ZARÛRET ve BAŞÖRTÜSÜ
Şiddetli
sıkıntı, ihtiyaç, şiirde şairin nesirde caiz olmayan dil kullanımına ihtiyaç
duyması. Çoğulu "zarâir"dir. Zarûret, ızdırar mastarından isimdir.
Izdırar; muhtaç ve mecbur etmek demektir (İbn Manzûr, Lisanü'l-Arab, Beyrut
1374/1955, IV, 483). Bir fıkıh terimi olarak zarûret; dinin yasak ettiği bir
şeyi yapmaya veya yemeğe zorlayan, iten durum, demektir. Bir kimse haram olan
yiyeceği yemez veya içeceği içmezse, ölecek veya ölüme yaklaşacaksa zarûret
hali ortaya çıkmış olur (Ali Haydar, Duraru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm,
3. baskı, İstanbul 1330, tıpkı basım, I, 76, 79).
Zarûret konusunda İslâm'da
"Zarûretler haram olan şeyleri mübah kılar" prensibi uygulanır (bk. Mecelle, mad.
21). Zarûretin haram olan şeyi mübah kılmasına fıkıh usûlünde "ruhsat"
denir (bk. "Ruhsat" ve Azîmet" mad.) Ruhsat özür nedeniyle
ikinci olarak meşrû kılınan şeydir. Meselâ; başkasının malını telef etmek
prensip olarak yasaklanmış iken tam zorlama karşısında zarûret ve özür
nedeniyle ikinci olarak mübah kılınmıştır. Ruhsat ise; haramlık devam etmekle birlikte mübah olan
şeydir. Mübah bir fiili işleyen kimse nasıl sorumlu olmazsa, ruhsata
uyan kimse de sorumlu olmaz. Bir kimse tâm ikrah altında başkasının malını
telef etse, ikrah zarûreti, başkasının malını telefin haramlığını kaldırmaz. Bu
haramlık devam eder, ancak zorlanan kişi bundan sorumlu tutulmaz. Yine açlıktan
helâk olma derecesine varan kimse, diğerini daha sonra vermek veya sahibiyle
helallaşmak üzere başkasının malını, izinsiz olarak zorla alıp yese veya kendisine
saldıran, başkasına ait bir hayvanı değerini mâlikine vermek üzere, canını
kurtarmak amacıyla telef etse ruhsata uymuş olur. Böylece açlık yüzünden
başkasının malını almak mübah olduğu gibi, saldırıcı hayvanı canını kurtarmak
için telef etmesi de mübah olur (Ali Haydar, a.g.e., 76, 77).
İslâm'da
azîmet asıl ve genel olan hükümdür. Herkesi ilgilendirir ve yükümlü mü'minler
buna uymak zorundadır. Ruhsat ise asıl hüküm değildir. Zarûret meşakkat, güçlük
ve benzeri sebeplerle insanlar zarûret içinde kalır, meselâ ölmek tehlikesi ile
karşı karşıya gelirse murdar eti yemesi gerekir. Meşakkat ve güçlükle
karşılaşırsa orucu bozabilir. Tedavi amaciyle doktor, kadının mahrem yerlerine
bakabilir.
Kur'ân-ı Kerîm'de bazı yiyecek ve içecekler haram
kılınmıştır. Murdar hayvan, kan, domuz eti, şarap bunlar arasındadır. Ancak
zarûret hali bulununca bunlar mübah hale gelir. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: "Şüphesiz ki Allah, size leşi, kanı, domuz etini bir de Allah'tan
başkası adına kesilenleri haram kıldı. Bir kimse mecbur kalır da zarûret halini
aşmadan ve başkalarının hakkına tecavüz etmeden bunlardan yerse, ona günah
yoktur" (el-Bakara, 2/173). "Size ne oluyor da, Allah'ın adı
zikredilerek kesilenlerden yemiyorsunuz? Halbuki O, size mecbur kalmanız
dışında haram olan şeyleri geniş olarak açıklamıştır. Doğrusu bir çokları
heveslerine uyarak hiçbir ilme dayanmaksızın insanları doğru yoldan
saptırırlar. Şüphesiz Rabbin haddi aşanları çok iyi bilir" (el-En'âm,
6/119).
Âyetlerde
geçen ızdırâr hali darda kalmak, mecbur olmak anlamına gelir. el-Kurtubî'ye (ö.
671/1273) göre, bu darda kalış; "ya haksız olarak bir kimsenin
zorlamasıyla, yahut da açlık hâlinde helâl yiyecek bulamamakla
gerçekleşir" (el-Kurtubî, el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân, 3. baskı, Mısır
1387, II, 275). Kurtubî, zarûretin kapsam ve sınırını şöyle belirler:
"Zarûret halinde kişi bütün mübahlardan aciz kaldığı için Allah Teâlâ
bütün haramları mübah kılmıştır" (el-Kurtubî, a.g.e., II, 232) "Ancak
darda kalıp yediğiniz müstesnâ...." âyetinin tefsirinde de;
"...murdar hayvan ve benzeri gibi bütün haram kılınanları,
kastediyor..." (el-Kurtubî, a.g.e., VII, 73) demiştir.
İbn
Kudâme (ö. 620/1223), darda kalınan murdar hayvan etini yemesinin mübah
olduğunu belirttikten sonra kapsamı genişleterek şöyle der:" .... diğer
haram ve yasaklar da böyledir" (İbn Kudâme, el-Muğnî, 2. baskı, Mısır
1367, VIII, 595)
Ancak
mezhep müctehitleri sınırı bu kadar geniş tutmayarak darda kalanın şarap içmesi
veya insan eti yemesi konusunda bazı şartlar öne sürmüşlerdir.
İmam
Şâfiî ve İmâm Mâlik şarabın susuzluk meydana getirdiğini dikkate alarak şarabın
darda kalan susuz kimse tarafından içilmesinin caiz olmadığını söylemişlerdir.
eş-Şâfiî (ö. 204/819) şöyle der: "Darda kalan şarap içemez, çünkü o da
susatır ve acıktırır" (eş-Şâfiî, el-Ümm, Mısır, t.y., II, 253). İmam Mâlik
de, susuzluğu gidermediğini dikkate alarak aynı görüşü savunmuştur.
İbnü'l-Arabî
(ö. 543/1148) gibi bilginler ise şarabın zarûrî olan su ihtiyacım
karşılayacağını söyleyerek, darda kalanın şarap içebileceği görüşünü
benimsemiştir (İbn-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'ân, Mısır 1376, I, 57)
Diğer
yandan susuzluk halinde şarap içmenin hükmü konusundaki bu görüş ayrılığına
rağmen, dayanılmaz zorlama halinde şarabın içileceği konusunda görüş birliği
vardır. Çünkü böyle bir baskı altında kalan kimsenin murdar hayvan, domuz eti
ve benzerlerinin yenebildiği gibi şarabın da içilebileceğinde görüş ayrılığı
yoktur (İbnü'l-Arabî, a.g.e., I, 56; es-Serahsî, el-Mebst. XXVI, 48).
Darda
kalanın kanı helal olmayan, kendi kendine ölmüş insan eti yemesi Şafiîlerin en
meşhur ve sahih görülen görüşüne ve Hanbelîlerden Ebü'l Hattab'a göre caizdir.
Dayandıkları delil, darda kalanın ölü insanın etini yemesi hayat hakkının
tanınmasına aykırı değildir.
Mâlikî
ve Zâhirîlere göre ise aç kalan ve açlıktan öleceğinden korkan kimsenin ölü
insan eti yemesi caiz değildir. Mâlikîlerden ed-Düsûkî hâşiyesinde şöyle der: "İnsana
gelince, ölü olsun diri olsun onu yemek caiz değildir. Darda kalan açlıktan
ölse de bu böyledir" (ed-Derdîr, eş-Şerhu'l-Kebîr maa
Hâşiyeti'd-Düssûkî. I, 59). Zâhirîlerden İbn Hazm (ö. 456/1063) da aynı
görüştedir (İbn Hazm, Mu'cemu'l-Fıkhî, I, 57).
Hanbelîlerin çoğunluk görüşüne göre, ölü düşman askeri
gibi kanı helal kimselerden ise, açlıktan öleceğinden korkan kimse onun etinden
yiyebilir.
Delil şudur: Öldürülmesi helâl olan kimsenin öldürüldükten sonra yenmesi de
zarûret halinde helâl olur. Kendi kendine ölmesi de aynı hükme tabidir. Fakat
kişi hayatında iken kanı helal olanlardan değilse, ölümünden sonra onun etini
yemek de helâl olmaz. Nitekim hadiste; "Ölünün kemiğini kırmak dirinin
kemiğini kırmak gibidir" (Mâlik, Muvatta', Cenâiz, 45; Ebû Dâvud, Cenâiz,
60; İbn Mâce, Cenâiz, 63; Ahmed b. Hanbel, VI, 58,100,105,169, 200, 264)
buyurulmuştur. Böyle bir kimseyi öldürmek nasıl haramsa ölünce etini yemek de aynı
hükme tabi olmalıdır.
Ölü
etinin yenebileceğini söyleyenlere göre ise yukarıdaki hadis yemenin
haramlığına delâlet etmez, çünkü yenen kemik değil ettir. Diğer yandan hadiste
kastedilen anlam, ölünün de diri gibi saygıya lâyık oluşudur. Yoksa ölüye diri
kadar hak verilmiş değildir. Nitekim kısas, tazminatta olduğu gibi korunma
hakkında da ölü ile diri arasında farklar vardır (İbn Kudâme, el-Muğnî, VIII,
601; en-Nevevî, el-Mecmû Şerhu'l-Mühezzeb, IX, 41; Abdülkerîm Zeydan, İslâm
Hukukunda Zaruret Hali, Irak İslâm Araştırmaları Fakültesi Dergisi, Sayı: 3,
yıl 1970)
Yolculuk
halinde açlıktan öleceğinden korkan kimsenin murdar hayvan eti ve benzeri haram
şeyi yiyebilmesi veya haram içecekten içebilmesi için yolculuk meşrû bir
yolculuk olması gerekli midir? Başka bir deyimle yol kesmek. hırsızlık yapmak,
suçsuz bir insanı öldürmek veya zina yapmak üzere yola çıkıp da açlık veya
susuzluktan dolayı ölecek duruma gelen kimse İslâm'ın ruhsatlarından
yararlanabilir mi?
Çoğunluk
müctehitlere göre günah işlemek üzere yola çıkan kimse zarûret ruhsatlarından
yararlanamaz. Çünkü bu ruhsatlar darda kalana yardım için tanınmıştır. Günah
için yolculuk yapan bu yardıma lâyık değildir. Ancak tevbe edip hak yola dönüş
yaparsa yararlanabilir. Çünkü Allah Teâlâ darda kalanın haramı yiyebilmesini
"bâğî" olmama şartına bağlamıştır (bk. el-Bakara, 2/173). Âyetteki;
"Bâğî" kötü amaçlı, kötülük yapmak isteyen kimse; "âdî"
ise; cevaz sınırını aşan kimse demektir. Bu konuda İmam eş-Şâfiî (ö. 204/819)
şöyle der: "Günah yolcusunun durumu ne olursa olsun, ona yüce Allah'ın
haram kıldığı hiçbir şey helâl olmaz, çünkü o, darda kalana, haddi aşmamak ve
günah da işlememek şartıyla haramı helâl kılmıştır" (eş-Şâfiî, el-Ümm,
Mısır, t.y., II, 253).
Bazı
fıkıh bilginlerine göre ise günah için yolculuk yapanlar da zarûret
ruhsatlarından yararlanabilirler. Çünkü yiyemeyerek kendilerini ölüme
bırakmaları daha büyük günahtır. Allah Teâlâ; "Kendinizi öldürmeyin"
(en-Nisâ, 4/29) buyurmuştur. Bu emir taat üzere olanı da günah işleyeni de
kapsamına alır.
Diğer
yandan günah işleyen tevbe edebilir ve Allah günahlarını affeder (el-Kurtubî,
a.g.e., II, 232-233).
Günah
işlemek amacıyla yola çıkıp da açlık veya susuzluktan ölümle karşılaşan kimse
pişmanlık duyarak günahından dönmeli ve normal yolcular gibi zarûret ruhsatlarından
yararlanmalıdır. Çünkü zarûret halinden söz eden âyet ve hadislerde yolcu ile
mukîm, hayır için yolculuk yapanla ma'siyet için yolculuk yapan arasında bir
ayırım yapılmamıştır.
Darda
kalanın murdar hayvan ve benzeri şeylerden yiyebileceği miktar kendisini
ölümden kurtaracak ve hayatını sürdürecek kadar olan miktardır. Doyumluktan
fazla yiyemez. Bu konuda görüş birliği vardır. Ancak doyma konusunda Hanefiler
doyuncaya kadar yiyemez, çünkü zarûret sebebiyle helâl kılınan, zarûreti
gideren miktardır, daha fazlası değildir, demişlerdir (İbn Nüceym, el-Eşbâh,
ve'n-Nezâir, Mısır, 1387, 86; Şâfiî, a.g.e., II, 252; İbn Kudâme, a.g.e., VIII;
595).
Bu
prensip Mecelle'nin 22. maddesinde şöyle ifade edilmiştir: "Zarûretler
kendi miktarlarınca takdir olunur". Bunun anlamı; zarûret için mübah
kılınan şey zarûret miktarı ile takdir olunur, demektir. Meselâ; açlıkla dara
düşen kimse, açlığın derecesi kadar zarûret ruhsatından yararlanır. Sonuç
olarak, zarûret için mübah kılınan şey, yalnız zarûreti kaldıracak kadar
işlenebilir, yoksa zarûret bahane edilerek bundan fazlası işlenemez. Örneğin;
bir kimse açlıktan helâk olma derecesine gelince, bedelini vermek veya
sahibiyle daha sonra helallaşmak üzere izinsiz başka birisinin malından yemeğe
mecbur kalsa, ancak kendisini ölümden kurtaracak kadar yiyebilir. Yoksa bu
açlık bahanesiyle daha fazlasını yiyemez (Ali Haydar, Düraru'l-Hükkâm Şerhu
Mecelleti'l-Ahkâm, I, 78, 79).
Diğer
yandan zarûret, haram kılınan şeyi yemediği takdirde kişinin ölümüne yol açan
hal iken ihtiyaç (hâcet); bir kimsenin yiyecek bulamasa telef olmaz ise de
sıkıntı ve meşakate düşmesi hâlini ifade eder. İhtiyaç hali haramı mübah kılmaz
ise de oruçlunun orucu bozmasını mübah kılar. Meselâ; bir kimse açlıktan helâk
olma derecesine varmış değil iken, mücerred koyun eti, yağlı yemek ve tatlıları
canı istemekle izinsiz olarak başkasının malından bunları alamaz. Eğer alırsa
"gâsıp" olur ve İslâm'ın yasakladığı bir fiili işlemiş bulunur (Ali
Haydar, a.g.e., I, 79, 80)
Zarûret Halinde Haramı İşlemek Farz mıdır?
Bazı
zarûret hallerinde kişi azîmetle ruhsat arasında seçimlik hakka sahip değildir.
Ruhsata uyarak haram olan yiyecek veya içeceği kullanması gerekir. Aksi halde
günahkâr olur. Çoğunluğun görüşü böyledir. Büyük Hanefî hukukçusu es-Serahsî
(ö. 490/1097) bu konuda şöyle der: "Bir kimse ölü hayvan eti, domuz eti
yemeğe veya şarap içmeye, ölüm tehdidi altında zorlansa, bu şartlarda bunların
helal olduğunu bilerek yapmaz ve öldürülürse günahkâr olur. Çünkü zarûret hali
haramlıktan müstesna edilmiştir. Bu durumda murdar et ve şarap, zarûret hali
dışındaki diğer yiyecek ve içecekler gibi olur. Kişinin bunlardan ölüme kadar
kaçınması caiz olmaz. Görmez misin ki, açlık ve susuzluktan dolayı ölmekten
korkan kimse murdar hayvan veya domuz eti ya da kan bulsa, bunların caiz
olduğunu bilerek yiyip içmese ve sonunda ölse günahkâr olur. Bu görüş
Mesrûk'tan da nakledilmiştir" (es-Serahsî, el-Mebsut, 3. baskı, Beyrut,
t.y., XXIV,151; el-Kurtubî, a.g.e., II, 232).
Şâfiîlerden
bir grup, darda kalanın direnebileceğini ve bu yüzden öldüğü takdirde günaha
girmiş olmayacağını ileri sürmüştür. Ebû Yûsuf'tan da aynı görüş nakledilmiştir
(bk. es-Serahsî, a.g.e., XXVI, 48; İbn Kudâme, el-Muğnî, VIII, 596).
Çoğunluğa
göre zarûret haram olan yiyecek ve içeceklerin haramlık niteliğini kaldırır,
onları darda kalan için koyun, ekmek gibi mübah kılar. Dayandıkları delil şu
âyettir: "...Allah üzerinize haram kıldığı şeyleri teker teker açıkladı.
Ancak darda kalmanız durumu müstesnadır" (el-En'âm, 6/119). Buradaki
istisna, darda kalan için bazı haramların helal hale geleceğini gösterir. Buna
göre haram kılınmanın normal hallere mahsus olduğu anlaşılır.
Kısaca insanın bedeni ve hayatı kendisine emanettir. Bu
emaneti sonuna kadar kullanmayarak ölümü seçen kimse, kendisinin ölümüne yol
açmış olur ki, buna savaş ve benzeri haller dışında izin verilmemiştir. Çünkü âyette: "Kendi
kendinizi öldürmeyiniz" (en-Nisâ, 4/29) buyurulmuştur. Hz.
Peygamber'in şu hadisi de bunu desteklemektedir. Bir savaşta büyük yararlılık
gösteren bir sahabe için diğer sahabeler; "Bugün onun yaptığı kahramanlığı
hiç birimiz yapamadık" dediler. Hz. Peygamber; "O cehennem
ehlindendir" buyurdu. Bu cevabı hayretle karşılayan bir arkadaşı bu
savaşçıyı izledi. Sonunda savaşçı ağır bir yara aldı ve bir an önce ölmek
isteyerek kılıcının kabzasını yere koydu, ucunu da göğsüne dayayarak intihar
etti. Durum Allah'ın Rasûlüne iletilince şöyle buyurdu: "Kişi dış
görünüş bakımından cennetliklerin işini işler, halbuki o, cehennemliktir, yine
kişi, insanlara göre cehennemliklerin işini işler, halbuki cennetliktir"
(Müslim, Sahîh, (Nevevî Şerhi ile), el-Mısrıyye Tab'ı, VIII, 49).
Bu
duruma göre, bir kimsenin kendi isteğiyle meşru yiyecek ve içecekleri de
terkederek bir amaca ulaşmak, sesini duyurmak veya bir kesimin haklarını dile
getirmek gibi düşüncelerle "ölüm orucu" tutması caiz değildir. Bu bir
ibadet olmadığı gibi, ölümle sonuçlandığı takdirde kişi için bir intihardır.
Ancak ölüme yol açmayacak ölçüde, bir takım meşrû istekleri dile getirmek için
bir veya iki öğün yemeğe katılmamak veya yemek boykotu yapmak, buna
katılanların niyetine ve amaçlarının olup olmadığına göre değerlendirilmelidir.
Zarurette Ölümün Tercih Edilebilirliği Haller
Bazı
durumlarda azîmete uymak ölüme sebep olabilir, buna rağmen azmete uymak caiz
olur. Ancak böyle bir kimse ruhsata uyarak canını da kurtarabilir. Örneğin; bir
kimse silahla küfre zorlansa, ölmemek için, dıştan bunu kabul edebilir.
Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur. "Gönlü imanla dolu olduğu halde, zor
altında kalan dışında, inandıktan sonra gönlünü küfre açarak Allah'ı inkâr
edenlere, Allah katından bir gazap vardır, büyük azap da onlar içindir"
(en-Nahl, 16/106).
Nitekim ashab-ı kiramdan Ammar b. Yâsir ( radiya'llâhü
anh) müşriklerin ağır işkenceleri altında küfrü gerektiren sözleri söylemiş,
gelip durumu arz edince Rasûlüllah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kendisine;
"Arkanda ne vardı" diye sormuş, o da; "Kötülük vardı; seni
kötülükle onların tanrılarını ise iyilikle anmadıkça beni bırakmadılar"
dedi. Hz. Peygamber; "Kalbini nasıl buluyorsun?" diye sorunca da;
"İmanla dolu buluyorum" diye cevap vermiştir. Bunun üzerine Allah
Rasûlü; "Onlar sana aynı şeyi yaparlarsa, sen de aynı şeyi tekrar
edebilirsin " buyurmuştur (es-Serahsî, a.g.e., XXIV, 43).
Bu
durma göre, Müslümanın işkence ve baskı altında bulunduğu sırada, kalbi imanla
dolu olduğu halde, diliyle şirk sözlerini söylemesi onu dinden çıkarmaz. Ancak
buna rağmen güçlüklere sabrederek gerçeği söylemeğe ve susmaya devam ederse bu
daha faziletlidir. Nitekim ashab-ı kiramdan Hubeyb b. Adiy ( radiya'llâhü anh),
müşriklerin İslâm'dan dönmesi için yaptıkları baskılara rağmen, dinden
döndüğünü söylememesi üzerine öldürülmüş, Cebrail (aleyhisselâm) tarafından bu
şehidin durumu Rasûlüllah (salla'llâhü aleyhi ve sellem)'e iletilince o, şöyle
buyurmuştur: "O, şehitlerin en üstünü ve cennette benim
arkadaşımdır" (es-Serahsî, a.g.e., XXIV, 44).
Bazı ülke ve devirlerde iyiliği emir ve
kötülükten sakındırma görevi yapılamaz olur. Gerçeği söyleyene büyük baskı,
tehdit ve ölüm uygulaması yapılır. Böyle bir yer ve dönemde mü'minin
"takıyye" yapması ve ruhsata uyması caiz olur. Kur'ân-ı Kerîm'de
şöyle buyurulur: "Mü'minler mü'minleri bırakıp kafirleri dost ve idareci
edinmesin, kim böyle yaparsa, Allah katında iyi bir Şey yapmış olmaz; ancak
onlardan korkmanız durumu müstesnadır. Allah sizin kendisinden korkmanızı
ister" (Âlu İmrân, 3/28). Ancak böyle bir durumda sonu ölüm bile olsa,
korkup susmamak ve doğru yolu göstermek azîmete uymak olur. Nitekim Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur: "Şehitlerin başı, Abdulmuttalib'in oğlu
Hamza ile doğruyu söylediği için zâlim sultan tarafından öldürülen
kimsedir" (Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, Kahire, t.y., terc. Abdulkadir
Şener, 4. baskı, Ankara 1986, 51).
Tedavi ile İlgili Zarûretler
İnsanın
hastalandığı zaman tedavi olma hakkı hatta görevi vardır. Çünkü beden bir
emânettir. İbadetlerin ve diğer bir takım İslâmî emir ve yasakların eksiksiz
yapılabilmesi bedenin sağlıklı olmasını gerektirir. Korunulmasına rağmen
hastalık olursa mü'minin tedavi olması gerekir. Çünkü Hz. Peygamber; "Ey
Allah'ın kulları tedavi olunuz" buyurmuştur (bk. Tirmizî, Tıbb, 2; Ebû
Dâvud, Tıbb, 1, II; İbn Mâce, Tıbb, 1; Ahmed b. Hanbel, III, 156, IV, 278).
Tedavi
olmanın kapsamına ilâç kullanmak, yarayı ameliyatla temizlemek girdiği gibi
gerektiğinde kan nakli, bir uzvun kesilmesi ya da vücuttan ayrılması gereken
bir uzvun çıkarılması gibi bütün tedavi yöntemleri girer. Doktor böyle bir
operasyon sırasında hastanın, ihtiyaç kadar olan mahrem yerlerine bakabilir.
Ancak kadınlar için hu konuda imkân ölçüsünde bayan doktor ve hemşirelerden
yararlanılması asıldır. Çünkü Hz. Peygamber'in bu konuda çeşitli uyarıları
vardır.
Hz. Peygamber'e ashabı kiram; "Ey
Allah'ın elçisi, bizden birimiz tek başımıza bulunduğumuzda da mı örtünmeye
dikkat edeceğiz?" diye sorunca, o şöyle cevap vermiştir: "Şüphesiz
Allah, kendisinden utanılmaya daha layıktır" (Buharî, Gasl, 20; Tirmizî, Edeb,
22, 39; İbn Mâce, Nikâh, 28). Bir defasında Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) zekât develerinin bulunduğu yere gitmişti. Çobanın güneşte soyunmuş
olduğunu görünce, onu görevden azletti ve şöyle buyurdu: "Hayası
olmayan kimse bizim işimizde çalışmasın" (es-Serahsî, a.g.e., X, 156)
Ancak
özür sebebiyle erkeğin veya kadının avret yerine bakılmasında bir sakınca
bulunmaz. Örneğin; sünnet için sünnetçinin erkeğin mahrem yerine bakması caiz
olduğu gibi, hastalık halinde de bu caiz olur. Yine doğum sırasında ebe, kadının
mahrem yerlerine bakar, zarûret halinde kadın doktor bulunmayınca erkek doktor
da kadının tedavisinde bulunabilir. Çünkü Hz. Peygamber doğum sırasında ebenin
hazır bulunmasına ve gerektiğinde doğuma şahitlik yapmasına cevaz vermiştir. Bu
durum bakmayı da kapsar (es-Serahsî, a.g.e., X, 156).
es-Serahsî
(6. 490/1097), kadının erkek tarafından tedavi ve muayenesi konusunda şöyle
der: "Kadında çıkan
bir çıbanı tedavi edecek bir kadın (doktor) bulamaz, başka bir kadına tedavi
şeklini öğretmek de mümkün olmaz ve hasta kadının ölmesi veya bitkin hale
gelmesi yahut dayanamayacağı bir acının meydana gelmesi söz konusu olursa, bu
yaranın bulunduğu yer dışında kadının örtünmesinde, sonra onu bir erkeğin
tedavi etmesinde bir sakınca yoktur. Bu erkek, gücünün yettiği ölçüde yaranın
bulunduğu yer dışındaki kısımlardan gözünü sakınır. Çünkü bir cinsin diğer
cinse bakması daha ağırdır. Burada zarûret halinin gerçekleşip
gerçekleşmediğine bakılır. Bu ise ölüm tehlikesidir, böyle bir tehlike ortaya
çıkınca da zarûret miktarından fazlası mübah olmaz" (es-Serahsî,
a.g.e., X, 157).
Haram Kılınmış Şeylerle Tedavî
Necis
(pis) olsun veya olmasın yenmesi ve içilmesi haram kılınmış olan şeylerle
tedavinin caiz olup olmadığı konusunda görüş ayrılığı vardır.
Hanefilere
göre şifa vereceği kesin olarak bilinen haramla tedavi caizdir, bilinmiyorsa
mübah değildir. Büyük Hanefî fakihlerinden el-Kâsânî (ö. 587/1191) şöyle der:
"Dayanılmaz açlık sırasında murdar ölmüş hayvan eti yemek, susuzluk
halinde şarap içmek ve boğazına takılan lokmayı gidermek nasıl caiz ise, şifa
vereceği kesin olarak bilindiği takdirde haram yiyecek ve içeceklerle tedavi de
bu şekilde caizdir. Ancak şifa konusunda kesinlik yoksa tedavi caiz olmaz.
Diğer yandan Ebû Yûsuf, aslında haram olduğu halde deve sidiğinin tedavi
amaciyle içilmesini mübah görmüştür. Çünkü Hz. Peygamber, iklim farkı nedeniyle
hastalanan Urenîlere zekât develerinin sidiğini içerek tedavi olmalarını emir
buyurmuştur (el-Kâsânî, a.g.e., I, 61). Ebû Hanife'ye göre ise, bu caiz
değildir, çünkü şifa vereceği kesin olarak bilinmemektedir. O'na göre Ureniler
hadisini şu şekilde anlamak mümkündür "Hz. Peygamber o sidiğin, yalnız
onların hâstalığına şifa vereceğini bilmiştir" (el-Kâsânî, a.g.e., I,
61-62).
Hanbelîlere
göre, İslâm'da haram kılınmış yiyecek ve içeceklerle tedavi de caiz değildir.
İbn Teymiyye; şarap domuz eti ve benzerleriyle tedavinin caiz olup olmadığı
sorusuna, şu cevabı vermiştir: "Bunlarla tedavi caiz değildir" (İbn
Teymiyye, Fetâvâ, Mısır, 1329, I, 270). İbnü'l-Kayyim de aynı cevabı vermiştir
(İbnü'l-Kayyim, Zâdü'l-Meâd, II, 114) İbnü'l-Arabî de, Sahnûn'un; "Şarap
ve domuz eti ile tedavi olunmaz" sözünü naklettikten sonra ayni görüşü
benimsemiştir (İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'ân, I, 59).
Dayandıkları
delil sünnettir. Târık b. Süvey el-Cufî'den rivâyet edildiğine göre, Rasûlüllah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den şarabı sormuş, o da yasaklamıştır, ya da
üretilmesini çirkin görmüştür. Târık'ın: "Ben onu yalnız tedavi için
üretiyorum" demesi üzerine de "O ilâç değil derttir" buyurmuştur
(Dârimî, Eşribe, 6; Müslim, Eşribe, 12; Ebû Dâvud, Tıbb, II; Tirmizî, Tıbb, 8)
Ebu'd-Derdâ
(r.a)'dan Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Allah Teâlâ hem derdi hem de ilâcı (deva) indirmiştir, her
hastalık için bir ilâç yaratmıştır, tedavi olun, ancak tedavide haramı
kullanmayın" (bk. Mâlik, Muvatta', Ayn, 12; Ahmed b. Hanbel, Müsned
I,13, 446, III, 156).
İbn
Mes'ûd (r.anhümâ)'dan şöyle dediği nakledilmiştir: Âllah şifanızı haram kıldığı
şeylerde yaratmamıştır" (eş-Şevkanî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 203). Başka bir hadiste
de Allah elçisi pis ilâcı yasaklamış ve; "Âllah Teâlâ ümmetimin şifasını,
onlara haram kıldığı şeylerde yaratmamıştır" (bk. Ebu Dâvud, Tıbb, II;
Tirmizî, Tıbb, 7; İbn Mâce, Tıbb, II, Ahmed b. Hanbel, II, 305, 446, 478;
eş-Şevkânî, a.g.e., VIII, 203; İbn Teymiyye, I, 270).
Bu
görüşte olanlara göre, dara düşen kişi için açlığı ve susuzluğu giderecek
haramdan başka bir şey bulunmadığı zaman, çare tek olmaktadır, bu da haramı
zarûret yüzünden yemek veya içmekten ibarettir. Hastalıkların tedavisinde ise ilâç
bu haramdan ibaret değildir. Çoğunlukla tedaviye alternatifli ilaçlar ya da
tedavi yöntemleri vardır. Bu yüzden açlıkla hastalık aynı nitelikte değildir.
Çünkü açlığın haramı yemekle giderilebileceği kesindir, hastalığın ilaçla
iyileşmesi ise bu derece kesin olarak önceden bilinmemektedir. Diğer yandan
açlıktan öleceğini anlayan kişinin haramı yemesi farz olur, hastalık halinde
tedavi olmanın farz oluşu ise ihtilaflıdır. Çünkü sahabe ve tabiîlerden birçok
kimse tedavi olmamış ve hiçbir bilgin bunları kıramamıştır (İbn Teymiyye,
Fetâvâ, I, 259-260, 268-270).
Zâhirîlere
göre haram şeyle tedavi olmak caizdir. Zâhirî bilgini İbn Hazm şöyle der:
"Şarap darda kalıp zarûret haline düşen için mübah olur. Susuzluğu
gidermek, tedavi olmak veya boğulmayı önlemek için şarap içene ceza
gerekmez" (Mu'cemü'l-Fıkhı İbn Hazm, Te'lif, komisyon, Dimaşk
Üniversitesi). İbn Hazm'ın dayandığı delil şudur: "Sidiği yemek ve içmek
normal zamanda haramdır, fakat tedavi ve benzeri zarûret durumunda haram
değildir. Nitekim Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Urenîlere
hastalıklarının tedavisi için deve sidiğini mübah kılmıştır"
(Mu'cemü'l-Fıkhı İbn Hazm, I, 353; el-Kâsânî, a.g.e., I, 61). İbn Hazm, haram
tedaviyi caiz görmeyenlerin dayandığı hadislerin kritiğini yaparak bir bölümünü
zayıf bulmuş, bir bölümünü ise şöyle te'vil etmiştir: "Zarûret halinde
tedavi amaciyle haram kılınmış şeyleri içmek mübahtır. Bunlar mübah olunca,
tedavide kullanılması yasaklanmış "pis ilaçlar" sınıfına
girmemelidir, bu yüzden bunlara "pis" denemez" (bk. Ebû Dâvud
Tıbb, II; Tirmizî, Tıbb, 7; İbn Mâce, Tıbb, II; Ahmed b. Hanbel, II, 305, 446,
478; Mu'cemü'l-Fıkh, I, 353).
Sonuç
olarak haramla tedavi konusunda orta yol Hanefîlerin görüşüdür. Eğer hastalığı
meşru gıda, yiyecek, içecek ve ilaçlarla tedavi mümkün olursa bu yola gidilir.
Eğer tedavinin haram bir yiyecek, içecek veya ilaçla tedavi edilebileceği
tecrübelerle biliniyorsa böyle bir ilâç ameliyat ve operasyonla tedavi yoluna
gidilebilir. Burada "Zarûretler sakıncalı olan şeyleri mubah kılar"
kuralına uyulmuş olur. Çünkü hastalık da ağırlık durumuna göre zarûret
kapsamına girer.
Sarhoşluk Veren Maddenin İlaca Karıştırılması
Bazı
ilâçlara alkol veya başka sarhoşluk veren maddeler karıştırılmakta ve tedavi
için bunlar doktor tarafından hastaya tavsiye edilmektedir. Bu konuda önce
ilâcın alkolsüz olan alternatifi varsa Müslüman hasta için bunun tercih
edilmesi gerekir. Alternatifi yoksa ve şifa vereceği veya hastayı rahatlatacağı
kesin olursa hastaya böyle ilaç kullanmak mübah olur. Günümüzde pek çok
depresyon ve nörolojik vak'alarda kullanılan ilaçların çoğunda müsekkin maddesi
bulunmaktadır. Hastanın sinir sistemi teskin edilerek, acı duyması önlenmekte,
uykusuzluğu giderilmekte ve ameliyatlarda heyecan ve panik hali en aza
indirilmektedir.
İlaçlarda
kullanılan müsekkin maddesi bazı istihaleler geçirerek değişime uğrarsa aslında
bulunan "necis (pis)" olma niteliği de değişebilir. Büyük Hanefî
hukukçusu el-Kâsânî (ö. 587/1191) Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî'nin (ö.
189/805)'nin bu konudaki görüşünü açıklarken şöyle der:
"İmam Muhammed'e göre necaset zamanın geçmesiyle
başkalaşır ve özellikleri nitelik değiştirirse başka bir şey olur ve temiz hale
gelir... Necâset istihale geçirip nitelikleri ve anlamı değişince pis olmaktan
çıkar. Çünkü necâset sözcüğü bir şeye, belirli bir niteliğinden dolayı ad
olarak verilmiştir. Vasıf değişince ad da değişir ve sirkeye dönüşen şarap gibi
olur"
(el-Kâsânî, el-Bedâyi'l, 85)
Mâlikîlerden
İbnü'l-Arabî şöyle der: "Bir kimse murdar hayvanla tedaviye muhtaç olursa,
ya olduğu gibi kullanır veya yaktıktan sonra kullanır. Eğer yakmak suretiyle
değişikliğe uğrarsa onun tedavide kullanmak ve üzerinde bulunduğu halde namaz
kılmak caizdir" (İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'ân, I, 59).
Hanbelîlerden
İbn Teymiyye de bu konuda şöyle der: "Murdar hayvan, kan, domuz eti ve
benzerlerinden Allah Teâlâ'nın haram kıldığı pis maddeler suya veya başka bir
sıvıya düşüp karıştığı, parçalanıp vasıf ve eseri kalmadığı takdirde, artık
orada ne murdar hayvan, ne de kan, ne de domuz eti vardır. Şarap da akıcı bir
maddeye karışıp kaybolduğu ve (duyu organlarıyla algılanabilen) bir niteliği
kalmadığı takdirde, o maddeyi içen şarap içmiş değildir" (İbn Teymiyye,
Fetâvâ, I, 20).
Sonuç
olarak yenilmesi ve içilmesi haram olan bir maddeden az bir miktarı eriyip
kaybolacak, rengi, tadı veya kokusu yahut kendisine ait etkisi kalmayacak
şekilde bir ilâca karıştırılmış olursa; erime, veya pişme yoluyla başka şeye
dönüşen necâsete kıyas edilerek, haram olma vasıfları kalkar ve ilâç olarak
kullanılmalar da caiz olur (bk. Abdillkerim Zeydan, İslâm Hukukunda Zarfiret
Hali, Terceme, H. Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, İstanbul 1982,
I, 312 vd).
Meşru Savunma Halinde Saldırganı Öldürmek
Genel
olarak bütün hukuk sistemlerinde ölmemek için kendisini savunurken başka çare
kalmadığı takdirde saldırganı öldürmek hakkı tanınmıştır. Çünkü saldırıya
uğrayan kimseden sabredip öldürülmeyi beklemesi istenemez. Saldırı şahsa olduğu
gibi mala yönelik de olabilir. Delil şu âyettir: "Size saldırana size
saldırdıkları gibi saldırın" (el-Bakara, 2/194).
Başörtüsü mü? Okul mu?
Başörtüsü örtmek farz. Okumak ve ilim tahsil etmek ise başta Alâk
Sûresinin ilk ve 3.’cü âyetler ve birçok âyete göre farz. Acaba başörtüsü
yasağı karşısında başörtüsü mü, okul mu, yoksa başörtüsü ile birlikte okumak
mı? Herhalde bu hususa şu soru zâviyesinden bakmak durumundayız: Biz bu dünyaya
niye gönderildik?
İnsan
bu âleme ilim ve duâ vâsıtasıyla tekemmül etmek (olgunlaşmak, gelişmek) için
gelmiştir. Mahiyet ve istidad (potansiyel yetenek) itibâriyle herşey ilme
bağlıdır. Ve bütün gerçek ilimlerin esâsı ve mâdeni ve nuru ve ruhu,
mârifetullahtır (Allah’ı bütün isim ve sıfatlarıyla, eser ve sanatlarıyla,
ni’met ve ikramlarıyla tanımaktır). Ve onun üssü’l-esâsı (öğrenmenin temel
prensibi) Allah’a imandır. (Sözler, s. 286.)
Okumayı emreden âyetlerin, “Saçınızı-başınızı açarak,
yasakçı sistemin okullarında okuyun!” demek istemediği kesin. Hâlıkımız bizi bu
dünyaya, imtihan, imân ve ibâdet etmek (aynı zamanda hanımların da başlarını
örtmesi), ilimle tekâmül etmek için dünyaya göndermiş. Yoksa, “Öğretmen,
doktor, mühendis, işletmeci olun!” diye değil.
Okumanın,
kariyer yapmanın, kendini yetiştirmenin binbir yolu imkânı olmalı. Gelişmiş
ülkelerde “ev eğitimi” yaygın bir uygulamadır. Kurslar vasıtasıyla çeşitli
mesleklere, sanatlara yönelmek mümkün. Nice sanatkâr, araştırmacı ve kâşifin
resmî diploması yoktur. Nice ev hanımı, eserleri, çalışması, buluşuyla resmî
diplomalılara taş çıkartmıştır!
“Ne yapalım, şartlar böyle gerektiriyor; başımızı açıp
okuyalım, makam ve mevki sahibi olalım ve sonra dinimize, milletimize hizmet
edelim!”
diye düşünmek de mümkün. Ancak, hizmeti, farzı terk edip, meşkûk, şüpheli
hizmete gidilebilir mi? Örtünmek de ibâdet ve hizmettir. Çünkü başörtüsü İslâmî
şeâirdir, semboldür. onu takmak İslâma lisan-ı hal ile yapılan bir hizmettir.
Nice insan, tesettürlüleri görerek, “Neden böyle ve niçin?” diye tesettürü
sorgulamış, gerçeği bulmuş, bulacaktır; bilemiyoruz.
Abdullah
Aymaz, 16 Ocak 2005 tarihli Zaman’daki yazısında, tanımadığı bir İtalyan ve
Alman ile yola çıkan bir Müslümanın, istasyonda namaz kılmasından sonra,
İtalyanın namazı, İslâmiyeti araştırdığını yazar: Namazın hikmetlerini
Dokuzuncu Söz’den dinledikten sonra ibâdetin çok hoşuna gittiğini söyleyen
İtalyan, “Bu yolculuğumuz bir tesadüf değil, senin benzinliğe girip namaz
kılman bir tesadüf değil. Yoksa bu güzel sohbetimiz olmazdı. Ayrıca çoktan beri
aradığım kitabı benzinlikte buldum; satın aldım” der. Aradan bir buçuk ay
geçer. İtalyan, Müslümanı arar, “Bu namaz ibâdeti çok hoşuma gitti. Yanlış
anlama, hemen Müslüman olacak değilim. Ama, namaz kılmayı nasıl öğrenebilirim,
bana yardımcı olabilir misin?” diye sorar… İşte sadece bir vakit namaz
kılmanın, hizmete yansıyan ve tesbit edilen sadece bir yönü…
Diğer
taraftan hizmet; makam, mevki, güç, para-pul, kariyer ile değil, ihlâs iledir
der Bediüzzaman. Dinleyelim: Bu dünyada, özellikle âhirete yönelik hizmetlerde
en mühim bir esas ihlâstır. En büyük bir kuvvet ihlâstır. En makbul bir
şefaatçi ihlâstır. En metin/sağlam bir istinat noktası ihlâstır. En kısa
hakikat yolu ihlâstır. En makbul mânevî bir duâ ihlâstır. Maksatlara
ulaşmada en kerametli (harika) vesile ihlâstır. En yüksek bir haslet ihlâstır.
En sâfî ubudiyet/kulluk ihlâstır. (Lem’alar, s. 163) Yani, hizmet etmek
isteyen için “esas, kuvvet, şefaatçi, istinat noktası, hakikat, duâ,
keramet/harika hal, haslet, ubudiyet/kulluk” ihlâstır. Yoksa, dünyevî makam,
mevki ve kariyerler değil!
Acaba
hizmet adına baş açılırsa, bu durum ne kadar kanıksanacak ve daha başka hangi
tavizler verilecektir? Başörtüsüne cevaz bulan, yorum yapan, diğerlerine neden
yapmasın? Bu kanıksanma ve tavizlerin sonunun nereye varacağını kim tahmin
edebilir? Evet, bu bir psikolojik kaidedir: İnandığınız gibi yaşamazsanız,
yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız!
Okulda Baş Açmanın Hükmü Nedir?
Bilindiği
gibi Nur sûresi’nin 31. ve Ahzab suresi’nin 33, 35 ve 59′uncu ayetlerinde
kadınların örtünmeleri, vücutlarının zinet yerlerini yabancılara göstermemeleri
emredilmektedir. Bu konuda birçok hadis de vardır. Ama bu hadisleri burada
nakletmeye lüzum görmüyoruz.
Kadının
bütün vücudunun avret olup olmadığı hususu da mezhepler arasında ihtilaflıdır.
Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre kadının istisnasız tüm vücudu avret kabul
edildiği halde Hanefî ve Malikî mezheplerinde eller ve yüzün fitne korkusu
olmadığı takdirde avret olmadığı belirtilmiştir (1).
Tedavi
gibi bazı zaruret hallerinde yabancı birisi bir kadının avret kabul edilen bir
uzvuna zaruret miktarınca ve tedavinin gerekdiği mahalli geçmemek şartıyla bakabilir(2).
Allah, Kurân-ı Kerîm’de kadınların vücutlarını örtmelerini emredip başkalarına
göstermelerini yasakladığına göre onların avret mahallerini yabancıların
görebileceği şekilde açmaları haramdır. Zaruret olmadıkça avret sayılan bir
uzvun tamamını ya da bir kısmını açamazlar.
Zaruret,
yasak bir şeyi yapmadığı takdirde helaki veya helake yaklaşmayı gerekli kılan
şeydir (3). Ali Haydar Mecelle Şerhi’nde zarureti aynen şu şekilde tarif
etmiştir: “Zaruret; memnu tenavületmediği takdirde helaki müstelzim olan
haldir” (4).
Buna göre
İslâm’a hizmet etmek gayesiyle de olsa İslâm’a taban tabana zıt düşen, kadının
namahrem yerlerini ve avretini açmaya zorlayan okullarda okumanın zaruret kabul
edilmesi mümkün değildir.
Ayrıca
kadınların mutlaka bilmesi gereken şeyleri, avretlerini açmayı gerektirmeyen
okul ve kurslardan öğrenmeleri pekala mümkündür. İslâm hizmeti böyle bir yol
ile ifa edilemez. Ayrıca İslâm tarihi hiçbir resmî tahsili olmadığı halde
kendisini özel olarak yetiştirip İslâm’a ve ilme hizmet eden kadınlarla
doludur. Şüphesiz kadınların avret açma ve ihtilat gibi İslâm’ın yasakladığı
şeyler olmazsa okutulmaları gerekli ve okumaları zaruridir, bunda büyük
faydalar da vardır. Ama bu haramı işlemeyi tecviz edemez.
Bilindiği
gibi “Zararları gidermek, maslahatları celb etmekten evladır.” diye
meşhur bir fıkıh kaidesi vardır. İslâm’ın yasaklara gösterdiği itina, emirlere
gösterdiği itinadan daha büyüktür. Hz. Peygamber bir hadîsinde: “Ben size
bir şey emrettiğim zaman ondan gücünüzün yettiği kadarını yapınız. Bir şeyden
nehyettiğim zaman da ondan kaçınınız” buyurur.
Bundan
dolayı meşakkati defetmek için vacibi terk etmek caizdir, ama günahları,
özellikle büyük günahları işlemekte müsamaha yoktur. Bezzazî’nin ifadesine göre
avret yerini örtecek bir şey bulamayan kimse, nehir kenarında da olsa istincayı
terk eder. Çünkü yasak, emre tercih edilir. Kadına gusül gerekse ve
erkeklerden gizlenecek bir yer bulamazsa guslü terkeder (5).
Demek oluyor ki, bir haramı işlememek
için farz bile terkedilir. O halde sadece umulan bir maslahat için nassların
haram kıldığı bir şeyin işlenmesi tecviz edilemez. Bize göre bu her okul için
aynıdır. Müslümanların, kadınların
başlarını açabilmeleri için İslâm’ın hükümlerini zorlayacakları yerde,
kadınların İslâmî kıyafetler içerisinde okuyabilmelerinin çarelerini araştırıp
bu yolda gayret sarfetmeleri gerekir.
1-Kitabu’1-Fıkh
âlâ Mezâbili’l Erbaa 1/192. Sâbûnî, Tefsirû Ayât’il-Ahkâm c. 2. s. 381
2-el-Merginânî, el-Hidâye, c. 4, s. 84
3-Suyûtî, el-Eşbah ven-Nezâir, s. 94
4-Ali Haydar, Dürerü’l-Hakkâm Şerhu Mecelletü’l-Ahkâm, Muk. 22. Mdd. nin şerhi
5-İbnu Nüceym el-Eşbâh ve’n-Nezâir, s. 90-91
Halil GÜNENÇ, Günümüz Meselelerine Fetvalar
II.180
T.C.
BAŞBAKANLIK
DİYANET İŞLERİ
BAŞKANLIĞI
ANKARA
Din İşleri Yüksek
Kurulu Başkanlığına
Konu : İmam-Hatip
Liselerinde Okuyan Kız Öğrencilerin Kıyafetleri
Karar Tarihi :
30.12.1980
Karar No. : 77
Milli
Eğitim Bakanlığı’nca İmam-Hatip Liselerinde okuyan kız öğrencilerin kıyafetleri
konusunda Bakanlık görüşünün bildirilmesiyle ilgili olarak Devlet Bakanı Sn.
Mehmet Özgüneş’e yazılan 22.12.1980 gün ve 018323 sayılı yazı ile Devlet
Bakanlığı Makamının konunun Din İşleri Yüksek Kurulunca da incelenerek Bakanlık
görüşünün tesbit edilmesine dair 22.12.1980 gün ve 5.05-1020 sayılı yazıları
konunun önemi ve şumulü dikkate alınmak suretiyle 633 sayılı Diyanet İşleri
Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’un 5. maddesiyle Kurulumuza
verilen görev, yetki ve sorumluluklara dayanılarak dinî, hukukî ve diğer
yönlerden incelendi.
Yapılan
müzakereler sonunda:
1-
Kur’an-ı Kerîm’de Nur Suresi’nin 31. ayet-i kerîmesinde: “Mü’min kadınlara
da söyle. Gözlerini bakılması yasak olan şeylerden çevirsinler. İffetlerini
korusunlar. (El, yüz, ayak ile bu uzuvlarda bulunan yüzük, kına ve sürme gibi)
kendiliğinden görünenler müstesna zinetlerini açmasınlar. Başörtülerini
yakalarının üzerine salsınlar...” buyrulmuştur.
İslâmiyet’ten
önce (Cahiliyye Devrinde) kadınlardan başlarını örtenler, örtülerini
enselerine bağlarlar veya arkalarına salıverirler, boyun ve gerdanlarını açık
bırakırlardı. Cenab-ı Hak bu ayet-i celile ile Cahiliyye Devri’nin bu adetini
kesinlikle yasaklamış, müslüman kadınların başörtülerini, saçlarını,
başlarını, kulaklarını, boyun ve gerdanlarını örtecek şekilde yakalarının
üzerine salmalarını emretmiştir.
Kur’an-ı
Kerîm’in mücmel hükümlerini açıklama yetkisi, onu tebliğ ile görevli
Peygamber-i Zişan Efendimize aittir. Bu ayet-i celilede “kendiliğinden
görünenler” ifadesiyle mücmel olarak beyan edilen uzuvların hangileri
olduğunu, muhterem eşi Ümmü’l-mü’mimin Hz. Aişe ( radiya'llâhü anha.)’nın
nakletmiş olduğu bir hadis-i şerifinde Rasûllah (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
Efendimiz, Hz. Aişe’nin ablası Hz. Esma’ya yüz ve ellerini işaret ederek: “Ey
Esma! Kadın erginlik çağına erince, şurası ve şurası dışında kalan yerlerini
göstermesi caiz olmaz.” (Sünen-i Ebî Davud, 4/62 Hadis No. 4104) buyurmuş,
böylece ayet-i celilede istisna edilen uzuvları bizzat açıklamıştır.
Ahzâb
Suresi’nin 59. ayet-i celilesinde ise: “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mümin kadınlarına,
söyle: (Evden çıkarlarken) üzerlerine dış elbiselerini giysinler. Bu, onların
iffetli bilinmelerini ve bundan dolayı incitilmemelerini daha iyi sağlar.”
buyurmuştur.
Bu
ayet-i celile ile de, müslüman hanımların evlerinden çıkarken üzerlerine vücut
hatlarını belli etmeyecek bir dış elbise almaları, ev kıyafetiyle sokağa
çıkmamaları emredilmiştir.
Yukarıda
mealleri verilen ayet-i celileler ile Hz. Aişe ( radiya'llâhü anha)’nın
naklettiği hadis-i şerif ve benzeri hadis-i şeriflerden, İslam müctehid ve
fakihleri, müslüman kadınların sadece namaz kılarken değil, namaz dışında da
vücudun el, yüz ve ayaklar dışında kalan kısımlarını, aralarında dinen evlilik
caiz olan yabancı erkekler yanında açık bulundurmamaları gerektiği hükmünde
ittifak etmişlerdir. İslâmî hükümlerin iki temel kaynağı olan Kitab ve Sünnet
delilleri yanında, ashab ve tabiîn devirlerinden itibaren bu husus daima böyle
anlaşılmış, böylece kadınların tesettürü konusunda her asırda icma‘-ı ümmet de
meydana gelmiştir. Nitekim, İslâm’ın doğuşundan, günümüze kadar bütün İslâm
ülkelerinde her asırdaki uygulama da böylece devam edegelmiş, hiç bir İslâm
alimi söz konusu hükme aykırı bir beyanda bulunmamıştır.
2-
İnsan haklarına saygılı ve demokratik rejimle yönetilen ülkelerde, yönetimin
en önemli ilkelerinden biri de laiklik ilkesidir. Laiklik, Devletimizin de
temel ilkelerinden biridir. Bu ilkenin tabii sonucu ise, devlet yönetiminde
din kurallarına uyma zorunluluğunun olmamasıdır. Bunun yanında, devletin de
kişilerin dini inanç ve kanaatlerine saygılı olması, bunları baskı altına
almaması, devletçe fertlere tam bir din ve vicdan hürriyeti tanınmış olması da
laikliğin tabii bir sonucudur. Nitekim, Birleşmiş Milletler Teşkilatının 10 Aralık
1948 tarihinde kabul ettiği «İNSAN HAKLARI EVRENSEL BEYENNAMESİ»nin 18. maddesinde:
«Her şahsın fikir, vicdan ve din
hürriyetine hakkı vardır. Bu hak, din veya kanaat değiştirmek hürriyetini,
dinini veya kanaatini tek başına veya topluca, açık veya özel surette öğretim,
tatbikat, ibadet ve ayinlerle açıklama hürriyetini gerektirir.» hükmü yer
almıştır. Bu beyenname, 6 Nisan1949 tarih ve 9119 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı’yla
Türkiye tarafından da benimsenmiş ve 27 Mayıs 1949 tarihinden itibaren
yürürlüğe konmuştur.
Din
ve vicdan hürriyeti, esasen, Türkiye’mizde Gülhane Hatt-ı Hümayunu’ndan, yani
1839’dan beri devlet umdelerimizin başında gelmiştir. 1924 Anayasasının 75.
maddesinde bu hürriyet:
«Hiç
kimse mensub olduğu felsefî ictihad, din ve mezhepten dolayı muaheze edilemez.
Asayiş ve umumi muaşeret adabına ve kanunların hükümlerine aykırı bulunmamak
üzere her türlü dinî ayinlerin yapılması serbesttir.» cümleleriyle ifade
edilmiştir.
1961
Anayasasının «Temel Haklar ve Ödevler»le ilgili bölümünde yer alan 19.
maddesinde ise:
«Herkes,
vicdan ve dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. Kamu düzenine veya genel
ahlaka veya bu amaçlarla çıkarılan kanunlara aykırı olmayan ibadetler, dinî
ayin ve törenler serbesttir.
Kimse,
ibadette, dinî ayin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini
açıklamaya zorlanamaz. Kimse dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz...» hükmüne yer
verilmiştir.
3-
Din, sırf bir inanç veya inanç sisteminden ibaret değildir. Dinin inanca ait
esasları yanında; ibadet, amel ve ahlaki davranışlarla ilgili hükümleri, dini
kabul eden inançlı kişilerin yaşayışlarında uymaları zorunlu emir ve yasakları
da vardır. O halde din ve vicdan hürriyeti, sadece bir dinin inançla ilgili
esaslarına inanmak veya inanmamak hakkı değil; dindarın mensub olduğu dinin
bütün emir ve yasaklarını hiç bir engele rastlamadan, serbestçe yerine
getirebilmesi hakkıdır. İnanç, ferdin iç alemiyle ilgili olup kendisi
tarafından açıklanmadıkça başkaları tarafından kontrolü mümkün olmadığına göre
devletin fertlerinin inancına karışıp karışmaması fazla bir önem taşımaz. Din
ve vicdan hürriyeti, dinin emir ve yasaklarını hiç bir baskıya uğramadan
yerine getirebilme hürriyeti olduğu şüphesizdir. Nitekim İnsan Hakları
Evrensel Beyennamesini kabul eden Devletimiz, Anayasamızın (1961 Anayasası)
19. maddesiyle din ve vicdan hürriyetini açık bir şekilde tanımış ve bu
hürriyeti Anayasanın 10. maddesiyle kişiye ağlı, dokunulmaz. devredilmez,
vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlerinden saymıştır. O halde her Türk
vatandaşı, bir anayasa hakkı olarak, mensub olduğu dinin bütün emir ve yasaklarını
«kamu düzeni, genel ahlak ve bu amaçlarla çıkarılan kanunlara aykırı olmamak
şartıyla» hiç bir baskıya maruz kalmadan, serbestçe yerine getirebilme
hürriyetine sahiptir. Din ve vicdan hürriyetinin ve laiklik ilkesinin tabiî ve
mantıkî sonucu budur.
4-
Müslüman hanımların başlarını örtmeleri, vücutlarının el, yüz ve ayaklar
dışında kalan kısımlarını, aralarında dinen evlenme caiz olan yabancı erkekler
yanında açık bulundurmamaları, bazı çevrelerce sanıldığı gibi belli zümrenin
sonradan ortaya çıkardığı bir adet veya işaret değil, İslâm Dini’nin bir
hükmüdür. Bu husus yukarıda delilleriyle açıklanmıştır. Bu emirlerin bir
gereği olarak kadınların örtünmesi milletimizin de bir örfü haline gelmiştir.
Ülkemizdeki hanımların çoğunluğunun, yaşlı hanımların ise hemen hemen
tamamının günümüzde de başlarını örtmeleri bunun en açık kanıtıdır. Üstelik
hanımların söz konusu kıyafetlerinde (yani başlarını kapatmalarında ve dinin
emrittiği şekilde örtünmelerinde), kamu düzenine, genel ahlaka ve kanunlara
aykırı bir durum olmadığı da açıktır. Bu hususun devletin ülkesi ve milletiyle
bütünlüğünün, Cumhuriyetin, milli güvenliğin, kamu düzeninin, kamu yararının,
genel ahlakın ve genel sağlığın korunup korunmamasıyla da bir ilgisi yoktur.
Bu itibarla müslüman hanımların dinî tesettüre uymalarının kanunla
sınırlandırılması da Anayasamızın 11. maddesi uyarınca söz konusu olamaz.
Kaldı ki, Anayasamız, 10. maddesiyle «devleti, kişinin temel hak ve
hürriyetlerini fert huzuru, sosyal adalet ve hukuk devleti ilkeleriyle
bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasi, iktisadi ve sosyal bütün engelleri
kaldırmak ve insanın maddi manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları
hazırlamakla» yükümlü kılmıştır.
5-
Hürriyet, en basit anlamıyla, başkalarına zarar vermemek şartıyla kişinin
dilediği şekilde hareket edebilmesi ve dilediğini yapabilmesi demektir. Buna
göre, dinin emrettiği şekilde örtünmeyi kabul etmeyen bir kimseyi örtünmeye
zorlamak, kişi hak ve hürriyetiyle ne derece bağdaşmayan bir davranış ise,
ister sırf öyle arzu ettiği için veya estetik amaçlarla olsun, örtünmek isteyen
bir kimsenin örtünmesini engellemeye kalkışmak ve bu maksatla ona baskı yapmak
da, aynı şekilde kişinin temel hak ve hürriyetlerine açık bir müdahele sayılmak
gerekir. Çünkü genel ahlaka aykırı bir durum olmadıkça, kişinin örtünmesi veya
örtünmemesinde başkaları için bir zarar söz konusu değildir. Nitekim,
hürriyetçi demokrasi ile idare edilen ve laiklik ilkesini kamil uygulayan bütün
ülkelerde, kişi hak ve hürriyetleri bu şekilde anlaşılmakta, ister dini, ister
estetik, isterse başka amaçlarla olsun kişilerin giyinişlerine, kılık ve
kıyafetlerine hiç bir sınırlama getirilmemekte ve bu konuda herhangi bir
müdahele düşünülmemektedir. Hatta bu ülkelerde bir takım dinî okulların ve
cemaatlerin, kendi inançlarının gereği sayarak giydikleri, toplumun genellikle
benimsediği kıyafetten çok farklı olan özel kıyafetleri de hiç bir şekilde
yadırganmamakta, hatta saygı görmektedir.
6-
Milli Eğitim Bakanlığı
yazısında kadınların örtülü kıyafetlerinin «Atatürk ilkelerine tamamen aykırı»
olduğu ifade edilmekte ise de, genel ahlaka ve kanunlara aykırı olmayan her
türlü kadın kıyafetinin Atatürk devrim ve ilkelerine aykırılığı söz konusu
değildir. Nitekim
bizzat Atatürk «Eğer kadınlarımız Şer‘in tavsiye ve dinin emrettiği bir
kıyafetle, faziletin icabettiği tavr u hareketle içimizde bulunur, millatin
ilim san’at, ictimaiyyat hareketlerine iştirak ederse bu hali, emin olunuz,
milletin en mutaassıbı dahi men‘-i nefs edemez.» demiştir. (Prof. Dr.
Afet İnan, Atatürk ve Türk Kadın Haklarının Kazanılması, Tarih Boyunca Kadının
Hak ve Görevleri, s.104, İstanbul, 1968, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınlarından).
Atatürk’ün
müslüman Türk kadınının kıyafeti konusunda benimsediği bu fikirlerine aykırı
bir sözüne rastlanmadığı gibi bu sözlerinden çok sonra çıkartmış olduğu devrim
kanunlarından kıyafetle ilgili olan 671, 677 ve 2596 sayılı kanunların hiç
birinde kadın kıyafetiyle ilgili bir hükme de yer verilmemiştir. Esasen,
Atatürk’ü ve ilkelerini, -çoğu zaman yapıldığı gibi- dinimizin kadın
kıyafetiyle ilgili hükümlerine karşı göstermek, memleketimiz yararları ve
Atatürk ilkelerinin benimsenmesi açısından son derece sakıncalı bir tutumdur.
Müslüman Türk vatandaşı, «ya Allah’ın emri, ya Atatürk ilkeleri» şeklinde son
derece vahim bir tercihle karşı karşıya bırakılmamalıdır.
Unutulmamalıdır
ki, örtünmek dinin bir emridir ve Atatürk dinimizin en son ve mükemmel din
olduğunu çeşitli vesilelerle bir çok defalar ifade etmiştir.
7-
Bilindiği üzere İmam-Hatip Liseleri ve Kur’an Kurslarında, Kur’an-ı Kerîm’in
usulüne uygun olarak tilaveti yanında, bu okullardaki eğitim ve öğretimin bir
gereği olarak dini hükümler de öğretilmekte ve bu hükümlere her müslümanın
uymasının gerekli olduğu anlatılmaktadır. Dinimizin kadın kıyafetiyle ilgili
hükmü, yukarıda belirtilmiştir. Sözü edilen eğitim ve öğretim kurumlarında
dinimizin kadınların örtünmeleriyle ilgili hükümleri de tabiatıyla
öğretilecektir. Bu durumda, bir taraftan müslüman kadınların örtünmelerinin
dinen zorunlu olduğu öğretilirken, diğer yandan müslüman kızların başlarını
açmaya zorlanmaları, izahı kabil olmayan bir çelişki olacağı gibi, onların
vicdanında da son derece olumsuz etkiler meydana getirecektir. Şüphesiz bu
durumun eğitim ve öğretim açısından da fevkalade sakıncalı ve olumsuz sonuçları
olacaktır.
Diğer
taraftan İmam-Hatip Liselerimizde ve özellikle Kur’an Kurslarımızda Kur’an-ı
Kerîm Öğretimi, temel dersler arasında yer almaktadır. Bilindiği gibi, Kur’an-ı
Kerim okumak bir ibadettir. İbadet esnasında Allah’ın emirlerine tam bir itaat
halinde olmak gerekir. Kız öğrencilerin yaptıkları bir ibadeti başı açık halde
yapmaya zorlanmaları, onların vicdanına açık bir baskı teşkil eder.
8-
Vatandaş vicdanına baskı daima reaksiyonla karşılaşır ve toplumun huzursuz
olmasına sebep olur. Şayet bu baskılar devletten geliyorsa, devlet-millet
ilişkilerinin olumsuz yönde etkilenmesine sebebiyet verir.
İmam-Hatip
Liseleri ve Kur’an Kursları gibi dini öğrenim kurumlarında okuyan öğrencilerin
ve onların velilerinin vicdanlarına yapılacak baskıların okul-veli-öğrenci,
ilişkilerini olumsuz yönde etkileyeceğinde şüphe yoktur. Çünkü sözü edilen
eğitim ve öğretim kurumlarına çocuklarını gönderen veliler, çocukların
öğrenimlerini dinî hükümlere uygun yapmalarını ve onların dinî emirlere riayetkar
olarak yetişmelerini istemektedirler. Kaldı ki ilk nazarda sadece
okul-veli-öğrenci ilişkilerinde olumsuz gelişmelere sebep olabileceği sanılan
bu gibi durumlar, genişleyerek toplum vicdanında da rahatsızlıklara sebep olabilir.
SONUÇ
Belirtilen
sebeplerle, İmam-Hatip Liseleri’nin Yönetmeliğinde, dinimizin müslüman
kadınların örtünmesiyle ilgili hükümlerine aykırı, Anayasamızın tanıdığı,
kişinin temel hak ve hürriyetlerini zedeleyici ve sözü edilen okulların
yönetim, eğitim ve öğretim faaliyetlerini olumsuz yönde etkileyici nitelikte
hükümlerin yer almasının uygun olmayacağı mütalaa olunmuştur.
Keyfiyetin
Devlet Bakanlığı Makamına sunulmak üzere Başkanlık Makamına arzına karar
verildi.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar