Print Friendly and PDF

BÜYÜNÜN TARİHİ: İLK ÇAĞ VE BÜYÜ


Hzl: Serbülent AYDIN

    Eski Mısır ve Mezopotamya’da Büyü ve Din

Tarihin çeşitli dönemlerinde ve bazı dinlerde, din adamlarının aynı zamanda kâhinlik yaptıkları bilinmektedir. M.Ö. 4000 yıllarında Mısır’da, Çin’de, Babil’de ve Kalde’de falcılık ve kâhinlik yapıldığını bugün bazı belgeler ortaya koymaktadır. Eski Mezopotamya ve Mısır’da, tılsımlı sözler ve büyülü formülleri ihtiva eden çok sayıda metin günümüze kadar gelmiştir. O toplulukların törenlerinin çoğunun büyüyle ilgili olduğu ifade edilmektedir. M.S. 1. ve 4. yüzyıllara ait Mısır papirüslerinde; hayvanlar ve insanlarla ilgili büyü formülleri, büyü törenleri ve büyünün tutması için malzeme ve bunların kullanım usullerini içinde bulunduran büyü örnekleri bulunmaktadır.[1]

Mezopotamya bölgesinde de rahipler, aynı zamanda büyü ile ilgili törenleri yürütmekteydi.

Babilliler ve Asurlular’da, kötü cinlerden korunmak için muskalar kullanılmaktaydı. Özellikle Babilliler’de, toplum hayatı büyü üzerine kurulmuştu denilebilir. Sanat, ticaret, savaş, din, av, vb. faaliyetler hep büyü ile iç içeydi.

Eski Mısırlılar ayrıca, büyü yoluyla hayat ve ölümü etkileyebileceklerine inanıyorlardı. Mısır tanrıları, büyü yardımıyla aldatılabilir, zorlanabilir ve itaat altına alınabilirdi. Ayrıca, büyücülerin, çeşitli ayinlerle ölülere ve iyi davranmayan tanrılara ceza verebileceğine inanılıyordu.

2.2.     Erken Yahudi Dini Bağlamında Büyü ve Din

İsrail’in erken dönem dininde ve Eski Ahit’e dayanan eski dinde - ki daha sonra bu anlayış, geniş Yahudi/Hıristiyan geleneğinin bir parçası haline gelmiştir-
başlangıcından Babil sürgününe kadar, tek tanrılı Yehova inancı ile paganlık arasında şu şekilde keskin bir ayrım yapıldığı görülmektedir;115

“Paganların, insan eliyle ağaç ve taştan yapılmış putlarına karşı Yehova, İsrail’in yaşayan Tanrısı’dır.

İsrail tek tanrıcılığının ayırıcı özelliği, yalnızca tek bir Tanrısı’nın olması değil, aynı zamanda bu Tanrı’nın egemenliğinin başlangıçta var olan ya da başka türlü hiçbir âlem tarafından sınırlanamamasıdır. Bu yüzden de, bu kadar yüce bir Tanrı, herhangi bir mitolojiye ve büyüye konu olamaz. Yehova’nın kökenleri ve soyu hakkında, hiçbir mit yoktur ve zaten de olamaz.

Üstelik İsrail’in bu tek egemen Tanrısı, evreni “ex nihilo” olarak yaratmıştır ve kullandığı, önceden var olan hiçbir şey yoktur. Evren, Tanrı’nın kendi iradesiyle yaratılmıştır ve doğanın tüm işleyişleri, onun Tanrısal kararıyla kurulmuştur.

Bu durum, Tanrı ile doğa arasında doğal bir bağın olduğunu göstermekte ve Tanrı, doğa ile arasında insanı bir aracı ya da büyücülerin yaklaşımıyla bir mucize yaratıcı olmadığını ortaya koymaktadır. Çünkü doğa, Tanrı’nın özünden ya da cisminden hiçbir pay almamıştır ve benzer şekilde, Tanrı ve insan arasında, yaradılış bakımından büyük bir uçurum vardır. Tanrı ve yaratılmış evren arasında hiçbir köprü yoktur.

Tanrı tarafından zorunlu kılınmış ahlak anlayışı da, bu mutlak ayrılma ile aynı çizgide yer almaktadır. Günah, Yaradan’ın isteğine başkaldırmadır ve cezası da Tanrı’nın isteğine bağlıdır. Dolayısıyla da insanın günahkâr edimleri ve bunların sonuçları, hiçbir mekanik nedenselliğe ve özdevinimliliğe bağlı değildir. Bu yüzden Kutsal Kitap büyüye - Tanrı’ya müdahale etme amacı taşıyan bir edim olarak - cezası ölüm olan yasak koyar ve peygamberliği, Tanrı’nın mesajını insanlara yayan ve Tanrı ile doğrudan konuşma imkânına sahip bir mertebe olarak nitelendirir. Yani peygamber, Tanrı tarafından zihnine hükmedilen ya da bir “kap” gibi doldurulan biri olarak algılanmamaktadır.

Kutsal Kitap, putların gizli güce ve bu yüzden de edime geçme yetisine sahip olduklarını bildirmektedir. Pagan ibadeti de, onları tatmin etmeye ve onlardan yarar sağlamaya yönelmiştir. Onların bu davranışları ve törensel edimleri ise, büyücülük olarak değerlendirilmiştir.”

Bu bağlamda görülmektedir ki, Kutsal Kitap paganların büyüsünün gerçek ve etkili olduğunu kabul etmektedir. Fakat büyüyü, olumlu ve istenilen sonuçlar üretmediği için değil, Yehova’ya özel bir anlaşma ile bağlanmış Yahudilere göre lanetlenmiş olduğu için kınamaktadır.

2.3.    Antik Çağ Doğu Kültüründe (Eski Hint - Eski Çin - Eski İran Uygarlıkları)

Büyü ve Din

Eski Çin’de büyü, Taoizm’le özdeşleşmişti. Konfüçyüs’çülük genelde büyüye karşı çıkınca, eski büyücülerin işlerini Taoist ve Budist rahipler sürdürmeye başlamışlardır. Bu temelde Çin’de büyü; insanı hayatta ve ölüm ötesinde güçlendirmeyi ve böylece ruhları, hatta tanrıları bile kontrol altına almayı gaye edinmişti. Bunun için büyü hayatı sarmış ve halk dinini istila etmişti denilebilir. Bu nedenle halk kültürü, büyüsel temalar ve ruhlarla ilgili alışılmışın dışındaki maceralarla dolup taşmıştı.



Hinduizm’de de büyücülük geniş bir yer tutmaktadır. Vedalar’da büyü ile ilgili olanı ve ilgili olmayanı ayırmak zordur. Sonraki Vedik dönemde büyüye ilginin daha da arttığı göze çarpmaktadır. Hindistan’da, tıp ile ilgili uygulamalar da büyü ile yakından ilgiliydi ve bu yüzden büyü hayatı sarmıştı. Zengin olsun, fakir olsun, herkes adak adayarak hastalıktan kurtulmak için büyüsel ya da yarı büyüsel uygulamalara kadar birçok büyü çeşidine ilgi duymaktaydı.[2]

Eski İran’da, din ve büyü başka hiçbir yerde görülmemiş ölçüde birbirine karıştırılmıştı. Zerdüşt, sadece tevhidi yerleştirmekle kalmamış, aynı zamanda başta büyü olmak üzere çeşitli batıl inançlarla da mücadele etmişti. Zerdüşt’ten sonra Avesta’nın Videvdat bölümünde; şeytanlara karşı tılsımlar ve temizlenme kuralları öğretilmiş, büyücüler ve cadılar lanetlenmiş ise de, zamanla oluşan yeni dini yapıda Zerdüşt’ten kalma telkinlerle halkın sürdürdüğü ve içerisinde büyü ile ilgili elemanların da yoğun olarak yer aldığı inançlar bir araya gelmiştir.

Daha sonraki safhada da, “Mecusilik” diye bilinen dini sentez ortaya çıkmıştır. İyiliğin kötülüğe galip gelmesi şeklindeki esas gayeye uygun olarak; iyi cin ve ruhların yardımıyla, kötü cin ve ruhların zararlı etkileri giderilmek ve büyücülerin kötülükleri önlenmek istenmiştir. Zerdüşt devrinin melekleri; ateş, sığır ve yer cinlerine dönüşmüştür. Kurbanlar büyü ayinine, dualar da efsunlara çevrilmiştir. Böylece hastalıklardan ve kötü varlıklardan kurtulmak için, afsunlar ve büyüler yapılmıştır.

2.4.    Antik Çağ Yunan ve Roma Kültürlerinde Büyü ve Din

Yunan biliminin yükselişiyle (M.Ö. 5. yüzyıla kadar olan dönemde), ilk filozof bilim adamları ile ilgili üç ölçüt belirlenmesi söz konusudur;[3]

a.     Doğanın, doğaüstünden ayrı olarak sınıflandırılması ve bununla birlikte doğa yasalarının, doğanın düzenliliği ile fiziksel ve mekanik anlamda neden - sonuç ilişkisi içerisinde değerlendirilmesi;

b.     Mantıksal düşünme ve matematik araçlarının geliştirilmesi ve bunların bir açıklama ve kanıtlama biçiminin formülleştirilmesi için sistematik olarak yayılması.

c.     Bilginin deneysel temelini geliştirmek için, bu yöntemlerin ve deneysel gözlem ve araştırmaya dayanan açıklama ve kanıtlama ilkelerinin artan yol göstericiliği.

Daha sonra Eski Yunan’da, bilimsel düşünce tarzının gelişmesine rağmen, terapi konusunda hem rekabet eden hem de çakışan pek çok tedavi ediciyi ve tedavi sistemini içerdiği görülmektedir. Örneğin; Hipokratesçi doktorlar, aktarlarda ve tapınaklarda tedavide bulunan papazlarla birlikte varlıklarını sürdürüyorlar ve ilaçların, nazarlıkların, tılsımların ve duaların etkili olduğuna dair genel inanışlarını devam ettiriyorlardı.

Pythagorasçı gruplar, mistik sayı kuramı ve astroloji de dâhil, gizli öğretiler ve uygulamalar ortaya koymaktaydılar. Yunan kozmolojisi ve biliminin geliştirilmesinde önde gelen Ptolemeus ve diğer gökbilimciler, doğanın araştırılması ile birlikte büyüye de ilgi ve inanç duymaya başlamışlardır. Daha sonrasında da, özde bir arada yer alamaz gibi düşünülen bilim ve büyü, bir arada yer alamaya ve birlikte anılmaya başlanmıştır.

Sonuç itibariyle Eski Yunan’da büyü, bilim ve din, şu sınırlamalar ve ilişkiler bağlamında ele alınmaktadır denilebilir;

       Hipokratesçi eleştirel tıbbi metin yazarlarının, “doğa” diye bir alametin sınırlarını çizebildikleri; gizemli, “batıl inançlı” açıklama ve dalaverelerden farklı bir doğalcı / maddeci açıklama biçimi formülleştirebildikleri görülmektedir. Bu yüzden de “büyü”; tıptan bir önbilim olarak ayrılmaktadır.

       Ancak aynı filozoflar ve bilimin habercileri, dini kendi bilgilerine karşı ve bu bilgiyle uyuşmaz olduğu gerekçesiyle dışarıda bırakmışlardır. Gerçekten de Eski Yunan’da “doğanın tanrısallığı” kabul edilmekte ve bu durum bir tartışma konusu haline getirilmemekteydi. Bu bağlamda, Tanrısal ilkelerin bütün varlığa yayıldığı / hâkim olduğu düşüncesi yer almaktaydı.

Bu yüzden, eğer Tanrısal olan her şeye yayıldıysa, bazı nedensellikleri açıklamaya da gerek kalmamaktaydı. Böylece Eski Yunan’da, büyü ve bilim arasında ayrım yapılmaya başlanmış ve dine de üçüncü bir kategoride yer verilmiştir. Din; hiçbir durumda kurumsallaşmanın odağı haline getirilmemiş, egemen olan çoğulculuk, rekabet eden öğretiler ve hatta şüphecilik ortamında tanrısallık sorunu ve insanın bununla ilişkisi düşünsel tartışmalarda önemli bir yer bulamamıştır.

2.5.    Orta Çağ Hıristiyan Avrupa'sında Büyü ve Din

“Eski Hıristiyanlık” olarak nitelendirilen dönemde ve Roma Dönemi’nde, din büyük ve nesnel bir görüngü ya da spekülatif bir çıkarım varlığı şeklinde görülmemiş ve daha çok, kişinin yaptığı ve hissettiği bir şey olarak değerlendirilmiştir. Bu bağlamda da Erken Hıristiyanlıkta, şu vurguların yapıldığı ve bu yönde tavırlar geliştirildiği görülmektedir;[4]

“Örgütlü bir toplum duygusu adına “kilise” ve “inanç” kavramları, dinin bütünleyici unsurlarıdır. İlk papazlar yeni inancı, inanan kişinin hayatının her alanına nüfuz eden bir olgu olarak yorumlamışlardır. Din; ibadet edenlerin öznel yönelişlerini, kilisenin hiyerarşik örgütsel yapısını ve her şeyini kapsayan, tümel bir olgudur. Sonuç olarak Erken Hıristiyanlıkta, kesin olarak “doğru ve yanlış din (vera et falsa religio)” anlayışı ve diğer inançlara karşı tamamen dışlayıcı ve hoşgörüsüz bir tavır söz konusuydu.”

Orta Çağ’da Aziz Augustinus, zaten hâlihazırda söz konusu olan Hıristiyanlığın tek doğru dindir anlayışını bir adım daha ileriye taşımış ve önemli olanın da, tek doğru ve yüce olan Tanrı ile kişisel ilişki kurulması olduğunu vurgulamıştır.[5]

Bu bağlamda da görülmektedir ki; Orta Çağ’da önemli kabul edilen din değil, inançtır ve “religio”, manastır hayatını ifade eden bir sözcük olarak kullanılmaktadır. Bu mirastan dolayı, günümüzde de manastır üyeleri “the religious (dindarlar)” olarak anılmaktadırlar.

Orta Çağ Hıristiyan Avrupasında, dine yönelik olarak söz konusu edilen bu yaklaşımların yanında, bilakis dinin temel alınması ile birlikte sürdürülmeye çalışılan büyücülük faaliyetleri olduğu da söylenebilir. Bu çerçevede Orta Çağ’da büyücüler; insanların günahlarının, kilisenin kutsal nesnelerinin ve ritüellerinin kullanılması ile devre dışı bırakılabileceğini düşünmekte ve buna göre büyüler hazırlamaktaydılar. Bir anlamda, bulabildikleri her fırsatta doğaüstü güçleri ele geçirme çabasında olduklarını belirten bu büyücüler, kutsal değerleri de amaçları için kullandıkları savunusundaydılar.[6]

1321 yılında Aquitaine’de yayılan salgın bir hastalığın, cüzamlıların ve Yahudilerin kan, idrar, bitki ve kutsal ekmekten oluşan bir karışımla kuyuları zehirledikleri söylentisinin çıkmasına neden olmuştur. Bu durum karşısında Trier Başpiskoposu, yönetim bölgesi içerisindeki Yahudilerin, Hıristiyan olmakla o bölgeden sürülmek arasında seçim yapmalarını istemiştir. Başpiskopos kısa bir süre sonra ölünce Yahudiler, başpiskoposun balmumundan bir heykelini yapmışlar ve sonra da o heykeli, bir ateşte ağır ağır eritmişlerdir. Bu nedenle Yahudiler, yine büyü ile başpiskoposun ölümüne neden olmakla suçlanmışlardır.[7]

Bu olaylar neticesinde 13. ve sonraki yüzyıllar, kutsal ekmek ve şarabın yüceltilmesi adına, kutsanmış ekmeğin kiliselerden çalınıp kara büyü için kullanılacağı / kullanıldığı korkusu ile yaşanmasına neden olmuştur. Bu çalma ve kara büyüde kullanma işini de, öncelikle bir kadının yaptığını söyleyenler de, bu dönem itibariyle birçok kadının “cadı” olarak görülmesine ve öldürülmesine neden olmuşlardır.[8]

“Cadı” olarak nitelendirilen bu insanların, büyü yaparken ya da bitkilerin güçlerini dualarla artırmak adına hareket ederken, yüzeysel bir biçimde Hıristiyanlaştırılmış formüllerle bitkilere seslendikleri bilinmektedir. Şu ifadeleri içeren örnek, konu adına dikkat çekicidir;[9]

“İsa’nın adıyla, âmin... Ey ot, sana emrediyorum, Aziz Petrus’un adıyla... Ay ve yıldızlarla. Seni ele geçireyim. Bütün düşmanlarıma ve buna karşı olan tüm başrahiplere ve ruhban olmayanlara ve bütün kadınlara ve bütün avukatlara ....................................................

karşı (senin sayende) zafer kazanayım.”

Hıristiyanlığın bu şekilde büyücülük için kullanılması, insanlar arasında dine karşı olumsuz bir bakış açısının ortaya çıkmasına neden olduğundan, özellikle 16. yüzyıl itibariyle, bir anlamda cadı ve büyücü avcılığı yapılması söz konusu olmuş ve yakalanan büyücülerin ve cadıların cezalandırılabilmesi adına engizisyon mahkemeleri kurulmuştur. Aynı dönemde, çağdaş tıp teknolojilerinin kullanılmaya başlanmasından önce, egemen sınıfların / din adamlarının yine “cadı” olarak nitelendirdikleri sağlık pratisyenleri de aynı duruma maruz kalmışlardır. Bu insanlar, büyücülük yaptıkları gerekçesiyle yakalanmışlar ve çoğu zaman da, yargılanmaları bile söz konusu olmadan yakılmışlardır.[10]

Bu durum, Orta Çağ Hıristiyan Avrupa’sında dört yüzyıldan fazla bir süre devam etmiş ve Almanya’dan başlayıp İngiltere’ye kadar devam eden bir alanda, büyücülerle mücadele edilmiştir. Yine 15. yüzyılın sonları ile 16. yüzyılın başları arasındaki dönemde, İtalya başta olmak üzere birçok başka Avrupa ülkesinde binlerce kadın, büyücü ya da cadı oldukları gerekçesiyle öldürülmüşlerdir. 16. Yüzyıl itibariyle ise bu dehşet dalgası, bütün boyutlarıyla özellikle Fransa ve İngiltere’yi sarmış ve büyücü denilen kadınlar, çoğu kez canlı canlı odun yığınları üzerinde tutuşturularak öldürülmüşlerdir.[11]

Görülmektedir ki Orta Çağ Hıristiyan Avrupa’sında, dini temele alan / almaya çalışan bir büyü anlayışı karşımıza çıkmaktadır. Ancak bu yaklaşım, neticesinde Hıristiyan din adamlarının tepkisini çekmiş ve bu nedenle de söz konusu yaklaşıma tepki de oldukça büyük olmuştur.

2.6.    Eski Türk Kültüründe Büyü ve Din

Eski Türkler, tabiatta birtakım gizli güçlerin bulunduğuna inanmışlar ve bu güçlerin kendilerine zarar vermemeleri için, din adamlarının yaptığı büyülerden ve kehanetlerden faydalanma yoluna gitmişlerdir. Bu bağlamda Eski Türklerde büyü, varlıklar ya da nesneler üzerinde istenilen davranış değişikliğinin sağlanabilmesi için en önemli araç olarak kabul görmüş ve birçok değişik düşünce ve isteğin gerçekleştirilebilmesi için, büyü yapılması yoluna gidilmiştir.

Eski Türklerde konusu itibariyle büyü; insanlara, hayvanlara ve diğer varlıklara acı verme, hastalık durumu oluşturma ya da sakat bırakma ve ölüm gibi olumsuz yönde etkileri bulunan bir uygulama olarak kullanılmıştır. Yapılış amaçlarına göre de büyülerin, üç ayrı grupta değerlendirildiği görülmektedir;[12]

       İnsan hayatına, sağlık ve mutluluğuna, evine barkına ve malına mülküne zarar vermek amacıyla yapılan uygulamaları ifade etmektedir. Altay şamanlarının, özellikle “kara şaman” olarak nitelendirdikleri ve kötü ruhların, cinlerin ve/veya şeytanların yardımıyla göğe çıkıp yeraltına indiklerinin ve “Erlik” adı verilen kötülük tanrısının da yardımıyla, her türlü kötülüğü yaptıklarının düşünüldüğü büyü türü, bu bölüm içerisinde değerlendirilmektedir.

        “Uzaklaştırıcı”    uygulamalar olarak nitelendirilen ve                  hastalıklardan,

kötülüklerden, kötü ruhlardan, tabiatüstü gizli güçlerin kötü etkilerinden ve ölüm ve diğer felaketlerden kurtulmak ve/veya korunmak amacıyla yapılan büyüleri ifade etmektedir. Bu bakış açısı içerisinde değerlendirilen Orta Asya şamanlarının kötü ruhları kovmak amacıyla ateş yakmaları da, bu temelde temizleyici bir güç olarak görülmekteydi.

Bu yaklaşım içerisinde şamanlar / şaman din adamları; aynı zamanda hastalıklara tanı koyabilen, hastaların ruhunu kötü ruhlara karşı koruyabilen, bütün tehlikelere karşı koyabilecek denli azimli olan ve gizemli bir ruh taşıdıklarına inanılan insanlar olarak görülmekteydiler.

       Yapılmak / ulaşılmak istenilen şeylerin yerine getirilebilmesini sağlamaya yönelik gerçekleştirilen uygulamaları ifade etmektedir. Bu grup içerisinde de; uygun tabiat olaylarının insanların lehine ya da aleyhine kullanılmasıyla, olaylardan ve benzer durumlardan bir sonuca ulaşılıp ulaşılamayacağının araştırılması yer almaktadır. Örneğin; Eski Türklere ait efsanelerde yer aldığına göre büyücü şamanlar, tabiat olaylarını bozmaya, soğuk, yağış, kar ya da fırtına çıkarma gücüne sahiptirler.

Bu inanışların, tabiat olaylarının kontrol edilebileceği inanışından kaynaklandığı söylenebilir. Bu temelde bu grupta yer alan büyüler, yağmur ve kar yağdırmayı amaçlayan ya da rüzgâr estirmenin mümkün olduğunun kabul edildiği “yada taşı” ile yapılmaktadır. Tüm bunların haricinde, tabiatüstü gizli güçlerin yardımıyla, maddi ve manevi menfaat elde etmek adına gerçekleştirilen uygulamalar, yine büyünün amaçları arasında yer aldığı görülmektedir.

Bu anlatımlar doğrultusunda görülmektedir ki; Eski Türklerde din adamları / şamanlar, bir din adamı olmakla birlikte bunun yanında büyücü olarak da kabul edilmişlerdir.

Bu durumu Ziya Gökalp, şu şekilde ifade etmektedir;[13]

“Şamanizm, zaten Eski Türklerin dini değil, sihri sistemleridir.”

Ancak her ne şekilde değerlendirilirse değerlendirilsin, Eski Türk topluluklarının, kendilerini “şamanist” olarak nitelendirdikleri bilinmektedir ve bu temelde de Eski Türkler, dinleriyle bütünleştirdikleri bir yaşam sürdürmeyi tercih etmekteydiler. Her ne kadar inançları; animistik, totemistik ve ata ruhlarına tapınma şeklinde bir anlayışa dayanmaktaysa da, yine de sıklıkla dinlerine bir isim verme yoluna gitmedikleri de söylenebilir. Dinlerinin genellenebilir tek yönünün de, “Gök Tengri (Gök Tanrı)” adını verdikleri bir tanrı etrafında şekillenen ve kendilerine özgü monoteizm içeren bir din olduğudur.

Bununla birlikte Eski Türklerde şamanlık,                   çeşitli     şekillerde    elde

edilebilmekteydi;[14]

Şamanlık, babadan oğla miras geçebilmekte ya da kalıtımsal aktarım yoluyla meydana gelebilmekteydi. Örneğin; Altaylar, Şaman olacak kişinin daha çocukluktan itibaren hastalıklı, çekingen ve dalgın olduğuna inanmaktaydılar.

Şamanlık, bu şekilde babadan oğla geçen bir mertebe olmasına rağmen, yine de baba oğlu uzun bir süre göreve hazırlamakta, şarkılar ve ilahiler öğretmekteydi. Kırgız ve Kazaklarda da, şamanlık babadan oğla geçebilmekle birlikte, baba birden fazla oğluna da Şamanlığı devredebilmekteydi.

Bundan başka eski Türkler, şamanlık ruhunun tamamen kaybolmadığına ve birkaç kuşak sonra da olsa ortaya çıkabildiğine inanmaktaydılar. Şaman olacak kişi, öncelikle büyük öfke nöbetleri yaşamakta, belki bir aşamada aklını yitirerek ormana çekilmekte ve sadece ağaç kabukları ile beslenmeye başlamaktadır. Kendisi suya ya da ateşe atmak ve bir şekilde yaralama isteminde olmak da, yine Şamanlarda bulunan özellikler arasında kabul edilmektedir.

Bu tür yaklaşımlarda bulunan kişilerin aileleri şamana başvurmakta ve bu şekilde kişinin çeşitli ruh türleri, ruh terbiyesi, ruhları çağırma ve onlara buyurma teknikleri hakkında eğitilmesi ve sırra ermesinin sağlanması söz konusu olmaktaydı. Bu sayede de yeni şaman; büyü yapmayı, hastalıkları teşhis ve tedavi etmeyi, iyi ve kötü ruhlardan yardım almayı öğrenmekte ve halkın gözünde yücelebilmektedir.

Tanrısal ya da kendiliğinden ortaya çıkan bir çağrı ile değil, klan üyeleri tarafından şaman olarak seçilmeyi ifade etmektedir. Fakat bu şekilde Şaman olanlar, şamanlığı miras yoluyla elde edenlere göre daha zayıf kabul edilmekteydiler.

Seçilme yöntemi ile şaman olanlar, “vecd (esrime)” halini yakalayabilmek adına çaba sarf etmek durumundadırlar. Bu hal; çeşitli rüyalar görme, kendinden geçme, ruhların isimlerinden ve işlevlerinden hareketle gizli birtakım dillerin kullanılabilmesini mümkün kılabilme şeklinde gerçekleştirilebilmekteydi.

2.7.    Türk - İslam Kültürlerinde Büyü ve Din

Bilindiği üzere ve çalışmada da yeri geldiğinde vurgulandığı gibi, bütün ilahi dinler, büyüyü ve büyü ile ilgili tüm uygulamaları yasaklamaktadır. Buna rağmen büyücülük sıklıkla, amacına ulaşmak adına dinin kutsal saydığı değerleri, peygamberleri, azizlerin isimlerini ve kutsal kitapları kullanabilmekte ve onlardan yardım aldığı savunusunda olabilmektedir. Bu bağlamda gerek Müslüman, gerek Yahudi ve gerekse de Hıristiyan toplumlarda büyücülükle uğraşanlar, Kuran-ı Kerim’in ayetleri, Tevrat ve İncil gibi kutsal kitapların cümlelerini ve burada geçen isimleri, büyü formüllerinde ve isimlerinde kullanmaktan kaçınmamaktadırlar.[15]

Söz konusu edilen bu durumu El-Hüseyni, “Kenzü’l-Havas” adlı eserinin Giriş Bölümü’nde şu şekilde ifade etmektedir;[16]

“İndirilmiş olan kitapların sırları cem etmesi, bütün şifa ve rahmetin kaynağı olan Kuran-ı Kerim’in her bir ayeti, hatta kelime ve harfi bir fena bulmayan, fani olmayan havas hâzinesi olup, bunlardan bin üç yüz küsur seneden beri istifade olunduğu ve fayda görülüp feyz alındığı bilinmektedir. Bu sayede, ne büyük azim ve harikalar meydana geldiği de bilinmektedir. İslamiyet’in zuhurundan önce kâhin rahipler, Tevrat ve İncil’in cümleleriyle keramet ibraz etmeye muvaffak olmuşladır ki, bu iş erbabınca malumdur. Yazılan isimlerin, vefk ve tılsımlardan istenilen faydayı elde ettiği de görülmüştür”.

Bu bağlamda İslamiyet’in kabulünden sonra Türk toplumlarının, eski inanışlarında yer alan birçok değeri İslamiyet’e taşıdıkları görülmektedir. Örneğin; Eski Türklerde “Atalar Kültü” olarak kabul edilen inanış, Türk-İslam toplumlarında “Veli Kültü” olarak ortaya çıkmaya başlamıştır denilebilir.

Eski Türklerin inanışlarının temelinde yer alan “üstün ruhlarla donatılmış insan modeli”, bu temelde Müslümanlıkla örtüştürülmeye çalışılmış ve hatta bunda başarılı olunmuştur.[17]

Türk-İslam toplumlarında, Veli’nin ait olduğu toplumun sosyal, dini ve ahlaki değerlerinin temsilcisi olduğuna inanılmaktaydı. Bu çerçevede Veli’ye, bir anlamda Şamanların işlevlerinde olduğu gibi anlamlar yüklenmekteydi. Örneğin; bunlardan birisi, Veli’nin hastaları iyileştirme gücünün olduğuna inanılmasıdır. Veli’nin bu olağanüstü kabul edilen yaklaşımları, neticesinde Veli’ye yüce ve kutsal olarak bilinen varlıklara karşı gösterilen saygı ve bir anlamda onlara tapınma yaklaşımıyla ve dualarla, adaklarla, kurbanlarla ve/veya belirli ritüellerin yerine getirilmesi ile yaklaşılmasını beraberinde getirmektedir.[18]

İslamiyet’te “ölüden medet umma” anlayışı yer almadığı için, tarihsel süreç içerisinde birçok Türk-İslam toplumunda veli kültü, pagan kültürünü çağrıştırması adına yasaklanmış, ancak günümüzde olduğu gibi, varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Önceki anlatımlarda yer verildiği üzere; Şamanist Türkler, Şamanların olağanüstü nitelikler taşıdıklarına ve ruhlarla/gizli güçlerle ilişki kurduklarına ve bu şekilde onlara istediklerini yaptırabildiklerine inanmaktaydılar. Müslüman olduktan sonra, şamanlar tarafından yerine getirdiğine inanılan bu görevler, evliyalardan beklenir hale gelmiştir. Müslümanlıkla farkı ise bir anlamda, evliyaların bu istekleri Allah’a iletmek için aracı olmalarıdır ya da aracı olduklarına inanılmasıdır.

Türklerin İslamiyet’i kabul etmesinden sonra, halkın evliyaların yattığı mezarlara, yatırlara, türbelere, zaviyelere, tekkelere, dergâhlara vb. gitmeleri ve dua etmeleri ile hastalıklardan kurtulma, iş bulma, kısmet açma gibi çeşitli konularda yardım diledikleri malumdur. Dua eden, istediklerini canı gönülden istediğine kanaat getirmelidir, aksi takdirde dileklerin kabul edilmeyeceğine inanılır. Bu nedenle ziyaretlerde sıklıkla dualar okunur ve ata ruhlarından yardım istenir ya da bazen ziyaret edilen yerin suyundan medet umulur. Tüm bunların aslında, Türklerin İslamiyet’i kabul etmelerinden önce söz konusu olan “su kültü”, “tepe kültü” ya da “taş kültü” gibi kültlerin bir kombinasyonu olduğu söylenebilir. Bu nedenle Eröz bu durumu; Türklerin İslamiyet’e dâhil ettikleri/dâhil etmeye çalıştıkları bir unsur olarak değerlendirmektedir.[19]

Türk - İslam toplumlarında evliyalar, velayet mertebesine erişmiş kişiler olarak görülmektedirler. Bu nedenle evliyalar; kimi zaman “tayy-ı mekân (bir anda uzak mesafelere gitme)”, kimi zaman tayy-ı zaman (bir anda birkaç yerde bulunma)”, su üstünde yürüme, düşünce okuma gibi özelliklere sahip oldukları düşünülen kişilerdir. İslam inancına göre de bu duruma, “keramet sahibi olma hali” adı verilmektedir.[20]

Bununla birlikte Türk-İslam toplumlarında, kutsal kabul edilen yerlere atılan taş, toprak gibi nesnelere dokunmak, bu nesneleri üzerinde taşımak, suları içmek, taş ya da toprağın üzerine bu suyu dökmek de aracı olarak kullanılmaktadır. Aynı zamanda bu yerlerden, ruhsal rahatsızlıkların tedavisi için de şifa arandığı bilinmektedir.[21]

Sonuç itibariyle din bilimciler, İslamiyet de dâhil olmak üzere, “Göksel Dinler (Kitaplı Dinler)” olarak nitelendirilen dinlerin, bu dinleri benimseyen toplumların eski din ve inanış biçimlerinin etkisinden sıyrılamadığını belirtmektedirler.[22] Bu durum, Türklerin Müslümanlığı kabul etmelerinde, eski inançlarını da bu yeni din anlayışlarına taşımaları şeklinde karşımıza çıkmaktadır.

Yine birçok din bilimciye göre; Müslüman Türk toplumlarında, dinin İslam öncesi halk inançlarından sıyrılmasını sağlayan, İslama-ı sufice yorumlayan onu halkın anlayacağı şekilde ifade eden ve bir bakıma halkın eski inanç ve geleneklerinin yeni dine adapteolmasını sağlayanlar sufiler olmuştur.137



[1] Ernst, Zbinden, İslam’da ve Eski Orta Doğu’da Cin ve Ruh Araçları, Çeviren: Sarıkçıoğlu, E., İnanç Kitabevi, İstanbul, 1996.

[2]   Tambiah, s. 137.

[3]   Tambiah, s. 139,140.

[4]   Tambiah, s. 17.

[5]   Bravo, Hamdi, “Augustinus’un Varlık ve Bilgi Görüşleri”, Süleyman Demirel Üniversitesi Fen - Edebiyat Fakültesi, Mayıs 2007, Sayı: 15, s. 111 - 129.

[6]   Kiekckhefer, Richard, Orta Çağ’da Büyü, Alkım Kitabevi, Çeviren: Biliz, Z., İstanbul, 2004, s. 39.

[7]   Akın, H., Orta Çağ Avrupasında Cadılar ve Cadı Avı, Dost Kitabevi, Ankara, 2001, s. 41.

[8]   Kiekckhefer, s. 43.

[9]   Akın, s. 45.

[10]  Yesari, Afif, Çağlar Boyunca Büyü ve Büyücülük, Göl Yayınları, İstanbul, 1979, s. 30.

[11]  Ehrenreich, Barbara, Büyücüler ve Hemşireler, Alkım Yayınevi, Çeviren: Uğur, E., İstanbul, 1989, s. 17.

[12] Eliade, Mircea, Şamanizm, Çeviren: Birkan, İ., Dost Kitabevi, Ankara, 1999, s. 220.

[13]  Gökalp, Ziya, Türk Medeniyeti Tarihi, Aka Yayınevi, İstanbul, 1976, s. 17.

[14]  Roux, Jean Paul, Türklerin ve Moğolların Eski Dini, Çeviren: Kazancıoğlu, Aykut, Kazancıoğlu Yayınevi, İstanbul, 1998, s. 61.

[15]  Avcıoğlu, Doğan, Türklerin Tarihi, Cilt 1, Tekin Yayınevi, İstanbul, 1995, s. 55.

[16] Anadol, Cemal, Tarihten Günümüze Kadar Dünyada ve İslamiyet’te Halk İnançları, Kamer Yayınları, İstanbul, 1988, s. 99.

[17]  Ocak, Ahmet Yaşar, Türk Halk İnanç ve Edebiyatında Evliya Menkıbeleri, Başbakanlık Basımevi, Ankara, 1984, s. 3.

[18]  Ocak, s. 7.

[19]  Eröz, Mehmet, Yörükler, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul, 1992, s. 103.

[20]  Karakaş, Ayhan, Feke Halk Kültürü Araştırması, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Adana, 2005, s. 36.

[21]  Boratav, Pertev Naili, Halk Edebiyatı Dersleri, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 2000, s. 159.

[22]  Ocak, s. 9.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar