Yazılmışlar 7
BİR DÜŞÜNCENİN SİVAS’TA DEĞİŞİMİ
(Yine Kitapları mütalaa ederken beklemediğim bir kitapta İhramcızâde İsmail
Hakkı Toprak Efendiyi görünce şok oldum. Nerden nereye dememek elde değildi..
Bu nedenle bir Sivaslı biri olarak bir noktayı açıklamak istedim. Rahmetli
Babam, Sivas’ta Turan Dursun Bey müftü iken, din görevlisi olarak emrinde
çalışmıştır. Çok uzun zaman oldu. Fakat babam rahmetliden dinlediğim bir kısım
hatıratta, Turan Dursun’u anlatırken şunlara değinmişti.
“Biz o gelene kadar din görevlileri olarak kendimizi toplumun itilmiş bir
kesimi olarak görüyorduk. Ceket-takım, kravat ve benzeri şeyleri giyemezdik.
Öyle ki fakirlik ve aleladelik kisvesi üzerimize dikilmiş gibiydi. Din
görevlisi olarak hafızlıktan başka bir şeyi düşünemezdik. Bize okulları
dışardan bitirerek lise mezunu olabileceğimiz düşüncesini bize o aşıladı. Bizde
okuma aşkını O, alevlendirdi. Sivas'ta köyleri ağaçlandırmak için
kampanya açmıştı: "Her imam 50 ağaç dikecek!" teşviki vardı. Ayrıca
yeni yetişen nesil güzel imamlar hiçbir şekilde merkezi camilerde görev
alamazdı. O bütün bunları aşmamızı sağladı ve mesleki performansı düşük
olanları sürdü, büyük bir değişim başlatmıştı, dedi.
Ne var ki, bu büyük değişim Turan Dursun’a karşı itici bir cephe oluşmasına
sebep olmuştu. Onun haysiyetli ve vakarlı durumu bu hale çokta
dayanamadı. Bu duruma karşı olan üzüntü, istifasına çöpçülük talep edecek kadar
kahıra sebep olmuştu. Bu olaylar bir inkâr yolunun açılmasına sebep olacaktı.
Eğer bu şekilde olmasaydı durum daha değişik olabilirdi.
Sonuçta Arapçaya ana dili gibi vakıf birinin değişiminde Sivas’ın bir
etkisi olmuş mudur, denirse, evet, Sivaslılar bu konuda bir kişinin değişime
uğramasına neden olmuştur. Turan Dursun’un hayatını ve düşünce
yönünü çevirmişti. Eğer bu kişi bahsedildiği kadar art niyetli biri olsaydı
Sivas İmam Hatipleri için gayretkâr olmaz ve Kur’an kurslarının açılmasına ön
ayak olmazdı. Kaderin cilvesi gelecekte açılmasına sebep olduğu bu kurumlardan
yetişenlerle karşı karşıya gelecekti. Bu durum karşısında Allah Teâlâ’nın
kaderi bazdaki tecelliyâtına dayanmak ve yorum yapmak bir yerden sonra sonuçsuz
kalıyor.
İhramcızâde İsmail Hakkı
TURAN DURSUN VE YAŞAM ÖYKÜSÜ
1934 yılında Sivas’ın Şarkışla ilçesinin Yapaltın köyünde doğdum. Babam:
Abdullah. Anam: Hatun.
Ben beş yaşındayken babam, ailemizi alıp Ağrı'nın Tutak ilçesine götürdü.
Babasının ve dedesinin yeriymiş oralar. Kendisi oralarda imamlık yaparken beni
de "büyük din adamı" olayım diye Arapça okutacak
hocaların yanına verdi. Tutak Müftüsünde okudum bir süre. Sonra 8-9
yaşındayken "Kürt Mollaları"nın ve önemli bir "Kürt
Şeyhi"nin bulunduğu Kargalık köyüne götürülüp bırakıldım. Arapça
okurken "Kürtçe"yi de öğrendim. Yememi-içmemi
"Şeyh" (Şeyh Ramazan) sağlıyordu. Köyün camiinde yatıp kalkıyordum.
Arapça dilbilgisinden Sarf’ı bitirdim. "Nahiv"den de epeyce okuduktan
sonra başka köylere ve başka "Mollaların yanına gittim. Ve köy köy, o "Molla"
senin, bu "Molla" benim; dolaştım yıllarca. Yalnızca Ağrı'nın değil;
başka illerin de, örneğin Erzurum'un, Muş'un il ve ilçelerine bağlı köylerde de
okudum. Genellikle "Kürt" hocalarında, biraz da "Çerkeş"
hocalarında okudum. Kürtçeyi çok iyi, Çerkesçeyi de oldukça öğrendim. Ama
Türkçeyi çok az biliyordum artık. Bildiğim Türkçeye de "Türkçe" demek
için "bin tanık" gerekliydi.
15 yaşıma değin böyle dolaşıp okudum. "Çok zeki" olduğum ileri
sürülürdü. Çünkü o yaşa değin, o yörelerde okutulan "Islami ilim
Şubeleri"nin hemen tüm "metin"lerini ezberlemiş,
"Şerh"lerini de anlayarak, ama "hızla" okuyup geçmiştim.
Askerliğime değin başka il ve ilçelerde de okuyup hocalardan
"icazet" aldım.
1955-1957 arası askerliğimi yaptım. "okuma-yazma"yı askerlikte
öğrendim. "İlkokul diploması"nı da "terhis"ten sonra
"Mahmut Paşa İlkokulu"ndan (İstanbul'da) -dışarıdan sınava girerek-
aldım.
Bir süre, İstanbul'da "yüksek dereceli talebeler"e ve hocalara Arapça,
İslâmi bilim dallarında "ders"ler verdim. Kimi kursların
organizasyonunda çok sayıda "vaiz", "müftü" yetiştirdik.
(Bugün de bu kursların çoğu sürüyor.)
Ve sonra, sınavlarına girip kazanarak, kendim de "Vaiz",
"Müftü" oldum.
İlk görevim Tekirdağ'da oldu. Önce Merkez Vaizliği, sonra Müftülük. Yıl:
1958-1959.
Sivas'ın Gemerek Müftülüğü. Yıl: 1961. Sivas (Bölge) Müftüsü oldum
ardından.
1962 başından 1964 sonuna değin. Bu arada ortaokul bitirme sınavlarına
girip diploma aldım. Daha sonraları lise bitirmelere de girdim ama yazık ki,
"bitiremedim".
Sivas Müftülüğünde Nurcu ve Süleymancılarla savaşımlarda bulundum. Onlarla birlikte "Deveci" de
karşıma çıktı. "Deveci" çok "zengin" birine
deniyordu. Bu zengin, öteki zenginleri de sürükledi. Hepsi birlikte
karşıma çıktılar. Vali'yi de yanlarına aldılar. Ve telgrafla sürüldüm.
Manisa'ya, ardından Tokat'a. Ama Paşalar nakillerimi durdurup beni yeniden
Sivas'taki görevime döndürdüler. (Sivas Tümen Komutanı Cemal Paşa ve Doğu
Menzil Komutanı Fahri Paşa.) Çünkü 620 İmam-Hatip'in (Vaizlerle
birlikte) Cumhuriyet Bayramı'na katılmalarını sağlamıştım. Ayrıca
Atatürk'ün heykeli önünde saygı duruşunda bulunmalarını gerçekleştirmiştim. "Atatürkçü
Müftü" [Komünist Müftü] deniyordu. İstanbul'da Atlas
Sineması'nda "Atatürk'ü ölüm yıldönümünde anma törenine" Başbakan
Yardımcıları ve öteki konuşmacılarla birlikte (konuşmacı olarak) katılmıştım.
(Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı'nın çağrılısı olarak.) Bu ve benzeri olaylar
basında (gazetelerin birinci sayfalarında) yer almış, yankılar uyandırmıştı.
Sonra "Atatürk Plaketi" verilmişti. Basında çok geniş yer alan bir
olay da, "cinayetler köyü" diye bilinen bir köyün (Yıldezi-Kalın
köyünün) barışa kavuşturulmasıydı. (Müftü olarak ve halkı inandırarak
başarmıştım.)
Ne var ki, bütün bunlar, "Nurcu", "Süleymancı",
"Deveci" ile "hareket"e geçen çevrelerin beni
"Sivas"tan "attırmaları"nı önlemeye yetmedi. Bir ara
önlenir gibi oldu. Ve ben Sivas'ta kalarak 40 gün süreyle "Güney il ve
ilçelerini (Diyanet yönünden) teftiş"le görevlendirildim. Ama oraya
gönderildiğim zaman Sivas Valisi Sivas'taki görevime "son vermişti".
Bu yüzden iki ay kadar maaş alamamıştım. Ve Bakan İbrahim Safvet Omay eliyle; "kardeşim
sen ne biçim Müftüsün, bütün Sivas halkını ayağa kaldırdın, üzerimize yürüttün.
Senin alınmanı istiyorlar" biçimindeki sözlerle alındım
Sivas'tan. Böyle dendiği zaman "Sivas'ın 30 mahalle muhtarı
binlerce imzayla biz Müftümüzü istiyoruz!" diyorlardı. (Tüm
Partilerden vardı). Vali'yse muhtarları "dize getirmek" için
"Nezarete" aldırtmıştı. Tümen’e çağrılan Vali'den hesap da
sorulmuştu, ama, bir yarar sağlamamıştı. Vali falanca Parti'den Senatör
Adaylığına ilişkin söz almıştı, bunu bana açıkça da söylemiş, beni sevdiği
halde beni attırmak isteyenlerle birlik olmak zorunda bulunduğunu "ifade"
etmişti.
Paşalar, Vali’nin Sivas'tan başka yere (Maraş'a) naklen atanmasını
sağladılar. Ama benim artık Sivas'ta kalmamı sağlayamadılar. Daha nice olaylar
oldu ve ben Sivas'tan Altındağ Müftülüğü'ne, oradan da Sinop'un Türkeli
Müftülüğü'ne sürüldüm.
Maaşım çok azdı, sürülmeler beni altüst etmişti. [Çöpçülüğe başvurmuştum.
Bir arkadaşımım önerisiyle TRT'de göreve aldım.-Şule Perinçek ile yapılan
Röportaj] Durumumun TRTde "düzelebileceği"ni söylediler. Bir
"mektup" yardımıyla bu kuruma geçtim. Yıl: 1966. [TRTde ambar memuru
olarak göreve başladı.] TRT'de bir süre Genel Evrak Kayıt Memurluğu yaptım.
Sonra yayın kesimine alındım. "Dinsel Programlar" verildi. 1968'den
1976 yılına değin bu programlan yaptım ve yönettim. Bu arada "Dış
Yaymlar"da da "Posta Kutusu, Dinleyicilerle Baş Başa, Din ve
Ahlak" gibi programlar yaptım. (Ücretle.) Sonra sınavına girerek
Prodüktör oldum. 1976 yılında Şaban Karataş'ın "taş"ıyla Erzurum
Radyosu'na sürüldüm. Bu arada dinsel programlar da alınmıştı benden. Artık her
"sürgünler listesi"nde düzenli olarak yer alıyordum. Liste olmadığı
zamanlarda da. Ve sürüldüm, sürüldüm.
"Dinsel Programlar" alınınca, "dinsel olmayanlar"
yaptırıldı bana. Ne var ki, o da doğru dürüst yaptırılmadı. Yaptığım programlar
nedense kolay kolay "denetim"den geçmiyordu. Yine de denetimden
"kurtardıklarım" oluyordu. Programlarım dinleyenlerce büyük ilgi
görüyordu. "Düşünce Tarihimiz'den Sayfalar" (kendi önerim),
"Başlangıcından Bu Yana İnsanlık" (kendi önerim), "Vergi
Programı", "Akşama Doğru" gibi programların yapımcısı olarak
çalıştım.
"Dinsel Programları" benden aldırtmayı başaran
"çevre"ler, yine peşimi bırakmamıştı: "Din" ve "Diyanet"
çevreleri: "Bu adam dinsizdir, atın bu adamı TRTden!" diyorlardı.
"Buyruk" veriyorlardı. Hem de "Resmi Buyruk"! Örnek:
Diyanet işleri Başkanlığı Din işleri Yüksek Kurulu, 15 sayfalık bir
"Karar" kaleme almıştı. Bu karan, Diyanet işleri Başkanı Tayyar
Altıkulaç, boyunun ve kollarınınn "uzun" olduğunu göstererek, TRT
Genel Müdürü Dr. Cengiz Taşer'e -bir "şedid" yazıyla- gönderdi. Karar
gerçekten çok şiddetliydi: "TRT'den atılmam" isteniyordu.
"Başlangıcından Bu Yana İnsanlık" adlı dizi programım üstüne
"ateş püskürülüyor"du. "Sapık Darwin Teorisi"ne yer
verildiği açıklanıyor, "dinsizlik" yapıldığı gerekçesiyle
"Programın hemen yayından kaldırılması" ve ''yapımcısının da atılması
ya da en ağır biçimde cezalandırılması" buyuruluyordu. Dizi önce
engellendi, sonra da yayından kaldırıldı. "Cezalandırılmam" da olmadı
değil. Sürüldüm. Ne var ki, TRT'den "atılmamıştım" daha. Program
dizisine ilişkin yönüyle "buyruk"ları gerçekleştirilen Diyanet,
"temsilcisi" aracılığıyla bir Danışma Kurulu Toplantısında TRT'ye
"resmen" "teşekkür" etmiştir!
Diyanet buyruğunun ve tüm benzer çevrelerin bana ilişkin isteklerini daha
büyük çapta yerine getiren, Doğan Kasaroğlu ve yönetimi olmuştur.
Kasaroğlu gelir gelmez hemen Doğu Karadeniz Bölgesine gönderilmiştim. Sözüm
ona "inceleme ve araştırma yapmak" üzere... (Oysa Prodüktördüm ve
böyle bir görevim olamazdı.) Oradaki görevim sırasında, Karataş dönemindeki bir
olay "bahane" edilerek 1980 yılının ilk en ağır "disiplin"
cezası verildi. (Uydurma olay: 1976 yılına ait). Oradan gelip
Ankara'daki görevime başladım. Ve 1 gün sonra, üstelik 2-2,5 saat gibi
bürokrasi tarihinde belki de eşine az rastlanır bir çabuklukla İstanbul'a
sürüldüm. Meğer "kafayı üşütmüşüm". Yani
"resmi" gerekçe, içine düştüğüm ileri sürülen
"bunalım". Öylesine derin bir "bunalım içine
düşmüşüm" ki, "son aylarda iş ve çevremle hiç uyum
sağlayamıyor"muşum ve "programlarımı aksatıyormuşum". Oysa
"son aylarda" ben "Program yapımı"yla yükümlü değildim.
"Araştırma ve inceleme"yle yükümlüydüm. İnsan yükümlü olmadığı şeyi
nasıl "aksatır"?
İstanbul'da bir süre Prodüktör olarak kaldıktan sonra, yıllarca emek
verdiğim, sınavla kazandığım bu görev de elimden alındı. "Uzman"
oldum.
Prodüktörün Sarı Basın Kartı var, "Uzman"ın yok.
Peki "Uzman" ne yapar?
Ben de şimdi onu soruyorum. Dilekçe verip "iş" istedim. Masamın
başında "boş" bekliyorum.
"Yaşam Öyküm" çok uzun oldu. Elbette benden istenen bu denlisi
değildi. Hoş görülürsem sevinirim.
Turan Dursun
(Turan Dünyalıgil)
Sh: 49-52
BİR İNKÂRIN ANATOMİSİ
Hekimoğlu İsmail
Yıllar öncesi, hapishane hamamında yıkananlardan biri espri yapmıştı:
-Komünistler temizleniyor.
Buna benzer espriyi bir başkası tekrarladı:
-İslâm âlemi bir düşmanını kaybetti, diye.
Malum, kaybedilen şey kıymetlidir. Acaba İslâm düşmanlarının Müslümanlar
İçin bir kıymeti var mı?
Her şey zıddıyla gelişir. İslâm düşmanları olmasa Müslümanlar çalışmaz.
Bunun için düşman, Müslümana hız verir, gündüz geceye nasıl muhtaçsa, Müslüman
da düşmana öyle muhtaçtır.
Evvela 2000'e Doğru dergisinde sonra Yüzyıl'da İslâm’a iftira eden Turan
Dursun'dan bahsediyorum. Öldürülmüş...
Bu şahıs müftülük gibi vazifelerde bulunmuş, sonra sola kaymış, oradan
dinsiz olmuş ve Islama olan iftiralarını ilim adı altında işlemiş.
Sola kayınca din düşmanı olmasının altını çizmek gerek.
Her zaman söylediğim gibi, günahla sevap beraber yürümüyor. Bir şahıs din
görevlisi de olsa, günaha kaydı mı evvela basireti kapanıyor devam ederse,
ibadetlerden uzaklaşıyor, yine devam ederse düşüncesi tersine dönüyor, dün ak
dediğine bugün kara demeye başlıyor. İşte Turan Dursun da bunlardan biridir.
Zaman zaman onun yazılarım okurdum. "Saçmalıklar" diye
yazdığı şeylerin 'İlimler ve Yorumlar, Ölüm Yokluk mudur. Ben Bir
Müslümanım Neye Nasıl İnanırım ?" isimli kitaplarımda ispat
ettiğimi açıklamıştım. Bir seferinde insanın çamurdan yaratıldığım bildiren
âyete itiniz ettiğini görüp senin ve on sene doğacak çocuğun çamurdan
yaratıldığım ve yaratılacağını deneyle ispata hazırım demiştim, sesi
çıkmamıştı.
İlim, Allahın sıfatıdır, herkesin üzerine rahmet gibi yağar. Nasıl ki,
yağmurla, diken de, gül de büyürse, ilim dünyasında kâfirler de, müminler de
ileri gidebilir.
Turan Dursun, ilmi, inkârına alet ettiği için insanlık adına suç işlemişti.
Nasıl ki, gübreden bağlar ve bahçeler neşvü nema oluyorsa. Turan Dursun'un
inkârları da bir kısım Müslümanların uyanmasına sebep olmalıydı. Mesela o,
melekleri inkâr ediyorduysa, meleklerin varlığını fizik, kimya formülleri,
cebir denklemleri ve geometri teoremleri gibi ispat edecek Müslümanların
yetişmesi gerekirdi. Böylece "her şey zıddıyla gelişir" hikmetine
tâbi olurduk.
Turan Dursun'un safındakiler "Düşünceye silahlı sansür" dediler.
Bu sansür hiçbir zaman Hülâgu'nun Abbasileri yerle bir etmesi. Frankların
Endülüs Emevi devletini tarihten silmesi, Rusların Afganistan'ı işgal etmesi,
İsrail'in Filistinlilere işkencesi ve 163. maddenin on binlerce masumu
süründürmesi kadar dehşetli değildir.
Talihsiz bir yazar şöyle demiş: "Turan Dursun'a sıkılan
kurşunlar, karanlığın aydınlığa sıktığı kurşunlardır." Ne zaman
ki, elektrikle aydınlananlar nura düşman oldular, o zaman İslâmiyet’e karanlık,
inkâra aydınlık dediler. Bu hal menfinin hâkimiyetindendir.
Bir Müslüman, İslamiyet için canını ve malını verebilir. Savaşlarda olduğu
gibi silahlı mücadeleye de girebilir. Fakat asıl önemli olan hayatını Islama
yermesidir. Bunun için Müslüman Arabca öğrenecek, ilmini artıracak, ibadette
ileri gidecek, hem yaşayarak, hem de anlatarak Islama hizmet edecektir. Bu hal
bir ömürboyu devam ederse, "Hayatını Islama vermiş" sayılır. Ölme
veya Öldürme bu hal karşısında çok cüz'i kalır.
Turan Dursun'un dinsizliğe hizmet ettiği kadar Islama hizmet eden
Müslümanların sayısı çok azdır. Adam, mevkisini, makamını, şöhretini ve
çevresini dinsizlik için feda etti. Kendisine söylenen sözleri kaale
almadı, tehditlere kulak asmadı, bildiği yolda yürüdü.Öte yanda bir kısım
Müslümanlar ufacık bir tenkit alacaklar diye, İslâmî rükünlerden
vazgeçiyor.Sonra bu din düşmanının yaptığı araştırmaları, yazdığı yazıları (kaç
din görevlisi, Islama hizmet etmek için yapabiliyor?)
Her şey zıddıyla bilinir: Hizmetin ne olduğunu anlamak için böyle
dinsizlerin çalışmasına bakınız. Sonra her gün kahveye gidenlere, meyhanelerde
çürüyenlere, kumarhanelerde mahvolanlara bakınız. Cehenneme gitmek isteyenlerin
gayretini görünüz, cennete gitmenin bedelini anlayınız.
Menfî cephenin kahramanları her zaman dikkatimi çeker. Zehire, dikene,
taşa, karanlığa çok dikkat ederim. Zıtlar olmasaydı neden çalışayım? Neden
uykusuz kalayım, neden çalışmamın yetersizliği İle kıvranayım? Dinde ileri
giden çok az, amma küfürde ileri gidenler o kadar çok ki, onlara bakıp şevke ve
gayrete geliyorum.
Zaman. 7 Eylül 1990. Sh:119-121 Kaynak:
ABİT DURSUN, Babam Turan Dursun, Görüşmeyi yapan: Soner Yalçın, Birinci Basım:
Aralık 1995, İstanbul
KIYAMETİN ERTELENMESİNİ NİYAZ EDEN VELİLER OLMASAYDI...
Dinî ve felsefî sohbetlerin bünyesinde, her zaman bir yok/var oluşun
hikâyesi bir noktada meydana gelir ve durur. Her ilim sahibi veya veli diye
bilinen şahsiyetten, etrafını çevreleyenlerden geleceği/ni/mizi haber veren bir
haber verilmesi beklenir, kıymet kazanmaya/kazandırmaya vesile olur. Bu
üstadlarda, âlimlerde, bilgilere/ işaretlere/vehimlere/rüyalara bağlı olarak
gaybi hadiselerden haber verirler/verilmesini kemâlat olarak
benimser/benimsetirler.
İşte acâib ve garib durumun tecelliyâtı ise, yaratılışında hiçbir şeyine
karıştırılmayan az buçuk kulluğu ile, Allah Teâlâ’nın mülkünde “şu
olacak” “bu olacak” diye atıp tutuyorsa….
Yok… öyle şey olur mu?
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem dahi gaybi bilgilerin çoğunu (Ona
ithafen söylenenlerinde içinde binlerce vehim bulaşığı ile çorba olmuş
bilgileri hesaba katarsak) söylemekten kaçınmışken, biçare kul gaybı nasıl
bilir/biliyor olabilir ki,
Allah Teâlâ, gaybi bilginin doğruya yakın olarak dahi ifşa olduğunu
farzetsek dahi, o söylenen vakitte tecelli ettirmesi şanına yakışmaz. İşte bu
halin/sıfatın tecelli ettiği bazı veli kullar vardır. Onlar Allah Teâlâ’nın
mülkünün bekası için dua ettikleri gibi bela ve musibetlerin daima kalkması
için tazarru ve niyazda bulunurlar. Bu hale vakıf bir veli tanımak
bahtiyarlığına erişen dünya nimetlerinin en güzellerindendir. Onlar Allah
Teâlâ’nın işine karışmazlar.
Bu veliler ceza namına gelen musibete razı olsalar da dünya ve bulunduğu
âlemin bekasının devamına dua ederler. Onlar ne zaman bir kıyamet tellalı
çıktıysa o veli kul/lar bu olacak hadiseleri ileri vakte ertelemesini Cenâb-ı
Hakk’tan niyaz ederler. Onların niyazı ayni ile vakidir ve her zaman için
makbul olduğunu bilmek ledünni bir bilgidir.
İnternette gaybi tarihlere bakın hepsinin turfa müneccimlere dönüştüklerini
hatalı çıktığını görürsünüz.
Bu konuya bir de komplo teorisyeni olarak baktığınızda “İngiliz işi”
olduğunu görmekten geri kalamayız. Bütün gaybi haberlerin altında sömürgeci
emperyalist güç olan kokarca İngilizin havasını teneffüs edersiniz.
Gaybi bilmek kullara haramdır.
Allah Teâlâ bir kuluna bir hususu bildirirse, bu özeldir. Saklaması
emredilmiştir. Eğer bir haber edilme mevzuu varsa o da remzen ifşasından
fazlası emredilmemiştir, yani aleni ifşa haram kılmıştır.
Neticede Allah Teâlâ’yı seven biri olmanın birinci şartı mülkü sahibine
bırakmak üstümüze düşen kulluk vazifemizi ifa etmektir. Sahibinin mülkünde
bağıran hayvan olmak yerine toprak olmayı yeğ tutmak evladır.
İhramcızâde İsmail Hakkı
RIZIK KAPISINI ARALAMAK İÇİN
Rızık açılması için yapılan birçok dualar ve usuller bulunur. Ancak
bunların içinde biri vardır ki, bu durum gözden ırak kalmıştır. Bu usul
hakkındaki delilimiz için en güzel örnek Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin hayatıdır. Efendimizin rızık konusunda açılan penceresi Hz. Hatice
radiyallâhü anha validemiz cephesinden olmuştur. Bu nedenle ümmet-i Muhammedin
rızık kapısı da kadınların gönül penceresinden bakıldığında zuhur eder.
Kur’ân-ı Kerim’de “Sizden bekâr/dul olanları, kölelerinizden ve
cariyelerinizden (evlenmesi) uygun olanları evlendirin. (Evlenmeye niyeti
olanlar) yoksul iseler, Allah onları lütfuyla destekleyecektir. Allah, lütfu ve
ihsanı geniş olandır, O, (her şeyi) bilendir.” Nûr, 32
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin başından geçmiş olan hatırat
ümmetin üzerinde zuhur edecek hallerin beyanıdır. Bu nedenle sâdık ve sıddîk
makamı üzere olup niyeti halis olanlar için Allah Teâlâ zenginliğin kapısını
aralayacaktır, denilmiştir. Önümüzdeki yılların bir geçim darlığı sezonu
başlatacağı işaretleri belirginleşmeden fakirliği üzerinde hissedenler
ve olanların kendilerine örnek olarak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellemi almaları önemi haiz bir meseledir.
Bu meyanda evli olup rızkı dara düşen erkeklerimizin bir sırrı da zina
iptilasına düşmeleri işareti de vardır (Günah işlemek, rızıktan
mahrum kalmaya sebep olur.) [İbni Mace], (Zina,
fakirliğe yol açar.) [Beyhekî] (Yalan söylemek rızkı
azaltır.) [İsfehanî]
Denilirse ki benim hiç kötü bir halim yoktur fakat rızık konusunda bir
genişlik zuhur etmiyor, bunu aşmak için ne yapmak gereklidir. İşte bunun sırlar
barındıran çözümü şu şekildedir.
Gecenin ağırlaştığı, kalplerin sustuğu, dedikoduların bittiği sadece
aşıkların uyanık olduğu vakit olan teheccüt vaktinde, karı koca birkaç rekat
namaz kıldıktan sonra; hanımefendinin sırtı kıbleye gelecek şekilde kocası ile
dizdize yapışık olarak otururlar. İkisi Allah Teâlâ’ya gönüllerini ve ellerini
açarak dua ederler. Öyle bir dua ki erkeğin gözleri hanıma müteveccih, hanımın
ki erine çevrilmiştir. Kalplerde ikisinin varlığı biribirileriyle dolar. Bir an
sonra, bir şua-i mânevi zuhur eder/etmiş gibi gönüllerinden göğe doğru
bir şelâle-i mâi akmaya başlar. Gören olur veya olmaz. Fakat içlerinde bir
ürperti ile kalpleri titreye titreye Hakk’ın kapısında bir nuru mânevi
deprenir. Gözler nemlenir, gönüller yufkalaşır. Elân bir bir vahdet (birlik)
hali zuhur eder. Bu halin devamında kalpler Yüce Yaratıcının rızık kaderindeki
silinmeyen yazıları “Allah Teâlâ dilediğini siler, dilediğini bırakır.
Ana Kitap O'nun yanındadır.” [Râd, 39] mahvına hükümü ilâhi tecelli
eder. Kalplerindeki korkuları biter. “Ey cin ve insan
toplulukları! Göklerin ve yerin çerçevesinden çıkıp gitmeye gücünüz yetiyorsa
geçin. Ancak büyük bir güçle çıkıp gidebilirsiniz.” [Rahman 33]
kaderdeki değişim tecelli rızkı engelleyen sorunların herbirini Allah
Teâlâ “Ey insanlar ve cinler! Üzerinize dumansız bir alev ve ateşsiz bir
duman gönderilir de kurtulamazsınız.” [Rahman, 35] ayeti sırrınca
hüküm tamam olur. ( Bu usulu, 1, 3, 7 kere yapabilirsiniz.)
Hükmü sabit Vâsi ismine göre tecelli eder. Gönülleri perişan eden sorunlar
birer birer ortadan kalkar.
Unutmayalım ki eşini sevenlerin rızık darlıklarını kaldırmak Allah
Teâlâ’nın kendine borç yazdığı hususlardandır. Allah Teâlâ borcunu ödeyenlerin
en hayırlısıdır. (Hanımıyla [iyi geçinip] şakalaşanın, rızkı artar.) [İ.
Lâl]
Hulâsa-i kelam “Şayet onlar da, sizin inandığınız gibi
inanırlarsa, kuşkusuz doğru yolu bulmuş olurlar; yok eğer yüz çevirirlerse,
onlar elbette bir (çelişki ve) aykırılık içindedirler. Sana onlara karşı Allah
yeter. O, işitendir, bilendir.” [Bakara, 137]
فَسَيَكْفِيكَهُمُ اللّهُ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
Eğer ki eşler birbirini Allah Teâlâ için sever ve noksanlarına sabrederse
kapalı kapılar açılır ve rızık darlığı diye bir husus zuhur etmez. Bu bir hak
sözdür. İşte bu kadar sırra vakıf olup fakir kalanların kendilerini
uyandırmaları gerekir. Meleğini gökten inderemeyenlere, bir meleğe sahip olup
onu incitenlere bir sözümüz yoktur.
(Allahümme ekfinî bihelâlike an haramike ve ağnini bi fadlike ammen sivâke) [Tirmizi]
[Ya Rabbi! Beni helâl ile yetinip, haramdan sakınan kullarından eyle ve
fazlınla senden başkasına muhtaç etme!] (Mektubât-ı Rabbani)
İhramcızâde İsmail Hakkı
PK (2014) PEEKAY [MECZUB]
Sitemizde daha önce yayınlanan “‘STRANGER İN STRANGER LAND’ YABAN DİYARLARDAKİ YABANCI”
başlığındaki yazı ile bu filmi birleştirmeniz dileğiyle.
İnanç/din ister insanın bir zayıflığı veya kuvveti olsun, bazı
istismarcılar, iktidar sahipleri bunu emelleri için kullanmaktan çekinmez.
İnsanın dine olan ihtiyacı ile dinin insana olan ihtiyacı bir tahterevalli
nin iki kefesi gibidir. Biri yükselince diğeri aşağılanır.
Dinlerin kabul veya inkarı arasındaki sorun filmdede geçen şu sözde
aranabilir. Sizin dünyanızda iki tane yaratıcı var. biricisi sizi
yaratan yaratıcı, ikincisi sizin uydurduğunuz yaratıcı.
Önemli olan inancın neresinde olduğumuzdan çok onu nasıl değerlendirip
emellerimize alet edip etmediğimizdedir. Sonu ölüm olan bir hayat yaşıyorsak
eğer, öldükten sonra karşılaşağımızdan bahsedilenlere karşı oluşan bir
duyarlılığı olan kişinin inancında sorgulayacağı tek şey vardır. Ben
neyim/nereden geldim/niçin böyle…, ile başlayan birçok sorunun karşına
koyduğumuz cevaptadır. Bu soruların cevabının doğru olup olmamasının başkaları
için olan öneminden çok kendimizin verdiği/kabul ettiğidir. Ki bunun
doğruluğunu hayatta iken anlayamaycak olsak bile ölünce bir şekilde
anlayacağız/anlatacaklar.
Benim bulduğumu sizde bulun, diyenlerden çok, siz bir şeyler bulmaya
kendiniz çalışın. Ancak bulduklarınız sizden önce bulmuşların bir tarafı ile
uyuşur. Bu ise insan olmamızın neticesidir.
Sonuçta “Senin dinin sana, benim dinim bana” ayetini her sabah namazın
sünnetinde okumayı adet edinen Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin “dinde
zorlama yoktur” ile buluştuğu yerde durmak gerekir.
Üstad Necip Fazıl buyurdu ki: “Fazla ciddiye almayın bu hayatı
nasıl olsa içinden canlı çıkamayacaksınız.”
İhramcızâde İsmail Hakkı
DİNÎ HAYAT GERÇEKTE NEDİR?
Bir kardeşimizin yazdığı mailde can evimizi titreten bir sorusu ve cevapta
umuma şamil bir durum arzetmesi nedeniyle aşikâre olması için paylaşıma koymak
uygun oldu.
Sorular sırasıyla:
Diyordu ki “Yıllar önce bir yakınım "Eşimi tanıyınca İslâmiyet’i
tanıdım ama insanlığımı kaybettim"demişti.
Evet, nasıl bir ahval ki dini yaşamakla/tanımakla
bir şeyler kazanılmıyor, yanında kaybediliyor. İnsanın ahlaki cephesindeki
merhamet, sevgi, huzur .. kavramlarını kaybedip, sert, haricî, Makyavelist,
menfaatçi, beklenti arzusu ön planda olan denî bir insanlıktan nasip alıp
ulvilikten uzaklaşan bir hal almak..
Dini hayat, iki cepheden cereyan ettiğini biliriz. Zahirî ve bâtınî.
Zahirî muamele eğer batınî ahlakla içtima eylemeyip, yalnızta kalır birde
içtinap eylerse dışı yeşeren içi boşalan cevizler gibi yemiş olmaktan uzak bir
gıdaya döner. Bu cevizi yemekte mümkün olamayınca, ya ocakta yakarsın yada
tekrar toprağa gübre olsun diye çürümeye bırakırsın. Bu nedenle içi
boşaltılmış dini hayat ancak insana yük olur.
Cevizin yeşil kabını yemekle tad bulunmaz,
Zâhir ile ey fakîh Kur’ânı arzularsın. [1]
Hakiki dindar, insanlık hakikatli müslüman
mıdır?
Adem aleyhisselâmdan beri gönderilmiş ve tarif edilmiş din İslâm’dır.
İslâm, Tevhid dini demektir. Tevhid Allah Teâlâ’ya şirk koşmamak
manasına olduğu gibi, zahirî ve bâtınî cepheyi bir edip hakiki manadaki kulluğa
ermektir. Batını cephe her hâlükârda ahlakî cepheyi bize haberdâr eyler. Dinin
evveli ve ahiri insan-ı kâmil olmaktır.
İnsanlığı zayıf müslüman, dinci midir?
İnsanlığı zayıf olmak demek, bedenen zayıf olan değil ahlaken istiğmal
ettiği duygu ve düşüncelerini nebevî çizgide bulunduramayandır. Yoksa dinsiz
birinin dini hayatın şekline dönüş yapabilir. Bu dine dönmek değil toplum
içindeki yersizliğini gidermek içindir. Dini yaşayışın zayıflığı bir
yerde ahlaki zayıflığa giderken ahlaki erezyonuda getirebilir. Ahlakî erezyon
dinin yaratılıştaki cephesinden çok insaniyeti nakıs kılar.
İnsanlığı kendinden taşan müslüman
ise hakikatli dindar mıdır?
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin “Ben mekârimi [erdemler.
İyilikler. * Güzel ahlâk sahibi olmak. * Ahlâk-ı hamide, Cenâb-ı Hakk'ın
sevdiği, beğendiği güzel ahlâk.] ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyurması
ile dinin nihayetini ele alır.
İnsanlık ile dindarlık arasında nasıl bir
ilişki vardır?
Sekulerizm tarafından Ahlak ve dindârlık birbirinden ayrı olarak
farzedilsede ying-yangvâri [2] karşıt gibi görünür. Ancak birinde
enyüksek mertebeye ulaşırken diğerinin en altkademesini bulabilme şansını
tanıyan ayrılmazlar ilişkisi vardır. Bunu şu şekilde açıklayabiliriz. Ahlakın
zirvesine çıkan kişi neticede dinin en zayıf noktasını bulur mu, elbet
bulabilir. Eğer devam ederse dinin en yüksek mertebesine erer. Dininde en
yüksek metebesinde olan kişide dini hayatını zayıflatmaya başlayınca en son
bırakacağı hususlar ferdi ve fikrî plandaki muamelat olan ahlakî umdeleridir.
Bu durumu bir Müslüman için düşünecek olursak ilk evvel emirde ameli ibadetleri
terkederek (namaz kılmamak, zekat vermemek gibi…) dinden uzaklaşır. Dindar olmayan
kişinin bile “kalbime bak” diyerek açıkladığı ahlaki prensiplere kadar iner.
Görünüşte hissiyat ve maneviyatın zahiren tartılma imkânı olmadığından ve
yalana nifaka yakın bir durum arzetmesiyle karma karışık bir hal alır. Velhâsıl
dini zayıf olanın derecesinin yakın olduğu yer yaratılış/fıtrat icabı ahlâka
yakındır. Bu yerde ruhsal krizlerin / itmi’nanın olmadığı yerdir.
İşte ahlak ve din birbirini ister itemez bırakmadan devam ederse, birde sarmal
döngüdeki hızda atınca ikilik yavaş yavaş kaybolmaya başlar. Tek renk zuhur
eder.
Hakk'a kulluk halka hizmete neden
götürmüyor?
Nefis terbiyesi üzerine oluşmayan dini eğitimin sonucunda radikalleşen
dindar yavaş yavaş kendi oluşturduğu tapınağın ilkelerini uygulamaya
alır. Her şey o “iç-tapınağın” gerçeğindeki gerçek manaya varır. Şu an için
küfür üzere olan bir kişiye her ne kadar hakikat üzereyiz, denilse de, onun
bizi hakikat üzere görmemesi bir açıdan doğrudur. Çünkü biz onun doğrularına
uymuyoruz.
Yukarıda belirtildiği gibi Allah Teâlâ’nın bizden istediği kulluk neticede
bizim kendi sosyal alanımızdaki mahlukatla olan ilişkimizi düzenlerken ötekiler
diyeceğimiz unsurlarla tevhid üzere buluşmayı sağlar. İncitmeden ve incinmeden
bir hayatın idamesi ancak tevhidi inanç üzere olur ki , bu da şirkten uzaklaşıp
maddî ve mânevi birlikteliği sağlamakla olacaktır. Şirki bugün bazı çevreler
putlar ile karıştırıp laik bir düşünce tarzı ile ele alırken maddi ve manevi
ayrım/dünya ve din ayrımcılığı yapıyorlar. Şirk aslında budur.
İnsanî programları İslâmiyet hangi şartlarda
inkişaf ettirir?
İnsanlık, kendi bünyesinde barındırdığı hususlar ile Allah Teâlâ’ya
ulaşabilir mi? Ulaşabilir. Fakat bu bir yerde nakıs kalır. Eğer bu
programlar günümüzde (hümanist -New Age) gibi akımlar bu hareket tarzı ile
dünyanın daha güzel yaşanılacak bir ortama kavuşacağını iddia ederek,
ilâhi/kitabi dinlerden harmanlayıp birşeyler üretiyorlar. İşin garip tarafı
baştaki çıkışlarındaki kişi veya guruplarını bir zaman sonra peygamberliklerini
ilan edip onun çizdiği dünyanın dar kapsamına düşüyorlar. Sonunda yanlış bir
hareketleri ile kendi koydukları hususlardan inhiraf edip yok
oluyorlar/ediyorlar.
İşte Allah Teâlâ kullarını, bu tür çırpınmalar ile zaman kaybetmemeleri
için rahmetinin iktizası rasüller ve nebiler göndererek sorun olmadan çözmüştür.
Sonuç olarak eşinin etkisiyle bozulduğundan bahseden kardeşimiz Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin “evlenen dinin yarısın
kurtarır.” Buyurduğu mana ile işaret eder ki; bu kişi
evlenince kalbinin dehlizlerinde kalmış kirli bulaşık düşünceleri evlilikle
aşikar olmuş demektir. Bu sebeple terbiye edilmesi gereken hususları veya
hikmete mukarin işler vardır demektir.
“Karısının dilinden, tahakkümünden,
kötü davranışlarından eziyet görmeyen Allah Teâlâ dostları azdır. Bunların bu
kadınla evlenmeleri ya nefisleri terbiye ya da başkalarını o kadından korumak
içindir.”
YÂKUB-UL ÇERHÎ Kaddesellâhü Sırrahu’l Azîzin KUTUPLUK SIRRI
Bu meselenin bir benzeri hacca giden insanlarda da zuhur eder yine
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki, “Hacla umrenin
arasını birleştirin. Zira bunlar tıpkı körüğün demirdeki pislikleri temizlemesi
gibi günahları temizler.” (Nesâî, İbnu Mâce)
Bu hadisden çıkan işâri bir manada dini ameliyye insanın madenini ortaya
çıkarır demektir.
Bu meyanda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki, "Dağın
yerinden oynadığını duyarsanız inanın, fakat bir kişinin huyunun değiştiğini
duyarsanız inanmayın. Çünkü o yine fıtratındaki şeye döner." [3]
Sözü Allah Teâlâ’nın kelâmıyla bitirelim “Allah’ın yaratışında
değişme yoktur” (Rum, 30/30) Çalışma ve gayretler Allah Teâlâ’nın
lufu ile nihayete erer.
İhramcızâde İsmail Hakkı
NOTLAR
[1] Nâdanı terk etmedin yârânı
arzularsın,
Hayvânı sen geçmedin insânı arzularsın.
“Men arefe nefsehû fakad arefe Rabbehû”
Nefsini sen bilmedin Subhânı arzularsın.
Sen bu evin kapusın henüz bulup açmadın,
İçindeki kenz-i bî-pâyânı arzularsın.
Taşra üfürmek ile yalunlanır mı ocak,
Yönün Hakk’a dönmedin ihsânı arzularsın.
Dağlar gibi kuşatmış benlik günâhı seni,
Günâhın bilmeden gufrânı arzularsın.
Cevizin yeşil kabını yemekle tad bulunmaz,
Zâhir ile ey fakîh Kur’ânı arzularsın.
Şarâbı sen içmedin sarhoş u mest olmadın,
Nice Hakk emrine fermânı arzularsın.
Gurbetliğe düşmedin mihnete sataşmadın,
Kebab olup pişmedin büryânı arzularsın.
Yabandasın evin yok bir yanmış ocağın yok.
Issız dağın başında mihmânı arzularsın.
Ben bağı ile bostanı gezdim hıyâr
bulmadım,
Sen söğüt ağacından rummânı arzularsın.
Başsız kabak gibi bir tekerleme söz ile
(Yunus) leyin Niyâzi irfânı arzularsın.
[2]Yin ve Yang felsefesi, dünyada bugün varolan gelmiş geçmiş tüm bilgi
kaynaklarının temelinde görünebilen, karşıt kutupları ve bu kutupların
birbiriyle olabilecek her türlü ilişkisini ortaya koymaya uğraşır. Kadim Çin'in
yazılı en eski belgelerinden kabul edilen Yi Çing MÖ 2800 (Değişimler,
Dönüşümler Kitabı) Yin ve Yang üzerine kurulmuştur. Yin ve Yang kutuplarının
ilkerinden bazıları:
Her şey, iki kutupludur ve birbirine karşıttır
Her şeyin birbirinden ayrılamaz iki karşıt kutbu vardır. "Yin" ve
"Yang" kutubu. Nerede Yin ve Yang kutuplaşması oluşur, orada hareket
de başlar. "Bir" "Hiçlikten" gelir. "İki" de
Bir'den doğar. Her şey ise İki'nin yani iki kutubun Yin ile Yang'ın
tükenmeyen, değişen ve dönüşen sarmal döngüsünün ürünü olarak ortaya çıkar. Her
şey için geçerlidir. Hücre bölünmeleri gibi gittikçe daha karmaşıklaşarak
gelişir, dönüşür. Karşıt kutuplar, elektrikte akımı, mıknatısta çekme ve itmeyi
tetikler.
[3] İmam Suyutî, bu hadisin zayıf veya sahih olduğuna dair bir işarette
bulunmamıştır. Haysemî ise, -Ahmed b. Hanbel’in Ebu’d-Derda’dan rivayet ettiği
bu hadisin rivayet zincirinde bir inkıta/kopukluk olduğuna dikkat çekmiştir(bk.
Mecmau’z-Zevaid, 7/196).
HERKES KENDİ DOĞRUSUNDA
Nereden çıktı bu dünya işleri…
Ortada bir sorun var. Onun çözülmesi gerekiyor. Doğru söylüyorsun, fakat
karşındakini bir türlü ikna edemiyorsun/olmuyor. Ne yapılsa, ne söylenilse hep
boşuna gidiyor. Birde öteki düşman olup, seni/beni/onu yıkmak için elinden
geleni yapıyor.
Desen ki, hakikatimle o kadar doğruyum/z, fakat o da yanlışında, o kadar
hatalı, yinede ısrar edip beni/seni yıkmaya çalışıyor.
Karşıdaki hiçbir şekilde ikna olmuyor.
Ne yapsan boş.
İşte o zaman başka bir sorun başlıyor.
Yenmek/ yenilmek yok birde düşman olunuyor.
Düşman olmak bir yerde kalır mı bu sefer iş ileriye varıyor. Zarar verme
unsuru ortaya çıkıyor.
Taraflar hep diyor ki sen/siz iyi ol, ben/biz de iyi oluruz. Yoksa..
diyorsun ki ben/biz haklıyım ve doğruyum, onun iyi olması gerek değil mi?
Olmuyor.
Mücadele başlıyor.
Taraflar arasında kim iyidir belli olmuyor. Doğru olanda artık kötü oluyor.
Mücadele içten içe kızışıyor.
Başta haklı olanda haksız duruma düşüyor.
Unutmayalım ki bu tür mücadelelerde iyi olan hep kaybediyor. Evet hep iyi
olan kaybediyor.
Allah Teâlâ doğrunun yanındadır. Doğruyu ayağa kaldırır, deniliyor.
Bir şartla olsa gerek..
Cesur olursan ve karşındakinin mücadelesine sende mücadele etme yeteneğini
kazanırsan.
“Pasif direnişle” bile olsa mücadele, mücadeledir, zamanla yılmadan
yıkılmadan çalışarak.
İşte mücadelen var ama, Allah Teâlâ’nın emri ile muradının birleştiği
noktayı bulunca zafere ulaşıyor.
O da biraz zor…
Başarısız kalmak ve yenilmek kimsenin arzusu değilse de, kader değişse de
takdir değişmiyor.
Heyhat…Dünyada seven sevilene kavuşmuyor, doğru hep kaybediyor. Var olan
yok oluyor, yok olan var oluyor. Hep bir umut, tek bir umut kalıyor. O da
zamanla yıkılıp gidiyor.
Bu kubbede bir hoş sadâ değil, ölüm mü baki kalıyor?
Ölüm dünya hayatını düzenleyen ölüm.
Bir zalim bir mülke malik oluyor, ancak mülkü hayatıyla kaim. Sonra
gerçeklerin açıldığı ölüm gelip hepsini birden değiştiriyor. Zülüm/devrân
bitiyor, başka devir başlıyor. Bunun tersi de oluyor. Refah ve huzurlu bir
hayat sürülürken, “ölüm bizi ayırana kadar” ile her şey bitiyor.
Bu hikaye ne zaman başlıyor.
İki insanın karşındakine kendini anlatamadığında..
Kısır döngü, dönüp duruyor.
İşte dünya hayatı dedikleri bu, karşındakine kendini anlatmamak.
Allah Teâlâ bile kuluna kendini anlatamayınca biz birbirimize kendimizi ne
kadar zor anlatırız, bir düşünün.
Hulasa, her güzellikten daha güzel olan “yok olmak/ölüm” belki
dünyanın en değerli hazinesi. İnsan belki de bu hazineye sahip olduğu için
biraz fazladan isyan mı ediyor?.
Kutsal olan hayatlarımız “kutsal ölümlerimizle” daha doğrusu “ölmeden önce
ölün” denilen “kutsal intiharımızla” süslenmeli gibi geliyor.
Herkes doğrusunda ısrar ediyor, bizde...
Doğru artık kimin tarafında belli olmuyor.
İhramcızâde İsmail Hakkı
YAŞAR KEMAL’DEN TİLDA GÖRÜNDÜ
Birkaç gün önce matbaacı abim Kemaleddin Beyi ziyarete gitmiştim. Herkesin
derdi ayrı bizimkisi kitap olunca söz mecliste Yaşar Kemal’e gelmişti. Hiç
beklemediğim bir şekilde “Yaşar Kemal’in şöhretinin arkasında Eşi
Matilda Gökçeli [Matilda Sorero] vardı. O olmasa Yaşar, kemal bulamazdı.” Önceden
o kadar meşgul olmadığım bir konu idi Bunun üzerine biraz araştırınca gerçeğin
bu meyanda olduğunu gördüm. Başarılı erkekler arkasında kadınlar ve Yahudi
olmanın verdiği bir kuvvet ister istemez yine göründü.
Kadınlar ve Yahudiler.
İnsanlar oluyor, ama nasıl?
Yahudiler konusu malum. Ancak kadın eğitiminin ve kadın gücünün yüksek
irtifasını erkeklerin aşamadığını bir daha hissettim. Bu nedenle kadını
eğitmenin gerekliliğini çok iyi anlamamız gerekiyor.
Aşağıda sizin için tarama yapınca birçok bilgiye ulaştım. Yazıları
derledim, şöylece bir göz atmanızı isterim. (Kısa videoları seyrederek ilim
sahibi olunacağını zanneden okumayı sevmeyen halkımız için) Tilda Hanımın şu
sözü halkımızın bir cephesini de ortaya koyuyor. "OKUMUYORLAR"
Büyükler derler ki, işin sonuna bakın, neticede ne hasıl olmuş. Niyetler
akıbetinde hiç umulmadık noktalara ulaşıyor. Ulu Hakan II. Abdülhamid devrinin
ünlü saray hekimi Jak Mandil Paşa’nın torunu zor bir hayat yaşadıktan sonra
Rabbine huzurla gidiyordu.
"Son Osmanlı"yı mı uğurluyorduk; yoksa toplumumuzun harikulade
dokusunun, derinliğinin bugünlere ve yarınlara izdüşümünü mü izliyorduk?
Doktoru cüzdanında "Kelime-i Şahadet" bulmuş
vasiyet niyetine. Varoluşunda karınca emeği bulunan dev eşi ile, sonsuz
yolculuğun mekanında da ayrı düşmek istememiş. Mathilda doğdu, Tilda Kemal
olarak Teşvikiye Camii''nden kalkıp, Müslüman mezarlığında uykuya girdi.
Milletimize hizmet eden kişilere saygı duymak boynumuzun borcudur. Çalışan
insanların gayreti başkalarına/insanlığadır. Neticede çalıştılar….
İhramcızâde İsmail Hakkı
ZOR İŞLERDEN OLAN SEVME MESELESİ
Dünyasının iyi olmasını isteyen babasıyla,
ahiretinin iyi olmasını isteyen annesiyle iyi geçinmeli “ûf” dahi
dememelidir.
Geçim darlığı çekiyorsanız babanızdan
helallik alın.
Aile geçimsizliği çekiyorsanız eşiniz ve
çocuklarınızla mutlu değilseniz annenizden dua alın.
Hulâsa, Ebeveynini mutlu eden kendi mutlu
olur.
Eğer iş işten geçmiş ve her ikisini de
kaybetmiş ve mutsuzsanız, kendinize ağlayın, dönüşü olmayan bir yola
girmişsiniz, demektir.
Allah Teâlâ size yardım etsin.
Ben yine de bir şeylerin düzelmesini
istiyorum diyorsanız, o zaman Allah Teâlâ’ya dua edin, muhakkak bir kapı açar,
fakat bunun nerden olacağı muammadır.
Bu muammayı çözecek er az bulunur. Yine de
bunu size çözecek ve öğretecek bir üstad arayın.
Büyük ihtimalle zor bulacaksınız.
Yine de diyorsanız;
Öyleyse sadaka vererek ve tövbe ederek
Allah Teâlâ’ya sığının.
Ey dostum!
annen ve baban hayatta iken fırsatı
kaçırma.
Geçti mi fırsat bir daha girmez ele
Ağla dur yan dur, hepsi nafile
İhramcızâde İsmail Hakkı
AŞK VE EVLİLİK
“Ters köşe bir yazı ama bakmak gerek”
hzl:İsmail SÖZER
Geçinip geçinemeyeceğinizi, birlikteliğinizi sürdürüp sürdürememeyeceğinizi
anlayabilmek için en az iki şahit dinleniyor, sizlerin ayrı ayrı
geçimsizliğiniz üzerine görüşleriniz alınıyor, ve devlet adına görevli birileri
sizin birlikteliğinizin, içimizden birisinin bu birlikteliğin sürmesine
kesinlikle karşı olmasına rağmen, ki bu sahne bunu gösteriyor, sürüp
sürmeyeceğine, birbirinizin kıymetini anlayabilmeniz için ne kadar süre ayrı
yaşamanız gerektiğine ya da sürmemesi durumunda birbirinize karşı
yükümlülüklerinizin ve haklarınızın ne olması gerektiğine sizlerin adına karar
veriyor ve sizin güzel duygulanımlarla başlamasına karar verdiğiniz
birlikteliğiniz sizin kararınız dışında ya bir şekilde devam ediyor ya da
sonlanıyor. Devlet sizi birbirinize karşı koruyor ve sizin birbirinize karşı
güvenceniz olur.
Sevmek, aşık olmak nasıl tanımlanabilir?
Tam bir duygu kompleksi. Birlikte olduğum ya da birlikte olduğumu
duyumsadığım sürece kendimi huzurlu, rahat, güvencede hissediyorsam; en iyi
O’nu anladığımı, en iyi Onun anladığını düşünüyorsam; duygularımı duyguları,
duygularını duygularım olarak duyumsayabiliyorsam, güzeli, iyiyi, doğruyu
yaşadığımı, aynı dilde konuşabildiğimi, aynı referans çerçevesinden
bakabildiğimi, en iyi kavgayı O’nunla yapabileceğimi, en güzel barışı O’nunla
yakalayabileceğimi görebiliyorsam; sevinci sevindiriyor, acısı üzüyorsa;
gözlerinde yitiyorsam, teni çekiyorsa ve yaşamı birlikle omuzlamak için can
atıyorsam, seviyorum, aşık olmuşum, di mi?
Evrenin en zekisi, en akıllısı, en duyarlısı, en güzeli, en temizi, en eli
çabuğu, en aristokrat çatal tutanı, en iyi espri yapanı, en güzel seks yapanı,
en ilginç fantezi kuranı, en parlak dişlisi, en hızlı okuyanı, en demli çay
yapanı, en içten güleni, en masum ağlayanı, en cici naz yapanı ve kendisiyle en
fazla barışık olanı O değil. Ne O benim gözümde ilahe, ne de ben O’nun
gözünde ilahım. Ve O benim değil, benim de O’nun olmamı istemiyor.
Tırnağının eğriliği, vücudundaki fazladan yağlar, yüzündeki kırışıklıklar,
saçlarının kırılması ve ağarması, kimi esprileri anlamada gecikmesi, kimi
söyleşilerde yabancı kalması ya da kimi anlarda aniden komplekslere kapılması
beni rahatsız etmiyor. Ne kapak kızı peşindeyim, ne vücut geliştirme şampiyonu
peşinde. Sıradan insanlar olduğumuzu biliyoruz. Ama O’nu gereksiniyorum. O’na
aşığım. Günün ilk enerjisini O’ndan almak, akşamın yorgunluğunu O’nunla atmak
istiyorum. O’nunla sevişmek, O’nunla dövüşmek istiyorum. Çalışmalarımda destek
almak, çalışmalarına destek olmak, dünyaya ve size katkılarına ve tutuculuğu
yenişine ortak olmak istiyorum. Ve biz evleneceğiz. Nikahlanacak mıyız,
bilemiyorum.
Özel koşullarımızı aşabilirsek, yakın çevremizin tedirginliğini atmak ve
onların mutluluğuna katkıda bulunmak için nikahlanabiliriz. Bizim birbirimize
duyduğumuz güven ve saygı, herhangi bir kurumun bize verebileceğinden daha
fazla. Aslında nikahı devlet güvencesi, böyle bir güvence gereksinimini de daha
baştan birbirimize duyduğumuz güvende eksiklik olduğunun resmi onayı olarak
görüyoruz. Ama bizim gibi düşünmeyen ve bizim gibi düşünmelerini
sağlayamayacağımıza inandığımız sevdiklerimizin mutluluklarına nikahlanarak
katkıda bulunmada da sakınca görmüyoruz Bizim evliliğimiz duyarlılığımızın
yitimine, sevgimizin kaybına neden olmaz. Birbirimizi ve kendimizi hep
eleştirebilir ve daha güzelin peşinde koşmaya devam ederiz. Biz birkaç
günlük beraberlikte fark edilmiş cinsel cazibenin, bir iki konudaki ortak
görüşün yalnızlığın dayanılmazlığına çözümü olarak böyle bir birlikteliğe karar
vermedik. Yıllara varan bir dostluğa bugün kendiliğinden eklenen
bir boyut bu aşk. Aşık olduktan sonra dostluk geliştirmeye
çalışmadığımız dikkatinizi çekmiştir umarım. Ve biz birbirimizi sahiplenmeyiz.
Benim sevgilim değildir O. Benim sevdiğim O’dur yalnızca. Birey olarak
birbirimizin varlığını kabul eder ve destekleriz. Ruhlarımıza sahip çıkmayız,
yalnızca erişmeye çalışırız. Birbirimizin efendisi ve/veya kölesi
olmaya çalışmayız. Yalnızca omuzdaşız. Paylaşmayı severiz.
Paylaşabilmek bize haz verir. Konuşamayacak kadar sinirli ya da sıkıntılı
olduğumuz anlarda yalnızca el ele tutuşacak gücü bulmak bize yeterli gelir.
Birbirimize karşı sorumluluğumuz vardır ama görevimiz yoktur. Yalnızca
sevdiğimiz için, böyle daha mutlu olacağımız için sorumluluk duyumsarız. Böyle
güzel bir birliktelikte zaten cinsellik dışarda aranmaz. Duygusal paylaşımdan
yoksun cinselliği hayvansal güdülenim olarak gördüğümüz için, “Canım çekti
yattım, hayatım. Ne var bunda? Ben yalnız seni seviyorum” gibi şeyler söyleme
gereksinimi duymayız. Nikahlılığı değil ama evlilikleri savunmaya
çalışalım. Hani hep diyorsunuz ya, günümüzde aşk ölmüştür diye. Hiç güzel giden
bir beraberlik görmedik diye. Aşık oluyoruz ama birliktelikler sıkıcı oluyor,
yeni aşklar arıyoruz diye. Aşka inanıyoruz ama aşkı yaşayamıyoruz diye. Sizlere
umut kaynağı olacağımız için çok seviniyoruz. Bundan yirmi yıl sonra da bizi
bir gitar resitalinde el ele görürseniz sakın şaşırmayın.
İsmail SÖZER
3.10.1994-Bakırköy
Şizofrengi Dergi, Sayı 16,
Ekim-Kasım 1994
Ek: Evliler, nikahlılar, sevenler. Allah Teâlâ nikahı emrediyor. Sosyal düzen
için evlilik akdi elbet şartlar arasındadır. Ancak kağıt üstünde evli olup
birbirini sevmeyen binlerce insanlar var. Ancak günümüzde karı ve koca
arasındaki şiddetli geçimsizlik dünyada cehenneme girmek gibi olunca ne din
kalıyor ve ne de diyanet. Sonra yazıda belirtildiği gibi bir hakim kişilerin
evli kalıp kalmayacağına karar veriyor. İşin garib tarafı budur. Severek evlen
başkaları seni ayırsın. Punkvâri ve hippi tarzı bir yaşam tabiki sosyal nizam
için uygun değildir. Öyle ise ne yapmalı? Diyebiliriz ki; hasbelkader yoları
birleşmiş insanlar birbirlerini sevmeye ve aşka değerli bulmuyorlarsa hiç olmaz
ise acısalar, merhamet etseler ne iyi olurdu.
Kağıt üstünde ve iki şahit huzurunda evlendik demekle de her şey bitmiyor.
Günümüz gençlerinin evlilikleri meçhule giden gemileri dalgalı okyanusta
yüzdürmeye çalıştıkları birliktelikleri sadece ad olarak evliler olarak
geçiyor.
Ne yapmalı?
Yapılacak bir şeyler arasında, devlet ve büyükler evlilikleri çıkmaza
girmiş kişilere özel yardım etmelidir. Ayrıca TV lerdeki ayrılsakta beraberiz
ve entrika üretiminde akla hayale gelmeyecek senaryolar ile çarpık aile dramı
işleyen dizilere son verip, alt yapıyı sağlamlaştıran konulara yönelmelidir.
sağlayan Ancak ne yazık ki, her şey bir aile yıkımı veya meşrulaştırılmış
yasak ilişkileri yıllarca işleniyor.
Ahmet Âmiş Efendi kaddesellâhü sırrahu’l âlî Efendimiz buyurdu ki:
“Dünyada işini bulan değil, eşini bulan mutludur.”
İhramcızâde İsmail Hakkı
BİLGİYİ KANALDAN GİZLİCE AKITMAK
Misyonerler Nasıl Çalışırın Arkaplanı
Bu yazıyı yazmama neden olan geçenlerde bir siteye tesadüf etmemdir. Site
içeriğinde kendince zıt bir konuyu anlatıyor görünürken birçok kişinin
ulaşamayacağı bilgiler yığınına beş dakikada ulaşabilmesi için bilinçaltının
yoğunlaşmasını sağlıyordu. Belki bu kişiler için yapılan doğru bir ilkenin
tarafında olmaktı. Fakat doğru olan hayalinde bile düşünemeyeceği bir etkeni
veya düşünmesini sağlayacak “ilk muharrik sebep” içeriği gazete küpürleri ile
deklere ediliyordu. Yani ters bilgi ile bilmeden/bilerek “hedef yanlış
düşünce bilgisi”nin duyurusu yapılıyordu.
Bunun etkisinden kurtulmak mümkün müdür?
Çok defa “Hayır” diyebilirsiniz.
Hedef bilginin öz içeriğini, aktarım kanalının içinden gizlice alırken,
yoğrulmuş zihin, bir dönem sonra doğrular kısmındaki verdiği tepkilerine
kattığı etkilenmesi kalmamış ve yanlış bilgiyi kabullenmekten kurtulamaz.
Psikanaliz bilimin temel esası, aslında günahların, rahatsılıkların ilmî
alana aktarılarak, anlaşılmasını hazmını sağlayarak, mutluluğun ele
edilmesidir. Bilginin arkaplanında gizlenen ortak payda “suçlu
değilsin” yanında “saptığın zannettiğin şey seni rahatsız
etmez, başkalarını etkiler,” olmaktadır.
Yalnız değilsiniz!
Kendinizi çıkmaz bir sokakta görmenize gerek yok. Bu sokakta çok kişi
bulunmaktadır. Bunun ilişkilendirilmesini yapabilirsin. Bir video
oyununda süper kahraman olan olabilme şansın ne kadar yüksek ise, öldüğünü
görebilme, öldürme şansında o kadar varsayılır. Sonuçta sen her
hareketinden sorumlu olmadan çıkacağın bir zamanın vardır. Hayatı
oyunun gerçeğinden kendi gerçeğine, daha sonra sanal gerçeğe
yönlendirebilirsin.
Doğru Bilginin Zehirlenmesi
Bilginin zehirlenmesinde veya çarpılmasında doğrunun tarafında olmak çok
zaman şizofrenik bir alt yapıya sahip oluşundan [Doğru sözlüyü kırk kapıdan
kovarlar.] kapıları tam kapatmak yerine aralıklı bırakmak yerinde
olur. Hayatta bütün kapıları kapalı tutmak mümkün değildir. Hepsinde sonuna
kadar açılmasının da bir gereği yoktur. Asıl olan gerçeklerinde ötesinde olan
hakikat pencerelerini kırmadan açmak için dikkat edilmelidir.
Sözün imalı söylenmesi
İstibdat ve dikta dönemlerinde fikri beyanda zorlukları aşmanın tek çaresi
mecazi terminoloji kullanmak esas olabilir. Fakat korkunun zihni melekeleri
mahkûm edişi baskısı altında birçok akıl sahibi dumura uğramaktan korkar.
Bulanıklaşan mantığının içerinde dizüstü kapaklanıp kalır.
Toplumun yanlış kabul ettiği bir konun reklamı imalı olarak yapmak
aldatmanın geçerli sebebi olabilir. Yani, tenkit ettiğiniz şeyin reklamını
yapmak yerine iyi bölümünü varsa onu beyan etmek uygundur. Reklamını “ters
bilgi ile yapmak” hatadır ve aldatmadır. Beyanın hatıra içeriği gibi
canlandırıcı özelliği olmamalıdır. Bu konuda örnek vereceğimiz birçok site var.
Bizim sitede dahi bazen bu tür yanılgıya düştüğü olabilir. Fakat içeriğinde
bilgi yükü ağırlıklı olduğundan tahammülü internet sörfçüsüne ağır gelmektedir.
Yazının İmaj ve resim içeriği de çok düşük olunca günümüz insanı için ağır
gelmektedir. Düşünürseniz günümüz insanın düşüncelerini bit twitter mesajına
sığdırmak kadar aceleci bir hayatın girdabında olunca okumaya dahi çok zamanı
olmuyor.
Bir konuyu öğretebilmenin kolay yollarında
biri zıddı olan düşünceyi anlatarak yapma metodudur.
Bu durum beyan sahibini koruyucu olduğu gibi karşı tarafı etkileyicidir.
Anlatan bu durumdan etkilenmediği gibi uzakta kalarak, normalden aktarması
mümkün olmayan zıt ve hatalı meseleyi de karşı tarafına, konu genişliği ile
etraflıca anlatmış olur. Günümüzde bu metodu kullanan birçok görüş ve
etkinlikler bulunmaktadır. Bu usul aldatıcıların, misyonerlerin uygulamaları
içerisindedir. Zaman ve gayretlerini bir konuya hasrederek zıt yönden anlatıyor
görünerek asıl öğretmeleri gereken meseleye vukufiyet kazandırırlar. Örnekleri
çoktur.
Eskilerin söylediği şu söz çok manidardır. Sevap diye
yaptığımız günahlar. Sevaplarımız meğer kuyumuzu kazarken biz
üstüne cennet köşkleri bina eder zannından ferahlık duyar olmuşuz.
Yükselen paradigmalarımız ağır ağır enigmaya dönüşürken doğrularımız
yamulmaya başlamıştır. Yapılması gereken ölümlü olduğumuzu unutmadan yaşamalı eğer inancınız
varsa onu da meşrulaştırmanın kaygan zeminden koruyarak ideal hedefe doğru
yönelmeye çalışmalıyız.
İhramcızâde İsmail Hakkı
Örnek vermek gerekirse aşağıdaki bir sitenin linkleri düşüncesinde hayale
getiremediği şeyi hatırlatmak vazifesi gibi gazete manşetleri ile misyonerlerin
hoşuna gidecek bilgileri temiz kanaldan sunuyorlar. İlk etapta bu durum başka
gibi algılansa da subliminal mesaj içeriği ile zihinler doğru akmaktadır.
Bilginin görsel aktivitesine ihtiyaç olmadan sunulması mümkün iken bu
kardeşlerimizin bu konuda duyarlı olmaları gerekir. Yukarıda beyan ettiğimiz
üzere “Yalnız Değilsin” kategorisindeki günah çizgisini kalınlaştırmaktan başka
bir şeye yaramaz. Yeri gelmişken bir konuyu da hatırlatalım. Pornografinin daha
güncel hayata tam olarak oturmadığı 70 ve 80 li yıllarda gazetelerin yaptığı
promosyanlar vardı. Ansiklopediler. Bu kitaplar görünüşte
ülkenin en ücra köşesine ulaşırken içeriğinde denetimsiz olarak o zaman ki
kültürün hazmedemediği resimleri içlerine serpiştirerek evlere sokmaya
başladılar. Temiz suyun içindeki virüsler gibi. Denetimsiz kontrolsüz akan bu
bedava kitaplar her yere ulaştı. Unutulmamalıdır ki Ansiklopedik bilgiler
devamlı güncellenmesi gereken bilgi kaynağıdır. Çoğumuz bu kitapları
kütüphanelerimizden atmaya başladık. On sene sonra içindeki bilginin yanlış
olma ihtimali artmaktadır. Yani ansiklopedik bilgi süreğendir. İşte bu konuda
misyonerler, dini çevrede tepki ile karşılansa da psikanalizmin metodlarını
uygulamada çok mahirdirler. [Bkz: BEN ASRI]
Allah Teâlâ, milletimizi ve Müslümanları muhafaza buyursun. Amin
Örnek linkler
http://www.islamustundur.com/batiranbati.html
http://www.islamustundur.com/islamin_escinsellige_bakisi.html
PERSONA (1966)
Bu film hakkındaki yorumlara bizim ekleyeceğimiz mevzu ise zayıf
yaratılışlı insanın kişiliğini koruması için bir ortağa ihtiyaç duymasıdır. Bu
bazen nefsi), şeytan(ı), bazen parelel sevgilisi -bunun erkek ve kadın olması
bir çok kişi için farketmiyor-. İnsanın zayıf bir durumunu başkasında seyretmesi,
haz alması, kişiliğin bölünmüş şekli olarak
düşünülse de, bunu bir kaos olarak algılamalıyız. Bu
durum dindarlarda Tanrıyı da kişiliğine ortak etmesi gibi olur. Bunun açmazları
daha fazladır. İnsan hayatında ilk olarak kazandığı bencillik ve narsist
durumları ileri yaşlarda hayatın çilesine tahammül etmekte
zorlananlar için aralaması zor kapılar gibi olup sıkıntı ve endişe içinde
olduklarını görebiliriz. Günahkârlarda bu durum daha bârizdir.
Niçin insan bir ikinci ortağı arar ve bulduğu zaman ferahlar?
Olgunlaşmak veya ham kalmanın bir mevkisinde kalan insanı, yıkıntıdan
kurtaracak unsurlar az bulunuyor. Çare terk etmek ve sadece terk etmek. Unutmak
veya unutturulmak.
İnsan her şeyi terk etsede kendini terk edemeyeceği kesindir. Sûfî
hayatın terk üzerine kurduğu sistemde “terki terk etmek” vardır.
Bu kişiliğin bölünmesine engel olmak için gerekli bir mefhum mudur? Mesela
affetmek için önce insanın kendini affetmesi mi gerekiyor?
Safiye Erol bir gün hocasını ziyarete gittiğinde, uzun zaman görünmediği
için sitem işitir. “Af buyurun efendim” sözleriyle özür dilemek
ister.
Hocası Ken’an Rifâî kuddise sırruhu’l-azîzin cevabı uzun zaman kendisini
düşündürecektir:
“Ben affetmişim ne çıkar? Sen kendi kendini affet.”
[YARDIM, M. Nuri, Safiye Erol Kitabı, İst, 2003, 88]
Person’a insanı yücelten ve aşağılayan kompleks durumları dengeye getirmeye
çalışmanın bir çabası olsa da yaratılışta her zaman bir taraf ağır basar.
Ya iyisin ya da kötüsün; Ya O’sun, ya bu’sun; Ya tamsın, ya noksansın;
Kimse kimsenin yerine geçemediği gibi, yükünü de taşıyamaz. İnsan bencil
yaratılmıştır. Her insan başak bir kişiliğin hiçbir zaman kopyası olamaz.
Psikanaliz insanları belirli sınırlar içine sokmaya çalışsa da her
insan yaratılışı yönünden diğer bir insana benzemeyecek kadar farklıdır. En
güzel örneği parmak uçlarında gizlidir. Parmak uçları farklı olan insanların
ruhlarını eşleştirmek mümkün değildir. (İhramcızâde İsmail Hakkı)
“ALLAH” LAFZINDA GİZLENEN “HAÇ”
Rituel Sembolleri bir şeyin içine gizlemek/saklamak insanoğlunun zevkleri
arasındadır. Bunu başaranlar kendilerince orgazm hissine kapılmışlardandır
demekte yerinde olur. Bu “Aklın düzülmesi”ni sağlamış bir cinsel dürtü
gibidir. Zamanımızda cinselliğin binlerce türü düşünülünce, bu söz doğrudur.
Yine bu tür davranışlar psikolojik hastalıklardan sayılabilir. Yani kendi
ritüel sembolünü sevmediğin/sevdiğin birinin değerinde gizlemek başarılı bir
sunumdur da diyebiliriz.
Kitap hazırlayan biri olduğumdan ilk dönelerde bir okuyucumun biri beni
“duâ” duraklarına yerleştirdiğim
{} şekilleri bir papazın icad ettiğini ve haç işaretini temsil ediyor
şeklinde uyarması ile terk etmiştim. O zaman bu tür aldanmaların/aldatmaların
farkına varabilmiştim. Mesela Bir zamanlar Selçuklular zamanında yapılan
binaların süslemelerinde “ALİ” yazısını yerleştiren İranlı-Şii
ustaların durumu gibi. (Tabi ki bu tür yazıların konulması hakkında
olumlu veya olumsuz fikirler ileri sürülebilir. Buradan yazının pdf sine
bakabilirsiniz.) Fakat bu istifler konulmuştur. Buradaki
söz birileri şöyle – böyle birilerini aldatıyor mu, aldanıyor muyuz, gerçek
nedir, yalnızca varılacak netice yazıyı oraya koyanın kalbinde gizli olmasıdır.
Sözü buradan son dönemlerde hat sanatını icra edenler arasında istiflemede
yapılan bize göre yanlışlardan biride “Allah” الله Lafzında
bilerek/bilmeyerek elifin yerini tahrif ederek ikinci “lam” harfinden sonraya
nakşetmesi ile haç’ı imâ eden tavrı yerleştirmek moda olmuştur.
Günümüz itibarıyla Mekke-Hârem’de inşa edilen kaşanelerin tepesinde
de hükmeden bir edâ ile haç işareti sehven (!) yerleştirilmiş bu form vardır.
Umumiyetin bu konuda çok bir görüşü/farkındalığı olmayacağından Lafza-i Celâlin
acilen değiştirilmesini düşünüyoruz. Ayrıca binaların durumu da ayrı bir haç
komposizyonu oluşturmaktadır.
Unutmayalım ki, hiçbir zaman ecdâdımız, hürmeti nedeniyle Harem civârında
Kâbe-i Muâzzama’dan yüksek bina yapmamış/izinde vermemişlerdir. Bugün dahi
izdiham konusu olmasa müminlerin ekserisi metaf alanında (tavaf yerinde)
bulunan üst katlarda tavaf yapmaktan hazer ederler. Müslümanların bu
konuda uyanık olmaları dileği ile.
İhramcızâde İsmail Hakkı
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar