Print Friendly and PDF

TÜRK KALESİ YIKILIRKEN



17 Nisan 2001 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde özgen Acar yazıyor: “Suudi Arabistan, Mekke’de Ciyad (Ecyad) adlı bir Osmanlı Kalesi’ni yıkıp yerine apartmanlarla birlikte beş yıldızlı bir otel yapmaya hazırlanıyor. Suudi Evkaf Bakanı Dr. Abdul Rahman Al-Matrudi, yaklaşık yarım milyar dolara mal olacak projeyi Kral Fahd’ın onayladığını açıkladı. 1781 yılında yapılan, ancak Osmanlılarca 1884’de tümden yenilenen Ciyad Kalesi, Osmanlıların kutsal kent Mekke’yi korumak amacı ile yaptıkları üç kaleden biridir. Yıkımı kararlaştırılan Ciyad Kalesi, 800 kişilik Osmanlı Topçu Birliği’ni barındırıyordu. Yakın zamana kadar kentin savunma ve güvenliğini sağlıyordu. Evkaf bakanı, kalenin yıkımından sonra yapılacak projenin 297 bin metrekarelik bir alanı kaplayacağını, 17 ve 32 kat aracında değişen 11 kuleden oluşan apartmanlarda 942 dairenin bulunacağını açıkladı. Ayrıca, 1220 odalı ve beşyıldızlı lüks bir otel de inşa edilecek
Bu haberi okuduğum anki duygularımı anlatmam çok zor. Mekke'ye epeyce uzak olmasına rağmen nedense Yemen’de şehit olan (Dedemin ağabeyisi) Süleyman oğlu Hüseyin aklıma geldi. Ardından büyük ağabeyisi Karaağaç kolu Burgaz'da şehit Hidayet geldi. Osmanlı coğrafyasının birbirinden binlerce kilometre uzaklıktaki iki ayrı cephesinde toprağa düşen iki kardeş. Şehit ağabeylerinin adını yerde bırakmamak için iki erkek evladına Hidayet-Hüseyin adını veren Mehmet Dedem. Yine sülalede başka Hidayetler... Hüseyinler...
Ardından Medine muhasarası, İngiliz, Arap çapulculara karşı aylarca direnen Fahrettin Paşa komutasında destan yazan, açlıktan çekirge yiyen, iskorpitten dişleri dökülen yine de teslimiyeti aklından geçirmeyen Mehmetleri düşündüm. Bir Yemen ezgisi acı tütün gibi burun direğimi sızlattı:
Gümüş cezveleri kaynar ocakta,
Yemen çöllerinde kaldım sıcakta,
Altı aylık yavrum kaldı kucakta,
Söyleyin yarime gayri uyansın,
Buna taştan yürek nasıl dayansın?
Kâbe’yi savunan Ciyad Kalesi’nin inşasında kaç Mehmet kanını, alınterini harca kattı kim bilir?
Ciyad kaç Mehmede mezar oldu kimbilir?
Yakıcı çöl güneşi altında, yönü Anadolu'ya dönük kimbilir ne türküler yaktı Mehmetler Ciyad burçlarından... Çöl geceleri yıldızları seyrederken hangi niyetleri tuttu Mehmetler?
Rüyalarında mutlaka köyünde, yaylalarında, Anadolu bozkırlarında dolaşmıştır Mehmetler.
Mehmet belki şehadet şerbetini içip çölün kızgın kumlarına düştüğünde, sılaya hasret çeke çeke, İltihabı Ema’dan Medinei Münevvere’de vefat ettiğinde kadere rıza gösterip, ölümü Türk’e has tevekkülle karşılamış, üzülmemiştir. Mehmed’i kahreden ölüm değil, yüzyıllarca Kavmi Necib’e (Soylu Irk) hizmet için inşa edip nöbet tuttuğu Ciyad kalesinin aynı Kavmi Necib tarafından tahribidir. Lavvrens'in yılan dilinden, bedevi çapulcunun cenbiyesin den daha ağır, daha acı gelmiştir kalesinin yıkılması Mehmed’e...
Şehit Mehmetlerin binlercesinin ruhlarının hâlâ nöbetlerini eksiksiz tuttuğuna inandığımız Ciyad yerle yeksan edilecek. Petrodolarlar ve riyaller, günümüzün Lawrenslerinin ve Şerif Hüseyinleri’nin elinde cenbiye olmuş, Mehmede son darbeyi indiriyor.
Yıkılan Ciyad kalesi değil... Yıkılan kimliğimizin, geçmişimizin, hüznümüzün, sevincimizin, taşta, molozda somutlaşan varlığıdır. Ciyad’dan önce, Mekke’deki, Kabe çevresindeki Osmanlı eserlerini düşünün... Medine’deki sanat şaheseri tren istasyonu binasını düşünün. Bu bakmaya kıyamadığınız eserlere karşı Bedevi hoyratlığını, vandallığını düşünün. Amerikan postalı yalayan Bedevinin, din kardeşi Türk’e olan bitmez kinini düşünün.
Ciyad kalesinde, toprak olmuş bedenleriyle, kale burçlarına, taşına, harcına sinmiş manileri, yanık hasret türküleriyle Mehmet huzur içinde yatarken üzerinde karabasan gibi yükselecek Bedevi Oteli, Mehmed'i son kez, kahrından öldürecek... Ankara’dakiler Mehmedin sessiz sitemini, bu son ölümünü duyar mı dersiniz?
Osmanlı küçüle küçüle parçalanıp, Türklük Anadolu coğrafyasından bile silinecekken 19 Mayıs 1919’da başlayan şahlanış, 24 Temmuz 1923’te Lozan Anlaşmasıyla taçlandı. Anadolu coğrafyası ebedi Türk yurdu olarak, uluslararası tapu kütüğüne tescil edilirken, Kuzey Afrika’da, Balkanlarda, Arabistan’da, Irak’ta, Yemen’de camileri, medreseleri, külliyeleri, mezarlıkları ve her türden yapılarıyla geride bıraktığımız eserler, görkemli bir geçmişin yadigarı olarak uzak diyarlarda kaldılar. Ata yadigarlarının, bu uygarlık kalıntılarının, geçmişle günümüz arasında kurulan gönül bağının ve toplumsal hafızanın somut varlıkları olarak kalmasına son darbeleri Sırp faşizmi ile Suudi-Vahhabi bağnazlığı ortaklaşa vuruyor.
Vahhabi fanatizmiyle beslenen Bedevi ilkelliği Arabistanla sınırlı değil. Sözüm ona tamirat ve restorasyon görüntüsü altında, Sırp tahribatına uğrayan, Balkanlardaki muhteşem Türk eserlerine karşı asıl öldürücü darbeleri indirme şerefi yine Kavmi Necibe müyesser oluyor. Herkes bilir ki, restorasyonun temel ilkesi, eseri yapan ustanın, çizen mimarın üslûbuna, sanatsal anlayışına, estetik zevkine, tasarımına sadık kalmaktır. Yine orjinal eserin ölçeklerine bağlılıktır. Bu konuda aşırı özen gösterilmesi, sanat ve uygarlığa saygının temelidir.
Petrodolar şımarığı Suudilerin yaptıkları ise tamamen farklı bir şeydir: O güzelim camileri, külliyeleri, türbeleri kökünden kazıyıp, yerine Bedevi zevksizliğinin, görgüsüzlüğünün anıtlarını dikiyorlar. Yapılan tam anlamıyla bir kültürel soykırımdır. Osmanlı en az beş yüzyıl elinde tuttuğu, uğruna nice savaşlar verdiği, kan döktüğü bu toprakları sanat harikası, incelmiş, süzülmüş bir zevkin ürünü olan yapılarla süsledi. Geçen bunca asra bana mısın demeyen, dimdik kalarak zamanla adeta alay eden şaheserler, Sırp topçusuyla, Suudi dozerinin yıkımına, kırımına ne yazık ki direnemiyor.
Balkan coğrafyasından tümüne örnek olmak üzere tek bir kesit sunalım isterseniz: Bosna-Hersek, Fatih Sultan Mehmet zamanında Osmanlı topraklarına katıldı. Osmanlı idaresinin sonlarına doğru Bosna-Hersek’te 917 okul, 43 medrese, 28 rüşdiye vardı. Ayrıca Saray Bosna’da bir askeri okul, öğretmen yetiştiren bir kolej, bir de ticaret okulu bulunuyordu. Bosna-Hersek’te ve tüm Balkanlarda gördüğümüz peyzaj ve kent dokusu, Kastamonu’dan, Amasya’dan, Safranbolu’dan, Muğla’dan, Akseki’den hiç te farklı değildir. Bahçe içindeki konaklar, zarif köşkler, yanyana dar sokaklı evler, çatı, pencere, kapı detayları aynı büyük ustanın, aynı ortak ruhun eseri; Türk’ün dehasının izlerini taşımaktadır.
Bu anlamda Sırp-Suudi ortaklığıyla tahrip edilen Türk kültürüdür, kısacası Türklüktür. Osmanlının, fatih olmanın, mülk bilmenin verdiği hakla, yüzyıllar boyunca özenerek bezediği güzellikleri, her zerresinde Türk’ün alınteri ve emeğinin, kanının bulunduğu şaheserleri talancı bir hırsız gibi Kılıç hakkına, İslâm’ı kâfir diyarına yayan Gazilik hakkına değil de, petrodolar hakkına dayanarak tarümar edenlerdeki şirretliğe, utanmazlığa bakınız.
Emin olunuz, o topraklarda yatan kefenli-kefensiz şehitlerimiz, başlarını mezarlarından kaldırarak, bizden kat be kat fazla tessürle yapılanları seyrediyorlardır...
Notlar:
Cenbiye: Eğri hançer, Arapların kullandığı bir tür hançer.
lltihabı Ema: Bağırsak enfeksiyonu
sh: 39-43
Pera, Osmanlı İstanbul’unda Levanten ve gayrimüslim dokusuyla, Türk ve müslüman dünyasının dışında, bambaşka bir âlemdi, işyerleri, gece atmosferi, günlük yaşayışıyla İstanbul’un Frenk cephesiydi.
Eğlence düşkünü, mirasyedi tiplerin, Osmanlı entelektüellerinin, Felatun Bey, Bihruz Bey benzerlerinin dışındakiler için ulaşılmaz uzaklıkta, içinden geçmekten bile çekinilen bir yerdi.
Türk özelliklerden yoksun, Levanten-Frenk dokusuyla, Batı’nın biraz kötü bir kopyasıydı. Payitaht içinde ayrı bir devlet, ayrı bir ülke gibiydi. Türk ülkesinde, Türklüğün, Türk’e ait her şeyin yadırgandığı, aşağılandığı bir yerdi. Frenk mukallidi Türkler, züppeler, mirasyediler için ise, seçkinlik ölçütü ve avamdan farklı olmanın hissedildiği ortamdı.
Pera’nın saydığımız özellikleri Osmanlı’nın yarı sömürgeleşmesine, gerilemesine koşut olarak arttı. Kırım Savaşı sonrası Batı’dan alınan borçlar, giderek 1881’lerdeki Düyunu Umumuye süreci, Osmanlı’yı çöküş dönemine sokarken, Pera'nın yükselişine tanık oluyoruz.
Mütareke dönemi geldiğinde ise, Pera’nın Türk İstanbul’dan kopuşu zaten tamamlanmıştı, işgalci güçlerin bayrakları Pera’nın tüm ev, işyeri ve sokaklarını kaplamıştı. Türkler için ise artık Pera yasak bölgeydi. Kazara Beyoğlu’na yolu düşen Türklerse aşağılanıyor, binbir hakareti sineye çekmek zorunda kalıyordu. Hele Türk subay ve emniyet güçleri sokak ortasında hırpalanıyordu.
Mütareke İstanbul’unda Fransız işgal güçleri komutanı General Franchet D’Esperey'in beyaz bir at üstünde, azınlıkların çılgın alkışları arasında Pera’dan geçişi, Fatih’in İstanbul’a girişine nazire olarak düşünülmüştü. Aynı zamanda Türkler’i derinden yaralayan bir aşağılamaydı bu.
Kurtuluş Savaşı sonrası Tatavla’nın Kurtuluş’a, Tünel’den Taksim’e kadar devam eden ana caddenin İstiklal Caddesi’ne dönüşümü üzerinde düşünülmelidir. 1683 Viyana bozgunundan bu yana gerileyen, küçülen, aşağılanan, onuru, bağımsızlığı ayaklar altında çiğnenmeye çalışılan şerefli bir milletin yeniden doğuşunun, dirilişinin de özetidir İSTİKLAL CADDESİ adı.
Bu caddenin açıldığı alanda sizi ZAFER ANITI karşılar. Bu anıt işgalin utancını, bağımsızlığın ve kurtuluşun, geleceğe güvenin onurunu anımsatır. Bu alanın adı TAKSİM’dir. Kıbrıs’ta son verilmek istenen Türk varlığına, Elen saldırısına, Megola Idea’ya karşı mahşeri kalabalıkların “Ya Taksim, ya ölüm” nidalarının göklere yükseldiği günlerle özdeşleşmiştir TAKSİM MEYDANI adı.
İstiklal Caddesi ve Taksim Meydanı’ndaki anıtlar, çekilen ortak acıların ardından gelen şahlanış ve mutlu sonun, ulusça ortak bilincimizde yaşatılması gereken somutlaşmış hatıralarıdır, tarihten derin bilinçaltımıza hediyedir.
Genç cumhuriyetin, emperyalizme karşı dikilişin onurunu yıllarca taşıyan Beyoğlu’nun, yeniden Peralaşma sürecine sokulacağını Kurtuluş Savaşı’nın isimli isimsiz kahramanları acaba düşlerinden geçirmişler midir? O adsız kahramanlara yıllar sonra Artin Kemaller’in, Sait Mollalar’ın milenyum kopyalarının İstiklal Caddesi’nde boy göstereceğini, haftalık gösteri abonmanlarının, her türden levanten mukallitlerinin, etnik özürlü soytarıların, Pera’yı ihya yarışına kalkışacakları söylenseydi, şaşar kalırlar mıydı acaba?
Tarih bilincinden yoksun saftirik aydınlar, entel bozuntuları, her türden sapkınlar, hainler koalisyonu Pera’yı ihya çabasındalar. Sözüm ona insan Hakları Dernekleri’nin, etnik özürlülerin inlerinin, dönmelerin, marjinallerin müdavimi oldukları mekanların Pera'da sıralanışı bir tesadüf olamaz. Sivil İhanet örgütlerinin mekanları da eski dokuyu, yani Osmanlı perasını ihya çabalarını eksiksiz sürdürmekteler.
İstiklal Caddesi’nde ikide bir Ortaoyunu'na çıkmış gibi boy gösteren, izinli izinsiz gösteri yapan, yürüyen tiplere dikkat ediniz: Mütareke İstanbul'unun perasındaki Fransız generalini çılgınca alkışlayan, Türkler’i aşağılayan, çevreyi Yunan bayraklarıyla donatanlardan çok farklı olmadıklarını göreceksiniz.
Fransız generalinin kendine göre haklı bir yönü olabilir: O bir yabancıydı. Zafer kazanmışlar, yenilenlerin toprağına galibiyetin verdiği hakla girmişlerdi. Bizim sivil ihanet örgütleri ve yandaşları işgalcilerin bu mazeretine de sahip değil. Eylemleri, etkinlikleri çok daha aşağılık, tek kelimeyle iğrenç. Uluslarına, ülkelerine karşı efendileriyle aynı saftalar. Emperyalist yardakçılığı ise, dünyanın her yerinde mide bulandıran, tiksindiren bir davranış olarak değerlendirilir. Bu nedenle, efendilerinin gözünde de hainlerin gerçek anlamda bir saygınlığı olamaz.
Milenyum Ali Kemal’lerinin, Ref’i Cevatlarının, Pera’daki ortaoyununu Türk Milleti kendine has asaletiyle, sessizce seyrediyor. Ama şimdilik...
Sh: 17-20

Hıfzı Topuz'un ÇAMLICA’NIN ÜÇ GÜLÜ romanı 2002 Kasım ayında çıktı. Başarılı reklam kampanyalarıyla, okumayan bile roman hakkında olumlu yönde etkilenmiş oldu.
Romanda mütareke dönemi İstanbul’u anlatılıyor. Abdülhamid dönemi devlet ricalinden Ahmet Hulusi Bey İttihatçıların iktidarından sonra, eski günlerin özlemi ile Çamlıca’daki köşkünde günlerini geçirmektedir. Karısı Handan Hanım gençlik yıllarını Avrupa ülkelerinde geçirmiş, İngilizce, Fransızca bilen bir büyükelçi kızıdır. Kocası gibi o da İngiliz hayranıdır. Neriman (21), Perihan (19), Ümran (17) romana ad olan Çamlıca güzelleri, ailenin kızlarıdır. Neriman ile Perihan Arnavutköy’deki Amerikan Koleji’nde, Ümran ise Dame de Sion Fransız okulunda eğitim görmüşler, batılı tarzda yetişmişlerdir. Hulusi Bey’le Handan Hanım kızlarının mevki sahibi iyi birer koca bulmaları için bu eğitimi şart görmektedirler.
Yazar romanın giriş bölümünde karı koca ve kızlardan sonra aile şeceresine, hısım akraba, konaktan beslenen eş dost künyesine de epeyce bir yer ayırmış. Handan Hanım'ın gençlik aşkı, akrabadan Kuvayi Milliyeci subay Nedim beyden, asalet budalası tiplere, köşkte sığıntı gibi yaşayan konsolos eskilerine, hizmetçi ve aşçı takımına kadar bir yığın kişinin resmi geçidinden sonra yazar sadede geliyor.
Mütareke İstanbul’u dekoru içinde yazarın roman mı yazmak istediği, yoksa döneme ilişkin değişik kişilerin hatıratlarından birbirine ulanmış kronolojik bir öykü mü oluşturmak istediği bir türlü anlaşılamıyor. Yazarın öznel istemi bir roman olabilir belki. Ama 285 sayfalık kitabı okuyup bitirdiğinizde, kronolojik disiplinden bile yoksun toplama bir yazı yığını izlenimi bırakıyor insanda. Bir romanda olması gereken asgari estetiği ise peşin söyleyelim boşuna aramayın. Biz bırakalım bunları da isterseniz yeniden özetimize dönelim:
İngilizci Hulusi Bey mütareke İstanbul’unda işgalcilerin de himmetiyle bir nazırlık kapmak için fırsat kollamaktadır. Bu amaçla evinde bir parti verir. Şeref konukları da İngiliz, Fransız, İtalyan yüksek komiserleridir. Hulusi beyin kızları ise, bu muhteşem partide işgal güçlerinin temsilcilerine karşı millici çıkışlar yaparlar, işgalin haksızlığını vurgularlar. Avrupa terbiyesi almış kızların kendi dillerinden bu çıkışları ve medeni cesaretleri işgalci subayları etkiler. Bu partinin davetlilerinden genç, yakışıklı İngiliz subayı John White Neriman'a, Fransız subayı Jean Pierre de Ümran'a balta olurlar.
Evet muhterem kaariler (okurlar). İngiliz John Amerikan Koleji mezunu, bülbül gibi İngilizce şakıyan, Anglosakson kültürü almış Neriman dururken, Dame de Sionlu Ümran’a askıntı olacak değildi ya! Ümran’ın baltası dediğimiz gibi yakışıklı Fransız subayı Jean Pierre. Onun kısmeti ona kesilmiş yani...
Balta dedikse lafın gelişi. Bu Frenkler kibarca kur yapıyorlar. Fakat pragmatik ecnebiler partide işi bağlayıp, kızlarla randevulaşırlar. Eh, gençlik bu. Kızlar da ilk görüşte Frenklerden etkilenmişlerdir. Milli Mücadele romanında millici kızların Frenklerle hızla gelişen aşk-meşk ilişkilerine meşru bir zemin bulması gerek yazarın... Roman kahramanlarından Kuvay- Milliyeci subay Nedim bey ne güne duruyor? Hemen kızlara sefer görev emrini çıkarıverir... Az buz değil, hem de milli görev! Eh, artık kızlar da bu saatten sonra Frenklerle halvet olurlarsa, cima ederlerse ayıbı, günahı olur mu bu işin? Görev icabı olur artık!
Görev için John White ile Neriman hiç vakit kaybetmezler. Bir iki Pera Palas ve köşk peşrevinden sonra Ayas Paşa’da John'un arkadaşının evinde buluşurlar. Neriman ilk kez bir erkekle birlikte olur. İngiliz onu göklere yükseltmiş, yıldızlara eriştirmiştir...
İngiliz yapar da, Fransız geri kalır mı? Jean Pierre ve arkadaşlarıyla sosyalizm çeşnili bir iki geyik muhabbetinden sonra yazarımız, Ümran'ı Fransız’ın yatağına atıverir. Bundan sonrası pornografiye giriyor ama, şu kadarına değiniverdim: “Ümran onun bakışlarında müstehcenliği yaşıyor ve bu duygularını çevresindekilere ele vermekten ürküyordu. Ümran kadınlığı ilk kez Jean Pierrenin kollarında yaşadı."
Eh, Fransız eğitimi almış şarklı genç kıza cinselliği yaşatmak ta bir Fransız’a düşmez mi? Pornografik niteliği ağır basan bu Türk Fransız işbirliği sürecinde Ümran uygar Fransızların emperyalist amaçlar taşımadığını, iyi niyetli Fransızların kötü İngilizlerin şarka tek başına sahip olmamaları için İstanbul ve Türkiye’de bulunduklarını öğrenir. Ümran’la birlikte siz muhterem kaariler de bu romanı okuduktan sonra resmi tarihin bir yalanını daha yakalıyorsunuz... Ermeni soykırımı yaptığımızı da roman kahramanlarının ağzından öğrenmiş oluyorsunuz. Fransız ordusunun aslında çok centilmen olduğunu, Güney cephesindeki Urfa, Antep, Maraş katliamlarının asil Fransızlar tarafından değil, Fransız lejyonlarındaki başka etnik kökenden kişilerce yapıldığını da öğreniveriyorsunuz... İstanbul’daki densizliklerin de yine asil Fransızlarca değil; Fransız ordusundaki Senagalli Müslüman gündüz fenerlerinin işi olduğunu Ümran’ın dostları Fransız sosyalistlerinden öğrenmiş oluyoruz. Asil Fransızlar öyle kötü şeyler yapar mı canım. Onlar sevaplarına körpe Türk kızlarına aşk-meşk öğretirler, yatağa atıverirler.
Romanda bir de Maçka Silahhanesi’nin Kuvayi Milliyeci yeraltı teşkilatınca boşaltılması, Anadolu’ya kaçırılması hikâyesi var: Ingiliz nöbetçi çavuşları oyalamak için hemen Necla adlı İngilizce Fransızca bilir, Beyoğlu barlarının müdavimi bir kızı devreye sokuyor yazar. O kadar da olsun canım! Kolejli Ümran, Neriman subayların, bar kızı Necla da İngiliz çavuşlarının kısmeti. Ne demişler, herkes dengi dengine...
Dame de Sion’lu Ümran bir yandan Kuvayi Milliye’nin hizmetinde işler yaparken, bir yandan da uçkur  çözdürme işlerini iyice ilerletir. Şu satırlar bu olağanüstü ilerlemenin derecesini gösteriyor. “Jean Pierre Ümran’a sevişmeyi öğretti. Ümran da sevişme oyunlarını ve kurallarını hiç yadırgamadı. Dame de Sion'dan sonra öğrenmesi gereken ne kadar çok şey olduğunu anladı. Bir kaç ayın içinde diploma alabilecek duruma geldi. Hem de en iyi dereceyle ve üstün başarılarla." Dame de Sionlu'ya seks diplomasını bir Fransız’ın vermesinden daha doğal ne olabilir?
Başta belirttiğimiz gibi Milli Mücadele’nin İstanbul cenahının yeraltı serüvenini yazma iddiasındaki yazarımız kızların ikide bir çözülen uçkuru sayesinde Anadolu’ya epeyi silah sevkettiriyor... Mütareke İstanbulu’nun millici yeraltı teşkilatı önderlerinin anılarını işine geldiği gibi harmanlayıp, Fransız şarabıyla terbiye ederek Fransız sosuyla servise sunuyor. Topkapılı Cambaz Mehmet’e de kızları aklatıyor. Öyle ya Kuvayi Milliyeci Nedim abilerinin, ya da Cambaz Mehmet’in, Ekrem beyin isteğiyle yapıyor bu işleri kızlar... At ayağı çevik ozan dili çabuk olur. Biz gelelim romanın sonuna: İngiliz yine İngilizliğini yapar. Londra’ya dönerken izdivaç sözü vermesine, ilk fırsatta kendisini aldıracağına dair ahdüpeyman etmesine rağmen Neriman’ı ne arar, ne sorar. Neriman uzun bir dönem sevgili John’undan davet beklemesine karşın bir ses çıkmayınca bohçasını alıp Londra’ya gider. Kendisinden bir daha haber de alınamaz. İngiliz diyarında ne olduğu meçhul kalır.
Fransız öyle mi ya? Sözünde durur. Kurtuluş Savaşı sonucu İstanbul’u boşaltan işgal güçleriyle birlikte Jean Pierre de Paris’e döner. Döner dönmez de Dame de Simon’lu sevgilisini Paris’e çağırır, evlenirler. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine: Fransız muhibbi yazarımız fiziken olmasa da gönülden Fransız eniştemiz gerdeğe girerken sırtına iki dost yumruğu atmıştır herhalde.
Her neyse siz yine de roman boyunca süren porno çeşnili Fransız güzellemesini, İngiliz yergisini yazarın Mekteb-i sultani (Galatasayar Lisesi) fanatikliğine, uzun yıllar Paris’te kalışına, Frankofılliğine vermeyin. Mütareke İstanbul’undaki yeraltı mücadelesinin bizim bilmediğimiz(!) daha başkaca yeraltı, yerüstü, grekoromen, karakucak ve sırt üstü yönleri vardır belki de ey kaariler...
sh: 100-105

Kaynak: Hüseyin Özbek Türk Kalesi Yıkılırken, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 1. Basım Toplumsal Dönüşüm Yayınları Ağustos 2004  İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar