Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] ON SEKİZİNCİ SİFİR…4.Bölüm

 


 

İKİ YÜZ ELLİ ALTINCI BÖLÜM

Ebdar (Dolunay) ve Sırlarının Bilinmesi

Dönüş dolunayının sülük dolunayına dönmesi körlük Mi, niçin, nasıl ve nedir soru edatlarıyla bir incele

Varlık gerçi bu sorulardan münezzeh Onda eşit olan ile kör arasmda fark yok

Nispetlerin tevhidinde etki etmediği kimse Eskilerin tevhidinde hayrete düştüğü kimsedir

Kalıptan kalıba girişinde aklın görmedik Zât mertebesinin tevhidinde bir katkısını

Bilmelisin ki, zikredilen hakkında ‘mevcut mudur, değil midir?’ denilemez, ta ki varlığı gizli olsun! Varlığı açık olan her varlıktan ‘mı­dır’ sorusu kalkmıştır. Bu soru bir varlık sorusudur ve ancak soru soru­lanın halini bilmemekten kaynaklanabilir. ‘Niçin’ sorusu da nedenli hakkında sorulabilirken ‘nedir’ sorusu tanımlanabilen şeyler hakkında sorulabilir. ‘Nasıl’ sorusu ise halleri kabul eden hakkında sorulabilir. Hakk ise bu soru edatlarıyla sorulan akledilir durumlardan münezzehtir. Başka bir ifadeyle Hakkın zâtı, bu soru edatlarından münezzehtir. Hat­ta bu sorular O’nun hakkında caiz olmaz. Ancak bu durum, varlığın Hakk olduğunu ve bunu kabul etmeyen için geçerli değildir. Çünkü Hakkın Allah Teâlâ olduğunu düşünen kimse, Hakkın kendisiyle zuhur ettiği şeyin hükmünün mümkünlerin hakikatlerinin hükümleri olduğunu gö­rür. Öyleyse bu sorular ancak onları Hakk edene sorulmuş olur. Çünkü bu sorular Hakka mümkünün aynıyla zuhur etmesi yönünden sorul­muştur. Öyleyse mümkünün kendisi, talep edilen şeydir ve talip için iş belirsizleşmiştir. Varlığı Hakk olarak görmeyen kimse ise, bu soruları kullanamaz.

Sonra konumuza dönerek şöyle deriz: Ebdar (dolunay), Allah Teâlâ’nın hükmüyle kendisinde tecelli etmek üzere, âleme diktiği bir örnektir. Öyleyse Ebdar, âlemde Allah Teâlâ’nın isimleriyle ve bu isimlerin hükümleriyle ortaya çıkan Allah Teâlâ’nın halifesidir. Bu hükümler, rahmet, kahır, intikam, bağışlama gibi hükümlerdir. Nitekim güneş de ayın zâtında ortaya çıka­rak onu bütünüyle aydınlatır ve ‘bedir (dolunay) diye isimlendirilir. Güneş ise, bu esnada kendisini dolunayın aynasında görür ve aya -sayesinde dolunay diye isimlendirilmesini sağlayanbir ışık giydirir. Hakk da, kendisini halife atağı kimsenin aynasında kendisini görür. Öy­leyse halife, Allah Teâlâ’nın hükmüyle âlemde hüküm verir. Hakk, onu kendisi­ne bilgi nurunu verenin gördüğü gibi görür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.’65* Ona bütün isimlerini öğretmiş ve melekleri kendisine secde ettirmiştir. Halife de meleklerin kendisine secde ettirileceğini biliyordu, çünkü halife olan kimse, ancak kendisini halife atayanın özelliğiyle zuhur edebileceğini bilir. Öyleyse hüküm, kendisini halife yapanındır.

Ebu Yezid, bir yerde Hakkın karşısındayken Allah Teâlâ kendisine şöyle hitap eder: ‘İki niteliğimle birlikte yaratıklarıma görün. Seni gören beni görmüş, seni yücelten beni yüceltmiş olsun.’ Öyleyse kulların yüceltil­mesi, kendilerinden değil, efendilerinin büyüklüğünden kaynaklanır. İş­te Ebdar’ın sırrı budur. Allah Teâlâ dolunayın suretini güneyin karşısmda ila­hi halifeliğin bir örneği olarak dikmiştir. Hakk, tam bir yaratılış üzere, kendisini halife atadığı kimsenin zâtında görür. Çünkü o, Hakk için an­cak kendi suretine ve kadrine göre zuhur eder. Hakkın âlemin aynası olarak gören ve âlemin bu aynada kendisini gördüğünü düşünen kimse, âlemi güneş, Hakkı ise dolunay olarak görür. Her iki benzetme de sa­hih ve geçerlidir.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ insanlara örnek vermeyi dileyerek şöyle bu­yurmuştur: ‘Allah Teâlâ Rableritıin çağrısına olumlu karşılık verenler için örnek­ler verir.*659 İçerdikleriyle birlikte bütün âlem, kendisinden Hakkın Hakk olduğu öğrenilsin diye, verilmiş bir örnektir. Allah Teâlâ âlemi kendisine delil yapmış, âlemi incelemeyi bize emretmiştir. Allah Teâlâ’nın âlemde verdiği ör­neklerden birisi, güneş karşısında aydır. Hakk, kemaliyle âlemde zuhur etmeyi sürdürmektedir ve bu nedenle de âlem bütünüyle.kamildir. Allah Teâlâ âlem için iki yön yaratmıştır; zâhir ve bâtın! Tecellisini idrakte zâhirden eksileni bâtın alır ve onda zuhur eder. Âlem Hakk ile sürekli korunur ve durumun böyle olması zorunludur.

Allah Teâlâ karşısında âlemin üç durumu vardır: Birincisi, Hakkın âlem­de ez-Zâhir ismiyle zuhurdur. Bu zuhurda işin herhangi yönü âlemde gi7,1 i ve bâtın kalmaz. Bu, belirli bir yerde gerçekleşir. Sıradan insanlar için bu yer, kıyamettir, ikinci mertebe ise, Hakkın kendisinde el-Bâtın isminde tecelli ettiği yerdir. Böylelikle Hakkı -gözler değilkalpler mü­şahede eder. Bu nedenle de iş kendisine döner ve herkes O’na dayandı­ğını ve -hakkmda bir bilgisi olmaksızın veya bir delili incelemeksizinO’nu ikrar ettiğini yaratılışından öğrenir (bulur). Bu, Hakkın elBâtın’daki tecellisinin hükmüdür. Üçüncü mertebede ise Hakk, ez-Zâhir ve el-Bâtın isminde tecelli eder. Böylelikle ez-Zâhir’de tecelli ettiği öl­çüde idrak edilirken bâtında da tecelli ettiği ölçüde idrak edilir. Öyleyse Hakk, âlemin bütününe her zaman ve sürekli tecelli eder. Âlemin tecelli­deki mertebeleri ise, kendiliğindeki mertebelerinin farklılığı nedeniyle değişir. Hakk, âlemdekilerin istidatlarına göre tecelli eder. Bunu anlayan kimse, Ebdar’ın varlığının sürekli olduğunu anlar! ‘Allah Teâlâ doğruyu söy­ler ve doğru yola ulaştırır.’

İKÎ YÜZ ELLİ YEDİNCİ BÖLÜM

Muhadara'nın Bilinmesi

Muhadara, kesin delilin rivayetiyle kalbin huzur bulmasıdır. Bunun yanı sıra muhadara, âlemin kendilerini talep ettiği içerdikleri hakikatler nedeniyle, ilahi isimlerin komşuluğudur.

İsimlerin zât mertebesinde karşılıklı sohbeti Geçmiş ve gelecek zamana delil

Ben bunu söylerim, oluş varlıklarını gösterir Çünkü hem acı hem hazlar var .

Mahvın varlığı olmasaydı bizim nezdimizde sahih olmazdı Ya da bilenin nezdinde: ispatın varlığı,

Muhadara, dince emredilen değerlendirme ve teorik araştırma eh­linin niteliğidir. Onlar, medlulünü kendilerine verinceye kadar delili tam incelediklerinde, Allah Teâlâ başka bir delil daha verir. Bu delili de sahip olduğu delaleti öğrenene kadar incelerler. Onun neyi gösterdiğini ve medlulünü öğrendiklerinde ise, Hakk kendilerine başka bir delil daha gösterir. Böyle sürüp gider. Bu durum cOnlara ayetlerimizi ufuklarda ve nefislerinde göstereceğiz’“° ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ, ayetler göstereceğini zikretmiş ve onu tek bir ayet yapmamıştır. Sonra şöyle demiş: ‘Ta ki Hakk olduğu onlara görünsün.,661 Bu ise, onlarm delilin yönünü görmeleri ve medlulün öğrenilmesidir. Bu, mükaşefe keşiflerinin kendisinde fark­lılaştığı bir meseledir. Bu bağlamda bir kısmına delil ve medlulü keşif yoluyla verilmiştir. Bu medlül, delilinden başkasmı hiçbir zaman ver­mez. Öyle ki bazı bilginler şöyle zannetmiştir: ‘Aklî delili incelemek su­retiyle sahibine verilen vehbî ilimler kişiye ancak kendi delilleriyle veri­lir. Çünkü onlar, aklî bir şekilde delilleriyle irtibatlıdır.’ Bir kısmı ise şöyle der: Allah Teâlâ dilediği kimseye aklî delillerle idrak edilebilen vehbi bilgileri başka delillerle verir. Çünkü amaçlanan, delilin kendisi değil, medluldür. Aklî düşüncede -kendisiyle irtibatlı olduğu yöndenbir şe­kilde doğruluk yönü ortaya çıktığında, delile gerek kalmaz. Çünkü şunu öğrendik: Delil medlulün nefiste gerçekleşmesinin mukabilidir. Bu ikisi ise, bir araya gelmez.’ Böyle bir değerlendirme hatadır. Medlül ile bir araya gelmeyen, delilin kendisi değil, delili incelemektir. Çünkü delili inceleyen kimse, yitiren, biılan ve medlulü elde edendir.

Kul yönünden muhadara, ilahi ve kevnî isimlerle gerçekleşir. Bu durum, Hakkın kevnî isimlerle kendisini nitelemesi yönünden kaynak­lanır. İlahi isimlerle de âlem kendisini isimlendirir ve her iki mertebe bütün isimleri Hakk eder. Bu, âlemin ilahi surete göre yaratılmış olduğu­nu destekleyen hususlardandır. İlahi isimler ile âlemin isimleri bir araya gelip (muhadara) övünme meydanında yürüdüklerinde, Allah Teâlâ münafık­lar ile ‘ilahi mertebe’ ile alay edenlerle ‘alay eder.’ Hakk tuzak kuranlara ‘tuzak kurar’, gücüne rağmen doğayı boyun eğdirene ‘şaşırır.’ Bütün bunlar, sonradan olanların özellikleridir. Hakk, onların isimleriyle kendi­sini nitelediği gibi kadir, yaratıcı, alim vb. olmakla da kendisini nitele­miştir. Hepsi, sûfilere göre, nispi asim aslıdır -ki o âlemi var edendir. Bir kısmı ise ayırt etmiştir. Böylelikle güzel isimlerin zıdarını, âlemde kendisinden ilahi mertebeye geçilen asıl yapmıştır.

Muhadara’nın bütün şahıslardaki hükmü, kendisinde güçlenen (te­orik) araştırmanın verisine göre değişir. Allah Teâlâ ehlinin halleri de bu ko­nuda değişir. Bu durum ‘Bu konuda tefekkür eden toplum için ayetler var­dır662 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ’nın zâtı hakkında düşünmek imkânsızdır. Geride âlem üzerinde düşünmek kalmıştır. Öyleyse düşünmenin konu­su, güzel isimler ve yaratılmışların isimleridir. Bütün isimler, o halde, bu yaklaşıma göre oluşta asildir. İsimlerin karşılıklı sohbetlerini ve mü­nazaralarını öğrenen, daha önce yok iken oluşun varlığına kimin etki et­tiğini de öğrenir. Acaba ona Hakk mı etki etmiştir, yoksa kendi istidadı mı veya her ikisi birden mi etki etmiştir. Muhadara’nın yararı bunu öğ­renmektir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İKİ YÜZ ELLİ SEKİZİNCİ BÖLÜM

Levami'in Bilinmesi

Levami, tecelli nurlarından iki vakit veya buna yakın bir süre geri­de kalan nurlardır.

Tevhidimin nurları parıldadı

Tecridimle yalnız kaldığımda

Parıltıları her gözüktüğünde

Tahdidimle bize izin verdi                                                                  -

Her sınırlanmış olan yönelir

Yok olmaya ve dağılmaya doğru

Kendi cinsinden ayrılması bir bilgidir

Tevhidimin eksikliğinden gözüken bilgi

Levami, zevkin üstünde -çünkü onlar ilkeye ilavedirve içmenin al­tındadır. İçme ise bazen kanma (reyy) derecesine varırken bazen de varmayabilir. Tecelli nurları iki anda veya buna yakın bir süre sabit ka­lırsa, levami’ (parıltılar) diye adlandırılırlar. Bu ise, zâtı tecellide mey­dana gelmez, ancak münasebet tecellisinde meydana gelir. Münasebet­lerde tecelli ettiğinde tecelli, münasebetin sürdüğü ölçüde sürer. Müna­sebetin süresi az ise tecelli nurları da az bir süre sabit kalır. Çünkü ilahi şe’nler, kendilerini bırakmaz. Kendi başlarına var olan hakikatlerin dı­şında sadece hızla yok olan arazlar vardır. Bu nurlar iki an veya ona ya­kın bir süre sabittir. Çünkü birinci vakit onların zuhuru, ikinci vakit ise parladıkları kimseye verdiklerini vermeleri içindir. Çünkü (kendilerini karşılayan) mahal, onların parlaması esnasında korkar. Bu, kendisinden ayrılmış olduğu tecelliyle yakın tanışıklık içindedir. Böylelikle parıltılar, kendisinde bulunan korkunun ve ilginin dağılmasını bekler. Korku ve ilginin dağılmasından sonra ise, idrak mahalli ve yeri, parıltıların getir­diği şeyleri alır. Burada onların beklemesi derken, peş peşe gelmelerini kastetmekteyim. Kabul gerçekleştiğinde ise, hükümleri geçer ve kaybo­lur. Bu kez ya benzeri veya farklısı olmak üzere başkaları gelir.

Bu tecelli sahibi her zaman süratle his âlemine döner. Bu levami ise ilahi ilimler getirir ve oluşla ilgili bilgilerle irtibatları yoktur. Öyleyse bu bilgiler, soyut ilahi bilgilerdir. Levami’in doğruluk ölçütü de budur. Kendi halinde insan bir bilgi bulursa, böyle bir şey levami değildir. Çünkü tecelli türleri pek çok ve hükümleri türlü türlüdür. Bunu bilme­lisin! ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’663

İKİ YÜZ ELLİ DOKUZUNCU BÖLÜM

Hücum, Bevadihin Bilinmesi

Hücum, kişinin bir çabası olmaksızın, vaktin geçmesiyle kalbe ge­len şeydir. Bevadih ise ansızın ürkme tarzında kalbe gaybten ansızın ge­len şeydir. Bu ise ya sevinç veya üzüntü gerektirir.

Bevadih nuru gayblerin ansızın gelişi Karanlıklarda dönüp dolaşan kalplere

Keşf hücumunun varidatı onu meydana getirir Bir halde, zaman haliyle onu takip eder

Eğer o yaratılışımızın ruhuna gelseydi Ruhumuz ne nefs ne beden olarak tedbir edilmezdi

Allah Teâlâ bizi ve seni kendinden bir ruh ile desteklesin, bilmelisin ki, bevadih-hücum, sahv-sekr, zevk-şürb ve benzeri terimler, gaybden kalp­lere gelerek bulundukları kimselerde farklı etkiler meydana getiren hal­lerdir ve bu gelen ‘varid (gelen)’ diye isimlendirilir. Kulun bu gelenleri elde etmede çabası yoktur. Bununla birlikte onlar, kendilerini kabul etmek için istidadı olan kalplere kulun çabası olmaksızın ansızın gelir­ler. Bir varid kalbe kulun çabası olmaksızın ansızın gelirse, bu varid ona vaktin kaçmasının üzüntüsünü verir. Çünkü varid, vaktinin kendisinde­ki hükmünden habersiz kalıp da vaktinin varidi karşısında gereken say­gıyı göstermeyen kimse adına bir uyarıcıdır. Hakk ise, kendinden bir inayet olarak, kendisini uyarmak istemiştir. Bu nedenle de, içinde bu­lunduğu vakti kaçırdığını açıklamak ve Allah Teâlâ karşısında edepsizlik ya­panlardan olduğunu ikaz etmek üzere Allah Teâlâ’dan bir elçi olmak üzere, kendisine bu varidi göndermiştir. Bu nedenle de vakti kaçırmış olduğu­na pişmanlık duyar. Bu pişmanlık ise, vaktinden kaçırmış olduğu şeyin karşılığını bir fazilet olarak kazandırır ve böylelikle âdeta vaktinin hük­münden bir şey kaçırmamış gibi olur. Bu büyük bir hatadır. Böylelikle vaktinin pişmanlık süsüyle süsler. Sanki vaktini yitirmemiş ve kendisin­de hazır bulunmuş gibi edebinin ziynetiyle süslenir. İşte bu, hücumun faydasıdır ve kaçırdığı vakti onarır. Bu konuda şu dizeyi söyledik:

Ömründen kaçırdığını telafi için hücum et

Yolculuğunda azığın Rahman olsun

Bevadih ansızın gelir. Bunlar, vaktin hükmüne göre, gaybten kalbe gelir. Sûfilerin terimlerinde bevadih, kalpte bir sevinç veya üzüntü ver­mek üzere gelen şeydir. Ardından kişi ağlar veya güler. Bu, Ebu Yezid Bestamî’nin ifadesidir. Şöyle der: ‘Bir müddet ağladım, bir müddet güldüm.’ Burada bevadih’in hükmü altında olduğunu kastetmektedir. ‘Artık ne gülüyorum, ne ağlıyorum.’ Burada ise, bevadih halinden etki­lenmeden azamet (yücelik) haline geçtiğini kastetmektedir. Bevadih, ni­telenen kimsede bulunabilir. Niteliği olmayanın bevadihi de yoktur. Şu var ki bevadihin, O’nun mertebesinden olduğu için, ne zaman geleceği bilinmez. Geldiklerinde ise ansızın gelir ve getirdiği şeyi bırakıp ayrılır. İnsanların aşina olduğu bevadih hali ise sevinçle veya üzüntüyle sınır­lanmaz. Sûfilerin terimleştirdikleri bevadih ne demektir? Bu da, insanla­rın bildiğinin aynıdır. Şu var ki sûfıler, sevinç ve üzüntü getiren şeyleri bedihe (bevadih) diye isimlendirmiştir. Bunu gerektirmediğinde ise on­ların bevadihteki halleri de diğer insanların halleri gibidir. Fakat sûfıler, bir kez geldiğinde bevadihin hükmünün kesinlikle hatalı olmayacağını da bilir. Getirdikleri her (bilgi) isabedidir. Bu nedenle şeyhler müriderine ‘Allah Teâlâ’dan bilgi alma’ konusunu öğretmek üzere bir meseleyi sor­duklarında, cevapta düşünmek üzere onu bırakmazlar. Çünkü bu du­rumda onların cevapları, fikrin neticesi haline gelirdi. Onlara ‘soru sor­duğum konuda sadece kalbine gelenle cevap ver, soru sorulurken kalbi­ne ilham edilen şeye bak ve ilk bakışta onu söyle’ derler. Mürit böyle yapmazsa, cevabını kabul etmezler. Düşüncesinden ve incelemesinden verdiği cevabında doğru bile söylese, kabul etmezler. Çünkü Allah Teâlâ, hiç­bir nefes kullarından birisinin kalbinden habersiz kalmaz. Aksine her vakit, onu gözetler. Böylelikle dilediği şekilde ona her nefes (bilgi) ve­rir. Rablerinin kendilerindeki etkilerinden dolayı kalplerini gözeten kimseler, her nefes varidin gelişiyle cevap verirler. Böylelikle, Şâri’nin mutlulukları için belirlemiş olduğu şerî ölçüye göre onun gereğiyle amel ederler. Mutluluk yoluna uymazsa, bu varidi de özel bir şekilde alma imkânları vardır. Böylelikle Hakkın bir uyarısı ve bildirmesi olarak onu alırlar, yoksa zâhirlerinde ve bâtınlarında etki eden bir şey olarak almazlar. İşte sûfilere göre bevadih ve hücumun anlamını sana açıkla­mış olduk. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İKİ YÜZ ALTMIŞINCI BÖLÜM

Kurb'un (Yakınlık) Bilinmesi

Kurb (yalanlık), itaatleri yerine getirmektir. Bazen ise yayın iki ucunun yakınlığını anlatmak için kullanılır. Bu ikisi, bir çizgiyle kesilen dairenin iki ucu veya daha yakın olma halidir.

Bir çizgiyle kesersen küreleri

İki uç çıkar ortaya; Hakkın yakınlığı budur işte

Ondan, o ikisinden daha yakın olana geçin Ulaşınca ona, düşüncenin hükmü parıldar .

Miraçların ruhlarla ilişkisi Gözün gördüğünden başkadır

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ona şah damarından yakınız-’664 Allah Teâlâ kendisini kullarına ‘yakın olmak’ haliyle nitelemiştir. Yakınlık ile kaste­dilen, kulun niteliği olmasıdır. Kul, Hakk kendisine yakınlıkla nitelendi­ği gibi, Hakka yakınlık özelliğiyle nitelenir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Her nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir,’66S Adamlar, hangi surette tecelli ederse etsin, Hakk ile beraber olmak ister. O, daima, kullarının suretlerinde tecelli edendir. Kul da, sürekli tecelli ettiğinde, Hakk ile beraberdir. Kul her zaman bir mekândadır. Allah Teâlâ ise kul her nerede olursa, sürekli onurdadır. Hakk için mekân, tecelli ettiği bir yer­dir.

Arifler, sürekli yakınlığı müşahede ederler, çünkü onlar, kendderinde ve başkalarında, suretlerde sadece Hakkın tecellisini müşahede eder. Itaaderi yerine getirmek anlamındaki yakınlık, bedbahdıktan kur­tularak, kulun muduluğa yaklaşmasıdır. Kulun muduluğu, tüm arzula­rının gerçekleşmesindedir ve böyle bir şey onun adına ancak cennette gerçekleşir. Dünyada ise muduluğuna zarar veren bazı amaçlarını bı­rakması gerekir. Genelin muduluğu ve genel mutluluk, muduluğa yak­laşmaktır. Sıradan insan, Mutlu olmak için itaat eder. Ariflerin yakınlığı ise, zikrettiğimiz şekddedir. Öyleyse ârifin muduluğu, muduluğu ve davesini içerir, ilahi isimler ve onların var olanlardaki hükümleri olma­saydı, âlemde yakınlık ve uzaklık ortaya çıkmazdı. Çünkü bütün vakit­lerde her kul dahi bir isme yakın iken başka bir isme uzaktır ve o ismin kendisinde hükmü yoktur. Kulun yakın olduğu ve bulunduğu anda hü­küm sahibi olan dahi isim, onun bedbahtlıktan kurtulmasını ve mudu­luğa yerleşmesini gerektiriyorsa, sûfdere göre amaçlanan yakınlık bu­dur. Başka bir ifadeyle bu, kula muduluk veren her şeydir. Bunu ver­mezse, sûfdere göre yakınlık sayılmaz. Bununla birlikte söz konusu hal, terimsel anlamıyla yakınlık kabul edilmese bde, belirli bir yönden yakın­lık olabilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu konuda kutsi bir hadiste Rabbinin şöyle dediğini bddirir: ‘Bana yaklaşanlar farz kıldığım şeyleri yerine getirmek­ten daha sevimli bir işle bana yaklaşmadılar. Kul bana nafile ibadetlerle yaklaşmayı sürdürür. En sonunda onu severim. Sevince onun duyması, görmesi, eli ve destekçisi olurum.’ Allah Teâlâ kutsi bir hadiste ise şöyle der: ‘Bana bir karış yaklaşana bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın yakla­şana daha fazla yaklaşırım. Bana koşarak gelene ben daha hızla koşa­rım.’ Bir ayette şöyle buyrulur: ‘Kullarım beni senden sorarlar. De ki, ben yakınım! Dua edenin duasına karşılık veririm.’666 Ölü hakkında ise şöyle der: ‘Biz ona sizden daha yakınız. Fakat siz görmezsiniz.’667 Bize göre bu­nun anlamı, ‘siz ayırt edemezsiniz’ demektir. Başka bir ifadeyle görür­sünüz, fakat neyi gördüğünüzü bilmezsiniz, dolayısıyla görmez gibisi­niz.

Bilmelisin ki Allah Teâlâ’ya yakınlık üç tarzda gerçekleşir: Birincisi, Allah Teâlâ’yı bilmek için elden geldiğince teorik gücü kullanarak yaklaşmaktır. Bu konuda bütün gayreti sarf ettikten sonra, yanılmak veya doğruyu bul­mak durumu değiştirmez. Bazen müçtehit, delil olmayan bir şeyin delil olduğuna inanabilir. Allah Teâlâ da kendisini doğru delil sahipleri gibi ödül­lendirir. Allah Teâlâ, ifadesinden kendisinden anlaşıldığı kadarıyla, belirttiği­miz bu hususa şu ifadeyle dikkat çekmiştir: ‘Delili olmadan başka bir ila­ha ibadet eden kimse...,668 Bazı bilginler, içtihadın hem inanç hem de amel konularında geçerli olduğunu belirtmişlerdir. Müçtehit yanılırsa bir sevabı, isabet ederse iki sevabı vardır.

İkinci tür ise, bilgiyle yaklaşmak iken; üçüncü tür, amelle yaklaş­maktır. Bu kısım, iki kısma ayrılır. Birincisi, farz ibadederi yerine ge­tirmek, diğeri zahirde ve bâtında mendupları (nafile ibadetleri) yerine getirmektir. Bilgiyle yaklaşmak, bilgi sahiplerinde gerçekleşebilir. Allah Teâlâ onları ‘O kendisinden başka ilah olmadığına tanıklık etti ve bilgi sahipleri de5669 ayetinde zikretmiştir. Şahitlik, görmekle mümkün olabilir, yoksa geçersizdir. Görmeye kuşku ve tereddüt giremez. Teorik gücün verdiği bir delille Allah Teâlâ’yı birleyen insan, zikredilen bu grup içinde yer almaz. Çünkü fikir gücünden hareket eden insan, bu güç kendisine bir bilgi verse bile, deliline kuşku ve kesin kanıtına tereddüt ilişebilir. Bu durum ise, kuşkuyu reddetmede hayrete ve incelemeye sevk eder. Bu nedenle teorik delilin verdiği bilgiye sahip olan insan, görerek (bilgi eden) kadar güçlü olmaz. Bu smıf, Allah Teâlâ bunu gerektiren bir takım nedenlerle cehenneme girmesini takdir ettiğinde, şefaatçilerin şefaatinden sonra ateşten çıkartacağı kesimdir.

Amelin ağladığı yakınlık, organlarla ilgili zâhirî bilgi ile nefisle ilgili bâtını bilgidir. Bâtınî amellerin en geneli, Allah Teâlâ’ya ve O’nun katandan ge­lenlere inanmaktır. Bu iman, bilgiden değil, peygamberin sözünden kaynaklanmalıdır. ‘İman ameli’, yapma ve terk şeklindeki bütün davra­nışları içerir. Zâhirî veya bâtınî bir günah işleyen bir mümin, amelin ‘günah’ olduğuna inanması yönünden Allah Teâlâ’ya yakınlık elde eder. Mü­min, iyi amelin katışmadığı sırf kötülük işleyemez. Bu nitelikteki birisi hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Umulur ki, Allah Teâlâ onların tövbelerini kabul eder.*70 Onlar adına bir yakınlık veya Allah Teâlâ’nın kendilerine onlar kendisine dönsün diye döneceğini belirtmedi. Bu dönüş, affetme, ba­ğışlama ve günahları silme şeklindeki bir dönüştür. Bütün bilginlere gör Allah Teâlâ için ‘umulur ki’ ifadesi zorunluluk bildirir. Öyleyse bütün farzların kabul edilmesini geçerli kılan şart, farz olan imandır. Sonra kul, farzları yerine getirmekle Allah Teâlâ’ya yaldaşmayı sürdürür. Bu farzların ürünlerini dünyada elde eden kimse, Hakkın duyması ve görmesi haline gelir. Artık Hakk onun iradesiyle irade eder. O ise, kendi iradesinin Hakkın gerçekleşmesini irade ettiği şey olduğundan habersizdir. Bunu bilirse, bu makam sahibi değildir. İşte bu, farzları yerine getirmenin öl­çütüdür ve bu yakınlık, Allah Teâlâ’ya yaklaşılabilecek en sevimli şeydir. Nafile ibadederle gerçekleşen yakınlık ise, Allah Teâlâ nafile ibadederle yaklaşanı da sever. Allah Teâlâ’nın sevgisi ise, kendisine Hakkın onun kulağı ve gözü olma­sını kazandırır. Nafile ibadederin sağladığı yakınlıktaki ölçü budur.

Muhabbetin sevende bir takım mertebeleri vardır. Allah Teâlâ kendisini farz ibadederi yerine getiren kullarını sevmek özelliğiyle nitelemiştir. Nafile ibadeder hakkında ise şöyle buyurur: ‘Onu sevdim.’ Burada her­hangi bir dereceden söz etmemiştir. Allah Teâlâ kendisine ve kendi katından gelene iman etmesini kula farz kılmıştır. Öyleyse mümin, Hakkın sevgi­sine ve ‘daha çok’ olan sevgisine mazhardır.

Organların ameline gelirsek, o da bir yakınlıktır ve organın ürünü­nü devşirmesi gerekir. Başka bir ifadeyle, herhangi bir sınırlama olmak­sızın bütün insanlarda geçerli olmak üzere, her organın kendi amelinin ürününü devşirmesi gerekir. Fakat hangi sınıftan ve hangi yerden olur­larsa olsunlar, insanlar bu konuda farklı derecelerdedir: Burada bu amelle yakınlığı amaçlayıp amaçlamamış olması durumu değiştirmez. Çünkü amel kendi terazini talep eder. Kuşkusuz amel organdan mey­dana gelmiştir ve artık bu onun adına bir haktır. Niyet ise nefsin hakkı­dır. Öyle ki, bir insanın hakkını ele geçirmek üzere, yalan bir yeminle Allah Teâlâ’yı zikretmiş olsaydı bile insan, Allah Teâlâ’yı zikretmiş olduğu için organ zikretme sevabı elde ederdi. Nefse ise bu konuda niyet ettiği şey düşer. Zikrettiğimiz hususa şeriatta şeriatın zahirî hükmünün yemini nedeniy­le böyle birinden talep edenin hakkını düşürmüş olmasıyla dikkat çeki­lir. Zikrin dünyada zâhirdeki etkisi bu güçte ise, Rabbini zikreden or­ganın ahirette neyi devşireceği hakkında ne zannedersin? Çünkü orga­nın nefsin bu esnadaki niyetinden haberi yoktur. Dolayısıyla onun payı sadece Allah Teâlâ’nın zikrini söylemektir. Bu zikrin vebalinin nefse dönüp dönmeyeceğini de bilmez. Ya da onun şeriata uygun olup olmadığını da bilmez. Bu nedenle organlar ve deriler kendilerinden meydana gelen ameller hakkında onları yöneten nefse karşı şahidik yaptıklarında, gü­nah veya sevap işlediklerini söylemezler. Onların şahitlikleri sadece yap­tıklarıyla sınırlıdır. Allah Teâlâ ise o amel hakkındaki hükmünü bilir. Bu ne­denle kıyamet günü ‘Dilleri, elleri, ayakları yaptıkları karşılığında aleyhle­rine tanıklık eder.’671 Hâlbuki o amelin itaat veya günah olduğu husu­sunda tanıklıkta bulunmazlar. Çünkü onların mertebesi, bunu gerek­tirmez. Öyleyse insan bedeni yönünden bütünüyle mutlu iken nefsi yö­nünden -mümin isedurumu karışıktır.

Allah Teâlâ’nın yakınlığına gelirsek, bu yakınlık, iki kısımdır: Birinci tür, rahmet, şefkat, bağışlama, affetme ve ihsan yakınlığıdır. İkinci tür ise, açıklanması mümkün olmasa bile kendisine ima edebileceğimiz yakın­lıktır. Şöyle deriz: Kulu için Hakk, kendisine tecelli ettiğinde ya madde­de veya madde dışında tecelli eder. Bir madde -ki suret demektiriçinde kendisine tecelli ederse, yakınlık müşahede meclisinde ve görme hazretinde maddeye tabidir. Maddenin dışında kendisine tecelli ederse, men­zil ve mertebe yakınlığı gerçekleşir. Buna örnek olarak, vezirin, kadının, valinin ve makam sahibinin hükümdara yakınlığını verebiliriz. Çünkü bu anlamıyla yakınlık derece derecedir. Bazen birisi bir mecliste bulu­nur ve kendisinden daha üstün olan kimse aynı mecliste daha uzakta bulunabilir. Böyle birinin bir meclisteki yakınlığı, kendisinden daha üs­tün olandan üstünlüğünü gerektirmez. Çünkü maddelerin hükümleri surette nefislerin hükmünden farklıdır. Bunu öğrenince, Hakkın yakın­lığını öğrenmeye yaklaştın demektir. Hakkın yakınlığı ile iki kişinin ya­kınlığı aynı şeydir. Sana yakın olan kişiye sen de yakın olursun. Gerçek­te ise Allah Teâlâ’dan uzaklığa imkân yoktur. Uzaklık göreli bir durumdur ve ilahi isimlerin hükümlerinde ortaya çıkar. Öyleyse bir şahısta ilahi bir ismin hükmünün zamanı, onun kula kulun o isme yakınlığının zamanı­dır. Şahısta vaktin hükmünü elinde tutmayan ilahi isim ise, kendisinden uzaktır. Avucunda bulunduğun birisinden nasıl uzak olabilirsin ya da O senden nasıl uzak olabilir ki? Allah Teâlâ Adem’e sağ elini -ki her iki eli de sağ ve mübarek eldiraçmamış mıydı? Ellerini açtığında Adem’i ve zürriyeti elindeydi. Hakkın sağ avucunda bulunan biri ebedî bedbaht kalabilir mi? Diğer avucımda ise bütün âlem vardı. Âdem’in temyiz için sağ eli seçmesine bak! Hâlbuki o, rabbinin her iki elinin de sağ ve mübarek el olduğunu biliyordu. Bunun nedeni söylediğimizdir. Maddi bir surette tecelli gerçekleşmeseydi, iki el kapanma ve açılmayla nitelenmezdi.

Yakınlığın anlamına dikkatini çekmiş olduk. Artık, bu diyarda te­celli ehli isen, Hakk karşısında kendinden bunu öğrenirsin. Tecelli mad­delerde gerçekleştiğinde, hiç kuşkusuz, sınırlar gerçekleşir. Bu bağlam­da karış, arşm, yürüme, koşma gibi halin gereğine göre durumlar mey­dana gelir. Çünkü maddelerin yakınlığı hallere tabidir. Halin değerine göre, iki yakınlık arasmda maddede yakınlık gerçekleşir. Buradan ise yakınlık halinin bunu verdiği öğrenilir. Öyleyse yalanlık, hallerin ter­cümanıdır.

Suretlerin mekânlarıyla Allah Teâlâ’ya yakınlık ise, bu durum ancak özel anlamda halifelere aittir. Onların peygamber olup olmamaları birdir. Çünkü risalet, ilahi bir nitelik değildir. O, sadece gönderen ile gönde­rildiği kimseler arasındaki bir ilişkidir. Bu sayede elçi, kendisini gönde­renin bildirmek istediği şeyleri ulaştırmada onun yerini alır. Öyleyse re­sul, halifedir ve özellikle de tebliğ işinde vekildir. Halifelik ve vekilliğin tamamlanması ise, ilahi isimlerin gerektirdiği kahır, korkutma, ikaz, uyarma, rahmet, bağışlama, intikam, günahları silme, hesaba çekme, gibi hükümlerde gerçekleşir. Hesaptan veya Hakk ediş miktarını aldıktan sonra hesabı bağışlamak olmaksızın, ilahi mertebede (anlaşılması) en güç konulardan birisi müsaderedir. Bu durum ‘Yaptığından sorumlu tu­tulamaz672 ayetinde belirtilir. Cezalandırma ve bağışlama ise, tespit et­mek, hesaba ve sorguya çektikten sonra gerçekleşir. Bu durum ‘Onlar hesaba çekilecektir673 ayetinde belirtilir. Başka bir ayette ise ‘Kesin delil Allah Teâlâ’ya aittir674 denilir.                                                           ,

Öyleyse halifelikte suret sayesinde yaklaşmak, iki tarzda gerçekleşir : Birinci tür, ilahi bildirimle gerçekleşen yakınlıktır. İkincisi ise, herhangi bir ilahi bildirim olmadan yakınlıktır. Bununla birlikte o kişinin hü­kümleri nüfuz eder. Böyle bir yakınlık edep diliyle, yani edeplilerin di­liyle halifelik veya kişi halife diye isimlendirilmez. Söz konusu kişi ise, gerçekte halifedir ve o da halifeliktir. Öyleyse halifeler, halifelikte derece derecedir. Bir bildirme olmaksızın halifelik, manevi yakınlıkta daha yet­kindir. Çünkü bildirme, zâhir emir yoluyla halifelik, halife atanan kim­seyi suretten uzaklaştırır. Çünkü onun âlemdeki hükmü, başkasından kaynaklanan bir emirden değildir. Aksine o, kendisi nedeniyle hüküm sahibidir. Kim âlemde kendisi nedeniyle hüküm verir ve hükmü ilahi bir emir olmaksızın işlerse, ilahi surete ilahi emirle yerleştirilen kimse­den daha yalandır. Fakat o, ilahi emrin halifeliğine bitişmediği kimse­den muduluğa daha yakındır. Mutluluğa yakınlık ise, Allah Teâlâ’yı bilenlerin nezdinde talep edilen şeydir.

Yakınlığın bilinmesi hakkında bu kadar açıklama yeterlidir. ‘Allah doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.5675

İKİ YÜZ ALTMIŞ BİRİNCİ BÖLÜM

Bu'd'un (Uzaklık) Bilinmesi

Bilmelisin ki, bu5d ve uzaklık, günahta kalmak demektir. Bazen in­sanm kendinden uzaklaşması anlamında da kullanılır.

Senden uzaklaşmak yakınlık Yakınlığın birliği ve ikiliği

Bir imam gördüğümde Kavme düzeltin diyor

Namazda saflarınızı Yükseklik ve yakınlık ona ait

Öğrenirsin, benim varlığım Beka ve yüksekliğin ait olduğu şeydir

Bilmelisin ki, bu5d (uzaklık), hallerin değişmesiyle değişir. Böyle­likle hal karinelerinde kendisinden kast edilen şeye delalet eder. Haller ve yakınlık hakkında bütün bu zikrettiklerimiz kulun niteliği olmayınca, onun yokluğu uzaklığın ta kendisidir. Bu, sûfilerin kendisine işaret etti­ği bütün hususların ana fikridir. Bize göre uzaklığın hükmü, sûfilerin ‘uzaklık’ anlamında ortaya koyduklarından farklıdır. Bununla birlikte biz onların uzaklık bağlamında ortaya koydukları görüşleri kabul ederiz ve o da hiç kuşkusuz uzaklıktır. Şu var Ki biz, ona sûfilerin göz ardı et­tiği -yoksa bilmediklerinden değilbazı hususları ekledik. Onlar bu hu­susları uzaklığın bilinmesiyle ilgili zikretmemiş, yakınlık bahsine kat­mışlardır. Şöyle ki: Yakınlık toplanma, uzaklık ise dağılma ve ayrılma­dır. Toplanmayı sağlayan şey dağılmaya yol açan şeyden başkadır. Öy­leyse uzaklık yakınlıktan başka bir şeydir. İki durumun herhangi bir şeyde toplanması, yakınlığın zirvesidir. Çünkü onlardan her biri, top­lanmanın kendisinde gerçekleştiği hususta ötekinin aynıdır. O ikisinden her biri diğerinin sahip olmadığı bir özellik nedeniyle arkadaşından ay­rıldığında, ondan ayrışmış olur. Ondan ayrılması ise, uzaklık demektir. Çünkü bu, sayesinde ayrışmanın gerçekleştiği bir özelliğe sahip olması nedeniyle ötekinin aynı değildir. Bu durum, eşyanın tanımlarında orta­ya çıkar. Uzaklık ortaya çıktığında hüküm değişir. Bazen uzaklık, arızî bir nitelikten kaynaklanabilir. Örnek olarak, zâtı bu durumları kabul eden kimse hakkında mekân, zaman, had, miktar, oluşlar, renkler gibi nitelikleri verebiliriz. Aralarında herhangi bir birlik bulunmayıp da bü­tün yönlerden ayrılık bulunan iki varlık, uzaklığın en ileri örneğidir. Bu anlamda âlemden Allah Teâlâ’dan daha uzağı yoktur. Çünkü zâtı yönünden kendisini Allah Teâlâ ile bir araya getirecek herhangi bir özellik yoktur. Bu durum ayette geçer. Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir676 buyu­rur. Allah Teâlâ vardı ve O’nunla birlikte başka bir şey yoktu. Sonra, bundan bir aşağı derecedeki uzaklığa inerek şöyle deriz: ‘Kul kölesi olduğu kim­senin efendisi olamaz.’ Öyleyse kulun efendisinden uzaklığı kadar uzak­lık yoktur. Öyleyse kulluk, bir yakınlık hali değildir. Kul sadece kulu olduğunu bilmekle efendisine yaklaşabilir ve bu ise onun kulluğu de­mek değildir. Öyleyse kulluğu efendiden uzaklaşmayı gerektirirken kul­luğu bilmek ise efendiye yakınlığı gerektirir. Allah Teâlâ’ya yaklaşmak husu­sunda hayrete düşen ve neyle yaklaşacağını bilemeyen Ebu Yezid’e Allah Teâlâ sırrında şöyle der: ‘Ebu Yezid! Bana ait olmayan özelliklerle bana yaklaşabilirsin! Bunlar zillet ve yoksulluktur.’ Böylelikle Allah Teâlâ kendin­den bu iki niteliği, yani zillet ve yoksunluğu dışlamıştır. Hakkın kendi­sinden dışladığı ise, kendinden uzaklık niteliğidir. Öyleyse bu niteliğin bulunduğu kimse -ki uzaklık gerektiren niteliktir oniteliğin bulundu­ğu yerdedir. Bu nitelik ise uzaklık gerektirir. Başka bir vakit Ebu Yezid Rabbine şöyle der: ‘Sana neyle yaklaşabilirim?’ Bunun üzerine Hakk kendisine şöyle demiş: ‘Nefsini terk et ve uzaklaş.’ Ebu Yezid nefsini terk ettiğinde ise, kulluğu terk etmiş demektir. Çünkü kulluk, efendi­den uzaklaşmanın ta kendisidir. Öyleyse kul efendiden uzaktır. Ebu Yezid zillet ve yoksulluk halinde kendisinden uzaklaşmak isterken nefsi terk etmekle de Allah Teâlâ’nın ahlakıyla ahlaklanmak yoluyla yakınlık istemiş­tir. Bu, sayesinde bir araya gelmenin gerçekleştiği şeydir. Öyleyse mad­delerde olmadan gerçekleşen tecelli (tenzih) uzaklık tecellisiyken mad­delerde gerçekleşen tecelli ise yakınlık tecellisidir (teşbih). İlahi isimler­den uzaklığa gelirsek, bu, kulun o esnada hükmü altında bulunmadığı bütün isimlerdir.

Bilmelisin ki, kul -ilahi bir emir nedeniyleilahi isimlerle zuhur ederse, hakikat yakınlığında değil, Allah Teâlâ’ya vekillik yakınlığındadır. İlahi emir olmaksızın, bir kısmıyla zuhur ederse, uzaklıktadır. Bu uzaklıktan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Senden sana sığınırım’ hadisinde Allah Teâlâ’ya sığınmıştır. Çünkü yaratılmışın hakikati, yaratılmışlığını görme halinde, yaratıcı olmaya imkân vermez. Büyüklük ve ceberut, Allah Teâlâ’nın nitelikleridir. Bunlar kulda bulunduğunda, Hakk onda bulunmuş demektir. Bundan ise, Allah Teâlâ’ya sığınılır. Kendisinden Allah Teâlâ’ya sığınılacak daha büyük bir iş yoktur ve bu nedenle Allah Teâlâ’ya sığınmıştır. Hakkın büyüklüğü ve ceberutu nerede, kulun tövbesiyle sevinmesi, kendisini acıkmak, hasta­lanmak, susamak gibi özellikle nitelemesi nerede? Böyle bir şeyden Allah Teâlâ’ya sığınılır. Bu diğer şeyin benzerinden de sığınmıştır. Her ikisiyle de nitelenen aynı varhktır. O da Allah Teâlâ’dır. Bu nedenle peygamber Allah Teâlâ’dan Allah Teâlâ’ya sığınarak ‘Senden sana sığınırım’ demiştir. Allah Teâlâ’nın mertebesini yüceltirken bir yaratılmışın taziminin ulaşabileceği nihai şey budur.

Günahın (yol açtığı) uzaklığına gelirsek, bu, kulun mutluluğundan ve yakınlıkta itaatleri yerine getirmeyi gerektiren ilahi isimlerden uzak­laşması demektir. Günahta kul yükümlülük yönünden varlıkları talep eden isimlere yakın bile olsa, bu isimler af ve cezalandırmayla sınırlıdır. Öyleyse kul bu durumda cezalandırılmaya yalandır. Günah rahmeti ta­lep ettiği gibi cezalandırılma ihtimaline de açıktır. Allah Teâlâ ise bu konuda kendi iradesine göre hareket eder. Öyleyse günahın yol açtığı uzaklıkta kul ancak kendi muduluğundan uzaklaşabilir. Bu ise ya başkasının pa­yından eksik olan payından veya suçu karşılığında cezalandırılmasından ibarettir.

Sûfılerin sözünü ettiği insanın kendisinden uzaklaşması ise Allah Teâlâ’nın Ebu Yezid’e söylediği şu sözünde geçer: ‘Kendi nefsini terk et ve gel!’ kim kendi nefsini terk ederse, ondan uzaklaşmış demektir. Bu bölümde bu sözün anlamını sana açıklamıştık. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İKİ YÜZ ALTMIŞ İKİNCİ BÖLÜM

Şeriatın Bilinmesi

Şeriat, fiili kendine nispet ederek, kulluğa bağlanmaktır.

Şeriat eğriliği olmayan bir sınır

Yüksek makam sahipleri onun üstünde yükselir

Akıl ve himmet miraçlarında

Girip çıkmadıkları mertebeye yükseldiler

Değerli bir işi O’ndan getirdiler Getirdikleri şeyde onlarm sorumluluğu yoktur

Şeriat, peygamberlerin Allah Teâlâ’nın emrinden getirmiş oldukları zâhir sünnet demek olduğu gibi aynı zamanda Allah Teâlâ’ya yaklaşmak amacıyla ortaya konulan âdetlerdir. Örnek olarak ‘Bir ruhbanlık icat ettiler677 aye­tini verebiliriz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise şöyle buyurmuştur: ‘Kim bir iyilik icat ederse...’ Böylelikle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bizim adımıza güzel olan bir şeyi ortaya çıkartmayı caiz saymış, onu ortaya koyan ve kendisiyle amel edene sevap verileceğini belirtmiştir. Bunun yanı sıra teorik bilgisiyle Allah Teâlâ’ya ibadet eden bir insanın Allah Teâlâ’dan gelen belirli bir şeriata bağlı olmazsa, kendisine uyduğu bir imam olmaksızın kıyamette tek başına bir ümmet olarak diriltileceğim bildirmiştir. Böylelikle onu hayırlı say­mış ve kendisini hayırlılar zümresine katmıştır. Nitekim İbrahim hak­kında şöyle demiştir: ‘İbrahim tek başına ibadet eden bir ümmet idi.*7* Bu, kendisine vahiy gönderilmezden önce idi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyu­rur: ‘Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.’ Kim güzel ah­lak sahibi ise, farkında olmasa bile, Allah Teâlâ’dan gelen bir şeriat üzeredir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onu Hakim b. Huzam hadisinde hayırlı diye isimlen­dirmiştir. Hakim, cahiliyye döneminde köle azat etmek, sadaka vermek, akrabayı gözetmek, cömertlik gibi iyilikler yapan birisiydi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu konuyu kendisine sorduğunda şöyle demiştir: ‘Daha önce yaptığın iyilikler nedeniyle müslüman oldun.’ Onun davranışlarını iyilik olarak isimlenirmiş ve bundan dolayı Allah Teâlâ kendisini ödüllendirmiştir. Şeriatı böyle anlamadığın sürece, onu anlamamışsın demektir.

Güzel ahlakın tamamlanmasına gelirsek, bunlar, kendileriyle ilişkilendirilen çirkinlikten arındırılmaları demektir. Çünkü çirkin ahlak, ge­çici bir şeydir. Güzel ahlak ise zâtı bir durumdur. Çünkü çirkinin ilahi bir dayanağı yoktur. O, dayanağı nefsani gayeler olan arızi bir nispet ve bağdır. Güzel ahlakın ise ilahi bir dayanağı vardır. O, ilahi ahlaktır. Öy­leyse Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin güzel ahlakı tamamlaması, onların kullanım yer­lerini açıklamasında ortaya çıkmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, onların güzel ah­lak olmalarını sağlayacak ve bu sayede çirkin ahlak kisvesinden kurtul­malarını sağlayacak kullanım yerlerini belirlemiştir. Öyleyse âlemdeki her şey bir yoldur (şeriat).

Sonra bilmelisin ki, şeriat ümmetin aşina olduğu dille gelmiştir. Allah Teâlâ o dille şeriat yaptığı şeyi şeriat yapmıştır. Bu bağlamda onun bir yönü, ümmetin bir talebinden kaynaklanırken bir kısım hükmü ise kendiliğinden şeriat yapmıştır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Size verdik­lerimle yetinin ve beni bırakın’ buyurmuştur. Çünkü şeriatm büyük kısmı, ümmetin sorduğu sorular üzerine inmiştir. Onlar soru sormasaydı, hüküm inmeyecekti. Dünya ve ahirette hükümlerin sebepleri, nüzul ve hüküm sebeplerini bilenlere malumdur. Şöyle denilir: ‘Şeratü er-remha kablehu.’ Onu karşılamaya çıktım demektir. Şeriat, hakikatler arasındadır. Bu yönüyle bir hakikattir, fakat şeriat diye isimlendirilmiş­tir ve bütünüyle haktır. Onunla hüküm veren ise, hakikate göre hüküm vermiştir ve Allah Teâlâ katında sevap kazanır. Çünkü o, hüküm vermekle yükümlü olduğu şeye göre hüküm vermiştir. Bununla birlikte lehinde hüküm verilen haksız, aleyhinde hüküm verilen kimse haklı olabilir.

Acaba verilen hüküm Allah Teâlâ katında hükümdeki gibi midir, yoksa ger­çekte öyle değil midir? Bir kısmımız o hükmün Allah Teâlâ katında ve gerçek­te de öyle olduğunu kabul eder. Burada delillerin incelenmesini gerekti­ren bir tahlil lazımdır. Çünkü Allah Teâlâ, -doğru söylese bile dört tanık ge­tirmedikleri süreceiffetli kadınlara iftira edenleri cezalandırmaya hük­metmiştir. iftira edenin yalancı olduğu özel bir durumda ise, şöyle de­miştir: ‘Ona dört tanık getirselerdi.’679 Nitekim hükümde bu onaylanmış­tır. ‘Tanık getirmediklerinde ise onlar Allah Teâlâ katında yalancılardır.’680 Bura­da ‘onlar’ ifadesiyle bu özel durumu mu kast eder, yoksa genel hükmü mü kast eder? iftira atanın değnekle cezalandırılması, iftirasından ve dört tanık getiremeyişinden kaynaklanır. Bazen tanıklar, gerçekte yalan­cı tanık olabilir ve onların tanıklığı nedeniyle cezalandırma gerçekleşir ve (zina eden) öldürülebilir. Bu durumda onun ahirette tam sevabı var­dır. Bununla birlikte dünya hayatında ona karşı hüküm sabittir. İftira eden tanıklara ise, ahirette ceza verilir. Bununla birlikte dünyada hü­küm onun tanıklığıyla sabittir. Burada tanıklık yalancı tanıkların şahitli­ğidir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Ben bir beşerim! İki kişi davalık olursa, biriniz delilini diğerinden daha iyi savunabilir. Kimin lehine kardeşinin hakkını alırsam, onu almasın. Ben onun adına ateşten bir parça kestim demektir.’ Kuşkusuz peygamber, kardeşine ait olan bir hakkı davalıya vermiş ve onun hakkı yapmıştır. Bununla birlik­te hakkı alan kişi, kendileri gerçek olduğu halde gıybet ve laf taşıyıcılık gibi suçlar nedeniyle cezalandırıldığı gibi, ahirette cezalandırılır. Şeriat­ta Hakk olan bir şey, muduluğa ulaştırıcıdır

Şeriat, meşru konuda hüküm vermektir. Bu hükmün hakkında be­lirlendiği kişi ise, kuldur. Böylelikle kulluğuna bağlanır. Çünkü hüküm, kendi başına hareket etmek üzere, kendisini bırakmaz. Kulun bütün ha­reket ve durağanlıklarında şeriatın bir hükmü vardır. Bu nedenle sûfıler şeriatı kulluğa bağlanmak diye tanımlamıştır. Çünkü kul sürekli olarak hükme konudur. Sûfilerin ‘filin sana nispeti’ sözlerine gelirsek, çünkü sen efendinin senden istediğini yapmazsan, onu almak senin üzerinde zorunlu olmaz. Bu nedenle kalem aklı olmayandan düşmüştür. Şeriatın öğrenilmesi hakkında bu kadar açıklama yeterlidir. Allah Teâlâ doğruyu söy­ler ve doğru yola ulaştırır.

İKİ YÜZ ALTMIŞ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Hakikatin Bilinmesi

Hakikat, niteliklerinin eserlerini kendinden olumsuzlamandır. Bu ise, seninle, senden ve şendeki failin -sen değilO olmasını bilmekle gerçekleşir. ‘Hiçbir canlı yoktur ki, Allah Teâlâ onun perçeminden tutmuş olmasın.’

Hakikat her zaman bir’i verir Akü fikir gücüyle bir’i reddeder

Zât onu çiftleyen bir İkinciye sahip değil Oluş ise eserlerinden çokluğu talep eder

Hepsi gerçek bir varlıktan ibaret Ne aile ne baba ne çocuk var onda

Allah Teâlâ bizi ve seni kendinden bir ruh ile desteklesin, bilmelisin ki, hakikat, farklılık, benzerlik ve karşıdığıyla varlığın kendinde bulunduğu durumdur. Hakikati böyle bilmezsen, onu anlamamışsın demektir. Öy­leyse şeriat, hakikat demek olduğu gibi aynı zamanda şeriat haktır ve her hakkın bir hakikati vardır. Şeriatın hakkı onun kendi varlığıyken hakikati ise, işin bâtınında, kendisini görme konumuna inen şeydir. Gerçek, herhangi bir ilave olmaksızın, zâhirde nasılsa bâtında öyle olur. Öyle ki, örtü kalksaydı, bakan kişi işi karıştırmazdı. Bir sahabe pey­gambere ‘gerçek bir müminim’ diyerek, ‘imanın hakkı’ndan söz etmişti. Bu ise, bâtınm ve için özeliklerindendir. Çünkü iman tasdiktir ve tasdi­kin yeri kalptir. Tasdik etkisi olan şeylerden ise, bu etki, organlarda gö­zükür. Etkisi olmayan tasdik türü ise, onun etkisinin organlarda gö­zükmesi şart değildir. Organ kendisini doğrular veya yalanlar ve doğru­luk organa nispet edilir. O ise, dıştaki bir organdır.

Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir: ‘İmanının hakikati nedir?’ Sahabe ‘Sanki rabbimin Arş’ı gözüküyor da ben de ona bakıyo­rum’ demiştir. Sahabe Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Rabbin Arş’ı kıyamet günü ortaya çıkar5 derken tasdik etmişti. Bu dinleyen sahabe ise, onu haya­linde gerçekleşen bir şey olarak görmüş ve şöyle demiştir: ‘Sanki ona bakıyorum.’ Yani o benim nezdimde gözümle gördüğüm kimse gibidir. Onu gözle görülen duyusal bir varlık konumuna yerleştirdiğinde, haki­katin bir hakkı talep ettiğini ve ondan farklı olmadığım anladık. Öyley­se şeriata aykırı hakikat yoktur, çünkü şeriat da, hakikatler arasındadır. Hakikatler ise birbirine benzer ve aynı cinstir. Şeriat olumlayarak ve is­patlayarak şöyle der: ‘O’nun benzeri bir şey yoktur.™1 Burada olumsuzlamıştır. Ardından olumlayarak şöyle der: ‘Duyan ve görendir.™2 İşte bu, bizzat hakikatin hükmüdür. Öyleyse şeriat hakikat demektir. Hakikat, ilahlığın mutlak birliğini verse bile, ilahlıkta nispetleri de verir. Öyleyse sen, Bir’in birliğini değil, çokluğun birliğini ispat edebilirsin. Çünkü Bir’in birliği, kendiliğiyle açıktır. Çokluğun birliği ise, ulaşılması güç bir şeydir ve her teorik güç sahibi kendisini algılayamaz. Öyleyse haki­kati -ki çokluğun birliğidirherkes anlayamaz.

Sûfıler, şunu görmüşlerdir: Sıradan insanlar ve özel insanlar, şeriate göre amel ederken hakikati ancak seçkinler bilebilir. Bu nedenle şeriat ile hakikati ayırt etmişler, şeriatı hakikat hükümlerinden zuhur edenlere ait sayarken hakikati ise onun hükümlerinden bâtın kalanlara ait saymışlardır. Çünkü Şâri -ki Haktırez-Zâhir ve el-Bâtın diye isim­lendirilmiştir. Bu iki isim gerçek anlamda Hakka aittir. Öyleyse hakikat, kulun niteliğinin ardından Hakkın niteliğinin ortaya çıkmasıdır. Basiret gözünden bilgisizlik perdesi kalktığında ise, kulun niteliğinin onlara gö­re Hakk’ın niteliğinin aynı olduğunu görür. Bize göre ise kulun niteliği, Hakkın niteliği değil, O’nun aynıdır. Öyleyse zuhur eden yaratılmış iken bâtın kalan Haktır. Başka bir yönüyle bâtın, zâhirin kaynağıdır. Çünkü organlar, nefsin kendilerinden istediği şeylerde nefse tabi ve bo­yun eğendir. Nefs ise kendisi görünmezken hükmü gözükendir. Organ­lar ise kendileri gözükür, fakat onların bâtınları yoktur, çünkü hüküm­leri yoktur. Eğrilik ve doğruluk, kendisiyle yürünülen kimseye değil, bir araçla yürüyene nispet edilir. Yaratıklarla yürüyen Haktır ve O’nun doğru yol üzerinde olduğu sabittir. Öyleyse eğrilik, gerçekte doğruluk olabilir. Örnek olarak, kavisin eğriliğini verebiliriz. Kavisten beklenilen doğruluk, onun eğriliğidir. Öyleyse âlemdeki her şey doğrudur! Çünkü her şeyin perçeminden tutan, onunla yürüyendir ve O da doğru yolda­dır. Varlıktaki her hareket ve durağanlık, ilahi kaynaklıdır, çünkü her hareket, Hakkın elindedir. Başka bir ifadeyle o, doğru sözlünün -peygamberler Allah Teâlâ hakkında O’ndan öğrendikleri söyleyen ve Allah Teâlâ’yı en iyi bilen yaratıklardırbildirmesiyle ‘doğru yolda’ olmakla nitelenmiş Haktan ortaya çıkmıştır. Alemin bundan güçlü bir mazereti yoktur. Peygamberlerin insanlara merhametinin bir yönü de, onların dikkatini böyle hususlara çekmektir. Hakk bunu kendisinden aktardığında biz de onun sözünü duyduk. Bu durumda, bize böyle şeyleri bildirmiş olması­nın onun bize dönük bir rahmeti olduğunu anladık. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in söylediğini bize bildirmesi ise, Allah Teâlâ’dan bizim adımıza bir müjde idi. Nitekim Allah Teâlâ ‘Dünya hayatında onlar adma müjde vardır3 buyurur. Müjde ise Allah Teâlâ’nın kelimelerindendir ve ‘Allah Teâlâ’nın kelimeleri değişmez*84

Hakikatin bir yönü de, Hakkın varlığın kendisi olmasıdır. O, var olanların niteliği olduğu için, niteliklere sahip olmakla nitelenendir. Sonra aynı yönünden kulun nitelikleri ve organları olduğunu bildirmiş ve şöyle demiştir: ‘Ben onun duymasıyım.’ Böylelikle duymayı duyan varlığa nispet etmiş, sonra da kendisine nispet etmiştir. Hâlbuki O’ndan başka varlık yoktur. Öyleyse duymak ve duyan O’dur. Diğer güçler ve idrakler de ancak O’dur. Öyleyse hakikat, şeriatin kendisidir. Anla! ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’685

İKİ YÜZ ALTMIŞ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Hatıraların (Düşünceler, Havatır) Bilinmesi

Hatıralar, kalbe ve içe gelip yerleşmeyen hitaptır ve varidatın bir türüdür. Bunlarda kulun çabası yoktur. Yerleşik Hakk geldiklerinde ise, artık -hatıra değiliç konuşması diye isimlendirilirler.

Varidimiz hatıra ise

Bize uğrar da sonra geri dönmez

Varlıkta hatırdan başkası yok Onlar reddedilmez ve geri çevrilmez

Varlıklarımız her daim yenilenir

Amaçlarımız da yenilenir, dinleyin!

Bir’den başka varlık yok

Diğeri ise onun izine uyar

Bilmelisin ki, kulun kalbine gelen hakkın elçileri, hatıralar (düşün­celer) diye isimlendirilir. Onların kalpte kalış süresi, uğradıkları zaman­la sınırlıdır. Kalbe yerleşmeden, getirdiklerini ulaştırırlar. Çünkü Allah Teâlâ onları getirdikleri şeylerin suretine göre yarattı. Öyleyse her düşünce, elçiliğinin kendisidir. Kalbin gözü kendisine düştüğünde, onu anlar. Düşüncenin gereğiyle amel edip etmemesi, durumu değiştirmez. Allah Teâlâ onunla kalbin arasında beş yol yaratmıştır ki, bu yollardan düşünceler kalbe yürür. Allah Teâlâ, şeriaderi var ettiğinde bu yolları da var etmiştir. Şeriader olmasaydı, o yolları yaratmayacaktı. Allah Teâlâ söz konusu yolları sanki hilali kuşatan bir Hakk gibi yaptı. Birinci yol, vacip ve farz diye isimlendirilmiştir, ikinci yol mendup, üçüncüsü haram, dördüncüsü ke­rahet, beşinci yol mubahlık diye isimlendirilir. Allah Teâlâ, kalp ile yükümlü bir melek yaratmıştır. Bu melek, Allah Teâlâ’nın emriyle, kalbi korur. Onun için de bu yollardan vaciplik ve mendupluğu belirlemiştir. Onun karşı­sına ise bir şeytan yaratmış, onu Allah Teâlâ’nın meşru emrinin dışında onun yanına oturtmuştur. Şeytanın oraya yerleşmesi, Allah Teâlâ’nın kendisine değil de bu insan yaratılışına gösterdiği ilgiye ve kendisinden üstün yapması­na karşılık duyduğu çekememezliktir. Şeytan, dince belirlenmiş emir ve yasakları yerine getirdiğinde, ulaşacağı muduluğu bilir. Bunun bir ben­zerini, haramlık ve mekruhluk yoluna yerleştirmiştir. Mubahlık yolu üzerinde de bir şeytan yaratmıştır. Orada şeytanın karşısına ise bir me­lek yerleştirmemiştir. Nefsin bütün güçlerini ve yaratılışını o yola tahsis etmiştir. Allah Teâlâ nefse o yoldan zâtını şeytandan korumayı emretmiştir. Allah Teâlâ bu insan nefsine ‘kabul’ özelliği yaratmıştır. Bu sayede kendisine yönelen herkesi kabul edicidir. Adem’den zamanımıza, oradan dünya hayatının sona ermesine kadar, şeriader gönderilmesinden önce zikret­tiklerimizden koruyucu bir melek veya kavgacı ve bozguncu bir şeytan yoktur. Aksine iş, şeriatlerin kalkmasına göre, Allah Teâlâ’dan kuluna, kulun­dan Allah Teâlâ’ya dönüktür. Burada sınırlama olmadığı gibi bu hükümlerden birisi de yoktur. Aksine irade ve meşiyetinin gereğine göre hareket eder.

Allah Teâlâ, insan nefsi için murakabe ve gözetme niteliği yaratmıştır. Nefs, kendisine bu yollardan gelen kimseyi gözetir. Allah Teâlâ insana arala­rında bir takım elçiler bulunduğunu ilham eder. Elçiler, söz konusu yollardan insana gelir ve nefste kalmazlar. Onlarm zâtları risaletlerinin suretinden inşa edilmiştir. Öyle ki, onları gördüğünde Allah Teâlâ’nın onları sana neyi getirmek üzere gönderdiğini bilirsin. Böylelikle uyanır, onlar­dan habersiz kalmazsın. Çünkü onlar, senin alanına uğrar ve sabit kal­mazlar. Hakk şöyle der: ‘Ben elçilere şöyle dedim: ‘Gönderildiğiniz kişi­de iki nitelik yarattım. Birincisi, gaflet diye isimlendirdiğim nitelik iken diğeri uyanma ve kendine gelme diye isimlendirdiğim niteliktir. Onu uyanıklık özelliğiyle nitelenmiş iken bulmanız, arzulanan maksattır. Gaflet özelliğiyle nitelenmiş bulduğunuzda ise, onun kapısını çalın, çünkü uyanır. Uyanmazsa da siz onu yitirmezsiniz. Çünkü ben onda keskin bir göz yarattım. Onunla sizi görür ve kendisine getirdiğiniz şeyi öğrenir. Kapısmı çalınca uyanmazsa, onu kendi halinde bırakın ve bize dönün.’ Allah Teâlâ görevli meleğe koruma ve sakınma gücü vermişken, nefse gördüklerini şekillendirme ve tasavvur etme gücü vermiştir. Böylelikle gördüklerini, sanki oymuş gibi -hâlbuki o değildirşekillendirirler. Bu benzerleri ise ikinci ve daha yukarı mertebelere yerleştirmiştir. Onlarm ilk mertebede bir kademi yoktur. Öyleyse ilk mertebe, doğruluk sahibi­dir ve yanılmaz. Nefs bu ilk düşüncenin gereğiyle amel etmezse, yanılır. İlk düşünce asla yalan söylemez!

İlk düşüncenin suretinde olan düşünceler ise, tasavvur gücüne ve suretin parçalarını korumaya göre, bazen doğru söylerken bazen yanı­lırlar. Aynı şey ilk bakış, ilk hareket ve ilk duyuş için geçerlidir. Öyleyse her ilk, ilahidir ve doğrudur! Yanılırsa, ilk değildir. O, ancak ikinci mertebede var olan suretin hükmüdür. İlk durumları murakabe genel­likle ‘zecr’ ehlinde meydana gelir. Biz bu hali onlarda ve özellikle Allah Teâlâ ehlinde görmüştük. Allah Teâlâ ehlindeki murakabe, yanılma ve yalandan ko­ruyan ve muhafaza eden bir mertebe iken zecr sahibinde murakabenin, bilginin ve gözlemin gücüdür. Onlarda bu ilk düşüncenin adı, hacis ve nakru’l-hatır (ilk düşüce) ve ilk sebeptir.

Bu saygın ve iyi .elçilerden kalp için belirlenmiş bu yollardan (kal­be) uğrayanlar, sahip olduğu şeyi kendisine aktarır. Bu elçi, melek, şey­tan veya nefs olabilir. Bunlardan kendisine yönelen, onu alır. Melek alırsa, bu, mutluluk amelinin varlığını gerektiren bir şeydir. Ardından melek insanın sırrına ‘şunu yap’ diye ilham eder. Şeytan ise kendisine şöyle der: ‘Onu yapma ve bir sonraki vakte ertele.’ Şeytanın amacı, muduluğa götüren şeyi yapmasını engellemektir. Şeytanın tavrı, insanın bir iyiliği yapıp yapmamada veya bir kötülüğü terk edip etmemede içinde bulduğu tereddütte ortaya çıkar. Aynı şey kendisine bir mubah­lık yolundan geldiğinde geçerlidir. Mubahı yapmak veya terk etmek hu­susundaki bu tereddüt, melek ve şeytan arasında değil, nefs ve şeytan arasındadır. Çünkü meleğin ilhamı ile şeytanın dürtmesinin karşıdığı, hükümlerden diğer dört yolda gerçekleşir. Mubah söz konusu oldu­ğunda, bilhassa şeytanın dürtmesi vardır ve nefisten başka ona direnen yoktur. Nefse ait olan sadece mubahlardır. Çünkü nefs, maslahata ulaşmak ve zarardan uzaklaşmak özelliğinde yaratılmıştır. Meleğin il­hamı ve şeytanın dürtmesinde ise emir her zaman yasağı önceler. Öy­leyse kötülükte emir sahibi olan şeytan iken bu durumda öncelik sahi­bidir. iyilikte emir sahibi olan ise, melektir ve öncelik kendisine aittir. Yasaklama emirden sonra olabilir. Bu mertebede bunun tersi söz konu­su değildir. Bunun aslı ise Adem’de ortaya çıkmıştır. Ona önce cennette yerleşmesi ve oradan dilediği şekilde yemesi emredilmiş, sonra bir ağaca yaklaşmak yasaklanmıştır ki, ‘ona yaklaşmak’ ifadesiyle işaret edilmiştir. Böylelikle ‘dilediğiniz şekilde6116 ifadesinde bir yasaklama ve engelleme or­taya çıkmıştır, yoksa ‘yeme’de değil! Öyleyse Adem’e yemek yasaklan­mamıştı. Ona ‘dilediğiniz şekilde687 ayetinde serbest bırakılmış olan ağaca yaklaşmak yasaklanmıştı. Öyleyse kendisine yaklaşana kadar ondan ye­mediler. Böylece yaklaşmaya başladılar, yoksa yemeğe değil! İlahi ceza­landırmadan sonra ise ona ait olan o ağacın özelliğinin verdiği şey ol­muştu. Bu ise kendisini yiyenlere ölümsüzlük ve ‘tükenmeyen5688 bir mülk kazandırmasıydı. Bu davranış kendisinden meydana gelirken zürriyeti de kendisindeydi. Sonra Adem halifelik, Havva ise nesil için -çünkü o tekvin mahallidirinmiştir. Böylece, Allah Teâlâ tövbesini tamamen kabul ettikten sonra zürriyeti ortaya çıkmıştır ve bu esnada da zürriyeti kendisindeydi. Allah Teâlâ hepsini Mutlu etmiştir. Öyleyse bulunduğu her yerde Âdem, nimete mazhardır. Bu nimet, dünya ve ahirette belli bir azaptan sonra da olabilir. Dünya hayatına gelirsek, herkes bir acı çeke­cektir. Bunun en basiti, çocuğun doğarken rahimden ve onun sıcaklı­ğından ayrılması nedeniyle ağlayarak doğmasıdır. Rahimden çıkması esnasında hava (ciğerlerine) çarpar, bu esnada acı hisseder ve ağlar. O esnada ölmüş bile olsa, acıdan nasibini almış demektir, sonra yaşar ve dünya hayatında acılarla karşılaşması kaçınılmazdır. Çünkü canlı bu özellikte yaratılmıştır. Berzah âlemine göçtüğünde ise, orada ‘sorgu acı­sı’ kaçınılmazdır. Diriltildiğinde, canı veya başkası hakkında korku duyması gerekir. Cennete girdiğinde, bu durumun, yani acıların kendi­sinden düşmesi gerekir ve sürekli nimet kendisine eşlik eder. Ateşe gir­diğinde ise, Allah Teâlâ’nın dilediği bir süre, acı kendisine eşlik eder. Bir takım acılarla Allah Teâlâ’nın iradesi kendisine nüfuz ettiğinde, bu acıları inayeti ta­kip eder. Söz konusu inayet, kendisini henüz babası (Âdem’in) sulbün­de iken, tövbesini kabul ederken kendisine ulaşmıştı. Bu sayede insan, tıpkı babası gibi, hazdan ve elemden nasibini alabilir. Öyleyse babasının tövbesinden insanın bir nasibi vardır. ‘İnsan’ diye isimlendirilen varlığın dışındakilerde Allah Teâlâ’nın dilediği kimselerde geride intikam isimleri kalır. Söz konusu isimler, hakikatlerine göre hüküm verir. Çünkü Allah Teâlâ’nın rahmeti, sadece bu insan yaratılışı hakkında öfkesini geçmiştir. Onun dışındaki yaratıklara rahmetin ulaşması ise, rahmetinin ‘her şeyi içerme­sinden kaynaklanır’, öfkesini geçmesinden değil! Öyleyse sadece insan için (öfkeyi) geçen rahmet ile ‘her şeyi kuşatan (rahmet)’6119 vardır. Bu nedenle insanı rahmet iki yönden talep eder. İnsanın dışındakiler için rahmetin böyle bir hükmü yoktur. Öyleyse ilahi rahmet, başkalarından daha çok, insana karşı inayet sahibidir.

Tekrar hatıraların bilinmesiyle ilgili konuya dönebiliriz: Hatıraların etkilerini belirtmiştik. Onlarm nefisteki etkileri, yollarında karşılarına çıkana (melek, şeytan veya nefs) göre, değişir. Zikrettiklerimizden her­hangi birisi karşılarına çıkmazsa, böyle bir hatıra, bilgi hatırıdır ve ke­sinlikle amel hatırı değildir. Böyle bir hatıra, rabbani düşüncedir. Yap­ma (amel) ve terk hatıraları ise, melek, şeytan ve nefs kaynaklı olabilir. ‘Hepsi Allah Teâlâ katındandır. Bu kavme ne oluyor ki, ‘yeni sözü’ (hadis) anlamı­yorlar.’690 Kadim olanı ise daha da anlamazlar. ‘Ona günahını ilham et­ti.’69' Bu, yapma veya terk etmekle ilgili şeytanın eliyle gelen fiildir. ‘Takvasını da.’692 Bu da, meleğin eliyle gelen amel veya terklerdir. Öyley­se geliş yollarından hatıralarını kontrol eden kimse, kurtuluşa ermiş demektir. Çünkü o, gelen düşünceleri kimin alacağını ve ‘her gözetim noktasının başmda oturanlardan hangisinin ona yöneleceğini bilir. Bazı insanlar ise düşüncelerin (kalbe geliş) yollarından habersiz kalır ve -tıpkı sıradan insanların onları bulması gibikalpte kendilerini bulana kadar onların farkına varamaz. Kalbinde bulduktan sonra ise, gerekle­riyle amel eder. Böyle biri bir şeyi bilmeyenin amelidir. Bu amel hayır ise, tesadüfen olduğu gibi kötülük olması da tesadüfidir. Çünkü kendi­sine daha sonra gelecek düşüncenin bilgisini ve kimin eliyle geleceğini bildiren ilk düşünceyi fark edememiştir ve onu bilememiş, onu göre­memiştir. Bu nedenle de hükmünü yitirmiştir. Bu amel düşünceleri gaf­let, bilinçsizlik ve düşüncelerin yollarını gözleyememe halinde kendisine geldiğinde, onların gereklerine göre amel eder. Bu durumda onun ame­linin iyi veya kötü olması tesadüfidir. Fas şehrinde muhtesip olan İbnü’l-Hicazi’yi görmüştüm. Şeriat hakkında bilgisi yoktu ve Allah Teâlâ onu doğru hükme ulaştırmaktaydı. Onun iyiliği hakkında, ölene kadar bü­tün namazlarda Karavîn camiinde tekbir namazını imamın ardında al­dığını biliyordum. Onun verdiği hükümler, Allah Teâlâ’dan gelen bir ilham olarak, doğru olurdu. Şöyle derdi: ‘Kendime şaşıyorum! Şeriat ilmiyle ilgilenmedim, ama bütün hükümlerimde şeriatın hükmüne isabet edi­yorum.’ Şeriat bilginlerinden hiçbir kimse, herhangi bir müçtehidin söylememiş olduğu bir hükme vardığı için kendisini kınayamamıştı. Bu kişi, sıradan insanlardan olup tasavvuf yolundan olmadığı halde inayete mazhar olmuş gördüğüm tek kişiydi. Fakat o, dünyaya karşı hırslı ve sı­radan insanlar gibi kendisini ona vermişti. Fakat kendisi farkında değil iken içi aydınlanmış birisiydi. Bütün düşünceler, tecelliler değil, ilahi hi­taplardır. Bu nedenle Allah Teâlâ onları Amâ’da -ki Rahman’ın nefesidirmeydana gelen suretler olarak inşa etmiştir. Bir insan onları görüp söy­lediğimiz bilgiyle Allah Teâlâ kendisini rızıklandırmazsa, sureti gördüğünde, hatıraların ilahi tecelli olduğunu zanneder. Onların hatıra diye isimlendirilmesinin nedeni bu olduğu gibi başka bir nedeni de tıpkı harfin su­retinin sabit olmayışı gibi varlıkta sürekliliklerinin olmayışıdır. Dil ken­disini söyledikten sonra, harfin varlıkta kalıcılığı yoktur ve söylendikten sonra ikinci bir zamanı yoktur. Sonra, yok olur ve anlayanın zihninde onun suretinin bir örneği kalır. Söz konusu kişi de, hatıranın baki ol­duğunu zanneder. Nitekim Zünnûn ‘Ben sizin rabbiniz değil miyim?’693 ayeti hakkında böyle bir zan taşıyarak şöyle demiştir: ‘Sanki şimdi de kulaklarımdadır.’ Hâlbuki kulağındaki, duyduğu ses değildi. O kalan, kelamın suretinden anlayışın aldığıydı. Böylelikle neftse sabit kalır. Allah Teâlâ ehlinden iki sureti ayırt edenlerin sayısı azdır.

Hatıralar ilahi hitaptan kaynaklanır. Bu nedenle Allah Teâlâ ehli arasın­dan insanları Allah Teâlâ’ya davet edenler, basiret üzere davet etmişlerdir: Çünkü basiret üzere davet, ancak ilahi bildirimle mümkün olabilir. İlahi bildirim ise, kuşku ortadan kalksın diye, ancak söz olabilir, başka bir şey değil! Yaratma ‘ol*94 kelimesinden başka bir şeyden olsaydı, ‘o da olur (fe-yekun)*95 ifadesinde belirtilen yaratılan şeyin hızla emre uyması gerçekleşmezdi. Burada ‘takip’ bildiren ‘fe’ harfi gelmiştir ve o emrin ceva­bıdır. Çünkü meydana gelen şey basiret sahibidir, çünkü söylenen bir hitaptır. Hitaptan başka bir şey olsaydı, bu hüküm gerekleşmezdi. Fa­kat bilen, gözeten ve işi bulunduğu hal üzere bilen hisseden nefisler de nerede! Bu konuda araştırmacının varacağı nihai şey, nefse dönük Hak­kın hitabını ‘zorunlu bilgi’ diye ifade edilen şey saymaktır. Allah Teâlâ söz konusu bilgiyi o şahsın idrak mahallinde yaratmıştır. Sahih keşif sahibi ise, kendisine kelamını duyurmadan emriyle zorunlu bilgiyi kendisinde yaratmamış olacağmı bilir. Böylelikle bu esnada Hakkın o hitap ile neyi amaçladığını bilir. İşte bu bilgi, zorunlu bilgidir. Fakat onu Allah Teâlâ ehli­nin içinden ilahi sırları bilen kimseler fark edebilir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.*96

İKİ YÜZ ALTMIŞ BEŞİNCİ BÖLÜM

Varidin Bilinmesi

Sudur eden varide âşık oldum Çiftimin bir’e âşık olması gibi

Onun bütün isimleri varidolur (gelir)

Gözetene gizli kalsın diye süratle

Eserleriyle himmet verirler Niyeti olan bütün kalplere

Sûfılere ve bize göre varid, ilahi isimlerden kalbe gelen her şeydir. Ondan, getirdiği şey bakımından değil, varid olması yönünden söz edi­lir. Bazen varid, ayıklık getirir, bazen sarhoşluk, bazen kabz haline dü­şürür, bazen bast haline, bazen heybet, bazen üns getirir. Bunun gibi sayısız şey getirir ve bunların hepsi varidat’tır. Şu var ki sûfıler, varidi bu zikrettiklerimizden övülen düşünceleri anlatan terim yapmışlardır.

Kardeşim! Bilmelisin ki, varid olması yönünden varid, hadislik ve­ya kadimlik ile nitelenmez. Çünkü Allah Teâlâ, kadim olmakla birlikte, kendi­sini gelmek özelliğiyle nitelemiştir. Varid olmak da gelmek demektir. Varidin halleri, gelişinde birbirinden farklılaşır. Bazen hücum ve bevadih gibi ansızın gelirken bazen ansızın gelmez. Bu esnada kendisi­ne gelen kişi, bir takım alametlerle ve hal karinesiyle onun farkına varır. Bunlar, mahallin istidadının kendisini talep ettiği belli bir şeyin geldiği­ni gösterir. Her ilahi varid, bir fayda getirir ve ilahi olsun kevnî olsun, (asıl itibariyle) ilahi sayılmayan varid yoktur. Bütün varidleri içeren fayda, varidin geldiği kişide bu esnada oluşan bilgidir. Geldiği kişiyi üzüp üzmemesi şart değildir. Çünkü varidin böyle bir hükmü yoktur. Varidin hükmü, meydana gelen bilgidir. Bunun ardındaki hususlar ise, varidin kendisiyle değil, getirdikleriyle ilgilidir. Bu bağlamda (söz geli­şi) Allah Teâlâ, kıyamet günü insanları ayırmak ve aralarında hüküm vermek için gelir. Bazı insanlar için mutluluğunu sağlayan şeyle lehinde hüküm verilirken insanların bir kısmı adına da onları üzecek şekilde hüküm ve­rir. Gelmek bir, hüküm de birdir! Fakat verilen hüküm farklıdır.

Varid ya gelişi esnasında sudur özelliğiyle nitelenmiştir. Bu du­rumda kendisine geldiği kimse yönünden varid adını alırken kendisin­den çıktığı kimse yönünden de ‘çıkan’ diye isimlendirilir. Öyleyse bu varidin Allah Teâlâ’dan meydana gelmiş olması (muhdes) gerekir. Gelişi esna­sında hadislik ile nitelenmemişse, kadim bir variddir. Geliş (vürûd) varid adına kendisine gelen kulda oluşan bir nispettir. Öyleyse birincisi, hem sadır olan hem de varid iken diğeri sadece variddir. İlahi isimler, den başka, kadim varid yoktur. Hakikati yönünden gelirse, gelişindi değişmez. Hüküm yönünden gelirse, hükümlerin değişmesiyle değişi, Çünkü onun hakikatleri birbirinden farklıdır. Fakat hakikati gösterm leri yönünden bir değişme olmaz. Burada varidin kadim veya hadis ol­ması durumu değiştirmez. Çünkü getirdiği şey, hadis (sonradan mey­dana gelen) olmalıdır ve varidin geldiği kimsede kalan odur. Ardından ayrılır ki, bu ayrılma kaçınılmazdır. Bunun nedeni, varide saygının ge­rekliliğidir. Şöyle ki: Bir varidin ardından gelecek yeni bir varid olacak­tır. Dolayısıyla şahsın yeni varidi kabul etmek üzere öncekinden yüz çe­virmesi de zorunludur. Bu nedenle ilk varide bir hürmetsizlik meydana gelir. Bu nedenle varid, getirdiği şeyi tamamladıktan sonra ayrılır, ikin­ci varid geldiğinde ise, geldiği kişiyi bütünüyle kendisine yönelmiş hal­de bulur ve söz konusu kişi varidi karşılar. Şahsı gelen varid ile ilgilen­mekten ah koyacak başka bir düşünce yoktur. Kendisine karşı hürmet ve saygı gösterdiği her varid, kişiyi Allah Teâlâ katında iyi olarak över ve bu övgü o kişinin mutluluğu olur.

Gerçekte varidat (gelenler) meydana geldiklerinde, nefeslerden iba­rettir. Getirdikleri hükümler ise, yol ehlinin ‘varidat5 diye bildikleri şey­lerdir. Çünkü nefesler, bu varidatın suretlerinin taşıyıcılarıdır, yoksa hadis varidat değildir. Çünkü onlar kendilikleriyledir. Hatta onlar, ne­feslerin suretleridir ve kendilerindeki isimlerin hükümlerinin değişmesi nedeniyle onlar da değişir. Öyleyse varid, onlar için, cevhere tabi olması yönüyle araz için yerleşme gibidir. Cevher ise araz değil yerleşendir. Aynı şekilde nefes de, suret değil, variddir. Suretin yararı ise, resuldeki risalet gibidir. Bilgi getiren varid olduğu gibi amel getiren varid de ola­bilir ve her ikisini birleştiren varid de vardır. Bunun yanı sıra hal geti­ren varid; bilgi ve hal getiren varid; amel ve hal varidi; bilgi, amel ve hal varidi vardır. Buna örnek olarak, ayıklık ve sarhoşluk ve benzeri şey­leri getiren varidi verebiliriz. Bu, varidlerin en güçlüsüdür. Varid son­radan gerçekleşmiş değilse, Allah Teâlâ ile kulu arasında vasıtaların ortadan kalkması diye ifade edilen duruma işaret eder. Bu, her bir yaratılmışa ait olan özel yönden gerçekleşen tecelli demektir. Bu durumdaki varidin getirdiği şey aktarılamayacağı gibi kendisinde meydana gelen şey de ak­tarılamaz. Allah Teâlâ ehli arasında bu halin sahibi olan kimse az olduğu gibi varidat içerisinde bunun örneği de azdır. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğ­ru yola ulaştırır.5

İKİ YÜZ ALTMIŞ ALTINCI BÖLÜM

Şahidin Bilinmesi

Şahid, müşahede edende müşahede edilen şeyin suretinin kalması­dır. Müşahede edilenin suretinin kalpte bulunması, şahidin ta kendisidir ve müşahede eden için nimet onunla gerçekleşir.

Hakkı müşahede bilgimizden elde edilmiş Şahidi de kalplerde

Delil sahibi gözlerle O’nu idrak eder Gayb örtülerinin ardından

Yükselmiş ve tamamlanmış dolunay O’na muttali Güney güneşinin heybeti üstünde

Şahit, müşahede esnasında müşahede edilen şeyin suretinin nefiste bulunmasıdır. Bu suret, görmenin verdiğinden başka bir şeyi verir. Çünkü görmeyi görülen hakkında bir bilgi öncelemezken müşahedeyi görülen hakkında bir bilgi önceler. Bu, akideler diye isimlendirilen şey­dir. Bu nedenle müşahede de inkâr ve ikrar gerçekleşir. Görmede ise ancak ikrar söz konusudur, inkâr yoktur! ‘Şahid’ diye isimlendirilmesi, görülen şeyin inanılan şeyin doğruluğuna tanıklık ve şahidik etmesin­den kaynaklanır. Öyleyse her müşahede görme iken (rüyet) her görme müşahede değildir. Fakat bunu bilmezler. Öyleyse Hakkı ‘adamlar’ içinden ancak kamiller görürken O’nu herkes müşahede eder ve gör­meden bir şahit ortaya çıkmaz. Allah Teâlâ şahidin varlığı hakkında şöyle der: ‘Rabbinden bir delil (beyine) üzerinde olan ve ardından O’ndan bir şahidin takip ettiği kimse...™7 Bu ayetin çeşidi yorumlan vardır ve hepsini Allah Teâlâ kastetmiştir. Böylelikle kul, kendisinden veya kendisiyle irade ettiği şey hakkında, açık bir keşif sahibi olur. Bu ise ancak ilahi bildirim veya gerçekleşmesinden önce bir şeyi bildirmekle gerçekleşir. Bu durum Hz. Ebu Bekir Sıddîk’ın ‘Gördüğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm’ sözünde belirtilir.

Sonra, şahit, ancak ilahi bir isimden varlık kazanabilir. O ismin izi kendisi adına oluşur. İsim kulun kalbinde oluşur ve onda hazır olarak bulunur. Kul da onu müşahede eder. Sonra, daha önce Hakk tarafından bildirilen söz konusu ismin eserinin zuhurunu veya varlığı kendinde ve­ya ufuklarda görür. İşte bu isim, kul kendisini gördüğü için, şahit diye isimlendirilir. Bu eserin konusu ise kul tarafından bilinir. Böyle bir şey ancak adamlardan kamiller için gerçekleşir. Onlar, kendilerine gösteri­len bütün (isimlerin) eserlerini müşahede eden kimselerdir. Bu göster­me ise, haber yoluyla kendilerine bildirilmesinin ardındandır. Yorumla­rın Allah Teâlâ tarafından amaçlandığını söylemiştik, dolayısıyla Allah Teâlâ’ya karşı bir hüküm verilemez. Fakat o, Allah Teâlâ’dan kaynaklanan gerçekleşmiş bir durumdur. Şöyle ki: Allah Teâlâ’nın kelamından telaffuz edilen herhangi bir ayet -ki ister Kur’an, ister indirilmiş bir kitap veya sayfa veya ilahi haber olsun-, lafzının taşımış olduğu bütün anlamlarla birlikte ayettir. Başka bir ifadeyle lafız, ayete alamettir ve kendisini o dilde indiren tarafından bu ihtimaller amaçlanmıştır. Çünkü onu indiren (Hakk), bütün ihtimal­leri bildiği kadar kullarının ayete bakışta farklı olduklarını da bilir. Allah Teâlâ onları ancak anlayacakları şeyle sorumlu tutmuştur. Ayetten her kim ne anlarsa, anladığı o kişi adına bu ayet ile kast edilen anlamdır. Böyle bir özellik, Allah Teâlâ’nın kelamından başka bir şeyde bulunmaz. (Başka ifadeler­de de) Lafız böyle zengin ihtimalli olsa bile, konuşan onları kast etme­miştir. Çünkü biliriz ki, konuşan kişi, sözdeki bütün anlamları ihata edemez. Fakat konuşan kişi, Allah Teâlâ ehlinden olabilir. Onlar, ‘Varlıkta Allah Teâlâ’dan başka konuşan yoktur’ diyen kimselerdir. Onlar, (sözleri) mut­lak anlamda Hakk’tan duyanlardır. Böyle biri için de lafızdaki bütün ih­timaller kast edilmiş olabilir. Çünkü söyleyen Allah Teâlâ’dır ve dilinde bu sözlerin söylendiği şahıs, bir mütercimden ibarettir. Nitekim Allah Teâlâ, namazda kulunun diliyle şöyle der: ‘Allah Teâlâ kendisine hamd edeni duy­du.’ Burada söyleyen Allah Teâlâ iken mütercim ve aktaran kuldur. Öyleyse Kur’an’ı yorumlarken lafzın anlamının dışına çıkmayan herkes, müfessirdir. Kendi, görüşüyle yorumlayan ise, küfre düşer. Nitekim Tirmizi’nin hadisinde böyle geçer. Müfessirin kendi görüşüyle yorum yapması, dil sahiplerinin (Araplar) o lafız hakkında bilmedikleri veya karşılığında bir terim geliştirmedikleri ihtimal söz konusu olduğunda geçerlidir. (Tirmizi’nin) Hadisinde ‘kafir oldu’ ifadesinde nebevi bir işa­ret vardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘hata eder’ dememiştir. Çünkü küfr (kafir olmak), örtmek demektir. Allah Teâlâ’dan başka ‘konuşan’ görmeyen Allah Teâlâ ehli, ayetin bu yorumunu kendi görüşüne izafe ederse, bu ihtimal ve yorumda Allah Teâlâ’yı bazı kullarından ‘örtmüş’ sayılır. Bununla birlikte yo­rum, müfessirin görüşüne göre, doğrudur. Fakat dilin sahipleri, o yo­rumun karşılığında bu lafzı koymamış veya mecaz olarak kullanmamış­lardır. Öyleyse (dille ilgili) bu şart, zorunludur. Allah Teâlâ ise o yorumu da bilir. İsabet ise Hakka izafe edildiğinde, gerçektir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘kafir oldu (örttü)’ dedi, fakat ‘hata etti’ demedi. Dilediğini örtmek, Allah Teâlâ’nın hakkıdır. O’na hata izafe etmek ise imkânsızdır, çünkü bilgisi bütün bilinenleri ihata ettiği için hatayı kabul etmez.

Sûfilerde şahidin anlamının öğrenilmesi hakkında bu kadar açıkla­ma yeterlidir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İKİ YÜZ ALTMIŞ YEDİNCİ BÖLÜM

Nefs'in Bilinmesi

Sûfilere göre nefs, kulun nitelikleriyle illetli olan şeydir. Yaygın ta­nım budur.

Nejs berzah âleminden

Onun her sırrı açıklar                                            *

Yüce âlemdeki makamını Her güçlük onunla kolay

Ruhu Amâ’da kök salmış Güvenilir ruh yardım eder ona

Mensuhu nikah ile nesheder Sırrı yaratıklarda gizli

Yüceliği yüce, saygın ve üstün Onu böyle yapanı tenzih ederim

Bilmelisin ki, sûfilerin terimlerinde nefs, kulun niteliklerinden ma­lul olan anlamında kullanılır. Biz de, bu bölümde nefisten bu anlamıyla söz edeceğiz. Onlar, nefsi bazen ‘insan latifesi’ anlamında da kullanmış­lardır. Biz de bu bölümde nefse değineceğiz, fakat bu malulün illeti ol­ması yönüyle değineceğiz.

Bilmelisin ki, sûfilerin terimlerinde nefs, iki tarzıyla da, berzah âlemindendir ki, tümel nefs de buna dahildir. Berzah, iki şey arasında berzah olduğu için, iki yöne sahip olunca berzah haline gelebilir. Allah Teâlâ’dan başka varlık yoktur ve eşya sebepler vesilesiyle zuhur eder. Do­layısıyla sebepli, sebep sayesinde var olabilir. Bir sebep vesilesiyle var olan her şeyin bir yönü sebebe, bir yönü Allah Teâlâ’ya dönüktür. Öyleyse her (sebepli), Allah Teâlâ ile sebep arasında berzahtır. Varlıklar arasında ilk ber­zah, tümel nefsin varlığıdır. Çünkü o Akıl’dan (sebep) var olmuştur. Var eden ise, Allah Teâlâ’dır. Öyleyse nefsin akla dönük bir yönü varken bir yönü de Allah Teâlâ’ya dönüktür. Tümel nefs, ortaya çıkan ilk berzahtır. -

Bunu anlayınca, bilmelisin ki: Bedeni yöneten insan latifesi anla­mındaki nefs, beden düzenlendikten ve tesviye edildikten sonra ortaya çıkar. Bu esnada Hakk, ruhundan ona üfler. Nefs, ilahi üflemeyle düzen­lenmiş beden arasmda (berzah olarak) ortaya çıkmıştır. Mizaç kendisine etki eder ve nefisler derece derecedir. Çünkü ilahi üfleme yönünden bir derecelenme söz konusu değildir. Derecelenme kabiliyetlerde olabilir. Öyleyse onun bir yönü doğaya bir yönü ilahi ruha dönüktür. Bu ne­denle nefsi berzah âleminden saydık. Kulun nedenli nitelikleri de, ber­zah âlemindendir, çünkü onlar, bilginlerin ve sûfilerin çoğuna göre, nefs yönünden kınanmışken varlığı yönünden -Allah Teâlâ’ya izafe edilişi itiba­rıylaövülen bir niteliktir. Bu nitelik -nitelik yönünden değilfiili ba­kımından kınanma ve övülme arasında berzah âlemindendir. Söz konu­su nitelik de, kendisi bakımından değil, sebebi yönünden kınanır. Ku­lun nefsine ait olup Hakkın o niteliğin varlığı esnasında nefse görün­mediği her nitelik, nedenlidir (malül) ve bunun için ona ‘nefs (kendi)’ denilmiştir. Başka bir ifadeyle o nitelikte kendisinden başkasmı görme­diği gibi onu Haktan da görmemiştir. Bazı kimseler ise, onu Haktan görmüş, Hakk da o nitelikte kendisine görünmüştür. Bu nitelik, Allah Teâlâ ile ilgisiz görüp veya onu Allah Teâlâ’ya nispet etmeyi düşünmeden, kevnî bir illet nedeniyle üzerinde gözükmüş olabilir ve bu durumda o, kevni illetin nedenlisidir. Söz konusu kevnî illet, kulu bu niteliğin kendisinde bu­lunması için harekete geçirmiştir. Örnek olarak, dünyevi bir amaç pe­şindeki insanı o gayeden başka bir nedenin konuşmak veya hareket et­mek gibi bir eyleme geçiremeyişini verebiliriz. Mal sevgisi, Hakkın ka­tını düşünmesine imkân vermez. Bu durumda şöyle denilir: ‘Bu, neden­li bir harekettir.’ Yani sen Allah Teâlâ’yı bu harekette müşahede edemezsin. Nitekim Allah Teâlâ şöyle der: ‘Siz dünya malını istersiniz.’698 Kastedilen Bedir esirlerinin fidyesidir. Fakat hitap, bütün dünya malını içerecek şekilde genel zikredilmiştir. ‘Allah Teâlâ ise. ahreti ister.'699 Öyleyse yakîn menfaat, ilk gözüken sebeptir. Sıradan insanlar ondan başka bir şey görmezler. Uhrevi durum ise, onlara ve gafillere gizlidir. Çünkü o, iman gözüyle mü­şahede edilebilir. Bazen insan gafleti nedeniyle başka bir işle ilgilendiği için mümin olduğunu unutabilir. Bu hal üzere ölseydi, hiç kuşkusuz, -gafil olmakla birlikteimanlı ölürdü. Çünkü gafil hatırlatıldığında, kendine gelen kimsedir. Cahil ise öyle değildir. O, hatırlatıldığında kendine gelmez. Bunu bilmelisin. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İKİ YÜZ ALTMIŞ SEKİZİNCİ BÖLÜM

Ruhun Bilinmesi

Ruh, özel bir yolla, kalbe gayb bilgisini ilham edendir.

Ruh ikidir: ‘benim’ ruhum (ruhu’l-ya) ve emir ruhu Hüküm yasaklama ve emir arasında sabit

Ondan başkası yok, haberler bildirir ki Varlıklar gizlenme ve açıklık arasındadır

En yüce berzah âlemi onu saflaştırır Bir inayet olarak, onu esirlikten kurtarır

Allah Teâlâ şöyle der: ‘işte sana emrimizden bir ruh vahyettik.’700 Başka bir ayette ise ‘Ruhu kendi emrinden dilediği kullarına aktarandır:70' Başka bir ayette ise ‘Onu Ruh-1 emin indirdi senin kalbine ki, korkutanlar­dan olasın:702 Burada korkutmayı zikretmiştir. Başka bir ayette ise ‘Kor­kutsun diye, ruhu dilediği kullarının kalbine indirendir703 buyrulur. Aynı şekilde ‘melekler ruh ile onun emrinden iner, dilediği kulların kalplerine704 denilir. Bu, bildirme için gelmiştir ve burada bir tür zorlama vardır. Çünkü bildirmenin yerini ‘indirme’ kelimesi almıştır. Öyleyse bu, zorla bildirmedir. Çünkü peygamber, müjdeleyen ve korkutandır. Müjdele­me bir bildirimden olabilir. Böylelikle ruhani iniş, zorlama ve korkutma yerini almıştır. Bunun nedeni, nefislerde peygamberlerin gönderilmele­rini gerektiren itminan duygusunun bulunmasıdır. Peygamber de onla­ra dünyadan ahirete göçeceklerini ve nefislerinden Allah Teâlâ’ya döneceklerini bildirir.

‘Ya ruhu’ sözümüze gelince, burada ‘ona kendi ruhumdan (ruhî, be­nim ruhum) üfledim705 ayetinde belirtilen şeyi kast ettik. Allah Teâlâ ruhu, iye­lik zamiriyle kendisine izafe ederek, ruhun üstün makamına dikkat çekmiştir. Yani şöyle der: Sen, ey ruh! Aslın bakımından üstünsün. Kendi aslına göre fiil yaparsın ve çirkin bir fiil işlemezsin. Emir ruhu ise ‘Sana ruhtan sorarlar706 ayetinde belirtilir. Yani onun nereden ortaya çıktığını sorarlar. Cevap olarak ‘Ruh Rabbimin emrindendir de707 denil­miştir. Bazı kimselerin zannettiği gibi, bu soru, bir mahiyet sorusu de­ğildi. Çünkü onlar, ‘ruh nedir’ diye sormamışlardır. Bununla birlikte soru kipi bu ihtimali de içerebilir. Fakat bizim de vardığımız güçlü ih­timal, ‘kabbimin emrindendir708 ayetinde gelir. Allah Teâlâ ‘O şöyledir’ dememiştir. Öyleyse gayb ilimlerini ruhlar kalplere indirir. Onları bilen, kendilerini edeple karşılar ve edeple bilgileri alır. Tanımayan ise, gayb bilgisini alır, fakat kimden olduklarını bilemez. Örnek olarak kahinleri, zecr yapanları ve hatıra sahiplerini verebiliriz, ilham ehli, bu bilgiyi kalplerinde bulur, kimin getirdiğini bilmezler. Allah Teâlâ ehli ise, ruhların kalplerine inmesini müşahede ederler ve indiren meleği görmezler. Bil­ginin indirildiği kişi nebi veya resul ise, indiren meleği de görür. Veliler melekleri görürler, fakat kendisine ilham verirken görmezler. Ya da il­hamı görürler ve onun -kendisini görmedenmelekten olduğunu bilir­ler. Öyleyse nebi ve resulden başka, ilham ile ilhamı getiren meleği aynı anda görebilen kimse yoktur. Bu özellik sayesinde nebi ve resul, sûfilere göre, veliden ayrılır ve farklılaşır. Nebi derken, indirilmiş şeriat sahibi peygamberi kastetmekteyim. Allah Teâlâ meşru hükümleri indirme kapısını kapatmış, hâlbuki hükümlerin bilgisinin velilerin kalplerine indirilme kapısını kapatmamış, onlar adına ruhani tenezzülü geride bırakmıştır. Bunun amacı, kedisine uydukları peygamber gibi, hükümlerle Allah Teâlâ’ya davet ederken basiret üzere olmalarını sağlamaktır. Peygamber şöyle der: ‘Ben ve bana tabi olanlar, basiret üzere Allah Teâlâ’ya davet ederiz09 Bu, onlara göre, töhmetin giremeyeceği bir bilgi tarzıdır. Kuşeyrî Allah Teâlâ eh­linin bilgisini överken şöyle der: Töhmetli bir bilgi hakkında ne düşü­nürsün? Bu bilgi alimlerin bilgisidir. Sûfilerin dışındaki alimler, fıkıh ve akide bahislerinde basirete sahip değillerdir. Fıkıh bahislerinde değiller­dir, çünkü onların hükümleri tevile açıktır. Akide bahislerinde değiller­dir, çünkü delilden hareket eden akılcının deliline kendinden veya baş­kasından kuşku ve müdahale katışabilir. Başkası, bu kuşku nedeniyle, onun delilini eleştirir. Hâlbuki kendisi onun kesin delil olduğunu zan­netmekteydi. Allah Teâlâ ehlinden basiret sahipleri, bilgilerinde bu durumda değillerdir. Onların bilgisi, hakka’l-yakîn’dir. Başka bir ifadeyle bu bil­ginin kalbe yerleşmesi kesindir ve herhangi bir şey onu sarsmaz, ilham veren ruh hakkında bu kadar açıklama yeterlidir.

İlhamın tarzına gelirsek, bu, zevke bağlıdır -ki o da haldir. Fakat kalp ile ilham arasında uyum olması gerektiğini belirtmeliyiz. Yoksa kabul gerçekleşmezdi. İstidat, kabulde değildir, o, ilahi bir tahsistir. Evet! Nefisler, fetih gerçekleştiğinde, bu özel ilhamın ve başkalarının gerekleşeceği kapıya ulaştıran yolda yürüyebilir. Bu kapıya vardıkların­da ise dururlar ve kendilerine neyin açılmış olduğunu görürler. Fetih gerçekleştiğinde, emir bir hakikat olarak ortaya çıkar ve kalp onu kapı­nın ardından kendi katkılarının bulunmadığı -aksine Allah Teâlâ her birini bir istidada tahsis etmiştiristidadı ölçüsünde kabul eder. Burada gruplar ve uyanlar uymayanlardan, nebiler resullerden, resuller örfte ‘veliler’ di­ye isimlendirilen kimselerden ayrışır. Bilgisizler ise, kapıya yürümeleri­nin fetihle birlikte onlar adına gerçekleşen bilgileri elde etmenin sebebi olduğunu zanneder. Böyle olsaydı, hepsi eşit olurdu, hâlbuki eşit değil­lerdir. Farklılık kazanılmamış istidada mümkündür. Akılcılar arasında nebiliğin kazanılmış olduğunu iddia edenlerin yanılgısı buradadır. Nebiliğin kazanılmış olduğunu ise, onun Allah Teâlâ’dan olmadığını ileri süren söyleyebilir. Ona göre nebilik, duruluk ve doğal sebeplerden kurtul­makla nitelenmiş bazı nefislere aklın ve ulvi ruhların feyzinden ibarettir. Ona göre, durulukları nedeniyle nefislere âlemdeki şeyler nakşedilir. Nefislerin duruluğu kazanılmış olduğuna göre, duruluğun meydana ge­tirdiği şey de kazanılmıştır. Bu bir hatadır. Duruluk doğru, böyle bir duruluk derecesine ulaşmış nefse âlemdeki şeylerin nakşedilmesi de doğru! Fakat kendisi gibi nefsi duru birinin değil de, belli bir şahsın re­sul ve şeriat sahibi olması, ilahi tahsistir. Allah Teâlâ âlemin suretlerini onun nefsine nakşeder, çünkü Levh-i mahfuz, bütün bu zikrettiklerimizi içe­rir. Peygamberin ve risaletin sureti, nebinin ve nebiliğinin sureti, veli­nin ve veliliğinin sureti de ona nakşedilmiştir. Nefis durulunca, Levha’daki her şey kendisine yansır, fakat böyle birinin resul olması gerek­mez. Aksine resulün kim olacağı da o Levha’da belirlenmiştir ve eşya onda birbirinden ayrışmıştır. Bu, akılcıların nefsin duruluğunun sağla­dığı şey hakkındaki zannından farklıdır. Böylelikle duru nefse mertebe­ler ve onların ulvi ve süfli sahipleri nakşedilir.

Aradaki ilişki yoluyla ilhamı alan istidadın hükmünden de söz et­mek gerekir. İstidat, Allah Teâlâ’nın kalpte meydana gelmiş ipidir. Varlık isti­dadıyla Hakkın mertebesine ulaşınca, kendisine ilham gelir ki bu, yol­dur. Kalp de gayb bilgisinin, özellikle de oluşla ilgisi bulunmayan Allah Teâlâ hakkındaki bilginin kendisinde bulunmasıyla aydınlanır. Bu tarz bilgiye örnek olarak ‘O âlemlerden müstağnidir710 ya da Hakkın cO’nun benzeri bir şey yoktur711 ayetinde geçen niteliklerden tenzih bilgisini verebiliriz. İstidat, tenezzül ve ipin örneği, bir fitile benzer. Kendisinde ateş kaldı­ğında, ateşten duman gibi bir şey çıkar ve doğası gereği yukarı yükselir. Orada ise yanan bir lamba vardır. Dumanlı fitil, lambanın altına ve ko­nulur. Öyle ki, duman hızla çıkar ve fitilin başına ulaşır, fitil tutuşur, ışığın kendisinden ona indiği aydınlatıcı lambanın sureti ortaya çıkar. Bakılır: Lambadan bir şey eksilmiş mi, yoksa onun yerine bir şey yer­leşmiş midir? Sureti var olsa bile, onu kendisiymiş gibi bulamazsın! Bunun sırrını anlayan kimse, ‘Allah Teâlâ Âdem’i kendi suretine göre yaram’ ifadesini de anlar. Söz konusu kişi şunu bilir: İstidat (ışığın) tam karşı­sında bulunup ilişki doğru olduğunda ve himmet ona tahsis edildiğin­de, duruluğu ve yağının duruluğuna göre, ışığın aydınlığı kendisine inecektir. Fitilde meydana gelen ışık, büyüklük ve küçüklüğü ölçüsün­de, büyük veya küçük cisimlidir. Onun orada bulunması ise yağının miktarına göre değişir, çünkü sürekliliğine yardım eden şey, yağdır. Bu benzetmede söylediğimizi anladıysan, sadece Allah Teâlâ’yı bilenlerin bilebile­ceği bir bilgi öğrendin, ruhun kalbe gaybın bilgisini nasıl ilham ettiğini kesin olarak anladın demektir. Bu ilhamı hangi kalp kabul eder, onun niteliği nedir? Bu sayede, astın üstüne -kendisine iliştiğindeetki ettiği­ni öğrenirsin. Allah Teâlâ kulu kendisine dua ettiğinde cevap vermekle (onun tesirinde kalır). ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İKİ YÜZ ALTMIŞ DOKUZUNCU BÖLÜM

İlme'l-yakîn, Ayne'l-yakîn, ve Hakka'l-yakîn'in Bilinmesi

İlme’l-yakîn, kuşku ve şüphe taşımayan delilin verdiği kesinliktir (yakîn). Ayne’l-yakîn, müşahede ve keşfin verdiği kesinlik, hakka’lyakîn ise müşahedeyle amaçlanan bilginin kalpte gerçekleşmesidir.

İlim, ayn ve Hakk bilgiye izafe olur

Delilleri varlıklarda ortaya çıkar

Melekütunda aynın varlığı olmasaydı

Tevhidi burhana dayanmazdı

Hakka’l-yakîn ve ayne’l-yakîne bak!

Bedenler ve ruhlar âleminde

Sırının kendisinden oluştuğu şeyi görürsün

Varlıkların ortaya çıktığı her şeyde

Allah Teâlâ kendisinden bir ruh ile seni ve bizi desteklesin, bilmelisin ki, biz kuşkunun giremeyeceği yakîni bir bilgiyle şunu bildik: Alemde

Mekke diye isimlendirilen bir şehirde Kâbe diye isimlendirilen bir ev ' vardır. Herhangi bir insan onu bilmiyor olamaz. Ya da bu bilgiye kuş­kunun girmesi veya deliline bir eleştirinin yöneltilmesi mümkün değil­dir. Böylelikle bu konuda bilgi sabit olmuş, yakîn kelimesine izafe edilmiştir (ilme’l-yakîn). Burada yakîn, Allah Teâlâ’nın Mekke diye isimlendiri­len bir şehirde insanların her sene ziyaret edip etrafında tavaf ettikleri Kâbe adında bir evinin olduğu hakkındaki karardır. Bu ev, kendisine ulaşıldığında beden gözüyle görülür. Bu kez nefiste göz yoluyla onun niteliği, yapısı ve hali yerleşir. İkinci durumdaki bilgi, ayne’l-yakîn’dir, hâlbuki görmezden önce ilme’l-yakîn idi. Kendisini görmekle nefiste daha önce olmayan bir bilgi tecrübe ve zevk yoluyla gerçekleşir. Allah Teâlâ, bu evin Allah Teâlâ’ya izafe edilmiş olması, tavaf edilmesi, Allah Teâlâ’ya ait diğer ev­lerden farklı olarak niçin tavaf için bu evin seçildiği gibi hususlarda in­sanın basiret gözünü açar. Basireti açılan kişi, kendi düşünce ve içtiha­dıyla değil, Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle bunun nedenini ve illetini öğrenir. Bu kez bilgisi, sağlam, Hakk, kesin ve sarsılmayacak şekilde nefsine yerleşen bir bilgi haline gelir. Hakk (kesin) olan her şey, yerleşme özelliğine sahip değil iken her bilgi veya görme de bu özelliğe sahip değildir. Bu neden­le tamlama ve izafet geçerli olmuştur. Ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hak­ka’l-yakîn yakînin kendisi olsaydı, tamlama geçerli olmazdı. Çünkü bir şey, kendisine tamlama yapılamaz. Tamlama ancak tamlanan ile tamla­nılan arasında olabilir. Bu nedenle tamlama, var olabilmek için, çokluğu gerektirir. Bilgiyle yakîni ayırt etmeyip ‘bilgi yakîndir’ diyen kimse ise -ki Allah Teâlâ’nın kitabında tamlama halinde geçmiştir-, bu konuda, tamla­manın geçerli olmasını sağlayacak bir yorum bulmak zorundadır. Bu sayede Allah Teâlâ katından gelen şeye iman etmiş olur ve şöyle der: Bazen anlam bir olur ve iki farklı söz kendisini gösterebilir. Böyle bir durum­da iki sözden birisi, diğerine tamlama yapılır. Çünkü bu iki kelime, an­lam bir olsa bile, lafız bakımından farklıdır. Bilgi sözü ile yakîn sözü bir değildir. Bu farklılık nedeniyle, bilgi yakîn’e tamlama yapılmış, anlamda değil, lafızlarda tamlama geçerli olmuştur. Bu çözümü bulan kişi, lafız­ların konuldukları anlamlan anlamada kusurludur. Bunu bilmiş olsaydı, bilgi sözünün gösterdiği şeyin yakîn sözünü gösterdiği şey olmadığını da anlardı. Bu ortaya çıkınca, ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’lyakîn’in ne olduğunu öğrenmişsin demektir.

Bunun ardından, bilmelisin ki: Yakın, amaçlanan şeydir ve bu ne­denle bu üç kelime ona tamlama yapılmış, merkezde yakın bulunmuş­tur. ‘Allah Teâlâ katında’, ‘Allah Teâlâ’ta’, ‘Allah Teâlâ ile’ ve ‘Allah Teâlâ ile birlikte’ bilgiye sa­hip olan insanın kimsenin, bu konuda yakîne izafe edilen bir alameti olmalıdır. Alamet yakîne mahsustur ve ancak ona ait olabilir. Ilme’lyakîn denilen budur. Bu alametin görülmesi ve yakîne ilişmesi ve ona tahsisi gerekir. Bu ise, ayne’l-yakîn’dir. Bu görme ve bilgide de bir hikmetin bulunması gerekir. Bilgi ancak tasarruf etmesi zorunlu işte ta­sarruf eder. Göz bakılması veya incelenmesi zorunlu şeye bakabilir. İşte hakka’l-yakîn budur ve onu bilgi ve görmeye zorunlu kılmıştır.

Yakîn’e gelirsek, yakın, sabit olan ve sarsılmadan yerleşen her şey­dir. (Konusunun) Hakk veya yaratıklar olması durumu değiştirmez. Bu nedenle onun bilgi, görme ve Hakk (dereceleri) vardır. Yakın’in (inancın) hükmünün zorunlu olması, ilahi zat (ile ilgilidir). Ona ait yakîn, hakka’l-yakînden başkası değildir. Bunun gereği ise, başka bir ifadeyle O’ndan dolayı bize zorunlu olan ise, ilahi zat hakkında susmak ve araş­tırmadan geri durmaktır. Çünkü O, bilinmez ve bu noktada yakîne tamlama yapılacak bir bilgi yoktur. Ya da ilahi zat görülmez ve bu ne­denle yakîne tamlama yapılacak görme yoktur. O, hakkında araştırmayı terk ettirmekle, bütün âlem üzerinde hüküm sahibidir. Öyleyse (yakîne tamlama olan) Hakk, ilahi zada ilgilidir ve ancak kabul ettiği kadarı ona tamlama yapılır. Yakînin (konusu) alametin gösterdiği şeylerden ise, bilgi kendisine tamlama yapılır, yoksa yapılmaz. Görülen bir şey ise, görme kendisine tamlama yapılır, yoksa yapılmaz. Yakîn’in (konusu) yaratıklarından birisi, hatta kendi üzerinde zorunlu hakkı olan birisiyse -ki ‘Rabbiniz nefsi üzerine rahmeti yazmıştır7'2 ayeti bunu gösterir-, Hakk ona tamlama yapılır ve zorunluluğu nedeniyle hakka’l-yakîn denilir. Zikrettiklerimizden bir şey yok ise, zikredilenlerden herhangi birisine tamlama yapılmaz. Sana bu meselede bütün yakîn sahipleri için geçerli genel bir bilgi verdik. Yakînin hakikatini araştırmak, artık sana kalmış­tır. Bu kadar açıklama yeterlidir. ‘Allah doğruyu söyler ve doğru yola ulaş­tırır., On sekizinci sifir sona erdi.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar