Veliyyüddin Yeken
edebi eserleri ve toplumsal meselelerle ilgili
düşünceleri ile modern Arap edebiyatında önemli yer edinmiş bir edebiyatçıdır.
Osmanlıda 1873¬1921 yılları arasında yaşanan siyasi, fikri, kültürel ve
ekonomik gelişmeleri ve sorunları, kendine has bir bakışla başarılı bir şekilde
değerlendirmeye tabi tutabilen Yeken, edebi ve fikri hayatında topluma yer
vererek kalemini kendi düşünceleri doğrultusunda adeta halkın hizmetine
adamıştır. Bir halk adamı olarak Veliyyüddin Yeken, halka karşılaşılan sorunlar
karşısında çözüm üretme ufku aşılamıştır. Halkın derdi ile dertlenen Yeken,
yazın hayatında halkın acısını ve sevincini paylaşmayı amaç
edinmiştir.Veliyyüddin Yeken’in Türk asıllı biri olarak Arap dilinde nadide
eserler kaleme almıştır.
DOĞUMU
Veliyyüddin Yeken 1873 yılında İstanbul
Süleymaniye’de dünyaya geldi. Hakkında
çok zayıf olmakla beraber Basra’da doğduğuna dair bilgiler de bulunan Yeken’in bazı kaynaklarda tam adı
Muhammed Veliyyüddin Yeken olarak geçse
de daha çok Veliyyüddin Yeken ismiyle bilinir.
Babası, gençliğinde siyasi nedenlerden dolayı Kahire’yi terk edip
Avrupa’ya göç etmek durumunda kalan Türk asıllı Hasan Sırrı Paşa’dır. Uzun süre
Avrupa’da kaldıktan sonra Türkiye’ye gelen Hasan Sırrı Paşa Çerkez emirlerinden
birinin kızıyla evlendi. Bu nedenledir ki Yeken, hem anne tarafından hem de
baba tarafından soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yeken henüz üç yaşındayken babası ailesini alıp Mısır’a gitti. Aradan geçen üç yılın ardından Yeken altı
yaşında iken babası vefat etti. Bunun üzerine Yeken ve ailesinin bakımını
dönemin Maliye Bakanı olan Yeken’in amcası Haydar Paşa üstlendi. Yeken 23
yaşına kadarki hayatını Mısır’da geçirdi.
İSTANBUL’A İLK GELİŞİ
Yeken 1896 yılında eserlerinde de anlattığı
gibi âşık olduğu ve özlemini çektiği
İstanbul’a geldi. Burada Danışma Meclis Üyesi olan amcası Muhammed
Faik’in yanında kaldı. Amcası tarafından yakın bir ilgi gören Yeken, II.
Abdülhamid tarafından da önemli bir memurluk görevine getirildi.
Yeken’in İstanbul’da yaptığı ilk işlerden biri
şehri gezmek oldu. Bu gezileri esnasında görmüş olduğu doğal güzellikler
karşısında şaşırıp kalan Yeken, özellikle Boğaz’a ve şehrin birçok yerine
hayran kaldı. Osmanlı’nın, neredeyse her göreni kendisine âşık edecek derecede
büyüleyici olan bu şehre hâkim olması ve ayrıca İstanbul’un İslâm coğrafyasının
başkenti olması, Yeken’in bu gizemli şehre olan hayranlığını bir kat daha
artırdı. İstanbul’a karşı beslediği bu nevi yoğun duygular Yeken’in
derinliklerinde var olan Osmanlılık ruhunu da yeniden canlandırdı. Yazar, bizatihi
yakından müşahede ettiği bu güzellikleri ve derunî hissiyatını ileride kaleme
alacağı şiirlerine de yansıtarak okuyucularına sundu. Yeken, belli bir müddet sonra İstanbul’da
sokak sokak gezerek İstanbul halkını yakından tanıma fırsatı buldu. Bu arada siyasete
olan eğiliminden dolayı tüm siyasi olayları da takip etti. Yazar, zamanla
hakkında pek çok hayal kurduğu İstanbul’un siyasi, ekonomik ve toplumsal olarak
iyi bir durumda olmadığını fark etmeye başladı. Böylesi büyük bir şehirde
birçok insanın baskı altında olduğuna, İstanbul’da her yerde II. Abdülhamid’in
hafiyelerine, bir taraftan sefalet içinde yaşayan diğer taraftan da nimetler
içinde yüzen ve son derece müsrif olan insanlara, devlet dairelerindeki adam
kayırmalara, dengesiz gelir dağılımına ve adeta insanların ıstıraplarından
dolayı feryat ettiklerine tanık oldu. Özgürlüğe, kardeşliğe ve eşitliğe son
derece düşkün olan Veliyyüddin Yeken, bu durum karşısında hayal kırıklığına
uğradı ve derin bir hüzne kapıldı.
KAHİRE’YE DÖNÜŞÜ
Yeken, Osmanlı toplumunun içinde bulunduğu bu
vahim durum karşısında 1897 yılında Kahire’ye geri döndü. Amacı halkı eğitmek
ve hilafetin düştüğü çıkmaza karşı halkı kendince bilinçlendirmek olan yazar,
bu amaca hizmet etmek ve sesini daha büyük kitlelere duyurabilmek için el-İstikâme adında bir gazete çıkardı. el-İstikâme’de
halkı bilinçli olmaya, etrafta olup bitenlerden haberdar etmeye çalışan Yeken,
II. Abdülhamid ve taraftarlarını ağır bir şekilde eleştiren, özellikle onun
siyasetini beğenmediğini ve toplumun gitgide gerilediğini ifade eden yazılar
yazdı. Doğal olarak Yeken’in ağır eleştirileri çok geçmeden II. Abulhamid’e
ulaştı. Bunun üzerine II. Abdülhamid el-İstikâme gazetesinin kendi vilayetleri
içerisinde yayınlanmasını yasakladı. Bu durumdan rahatsız olan Yeken, el-Müşîr,
el- Mukattam ve el-Kânûn’ul-Esâsî gibi gazetelerde düşüncelerini yazmaya devam
etti. Üstelik yazar, hükümetten
korkmadığını ifade eden bir de şiir kaleme aldı. Şiirin ilk kıtası şöyledir:
O öfke dolu cani adamlara
Kendilerinden korkmadığımı kim söyledi?
Kınarım, başıma geleceklerden korkmadan
Överim, hiçbir karşılık beklemeden
İSTANBUL’A İKİNCİ GELİŞİ
Sekiz ay Mısır’da kalan Yeken, bu süre
zarfında kaleme aldığı yazılarında mütemadiyen hükümeti eleştirmeye devam etti.
Bunun üzerine II. Abdülhamid 1897 yılında Yeken’i İstanbul’a çağırarak
kendisine gümrük idaresinde meclis üyeliği görevini verdi. Ne var ki Yeken, kendisine verilen ve gün
boyu rakamlarla uğraşması gereken bu görevden pek memnun kalmayarak aşağıdaki
ifadelerinden de anlaşılacağı gibi son derece sıkıldı.
“Gümrük işleri yazdığım makalelere ve
dinleyicilere okuduğum şiirlere benzemiyor. Vallahi Japon dili ve Hiyeroglif
yazısını anlamak bile benim için bunları anlamaktan daha kolaydır. Birçok rakam
ve hiç bir şey anlamadığım bir takım yabancı terimler.. ,”
Yeken bu görevinden duyduğu memnuniyetsizliği
ve daha iyi yapabileceği bir göreve atanması hususunda II. Abdülhamid’e bir
telgraf çekti. Bunun üzerine II. Abdülhamid, onu Maarif Yüksek Meclis Üyeliğine
atadı. Yeken bu görevi sırasında Milli
Eğitim Bakanı ve Genel Sekreteri ile tartışıp Divan Kâtibini küçümseyerek ve
onunla alay ederek eleştirdi. Bununla da yetinmeyen yazar, II. Abdülhamid’in
çok sevdiği ve önemli yetkilere sahip olan dostu Ebu’l-Hüdâ’nın yaptığı icraatları gazetelerde yazdığı
yazılarında eleştirdi. Bu durum idarecileri çok kızdırdı ve Yeken’in Hükümet
tarafından yakın merceğe alınmasına sebep oldu.
Bu nedenle pek çok istihbaratçı Yeken’i izleyerek onun tüm hareketlerini
kaydetmeye başladı. Bu olay Yeken’in daha sonra Sivas’a sürgün edilmesine ve
uzun bir süre çile çekmesine yol açacak unsurlardan biri oldu.
EVLİLİĞİ
Bu dönemdeki sıkı gelenek göreneklere rağmen
Yeken, çevresindeki gelenekçi insanlara bir tepki olsun diye Yunanlı Hıristiyan
bir kadınla evlendi. Bu kadından iki çocuğu dünyaya geldi. Yazar yine gelenekçi
çevresine olan kızgınlığı, küskünlüğü ve dargınlığı dolayısıyla çocuklarının
birine Can diğerine ise Victoria adını verdi.
HAPİS HAYATI
Meydana gelen bu olaylardan sonra hükümetle
başı derde giren Yeken, artık son derece zor günler yaşamaya başladı. Çünkü
tutuklanması için her an fırsat kollanıyordu. Çok geçmeden de Hükümet aleyhine
bir takım belgeler bulundurduğu düşüncesiyle evine bir baskın düzenlendi. Yeken
bu olayı el-Ma’lûm ve’l-Mechûl isimli eserinde Ebu’l-Hüdâ ile aralarında geçen
bir diyalogdan alıntı yaparak şöyle anlatır:
Ebu’l-Hüdâ bana dedi ki:
- Dünden
beri seninle ilgili endişeleniyorum.
- Niye
ki?
- Duydum
ki polis evine girmiş, kitaplarını almış ve geceyi nezarethanede geçirmişsin. Doğrusu
ne yapacağımı bilemiyorum.
- Hayır
efendim. Böyle bir şey olmadı. Gerçek şu ki ben bir tehlike seziyorum; fakat ne
olacağını ben de bilmiyorum.
- Ey
Veliyyüddin! Gözlerini aç, uyanık ol ve kendi aleyhine düşmanlarına koz verme.
Yanında onları rahatsız edecek ve onları sana karşı kışkırtacak ne varsa
hepsini topla ve yırt. Böylece onların şerrinden de emin olursun. Başına bir
şey geldiğinde ilk işin bana gelmek olsun.
“Ona İstanbul’u gizlice terk etmek istediğimi
söyleyecektim. Fakat ne olacağını bilemediğim için korktum. Daha sonra
kendisinden izin isteyip yanından ayrıldım.”
Yeken Ebu’l-Hüda’dan ayrıldıktan sonra neler
yaptığını ise bize şu cümlelerle aktarır:
“ Eve varır varmaz hemen kitaplarımın ve
belgelerimin olduğu yere gittim. İçlerinde sakıncalı olan, hükümeti rahatsız
edecek olanları aramaya başladım. Aralarında Jön Türklerle ilgili birçok kitap ve dergi vardı. Birçoğunu
yabancı dostlarım bana vermişti ve bir kısmını da annem Mısır’dan gelirken
getirmişti. Kimse beni görmeden bu değerli hazineyi yırttım. Sonra kendi
yazdığım eserlere baktım. Tek tek bütün sayfaları inceledim. Ve sakıncalı bir
sayfayı buldukça yırtıp bir yerde biriktirdim. Bu hummalı çalışmam sabaha kadar
sürdü. Daha sonra yırtmış olduğum bütün sayfaları yaktım. Fakat annemin
odasındaki sandığı fark edememişim. Meğerse orda birçok belge, dergi ve resim
varmış. İstanbul ’a geldiğimden bu yana onlara hiç bakmamıştım. Ne yazık ki
beni II. Abdülhamid’in gözünde suçlu duruma düşürecek olan bu belgeleri yakmayı
unutmuşum.”
“27 Ekim 1901 Cuma günü eşim doğum yaptı. Bir
kız çocuğu doğurdu. Adını da Victoria koydum. Minik kız sanki bir felaketin
yaklaştığını sezmişti ki hıçkırıklara boğuldu. Beni en çok üzen de buradan
kaçamamamdaki şansızlığımdı. Eşim nifas halindeydi. Nasıl kaçabilirdim? Bir
adım bile atacak mecali kalmamıştı. İki çocuğumdan biri daha emekleyemiyor;
diğeri ise yeni doğmuş, süt emiyordu. Bir de yaşlı anneciğim! Şimdi ben bunları
kimlere bırakabilirim. Onların benden başka kimseleri yok ki. Diğer taraftan
evimin dört bir yanı casuslarla çevriliydi... Gece gündüz demeden evimi
gözetliyorlar. Adeta aldığımız nefesleri bile sayıyorlardı.
Birkaç gün sonra polisler gelip evimi
bastılar. Sandığın içinde Jön Türkler ’in yazdıkları birçok belge ve benim de
kaleme almış olduğum epeyce makaleyi II. Abdülhamid’in resmi ile beraber alıp
götürdüler.”
Bu olaydan birkaç gün sonra Yeken hasta hanımı
için doktor çağırmak üzere dışarı çıktı. Beyoğlu’na gitmek için trene bindi.
Trenden inerken kendisini birinin takip ettiğini fark etti. Adam Yeken’in önünü
kesip nereye gittiğini sordu. Bunun üzerine aralarında şöyle bir diyalog geçti:
- Ben
polisim. Soruma cevap vermek zorundasın.
- Hanımım
için doktor çağırmaya gidiyorum.
- Yalan
söylüyorsun. Benimle karakola kadar geleceksin.
- Ne
diye?
- Canım
böyle istiyor.
- Seninle
gelmek istemiyorum. Çünkü ben ne bir katil ne bir hırsız ve ne de bir
soyguncuyum.
- O
halde süründürerek götürürüm
Polis olduğunu iddia eden adam Veliyyüddin
Yeken’in üzerine atıldı. Bunun üzerine sert mizaçlı olan Yeken küplere bindi.
Adamı tuttuğu gibi yere devirdi ve elindeki sopayla olanca gücüyle vurmaya
başladı. Adamın eli sakatlandı. Daha da ileri giden Yeken, polis olduğunu iddia
edenin kılıcını da elinden alıp onu zor bir duruma soktu. Bu durumu gören diğer
polisler Veliyyüddin Yeken’i yakalayıp karakola götürdükten sonra hapse
attılar. Yazar birkaç gün hapiste kaldı.
Veliyyüddin Yeken bu kaba davranışını
kendisine yakıştıramamış ve yaptığının son derece yanlış olduğunu anlamış ve bu
davranışından dolayı pişmanlığını dile getiren şu ifadeyi kaleme almıştır:
“İnsanları uyardığım hataya kendim düştüm. Ama
elden de bir şey gelmiyor. İş işten geçti bir kere.”
Yeken hapisteyken annesi ve eşi kendisini
ziyaret etmek istediler. Gardiyanlar önce izin vermediler ancak gözyaşları
içinde ısrar eden bir anne ve eşin ısrarları üzerine, görüşme, Türkçe ve yüksek
sesle olmak şartıyla
kabul edildi. Veliyyüddin Yeken bu görüşme
esnasında da kendisine hâkim olamadı ve II. Abdülhamid ve hükümeti ile ilgili
çok ağır suçlamalarda bulundu. Bunun üzerine Annesi kendisine yaklaşarak
şunları söyledi:
- Oğlum
duyduğum kadarıyla Sultanımız II. Abdülhamid hakkında uygun olmayan sözler sarf
etmişsin. Bu terbiyeyi nereden aldın? Biliyorsun ki bizler Sultanımız sayesinde
güven ve emniyet içinde yaşıyoruz. Sultanımıza o kadar bağlı olduğun halde,
böylesi uygun olmayan ifadeleri ona karşı kullanmış olmana bir türlü
inanamıyorum.
Bunun üzerine sinirlerine hâkim olamayan
Veliyyüddin Yeken annesine ve eşine bağırarak şöyle cevap verir:
- Anne,
eğer sen II. Abdülhamid’e karşı zerre kadar sevgi besliyorsan artık ben senin
oğlun değilim. Hanım, sakın ola evinden çıkma. Bu zulüm topraklarına asla ayak
basma.”
Yeken’in yakalanmasıyla beraber beş
arkadaşının evlerine operasyon düzenlendi. Onlardan da II. Abdülhamid ve
hükümet aleyhine bir takım evraklar ele geçirilince hepsi tutuklanarak hapse
atıldı.
Veliyyüddin Yeken hapisteyken çok zor anlar
geçirdi. Sıkıntılı ve zorlu bir dönemden geçen yazarın ruh hali sürekli değişiyor
ve her geçen gün durumu kötüye gidiyordu. Öyle ki artık annesinin dahi
kendisini ziyaret etmesini istemiyordu. Hapse girdikten sonra bütün eşi dostu
kendisini terk etmiş, kimse ailesine sahip çıkmamıştı. Hapiste olduğu halde evi
II. Abdülhamid’in hafiyeleri tarafından gözetlenmeye devam eden Yeken,
dostlarına çok kırılmıştır. Nitekim aşağıdaki ifadeler, onun bu konuda son
derece sıkıntı içinde olduğunu göstermektedir.
“Gerçek dost ancak kötü günde belli olur. İyi
günde bütün dostlar aynıdır. Gerçeği ile sahtesi ayırt edilmez.'’”
20 günlük bir hapishane hayatı, yazarın hem
ruh dünyası ve en önemlisi de düşünce dünyası üzerinde ileride de görüleceği
şekilde ağır bir iz bırakmıştır.
SİVAS’TAKİ SÜRGÜN HAYATI
Veliyyüddin Yeken 20 günlük bedensel ve ruhsal
hapis hayatının akabinde iki görevli eşliğinde arabaya bindirilerek Beşiktaş
vapur iskelesine götürüldü. Sivas’a gitmek üzere vapura binmelerine rağmen
kendisini denizin soğuk sularına bırakacaklarını sanan Yeken gerçekten de
sürgüne gönderildiğinden habersizdi. Veliyyüddin Yeken’in bu ruh hali, o dönem
bazı kişilerin denize atılarak ortadan kaldırıldıklarına dair şayialardan
kaynaklanmaktaydı. Ancak çok geçmeden bu düşüncelerden sıyrılarak vapurdaki
diğer insanlara dikkatle bakmış ve onların mahkûm olmadıklarını anlayarak rahat
bir nefes almıştı.
Bu stresli yolculuk tam beş gün sürdü. Altıncı günün sabahı vapur Samsun limanına
vardı. Yeken’i burada indirdiler. Ardından birçok asker ve görevli eşliğinde
Sivas’a gitmek üzere hareket ettiler.
Yeken 12 Şubat 1902 yılında Cuma günü Sivas’a
vardı. Arabadan inince kendisi Baş
komiser tarafından karşılandı ve aralarında şu konuşma geçti:
- Ben
niye buraya getirildim?
- Postane
sekreter yardımcılığı görevine atandın.
- Sürgünde
olduğum halde mi?
- Sürgünde
olman bu göreve engel değil ki. Ama ne var ki sen ne tutuklusun ne de serbest.
Sivas sınırları dışına çıkmamak şartıyla istediğin yere gidebilirsin.
Yeken yaşadığı bu sahneyi bir yazısında şöyle
anlatır:
“Bu haber üzerine sevinçten havalara uçtum. Bu
sevincim tutuklu olmayıp özgürlüğüme tekrardan kavuşmamdandı. Daha fazla soru
sormadım ki kötü bir sürprizle karşılaşmayayım.”
Yeken Sivas’a vardıktan bir müddet sonra
ailesine telgraf çekti. Bunun akabinde ailesi de Sivas’a yerleşmek üzere yola
çıktı. Ailesi ile birlikte Sivas’ta yedi yıl ikamet eden Yeken, başından geçen
olaylardan ders alarak bu süre zarfında biraz daha temkinli hareket etmeye
başladı. II. Abdülhamid ve saltanat aleyhinde söz sarf etmemeğe gayret etti.
Çevresindeki her hangi bir kimsenin istihbarat olabileceği ihtimalini göz
önünde tutarak herkes ile her konuda konuşmama konusunda bazı kararlar aldı.
Yazar ömrünün yedi yılını geçirdiği Sivas’taki
sürgün hayatını el- Ma’lûm ve’l-Mechûl isimli eserinde “Sivas’taki Günlerim
Nasıl Geçti?”
başlığı altında şu şekilde değerlendirir:
“ Sivas Osmanlı toprağıdır. Ben de bir
Osmanlıyım. O halde Sivas benim toprağımdır, ben de onun evlâdıyım. Fakat
insanın hakkında bilgi sahibi olmadığı her yer gurbettir. Benim de Sivas ’taki
ilk günlerim oldukça sıkıntılı geçti. O kadar daraldığım anlar oldu ki nereye
gideceğimi, kime sığınabileceğimi bilmiyordum. Eğer Sivas’taki özgür dostlarım
olmasaydı daha çok sıkıntı çekecektim.
Sivas’a yerleştikten sonra günden güne kendime
her kesimden bir takım dostlar edindim. Bir yıl geçmeden özellikle
yabancılardan epeyce dost edindim. Onların vasıtasıyla Fransızca hikâye
kitapları aldım. Bir süre bu kitapları okumakla geçti zamanım.
İş ortamındaki arkadaşlar benden her türlü
resmi evrakı saklıyorlardı. Bana çok farklı gözle bakıyorlardı. Çalıştığım
ortamda birçok casus bulunuyordu. Günlük gazeteleri okumam da yasaktı. Ancak
Jön Türkler ’in yanında iken okuyabiliyordum. Kardeşimin ve dostlarımın bana
gönderdiği kitapları da postaneden rahatlıkla alamıyordum. Adıma gelen her
posta açılıp içine bakıldıktan sonra bana teslim ediliyordu.
Bu sebeplerden dolayı ben de eve hapsoldum.
Kitap okuyordum. Gazeteleri takip ediyordum. Çünkü okumak bana geçmişimi
unutturuyordu. Aynı zamanda benim için hem teselli oluyordu hem de bilmediğim
şeyleri öğrenmiş oluyordum. Bu arada yazmaya başladım. Fakat arkadaşlarım beni
uyardılar: “Yazma. Çünkü hükümet yazdıklarını tekrar ele geçirirse başın yine
belaya girer.” dediler. Buna rağmen ben dayanamadım yazmaya başladım. Sivas ’ta
kaldığım süre zarfında iki kitap yazdım.”
Yekenin bahsettiği bu iki kitap el-Ma’lûm
ve’l-Mechûl adındaki iki ciltlik en kapsamlı eseridir. Sivas’taki sürgün
yılları Yeken’in en verimli yılları olarak geçer. Bu yıllarda birçok şiir
yazdığını fakat ne yazık ki bu şiirlerinin çoğunun yok olduğunu kaydeder.
“Hayatta olduğum sürece hüzünlenirim, ağlarım yitik emeğime” ifadesinden de yazarın kaybolan şiirlerine
son derece üzüldüğünü anlamaktayız.
Yeken, her şeye rağmen Sivas’taki günlerinin
çok iyi geçtiğini, orada çok iyi dostluklar edindiğini ve o günleri çok
özlediğini ifade eder. Hatta sürgününe sebep olan olaylar, Sivas’taki
istihbaratçılar ve hükümetin kendisine uyguladığı özel takip, ayrıca baskısı
olmasa Sivas günlerini tekrar yaşamak istediğini vurgular.
Yeken 1908 yılında ilan edilen II.
Meşrutiyet’e kadar Sivas’ta sürgün hayatına devam etti; ancak II. Meşrutiyetin
ilanıyla beraber Yeken’in de sürgün hayatı sona erdi.
GÖREVLERİ
Yeken Mısır’da ve Türkiye’de toplam sekiz ayrı
resmi görevde bulundu. Sert mizacı, haksızlığa karşı tahammül edememesi ve
kendine hâkim olamaması onun sık sık görev değiştirmesine neden olmuştur.
Aslında Yeken, sorumluluk sahibi her birey gibi çevresinde olup bitenlerden
bağımsız yaşamayı kendisine yakıştıramamış ve haksızlık karşısında hep konuşma,
bağırıp çağırma ihtiyacı duymuştur. Bir haksızlığa tanık olduğu zaman fevri
hareketlerde bulunması, yumuşak bir üslup yerine sert bir üslup kullanması ve
aklına gelen her doğruyu dillendirmesi haklı olduğu pek çok yerde kendisini
haksız çıkartmıştır.
Yeken’in en fazla kaldığı görev, Sivas’ta
sürgünde iken yürüttüğü postanedeki sekreter yardımcılığı görevidir. Nitekim bu
görevde yedi yıl kalabilmiştir.
Yazarın çalıştığı resmi görevler şu şekilde
sıralanabilir:
- Mısır’da
Yerel Vekillik
- 1893
yılında Mısır’da Yabancılar Şubesinde Divan Kâtipliği
- 1896
yılında II. Abdülhamid tarafından getirildiği ikinci dereceden memurluk
- 1896
yılında gümrük memurluğu
- 1896
yılında Yüksek Maarif Meclisi Üyeliği
- 1902
yılında Sivas’ta Postane Sekreter Yardımcılığı
- 1912
yılında Mısır’da Adalet Bakanlığı’nda Kâtiplik
- 1912
yılında Özel Divan Kâtipliği
İKİNCİ KEZ KAHİRE’YE DÖNÜŞÜ
Yeken 1908 yılında ilan edilen II. Meşrutiyet
ile birlikte sürgün hayatından kurtulup Sivas’tan İstanbul’a geldi. Bir süre
İstanbul’da kaldıktan sonra ikinci kez Kahire’ye döndü. Burada el-Mukattam,
el-Ehrâm ve el-Mueyyed isimli gazetelerde
ve aynı zamanda er-Râidu’l-Mısrî ve ez-Zuhûr isimli dergilerde yazmaya
başladı. Bu süre zarfında Havâtir-i
Niyâzî isimli Türkçe eseri de Arapçaya
çevirdi. Daha önce kaleme almış olduğu makalelerini bir araya getirerek es-
Sahâifu’s-Sûd ve et-Tecârib isimli iki ayrı kitabını yayınladı. Yine aynı
şekilde Sivas’ta yazmış olduğu başyapıtı el-Ma’lûm ve’l-Mechûl isimli eserini
de neşretti.
KAHİRE’DEKİ SON GÜNLERİ VE VEFATI
İstanbul’da geçirdiği buhranlı yılları ve
Sivas’ta uzun süre devam eden sürgün hayatından sonra Kahire’ye yerleşen Yeken,
yazın hayatında da hareketli anlar yaşadı. Yazar, çileli hayatında yaşamış
olduğu tüm tecrübelerinden de yararlanarak pek çok eser verdi. Bunun yanı sıra
1914 yılına kadar Mısır’da Adalet Bakanlığı’nda kâtiplik görevinde bulundu.
Daha sonra Özel Divan Kâtipliği’ne getirildi. Bütün hayatını
değerlendirdiğimizde diyebiliriz ki; yazar hayatının en verimli ve en mutlu
günlerini hemen her anını dolu dolu geçirdiği Kahire’de yaşamıştır.
Fakat ne hazindir ki Yeken’in bu mutlu yılları
pek uzun sürmedi. Sanki hızla geçip giden güzel zamanlarla yarış halindeymiş
gibi sağlığı da günden güne kötüleşti ve zorlu günler tekrar kendini hissettirdi.
Astım hastalığına yakalanan Yeken nefes alıp vermede hayli zorluk çekiyor ve bu
nevi şikâyetleri her geçen gün daha da artıyordu. Bu ağır ve ıstırap verici
hastalığına rağmen Paul Bourget isimli
Fransız yazarın “Un Divorce” (Bir Boşanma) isimli romanını Arapçaya tercümeye
devam etti. Sağlık durumunun gitgide kötüleşmesi üzerine Özel Divan Kâtipliği
görevinden istifa eden Yeken çareyi ancak evine sığınmakta buldu.
Yazar bir süre sonra tedavi olmak üzere
Hulvân’a gitti. Ancak tüm arayışlarına
rağmen hastalığına ne çare bulabildi ne de rahat bir uyku uyuyabildi. Bu durumu
arkadaşı Antony Cumeyl’e gönderdiği mektupta şöyle ifade eder:
“Tıbbın çözüm bulamadığı nefes darlığı
hastalığımın iyileşmesinden son derece ümitsizim ”
Yeken, 6 Mart 1921 tarihinde 48 yaşında vefat
etti ve meşhur tasavvuf şairi İbn Faris’in
kabrinin yakınındaki “Karâfetu’l-İmâm” bölgesine defnedildi. Hayattayken
yaşadığı yalnızlık, naaşının kabre taşınacağı ana dek devam etti. Yazarın cenazesi
çok az kişi tarafından defnedildi.
****
II. Abdülhamid’in dini siyasete alet ederek
saf ve bilgisiz Müslüman halkı kandırdığını düşünen Veliyyüddin Yeken, halkı bu
gaflet uykusundan uyandırmak için bütün Müslümanlara hitap ederek şunları
söyler:
“Ey Müslümanlar! Ben de sizin gibi Müslümanım.
II. Abdülhamid insanları öldürüyordu, onlara zulmediyordu, onları sürgün
ediyordu ve mallarına el koyuyordu. Bütün bunlar dininizce haramdır. Fakat buna
rağmen hiç kimse karşısına çıkıp da kendisini işlemiş olduğu bu haramlara karşı
uyarmadı. II. Abdülhamid ve yandaşları özgür bir şekilde hakkını savunan
kişilerden hoşlanmazlardı. Kendileri gibi düşünmeyenlere saldırıp ortalığı
velveleye veriyorlardı. Nitekim öyle yaptılar ki bizler hayattan soğuduk.
Oysaki onlar tam anlamıyla hayatın lezzetlerinden zevk u sefasını sürüyorlardı.
Kendi aleyhinize onlara fırsat vermeyin. Ve onlar mutluluklarını siz farkında
olmadığınız bir durumda sizin mutsuzluğunuzun üzerine inşa ettiler.”
**
Veliyyüddin Yeken'e göre beliğ konuşan kimdir?
Genelde günlük hayatta meydana gelen her hangi
bir olay üzerine yazmayı adet edinen Veliyyüddin Yeken bazen de alışılmışın
dışına çıkarak yazmıştır. Örneğin “‘Afvu’l-Hâtir” isimli deneme kitabını kaleme
alırken böyle bir metot izlemiştir. Eserde aklına gelenleri yazmayı
yeğlemiştir. Nitekim toplam yirmi tane makaleden meydana gelen “‘Afvu’l-Hâtir”
“Akla Gelenler” anlamındadır.
Bu makalelerinin birinde “beliğ konuşan” kimdir, diye söze başlayan yazar, peşi sıra
etkili sözün ne olduğunu ve muhatapta nasıl bir izlenim bıraktığını tarif etmeye
çalışarak sözlerine şöyle devam etmiştir:
“Kâinatın kalbi gece/cehalet hastalığıyla
daraldığında... Sabahın pınarından güzel güzel içtiğinde... Karanlıktan nur ile
ve yokluktan da varlıkla tedavi olur. İşte bütün bunları “beliğ konuşan” bilir
ve oda bu durumu insanlara kendi metodu ile izah eder.
“Beliğ konuşan” Allah tarafından gönderilmiş
bir elçidir. Onun vasıtasıyla risâlet ezelden beridir nakledile geliyor. Ve o,
ebede kadar da tebliğ etmeye devam edecek.
“Beliğ konuşan” varlık çocuklarının ağabeyidir.
Ve yokluğun en son atasıdır.
“Beliğ konuşan” Allah ’ın insan suretindeki
halifesidir.
“Beliğ konuşan” hakkın gözyaşlarından bir
gözyaşıdır.
“Beliğ konuşan” sözü söyleyip geçen ama
söylediği sözün etkisi durmaksızın devam edendir.
“Beliğ konuşan” kimseler, doğunun zillet
içinde yaşayan değerli şahsiyetleridir. Batının ise el üstünde tuttukları
değerli kişilerdir. Nitekim doğudaki bütün tebliğciler mutsuzdurlar, itilip
kakılmışlardır.
Doğunun neresinde değer verilmeyen,
aşağılanmış bir kişi görürsen bil ki o “Beliğ konuşan” kimsedir.”
Veliyyüddin Yeken’e göre dinin/dinlerin tarifi şöyledir:
“Dinler insanların mümkün olduğunca kemale
ermeleri için ortaya konmuş bir takım yol ve yöntemlerdir. Fakat bu amaçtan
saptırılıp insanların satın alıp verdiği bir ticaret metaına dönüştüğünde
zararı faydasından çok olur. Özgür bir insanın başına gelebilecek en kötü şey
anlama kapasitelerinin, hedeflerini kavramaya yetmediği ve böylece zoraki
tevillerde bulunan bir toplulukla imtihan edilmesidir. Öyle ki tartışma gözlerini
kör eder ve sağlam deliller kendilerini fakirleştirir. Böylece bozgunculuğa
meylederler ve halkı da savaşa sürüklerler ve hep beraber kaosa sığınırlar.”
Yine Yeken’e göre din adamları şöyle tarif
edilebilir:
“Din adamları, insanların özgürlüklerine karşı
her yerde savaş açmış insanlar gibidir. Onlar olmadıkları gibi görünürler.
İnsanlara yapmadıkları şeyleri yapmalarını emrederler. Onların içlerinde nice
kimseler de vardır ki onlar dürüst kimselerdir. Onlar oldukları gibi görünen
kimselerdir. Fakat böyle olanların sayısı oldukça azdır.”
**
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar