Varoluşcunun Dramı
Kendi varoluşunun değerinin farkına varan
varoluşçu, bu farkına varmanın verdiği zevkle dolar ve hiçbir şey yapmadan,
düşünmeden kendi düşüncesini yaşar.
Ne
var ki içinde bulunduğumuz evren her an karşımıza niçinler ve nedenler çıkarır.
Bunlar içinde yanıtsız kalmış yüzlerce nedenler bulunur ve bu bilmediğimiz
nedenlerin oluşturduğu yasalar açık ve seçik olarak karşımızdadır. Bu
durumlarla karşılaşan varoluşçu bazen acı verici olan sert bir duygu taşır.
Bu
zamana kadar yaşamış olan tüm filozoflar ideal bir insan ülküsüne düşüncelerini
bağlarlar ve bunun gerçek hayatta zorunlu olarak bulunmasa da özetlenir bir
biçimde hayatta zorunlu olarak bulunmasa bile özetlenir bir biçimde varlığına
inanırlar.
Oysa
tutarlı bir varoluşçu hiçbir kurala bağlanmaz, kendi kuralım kendisi yaratır.
İnsan seçim yaparken özgürdür, iyi ya da kötü, ahlaklı ya da üçkâğıtçı olmak
insanın kendi seçimine kalmıştır. Bu seçimin dayandığı belirli bir yasa, kural
yoktur. Herkes her şeyi seçebilir. Buna karşın insan, dünyada bulunmanın
yüklediği bağlanma zorunluluğundan kaçamaz.
Örneğin,
insan kendi doğumuna karar veremez. Bu zorunlu bir olaydır. Doğmuştur ve hiçbir
şey yapmadığı halde kendini dünyaya bağlı bulmuştur. Kişisel olarak bir ilkeye,
bir başka şahsa bağlanabiliriz. Bu bağlanma istemsiz bir biçimde planlanmayan
sonuca ulaşabilir.
Demek
ki, dünyada bağlanmış olmaksızın da bağlanmış oluruz. Ama bizim hiç bir etkimiz
olmadan ortaya çıkan bu bağlanmadan özgür olarak bağlanmamız sorunu ortaya
çıkar.
Bu
noktada varoluşçuluğun sıkıntısı başlar, hiç bir seçme ilkesi, eğrimi yoksa
doğrumu seçtiklerini gösterecek hiçbir ölçü olmadan seçmek zorundadırlar. Bu
açık bir tehlikenin saldığı korkudan çok, istemiş olmadan bu dünyaya fırlatıp
atılmanın sonuçlarını bilmeden ve doğrulanmadan seçimler yapmak zorunda
bulunmanın verdiği buruk duygudur “acılı ama soylu bir duygu çünkü gerçek
varoluşa bizi getirip oturtan odur
Varoluşçuluk
4 temel fikri savunur:
“1.
Varoluş her zaman tek ve bireyseldir. Bu görüş bilinç, tin, us ve düşünceye
öncelik veren idealizm biçimlerinin karşıtıdır.
2. Varoluş, öncelikle varoluş sorununu
içinde taşır ve dolayısıyla varlık'ın anlamının araştırılmasını da içerir.
3. Varoluş insanın içinden bir tanesini
seçebileceği bir olanaklar bütünüdür. Bu görüş her türlü gerekirciliğin
karşıtıdır.
4. İnsanın önündeki olanaklar bütünü öteki
insanlarla ve nesnelerle ilişkilerinden oluştuğundan varoluş her zaman bir
"dünyada var olma"dır. Bir başka deyişle insan her zaman seçimini
sınırlayan ve koşullandıran somut tarihsel bir durum içindedir.”
Varoluşçuluğun
etkileri çağdaş kültürün çeşitli alanlarında görüldü. Kierkegaard'ı izleyen
Franz Kafka, Das Schools, Şato, Der Prozess, Dava adlı eserlerinde insanın
varoluşunu bir türlü ulaşamadığı istikrarlı, güvenli ve parlak bir gerçeklik
arayışı olarak betimledi. Çağdaş varoluşçuluğun özgün temaları, Sartre'ın
oyunları ve romanlarında, Simone de Beauvoir'in yapıtlarında, Albert
Camus'nün
roman ve oyunlarında, özellikle de L'Homme Revolte (Başkaldıran İnsan)
Varoluşun
Çeşitleri ve Temsilcileri
Her
felsefi akım gibi varoluşçuluk akımı da kendi içinde bölümlere ayrılmıştır.
Karşımıza üç ayrı biçimde varoluşçu felsefe çıkar, bunlar:
I. Hıristiyan
varoluşçuları; Kierkegaard, Jaspers, Marcel
II. Tanrıtanımaz
varoluşçular; Heidegger, Nietzche, Sarter
III. Özcü
varoluşçular; Leibniz
Hıristiyan
Varoluşçular
Varoluşçuluğun,
Tommaso, Augustin, Anselmus gibi Hıristiyan kökenleri bizi şaşırtmamalıdır.
Hıristiyanlık hem doğası gereği hem de ahlakı ve gizemi ile kendisini yaşayan,
varoluşçu davranışları andıran ruh durumlarına yol açar.
Hıristiyanların
Tanrı’sı düşünürlerin onu kapatmak zorunda kaldıkları soyutlamalar dünyasında
sınırlanmış değildir.
İsa’nın
insan biçimine bürünüp görünmesi, Hıristiyan dininin varoluşsal özelliğini güçlendirir.
İsa’nın doğuşunda, maddeci birimlerle düşünmeye alışmış insan, kendi
varoluşunun bilincini yaşar.
İsa’nın
ahlakı, varoluşçu ahlak gibi açık bir ahlaktır. Hıristiyan kişi, içinde
bulunduğu durumdan asla hoşnut olmaz, amacına ulaşmak için daima ileri doğru
bir ilerleme içerisindedir.
Ne
var ki eskiden din öğreticileri çok sıkı kurallar uyguladıkları için varoluşsal
bir iç sıkıntı taşır Hıristiyan olan kişi. Ermiş Augustinus buna rağmen Pascal,
Kierkegaard gibi düşünürleri etkisi altına alabilmiştir.
Seren Aabye Kierkegaard
Hıristiyan
varoluşçulardan Kierkegaard, varoluşçuluğu şöyle tanımlar; “ Varoluşçuluk, tüm
soyut felsefe düşüncesini ret etmektedir, akılcı ve bilimsel felsefeyi
tanımamaktadır, kısacası gerçeğin mutlak oluşunu kabul etmeyip karşı
çıkmaktadır. Buna karşılık, felsefe kişinin var olmak zorunda olduğu ve içinde
kendisini bulduğu tarihi konumuyla, her bireyin kendi deneyimi ve hayatı ile
ilişki kurmak zorunda olduğu az çok ilginç bir soyut tahlil değil, bir yaşama
biçimi olduğu üstünde durmaktadır. Felsefe canlı olmak yetkisine sahip olmak
zorundadır.”
Tanımdan
da anlaşılacağı gibi Kierkegaard evrenselin, tümelin baskısına karşı çıkmış
bireyi akılcı felsefelerin tümünü ret etmiş bireyi savunmuştur.
Kierkegaard
yaşamında da bir birey olmakla kalmamış, aynı zamanda bireyi düşüncemize bir
ulam olarak sokmaya çalışmıştır.
Saldırgan
bir düşünürdü, saldırılarını yönelttiği başlıca hedefler şunlardı. Hegel’in
aydınlanma ruhu içinde çözdüğü özgürlük zorunluluğu ve eski yunan bilgeliği.
Hegel
der ki; “Özgürlük ancak akıl yolu ile elde edilir”. Kiekegaard ise buna şöyle
cevap verir: “Özgürlüğün elde edilmesi için akıl gereksiz değil aynı zamanda
özgürlüğü de olanaksız kılan bir zorunluluk ortamıdır”. “Akıl insan
özgürlüğünün katilidir. Akıl tümel evreni, zorunluluk evrenini yaratır. Bu
evrende olanaklar arasında seçim yapma özgürlüğü olamaz ve bunun için de insan
kişiliği kurban edilir”. Burada söylenmek istenen aslında, aklın geçersiz
kılınması onun yerine etkin iradenin ortaya çıkmasıdır. Çünkü biz aklımızla
değil etkin irademizle seçim yapmalıyız.
Sokrates
(m.ö. 470-389) için ölüm ya “Hiçliğe geçiştir ki ölen insan her şeyin
bilincinden yoksundur” ya da “Ruhun bir değişimi, başka bir âleme göçüşüdür”.
Oysa Kierkegaard’a göre bu düşünce, Yunan filozoflarının insandaki ölüm
korkusunu yenme sorununun ancak akıl aracılığı ile çözülebileceğini
düşünmelerinden ve insan kişiliğinin derinlerinde olup bitenleri
anlayamamalarından kaynaklanmaktadır. Bu yüzden Kıerkegaard, Sokrates’ı ilk
moralist sayar çünkü Sokrates’in aradığı bilgi kendiliğinden bir amaç olmayıp
mutlu yaşamanın vazgeçilmez aracıdır. Sokrates’e göre kötü hareket eden insan
sadece bilgisizdir. Doğru olanı bilmek insana yeter. Bu bilgiyi edinen ona göre
davranır ve iyi olur “iyi” bilgidir, “kötü” olan ise bilgisizlik, Kierkegaard’a
göre bu iyi ve kötü anlayışı Yunan düşüncesine özgüdür.
Kierkegaard
sorar, “ Öyleyse Sokrates’in günahın ne olduğunu belirlerken ihmal ettiği
faktör nedir?”: “Bu faktör irade, karşı koyan iradedir. Yunan düşüncesi iyinin
ne olduğunu bilen bir kimsenin de iyi olmakla başarısızlığa uğrayabileceğini,
ya da bilerek, yani doğruyu bildiği halde yanılgıya düşebileceğini,
kavrayabilmek için gereğinden fazla mutlu, tecrübesiz, estetik kaygılarla
yüklü, cinaslı, nükteli... Ve aşırı derecede günahkârdır”.
Kierkegaard,
ölüm korkusunu yenme üzerine olan öğretilerle, Sokraretes’in erdemin
öğrenebilirliği önergesi arasında bağlantı kurmanın bir güçlüğü olmadığını
söyler. Ortak temel insanın rasyonalist açıdan yorumlanmış olmasıdır. İnsanın
en önemli yanı aklıdır. Kierkegaard’a göre yalnız Hıristiyan bilinci, erdemin
insan aklı değil, iradesi tarafından belirlendiğinin farkına varabilmiştir.
“Günah insanın doğruyu anlamayışından değil, anlamayacağı ve doğru olanı
yapamayacağı gerçeğinden doğar.”
İnsan
iradesi iyi ve kötü ayrımı üzerine kurulmuştur. İnsan iyi ve kötüyü bilebildiği
kadar, daha doğrusu iyi ile kötü arasında ayrım yapabildiği kadar özgürdür.
Öznelcilik - Kierkegaard’a göre,
doğru özneldir. “Öznellik doğruluktur” diye tekrarlar. Ama sadece “ben doğruyu
ancak ben de yaşam haline geldiği zaman bilirim” anlamında değil, “bilinç,
kendinden işe koyularak doğru olanı yaratır”, “doğru özgürlük edinimdir” olarak
yorumlar. Ama bu özgür edinim geleneksel felsefenin akla dayalı seçimi
değildir. Daha çok bilinmeyene doğru yoll alır.”Özgürlüğün özü, kesin olarak,
sonsuzluk tutkusu ile nesnel kesinsizliği seçen bir ataklık işidir”.
“Düşüncenin bir tutkusu olan, o aykırı düşünceyi” aşırıya doğru iterek,
“Tutkunun vardığı sonuçlar inanılmaya değer tek buluşlardır, tek onlardır
doğru” diye diretir.
İnanç - Kierkegaard'a göre birey, kendisini bir
mekanizma, büyük bir makinenin dişlisi haline getiren zorunluluk evreninden
ancak “inan” (iman) ile kurtarabilir. İnamda kendini ortaya koyan bilgi değil
bireysel varoluşun asıl temeli haline gelen insan. TanıTya iman demek, daima
mucizelere, aklın yıktığı olanaklara inanmak demektir. İnsan çıkar yol
görmeyince, akıl ona yok olmasının kaçınılmazlığını söyleyince, onu yalnız
inanç kurtarır. “Bir kimsenin hayal gücü korku ile o hale gelmiş ki dayanılmaz
bir derecede korkunç bir şey uydurmuş, sonra bu korkunç görüntü birdenbire onun
karşısına çıkıyor ve onun için bir gerçeklik kazanıyor. Her çeşit insan
düşüncesine göre, bıı adamın başına geleceklerden kaçınılamaz... Ama Tanrı için
hiçbir şey olanaksız değildir.”28
İşte
bütün Tanrı’ya inanma çabasının mümkün olabilene büyük bir coşku ile eğilmenin
temelinde bu vardır. Çünkü ancak inanç insanı kurtuluşa götürebilir.
Ne
var ki Kierkegaard’ın inanı, inancılıkların en mutlağıdır. Tanrı, kendisiyle
ilişki kurularak yaşanılan bir varlıktır. Kanıt aramaya hiç gerek yoktur. Çünkü
Tanrı’yı yadsımak küfür ise, burnumuzun dibinde duran varoluşunu kanıtlamaya
kalkmak daha büyük bir küfürdür. Öte yandan, aslında bize kendisi hakkında bir
şey öğretmeyen tarih, İsa’nın tanrısallığını kanıtlamaya çalışmakta yine
küfürdür. Çünkü İsa konusunda kesinlikle hiçbir şey bilinemez, o inanın aykırı
konusudur, salt inan için vardır. Hıristiyanlığı doğrulamaya çalışmak, Hıristiyanlığı
yıkmak olur.
Ölüm
Korkusu - Her toplum, ölüm korkusunu yaşar ve onun önünde çaresiz boyun eğer.
Ölüm bireyin yok olmasının, varoluşun sona ermesidir ve bunun korkusudur.
Kierkegaard’da ölüm korkusu, özü gereği insanca ve sembolik bir anlam kazanır.
Karl Jaspers
“Hıristiyan varoluşçulardan bir diğeri ise
Karl Jaspers’tır. Felsefeye psikiyatriden geçerek gelmiş, bu bilime
olaybilimsel yöntemi sokmuştur. Jespers var olmanın özünü, özgürce seçmekte
bulur. Olmak istediğimiz şeyin seçimi, akılla ilgili değildir, nedenlere
kanıtlara bağlanamaz. Herkes yaptığı seçimden yine de sorumludur. Çünkü bu
seçme, onun ta kendisidir. Bundan ötürü, kötü seçmiş olmak korkusu insanda iç
sıkıntısı yaratır. İnsan ayrıca, sınırsız bir varoluş isteminden de sorumludur.
Bu da Tanrı olmayı istemiş olan bir yaratığın suçluluk duygusunu besleyen bir
ölçüsüzlüktür.”
Jespers’a
göre insan bir başına var olamaz, ancak başkası ile var olur, insan tek başına
bir şey değildir. Jespers iletişimi bir “sen savaşı” olarak niteler. Bunsa
herkes, başkasına bağlanmak, ya da başkasını kendine bağlamak yolunu aramaz.
Ona kendi öz varlığını kazandırmaya çalışır. “Varoluşsal gereklilik şöyle
anlatılır: Benim arkamdan hiç gelme, sen kendi yolunu bul ve izle.”
“Ama
iletişim de varoluşsal her şey gibi, herhangi bir bilginin ötesinde bulunur. O,
yaşanır, bilinemez. İletişimi kendimize mal ettiğimizi sandığımız anda,
kaybolup gider. Bunun için, zorunlu olarak yönelmiş bulunduğumuz bir amaca
varmamış olmanın korkusu içinde kalırız.”’
“Jespers’a
göre var olmak, bilmek değil, yaşamaktır. Ama öte yandan, dış dünyayı
anlamamızı sağlayan nesnel bilgi, tek başına kendi var oluşumuzun gerçekliğini
de bize sağlayabilir. Bundan ötürü, gerçek bir biçimde yaşamak için
gösterdiğimiz çaba, en sonunda vara vara kuşkulu bir sonuca varır. Burada
“smır-durum”dan biri ile karşılaşırız. İnsan, “ölmem gerekir, çile doldurmam
gerekir, savaşmam gerekir, ben rastlantıların elindeyimdir, suçluluğun ağına
kaçınılmaz bir biçimde düşüp bağlandım” der.”
Bunun
için açık-seçiklikten bahsetmek söz etmek boşunadır. Bizler inan karanlığında
yol alırız. “ Kendimizi güvenli duyduğumuz an, tam da yolumuzu şaşırmak üzere
olduğumuz andır.” “Bilginin tutkusu şudur: Öyle bir yüksekliğe çıkmalı ki,
artık orada bilgi de işe yaramasın. Varlık hakkındaki bilgimizin yeri
doldurulamaz, kaynağı bilgisizlikte ama gerçek olarak kazanılmış bir bilgisizliğin
tündüğü içindedir.”
Bilginin
ötesinde ulaştığımız bu varlığa Jespers “aşkınlık” adını verir. Klasik
felsefede tanımlanan Tanrı kavramına gelir. Jespers için aşkınlık, her şeyin
içinde vardır, biz onu görmesek de o her yerdedir. Bize varoluş sağlayan
özgürlük adımı içinde, onunla bağ kurarız. Çünkü biz kendi kendimize var
olmadığımızı biliriz.
Gabriel Marcel
Katolik
bir varoluşçu olan M. G. Marcel bir edebiyat adamı olmaktan çok bir düşünür
olarak karşımıza çıkar. Kullandığı yöntem Husserl’in ki ne benzer. Olay bilimci
bir çözümlemeden geçirdiği somut durumları, dolaysız olarak verilmiş olanın
ötesine vardırır.
Varoluşta
ona göre ne olacağını, bireysel özünü, insan kendisi belirler. Biz gerçekten
olduğumuz şeyden başka bir şey değil izdir. Varoluşa yaşamdan ayrı bir tümlük,
varlıktan ayrı bir tümlük tanır. “Bir dükkânın önünde yatan bir köpeğe baktığım
sırada dilimin ucuna bir cümle takıldı kaldı. Bir şey var ki, adına yaşamak
denir, yine bir şey daha var ki buna da var olmak denir. Ben var olmayı
seçtim.”'’
“Marcel’e
göre var olmak, “Kişi için var olmak, kendini asarak kendini yeniden
yaratmaktır.” G. Marcel Tanrı’yı kendini göstermez kabul eder. Tanrı biz ona,
yaşam kaygılarının sürüklediği yaklaşımlarda bulunuruz. Düşünsel yaklaşımlarla
değil, dirimsel yaklaşımlarla ona doğru yöneliriz. Böylece, inanç da bir
kişiliğe bağlılık duygusundan oluşur.”
“Gabriel
Marcel’in inanı (inancı) yaşama bir anlam getirmesi ve yolunu aydınlatmasıdır.
Yaşama gösterilen rıza, özgür seçme işi ve bir inan edimidir. Ona göre yaşamın
tümüyle anlamdan yoksun görünmesi, onun yapısını tamamlayan bir yandır.”
İnan,
onun için, yaşamın doğurduğu iç sıkıntısına karşı sadece bir sığınak değildir.
Tersine, “İnan, bende tinsel bir denge içinde bulunduğum ve kendimi pek seyrek
rastlanır bir biçimde mutlu olduğum bir anda doğmuştur” der.
Katolik
bir varoluşçu için umutsuzluk, sadece, geçici bir kendini kaptırıştır. Umut,
onun yaşamının temel dokusunu örer.
Tanrıtanımaz
Varoluşçular
Tanrıtanımaz
varoluşçular içinde en ünlü olanı J.P.Sarter’dır. Sarter özellikle Heideggerden
esinlenmiştir. Bunun dışında tanrıtanımaz varoluşçular sınıfına Nietzche’yi de
sokmak yanlış olmaz.
Friedrich Wilhelm Nietzche
Bu
varoluşçulardan Nietzche’yi ele alırsak, hemen hemen bütün filozofların onu
anlamakta yanılgıya düştüklerini görürüz. Bu yüzden Nietzche’nin varoluşçular
topluluğuna girdiğini iddia etmekle bizi, burada yanılgıya düşürür.
Başarısızlık, korku, ölüm konuları ile ilgilenme varoluşçuluğun temellerini
oluşturduğu için Nietche’yi çokta bu akımdan sayamayız.
Acı
çekme konusu Nietzche’de sık sık karşımıza çıkar. O da ilgisini yasanın on
dokuzuncu yüzyılda hor görülmüş yönleri üstünde toplar, ama korkudan, ölümden
daha çok insanın zorbalığı, ikiyüzlülüğü, ahlak perdesi altında ortalıkta çalım
satan ahlaksızlık üzerinde durur, onun en çok önem verdiği sıkıntı ya da
eziklik değil eşine pek az rastlanan bambaşka bir zihinsel durumdur.
Nieztche
Alman varoluşçularından çok Fransız varoluşçularına daha yakındır. Felsefenin
değişmez ilkesi olan coşkun yaşama sevinciyle, Jespers, Hiedeger’in sıkıntılı
anlatımı, Kierkegaard’ın destansı yazımı arasında aşılmaz bir uçurum vardır.
Nietzche
Hıristiyanlığı, hayatı baltalayan, insanın boyutlarını küçülten bir yaşama yolu
sayar.” Hıristiyanlık hayatın en korkulası yanıdır” der. Nietczhe’ye göre
Hristiyanlık artık kuvvetini kaybetmiştir ve gerilemektedir. Bugüne kadar
yaşamımızın temelini oluşturan tüm değerler, gelenek, töre, inanç artık
bozulmaya parçalanmaya yüz tutmuştur. Bizim varoluşumuz hiçliktir. Tanrı’nın
ölümüyle açılan boşluk, bizi yok olma tehlikesiyle baş başa bırakır ve insan bu
boşluğu ancak kendi varlığıyla doldurabilir.
Nietczhe’nin
felsefesi yok sayıcılığa dayanır ve ilk eserlerinden birinde şöyle söyler:
“Nerede
Tanrı?
Tanrıyı
arıyorum. Nerede mi Tanrı?
Söyleyeyim:
Öldürdük onu.
Sen,
ben, hepimiz onun katilleriyiz.
Peki,
bunu nasıl yaptık?
Nasıl
yutabildik denizi?
Bütün
çevremi silmek için kim verdi süngeri bize?
Dünyayı
güneşten başlamakla ne yapmış olduk?
Şimdi
nereye gidiyor?
Biz
nereye gidiyoruz?
Bütün
güneşlerden uzaklaşıyor muyuz?
Dalmıyor
muyuz boyuna?
Sonsuz
bir yokluk içindeymiş gibi yoldan sapmıyor muyuz?
Soluğunu
duymuyor muyuz boş uzayın?
Daha
da soğumuş değil mi?
Gece
üstüne gece değil mi yaklaşan?
Sabahları
fener yakmamız gerekmez mi?
Tanrıyı
gömen mezarcıların gürültüsünü hiç mi duymuyoruz?
Tanrının
çürümesinden yayılan kokuyu hiç mi almıyoruz?
Tanrılar
dahi çürürler. Tanrı öldü. Onu biz öldürdük. Şimdi biz, katiller katili nasıl
avutalım kendimizi?
Acının
şimdiye dek edindikleri arasında en kutlu, en güçlü olanı can verdi
bıçaklarımız altında. Kim silecek bu kanı üzerimizden?
Su
var mı bizi arıtacak?
Nice
yazıp silme yortuları, nice kutsal oyunlar bulmamız gerek bunun için?
Bu
işin büyüklüğü, bize göre pek büyük değil mi?
Buna
yalnız değerli görünmek için bile Tanrı olmamız gerekmez mi bizim?
Bunda
büyük iş başarılmamıştır. Her biri bizden sonra doğarsa bu iş yordamıyla
şimdiye kadar ki bütün tarihten daha yüksek bir tarihin parçası olacaktır.
Nietczhe
bu fikirlerinin henüz kabul edilmeyeceğini bildiği için şöyle der: “Çok erken
geldim... Benim vaktim daha gelmedi. Yolda şimdilik, yürüyor, daha erişmedi
kulaklarına kişioğullarının."
Nietczhe
insanüstülüğü şöyle yorumlar: “ Maymuna karşı insan neyse, insana karşı
insanüstü de odur. İnsanoğlu solucandan insana kadar yol aldı ve hala içinde de
birçok şey solucandır. Ben size insanüstünü öğretiyorum. İnsan, aşılması gereken
bir olgudur. Onu yenin ve yeryüzünün amacı olan insanüstüne yönelin. Yeryüzüne
bağlı kalın ve size öte dünya umutlarından bahsedenlere kanmayın. Tanrı
ölmüştür. Şimdi korkunç olan yeryüzüne karşı günah işlemektir. Bir Tanrı
yaratabilir misiniz? Öyleyse bana Tanrı lafı etmeyin. Ama insanüstü
yaratabilirsiniz, siz kendiniz yaratıcısınız. Dünya dediğimiz şeyi siz
yaratmalısınız?'
Nietczhe’ye
göre tek umut çelişkinin son noktasına erişmek gibi görünür. İnsan, kendisini
boğan düğümler arasında ölmek istemiyorsa, onu kesip atması, kendi değerlerini
kendisi yaratması gerekecektir. Tanrı’nın ölümü hiçbir şeyi bitirmez, ancak bir
diriliş hazırlamak koşuluyla yaşanabilir.
Martin Heidegger
Bir
diğer tanrıtanımaz varoluşçu olan Alman Martin Heidegger, Jespers ve Sarter ile
birlikte felsefede geniş saygınlık kazanmış bir akım olan varoluşçuluğun
kuruculuğunu ve sözcülüğünü yapmıştır.
Heidegger
kendi felsefesini varoluşçu felsefe olarak değil de Platomdan (m.ö. 427- 347)
itibaren olan geleneksel ontolojik sistemi yıkmayı amaçlayan temel bir ontoloji
olarak nitelendirmiştir.
Heidegger’e
göre bir şeyin varlığından söz edebilmek için var olanın ne olduğu sorusunu
sormak gerekiyordu, çünkü varlıkla ilintisi içinde varlığının ne olduğunu bize
gösterebilecek durumda olan biricik şey buydu. Dünyada varlaşan biricik şey
insanın varoluşuydu. Var oluşa ilişkin varlık anlayışı ise şuydu: Kendi varlığı
içinde varlıkla varlıksal bir ilintide olma.*’ Yani insanın kendisiyle şu ya da
bu şekilde bağ kurabildiği ve her zaman ilişkide bulunduğu varlığa biz varoluş
diyoruz.
İnsan
bu olanakları ya kendisi seçmiş ya da bu olanakların içine düşmüştür. Onun
içine fırlatılmıştır. Bu var oluşu da insan ancak kendi kendine kavrar.
Heidegger
felsefesi, bilime karşı derin bir kötümserlik ve düşmanlık duygusu içerir. Bu
felsefe Kierkegaard’ın usa aykırı eğilimlerini, Dilthey’in (1833-1911) yaşam
felsefesini ve HusserPin (1859-1938) fenomelojisini sentezleştirir.
Heidegger
yapıtlarında şöyle söyler; “Bilim hiçte zorunlu değildir. Varoluş, kilimden kurtulmakla
gerçekleşir. Gelişmemiş bir bilinç, kaygı, kuşku, korku, tedirginlik gibi insan
kişiliğinin önsel biçimleriyle gelişir ve insanın öznel varlığını meydana
getirir. İnsan, her an ölümle karşı karşıya olduğunu bilmelidir. Ancak
böylelikle bilimden, amaçlanandan, ideallerden kurtulur, her anın değerini
bilir
Bu
düşünceler onu “ Benden başka hiçbir şey yoktur” kavramına ulaştırır. Böylece,
hiçlik ortaya çıkar. Ne var ki doğmadan önceki hiçlikten gelerek var olan insan
ölümün hiçliğine yönelir.
Jean-Paul Sartre
Tanrıtanımaz
varoluşçular içinde inceleyebileceğimiz diğer bir düşünür ise Sartre’dır. Hegel
sonrası üç düşünce akımının kavşak noktasında bulunan bir düşünürdür. Bu üç
düşünce akımı şunlardır: Marn’çılık, varoluşçuluk ve fenomenoloji. Sartre Marn’çıların
çözümleyici yöntemlerini kullanır ve onların eylem konusunda duydukları tutkuya
katılır. İnsanın karmaşık bir dünyada yaşayan tedirgin bir varlık olduğunu
savunan Kierkegaard’ın bu düşüncesine katılır ama aynı Kierkegaard’ın gizli
tanrısını kabul etmez. Husserl’in terminolojisini ve yöntemini kullanır ama bu
filozofun dogmatizmini ve platomari özlemlerini benimsemez.’
Varoluşu
Sartre şöyle yorumlar; ölümsel hiçliğin karşısında bensel varoluş vardır. Ona
göre “insan ne yaparsa odur” insan özünü kendi yaratır, insandan başka
evrendeki tüm varlıklar ise önce özlerini sonra varoluşlarını yaratırlar. Kendi
özünü yaratan insan özgürlüğünü de kazanır.
İnsan
önce vardır, daha sonra şu ya da bu biçimde kendini yaratır. Kendimize özgü
olan başka hiç kimsede bulunmayan bireysel özümüzü seçeriz. Böylece insan
kendisini bizzat kendi var ettiği için ne olduğundan da sorumlu olur. Bu
sorumluluk evrensel bir sorumluluktur.
Romancı,
oyun yazarı edebiyat eleştirmeni olan Sartre buna ek olarak siyasi yazılar yazan
ender filozoflardan biriydi. 1943’te “Varlık ve Hiçlik” adlı eserini tamamladı.
Savaştan sonra varoluşçuluğu hümanizm ile birleştirmeye çabaladı. Komünizmle
flört ederken kendi varoluşçuluğunun bireyci vurgusunu popüler komünist
ideoloji ile birleştirebileceğini düşünerek “Varoluşçuluk ve Marksizm” adlı
eserini yazdı.
Sartre
başlangıçta fenomelojiyi hayal gücüne
uygulamak istiyordu. Ancak, hayal gücünü geleneksel anlamda bir fikirler
toplamı olarak değil, daha radikal bir tarzda yönelimsel bir bilincin ayırıcı
bir kipi olarak görüyordu. Sartre’ye göre, bilinci hayal gücü dünyasına
yönelterek özgürlüğümüzü buluruz. Bilinç bu bakımdan kısıtlamadan özgürdür.
Başka bir şey için var olmamak ve bir nesne için yapılabileceği gibi deneye
dayalı olarak doğrulanacak bir mevcudiyet olmamak bakımından yalnızca kendi
içindir.
Bilinç
yönelimseldir. Bu da daima bir şeye doğru yöneldiği anlamına gelir. Sarter
varlığın sadece olduğunu ileri sürmüştür. Varlığı, bilinçli olan kendi için
varlık ile bilinçli olmayan kendinde varlık olarak ayırmıştır. Bu ontolojik bir
ikilik değildir.
Düşünme
süresince bilinç, başka herhangi bir nesneyi algılar gibi kendi nesnesi haline
gelmeye çalışır, ama bunu yaparken bilinç kendisinin bir hiç olduğunu fark
eder. Bir nesne bir kendinde şey değildir. Ama Sartre için bilincin hiçliği
kötü bir şey değildir. Özgürlüğü tam da burada bulur. Onun özgürlük kavramı,
özgürlüğü insanın kendi özünü kendiliğinden bir tarzda ve başka faktörler veya
insanlar tarafından belirlenmeksizin tanımlaması kapasitesi olarak gören
varoluşçu bir kavramlaştırmadır. Bu, özgür irade konusunda, özgürlüğün gücünü
edimde dile gelen bir tarzda gören dar anlamda libertar bir görüştür.
“Bir
sonraki davranışım üzerinde tam bir kontrole sahibim. Böylece özümü tanımlama
konusunda tam bir kontrol sahibiyim. ” Sartre’nın bununla kastettiği, benim
özümün yani insan doğasının önceden tanımlanmamış olduğudur. Öyle olsaydı,
karakterimi tanımlar ve belirlerdi. İnsanlar “Özgür olmaya mahkûm” olmaktan
hoşlanmazlar. Çünkü bu, insana haddinden fazla sorumluluk yükler. Bu da
kimilerini ürküttüğü için determinizm konusunda inançlara sarılırlar. Yani,
kendilerinin gerçekte özgür olmadığı, karakterlerini belirleyenin toplum, Tanrı
veya doğa olduğu düşüncesine sıkı sıkıya sarılırlar. Sartre böyle insanları
küçümser. Kötü niyet içinde yaşadıkları için alçaktırlar.
Kurtuluş,
insanın kendini tanımlama özgürlüğünün bilincine varmasından kaynaklanır. Bunun
güçlü sonucu: “ Özgürüm, ben seçiyorum”dur. Kendi özgürlüğümü tanımlarken
şeyler dünyası ile bir ilişki kurmak zorundayımdır. Bu ilişkiye Sartre
olgusallık der. Eğer çevremizdeki başka şeylerin bıraktığı algıların dolaysız
matrisi ile zaman-mekânda beni şu tikel momente getiren eylem ve olaylar
birlikte düşünülürse, bu yararlı bir terimdir.
Ancak
başka insanlar benim ve benim şeylerimin yani saf dünyamızı bozarlar. Bir kez
başka biri sahneye çıktı mı, benim özgürlüğüm engellenmiş olur çünkü o, benim
gördüklerimi algılamaktadır, ben de onun başka bir bilinç olduğunu teslim
ettiğim için onun da kendi çevresindeki şeyleri belirlemekte olduğunu fark
ederim. İki bilinç arasındaki ilişki savaş ilişkisidir. Bu anlamda Sartre,
Hegel’in efendi-köle tezini süslemiştir. '"
Özcü
Varoluşçular
Varoluşun
karşısında her zaman öze öncelik veren, gerçekliğe ulaşma yolunda özün varoluşu
kat kat aşan bir değer olduğunu savlayan, bu nedenle de varlıkların
varoluşlarını değil de özlerini soruşturmayı öneren öğretidir. Felsefece
temellendirilmiş ilinek-öz ayrımının olamadığı, doğruluk ya da hakikatin
kendisinde kökleşmiş bir ayrım olduğunu savunan bir görüştür. Böylece bir
nesnenin özü sayılan özellikler, o nesne değişse de aynı kalan, o nesnenin
olmazsa olmaz niteliği kabul edilir.
Sözgelimi,
Sokrates’in insan olması ile kel olması arasındaki fark, ilk özelliğin
Sokrates’in ayrılmaz bir parçası iken İkincinin böyle bir yönünün olmamasıdır.
Dolayısı ile bir şeyin özü o şeyin ne olduğu ile ilgili bilgi sağlarken,
ilineği ise nasıl oluğunu anlatmaktadır. Tarihi Aristoteles’e (m.ö.384—m.ö.322)
kadar uzanan bu görüş, günümüzde de güncelliğini belirli oranda korumaktadır.
G.W. Leibniz başta olmak üzere usçu geleneğin özcülük düşüncesini geliştirmeye
yönelik çabalarına karşılık İngiliz deneycileri özciilüğe karşı eleştirel bir
tutum alacaktır.
Sözgelimi
Thomas Hobbes , öz kavramının felsefeye bir yararının olmadığını söyler. John Lock , nesnelerin -bilinmeseler de- bir özü
olması gerektiğini savunur.
David
Hume , nesnelerin bir takım algılanabilir idealardan
(tasarımlardan/kavramlardan) oluştuğunu benimsemesine karşın, altta yatan bir
öz oluğuna karşı çıkar. XX. yüzyılda ise Saul Kipke ile Hilary Putnam kipler
mantığı ve kipsel önermeler konusunda ortaya attıkları bir dizi soruyla
alevlenen tartışmalar, özcülüğü yeniden canlandırır.
Felsefi
insan bilim ya da insan felsefesi açısından özcülük, insanın bir doğası, bir
özü olduğu anlamına gelir. Feminist felsefede ise özcülük, dişiliğin bir takım
toplumsal gelenek ve göreneklerin sonucu olmaktan çok doğuştan geldiğini öne
sürmesi nedeniyle eleştirilir.
Wilhelm Gottfried Leibniz
Muazzam
yeteneklerini sayısız disiplinde kullanmıştır. Matematikte kalkültisü icat
etti. Bugün hala onun notasyonunu
kullanmaktayız. Mesleği, avukatlıktı. Hanover sarayına danışman,
diplomat ve tarihçi olarak hizmet etti. Hayatı süresince “Teodise” başlığını
taşıyan tek bir kitap yayınladı ama yayınlamış olduğu makaleleri de çok
etkiliydi.
Erken
aşamalarda amaçlarından biri mantığı, ilişkileri analiz edebilmek amacıyla bir
semboller sistemine indirgemekti. Bu tür biçimsel mantığın öteki konulara da
genişletilebileceğini ve böylece onların içeriğine de ışık tutulabileceğini
umuyordu. Bu görüş 20. Yüzyılda Oxford felsefecilerini heyecanlandırmıştı.
Eleştirel
yaklaşanlar Leibniz felsefesini oluşturanın ne olduğu konusunda farklı
fikirlere sahiptir. Bunda bu felsefenin çok geniş bir alana yayılmasının ve
tutarlı bir biçimde ele alınmasının güçlüğünün de rolü vardır. “Teodise”
kitabında kötülük konusunu ele alır.
Dünyada
kötülük içeren korkunç olayların oluyor olması, Tanrımın her bakımdan
iyiliksever olduğuna inananlar için her zaman mantıksal olarak dikenli bir konu
olmuştur. Kötü fiiller bu önermeyle çelişir: Ya Tanrımın her bakımdan
iyiliksever olduğu fikrini reddetmek ya da kötü şeylerin kötü olarak
betimlenmesinden vazgeçmek zorundayız. Leibniz ilk yolu seçer. Tanrı ahlaken
mükemmeldir, o zaman onun evreni de öyle olmalıdır. Herhangi bir olayın
olabilmesi için yeterince bir neden olmalıdır. Yani hiçbir şey başka türlü
olamıyor olmalıdır.
Evren
Tanrı’ya dayanıyorken, Tanrı da gönlünün dilediği evreni yaratabileceğine göre,
burada şu çıkar: Evrende olan her olay, bu olayın olması için yeterli nedeni
olan Tanrı tarafından desteklenmelidir. Yani Tanrı dünyayı bu özelliği olsun
diye seçmiştir. Öyleyse Tanrı’nın ahlaki mükemmeliyeti göz önüne alınınca bu,
mümkün olan dünyaların en iyisi olmalıdır. Voltaire’nin (1694-1778) Candide’de
Leibniz’in bu görüşünü alaya alması ünlüdür.
Bu
görüşü orada Dr. Pangloss ileri sürer. Lizbon depreminin ardından Pangloss
asılır, Candide de kırbaçlanır. Bunun üzerine Candide sorar: “Eğer bu mümkün
olan bütün dünyaların en iyisiyse, ötekiler nasıl acaba?'’’' Leibniz’in akıl
yürütmesi korkunç olaylar içinde yaşayanlara yakışıksız görünebilir ama onun
mantığı başka türlüsünü kabul edemez. Tanrı her bakımdan iyilikseverdir,
dünyayı o biçimlendirir, öyleyse dünya iyidir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar