Türkler Hakkında
Türk ve Müslüman olmak
"Türk" kelimesi diğer birçok dilde
olduğu gibi Almancada da "Müslüman" anlamında kullanılmaktaydı. (Bu
sadece Avrupa için değil, Müslüman hanedanlarının çoğu Türk kökenli olan
Hindistan'daki yöresel diller için de geçerliydi).
Böylece
İslam, Araplarla değil, Avrupa ve Asya'da savaşarak büyük başarılar elde eden
Türklerle ilişkilendiriliyordu.
Ve
bu Türk korkusu ve Türklere karşı duyulan eski nefretten bir nebze de olsa
birçok Almanın bilinç altında bugün hala yaşamaya devam eder.
"Türk"ün onur kırıcı bir şekilde takdim edilmesi sıklıkla
karşılaşılan bir durumdu; İslam'daki içki yasağı, ''Türkleri" meyhane
şarkılarının ve şarkı lstaplarının alay figürü haline getirmişti.
Türklerin Bağımsızlığında Sosyalistlerinde Hakkı Var…
Haydar
Rifat (Yorulmaz) Bey’i Türk tarihine mal eden ilk hadise, meşhur “Torlakyan
Davası” olmuştur. Bu dava yirminci yüzyılın başında Türklerin ilk beynelmilel
siyasi davası olarak tarihe geçmiştir. Terör şebekesi olarak iş gören Ermeni
Hınçak ve Hınçak örgütleri, Azerbaycan/Bakü’de 18 Eylül 1918 tarihinde olduğunu
iddia ettikleri Ermeni katliamından sorumlu tuttukları Azerbaycan devlet
adamlarına bir seri suikast düzenlerler. İşte bu suikastlardan bir tanesi de
işgal altındaki Osmanlı başkentinde, Azerbaycan eski Dâhiliye Nazırı Behbud Han
Cevanşir’e düzenlenmiştir.
Haydar
Rifat Bey, bu kritik davada Cevanşir ailesinin avukatı olarak müşteki makamını
temsil etmiştir. Dava, kısa bir sürede işgalci İngilizlerin çabaları sonucunda
siyasi bir şekle bürünür. İngilizlerin amacının sadece katil Misak Torlakyan’ı
idamdan kurtarmak olmadığı kısa bir sürede ortaya çıkar. Onların gerçek niyeti,
bu dava üzerinden Türklerin Ermenilere katliam uyguladığını dünya ve Avrupa
kamuoyuna ispat ederek, önce mağdur bir Ermeni ırkı ortaya koyarak onlara
parçalamayı düşündükleri Osmanlı topraklarından suni bir vatan tesis etmekti.
Haydar
Rifat Bey bu davayı üstlenirken, sadece Behbud Han Cevanşir’in katlini
cezalandırmayıp uluslararası arenada diz çöktürülmek istenen Türk Milletinin
hukukunu savunarak böyle bir katliamın olmadığını, bu dava üzerinden dünyaya
ilan etmeye çalışmıştır. Yaptığı başarılı savunma ile mahkeme nezdinde
Torlakyan’ı mahkûm ettirmekle kalmayıp, İngilizlerin Ermeniler üzerinden
tezgâhlamaya çalıştıkları planı boşa çıkarmıştır. Haydar Rifat Bey,
İngilizlere hukuk yolunu kapattığı için onlar da siyasi ve askeri planlarına
yönelmişlerdir. Bu dava başta İstanbul halkı olmak üzere, hemen tüm ülkede
milli bir mesele kabul edilip bir onur savaşı olarak görülmüştür. Bu yüzden de
Haydar Rifat Bey bu dava sayesinde ülke çapında haklı bir şöhrete sahip
olmuştur.
Yahudiler Türklere Değer Vermezler
İbn Meymûn, Türkleri ve zencileri beldenin
dışında yer alan insanlar sınıfına koymaktadır. (Ancak dünyada Türklerin
bölgelerine sığınmaktan başka bir çareleri de olmamıştır. Ne zaman başları
sıkışsa Türklere sığınmışlar.)
İbn Meymûn’un cümleleri şu şekildedir:
Beldenin dışındaki insanlar, ne nazarî ne de taklidî herhangi itikadî bir yola
sahip olmayan bütün insanlardır. Uzak kuzeyde yaşayan Türkler, uzak güneyde
yaşayan Zenciler ve onlara benzeyip bizimle birlikte bu coğrafyada yaşayan
insanlar buna örnektir. Onların statüsü muhakeme yetisi olmayan canlıların
statüsü gibidir. Bana göre onlar insan mertebesinde değildirler, bilakis insan
mertebesinden düşük başka mevcudatın mertebesindedirler. Bununla birlikte
maymunlardan daha üstündürler. Çünkü fiziki suretleri ve yüz hatları insan
şeklindedir ve temyiz kabiliyetleri maymunlarınkinden daha üstündür. [İbn Meymûn, Delâletü’l-Hâirîn, III:51.]
Yahudiler Dinlerinden Dönmediği Gibi Dostta Olmazlar
İbn-i Meymun’un Müslüman Arap
yönetimleriyle ilgili önemli ifadelerin yer aldığı bir diğer kaynak da İggeret
ha-Şemad adlı mektuptur. Mektubun soru kısmında
“Bir insan, oğullarının ve
kızlarının goyların (Müslümanların) arasında asimile olması pahasına o adamın
(Hz. Muhammed’in) peygamberliğini itiraf etmeli mi yoksa ölmeyi mi tercih
etmeli?” şeklinde bir soru yer
almaktadır.
İbn
Meymûn, bu kişiye Hz. Muhammed salla’llâhü aleyhi ve sellemin peygamberliğini
ikrar ederek canını kurtarması gerektiğini tavsiye etmektedir.
O, bu ikrarı yapanlara şu tavsiyede
bulunmaktadır:
Onun
peygamberliğini ikrar eden kişi, aynı kralın memleketinde ortalıkta dolaşmayıp
o ülkeden ayrılana kadar evinde otursun. Yapmak zorunda olduğu işler olursa
onları da gizlice yapsın. Çünkü şu ana kadar bu çeşit bir dinden döndürme
duymadık (rastlamadık), sadece sözlü olarak (ikrara) zorluyorlar.
Burada dikkat çeken ayrıntı, İbn
Meymûn’un, Yahudilerin kelime-i şehadet getirme gibi sözlü bir baskı türüyle
ilk defa karşılaştıklarına dikkat çekmesidir.
Bu ifade, Yahudilere hükmeden
krallıkların, tanrıları adına zorla put yaptırmaları, kurban sundurmaları,
sünneti yasaklamaları vb. gibi uygulamaya yönelik ve doğrudan putperestlikle
ilgili olması düşünüldüğünde daha sağlıklı anlaşılmaktadır.
İbn Meymûn da bunu “Bu çeşit bir
dinden döndürme duymadık, sadece sözlü olarak (ikrara) zorluyorlar.” şeklindeki bir cümleyle ifade etmektedir.
İbn
Meymûn’un ifadelerinden anlaşıldığı üzere, Yahudiler sözlü olarak İslam’ı ikrar
etmekle birlikte eski dinlerini yaşamaya devam etmişlerdir.
İbn Meymûn’un Hz. Muhammed’in peygamberliğini
itiraf etmekle ilgili aynı bölümde sarfettiği bir cümle çok ilginç bir ayrıntı
içermektedir. O, bu tür ihtidaların sadece göstermelik olduğunu, sözle bunu
itiraf ederek baskıdan kurtulduklarını ifade etmektedir.
İbn Meymûn’a göre idareciler,
Yahudilerin, sırf canlarını kurtarmak için Hz. Muhammed salla’llâhü aleyhi ve
sellemin peygamberliğini kabul ettiklerinin farkındadırlar. O, “onlar da iyi
biliyorlar ki biz bu sözü (kelime-i şehadet) inanarak söylemiyoruz.
Söyleyenler de, bunu sadece kralın zulmünden kurtulmak ve (istediği) itirafı
yaparak bize karşı olan tavrını yatıştırmak için yapıyor” ifadesiyle durumu
açık bir şekilde dile getirmektedir.
İbn Meymûn’un bu iddiası, başka
kaynaklardan da teyid edilmektedir. Marakuşi, Yahudilerin gerçekten Müslüman
olmadıklarını açıkca zikretmektedir.
O, ayrıca bazı Muvahhidi emirlerin
isimlerini zikrederek onların, Yahudilerin samimi bir şekilde Müslüman
olduklarına inanmadığını nakletmektedir.
Tarihi bir vakıa olarak Yahudilerin Müslüman egemenliği altında ölmeyi
pek fazla tercih etmedikleri görülmektedir.
Öte
taraftan Aşkenaz Yahudileri arasında dinden dönmemek için ölümü tercih etme
yaygın bir durumdur.
Bunda Yahudi şeriatında
Hıristiyanlığın putperest bir din, İslam’ın ise tevhid dini olarak görülmesi en
temel etkendir. İslam’ı kabul etmek uygulamada bir Yahudi için basit bir
eylemdir. Kendisinden istenen şehadet’in ilk kısmı Yahudiler için zaten
sorun değildir. Hz. Muhammed salla’llâhü aleyhi ve sellemin peygamberliği
meselesi de İbn Meymûn’un ifade ettiği gibi sözle atlatılabilir. Bazı
araştırmacılar kelime-i şehadet ve dinî sorumluluklar ile ilgili uygulamalar
için alternatif yorumlar getirmişlerdir. Buna göre bir Yahudi Hz. Muhammed’in peygamberliğini
itiraf ederken kalbinden onun Müslümanlara gönderildiğini geçirerek kendisini
ve ailesini kurtarabilir.
Yahudi inancında cami putperest
mabedi sayılmadığı için oraya girmek de sorun değildir. Camide namaz kılmak
zorunda olduğunda ise içinden sessizce istediği dualarını yapabilir.
Yahudiler Kendi Aralarında Konuşurken
Allah Teâlâ’nın gazap ettiği bu kavim kendi
aralarında gizli gizli konuşurken Hz. Muhammed salla’llâhü aleyhi ve selleme
hem açıktan hem de ima yoluyla çok sayıda göndermede bulunmaktadırlar. Bu
imalardan bazıları Hz. Muhammed salla’llâhü aleyhi ve sellemin çok eşliliğine
bazıları da peygamberlik mesajına yöneliktir. Peygamberimiz Efendimiz için
meşuga‘ (deli), pasul (ayıplı, eksik), yişmaelî (İsmail soyundan), pulonî
(falanca), eş-şahs/ ha-iş (adam, şahıs) ve meliku’l-Arab (Arapların kralı)
ifadelerini kullanırlar. Bu lakaplar, ilk defa İbn Meymun’un eserlerinde yazıya
geçmiştir. Ancak daha önceden Hz. Muhammed salla’llâhü aleyhi ve sellem için
Yahudi geleneğinde kullanılan tabirlerdir.
Yahudi geleneğinde Kur’an için de “kalon”
(utanç) ifadesini kullanırlar.
Avrupa Türkleri Sevemez
11. yüzyılda Roma Katolik Kilisesi ekonomik
amaçlarla Haçlı Seferlerini hazırlarken tutucu bir yapı içinde bulunan
Hıristiyanları harekete geçirmek için kamuoyu yaratmaya çalışarak bu uğurda
Müslümanlığı antitez olarak kullanmıştır.
Haçlı
Seferleri ile başlayan Türkler aleyhinde dinî çalışmalar 18. yüzyıla kadar sürmüştür.
Bu çalışmalar nedeni ile Türkler hâlâ Hıristiyan Almanya'yı (Avrupa'yı da)
tehdit eden Müslüman Türkler olarak görülmektedir.
Müslümanların, İsa'yı tanrı değil, insan
olarak kabul etmeleri nedeniyle, onu ve annesini aşağıladıkları ve alay ettikleri
düşünülmüştür.
Ayrıca din adamları tarafından Müslümanlarla
ilgili önyargılar sürekli canlı tutulmaya çalışılmıştır. Örneğin, İtalyan rahip
Ricoldo’nun “Kuran’ın Çürütülmesi” adlı tek yanlı ve önyargılarla dolu bir
yergi olan yapıtı, Avrupa kültüründe, İslam imgesi konusunda derin ve kalıcı
izler bırakmıştır. Ricoldo’nun “Kuran’ın Çürütülmesi” adlı yapıtını Türklere
uyarlayan Luther “Muhammed’in kitabına, Kuran’a inanan Türklere ve Sarasanlere
(Müslümanlara) insan bile denemez” demiştir. Türkleri şeytan olarak niteleyen
Luther, Türklere ve Papa’ya karşı suçlamalar yöneltilmiştir.
Luther’in Türklere yönelttiği kafir ya da
inançsız görüşü, Alman kültüründe bir Türk imgesi haline gelmiştir. Günümüzde
ise, İtalya Come Üniversitesinden Silvio Ferrari, aşırı ulusçuluğun, milliyetçi
toplumculuğun, dini kendine ideoloji seçmesinin, son dönemde dinsel bağnazlığın
artırmasına neden olduğunu, Nasyonal sosyalizm ve Faşizmin irrasyonel
düşüncelere dayalı ırkçı, kafatasçı ideolojisinin kitleler için
inandırıcılığını yitirdiğini, dinsel dogmaların, devlet felsefesi içinde
ideolojiye dönüştüğünü savunmaktadır.
Bu
durum, Federal Almanya'da yaşayan Müslüman Türkleri doğrudan
ilgilendirmektedir. Hıristiyan Avrupa, dolayısıyla Almanya, İslam’a ve Müslüman
Türklere genelde Haçlı Seferlerindeki zihniyetle bakmaktadır.
Daniel Cohn-Bendit, sorunların ulus-devlet
içinde çözülmesi gerektiğini, Alman toplumunun Müslümanlara eşit saygı
göstermesini, fakat toplumları dinin tayin etmemesi gerektiğini, bu durumda
demokrasinin olamayacağını, demokratik toplumda mutlaka vicdan özgürlüğünün
olması ve insanların dinini ve ibadetini istediği gibi uygulayabilme hakkına
sahip olmaları gerektiğini belirtmektedir.
Bunun
gerçekleşmesi için de Müslümanların demokrasiye uyum göstermesi gerekmektedir.
Uygar dünyada ancak karşılıklı hoşgörü ve iyi niyet ile bir noktada
uzlaşılmaktadır. Bunun için her iki tarafın aynı duygular içinde olması,
demokrasiyi sadece kendileri için değil, karşısındakiler için de istemeleri,
uygulamaları ve inanmaları gerekmektedir. Örneğin, l3.2.l992 tarihli Stern
dergisinde “Müezzin her yerde-Allah dünyayı fethetti - Peygamberin gücü
ile-Allah adına ileri” başlıklı röportaj Haçlı Seferleri ve Türk Savaşları
sırasında ki tarihsel düşmanlığı su yüzüne çıkarmaktadır. Yıllık hac ziyareti
için dünyanın her yerinden gelip, Mekke ve Medine’de buluşan Müslümanlar için
Stern muhabiri: “Bu topluluk yaşam duygusu ile mi, yoksa dünyanın diğer
yarısını karıştırmak için mi Peygamberin yeşil bayrağı altında toplanıyor?” demiştir.
Yukarıda belirtildiği gibi, basın önyargıları sürekli canlı tutmaya ve
Hıristiyan Almanları, Müslüman Türkler aleyhinde kışkırtmaya çalışmaktadır.
Kün-ay
“Kün-ay" piktogramı, Türklerin Tanrı
inancadaki güneşi" ve ayı temsil etmektedir. Bugün bayrağımıza ay ve
yıldız olarak yerleşen bu piktoğramdaki yıldız; eskiden çok dallı biçimde
çizilen güneşin basitleşmiş halidir.
Kandırma
Türk milletini savaşla yenmek mümkün değil ama
kışkırtma ve kandırma ile alt etmek mümkün olmuştur. Çinli Casus Chang Sun
Seng'in 581 yılında söylediği şu sözler bugün için de geçerli değil mi: "Türkler
birbirlerine karşı kuşkucu ve kıskanç. Onları sinsilikle birbirlerine düşürmek,
şiddet kullanarak düşürmekten dalla kolaydır."
Aynı görevdeki diğer Çinli Pei,615'te şunu
diyor: "Türkler yalın ve sıradan; bu yüzden onların arasına kolayca
nifak tohumları ekilebilir."
Değişim
Türk
toplumu, tarih sahnesinde var olduğu günden beri yapıcı, üretici ve değişime
açık bir toplum olmuştur. Burada fark edilmesi gereken en can alıcı nokta,
değişim sürecinin daimi ama yavaş olmasıdır. Deri değiştirmek başkadır,
derisini yüzmek başkadır. İhtilalci zihniyetler, genel olarak kendilerinden
beklenen sabrı gösteremedikleri için -Türk tarihine özel- umdukları başarıyı da
sağlayamamışlardır.
Türk toplumu genel itibarıyla zorluklara
tahammülkârlığı ve kanaatkârlığıyla temayüz etmiş olduğundan, onun işçi sınıfı
da 19 ve 20. yüzyılda ortaya çıkan ve ağırlıklı olarak batılı sermayedarların
mülkiyetindeki fabrikalarda çalışmış ve zor şartlara isyan etmek yerine
tahammül etmeyi tercih etmiştir.
Azınlıkları,
batı ile olan daha yakın temaslarından ötürü sosyalist fikirlere Müslüman
kesimden hep bir adım daha önde oldular. Müslüman Türk kesimi iyi kötü elde
ettiği şartlara kanaat etmiş ve kendini emniyette hissettiği bir ortamda
yaşamayı tercih etmiştir. Hayatî bir sebep olmadıkça bir ihtilal fikrine her
zaman mesafeli olmuştur. Bu yüzden devrimci fikirler ona cazip gelmemiş; uzun
vadede dönüşümü, kısa vadeli değişime tercih etmiştir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar