Print Friendly and PDF

Yazılmışlar 7



BİR DÜŞÜNCENİN SİVAS’TA DEĞİŞİMİ

(Yine Kitapları mütalaa ederken beklemediğim bir kitapta İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Efendiyi görünce şok oldum. Nerden nereye dememek elde değildi.. Bu nedenle bir Sivaslı biri olarak bir noktayı açıklamak istedim. Rahmetli Babam, Sivas’ta Turan Dursun Bey müftü iken, din görevlisi olarak emrinde çalışmıştır. Çok uzun zaman oldu. Fakat babam rahmetliden dinlediğim bir kısım hatıratta, Turan Dursun’u anlatırken şunlara değinmişti.

“Biz o gelene kadar din görevlileri olarak kendimizi toplumun itilmiş bir kesimi olarak görüyorduk. Ceket-takım, kravat ve benzeri şeyleri giyemezdik. Öyle ki fakirlik ve aleladelik kisvesi üzerimize dikilmiş gibiydi. Din görevlisi olarak hafızlıktan başka bir şeyi düşünemezdik. Bize okulları dışardan bitirerek lise mezunu olabileceğimiz düşüncesini bize o aşıladı. Bizde okuma aşkını O, alevlendirdi.  Sivas'ta köyleri ağaçlandırmak için kampanya açmıştı: "Her imam 50 ağaç dikecek!" teşviki vardı. Ayrıca yeni yetişen nesil güzel imamlar hiçbir şekilde merkezi camilerde görev alamazdı. O bütün bunları aşmamızı sağladı ve mesleki performansı düşük olanları sürdü,  büyük bir değişim başlatmıştı, dedi.

Ne var ki, bu büyük değişim Turan Dursun’a karşı itici bir cephe oluşmasına sebep olmuştu.  Onun haysiyetli ve vakarlı durumu bu hale çokta dayanamadı. Bu duruma karşı olan üzüntü, istifasına çöpçülük talep edecek kadar kahıra sebep olmuştu. Bu olaylar bir inkâr yolunun açılmasına sebep olacaktı. Eğer bu şekilde olmasaydı durum daha değişik olabilirdi.

Sonuçta Arapçaya ana dili gibi vakıf birinin değişiminde Sivas’ın bir etkisi olmuş mudur, denirse, evet, Sivaslılar bu konuda bir kişinin değişime uğramasına neden olmuştur.  Turan Dursun’un hayatını ve düşünce yönünü çevirmişti. Eğer bu kişi bahsedildiği kadar art niyetli biri olsaydı Sivas İmam Hatipleri için gayretkâr olmaz ve Kur’an kurslarının açılmasına ön ayak olmazdı. Kaderin cilvesi gelecekte açılmasına sebep olduğu bu kurumlardan yetişenlerle karşı karşıya gelecekti. Bu durum karşısında Allah Teâlâ’nın kaderi bazdaki tecelliyâtına dayanmak ve yorum yapmak bir yerden sonra sonuçsuz kalıyor.

İhramcızâde İsmail Hakkı

TURAN DURSUN VE YAŞAM ÖYKÜSÜ

1934 yılında Sivas’ın Şarkışla ilçesinin Yapaltın köyünde doğdum. Babam: Abdullah. Anam: Hatun.

Ben beş yaşındayken babam, ailemizi alıp Ağrı'nın Tutak ilçesine götürdü. Babasının ve dedesinin yeriymiş oralar. Kendisi oralarda imamlık yaparken beni de "büyük din adamı" olayım diye Arapça okutacak hocaların yanına verdi. Tutak Müftüsünde okudum bir süre. Sonra 8-9 yaşındayken "Kürt Mollaları"nın ve önemli bir "Kürt Şeyhi"nin bulunduğu Kargalık köyüne götürülüp bırakıldım. Arapça okurken "Kürtçe"yi de öğrendim. Yememi-içmemi "Şeyh" (Şeyh Ramazan) sağlıyordu. Köyün camiinde yatıp kalkıyordum. Arapça dilbilgisinden Sarf’ı bitirdim. "Nahiv"den de epeyce okuduktan sonra başka köylere ve başka "Mollaların yanına gittim. Ve köy köy, o "Molla" senin, bu "Molla" benim; dolaştım yıllarca. Yalnızca Ağrı'nın değil; başka illerin de, örneğin Erzurum'un, Muş'un il ve ilçelerine bağlı köylerde de okudum. Genellikle "Kürt" hocalarında, biraz da "Çerkeş" hocalarında okudum. Kürtçeyi çok iyi, Çerkesçeyi de oldukça öğrendim. Ama Türkçeyi çok az biliyordum artık. Bildiğim Türkçeye de "Türkçe" demek için "bin tanık" gerekliydi.

15 yaşıma değin böyle dolaşıp okudum. "Çok zeki" olduğum ileri sürülürdü. Çünkü o yaşa değin, o yörelerde okutulan "Islami ilim Şubeleri"nin hemen tüm "metin"lerini ezberlemiş, "Şerh"lerini de anlayarak, ama "hızla" okuyup geçmiştim.

Askerliğime değin başka il ve ilçelerde de okuyup hocalardan "icazet" aldım.

1955-1957 arası askerliğimi yaptım. "okuma-yazma"yı askerlikte öğrendim. "İlkokul diploması"nı da "terhis"ten sonra "Mahmut Paşa İlkokulu"ndan (İstanbul'da) -dışarıdan sınava girerek- aldım.

Bir süre, İstanbul'da "yüksek dereceli talebeler"e ve hocalara Arapça, İslâmi bilim dallarında "ders"ler verdim. Kimi kursların organizasyonunda çok sayıda "vaiz", "müftü" yetiştirdik. (Bugün de bu kursların çoğu sürüyor.)

Ve sonra, sınavlarına girip kazanarak, kendim de "Vaiz", "Müftü" oldum.

İlk görevim Tekirdağ'da oldu. Önce Merkez Vaizliği, sonra Müftülük. Yıl: 1958-1959.

Sivas'ın Gemerek Müftülüğü. Yıl: 1961. Sivas (Bölge) Müftüsü oldum ardından.

1962 başından 1964 sonuna değin. Bu arada ortaokul bitirme sınavlarına girip diploma aldım. Daha sonraları lise bitirmelere de girdim ama yazık ki, "bitiremedim".

Sivas Müftülüğünde Nurcu ve Süleymancılarla savaşımlarda bulundum. Onlarla birlikte "Deveci" de karşıma çıktı. "Deveci" çok "zengin" birine deniyordu. Bu zengin, öteki zenginleri de sürükledi. Hepsi birlikte karşıma çıktılar. Vali'yi de yanlarına aldılar. Ve telgrafla sürüldüm. Manisa'ya, ardından Tokat'a. Ama Paşalar nakillerimi durdurup beni yeniden Sivas'taki görevime döndürdüler. (Sivas Tümen Komutanı Cemal Paşa ve Doğu Menzil Komutanı Fahri Paşa.) Çünkü 620 İmam-Hatip'in (Vaizlerle birlikte) Cumhuriyet Bayramı'na katılmalarını sağlamıştım. Ayrıca Atatürk'ün heykeli önünde saygı duruşunda bulunmalarını gerçekleştirmiştim. "Atatürkçü Müftü" [Komünist Müftü] deniyordu. İstanbul'da Atlas Sineması'nda "Atatürk'ü ölüm yıldönümünde anma törenine" Başbakan Yardımcıları ve öteki konuşmacılarla birlikte (konuşmacı olarak) katılmıştım. (Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı'nın çağrılısı olarak.) Bu ve benzeri olaylar basında (gazetelerin birinci sayfalarında) yer almış, yankılar uyandırmıştı. Sonra "Atatürk Plaketi" verilmişti. Basında çok geniş yer alan bir olay da, "cinayetler köyü" diye bilinen bir köyün (Yıldezi-Kalın köyünün) barışa kavuşturulmasıydı. (Müftü olarak ve halkı inandırarak başarmıştım.)

Ne var ki, bütün bunlar, "Nurcu", "Süleymancı", "Deveci" ile "hareket"e geçen çevrelerin beni "Sivas"tan "attırmaları"nı önlemeye yetmedi. Bir ara önlenir gibi oldu. Ve ben Sivas'ta kalarak 40 gün süreyle "Güney il ve ilçelerini (Diyanet yönünden) teftiş"le görevlendirildim. Ama oraya gönderildiğim zaman Sivas Valisi Sivas'taki görevime "son vermişti". Bu yüzden iki ay kadar maaş alamamıştım. Ve Bakan İbrahim Safvet Omay eliyle; "kardeşim sen ne biçim Müftüsün, bütün Sivas halkını ayağa kaldırdın, üzerimize yürüttün. Senin alınmanı istiyorlar" biçimindeki sözlerle alındım Sivas'tan. Böyle dendiği zaman "Sivas'ın 30 mahalle muhtarı binlerce imzayla biz Müftümüzü istiyoruz!" diyorlardı. (Tüm Partilerden vardı). Vali'yse muhtarları "dize getirmek" için "Nezarete" aldırtmıştı. Tümen’e çağrılan Vali'den hesap da sorulmuştu, ama, bir yarar sağlamamıştı. Vali falanca Parti'den Senatör Adaylığına ilişkin söz almıştı, bunu bana açıkça da söylemiş, beni sevdiği halde beni attırmak isteyenlerle birlik olmak zorunda bulunduğunu "ifade" etmişti.

Paşalar, Vali’nin Sivas'tan başka yere (Maraş'a) naklen atanmasını sağladılar. Ama benim artık Sivas'ta kalmamı sağlayamadılar. Daha nice olaylar oldu ve ben Sivas'tan Altındağ Müftülüğü'ne, oradan da Sinop'un Türkeli Müftülüğü'ne sürüldüm.

Maaşım çok azdı, sürülmeler beni altüst etmişti. [Çöpçülüğe başvurmuştum. Bir arkadaşımım önerisiyle TRT'de göreve aldım.-Şule Perinçek ile yapılan Röportaj] Durumumun TRTde "düzelebileceği"ni söylediler. Bir "mektup" yardımıyla bu kuruma geçtim. Yıl: 1966. [TRTde ambar memuru olarak göreve başladı.] TRT'de bir süre Genel Evrak Kayıt Memurluğu yaptım. Sonra yayın kesimine alındım. "Dinsel Programlar" verildi. 1968'den 1976 yılına değin bu programlan yaptım ve yönettim. Bu arada "Dış Yaymlar"da da "Posta Kutusu, Dinleyicilerle Baş Başa, Din ve Ahlak" gibi programlar yaptım. (Ücretle.) Sonra sınavına girerek Prodüktör oldum. 1976 yılında Şaban Karataş'ın "taş"ıyla Erzurum Radyosu'na sürüldüm. Bu arada dinsel programlar da alınmıştı benden. Artık her "sürgünler listesi"nde düzenli olarak yer alıyordum. Liste olmadığı zamanlarda da. Ve sürüldüm, sürüldüm.

"Dinsel Programlar" alınınca, "dinsel olmayanlar" yaptırıldı bana. Ne var ki, o da doğru dürüst yaptırılmadı. Yaptığım programlar nedense kolay kolay "denetim"den geçmiyordu. Yine de denetimden "kurtardıklarım" oluyordu. Programlarım dinleyenlerce büyük ilgi görüyordu. "Düşünce Tarihimiz'den Sayfalar" (kendi önerim), "Başlangıcından Bu Yana İnsanlık" (kendi önerim), "Vergi Programı", "Akşama Doğru" gibi programların yapımcısı olarak çalıştım.

"Dinsel Programları" benden aldırtmayı başaran "çevre"ler, yine peşimi bırakmamıştı: "Din" ve "Diyanet" çevreleri: "Bu adam dinsizdir, atın bu adamı TRTden!" diyorlardı. "Buyruk" veriyorlardı. Hem de "Resmi Buyruk"! Örnek: Diyanet işleri Başkanlığı Din işleri Yüksek Kurulu, 15 sayfalık bir "Karar" kaleme almıştı. Bu karan, Diyanet işleri Başkanı Tayyar Altıkulaç, boyunun ve kollarınınn "uzun" olduğunu göstererek, TRT Genel Müdürü Dr. Cengiz Taşer'e -bir "şedid" yazıyla- gönderdi. Karar gerçekten çok şiddetliydi: "TRT'den atılmam" isteniyordu. "Başlangıcından Bu Yana İnsanlık" adlı dizi programım üstüne "ateş püskürülüyor"du. "Sapık Darwin Teorisi"ne yer verildiği açıklanıyor, "dinsizlik" yapıldığı gerekçesiyle "Programın hemen yayından kaldırılması" ve ''yapımcısının da atılması ya da en ağır biçimde cezalandırılması" buyuruluyordu. Dizi önce engellendi, sonra da yayından kaldırıldı. "Cezalandırılmam" da olmadı değil. Sürüldüm. Ne var ki, TRT'den "atılmamıştım" daha. Program dizisine ilişkin yönüyle "buyruk"ları gerçekleştirilen Diyanet, "temsilcisi" aracılığıyla bir Danışma Kurulu Toplantısında TRT'ye "resmen" "teşekkür" etmiştir!

Diyanet buyruğunun ve tüm benzer çevrelerin bana ilişkin isteklerini daha büyük çapta yerine getiren, Doğan Kasaroğlu ve yönetimi olmuştur.

Kasaroğlu gelir gelmez hemen Doğu Karadeniz Bölgesine gönderilmiştim. Sözüm ona "inceleme ve araştırma yapmak" üzere... (Oysa Prodüktördüm ve böyle bir görevim olamazdı.) Oradaki görevim sırasında, Karataş dönemindeki bir olay "bahane" edilerek 1980 yılının ilk en ağır "disiplin" cezası verildi. (Uydurma olay: 1976 yılına ait). Oradan gelip Ankara'daki görevime başladım. Ve 1 gün sonra, üstelik 2-2,5 saat gibi bürokrasi tarihinde belki de eşine az rastlanır bir çabuklukla İstanbul'a sürüldüm. Meğer "kafayı üşütmüşüm". Yani "resmi" gerekçe, içine düştüğüm ileri sürülen "bunalım". Öylesine derin bir "bunalım içine düşmüşüm" ki, "son aylarda iş ve çevremle hiç uyum sağlayamıyor"muşum ve "programlarımı aksatıyormuşum". Oysa "son aylarda" ben "Program yapımı"yla yükümlü değildim. "Araştırma ve inceleme"yle yükümlüydüm. İnsan yükümlü olmadığı şeyi nasıl "aksatır"?

İstanbul'da bir süre Prodüktör olarak kaldıktan sonra, yıllarca emek verdiğim, sınavla kazandığım bu görev de elimden alındı. "Uzman" oldum.

Prodüktörün Sarı Basın Kartı var, "Uzman"ın yok.

Peki "Uzman" ne yapar?

Ben de şimdi onu soruyorum. Dilekçe verip "iş" istedim. Masamın başında "boş" bekliyorum.

"Yaşam Öyküm" çok uzun oldu. Elbette benden istenen bu denlisi değildi. Hoş görülürsem sevinirim.

Turan Dursun
(Turan Dünyalıgil)

Sh: 49-52

BİR İNKÂRIN ANATOMİSİ

Hekimoğlu İsmail

Yıllar öncesi, hapishane hamamında yıkananlardan biri espri yapmıştı:

-Komünistler temizleniyor.

Buna benzer espriyi bir başkası tekrarladı:

-İslâm âlemi bir düşmanını kaybetti, diye.

Malum, kaybedilen şey kıymetlidir. Acaba İslâm düşmanlarının Müslümanlar İçin bir kıymeti var mı?

Her şey zıddıyla gelişir. İslâm düşmanları olmasa Müslümanlar çalışmaz. Bunun için düşman, Müslümana hız verir, gündüz geceye nasıl muhtaçsa, Müslüman da düşmana öyle muhtaçtır.

Evvela 2000'e Doğru dergisinde sonra Yüzyıl'da İslâm’a iftira eden Turan Dursun'dan bahsediyorum. Öldürülmüş...

Bu şahıs müftülük gibi vazifelerde bulunmuş, sonra sola kaymış, oradan dinsiz olmuş ve Islama olan iftiralarını ilim adı altında işlemiş.

Sola kayınca din düşmanı olmasının altını çizmek gerek.

Her zaman söylediğim gibi, günahla sevap beraber yürümüyor. Bir şahıs din görevlisi de olsa, günaha kaydı mı evvela basireti kapanıyor devam ederse, ibadetlerden uzaklaşıyor, yine devam ederse düşüncesi tersine dönüyor, dün ak dediğine bugün kara demeye başlıyor. İşte Turan Dursun da bunlardan biridir. Zaman zaman onun yazılarım okurdum. "Saçmalıklar" diye yazdığı şeylerin 'İlimler ve Yorumlar, Ölüm Yokluk mudur. Ben Bir Müslümanım Neye Nasıl İnanırım ?" isimli kitaplarımda ispat ettiğimi açıklamıştım. Bir seferinde insanın çamurdan yaratıldığım bildiren âyete itiniz ettiğini görüp senin ve on sene doğacak çocuğun çamurdan yaratıldığım ve yaratılacağını deneyle ispata hazırım demiştim, sesi çıkmamıştı.

İlim, Allahın sıfatıdır, herkesin üzerine rahmet gibi yağar. Nasıl ki, yağmurla, diken de, gül de büyürse, ilim dünyasında kâfirler de, müminler de ileri gidebilir.

Turan Dursun, ilmi, inkârına alet ettiği için insanlık adına suç işlemişti. Nasıl ki, gübreden bağlar ve bahçeler neşvü nema oluyorsa. Turan Dursun'un inkârları da bir kısım Müslümanların uyanmasına sebep olmalıydı. Mesela o, melekleri inkâr ediyorduysa, meleklerin varlığını fizik, kimya formülleri, cebir denklemleri ve geometri teoremleri gibi ispat edecek Müslümanların yetişmesi gerekirdi. Böylece "her şey zıddıyla gelişir" hikmetine tâbi olurduk.

Turan Dursun'un safındakiler "Düşünceye silahlı sansür" dediler. Bu sansür hiçbir zaman Hülâgu'nun Abbasileri yerle bir etmesi. Frankların Endülüs Emevi devletini tarihten silmesi, Rusların Afganistan'ı işgal etmesi, İsrail'in Filistinlilere işkencesi ve 163. maddenin on binlerce masumu süründürmesi kadar dehşetli değildir.

Talihsiz bir yazar şöyle demiş: "Turan Dursun'a sıkılan kurşunlar, karanlığın aydınlığa sıktığı kurşunlardır." Ne zaman ki, elektrikle aydınlananlar nura düşman oldular, o zaman İslâmiyet’e karanlık, inkâra aydınlık dediler. Bu hal menfinin hâkimiyetindendir.

Bir Müslüman, İslamiyet için canını ve malını verebilir. Savaşlarda olduğu gibi silahlı mücadeleye de girebilir. Fakat asıl önemli olan hayatını Islama yermesidir. Bunun için Müslüman Arabca öğrenecek, ilmini artıracak, ibadette ileri gidecek, hem yaşayarak, hem de anlatarak Islama hizmet edecektir. Bu hal bir ömürboyu devam ederse, "Hayatını Islama vermiş" sayılır. Ölme veya Öldürme bu hal karşısında çok cüz'i kalır.

Turan Dursun'un dinsizliğe hizmet ettiği kadar Islama hizmet eden Müslümanların sayısı çok azdır. Adam, mevkisini, makamını, şöhretini ve çevresini dinsizlik için feda etti. Kendisine söylenen sözleri kaale almadı, tehditlere kulak asmadı, bildiği yolda yürüdü.Öte yanda bir kısım Müslümanlar ufacık bir tenkit alacaklar diye, İslâmî rükünlerden vazgeçiyor.Sonra bu din düşmanının yaptığı araştırmaları, yazdığı yazıları (kaç din görevlisi, Islama hizmet etmek için yapabiliyor?)

Her şey zıddıyla bilinir: Hizmetin ne olduğunu anlamak için böyle dinsizlerin çalışmasına bakınız. Sonra her gün kahveye gidenlere, meyhanelerde çürüyenlere, kumarhanelerde mahvolanlara bakınız. Cehenneme gitmek isteyenlerin gayretini görünüz, cennete gitmenin bedelini anlayınız.

Menfî cephenin kahramanları her zaman dikkatimi çeker. Zehire, dikene, taşa, karanlığa çok dikkat ederim. Zıtlar olmasaydı neden çalışayım? Neden uykusuz kalayım, neden çalışmamın yetersizliği İle kıvranayım? Dinde ileri giden çok az, amma küfürde ileri gidenler o kadar çok ki, onlara bakıp şevke ve gayrete geliyorum.

Zaman. 7 Eylül 1990. Sh:119-121 Kaynak: ABİT DURSUN, Babam Turan Dursun, Görüşmeyi yapan: Soner Yalçın, Birinci Basım: Aralık 1995, İstanbul


KIYAMETİN ERTELENMESİNİ NİYAZ EDEN VELİLER OLMASAYDI...

Dinî ve felsefî sohbetlerin bünyesinde, her zaman bir yok/var oluşun hikâyesi bir noktada meydana gelir ve durur. Her ilim sahibi veya veli diye bilinen şahsiyetten, etrafını çevreleyenlerden geleceği/ni/mizi haber veren bir haber verilmesi beklenir, kıymet kazanmaya/kazandırmaya vesile olur. Bu üstadlarda, âlimlerde, bilgilere/ işaretlere/vehimlere/rüyalara bağlı olarak gaybi hadiselerden haber verirler/verilmesini kemâlat olarak benimser/benimsetirler.

İşte acâib ve garib durumun tecelliyâtı ise, yaratılışında hiçbir şeyine karıştırılmayan az buçuk kulluğu  ile, Allah Teâlâ’nın mülkünde “şu olacak” “bu olacak” diye atıp tutuyorsa….

Yok… öyle şey olur mu?

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem dahi gaybi bilgilerin çoğunu (Ona ithafen söylenenlerinde içinde binlerce vehim bulaşığı ile çorba olmuş bilgileri hesaba katarsak) söylemekten kaçınmışken, biçare kul gaybı nasıl bilir/biliyor olabilir ki,

Allah Teâlâ, gaybi bilginin doğruya yakın olarak dahi ifşa olduğunu farzetsek dahi, o söylenen vakitte tecelli ettirmesi şanına yakışmaz. İşte bu halin/sıfatın tecelli ettiği bazı veli kullar vardır. Onlar Allah Teâlâ’nın mülkünün bekası için dua ettikleri gibi bela ve musibetlerin daima kalkması için tazarru ve niyazda bulunurlar. Bu hale vakıf bir veli tanımak bahtiyarlığına erişen dünya nimetlerinin en güzellerindendir. Onlar Allah Teâlâ’nın işine karışmazlar.

Bu veliler ceza namına gelen musibete razı olsalar da dünya ve bulunduğu âlemin bekasının devamına dua ederler. Onlar ne zaman bir kıyamet tellalı çıktıysa o veli kul/lar bu olacak hadiseleri ileri vakte ertelemesini Cenâb-ı Hakk’tan niyaz ederler. Onların niyazı ayni ile vakidir ve her zaman için makbul olduğunu bilmek ledünni bir bilgidir.

İnternette gaybi tarihlere bakın hepsinin turfa müneccimlere dönüştüklerini hatalı çıktığını görürsünüz.

Bu konuya bir de komplo teorisyeni olarak baktığınızda “İngiliz işi” olduğunu görmekten geri kalamayız. Bütün gaybi haberlerin altında sömürgeci emperyalist güç olan kokarca İngilizin havasını teneffüs edersiniz.

Gaybi bilmek kullara haramdır.

Allah Teâlâ bir kuluna bir hususu bildirirse, bu özeldir. Saklaması emredilmiştir. Eğer bir haber edilme mevzuu varsa o da remzen ifşasından fazlası emredilmemiştir, yani aleni ifşa haram kılmıştır.

Neticede Allah Teâlâ’yı seven biri olmanın birinci şartı mülkü sahibine bırakmak üstümüze düşen kulluk vazifemizi ifa etmektir. Sahibinin mülkünde bağıran hayvan olmak yerine toprak olmayı yeğ tutmak evladır.

İhramcızâde İsmail Hakkı


RIZIK KAPISINI ARALAMAK İÇİN

Rızık açılması için yapılan birçok dualar ve usuller bulunur. Ancak bunların içinde biri vardır ki, bu durum gözden ırak kalmıştır. Bu usul hakkındaki delilimiz için en güzel örnek Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatıdır. Efendimizin rızık konusunda açılan penceresi Hz. Hatice radiyallâhü anha validemiz cephesinden olmuştur. Bu nedenle ümmet-i Muhammedin rızık kapısı da kadınların gönül penceresinden bakıldığında zuhur eder. Kur’ân-ı Kerim’de “Sizden bekâr/dul olanları, kölelerinizden ve cariyelerinizden (evlenmesi) uygun olanları evlendirin. (Evlenmeye niyeti olanlar) yoksul iseler, Allah onları lütfuyla destekleyecektir. Allah, lütfu ve ihsanı geniş olandır, O, (her şeyi) bilendir.” Nûr, 32

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin başından geçmiş olan hatırat ümmetin üzerinde zuhur edecek hallerin beyanıdır. Bu nedenle sâdık ve sıddîk makamı üzere olup niyeti halis olanlar için Allah Teâlâ zenginliğin kapısını aralayacaktır, denilmiştir. Önümüzdeki yılların bir geçim darlığı sezonu başlatacağı işaretleri belirginleşmeden fakirliği üzerinde hissedenler ve  olanların kendilerine örnek olarak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemi almaları önemi haiz bir meseledir.

Bu meyanda evli olup rızkı dara düşen erkeklerimizin bir sırrı da zina iptilasına düşmeleri işareti de vardır (Günah işlemek, rızıktan mahrum kalmaya sebep olur.) [İbni Mace], (Zina, fakirliğe yol açar.) [Beyhekî] (Yalan söylemek rızkı azaltır.) [İsfehanî]

Denilirse ki benim hiç kötü bir halim yoktur fakat rızık konusunda bir genişlik zuhur etmiyor, bunu aşmak için ne yapmak gereklidir. İşte bunun sırlar barındıran çözümü şu şekildedir.

Gecenin ağırlaştığı, kalplerin sustuğu, dedikoduların bittiği sadece aşıkların uyanık olduğu vakit olan teheccüt vaktinde, karı koca birkaç rekat namaz kıldıktan sonra; hanımefendinin sırtı kıbleye gelecek şekilde kocası ile dizdize yapışık olarak otururlar. İkisi Allah Teâlâ’ya gönüllerini ve ellerini açarak dua ederler. Öyle bir dua ki erkeğin gözleri hanıma müteveccih, hanımın ki erine çevrilmiştir. Kalplerde ikisinin varlığı biribirileriyle dolar. Bir an sonra, bir şua-i mânevi  zuhur eder/etmiş gibi gönüllerinden göğe doğru bir şelâle-i mâi akmaya başlar. Gören olur veya olmaz. Fakat içlerinde bir ürperti ile kalpleri titreye titreye Hakk’ın kapısında bir nuru mânevi deprenir. Gözler nemlenir, gönüller yufkalaşır. Elân bir bir vahdet (birlik) hali zuhur eder. Bu halin devamında kalpler Yüce Yaratıcının rızık kaderindeki silinmeyen yazıları “Allah Teâlâ dilediğini siler, dilediğini bırakır. Ana Kitap O'nun yanındadır.” [Râd, 39] mahvına hükümü ilâhi tecelli eder.  Kalplerindeki korkuları biter. “Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çerçevesinden çıkıp gitmeye gücünüz yetiyorsa geçin. Ancak büyük bir güçle çıkıp gidebilirsiniz.” [Rahman 33] kaderdeki değişim tecelli rızkı engelleyen sorunların herbirini Allah Teâlâ “Ey insanlar ve cinler! Üzerinize dumansız bir alev ve ateşsiz bir duman gönderilir de kurtulamazsınız.” [Rahman, 35] ayeti sırrınca hüküm tamam olur. ( Bu usulu, 1, 3, 7 kere yapabilirsiniz.)

Hükmü sabit Vâsi ismine göre tecelli eder. Gönülleri perişan eden sorunlar birer birer ortadan kalkar.

Unutmayalım ki eşini sevenlerin rızık darlıklarını kaldırmak Allah Teâlâ’nın kendine borç yazdığı hususlardandır. Allah Teâlâ borcunu ödeyenlerin en hayırlısıdır. (Hanımıyla [iyi geçinip] şakalaşanın, rızkı artar.) [İ. Lâl]

Hulâsa-i kelam  “Şayet onlar da, sizin inandığınız gibi inanırlarsa, kuşkusuz doğru yolu bulmuş olurlar; yok eğer yüz çevirirlerse, onlar elbette bir (çelişki ve) aykırılık içindedirler. Sana onlara karşı Allah yeter. O, işitendir, bilendir.” [Bakara, 137]

فَسَيَكْفِيكَهُمُ اللّهُ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ

Eğer ki eşler birbirini Allah Teâlâ için sever ve noksanlarına sabrederse kapalı kapılar açılır ve rızık darlığı diye bir husus zuhur etmez. Bu bir hak sözdür. İşte bu kadar sırra vakıf olup fakir kalanların kendilerini uyandırmaları gerekir. Meleğini gökten inderemeyenlere, bir meleğe sahip olup onu incitenlere bir sözümüz yoktur.

(Allahümme ekfinî bihelâlike an haramike ve ağnini bi fadlike ammen sivâke) [Tirmizi]
[Ya Rabbi! Beni helâl ile yetinip, haramdan sakınan kullarından eyle ve fazlınla senden başkasına muhtaç etme!] (Mektubât-ı Rabbani)

İhramcızâde İsmail Hakkı


PK (2014) PEEKAY [MECZUB]

Sitemizde daha önce yayınlanan “‘STRANGER İN STRANGER LAND’ YABAN DİYARLARDAKİ YABANCI” başlığındaki yazı ile bu filmi birleştirmeniz dileğiyle.

İnanç/din ister insanın bir zayıflığı veya kuvveti olsun,  bazı istismarcılar, iktidar sahipleri bunu emelleri için kullanmaktan çekinmez.

İnsanın dine olan ihtiyacı ile dinin insana olan ihtiyacı bir tahterevalli nin iki kefesi gibidir. Biri yükselince diğeri aşağılanır.

 Dinlerin kabul veya inkarı arasındaki sorun filmdede geçen şu sözde aranabilir. Sizin dünyanızda iki tane yaratıcı var. biricisi sizi yaratan yaratıcı, ikincisi sizin uydurduğunuz yaratıcı.

Önemli olan inancın neresinde olduğumuzdan çok onu nasıl değerlendirip emellerimize alet edip etmediğimizdedir. Sonu ölüm olan bir hayat yaşıyorsak eğer, öldükten sonra karşılaşağımızdan bahsedilenlere karşı oluşan bir duyarlılığı olan kişinin inancında sorgulayacağı tek şey vardır. Ben neyim/nereden geldim/niçin böyle…, ile başlayan birçok sorunun karşına koyduğumuz cevaptadır. Bu soruların cevabının doğru olup olmamasının başkaları için olan öneminden çok kendimizin verdiği/kabul ettiğidir. Ki bunun doğruluğunu hayatta iken anlayamaycak olsak bile ölünce bir şekilde anlayacağız/anlatacaklar.

Benim bulduğumu sizde bulun, diyenlerden çok, siz bir şeyler bulmaya kendiniz çalışın. Ancak bulduklarınız sizden önce bulmuşların bir tarafı ile uyuşur. Bu ise insan olmamızın neticesidir.

Sonuçta “Senin dinin sana, benim dinim bana” ayetini her sabah namazın sünnetinde okumayı adet edinen Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin “dinde zorlama yoktur” ile buluştuğu yerde durmak gerekir.

Üstad Necip Fazıl buyurdu ki: “Fazla ciddiye almayın bu hayatı nasıl olsa içinden canlı çıkamayacaksınız.”

İhramcızâde İsmail Hakkı


DİNÎ HAYAT GERÇEKTE NEDİR?

Bir kardeşimizin yazdığı mailde can evimizi titreten bir sorusu ve cevapta umuma şamil bir durum arzetmesi nedeniyle aşikâre olması için paylaşıma koymak uygun oldu.

Sorular sırasıyla:

Diyordu ki “Yıllar önce bir yakınım "Eşimi tanıyınca İslâmiyet’i tanıdım ama insanlığımı kaybettim"demişti.

Evet, nasıl bir ahval ki dini yaşamakla/tanımakla bir şeyler kazanılmıyor, yanında kaybediliyor. İnsanın ahlaki cephesindeki merhamet, sevgi, huzur .. kavramlarını kaybedip, sert, haricî, Makyavelist, menfaatçi, beklenti arzusu ön planda olan denî bir insanlıktan nasip alıp ulvilikten uzaklaşan bir hal almak..

Dini hayat, iki cepheden cereyan ettiğini biliriz. Zahirî ve bâtınî.

Zahirî muamele eğer batınî ahlakla içtima eylemeyip, yalnızta kalır birde içtinap eylerse dışı yeşeren içi boşalan cevizler gibi yemiş olmaktan uzak bir gıdaya döner. Bu cevizi yemekte mümkün olamayınca, ya ocakta yakarsın yada tekrar toprağa gübre olsun diye çürümeye bırakırsın.  Bu nedenle içi boşaltılmış dini hayat ancak insana yük olur. 

Cevizin yeşil kabını yemekle tad bulunmaz,
Zâhir ile ey fakîh Kur’ânı arzularsın.   [1]

Hakiki dindar, insanlık hakikatli müslüman mıdır?

Adem aleyhisselâmdan beri gönderilmiş ve tarif edilmiş din İslâm’dır. İslâm,  Tevhid dini demektir. Tevhid Allah Teâlâ’ya şirk koşmamak manasına olduğu gibi, zahirî ve bâtınî cepheyi bir edip hakiki manadaki kulluğa ermektir. Batını cephe her hâlükârda ahlakî cepheyi bize haberdâr eyler. Dinin evveli  ve ahiri insan-ı kâmil olmaktır.

İnsanlığı zayıf müslüman, dinci midir?

İnsanlığı zayıf olmak demek, bedenen zayıf olan değil ahlaken istiğmal ettiği duygu ve düşüncelerini nebevî çizgide bulunduramayandır. Yoksa dinsiz birinin dini hayatın şekline dönüş yapabilir. Bu dine dönmek değil toplum içindeki yersizliğini  gidermek içindir. Dini yaşayışın zayıflığı bir yerde ahlaki zayıflığa giderken ahlaki erezyonuda getirebilir. Ahlakî erezyon dinin yaratılıştaki cephesinden çok insaniyeti nakıs kılar.

 İnsanlığı kendinden taşan müslüman ise hakikatli dindar mıdır?

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin “Ben mekârimi [erdemler. İyilikler. * Güzel ahlâk sahibi olmak. * Ahlâk-ı hamide, Cenâb-ı Hakk'ın sevdiği, beğendiği güzel ahlâk.] ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyurması ile dinin nihayetini ele alır.

İnsanlık ile dindarlık arasında nasıl bir ilişki vardır?

Sekulerizm tarafından Ahlak ve dindârlık birbirinden ayrı olarak farzedilsede  ying-yangvâri [2] karşıt gibi görünür. Ancak birinde enyüksek mertebeye ulaşırken diğerinin en altkademesini bulabilme şansını tanıyan ayrılmazlar ilişkisi vardır. Bunu şu şekilde açıklayabiliriz. Ahlakın zirvesine çıkan kişi neticede dinin en zayıf noktasını bulur mu, elbet bulabilir. Eğer devam ederse dinin en yüksek mertebesine erer. Dininde en yüksek metebesinde olan kişide dini hayatını zayıflatmaya başlayınca en son bırakacağı hususlar ferdi ve fikrî plandaki muamelat olan ahlakî umdeleridir. Bu durumu bir Müslüman için düşünecek olursak ilk evvel emirde ameli ibadetleri terkederek (namaz kılmamak, zekat vermemek gibi…) dinden uzaklaşır. Dindar olmayan kişinin bile “kalbime bak” diyerek açıkladığı ahlaki prensiplere kadar iner. Görünüşte hissiyat ve maneviyatın zahiren tartılma imkânı olmadığından ve yalana nifaka yakın bir durum arzetmesiyle karma karışık bir hal alır. Velhâsıl dini zayıf olanın derecesinin yakın olduğu yer yaratılış/fıtrat icabı ahlâka yakındır. Bu yerde  ruhsal krizlerin / itmi’nanın olmadığı yerdir. İşte ahlak ve din birbirini ister itemez bırakmadan devam ederse, birde sarmal döngüdeki hızda atınca ikilik yavaş yavaş kaybolmaya başlar. Tek renk zuhur eder.

Hakk'a kulluk halka hizmete neden götürmüyor?

Nefis terbiyesi üzerine oluşmayan dini eğitimin sonucunda radikalleşen dindar yavaş yavaş  kendi oluşturduğu tapınağın ilkelerini uygulamaya alır. Her şey o “iç-tapınağın” gerçeğindeki gerçek manaya varır. Şu an için küfür üzere olan bir kişiye her ne kadar hakikat üzereyiz, denilse de, onun bizi hakikat üzere görmemesi bir açıdan doğrudur. Çünkü biz onun doğrularına uymuyoruz.

Yukarıda belirtildiği gibi Allah Teâlâ’nın bizden istediği kulluk neticede bizim kendi sosyal alanımızdaki mahlukatla olan ilişkimizi düzenlerken ötekiler diyeceğimiz unsurlarla tevhid üzere buluşmayı sağlar. İncitmeden ve incinmeden bir hayatın idamesi ancak tevhidi inanç üzere olur ki , bu da şirkten uzaklaşıp maddî ve mânevi birlikteliği sağlamakla olacaktır. Şirki bugün bazı çevreler putlar ile karıştırıp laik bir düşünce tarzı ile ele alırken maddi ve manevi ayrım/dünya ve din ayrımcılığı yapıyorlar. Şirk aslında budur.

 İnsanî programları İslâmiyet hangi şartlarda inkişaf ettirir?

İnsanlık, kendi bünyesinde barındırdığı hususlar ile Allah Teâlâ’ya ulaşabilir mi?  Ulaşabilir. Fakat bu bir yerde nakıs kalır. Eğer bu programlar günümüzde (hümanist -New Age) gibi akımlar bu hareket tarzı ile dünyanın daha güzel yaşanılacak bir ortama kavuşacağını iddia ederek, ilâhi/kitabi dinlerden harmanlayıp birşeyler üretiyorlar. İşin garip tarafı baştaki çıkışlarındaki kişi veya guruplarını bir zaman sonra peygamberliklerini ilan edip onun çizdiği dünyanın dar kapsamına düşüyorlar. Sonunda yanlış bir hareketleri ile kendi koydukları hususlardan inhiraf edip yok oluyorlar/ediyorlar.

İşte Allah Teâlâ kullarını, bu tür çırpınmalar ile zaman kaybetmemeleri için rahmetinin iktizası rasüller ve nebiler göndererek sorun olmadan çözmüştür.

Sonuç olarak eşinin etkisiyle bozulduğundan bahseden kardeşimiz Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin “evlenen dinin yarısın kurtarır.”  Buyurduğu mana ile işaret eder ki; bu kişi evlenince kalbinin dehlizlerinde kalmış kirli bulaşık düşünceleri evlilikle aşikar olmuş demektir. Bu sebeple terbiye edilmesi gereken hususları veya hikmete mukarin işler vardır demektir.

 “Karısının dilinden, tahakkümünden, kötü davranışlarından eziyet görmeyen Allah Teâlâ dostları azdır. Bunların bu kadınla evlenmeleri ya nefisleri terbiye ya da başkalarını o kadından korumak içindir.”

YÂKUB-UL ÇERHÎ Kaddesellâhü Sırrahu’l Azîzin KUTUPLUK SIRRI

Bu meselenin bir benzeri hacca giden insanlarda da zuhur eder yine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki, “Hacla umrenin arasını birleştirin. Zira bunlar tıpkı körüğün demirdeki pislikleri temizlemesi gibi günahları temizler.” (Nesâî, İbnu Mâce)

Bu hadisden çıkan işâri bir manada dini ameliyye insanın madenini ortaya çıkarır demektir.

Bu meyanda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki, "Dağın yerinden oynadığını duyarsanız inanın, fakat bir kişinin huyunun değiştiğini duyarsanız inanmayın. Çünkü o yine fıtratındaki şeye döner." [3]

Sözü Allah Teâlâ’nın kelâmıyla bitirelim “Allah’ın yaratışında değişme yoktur” (Rum, 30/30) Çalışma ve gayretler Allah Teâlâ’nın lufu ile nihayete erer.

İhramcızâde İsmail Hakkı

NOTLAR

[1] Nâdanı terk etmedin yârânı arzularsın,
Hayvânı sen geçmedin insânı arzularsın.

“Men arefe nefsehû fakad arefe Rabbehû”
Nefsini sen bilmedin Subhânı arzularsın.

Sen bu evin kapusın henüz bulup açmadın,
İçindeki kenz-i bî-pâyânı arzularsın.

Taşra üfürmek ile yalunlanır mı ocak,
Yönün Hakk’a dönmedin ihsânı arzularsın.

Dağlar gibi kuşatmış benlik günâhı seni,
Günâhın bilmeden gufrânı arzularsın.

Cevizin yeşil kabını yemekle tad bulunmaz,
Zâhir ile ey fakîh Kur’ânı arzularsın.

Şarâbı sen içmedin sarhoş u mest olmadın,
Nice Hakk emrine fermânı arzularsın.

Gurbetliğe düşmedin mihnete sataşmadın,
Kebab olup pişmedin büryânı arzularsın.

Yabandasın evin yok bir yanmış ocağın yok.
Issız dağın başında mihmânı arzularsın.

Ben bağı ile bostanı gezdim hıyâr bulmadım,
Sen söğüt ağacından rummânı arzularsın.

Başsız kabak gibi bir tekerleme söz ile
(Yunus) leyin Niyâzi irfânı arzularsın.

 

[2]Yin ve Yang felsefesi, dünyada bugün varolan gelmiş geçmiş tüm bilgi kaynaklarının temelinde görünebilen, karşıt kutupları ve bu kutupların birbiriyle olabilecek her türlü ilişkisini ortaya koymaya uğraşır. Kadim Çin'in yazılı en eski belgelerinden kabul edilen Yi Çing MÖ 2800 (Değişimler, Dönüşümler Kitabı) Yin ve Yang üzerine kurulmuştur. Yin ve Yang kutuplarının ilkerinden bazıları:

Her şey, iki kutupludur ve birbirine karşıttır

Her şeyin birbirinden ayrılamaz iki karşıt kutbu vardır. "Yin" ve "Yang" kutubu. Nerede Yin ve Yang kutuplaşması oluşur, orada hareket de başlar. "Bir" "Hiçlikten" gelir. "İki" de Bir'den doğar. Her şey ise İki'nin yani iki kutubun Yin ile Yang'ın tükenmeyen, değişen ve dönüşen sarmal döngüsünün ürünü olarak ortaya çıkar. Her şey için geçerlidir. Hücre bölünmeleri gibi gittikçe daha karmaşıklaşarak gelişir, dönüşür. Karşıt kutuplar, elektrikte akımı, mıknatısta çekme ve itmeyi tetikler.

[3] İmam Suyutî, bu hadisin zayıf veya sahih olduğuna dair bir işarette bulunmamıştır. Haysemî ise, -Ahmed b. Hanbel’in Ebu’d-Derda’dan rivayet ettiği bu hadisin rivayet zincirinde bir inkıta/kopukluk olduğuna dikkat çekmiştir(bk. Mecmau’z-Zevaid, 7/196).


HERKES KENDİ DOĞRUSUNDA 

Nereden çıktı bu dünya işleri…

Ortada bir sorun var. Onun çözülmesi gerekiyor. Doğru söylüyorsun, fakat karşındakini bir türlü ikna edemiyorsun/olmuyor. Ne yapılsa, ne söylenilse hep boşuna gidiyor. Birde öteki düşman olup, seni/beni/onu yıkmak için elinden geleni yapıyor.

Desen ki, hakikatimle o kadar doğruyum/z, fakat o da yanlışında, o kadar hatalı, yinede ısrar edip beni/seni yıkmaya çalışıyor.

Karşıdaki hiçbir şekilde ikna olmuyor.

Ne yapsan boş.

İşte o zaman başka bir sorun başlıyor.

Yenmek/ yenilmek yok birde düşman olunuyor.

Düşman olmak bir yerde kalır mı bu sefer iş ileriye varıyor. Zarar verme unsuru ortaya çıkıyor.

Taraflar hep diyor ki sen/siz iyi ol, ben/biz de iyi oluruz. Yoksa..

diyorsun ki ben/biz haklıyım ve doğruyum, onun iyi olması gerek değil mi?

Olmuyor.

Mücadele başlıyor.

Taraflar arasında kim iyidir belli olmuyor. Doğru olanda artık kötü oluyor.

Mücadele içten içe kızışıyor.

Başta haklı olanda haksız duruma düşüyor.

Unutmayalım ki bu tür mücadelelerde iyi olan hep kaybediyor. Evet hep iyi olan kaybediyor.

Allah Teâlâ doğrunun yanındadır. Doğruyu ayağa kaldırır, deniliyor.

Bir şartla olsa gerek..

Cesur olursan ve karşındakinin mücadelesine sende mücadele etme yeteneğini kazanırsan.

“Pasif direnişle” bile olsa mücadele, mücadeledir, zamanla yılmadan yıkılmadan çalışarak.

İşte mücadelen var ama, Allah Teâlâ’nın emri ile muradının birleştiği noktayı bulunca zafere ulaşıyor.

O da biraz zor…

Başarısız kalmak ve yenilmek kimsenin arzusu değilse de, kader değişse de takdir değişmiyor.

Heyhat…Dünyada seven sevilene kavuşmuyor, doğru hep kaybediyor. Var olan yok oluyor, yok olan var oluyor. Hep bir umut, tek bir umut kalıyor. O da zamanla yıkılıp gidiyor.

Bu kubbede bir hoş sadâ değil, ölüm mü baki kalıyor?

Ölüm dünya hayatını düzenleyen ölüm.

Bir zalim bir mülke malik oluyor, ancak mülkü hayatıyla kaim. Sonra gerçeklerin açıldığı ölüm gelip hepsini birden değiştiriyor. Zülüm/devrân bitiyor, başka devir başlıyor. Bunun tersi de oluyor. Refah ve huzurlu bir hayat sürülürken, “ölüm bizi ayırana kadar” ile her şey bitiyor.

Bu hikaye ne zaman başlıyor.

İki insanın karşındakine kendini anlatamadığında..

Kısır döngü, dönüp duruyor.

İşte dünya hayatı dedikleri bu, karşındakine kendini anlatmamak.

Allah Teâlâ bile kuluna kendini anlatamayınca biz birbirimize kendimizi ne kadar zor anlatırız, bir düşünün.

Hulasa, her güzellikten daha güzel olan “yok olmak/ölüm” belki dünyanın en değerli hazinesi. İnsan belki de bu hazineye sahip olduğu için biraz fazladan isyan mı ediyor?.

Kutsal olan hayatlarımız “kutsal ölümlerimizle” daha doğrusu “ölmeden önce ölün” denilen “kutsal intiharımızla” süslenmeli gibi geliyor.

Herkes doğrusunda ısrar ediyor, bizde...

Doğru artık kimin tarafında belli olmuyor.

İhramcızâde İsmail Hakkı

 

YAŞAR KEMAL’DEN TİLDA GÖRÜNDÜ

Birkaç gün önce matbaacı abim Kemaleddin Beyi ziyarete gitmiştim. Herkesin derdi ayrı bizimkisi kitap olunca söz mecliste Yaşar Kemal’e gelmişti. Hiç beklemediğim bir şekilde “Yaşar Kemal’in şöhretinin arkasında Eşi Matilda Gökçeli [Matilda Sorero] vardı. O olmasa Yaşar, kemal bulamazdı.” Önceden o kadar meşgul olmadığım bir konu idi Bunun üzerine biraz araştırınca gerçeğin bu meyanda olduğunu gördüm. Başarılı erkekler arkasında kadınlar ve Yahudi olmanın verdiği bir kuvvet ister istemez yine göründü.

Kadınlar ve Yahudiler.

İnsanlar oluyor, ama nasıl?

Yahudiler konusu malum. Ancak kadın eğitiminin ve kadın gücünün yüksek irtifasını erkeklerin aşamadığını bir daha hissettim. Bu nedenle kadını eğitmenin gerekliliğini çok iyi anlamamız gerekiyor.

Aşağıda sizin için tarama yapınca birçok bilgiye ulaştım. Yazıları derledim, şöylece bir göz atmanızı isterim. (Kısa videoları seyrederek ilim sahibi olunacağını zanneden okumayı sevmeyen halkımız için) Tilda Hanımın şu sözü halkımızın bir cephesini de ortaya koyuyor. "OKUMUYORLAR"

Büyükler derler ki, işin sonuna bakın, neticede ne hasıl olmuş. Niyetler akıbetinde hiç umulmadık noktalara ulaşıyor. Ulu Hakan II. Abdülhamid devrinin ünlü saray hekimi Jak Mandil Paşa’nın torunu zor bir hayat yaşadıktan sonra Rabbine huzurla gidiyordu.

"Son Osmanlı"yı mı uğurluyorduk; yoksa toplumumuzun harikulade dokusunun, derinliğinin bugünlere ve yarınlara izdüşümünü mü izliyorduk?

Doktoru cüzdanında "Kelime-i Şahadet" bulmuş vasiyet niyetine. Varoluşunda karınca emeği bulunan dev eşi ile, sonsuz yolculuğun mekanında da ayrı düşmek istememiş. Mathilda doğdu, Tilda Kemal olarak Teşvikiye Camii''nden kalkıp, Müslüman mezarlığında uykuya girdi.

Milletimize hizmet eden kişilere saygı duymak boynumuzun borcudur. Çalışan insanların gayreti başkalarına/insanlığadır. Neticede çalıştılar….

İhramcızâde İsmail Hakkı


ZOR İŞLERDEN OLAN SEVME MESELESİ

Dünyasının iyi olmasını isteyen babasıyla, ahiretinin iyi olmasını isteyen annesiyle iyi geçinmeli  “ûf” dahi dememelidir.

Geçim darlığı çekiyorsanız babanızdan helallik alın.

Aile geçimsizliği çekiyorsanız eşiniz ve çocuklarınızla mutlu değilseniz annenizden dua alın.

Hulâsa, Ebeveynini mutlu eden kendi mutlu olur.

Eğer iş işten geçmiş ve her ikisini de kaybetmiş ve mutsuzsanız, kendinize ağlayın, dönüşü olmayan bir yola girmişsiniz, demektir.

Allah Teâlâ size yardım etsin.

Ben yine de bir şeylerin düzelmesini istiyorum diyorsanız, o zaman Allah Teâlâ’ya dua edin, muhakkak bir kapı açar, fakat bunun nerden olacağı muammadır.

Bu muammayı çözecek er az bulunur. Yine de bunu size çözecek ve öğretecek bir üstad arayın.

Büyük ihtimalle zor bulacaksınız.

Yine de diyorsanız;

Öyleyse sadaka vererek ve tövbe ederek Allah Teâlâ’ya sığının.

Ey dostum!

annen ve baban hayatta iken fırsatı kaçırma.

Geçti mi fırsat bir daha girmez ele

Ağla dur yan dur, hepsi nafile

İhramcızâde İsmail Hakkı

 


AŞK VE EVLİLİK 

 

“Ters köşe bir yazı ama bakmak gerek”
hzl:İsmail SÖZER

Geçinip geçinemeyeceğinizi, birlikteliğinizi sürdürüp sürdürememeyeceğinizi anlayabilmek için en az iki şahit dinleniyor, sizlerin ayrı ayrı geçimsizliğiniz üzerine görüşleriniz alınıyor, ve devlet adına görevli birileri sizin birlikteliğinizin, içimizden birisinin bu birlikteliğin sürmesine kesinlikle karşı olmasına rağmen, ki bu sahne bunu gösteriyor, sürüp sürmeyeceğine, birbirinizin kıymetini anlayabilmeniz için ne kadar süre ayrı yaşamanız gerektiğine ya da sürmemesi durumunda birbirinize karşı yükümlülüklerinizin ve haklarınızın ne olması gerektiğine sizlerin adına karar veriyor ve sizin güzel duygulanımlarla başlamasına karar verdiğiniz birlikteliğiniz sizin kararınız dışında ya bir şekilde devam ediyor ya da sonlanıyor. Devlet sizi birbirinize karşı koruyor ve sizin birbirinize karşı güvenceniz olur.

Sevmek, aşık olmak nasıl tanımlanabilir?

Tam bir duygu kompleksi. Birlikte olduğum ya da birlikte olduğumu duyumsadığım sürece kendimi huzurlu, rahat, güvencede hissediyorsam; en iyi O’nu anladığımı, en iyi Onun anladığını düşünüyorsam; duygularımı duyguları, duygularını duygularım olarak duyumsayabiliyorsam, güzeli, iyiyi, doğruyu yaşadığımı, aynı dilde konuşabildiğimi, aynı referans çerçevesinden bakabildiğimi, en iyi kavgayı O’nunla yapabileceğimi, en güzel barışı O’nunla yakalayabileceğimi görebiliyorsam; sevinci sevindiriyor, acısı üzüyorsa; gözlerinde yitiyorsam, teni çekiyorsa ve yaşamı birlikle omuzlamak için can atıyorsam, seviyorum, aşık olmuşum, di mi?

Evrenin en zekisi, en akıllısı, en duyarlısı, en güzeli, en temizi, en eli çabuğu, en aristokrat çatal tutanı, en iyi espri yapanı, en güzel seks yapanı, en ilginç fantezi kuranı, en parlak dişlisi, en hızlı okuyanı, en demli çay yapanı, en içten güleni, en masum ağlayanı, en cici naz yapanı ve kendisiyle en fazla barışık olanı O değil. Ne O benim gözümde ilahe, ne de ben O’nun gözünde ilahım. Ve O benim değil, benim de O’nun olmamı istemiyor. Tırnağının eğriliği, vücudundaki fazladan yağlar, yüzündeki kırışıklıklar, saçlarının kırılması ve ağarması, kimi esprileri anlamada gecikmesi, kimi söyleşilerde yabancı kalması ya da kimi anlarda aniden komplekslere kapılması beni rahatsız etmiyor. Ne kapak kızı peşindeyim, ne vücut geliştirme şampiyonu peşinde. Sıradan insanlar olduğumuzu biliyoruz. Ama O’nu gereksiniyorum. O’na aşığım. Günün ilk enerjisini O’ndan almak, akşamın yorgunluğunu O’nunla atmak istiyorum. O’nunla sevişmek, O’nunla dövüşmek istiyorum. Çalışmalarımda destek almak, çalışmalarına destek olmak, dünyaya ve size katkılarına ve tutuculuğu yenişine ortak olmak istiyorum. Ve biz evleneceğiz. Nikahlanacak mıyız, bilemiyorum.

Özel koşullarımızı aşabilirsek, yakın çevremizin tedirginliğini atmak ve onların mutluluğuna katkıda bulunmak için nikahlanabiliriz. Bizim birbirimize duyduğumuz güven ve saygı, herhangi bir kurumun bize verebileceğinden daha fazla. Aslında nikahı devlet güvencesi, böyle bir güvence gereksinimini de daha baştan birbirimize duyduğumuz güvende eksiklik olduğunun resmi onayı olarak görüyoruz. Ama bizim gibi düşünmeyen ve bizim gibi düşünmelerini sağlayamayacağımıza inandığımız sevdiklerimizin mutluluklarına nikahlanarak katkıda bulunmada da sakınca görmüyoruz Bizim evliliğimiz duyarlılığımızın yitimine, sevgimizin kaybına neden olmaz. Birbirimizi ve kendimizi hep eleştirebilir ve daha güzelin peşinde koşmaya devam ederiz. Biz birkaç günlük beraberlikte fark edilmiş cinsel cazibenin, bir iki konudaki ortak görüşün yalnızlığın dayanılmazlığına çözümü olarak böyle bir birlikteliğe karar vermedik. Yıllara varan bir dostluğa bugün kendiliğinden eklenen bir boyut bu aşk. Aşık olduktan sonra dostluk geliştirmeye çalışmadığımız dikkatinizi çekmiştir umarım. Ve biz birbirimizi sahiplenmeyiz. Benim sevgilim değildir O. Benim sevdiğim O’dur yalnızca. Birey olarak birbirimizin varlığını kabul eder ve destekleriz. Ruhlarımıza sahip çıkmayız, yalnızca erişmeye çalışırız. Birbirimizin efendisi ve/veya kölesi olmaya çalışmayız. Yalnızca omuzdaşız. Paylaşmayı severiz. Paylaşabilmek bize haz verir. Konuşamayacak kadar sinirli ya da sıkıntılı olduğumuz anlarda yalnızca el ele tutuşacak gücü bulmak bize yeterli gelir. Birbirimize karşı sorumluluğumuz vardır ama görevimiz yoktur. Yalnızca sevdiğimiz için, böyle daha mutlu olacağımız için sorumluluk duyumsarız. Böyle güzel bir birliktelikte zaten cinsellik dışarda aranmaz. Duygusal paylaşımdan yoksun cinselliği hayvansal güdülenim olarak gördüğümüz için, “Canım çekti yattım, hayatım. Ne var bunda? Ben yalnız seni seviyorum” gibi şeyler söyleme gereksinimi duymayız. Nikahlılığı değil ama evlilikleri savunmaya çalışalım. Hani hep diyorsunuz ya, günümüzde aşk ölmüştür diye. Hiç güzel giden bir beraberlik görmedik diye. Aşık oluyoruz ama birliktelikler sıkıcı oluyor, yeni aşklar arıyoruz diye. Aşka inanıyoruz ama aşkı yaşayamıyoruz diye. Sizlere umut kaynağı olacağımız için çok seviniyoruz. Bundan yirmi yıl sonra da bizi bir gitar resitalinde el ele görürseniz sakın şaşırmayın.

İsmail SÖZER
3.10.1994-Bakırköy
Şizofrengi Dergi, Sayı 16,
Ekim-Kasım 1994

Ek: Evliler, nikahlılar, sevenler. Allah Teâlâ nikahı emrediyor. Sosyal düzen için evlilik akdi elbet şartlar arasındadır. Ancak kağıt üstünde evli olup birbirini sevmeyen binlerce insanlar var. Ancak günümüzde karı ve koca arasındaki şiddetli geçimsizlik dünyada cehenneme girmek gibi olunca ne din kalıyor ve ne de diyanet. Sonra yazıda belirtildiği gibi bir hakim kişilerin evli kalıp kalmayacağına karar veriyor. İşin garib tarafı budur. Severek evlen başkaları seni ayırsın. Punkvâri ve hippi tarzı bir yaşam tabiki sosyal nizam için uygun değildir. Öyle ise ne yapmalı? Diyebiliriz ki; hasbelkader yoları birleşmiş insanlar birbirlerini sevmeye ve aşka değerli bulmuyorlarsa hiç olmaz ise acısalar, merhamet etseler ne iyi olurdu.

Kağıt üstünde ve iki şahit huzurunda evlendik demekle de her şey bitmiyor. Günümüz gençlerinin evlilikleri meçhule giden gemileri dalgalı okyanusta yüzdürmeye çalıştıkları birliktelikleri sadece ad olarak evliler olarak geçiyor.

Ne yapmalı?

Yapılacak bir şeyler arasında, devlet ve büyükler evlilikleri çıkmaza girmiş kişilere özel yardım etmelidir. Ayrıca TV lerdeki ayrılsakta beraberiz ve entrika üretiminde akla hayale gelmeyecek senaryolar ile çarpık aile dramı işleyen dizilere son verip, alt yapıyı sağlamlaştıran konulara yönelmelidir. sağlayan Ancak ne yazık ki,  her şey bir aile yıkımı veya meşrulaştırılmış yasak ilişkileri yıllarca işleniyor.

Ahmet Âmiş Efendi kaddesellâhü sırrahu’l âlî Efendimiz buyurdu ki:

“Dünyada işini bulan değil, eşini bulan mutludur.”

İhramcızâde İsmail Hakkı


BİLGİYİ KANALDAN GİZLİCE AKITMAK

Misyonerler Nasıl Çalışırın Arkaplanı

Bu yazıyı yazmama neden olan geçenlerde bir siteye tesadüf etmemdir. Site içeriğinde kendince zıt bir konuyu anlatıyor görünürken birçok kişinin ulaşamayacağı bilgiler yığınına beş dakikada ulaşabilmesi için bilinçaltının yoğunlaşmasını sağlıyordu. Belki bu kişiler için yapılan doğru bir ilkenin tarafında olmaktı. Fakat doğru olan hayalinde bile düşünemeyeceği bir etkeni veya düşünmesini sağlayacak “ilk muharrik sebep” içeriği gazete küpürleri ile deklere ediliyordu. Yani ters bilgi ile bilmeden/bilerek “hedef yanlış düşünce bilgisi”nin duyurusu yapılıyordu.

Bunun etkisinden kurtulmak mümkün müdür?

Çok defa “Hayır” diyebilirsiniz.

Hedef bilginin öz içeriğini, aktarım kanalının içinden gizlice alırken, yoğrulmuş zihin, bir dönem sonra doğrular kısmındaki verdiği tepkilerine kattığı etkilenmesi kalmamış ve yanlış bilgiyi kabullenmekten kurtulamaz.

Psikanaliz bilimin temel esası, aslında günahların, rahatsılıkların ilmî alana aktarılarak, anlaşılmasını hazmını sağlayarak, mutluluğun ele edilmesidir. Bilginin arkaplanında gizlenen ortak payda “suçlu değilsin” yanında “saptığın zannettiğin şey seni rahatsız etmez, başkalarını etkiler,” olmaktadır.

Yalnız değilsiniz!

Kendinizi çıkmaz bir sokakta görmenize gerek yok. Bu sokakta çok kişi bulunmaktadır. Bunun ilişkilendirilmesini yapabilirsin. Bir video oyununda süper kahraman olan olabilme şansın ne kadar yüksek ise, öldüğünü görebilme, öldürme şansında o kadar varsayılır. Sonuçta sen her hareketinden sorumlu olmadan çıkacağın bir zamanın vardır. Hayatı oyunun gerçeğinden kendi gerçeğine, daha sonra sanal gerçeğe yönlendirebilirsin.

Doğru Bilginin Zehirlenmesi

Bilginin zehirlenmesinde veya çarpılmasında doğrunun tarafında olmak çok zaman şizofrenik bir alt yapıya sahip oluşundan [Doğru sözlüyü kırk kapıdan kovarlar.]  kapıları tam kapatmak yerine aralıklı bırakmak yerinde olur. Hayatta bütün kapıları kapalı tutmak mümkün değildir. Hepsinde sonuna kadar açılmasının da bir gereği yoktur. Asıl olan gerçeklerinde ötesinde olan hakikat pencerelerini kırmadan açmak için dikkat edilmelidir.

Sözün imalı söylenmesi

İstibdat ve dikta dönemlerinde fikri beyanda zorlukları aşmanın tek çaresi mecazi terminoloji kullanmak esas olabilir. Fakat korkunun zihni melekeleri mahkûm edişi baskısı altında birçok akıl sahibi dumura uğramaktan korkar. Bulanıklaşan mantığının içerinde dizüstü kapaklanıp kalır.

Toplumun yanlış kabul ettiği bir konun reklamı imalı olarak yapmak aldatmanın geçerli sebebi olabilir. Yani, tenkit ettiğiniz şeyin reklamını yapmak yerine iyi bölümünü varsa onu beyan etmek uygundur. Reklamını “ters bilgi ile yapmak” hatadır ve aldatmadır. Beyanın hatıra içeriği gibi canlandırıcı özelliği olmamalıdır. Bu konuda örnek vereceğimiz birçok site var. Bizim sitede dahi bazen bu tür yanılgıya düştüğü olabilir. Fakat içeriğinde bilgi yükü ağırlıklı olduğundan tahammülü internet sörfçüsüne ağır gelmektedir. Yazının İmaj ve resim içeriği de çok düşük olunca günümüz insanı için ağır gelmektedir. Düşünürseniz günümüz insanın düşüncelerini bit twitter mesajına sığdırmak kadar aceleci bir hayatın girdabında olunca okumaya dahi çok zamanı olmuyor.

Bir konuyu öğretebilmenin kolay yollarında biri zıddı olan düşünceyi anlatarak yapma metodudur.

Bu durum beyan sahibini koruyucu olduğu gibi karşı tarafı etkileyicidir. Anlatan bu durumdan etkilenmediği gibi uzakta kalarak, normalden aktarması mümkün olmayan zıt ve hatalı meseleyi de karşı tarafına, konu genişliği ile etraflıca anlatmış olur. Günümüzde bu metodu kullanan birçok görüş ve etkinlikler bulunmaktadır. Bu usul aldatıcıların, misyonerlerin uygulamaları içerisindedir. Zaman ve gayretlerini bir konuya hasrederek zıt yönden anlatıyor görünerek asıl öğretmeleri gereken meseleye vukufiyet kazandırırlar. Örnekleri çoktur.

Eskilerin söylediği şu söz çok manidardır. Sevap diye yaptığımız günahlar. Sevaplarımız meğer kuyumuzu kazarken biz üstüne cennet köşkleri bina eder zannından ferahlık duyar olmuşuz.

Yükselen paradigmalarımız ağır ağır enigmaya dönüşürken doğrularımız yamulmaya başlamıştır. Yapılması gereken ölümlü olduğumuzu unutmadan yaşamalı eğer inancınız varsa onu da meşrulaştırmanın kaygan zeminden koruyarak ideal hedefe doğru yönelmeye çalışmalıyız.

İhramcızâde İsmail Hakkı

Not:

Örnek vermek gerekirse aşağıdaki bir sitenin linkleri düşüncesinde hayale getiremediği şeyi hatırlatmak vazifesi gibi gazete manşetleri ile misyonerlerin hoşuna gidecek bilgileri temiz kanaldan sunuyorlar. İlk etapta bu durum başka gibi algılansa da subliminal mesaj içeriği ile zihinler doğru akmaktadır. Bilginin görsel aktivitesine ihtiyaç olmadan sunulması mümkün iken bu kardeşlerimizin bu konuda duyarlı olmaları gerekir. Yukarıda beyan ettiğimiz üzere “Yalnız Değilsin” kategorisindeki günah çizgisini kalınlaştırmaktan başka bir şeye yaramaz. Yeri gelmişken bir konuyu da hatırlatalım. Pornografinin daha güncel hayata tam olarak oturmadığı 70 ve 80 li yıllarda gazetelerin yaptığı promosyanlar vardı. Ansiklopediler. Bu kitaplar görünüşte ülkenin en ücra köşesine ulaşırken içeriğinde denetimsiz olarak o zaman ki kültürün hazmedemediği resimleri içlerine serpiştirerek evlere sokmaya başladılar. Temiz suyun içindeki virüsler gibi. Denetimsiz kontrolsüz akan bu bedava kitaplar her yere ulaştı. Unutulmamalıdır ki Ansiklopedik bilgiler devamlı güncellenmesi gereken bilgi kaynağıdır. Çoğumuz bu kitapları kütüphanelerimizden atmaya başladık. On sene sonra içindeki bilginin yanlış olma ihtimali artmaktadır. Yani ansiklopedik bilgi süreğendir. İşte bu konuda misyonerler, dini çevrede tepki ile karşılansa da psikanalizmin metodlarını uygulamada çok mahirdirler. [Bkz: BEN ASRI]

 Allah Teâlâ, milletimizi ve Müslümanları muhafaza buyursun. Amin

Örnek linkler

http://www.islamustundur.com/batiranbati.html

http://www.islamustundur.com/islamin_escinsellige_bakisi.html


PERSONA (1966)

Bu film hakkındaki yorumlara bizim ekleyeceğimiz mevzu ise zayıf yaratılışlı insanın kişiliğini koruması için bir ortağa ihtiyaç duymasıdır. Bu bazen nefsi), şeytan(ı), bazen parelel sevgilisi -bunun erkek ve kadın olması bir çok kişi için farketmiyor-. İnsanın zayıf bir durumunu başkasında seyretmesi, haz alması, kişiliğin bölünmüş şekli olarak düşünülse  de,  bunu bir kaos olarak algılamalıyız. Bu durum dindarlarda Tanrıyı da kişiliğine ortak etmesi gibi olur. Bunun açmazları daha fazladır. İnsan hayatında ilk olarak  kazandığı bencillik ve narsist durumları ileri yaşlarda  hayatın çilesine tahammül etmekte zorlananlar için aralaması zor kapılar gibi olup sıkıntı ve endişe içinde olduklarını görebiliriz. Günahkârlarda bu durum daha bârizdir.

Niçin insan bir ikinci ortağı arar ve bulduğu zaman  ferahlar? 

Olgunlaşmak veya ham kalmanın bir mevkisinde kalan insanı, yıkıntıdan kurtaracak unsurlar az bulunuyor. Çare terk etmek ve sadece terk etmek. Unutmak veya unutturulmak.

 İnsan her şeyi terk etsede kendini terk edemeyeceği kesindir. Sûfî hayatın terk üzerine kurduğu sistemde “terki terk etmek” vardır. Bu kişiliğin bölünmesine engel olmak için gerekli bir mefhum mudur? Mesela affetmek için önce insanın kendini affetmesi mi gerekiyor?

 

Safiye Erol bir gün hocasını ziyarete gittiğinde, uzun zaman gö­rünmediği için sitem işitir. “Af buyurun efendim” sözleriyle özür dile­mek ister.
Hocası Ken’an Rifâî kuddise sırruhu’l-azîzin cevabı uzun zaman kendisini düşündürecektir:
“Ben affetmişim ne çıkar? Sen kendi kendini affet.”

[YARDIM, M. Nuri, Safiye Erol Kitabı, İst, 2003, 88]

Person’a insanı yücelten ve aşağılayan kompleks durumları dengeye getirmeye çalışmanın bir çabası olsa da yaratılışta her zaman bir taraf ağır basar. 

Ya iyisin ya da kötüsün; Ya O’sun, ya bu’sun; Ya tamsın, ya noksansın;

Kimse kimsenin yerine geçemediği gibi, yükünü de taşıyamaz. İnsan bencil yaratılmıştır. Her insan başak bir kişiliğin hiçbir zaman kopyası olamaz. Psikanaliz  insanları belirli sınırlar içine sokmaya çalışsa da her insan yaratılışı yönünden diğer bir insana benzemeyecek kadar farklıdır. En güzel örneği parmak uçlarında gizlidir. Parmak uçları farklı olan insanların ruhlarını eşleştirmek mümkün değildir. (İhramcızâde İsmail Hakkı)


 

“ALLAH” LAFZINDA GİZLENEN “HAÇ”

Rituel Sembolleri bir şeyin içine gizlemek/saklamak insanoğlunun zevkleri arasındadır. Bunu başaranlar kendilerince orgazm hissine kapılmışlardandır demekte yerinde olur. Bu “Aklın düzülmesi”ni  sağlamış bir cinsel dürtü gibidir. Zamanımızda cinselliğin binlerce türü düşünülünce, bu söz doğrudur. Yine bu tür davranışlar psikolojik hastalıklardan sayılabilir. Yani kendi ritüel sembolünü sevmediğin/sevdiğin birinin değerinde gizlemek başarılı bir sunumdur da diyebiliriz.

Kitap hazırlayan biri olduğumdan ilk dönelerde bir okuyucumun biri beni “duâ” duraklarına yerleştirdiğim

{}  şekilleri bir papazın icad ettiğini ve haç işaretini temsil ediyor şeklinde uyarması ile terk etmiştim. O zaman bu tür aldanmaların/aldatmaların farkına varabilmiştim. Mesela Bir zamanlar Selçuklular zamanında yapılan binaların süslemelerinde “ALİ” yazısını yerleştiren İranlı-Şii ustaların durumu gibi.  (Tabi ki bu tür yazıların konulması hakkında olumlu veya olumsuz fikirler ileri sürülebilir. Buradan yazının pdf sine bakabilirsiniz.)  Fakat bu istifler konulmuştur. Buradaki söz birileri şöyle – böyle birilerini aldatıyor mu, aldanıyor muyuz, gerçek nedir, yalnızca varılacak netice yazıyı oraya koyanın kalbinde gizli olmasıdır. Sözü buradan son dönemlerde hat sanatını icra edenler arasında istiflemede yapılan bize göre yanlışlardan biride “Allah” الله     Lafzında bilerek/bilmeyerek elifin yerini tahrif ederek ikinci “lam” harfinden sonraya nakşetmesi ile haç’ı imâ eden tavrı yerleştirmek moda olmuştur.

Günümüz itibarıyla Mekke-Hârem’de  inşa edilen kaşanelerin tepesinde de hükmeden bir edâ ile haç işareti sehven (!) yerleştirilmiş bu form vardır. Umumiyetin bu konuda çok bir görüşü/farkındalığı olmayacağından Lafza-i Celâlin acilen değiştirilmesini düşünüyoruz. Ayrıca binaların durumu da ayrı bir haç komposizyonu oluşturmaktadır.

 

Unutmayalım ki, hiçbir zaman ecdâdımız, hürmeti nedeniyle Harem civârında Kâbe-i Muâzzama’dan yüksek bina yapmamış/izinde vermemişlerdir. Bugün dahi izdiham konusu olmasa müminlerin ekserisi metaf alanında (tavaf yerinde)  bulunan üst katlarda tavaf yapmaktan hazer ederler. Müslümanların bu konuda uyanık olmaları dileği ile.

İhramcızâde İsmail Hakkı

 


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar