinelemek gerektiğini savunanlar, bilmeden, din geleneklerini dinden üstün tutmaktadırlar. Kişi doğa içinde geliştiği kadar da ekin içinde geli­şir çünkü, doğal bir varlık olmaktan çok, toplumsal bir varlıktır.
Ama sonuç değişmez: kutsallığın kurumlaştık­ça kaynaklardan uzaklaştığı da bir gerçek. Çoğu kez, Tanrı’dan önce tanrısal kurumlar çıkar karşı­mıza: Tanrı adına konuşur, Tanrı adına buyurur­lar. Tanrı’ya inanmak da, bir bakıma, bu kurumlara inanmaktır artık: böylece Tanrı, ermişin gön­lünden ayrılır ayrılmaz yitirdiği somutluğu, niteli­ği değişmiş olarak, yeniden bulur. Ne var ki, böy­le bir bulma bir tür yitirmedir. Örneğin hristiyanlık inancı birkaç kiliseye bölünmüş olduğuna, bun­ların her biri gerçek hristiyanlığı kendisinin kişileştirdiğini savunduğuna göre, din kurumlarının dinin kendisi sayılamayacağı da, bunun sonucu olarak, dinsel inançların, güçlerinden fazla bir şey yitirmeseler bile, nitelik değiştirdikleri de ortada: Tanrı’ya, dine bağlandığını sanırken, inancımız ço­ğu zaman kurumlara takılıp kalır. Buna karşılık, dinsel kurumlar içinde zaman zaman beliren dal­galanmaların, bölünmelerin, sonuçları ne olursa ol­sun, Tanrı’ya dolaysızca yaklaşmak, dine tam ge­reğince uymak gereksimesinden doğduğu söylene­bilir. Ama kurumlaşma hiç bir zaman kendini göstermekte gecikmemiş, Tanrı ile kul arasına gir­mek, bütün dinsel kurumların ortak özelliği ola­gelmiştir. Beş yaşındaki çocuğun soruları bunun için sarsar bizi: çocuk kurumların ağırlığını duy­madığı için, onların ötesine doğru atılır, biz ise kurumların ağırlığından kurtulmak gereksimesini bile duymayız.
Dinsel kurumlar, konuları alabildiğine basite indirgeyip açıklamalarına kutsaldan çok ussalın görüntüsünü vererek, böyle bir gereksimeden ala­bildiğine uzaklaştırmışlardır inanmış kişiyi. İnan­mış kişi, din alanında da bir basamaklama düzeni kurulmuş olduğunu, kendisinin en alt basamakta yer aldığını bilmediği gibi, dinsel konuları yorumladığını sanırken, kurumları yorumlamaktan öte bir şey yapmadığını da görmez çoğu kez. Örneğin abdesti bedensel bir temizlik, namazı bir tin beden eğitimi, orucu sindirim düzeninde bir dinlenme olarak açıklarken, kendi dinine aykırı bir yol tuttuğunun, kendi dinini küçük düşürdüğünün bilincinde değildir. Din gereklerine eskiye göre daha az uyulan günümüzde, dinle, dinin gerekleriyle hiç mi hiç bağdaşmayan bir yaşam sürdürenlerin bile, her şeyin ilkesi olarak dini görmeleri, dinsel inançlar uğrunda büyüklü küçüklü savaşlara giriş­meleri, her şeyden önce geleneklerin, geleneksel kurumların gücünü gösteriyor. Denilebilir ki, di­nin böylesine önem taşıması, gereğince bilinip uy­gulanmasından değil, belki de, tam tersine, uygulanmamasından, geleneksel bir eğilim olmaktan öteye geçmemesindendir: din, bugünkü görünü­şüyle, bir eylem değil, bir özlem, bir dilektir ve bir özlem, bir dilek olarak kaldığı için, zaman za­man, din-dışı, dine karşı bir eylem olarak çıkmak­tadır karşımıza.
Nietzsche’nin haykırışının bu anlamda da bir değer taşıdığını düşünmemek elde değil.
Sh: 147-153

Kaynak: Tahsin YÜCEL, Yazın Ve Yaşam, (Denemeler, eleştiriler), Çağdaş Yayınları, Haziran 1 976, İstanbul,

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar