Print Friendly and PDF

Zihnin Muhteşem Gücü – Gregg Braden



Ben bilim adamı olarak yetiştim. Altyapım pozitif bilimler, fizik bilimi, dünya yer bilimi gibi. 1960’larda 70’lerde bu eğitimi alırken, bugün konuştuğumuz iç dünyamız, içsel düşüncelerimiz; duygularımızı, inançlarımızı, etrafımızdaki dünyayı etkileyecek herhangi bir şeyi konuşma imkanı o zamanlarda yoktu ve her şey direkt deneyime dayanıyordu.
Anlamaya başladığım şey, bunun bizim dışımızda Doğu da, Mısırdaki manastırlar da, Tibet, Hindistan, Bolivya, Peru, yerli geleneklerinde, köylerde ve Hindistan’ın dağlarında, neredeyse her kültürde herkes tarafından bilinen BÜYÜK SIR olduğu. Bedenimizin içinde olanların bir şekilde dış dünyamızı etkilediğini hepsi biliyordu. Bilim adamı olarak eğitilmeme ve etrafıma da cevaplarım doğrultusunda bakmama rağmen bizim bilim buna tarihsel olarak izin vermemiştir. Dolayısıyla bu yerlere gitmeye başladım. Manastırlara ve bahsettiğim tüm o yerlere gitmeye başladım. Bu benim için doğrudan bir tecrübe oldu, orada bu tarz gelenekleri yaşayan, pratiğini yapan Louise Hay gibi diğer yazarlarla doluydu ve onların öğrettiği o bilginin paylaşılması da benim için bir lütuftu.
Anlamaya başladım ki bilimin yanlış anladığı yer burası! Modern bilimin yanlış yaptığı iki yer, iki varsayım var. Şimdi dönüp bunları düzeltiyorlar… İlk yanlış bizim “boş” olduğuna inandığımız uzayın, aslında o kadar da “boş!” olmadığı. Yaşayan canlı varlıklarla, materyallerle dolu olduğu. Bu onların yanıldığı ve anlamaya başladığı ilk şeydi. İkinci gerçek, bugün gerçek hükmünde bedenimizde tecrübe ettiğimiz şeyler, uzayda-mekanda olanlar vasıtasıyla bedenin ötesine uzanıyor.
Dolayısıyla, bu manastırlara gitmek ve oranın yerli halkı ile konuşmak göz göze, kalp kalbe, tanrıdan tanrıya bakışmak… ben o insanlara şunu sordum:
“Mucizeyi ortaya koyduğunuzda, mucizevi şifayı gerçekleştirdiğinizde bedeninizle ne yaptınız ki bu oluştu?”… Anlayana kadar onlara çevirmenler vasıtasıyla tekrar tekrar sordum. Bedenlerinde üretim etkisi yaratan bir tecrübe meydana getirdiklerini anladım. Ve bilimin bana varlığını ya da olasılığını hiç bir zaman söylemediği şeyi anladım: “Bedenlerinde üretim etkisi yaratan bir deneyim oluşturduklarını” ve bu bana yol gösterdi. Şunu belirtmek isterim ki; bilim iyidir. Ben, bilimin bize iyi hizmet verdiğini düşünüyorum. Ama bazı eksikleri var. Dolayısıyla, bu yol bana kayıp parçayı görmemi sağladı ki bu, bugün görmeye başladığım şey daha büyük bir anlayışın adına geçmişimizden gelen 5000 yıllık bilgeliğin zamanımızın bilimiyle evlenmesi.
Bu anlayış bizi baştaki uzun cevaplı soruya geri getiriyor, şimdilerde anlamaya başladığımız yere getiriyor, yaşamımızda bir şeyleri yapabileceğimiz konusuna getiriyor. Sadece kendimizin ve etrafımızdaki insanların fiziksel bedenlerini etkilemiyoruz. Ayrıca gerçekten dünyamızın fiziksel gerçekliğini de etkiliyoruz. İşte bu, bizim ve Batı’nın kendimiz hakkında bildiğimiz her şeyi değiştirmekte. Dolayısıyla, benim de anlamaya başladığım şey bunun pek çok insanı kendi dünyalarında kendileri hakkında çok farklı bir şekilde düşünmeye yol açtığı. Ailelerimiz, dostlarımız, iş arkadaşlarım için bir öğrenme eğrisi buldum. “Water Fountain – Çeşme” Bu insanların teknik bir organizasyonda hakkında sıklıkla konuştuğu bir şey değil. Onlar sabahları kalkıp da şöyle demezler: “Ne çeşit hisler, rüyalar, şifalar yaşadın hafta sonu boyunca?”. Onun yerine futbol maçını, lotoyu kimin kazandığını konuşurlar. Ancak bu bizi yaşamımızda uyumla hale getiren şeydir. Hepimiz her gün deneyimler yaşıyoruz. İster bilinçli olalım ister bilinçsiz olalım, bu deneyimler bizim bedenimizi ve dünyamızı fiziksel olarak etkilemektedir.
Batı bilimi, 20. yüzyılın sonlarında ve şimdiki 21. yüzyılda anlamaya başladı ki artık bu bilimsel bir gerçek: “Şeyler arasında boşluk yok”. Uzay-boşluk, yaşayan canlı ve titreşimli varlıklarla dolu. Yeni bilim, yalın bir terim üzerinde anlaşmalı. Bazıları buna “Kuantum Hologram” diyorlar, kulağa çok teknik geliyor. Apollo’nun eski astronotlarından, aynı sahnede konuşma onuruna birkaç kez sahip olduğum, Doktor Edgar Mitchell da buna “Doğanın Zihni” diyor. Stephen Hawking “Tanrı’nın Zihni” diyor. Diğerleri basit anlamda “Alan” diyor.
1944’de Kuantum Fiziğinin babası Max Planck, bu alandaki varoluşu tanımlamış ve buna “Matrix” demiştir. Max Planck şöyle demiştir: “Gördüğümüz her şeyin, bedenlerimizin de dahil olduğu, bedenimizin etrafında gördüğümüz bu dünyadaki her şeyin altında bilinçli ve akıllı bir zihin yatmakta olmalı”. Bu onun 1944’de kullandığı dil, yaptığı açıklama… bu zihnin, tüm maddenin Matrix’i olduğunu söylüyor. Onun bu çalışmasından film serisi yapıldı (MATRİX 1-2-3) ve bugünkü pek çok fikir ortaya çıktı.
Dolayısıyla bildiğimiz şu: Bugün anlamaya başladığımız yollarla bizim o alanı etkileme imkanımız var, bu düşünce işlemi ile değil, kalp ile gerçekleşiyor. Düşünceler önemlidir. Eskiler düşünceler ile hisler, duygular arasında bir ayırım yapmışlar. Hisler kalbimizin merkezine yerleşiktirler ve buna “tutarlı kalp merkezli duyular” denir. Biliyoruz ki: sevgi, şefkat, anlayış, affetme gibi bir duyguyu hissettiğimizde “özsaygıyı” değiştiriyoruz. Oradan gelen bir etki mevcuttur. Bu duygular kalpteki elektro manyetik alanı değiştiriyor. Bu alanlar da gerçek anlamda etrafımızdaki dünyamızı değiştiriyor. Kalplerimiz bedenimizdeki en güçlü manyetik alana sahiptir, ve kalp bedendeki en güçlü elektrik alanıdır, beyinden çok daha fazlasıdır. Beyin de bu tarz alanları yaratır. Ancak kalp çok daha fazlasını yapar. Şimdilerde bilimin bize gösterdiği şey atomun içinde bulunduğu alanı değiştirdiğinde, atomu da değiştirirsiniz. Bizler bu atomlardan oluşmaktayız. Dolayısıyla, kalplerimizde duygulara sahibiz. İşte bunlarla her şeyin ondan meydana geldiği ve birbirine bağlandığı “Alan”ı değiştiriyoruz. Yani gerçek anlamda fiziksel gerçekliğimizi Batı biliminde mucize şeklinde algılanan bir biçimde değiştiriyoruz. Bu yine bizim dışımızda herkesin bildiği “Büyük Sır“!. Çünkü Batı bilimi bu anlayışa ancak ulaştı.
Eski yerli geleneklerine ve kültürlerine baktığımızda, onların bu noktadan başladığını görürsünüz. Onlar “Tabii ki her şey birbiri ile bağlantılı, tabii ki biz bunun bir parçasıyız” derler. Sonra bir adım daha öteye gidip “İşte sana bedeninde nasıl etki yarattığını göstereyim. Bedenini şifalandırabilirsin diğerlerinin de bedenlerini şifalandırabilirsin” derler. Özsaygını, yani kendine saygını değiştirebildiğinde, bu bedenine yansır ve bedenin de değişir. Bu uzun, yavaş bir süreç olması gerekmez, hemen ve çabucak olabilir. Bir anda bir dakikalık zamanda olabilir. Çin’deki hastanelerde kaydettiğimiz videolar var. Onlar bu uygulamaları anlamışlar. Bunları 1000’lerce yıldır kullanıyorlar. Batı biliminin ameliyat edilemez dediği, kanserli bir bayanın bedenini inceledik. Sonra insan duygularını anlayan, bedenlerinde duygu oluşturup tümöre hastalık olarak bakmayan üç doktorun yaptığını seyredebilirsiniz. Onlar bu bayanı tam bir bütün, sağlıklı tamamen tam kapasite yaşayan biri olarak görüyorlar. Ve bu duyguları kendi aralarında güçlü bir şekilde hissetmeye, yaşamaya başladıklarında, kadının fiziksel bedeni bu duyguları kopyalıyor ve anlıyor. Biz sonogramdan bunu görebiliyoruz. Sonogramdan tümörün 3 dakikadan az bir sürede yok olduğunu görüyoruz. İşte gerçekliğin nasıl çabucak değiştiği görülüyor. Batı bilimindeki kopuklukta bu noktada daha net anlaşılmaktadır.
Bu bilgileri dünyanın her yerindeki bilim adamları ve tıp doktorları ile paylaştığımda onlar: “Vay, bu bir mucize, kanseri tedavi eder etmez, mekanik boyutta tedavi ilacını bulur bulmaz, dönüp bunları incelememiz gerekir” dediler. Onlar  bunu mekanik işleyiş olarak görüyorlar. Ama bu bizim fiziksel bedenimizin dışa yansımasının ve aynalama yapmasının fiziksel bir şey olmadığını şimdi biliyoruz. Bilim şimdilerde bu noktaya ulaşıyor.
Pekin’deki bu 3 tıp doktoru bu kanserli tümörü “iyi, kötü, yanlış” diye yargılamadılar. Onlar bunun Kuantum olasılık olduğunu ve pek çok olasılık mevcut olduğunu ve tabii ki bunun sadece bir tanesi olduğunu ve şimdi bir diğerini seçeceklerini söylediler. Bu çok ustaca ve çok farklı bir bakış, çünkü onlar ne olduğunu biliyorlar ve onlar yeni bir olasılığı davet ediyorlar. Oradakinin ne olduğuna bakıp, bir şekilde bu tümöre müdahale edip, kesip alıp ya da fiziksel gerçekliğini bastırmak yerine, onlar o an’ı, o örneği kabullenip “Kuantum Plan”  adını verdikleri bir seviyede bu durumu değiştiriyorlar. Onlar bir başka olasılığın gerçekleştirmiş olduğunu ve böyle yaparak, mevcut olanı yargılamadan mevcudun yerine o olasılığın olmasını sağlıyorlar.
1980’lerde Denver Colorado’da uzay mühendisliği yaptım. Denver’i şu ünlü kahverengi bulutların bastığı zamanlarda aynı anda araba kullanamıyorduk. Arabaları kullanmak için farklı günlerimiz vardı. Bir kişinin arabasıyla topluca gidebiliyorduk. O hafta arabasıyla gideceğimiz mühendis arkadaşımın evine gittim. Biraz erken gitmişim ve onun evine daha önce hiç gitmemişti. Ona “banyoyu kullanabilir miyim?” diye sordum. Banyonun her yerine yapıştırılmış küçük olumlama notları gördüm. “Bu benim mükemmel eşim benim için mükemmel bir şekilde açığa çıkıyor ve şimdi şu anda açığa çıkıyor”. Arabasına bindik, orada da ön panelde, aynada her yerde “benim mükemmel bir eşim var, benim için mükemmel bir şekilde açığa çıkmakta”. Tabii ki ofisinin de, tüm duvarlarının, bilgisayarına, monitörünün de aynı şekilde olduğunu biliyordum. Ona “bu olumlama işe yarıyor mu?” diye sordum. O da “hiçbir zaman işe yaramadı” dedi. O’na “niye böyle düşünüyorsun” dedim. O da bana “bana bak, kim böyle biriyle olmak ister ki? ben sadece bir mühendisim” dedi. Kendi hakkında çok düşük bir özgüvene sahipti.
Ben onun uyguladığı o olumlamaları düşünmeye başladım. Olumlamaları yapan başka insanlarda bu işe yaramış, başarılı olmuşlardı. Aralarında bulduğum fark arkadaşım için bu sadece bir düşünce işlemiydi ve zihninde olanın, resmettiğinin, düşük özgüveninin ötesine geçemiyordu. Düşünce önemli. Çok eski zamanlarda yaşayanlar Sanskrit metinlerinde bunu çok net yazmışlar. Onlar düşüncenin kuantum olasılığının imajı olduğunu söylüyor. Bir başka değişle tüm olasılıklar mükemmel şekilde mevcut aslında, arkadaşımın mükemmel ilişkisi de, en kötü ilişkisi de, karanlığın en karanlığı da, aydınlığın en aydınlığı da mevcut. En büyük şifa ve en büyük acı çekmek de, hepsi zaten burada mevcut.
Bu eski geleneklerde bizi yapmaya davet ettikleri şey, zihnimizle bu olasılıklara uzanmamız, ulaşmamız. Bu zihnin gücü. Bizim yaptığımız bu olasılıklardan bir tanesini izole edip kilitlemek ve onu alıp tanımlıyoruz. Ancak ona nefes vermek, canlandırmak o olasılığı bu Dünya’ya getirmek, insanın duygularının gücü ile oluyor. O olasılık için ortaya koyduğumuz sevgi ya da korku, bir tanesini işler ve kuantum olasılığını, günlük yaşamımızdaki parçacık gerçekliğine dönüştürür. Bunları bilmemize gerek yok, kulağa teknik geliyor. Sadece duygularımız var diyebiliriz. Ancak bu, şeylerin nasıl çalıştığının bilimidir. Dolayısıyla, özgüven o yüzden bu kadar önemli, mühendis arkadaşımın bana söylediği gibi, şekildeki hissinden dolayı yaptığı olumlama, boş bir olumlama oluyor.
Onun düşüncesi bu Dünya’ya davet edecek enerjisi olmayan bir düşünce ve bunun tam tersi bir örnekte de yaşamında olmasını istediği mükemmel eşinin tüm özelliklerini bir listeye yazan pek çok insan tanıyorum. Onlar ilişkide istedikleri tüm vasıfları yazıyorlar. Sonra öyle bir noktaya varılıyor ki onlar kendilerini bu ilişki içinde buluyorlar. Şimdi mükemmel eşleri ne oldu? Yaşamları neye benziyor? Yaşamları nasıl farklı? Akşamlar nasıl? Zamanlarını nasıl geçiriyorlar? Sabahları kalkıp da yaşamlarını paylaştıkları kişinin yanlarında olması nasıl bir duygu? İşte bu, gün boyu yaşadıkları duygular bir dakika da ayarlanıp, yaşanılacak şeylerden çok, yaşadıkça oluşan şeyler, dolayısıyla bunları sanki yaşıyormuş gibi, olmuş bitmiş gibi yaşayıp, tüm bunları yaşamamıza davet edersek bunun ürkütücü bir şekilde bazı insanlar için çabucak oluştuğunu görürüz.
Onlar daha listelerini bitirmemiş olmalarına rağmen öğlen dışarı kahve içmeye çıkıp, orada listesine yazdığı şeylere uyan insanla karşılaşıp, 20 yıl sonra evlenmek yerine aşık olup hemen evlenen bazı insanlar tanıyorum. Bunun netlikle, net olmakla, net bir şekilde belirlemekle, kişisel olmakla, net olarak bunların kişisel arzuları belirlemekle alakası var. Bilimsel olarak bu açığa çıkıyor… Bu “Alan-İlahi Matrix”, bizim iç dünyamızla dış dünyamız arasındaki köprüdeki aynadır. Biz ona neyi verirsek oda bize onu verebilir.
İlginç olanı, yaşamda istemediğimiz ve korktuğumuz şeyler hakkında duygusal anlamda şartlandırılmış durumda olmamızdır. Sabah kalkıyoruz ve sabah 06:00 haberlerini, korkulacak şeyleri seyrediyoruz ve gün boyunca “umarım böyle şeyleri görmem, umarım bu bana olmaz” deriz. Beni etkileyen sorum şu: “Seçme şansımız varken istemediğimiz şeyleri hissetmeyi nereden öğrendik?”. Tüm bu değişmeyenleri alsak, basit anlamda yaşasak, her gün ilişkilerimizde, kariyerimizde, huzurda, ailelerimizde ne istiyorsak onu seçsek, bunu yapabilsek yaşamımız nasıl farklı olurdu? Yaşamımızın neye benzediğini çok net gösteren bilimsel iyi bir kanıt var. Çünkü biz yarattığımızı çok çabuk bir şekilde deneyimliyoruz.
Bir bilim adamı olarak anlamam gereken ilk şey eğitimim hakkında oldu. Ben Pozitif Bilimlerde eğitildim. Dünya üzerinde etkisi olan içsel deneyime izin yoktu. İkinci olarak da Orta Batı’da nispeten tutucu bir çevrede yetiştirildim. Dünya’nın bu kısmında duygulardan bahsettiğinizde, düşüncelerin, hislerin ve duyguların hepsinin aynı şey olduğunun düşünüldüğü, net olmayan deneyimlerdir.
Konuyu biraz daha açıklarsam; Buralı erkekler olarak, sizin gibi bayanları pek buralarda görmeyiz. İşte ben bu şekilde yetiştirildim. Dolayısıyla, diğer kültürleri gördüğümde anlamaya başladım ki, tekrar tekrar değiniyorum şu “Bilgeliğe”, Batı kültürü de bu bilgeliğe sahipti ve 4. yüzyılda bunu kaybettik. 17. yüzyıldan önce, el üstünde tutulan, sevgiyle yazılmış spiritüel dini geleneklerimiz, 4. yüzyılın İncil’ine ait yazımlarına sahiptik. Bu, ziyaret ettiğimiz kültürlerdeki değerler olan, diğer kültürlerden alınıp düzenlenmemişti. Onlar hepimizin bedeninde sahip olduğumuz birbirleri ile ilişkili 3 aynı deneyimi tanımlamışlardı.
Bunlar tam olarak, düşünce, his ve duygu olarak adlandırılmaktadır. Fark şuradadır; düşünce için onlar bedenin yukarısında bulunan 3 enerji merkezini tanımlarlar. Sanskrit gelenekleri çalışan 7 enerji merkezi, 7 çakra sistemi tanımlar. Üstteki 3 enerji merkezi düşünce ya da mantık dediğimiz işleyişler ile ilgilidir. Dolayısıyla biz bir şey düşündüğümüzde, örneğin, mükemmel ilişkiyi ya da milletlerarası barışı zihnimizde resmettiğimizde, bunu ancak o düşüncedeki duygunun gücünü hissedip oluşturduğumuzda yaşamlarımıza davet edebiliriz. Duygular yaratıcı merkezler olan bedenlerimizdeki aşağı bölgeden gelir. Dolayısıyla, o düşünceye ait duygunun gücünü hissettiğimizde biz bu duyguyu canlı bir şekilde düşünceye aşılarız. Bu iki enerji bir merkezde, bu henüz bizim modelimizde hesaba katılmayan bir noktada, kalbimizde buluşur.
Bilim adamları buna 7 sıvı kristal asilatör adını vermişler. Bu göğsümüzün merkezindedir ve biz buna “kalp” deriz. Kalp, düşündüğümüz ve ona bağlı yarattığımız duygulardan oluşan hislere dayalı olarak etrafımızdaki Dünya’yı etkileyen elektrik ve manyetik dalgalar yaratır. O zaman hissin ne olduğunu şu anda tanımlamış olduk. His, Sanskrit geleneklerinden edindiğimiz bilgilere göre düşünce ve duyguların birleşimidir. Düşünce ve duygu, hissi yaratır. Bunu gerçekten de ilginç yapan şey; bu geleneklerin bizlerin aslında iki ana duyguya meyilli olduğumuzu söylemeleridir. “Sevgi” ve sevginin karşıtı olarak her ne hissedersek o’dur.
Gerçekten bu öğretilerde derine indikçe bunların aynı şeyin iki hali olduğunu görürüz. Ama onların söyledikleri şey, bir düşünceye sahibiz, ve hissi yaratmak için, ya bu düşünceyi sevgi ile ya da o düşüncenin korkusu ile nefes alıyoruz. İşte bu his o zaman ya üzüntü, ya haz, ya da şefkat veya kızgınlık olarak açığa çıkıyor. Bunlar duygular değil, bunlar hislerdir. Bazı insanlar, bazı insanlara göre kılı kırk yararlar ve bu ikisi arasında fark nedir? derler. İkisi arasında çok ince bir fark vardır “İçsel teknoloji”. Gerçekten bu içsel bir teknolojidir, ve bu ikisi arasında farkı belirlemiştir. Çünkü aynı düşünceye, aynı olumlamaya farklı duygularla sahip olup, tamamen farklı hisler duyabilir, farklı çıktılar yaratabiliriz.
Bu insanlık tarihi boyunca geleneklerde bildirilen çok büyük bir sırdır. 4 yy.’da 45 kitap ortadan kaldırılmış, 20’si tamamen yok edilmiş, ve 25’i de yoğun bir şekilde yeniden düzenlenmiştir. Bunları tespit ettik çünkü bu bilgileri Kumran Kütüphanesinde ölü deniz parşömenleri en eski yazılı kaynaklarda bulduk. Dolayısıyla, eğer bu metinlere sahip olmuş olsaydık, bunlarda nelerden bahsedilmiş olduğunu biliyor olurduk. Ama ilginç olan şey bedenlerimizdeki gücü hissetmede yazılı sözlerin geçerliliğine güvenme durumunda kalırdık. Bence herkes, bedenimizdeki dokunulmamış potansiyelin varlığını hissediyor ya da şüpheleniyor.
Dünya üzerindeki her kıtada bulundum. Her dinleyiciye sordum, bunu hissettiniz mi? Onlar da “evet, bir şeyin burada olduğunu hissettik ama bir türlü adlandıramadık, sizce neden?” dediler. Dolayısıyla, daha fazlası olduğu hissine sahibiz. Ama 5000 yıllık eski metinlerin geçerliliğine ya da bilimsel çalışmaların bize bunun doğru olduğunu söylemesine bel bağlıyoruz. Bu sözlerin tabii ki değeri var, sözcükler gerçekten de tam olarak bunlardır. Düşünce ve duygu “bir” olursa, o zaman sen dağa yürüsün, dağ da sana… Ben bunun bir mecaz olduğunu düşünürdüm ve şimdi yeterince görüyorum ki, yaşayan bir kadının bedenindeki kanserli tümörü hareket ettirmek, bana göre dağı yürütmek demek. İşte bu “düşünce ve duygunun” bir araya gelip birleşmesinden oluyor.
1998’de Orta Çin’in dağlık bölgelerinde ve Tibet’e ilk seyahatimi yapmıştım. O zaman süresince, bizlere Manastırın belirli bir kısmının yaşlı lideri olan ve orada ibadet eden kişisel bir izleyici tayin etmişlerdi. Bu kişi birkaç yıl önce öldü. Onunla ölmeden önce konuşmuş olduğum için memnunum. Daha önce Peru ve Bolivya’daki her şamana sorduğum soruya bu adamdan en net cevabı aldım. Ona şu soruyu sormuştum: “Dışarıdan dualarınızı seyrettiğimizde sizin dua odalarınızda günde 12, 16, 18 saat süren dualarınızı, zillerinizi, toplarınızı, uygun adımlarla yürüyenleri, kabileleri, sınıfları gördüğümüzde, bu dualarınızı dışarıdan görüyoruz da, peki içinizde neler yapıyorsunuz?”. Bu adam bana baktı ve şöyle dedi: “Sen bizim dualarımızı hiç görmüyorsun. Çünkü dua görülmez. Senin gördüğün şey bizim bedenimizde hisleri yaratmak için yaptıklarımız. His, duadır”. Sonra o bana tercüman aracılığı ile şunu sordu: “Sen bunu kendi kültüründe nasıl yapıyorsun?”. Bunu düşünmeye başladım ve fark ettim ki en el üstünde tutulan spiritüel geleneklerde bile hissin bir dil olduğunu ve bu dünyada bedenimizle konuştuğunu söyleyen sözler kaybolmuştu.
Bizler kelimelerin gerçekliğini, kelimelerin kendilerinin dua olduğu gerçekliğini kaybetmişiz. Eğer bu kelimeleri, bu olumlamaları gün içinde ya da yıl içinde doğru zamanda söylersek bizim duamızı ya da olumlamamızı oluşturacağını düşünürüz. Eğer duamız gerçekleşmezse ya da olumlamamız işe yaramazsa, o zaman hüsrana uğramış olarak, bu olumlama işe yaramadı, bu olumlama benim için çalışmıyor deriz. Bunun nedeni his ile duygu arasındaki bağı kaybetmemizden dolayıdır.
 Tibet’teki manastırdayken, yaşlı keşiş öldü. Yerine geçen yeni genç keşiş 80’lerinin ortasındaydı. Bu 2005 yılındaydı ve ben ona bir soru sordum: “Sizin geleneklerinizde, inanç sisteminizde, evreni bağlayan, bir arada tutan güç nedir?”. Bir çevirmen vasıtasıyla bana bir kelime ile cevap verdi. Önce yanlış duydum diye düşündüm ve ona “bir daha söyler misin?” dedim. O da tekrar söyledi: “SEVGİ”. Ben de ona: “Bir dakika, sevgi her şeyi bir arada tutan güç, bedenlerimizde tecrübe ettiğimiz bir his mi?”. O da “Evet” dedi.
Bu çok kuvvetli bir cevaptı ve anlamamı sağladı. Çünkü tüm evreni bir arada tutan şeyi bedenlerimizde hissetme becerisine sahibiz. Bizler ötemizdeki, yıldızlardaki kuantum parçacıklarından ya da önümüzdeki tümörden, acı çeken sevdiklerimizden, milletler arasındaki barıştan o kadar da farklı, ayrı değiliz. Hepsi aynı şeyin parçaları…
Düşünsel bir egzersizden daha fazlasını yapalım. Tüm olanın parçası olduğumuzu nereden biliyoruz? Bu farkındalığa ulaşmamızın yollarından bir tanesinden bahsedelim. Cenevre, İsviçre’de 1997’de yapılan bir deney tüm dünya da manşet oldu. Bilim dergilerinden 35-100 kadar gazeteci oradaydı. Bu deneyi belgelediler. TİME dergisine ya da USA TODAY dergisine kapak yapmadılar, ki bence yapmalıydılar.
Deney neyi anlatıyordu? Kısaca dünyamızın meydana geldiği şeyi alıp, maddenin parçacığını alıp, bu parçacığı ikiye ayırıp, her bir parçasını farklı lokasyonlara yollasan ki, deneyde bu yapıldı. Yani, bir parçacığı iki parçaya ayırıp bir kısmını 7 mil şu yöne, diğer kısmını 7 mil bu yöne gönderdiler, ikisi birbirlerinden 14 mil uzaklıktaydı. Onlar fiziksel olarak ayrı olsalar da enerjik olarak birbirlerine bağlıydılar. Dolayısıyla bir parçacık bir şey deneyimlerse, olan diğer parçacık da sanki diğer parçacığın deneyimini, deneyimliyormuş gibi davranmaktaydı.  Bazen parçacık, bilim adamının diğer parçacığa etki uygulamadan önce bile aynı etki altındaymış gibi davranıyordu. Bu akıllara durgunluk veren bir şeydi. Bu nasıl olabilir? Bu bize ne söylemekte? Madde fiziksel olarak bir kere birleştiğinde, onlar ayrılsalar bile enerji hala orada olur ve onları birbirine bağlar.  İşte bu benim için çok önemliydi. Tüm evrendeki yayılan parçacıklar, hepsi yeşil bezelye boyutunda tek bir parçacık içinde bir aradadır ki bu, bugün bilim adamlarının ve bilgisayarların bize söyledikleridir. Tüm evrendeki tüm maddenin parçacıklarını bir araya getirsen aralarındaki boşluğu hatta uzayı alsan, onları tek bir yeşil bezelye büyüklüğünde sıkıştırabiliyorsan, bunu anlamı, sen- ben -hepimiz biriz.  Tüm evreni yaratan o tek bir parçacığın parçasıyız. Bu parçacıklar ayrılıp, dağılsa da, deney öyle olduğunu gösterdi, enerjisel olarak hepimiz hala birbirimizle bağlantılıyız.
“Gördüğümüz her şeyin bir parçasıyız”. Bilgisini kaybettiğimizde, bilgeliğimizi denklemin dışında tutarak, kendimizi teknolojik bir yolda bulduk. Dolasıyla bizler dünyanın ötemizde, kendi dışımızda olduğunu ve bizim ondan ayrı olduğumuzu düşündük. Şimdi olan şey, teknoloji öyle bir noktaya geldi ki, bizim geliştirdiğimiz teknoloji ister savaş, ister virüs ya da iklim değişikliği şeklinde olsun, bizim varlığımızı tehdit eder oldu. Dolayısıyla bizler daireyi tamamladık diye düşünüyorum.
Tarihteki bu zamanda, şimdi, hayatta kalmak için, tekrar kendimizi bu denklemin içine koymalıyız. Olumlamalarımız, dualarımız, inançlarımız, tüm bunlar kalbin dili yoluyla konuşulduğunda bedenlerimiz ve etrafımızı saran dünya üzerinde doğrudan güçlü, anında etkiye sahip ve bizi kalbimizde tuttuğumuz bu çok çok nadir olan şeye davet ediyor. İşte bu dünyamızın gerçeği. Çünkü biz bunu yaşamlarımızda yaşıyoruz. Aydınlıktan aydınlığa, karanlıktan karanlığa en büyük korkulardan en büyük mutluluklara kadar, tüm bunları yaşıyoruz.
Anlamaya başladığımız şey, insan duyuları hissetme ve inanma bu gerçekten de bir dil, sözlü olmayan bir dil. “Alan” bunu tanır ve anlar. “Alan” bizim “gerçek zaman” dediğimiz şeyle çalışır. Şu andan itibaren birkaç dakikayı tanımaz. Örneğin: “Eğer olumlamanı şu andan itibaren 20 dakika söylersen “Şimdi mükemmel eşim benim karşıma çıkıyor” gibi… Zaman, senin şu andan itibaren 20 dakikanı bilmez. Bu gerçek zaman öyle uygulanır. Anahtar olan şey budur. Eskilerin, bize bugün gerçek zamanla ilgili söylediği şey onlar bizim yaşamımızda sahip olmak istediklerimiz hakkında net olarak seçim yapmamızı söylerler. Çünkü yaptığımız şey, anlamamızı sağlıyor, kuantum olasılıkları dünyasında bu çorbada, bu belirsiz bulanık çorbada mevcut olan tüm olasılıklardan yaptığımız şeyi ayırmak, yani bir olasılığı bir noktada kilitliyoruz. Eğer bizler olasılığın hangisi olduğu konusunda belirleyici olmazsak, “alan sana ne vereceği konusunda nasıl belirleyici olabilir ki?”
Geçmişte öğrendiğimiz fizik ve biyoloji kanunları ile sınırların ötesine geçemeyiz. İçimizde bu kanunların ötesine geçen bir güce sahibiz. Bizler hatalarımızdan, acı çekmeden geçmişte inandığımız sınırlamalarımızdan daha fazlasıyız. İşte buna ben “Vay be!” diyorum, işte bana gerçekten de ilham veren şey bu!…
Zihnin Muhteşem Gücü, Gregg Braden

New York Times’ın çok satan yazarlarındandır. Bilim ve sprütiellik arasında köprü oluşturan öncü bir araştırmacıdır. “Martin Marietta Aerospace”in eski üst düzey bilgisayar sistem tasarımcısı ve “Phillips Petroleum”un bilgisayar jeoloğu ve “Cisco Systems”in ilk teknik operasyon müdürüdür. 20 yıldan uzun bir süredir en değer verilen geleneklerimizin dilinde şifrelenmiş, hayat veren sırlar için Mısır, Peru ve Tibet’teki tapınakları araştırmaktadır.
Bugüne dek “Tanrının Şifresi, İlahi Matriks, İçiçe Geçmiş Zamanlar ve The Spontaneous Healing of Belief” gibi öncü kitapların ortaya çıkmasını sağlamıştır. Paradigmaları altüst eden kitapları 17 dilde ve 33 ülkede yayınlanmıştır.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar