Print Friendly and PDF

Veliyyüddin Yeken



edebi eserleri ve toplumsal meselelerle ilgili düşünceleri ile modern Arap edebiyatında önemli yer edinmiş bir edebiyatçıdır. Osmanlıda 1873¬1921 yılları arasında yaşanan siyasi, fikri, kültürel ve ekonomik gelişmeleri ve sorunları, kendine has bir bakışla başarılı bir şekilde değerlendirmeye tabi tutabilen Yeken, edebi ve fikri hayatında topluma yer vererek kalemini kendi düşünceleri doğrultusunda adeta halkın hizmetine adamıştır. Bir halk adamı olarak Veliyyüddin Yeken, halka karşılaşılan sorunlar karşısında çözüm üretme ufku aşılamıştır. Halkın derdi ile dertlenen Yeken, yazın hayatında halkın acısını ve sevincini paylaşmayı amaç edinmiştir.Veliyyüddin Yeken’in Türk asıllı biri olarak Arap dilinde nadide eserler kaleme almıştır.
DOĞUMU
Veliyyüddin Yeken 1873 yılında İstanbul Süleymaniye’de dünyaya geldi.  Hakkında çok zayıf olmakla beraber Basra’da doğduğuna dair bilgiler  de bulunan Yeken’in bazı kaynaklarda tam adı Muhammed Veliyyüddin Yeken  olarak geçse de daha çok Veliyyüddin Yeken ismiyle bilinir.  Babası, gençliğinde siyasi nedenlerden dolayı Kahire’yi terk edip Avrupa’ya göç etmek durumunda kalan Türk asıllı Hasan Sırrı Paşa’dır. Uzun süre Avrupa’da kaldıktan sonra Türkiye’ye gelen Hasan Sırrı Paşa Çerkez emirlerinden birinin kızıyla evlendi. Bu nedenledir ki Yeken, hem anne tarafından hem de baba tarafından soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi.  Yeken henüz üç yaşındayken  babası ailesini alıp Mısır’a gitti.  Aradan geçen üç yılın ardından Yeken altı yaşında iken babası vefat etti. Bunun üzerine Yeken ve ailesinin bakımını dönemin Maliye Bakanı olan Yeken’in amcası Haydar Paşa üstlendi. Yeken 23 yaşına kadarki hayatını Mısır’da geçirdi.

İSTANBUL’A İLK GELİŞİ
Yeken 1896 yılında eserlerinde de anlattığı gibi âşık olduğu ve özlemini çektiği  İstanbul’a geldi. Burada Danışma Meclis Üyesi olan amcası Muhammed Faik’in yanında kaldı. Amcası tarafından yakın bir ilgi gören Yeken, II. Abdülhamid tarafından da önemli bir memurluk görevine getirildi.
Yeken’in İstanbul’da yaptığı ilk işlerden biri şehri gezmek oldu. Bu gezileri esnasında görmüş olduğu doğal güzellikler karşısında şaşırıp kalan Yeken, özellikle Boğaz’a ve şehrin birçok yerine hayran kaldı. Osmanlı’nın, neredeyse her göreni kendisine âşık edecek derecede büyüleyici olan bu şehre hâkim olması ve ayrıca İstanbul’un İslâm coğrafyasının başkenti olması, Yeken’in bu gizemli şehre olan hayranlığını bir kat daha artırdı. İstanbul’a karşı beslediği bu nevi yoğun duygular Yeken’in derinliklerinde var olan Osmanlılık ruhunu da yeniden canlandırdı. Yazar, bizatihi yakından müşahede ettiği bu güzellikleri ve derunî hissiyatını ileride kaleme alacağı şiirlerine de yansıtarak okuyucularına sundu.   Yeken, belli bir müddet sonra İstanbul’da sokak sokak gezerek İstanbul halkını yakından tanıma fırsatı buldu. Bu arada siyasete olan eğiliminden dolayı tüm siyasi olayları da takip etti. Yazar, zamanla hakkında pek çok hayal kurduğu İstanbul’un siyasi, ekonomik ve toplumsal olarak iyi bir durumda olmadığını fark etmeye başladı. Böylesi büyük bir şehirde birçok insanın baskı altında olduğuna, İstanbul’da her yerde II. Abdülhamid’in hafiyelerine, bir taraftan sefalet içinde yaşayan diğer taraftan da nimetler içinde yüzen ve son derece müsrif olan insanlara, devlet dairelerindeki adam kayırmalara, dengesiz gelir dağılımına ve adeta insanların ıstıraplarından dolayı feryat ettiklerine tanık oldu. Özgürlüğe, kardeşliğe ve eşitliğe son derece düşkün olan Veliyyüddin Yeken, bu durum karşısında hayal kırıklığına uğradı ve derin bir hüzne kapıldı.

KAHİRE’YE DÖNÜŞÜ
Yeken, Osmanlı toplumunun içinde bulunduğu bu vahim durum karşısında 1897 yılında Kahire’ye geri döndü. Amacı halkı eğitmek ve hilafetin düştüğü çıkmaza karşı halkı kendince bilinçlendirmek olan yazar, bu amaca hizmet etmek ve sesini daha büyük kitlelere duyurabilmek için el-İstikâme  adında bir gazete çıkardı. el-İstikâme’de halkı bilinçli olmaya, etrafta olup bitenlerden haberdar etmeye çalışan Yeken, II. Abdülhamid ve taraftarlarını ağır bir şekilde eleştiren, özellikle onun siyasetini beğenmediğini ve toplumun gitgide gerilediğini ifade eden yazılar yazdı. Doğal olarak Yeken’in ağır eleştirileri çok geçmeden II. Abulhamid’e ulaştı. Bunun üzerine II. Abdülhamid el-İstikâme gazetesinin kendi vilayetleri içerisinde yayınlanmasını yasakladı. Bu durumdan rahatsız olan Yeken, el-Müşîr, el- Mukattam  ve el-Kânûn’ul-Esâsî  gibi gazetelerde düşüncelerini yazmaya devam etti.  Üstelik yazar, hükümetten korkmadığını ifade eden bir de şiir kaleme aldı. Şiirin ilk kıtası şöyledir:

O öfke dolu cani adamlara
Kendilerinden korkmadığımı kim söyledi?
Kınarım, başıma geleceklerden korkmadan
Överim, hiçbir karşılık beklemeden
İSTANBUL’A İKİNCİ GELİŞİ
Sekiz ay Mısır’da kalan Yeken, bu süre zarfında kaleme aldığı yazılarında mütemadiyen hükümeti eleştirmeye devam etti. Bunun üzerine II. Abdülhamid 1897 yılında Yeken’i İstanbul’a çağırarak kendisine gümrük idaresinde meclis üyeliği görevini verdi.  Ne var ki Yeken, kendisine verilen ve gün boyu rakamlarla uğraşması gereken bu görevden pek memnun kalmayarak aşağıdaki ifadelerinden de anlaşılacağı gibi son derece sıkıldı.
“Gümrük işleri yazdığım makalelere ve dinleyicilere okuduğum şiirlere benzemiyor. Vallahi Japon dili ve Hiyeroglif yazısını anlamak bile benim için bunları anlamaktan daha kolaydır. Birçok rakam ve hiç bir şey anlamadığım bir takım yabancı terimler.. ,”
Yeken bu görevinden duyduğu memnuniyetsizliği ve daha iyi yapabileceği bir göreve atanması hususunda II. Abdülhamid’e bir telgraf çekti. Bunun üzerine II. Abdülhamid, onu Maarif Yüksek Meclis Üyeliğine atadı.  Yeken bu görevi sırasında Milli Eğitim Bakanı ve Genel Sekreteri ile tartışıp Divan Kâtibini küçümseyerek ve onunla alay ederek eleştirdi. Bununla da yetinmeyen yazar, II. Abdülhamid’in çok sevdiği ve önemli yetkilere sahip olan dostu Ebu’l-Hüdâ’nın  yaptığı icraatları gazetelerde yazdığı yazılarında eleştirdi. Bu durum idarecileri çok kızdırdı ve Yeken’in Hükümet tarafından yakın merceğe alınmasına sebep oldu.  Bu nedenle pek çok istihbaratçı Yeken’i izleyerek onun tüm hareketlerini kaydetmeye başladı. Bu olay Yeken’in daha sonra Sivas’a sürgün edilmesine ve uzun bir süre çile çekmesine yol açacak unsurlardan biri oldu.


EVLİLİĞİ
Bu dönemdeki sıkı gelenek göreneklere rağmen Yeken, çevresindeki gelenekçi insanlara bir tepki olsun diye Yunanlı Hıristiyan bir kadınla evlendi. Bu kadından iki çocuğu dünyaya geldi. Yazar yine gelenekçi çevresine olan kızgınlığı, küskünlüğü ve dargınlığı dolayısıyla çocuklarının birine Can diğerine ise Victoria adını verdi.


HAPİS HAYATI
Meydana gelen bu olaylardan sonra hükümetle başı derde giren Yeken, artık son derece zor günler yaşamaya başladı. Çünkü tutuklanması için her an fırsat kollanıyordu. Çok geçmeden de Hükümet aleyhine bir takım belgeler bulundurduğu düşüncesiyle evine bir baskın düzenlendi. Yeken bu olayı el-Ma’lûm ve’l-Mechûl isimli eserinde Ebu’l-Hüdâ ile aralarında geçen bir diyalogdan alıntı yaparak şöyle anlatır:
Ebu’l-Hüdâ bana dedi ki:
-          Dünden beri seninle ilgili endişeleniyorum.
-          Niye ki?
-          Duydum ki polis evine girmiş, kitaplarını almış ve geceyi nezarethanede geçirmişsin. Doğrusu ne yapacağımı bilemiyorum.
-          Hayır efendim. Böyle bir şey olmadı. Gerçek şu ki ben bir tehlike seziyorum; fakat ne olacağını ben de bilmiyorum.
-          Ey Veliyyüddin! Gözlerini aç, uyanık ol ve kendi aleyhine düşmanlarına koz verme. Yanında onları rahatsız edecek ve onları sana karşı kışkırtacak ne varsa hepsini topla ve yırt. Böylece onların şerrinden de emin olursun. Başına bir şey geldiğinde ilk işin bana gelmek olsun.
“Ona İstanbul’u gizlice terk etmek istediğimi söyleyecektim. Fakat ne olacağını bilemediğim için korktum. Daha sonra kendisinden izin isteyip yanından ayrıldım.” 
Yeken Ebu’l-Hüda’dan ayrıldıktan sonra neler yaptığını ise bize şu cümlelerle aktarır:
“ Eve varır varmaz hemen kitaplarımın ve belgelerimin olduğu yere gittim. İçlerinde sakıncalı olan, hükümeti rahatsız edecek olanları aramaya başladım. Aralarında Jön Türklerle  ilgili birçok kitap ve dergi vardı. Birçoğunu yabancı dostlarım bana vermişti ve bir kısmını da annem Mısır’dan gelirken getirmişti. Kimse beni görmeden bu değerli hazineyi yırttım. Sonra kendi yazdığım eserlere baktım. Tek tek bütün sayfaları inceledim. Ve sakıncalı bir sayfayı buldukça yırtıp bir yerde biriktirdim. Bu hummalı çalışmam sabaha kadar sürdü. Daha sonra yırtmış olduğum bütün sayfaları yaktım. Fakat annemin odasındaki sandığı fark edememişim. Meğerse orda birçok belge, dergi ve resim varmış. İstanbul ’a geldiğimden bu yana onlara hiç bakmamıştım. Ne yazık ki beni II. Abdülhamid’in gözünde suçlu duruma düşürecek olan bu belgeleri yakmayı unutmuşum.”
“27 Ekim 1901 Cuma günü eşim doğum yaptı. Bir kız çocuğu doğurdu. Adını da Victoria koydum. Minik kız sanki bir felaketin yaklaştığını sezmişti ki hıçkırıklara boğuldu. Beni en çok üzen de buradan kaçamamamdaki şansızlığımdı. Eşim nifas halindeydi. Nasıl kaçabilirdim? Bir adım bile atacak mecali kalmamıştı. İki çocuğumdan biri daha emekleyemiyor; diğeri ise yeni doğmuş, süt emiyordu. Bir de yaşlı anneciğim! Şimdi ben bunları kimlere bırakabilirim. Onların benden başka kimseleri yok ki. Diğer taraftan evimin dört bir yanı casuslarla çevriliydi... Gece gündüz demeden evimi gözetliyorlar. Adeta aldığımız nefesleri bile sayıyorlardı.
Birkaç gün sonra polisler gelip evimi bastılar. Sandığın içinde Jön Türkler ’in yazdıkları birçok belge ve benim de kaleme almış olduğum epeyce makaleyi II. Abdülhamid’in resmi ile beraber alıp götürdüler.”
Bu olaydan birkaç gün sonra Yeken hasta hanımı için doktor çağırmak üzere dışarı çıktı. Beyoğlu’na gitmek için trene bindi. Trenden inerken kendisini birinin takip ettiğini fark etti. Adam Yeken’in önünü kesip nereye gittiğini sordu. Bunun üzerine aralarında şöyle bir diyalog geçti:
-          Ben polisim. Soruma cevap vermek zorundasın.
-          Hanımım için doktor çağırmaya gidiyorum.
-          Yalan söylüyorsun. Benimle karakola kadar geleceksin.
-          Ne diye?
-          Canım böyle istiyor.
-          Seninle gelmek istemiyorum. Çünkü ben ne bir katil ne bir hırsız ve ne de bir soyguncuyum.
-          O halde süründürerek götürürüm 
Polis olduğunu iddia eden adam Veliyyüddin Yeken’in üzerine atıldı. Bunun üzerine sert mizaçlı olan Yeken küplere bindi. Adamı tuttuğu gibi yere devirdi ve elindeki sopayla olanca gücüyle vurmaya başladı. Adamın eli sakatlandı. Daha da ileri giden Yeken, polis olduğunu iddia edenin kılıcını da elinden alıp onu zor bir duruma soktu. Bu durumu gören diğer polisler Veliyyüddin Yeken’i yakalayıp karakola götürdükten sonra hapse attılar. Yazar birkaç gün hapiste kaldı. 
Veliyyüddin Yeken bu kaba davranışını kendisine yakıştıramamış ve yaptığının son derece yanlış olduğunu anlamış ve bu davranışından dolayı pişmanlığını dile getiren şu ifadeyi kaleme almıştır:
“İnsanları uyardığım hataya kendim düştüm. Ama elden de bir şey gelmiyor. İş işten geçti bir kere.”
Yeken hapisteyken annesi ve eşi kendisini ziyaret etmek istediler. Gardiyanlar önce izin vermediler ancak gözyaşları içinde ısrar eden bir anne ve eşin ısrarları üzerine, görüşme, Türkçe ve yüksek sesle olmak şartıyla
kabul edildi. Veliyyüddin Yeken bu görüşme esnasında da kendisine hâkim olamadı ve II. Abdülhamid ve hükümeti ile ilgili çok ağır suçlamalarda bulundu. Bunun üzerine Annesi kendisine yaklaşarak şunları söyledi:
-          Oğlum duyduğum kadarıyla Sultanımız II. Abdülhamid hakkında uygun olmayan sözler sarf etmişsin. Bu terbiyeyi nereden aldın? Biliyorsun ki bizler Sultanımız sayesinde güven ve emniyet içinde yaşıyoruz. Sultanımıza o kadar bağlı olduğun halde, böylesi uygun olmayan ifadeleri ona karşı kullanmış olmana bir türlü inanamıyorum.
Bunun üzerine sinirlerine hâkim olamayan Veliyyüddin Yeken annesine ve eşine bağırarak şöyle cevap verir:
-          Anne, eğer sen II. Abdülhamid’e karşı zerre kadar sevgi besliyorsan artık ben senin oğlun değilim. Hanım, sakın ola evinden çıkma. Bu zulüm topraklarına asla ayak basma.”
Yeken’in yakalanmasıyla beraber beş arkadaşının evlerine operasyon düzenlendi. Onlardan da II. Abdülhamid ve hükümet aleyhine bir takım evraklar ele geçirilince hepsi tutuklanarak hapse atıldı.
Veliyyüddin Yeken hapisteyken çok zor anlar geçirdi. Sıkıntılı ve zorlu bir dönemden geçen yazarın ruh hali sürekli değişiyor ve her geçen gün durumu kötüye gidiyordu. Öyle ki artık annesinin dahi kendisini ziyaret etmesini istemiyordu. Hapse girdikten sonra bütün eşi dostu kendisini terk etmiş, kimse ailesine sahip çıkmamıştı. Hapiste olduğu halde evi II. Abdülhamid’in hafiyeleri tarafından gözetlenmeye devam eden Yeken, dostlarına çok kırılmıştır. Nitekim aşağıdaki ifadeler, onun bu konuda son derece sıkıntı içinde olduğunu göstermektedir.
“Gerçek dost ancak kötü günde belli olur. İyi günde bütün dostlar aynıdır. Gerçeği ile sahtesi ayırt edilmez.'’”  
20 günlük bir hapishane hayatı, yazarın hem ruh dünyası ve en önemlisi de düşünce dünyası üzerinde ileride de görüleceği şekilde ağır bir iz bırakmıştır.


SİVAS’TAKİ SÜRGÜN HAYATI
Veliyyüddin Yeken 20 günlük bedensel ve ruhsal hapis hayatının akabinde iki görevli eşliğinde arabaya bindirilerek Beşiktaş vapur iskelesine götürüldü. Sivas’a gitmek üzere vapura binmelerine rağmen kendisini denizin soğuk sularına bırakacaklarını sanan Yeken gerçekten de sürgüne gönderildiğinden habersizdi. Veliyyüddin Yeken’in bu ruh hali, o dönem bazı kişilerin denize atılarak ortadan kaldırıldıklarına dair şayialardan kaynaklanmaktaydı. Ancak çok geçmeden bu düşüncelerden sıyrılarak vapurdaki diğer insanlara dikkatle bakmış ve onların mahkûm olmadıklarını anlayarak rahat bir nefes almıştı.
Bu stresli yolculuk tam beş gün sürdü.  Altıncı günün sabahı vapur Samsun limanına vardı. Yeken’i burada indirdiler. Ardından birçok asker ve görevli eşliğinde Sivas’a gitmek üzere hareket ettiler.
Yeken 12 Şubat 1902 yılında Cuma günü Sivas’a vardı.  Arabadan inince kendisi Baş komiser tarafından karşılandı ve aralarında şu konuşma geçti:
-          Ben niye buraya getirildim?
-          Postane sekreter yardımcılığı görevine atandın.
-          Sürgünde olduğum halde mi?
-          Sürgünde olman bu göreve engel değil ki. Ama ne var ki sen ne tutuklusun ne de serbest. Sivas sınırları dışına çıkmamak şartıyla istediğin yere gidebilirsin.
Yeken yaşadığı bu sahneyi bir yazısında şöyle anlatır:
“Bu haber üzerine sevinçten havalara uçtum. Bu sevincim tutuklu olmayıp özgürlüğüme tekrardan kavuşmamdandı. Daha fazla soru sormadım ki kötü bir sürprizle karşılaşmayayım.”
Yeken Sivas’a vardıktan bir müddet sonra ailesine telgraf çekti. Bunun akabinde ailesi de Sivas’a yerleşmek üzere yola çıktı. Ailesi ile birlikte Sivas’ta yedi yıl ikamet eden Yeken, başından geçen olaylardan ders alarak bu süre zarfında biraz daha temkinli hareket etmeye başladı. II. Abdülhamid ve saltanat aleyhinde söz sarf etmemeğe gayret etti. Çevresindeki her hangi bir kimsenin istihbarat olabileceği ihtimalini göz önünde tutarak herkes ile her konuda konuşmama konusunda bazı kararlar aldı.
Yazar ömrünün yedi yılını geçirdiği Sivas’taki sürgün hayatını el- Ma’lûm ve’l-Mechûl isimli eserinde “Sivas’taki Günlerim Nasıl Geçti?”
başlığı altında şu şekilde değerlendirir:
“ Sivas Osmanlı toprağıdır. Ben de bir Osmanlıyım. O halde Sivas benim toprağımdır, ben de onun evlâdıyım. Fakat insanın hakkında bilgi sahibi olmadığı her yer gurbettir. Benim de Sivas ’taki ilk günlerim oldukça sıkıntılı geçti. O kadar daraldığım anlar oldu ki nereye gideceğimi, kime sığınabileceğimi bilmiyordum. Eğer Sivas’taki özgür dostlarım olmasaydı daha çok sıkıntı çekecektim.
Sivas’a yerleştikten sonra günden güne kendime her kesimden bir takım dostlar edindim. Bir yıl geçmeden özellikle yabancılardan epeyce dost edindim. Onların vasıtasıyla Fransızca hikâye kitapları aldım. Bir süre bu kitapları okumakla geçti zamanım.
İş ortamındaki arkadaşlar benden her türlü resmi evrakı saklıyorlardı. Bana çok farklı gözle bakıyorlardı. Çalıştığım ortamda birçok casus bulunuyordu. Günlük gazeteleri okumam da yasaktı. Ancak Jön Türkler ’in yanında iken okuyabiliyordum. Kardeşimin ve dostlarımın bana gönderdiği kitapları da postaneden rahatlıkla alamıyordum. Adıma gelen her posta açılıp içine bakıldıktan sonra bana teslim ediliyordu. 
Bu sebeplerden dolayı ben de eve hapsoldum. Kitap okuyordum. Gazeteleri takip ediyordum. Çünkü okumak bana geçmişimi unutturuyordu. Aynı zamanda benim için hem teselli oluyordu hem de bilmediğim şeyleri öğrenmiş oluyordum. Bu arada yazmaya başladım. Fakat arkadaşlarım beni uyardılar: “Yazma. Çünkü hükümet yazdıklarını tekrar ele geçirirse başın yine belaya girer.” dediler. Buna rağmen ben dayanamadım yazmaya başladım. Sivas ’ta kaldığım süre zarfında iki kitap yazdım.”
Yekenin bahsettiği bu iki kitap el-Ma’lûm ve’l-Mechûl adındaki iki ciltlik en kapsamlı eseridir. Sivas’taki sürgün yılları Yeken’in en verimli yılları olarak geçer. Bu yıllarda birçok şiir yazdığını fakat ne yazık ki bu şiirlerinin çoğunun yok olduğunu kaydeder. “Hayatta olduğum sürece hüzünlenirim, ağlarım yitik emeğime”   ifadesinden de yazarın kaybolan şiirlerine son derece üzüldüğünü anlamaktayız.
Yeken, her şeye rağmen Sivas’taki günlerinin çok iyi geçtiğini, orada çok iyi dostluklar edindiğini ve o günleri çok özlediğini ifade eder. Hatta sürgününe sebep olan olaylar, Sivas’taki istihbaratçılar ve hükümetin kendisine uyguladığı özel takip, ayrıca baskısı olmasa Sivas günlerini tekrar yaşamak istediğini vurgular.
Yeken 1908 yılında ilan edilen II. Meşrutiyet’e kadar Sivas’ta sürgün hayatına devam etti; ancak II. Meşrutiyetin ilanıyla beraber Yeken’in de sürgün hayatı sona erdi.


GÖREVLERİ
Yeken Mısır’da ve Türkiye’de toplam sekiz ayrı resmi görevde bulundu. Sert mizacı, haksızlığa karşı tahammül edememesi ve kendine hâkim olamaması onun sık sık görev değiştirmesine neden olmuştur. Aslında Yeken, sorumluluk sahibi her birey gibi çevresinde olup bitenlerden bağımsız yaşamayı kendisine yakıştıramamış ve haksızlık karşısında hep konuşma, bağırıp çağırma ihtiyacı duymuştur. Bir haksızlığa tanık olduğu zaman fevri hareketlerde bulunması, yumuşak bir üslup yerine sert bir üslup kullanması ve aklına gelen her doğruyu dillendirmesi haklı olduğu pek çok yerde kendisini haksız çıkartmıştır.
Yeken’in en fazla kaldığı görev, Sivas’ta sürgünde iken yürüttüğü postanedeki sekreter yardımcılığı görevidir. Nitekim bu görevde yedi yıl kalabilmiştir.
Yazarın çalıştığı resmi görevler şu şekilde sıralanabilir:
-          Mısır’da Yerel Vekillik
-          1893 yılında Mısır’da Yabancılar Şubesinde Divan Kâtipliği
-          1896 yılında II. Abdülhamid tarafından getirildiği ikinci dereceden memurluk
-          1896 yılında gümrük memurluğu
-          1896 yılında Yüksek Maarif Meclisi Üyeliği 
-          1902 yılında Sivas’ta Postane Sekreter Yardımcılığı
-          1912 yılında Mısır’da Adalet Bakanlığı’nda Kâtiplik
-          1912 yılında Özel Divan Kâtipliği


İKİNCİ KEZ KAHİRE’YE DÖNÜŞÜ
Yeken 1908 yılında ilan edilen II. Meşrutiyet ile birlikte sürgün hayatından kurtulup Sivas’tan İstanbul’a geldi. Bir süre İstanbul’da kaldıktan sonra ikinci kez Kahire’ye döndü. Burada el-Mukattam, el-Ehrâm ve el-Mueyyed isimli gazetelerde  ve aynı zamanda er-Râidu’l-Mısrî ve ez-Zuhûr isimli dergilerde yazmaya başladı.  Bu süre zarfında Havâtir-i Niyâzî  isimli Türkçe eseri de Arapçaya çevirdi. Daha önce kaleme almış olduğu makalelerini bir araya getirerek es- Sahâifu’s-Sûd ve et-Tecârib isimli iki ayrı kitabını yayınladı. Yine aynı şekilde Sivas’ta yazmış olduğu başyapıtı el-Ma’lûm ve’l-Mechûl isimli eserini de neşretti.

KAHİRE’DEKİ SON GÜNLERİ VE VEFATI
İstanbul’da geçirdiği buhranlı yılları ve Sivas’ta uzun süre devam eden sürgün hayatından sonra Kahire’ye yerleşen Yeken, yazın hayatında da hareketli anlar yaşadı. Yazar, çileli hayatında yaşamış olduğu tüm tecrübelerinden de yararlanarak pek çok eser verdi. Bunun yanı sıra 1914 yılına kadar Mısır’da Adalet Bakanlığı’nda kâtiplik görevinde bulundu. Daha sonra Özel Divan Kâtipliği’ne getirildi. Bütün hayatını değerlendirdiğimizde diyebiliriz ki; yazar hayatının en verimli ve en mutlu günlerini hemen her anını dolu dolu geçirdiği Kahire’de yaşamıştır.
Fakat ne hazindir ki Yeken’in bu mutlu yılları pek uzun sürmedi. Sanki hızla geçip giden güzel zamanlarla yarış halindeymiş gibi sağlığı da günden güne kötüleşti ve zorlu günler tekrar kendini hissettirdi. Astım hastalığına yakalanan Yeken nefes alıp vermede hayli zorluk çekiyor ve bu nevi şikâyetleri her geçen gün daha da artıyordu. Bu ağır ve ıstırap verici hastalığına rağmen Paul Bourget  isimli Fransız yazarın “Un Divorce” (Bir Boşanma) isimli romanını Arapçaya tercümeye devam etti. Sağlık durumunun gitgide kötüleşmesi üzerine Özel Divan Kâtipliği görevinden istifa eden Yeken çareyi ancak evine sığınmakta buldu.
Yazar bir süre sonra tedavi olmak üzere Hulvân’a  gitti. Ancak tüm arayışlarına rağmen hastalığına ne çare bulabildi ne de rahat bir uyku uyuyabildi. Bu durumu arkadaşı Antony Cumeyl’e gönderdiği mektupta şöyle ifade eder:
“Tıbbın çözüm bulamadığı nefes darlığı hastalığımın iyileşmesinden son derece ümitsizim ”
Yeken, 6 Mart 1921 tarihinde 48 yaşında vefat etti ve meşhur tasavvuf şairi İbn Faris’in  kabrinin yakınındaki “Karâfetu’l-İmâm” bölgesine defnedildi. Hayattayken yaşadığı yalnızlık, naaşının kabre taşınacağı ana dek devam etti. Yazarın cenazesi çok az kişi tarafından defnedildi.
****
II. Abdülhamid’in dini siyasete alet ederek saf ve bilgisiz Müslüman halkı kandırdığını düşünen Veliyyüddin Yeken, halkı bu gaflet uykusundan uyandırmak için bütün Müslümanlara hitap ederek şunları söyler:
“Ey Müslümanlar! Ben de sizin gibi Müslümanım. II. Abdülhamid insanları öldürüyordu, onlara zulmediyordu, onları sürgün ediyordu ve mallarına el koyuyordu. Bütün bunlar dininizce haramdır. Fakat buna rağmen hiç kimse karşısına çıkıp da kendisini işlemiş olduğu bu haramlara karşı uyarmadı. II. Abdülhamid ve yandaşları özgür bir şekilde hakkını savunan kişilerden hoşlanmazlardı. Kendileri gibi düşünmeyenlere saldırıp ortalığı velveleye veriyorlardı. Nitekim öyle yaptılar ki bizler hayattan soğuduk. Oysaki onlar tam anlamıyla hayatın lezzetlerinden zevk u sefasını sürüyorlardı. Kendi aleyhinize onlara fırsat vermeyin. Ve onlar mutluluklarını siz farkında olmadığınız bir durumda sizin mutsuzluğunuzun üzerine inşa ettiler.”
**

Veliyyüddin Yeken'e göre beliğ konuşan kimdir?

Genelde günlük hayatta meydana gelen her hangi bir olay üzerine yazmayı adet edinen Veliyyüddin Yeken bazen de alışılmışın dışına çıkarak yazmıştır. Örneğin “‘Afvu’l-Hâtir” isimli deneme kitabını kaleme alırken böyle bir metot izlemiştir. Eserde aklına gelenleri yazmayı yeğlemiştir. Nitekim toplam yirmi tane makaleden meydana gelen “‘Afvu’l-Hâtir” “Akla Gelenler” anlamındadır.
Bu makalelerinin birinde “beliğ konuşan”  kimdir, diye söze başlayan yazar, peşi sıra etkili sözün ne olduğunu ve muhatapta nasıl bir izlenim bıraktığını tarif etmeye çalışarak sözlerine şöyle devam etmiştir:
“Kâinatın kalbi gece/cehalet hastalığıyla daraldığında... Sabahın pınarından güzel güzel içtiğinde... Karanlıktan nur ile ve yokluktan da varlıkla tedavi olur. İşte bütün bunları “beliğ konuşan” bilir ve oda bu durumu insanlara kendi metodu ile izah eder.
“Beliğ konuşan” Allah tarafından gönderilmiş bir elçidir. Onun vasıtasıyla risâlet ezelden beridir nakledile geliyor. Ve o, ebede kadar da tebliğ etmeye devam edecek.
“Beliğ konuşan” varlık çocuklarının ağabeyidir. Ve yokluğun en son atasıdır.
“Beliğ konuşan” Allah ’ın insan suretindeki halifesidir.
“Beliğ konuşan” hakkın gözyaşlarından bir gözyaşıdır.
“Beliğ konuşan” sözü söyleyip geçen ama söylediği sözün etkisi durmaksızın devam edendir.
“Beliğ konuşan” kimseler, doğunun zillet içinde yaşayan değerli şahsiyetleridir. Batının ise el üstünde tuttukları değerli kişilerdir. Nitekim doğudaki bütün tebliğciler mutsuzdurlar, itilip kakılmışlardır.
Doğunun neresinde değer verilmeyen, aşağılanmış bir kişi görürsen bil ki o “Beliğ konuşan” kimsedir.”

Veliyyüddin Yeken’e göre dinin/dinlerin tarifi şöyledir:

“Dinler insanların mümkün olduğunca kemale ermeleri için ortaya konmuş bir takım yol ve yöntemlerdir. Fakat bu amaçtan saptırılıp insanların satın alıp verdiği bir ticaret metaına dönüştüğünde zararı faydasından çok olur. Özgür bir insanın başına gelebilecek en kötü şey anlama kapasitelerinin, hedeflerini kavramaya yetmediği ve böylece zoraki tevillerde bulunan bir toplulukla imtihan edilmesidir. Öyle ki tartışma gözlerini kör eder ve sağlam deliller kendilerini fakirleştirir. Böylece bozgunculuğa meylederler ve halkı da savaşa sürüklerler ve hep beraber kaosa sığınırlar.”
Yine Yeken’e göre din adamları şöyle tarif edilebilir:
“Din adamları, insanların özgürlüklerine karşı her yerde savaş açmış insanlar gibidir. Onlar olmadıkları gibi görünürler. İnsanlara yapmadıkları şeyleri yapmalarını emrederler. Onların içlerinde nice kimseler de vardır ki onlar dürüst kimselerdir. Onlar oldukları gibi görünen kimselerdir. Fakat böyle olanların sayısı oldukça azdır.”
**

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar