Albert Einstein’ın Tanrı ve Din Anlayışı
Hazırlayan: Zehra
ORUK
14 Mart 1879 yılında Almanya’nın Ulm kentinde dünyaya gelen
Einstein’ın hayatı ve düşünce dünyası birçok yönden farklı kesimlere mensup
insanlar tarafından ilgi odağı olmuştur. Yaşadığı yerler, tanıştığı kişiler ve
fikir alışverişinde bulunduğu düşünürler özellikle irdelenmiştir.[1]
Bilim insanı kişiliği ile Einstein’ın bizlere bıraktığı
yaklaşık üç yüz bilimsel yayın mirası, dünyanın birçok yerinde yeni gelişmelere
doğrudan ya da dolaylı referans ve ya temel oluşturacak şekilde canlılığını
korumuştur. İnsanlar arasında ve birçok bilim dalında var olmasının en önemli
sebebi, günümüzde hâlâ bilim ve teknolojinin, her ilerlemeyi onun yıllar önce
bizlere bıraktığı entelektüel miras üzerine inşa etmeyi gerekli görmeleridir.
Günümüzde günlük elektrik akımının önemli kısmı E=mc[2] 2 formülünden gelir.
Ayrıca o, genel ve özel görelilik kuramlarıyla bilim dünyasında çığır açmıştır.
Einstein kendi ifadeleriyle, nesnel olarak var olan dünyayı, çılgınca
spekülatif bir biçimde yakalamaya çalışır. Bunların dışında düşünürümüz
oldukça iyi yürekli, insancıl, her daim cömert, merhametli bir karakter
sergilemiş ve özellikle Berlin yıllarından sonra adı, eşitlik, özgürlük, ahlâk
ve inanç gibi kavramlarla birlikte anılmıştır.[3]
Toplumsal olaylar konusunda ilgilsiz kalmayan Einstein’ın
Tanrı ve din kavramları ile ilgili görüşleri üzerinde yoğunlaşmak, onun düşünce
dünyasını anlamak adına çalışmamıza katkı sağlayacaktır. Onun sıklıkla
kullandığı bu kavramların yaygın anlamına mı delalet ettiğini yoksa süregelenin
dışında yepyeni ufuklar mı oluşturduğunu tespit etmek tezin temel amacını
oluşturur. Onun Tanrı kavramını izafe ettiği varlığın Tanrı-âlem ilişkisi
açısından sunulan Tanrı tasavvurlarından hangisine daha yakın olduğu
irdelenmeye çalışılacaktır.
Bu amaçla öncelikli olarak Yahudi gelenekte dünyaya gelen
ve ilk karşılaştığı aşkın varlık düşüncesi teizmin Tanrısı olduğu için teizm;
bilim adamı kimliğinden dolayı modern bilim çevrelerinde sıklıkla karşılaşılan
ve yaygın bir akım olarak kabul gören deizm; kendi Tanrı tasavvurunun
Spinoza’nınki ile bir olduğunu söylediği için de panteizm ve panenteizm
düşünceleri göz önünde bulundurulacaktır. Sıklıkla söylemlerinde “Tanrı”
kavramına değinen düşünürümüzün tanrıtanımazlık olarak bilinen ateizm
düşüncesine sahip olmasına ihtimal vermememize rağmen bu anlayış da
değerlendirmelerimiz esnasında dikkate alınacaktır. Kanaatimizce, Einstein’ın
ateist olması mümkün değildir. Bu konuya Tanrı hakkındaki düşünceleri ele
alınırken ayrıntılı değinilecektir.
EINSTEIN’IN
ENTELLEKTÜEL GELİŞİMİ
Einstein, küçük yaşlarından itibaren bilime olan tutkusu,
hayranlığı ve merakı sayesinde çocukluk döneminden itibaren kişileri kendine
hayran bırakır. Onun bu denli bilime ya da düşünme eylemine düşkünlüğünün ve
dolayısıyla bilim okumalarının, fikir dünyası üzerinde etkisi oldukça büyüktür.
Bilim okumalarının düşünceleri üzerindeki en belirgin etkisi onun dine karşı
menfî bir tavır sergilemesi yönünde olmuştur. Einstein her ne kadar bir dine
bağlı olmadığını yazsa da Musevîlik onun için kimi zaman kaçınılmaz bir kader
ve kimi zaman da gündelik hayatının devamı için yegâne tercih olmuştur.
Daha önce de ifade ettiğimiz üzere, genelde bilim okumaları
özelde ise fizik camiasına ilgisi sonucu edindiği bilimsel veriler ile kutsal
kitap öğretilerinin bağdaşmadığını gören Einstein, doğrudan bir dinsiz olarak
değil, otoriteye karşı derin bir kuşkucu olarak karşımıza çıkar. Onun var olan
otoriteyi küçümseyişinden dolayı yazgının onu ceza amaçlı otoritenin kendisi
kıldığını ifade eder.[4] Yani hayata
karşı metodik bir sorgulama içerisinde bulunup, otorite olarak görülen herhangi
bir şahsa ya da kuruma karşı sınırsız teslimiyet içinde olmamasına rağmen
insanlar tarafından bir otorite olarak görülmekten yakınır.
Einstein’ın dine ve Tanrı’ya karşı muğlak olmasının en
önemli sebebi bilgiyi ve bilimi hayat tarzı edinişidir. Karşılaştığı tüm
fikirleri ve olayları bilimsel değerlendirme süzgecinden geçirdiği için Tanrı,
din, ahlâk, özgürlük vb. konulara bakış açısının temelini de sözü geçen düşünce
dünyası oluşturur. Ancak bu düşünce onun metafiziksel ögeleri reddedişi yahut
bir takım değerlere karşı menfi tavır sergileyişi anlamına gelmez.
Düşünürümüz, Yahudi ritüellerine saygı duymasına rağmen
onları yerine getirmiyor olsa da, sözcüklerle tanımlanamayacak kadar derin bir
dindarlığa sahiptir.[5] Hayatının
merkezine metafiziksel bir varlık anlayışını yerleştirmiştir. Ancak bu varlık
bağlı olduğu Yahudi geleneğindeki Tanrı tasavvuru ile tam anlamıyla uyuşmaz. Buna
rağmen o, Tanrı’nın evren üzerindeki iradesini daima merak eder ve kendisini
ilgilendiren asıl şey olarak da evrenin yaratılışı esnasında Tanrı tarafından
gerçekleştirilen muhtemel bir tercihin mi söz konusu olduğunu öğrenmek
istediğini belirtir: “Tanrı düşüncesi, etkileyici, eğlenceli ve çekici, ama
Tanrı’nın bu düşünceye gülüp gülmediğini ve benimle alay edip etmediğini
bilemem”[6] diyerek
herhangi bir Tanrı düşüncesinin yaratılış itibari ile insanda saygı uyandırması
ve çekici kılınması gibi realiteleri görmezden gelmediğini vurgulamış olur.
Tüm bu yaklaşımlar doğrultusunda Albert Einstein’ın Tanrı
tasavvurunu ve dine karşı yaklaşımını incelerken onun bilimsel yaklaşımını ve
bilgiyi elde ederken kullandığı metotları göz ardı etmenin konunun anlaşılması
açısından boşluklar ortaya çıkaracağı ve bu sebeple okurun kafasında muğlaklık
oluşturacağı söylenebilir. Dolayısıyla bu şahsın düşünce dünyasını büyük ölçüde
nesnel değerlendirmeler oluşturduğundan, sosyal bilimlere yaklaşımını bu
değerlendirmelerden izole etmenin yanlış sonuçlar doğuracağı muhakkaktır. Bu
nedenle tezin hedeflediği noktaları aydınlatmak amacıyla onun fikirsel dünyasının
arka planını sunmak daha faydalı olacaktır. Bu doğrultuda Einstein’ın düşünce
dünyasına etki eden biyografisinden kısa bir kesit verildikten sonra,
etkilendiği düşünürler ayrı bir başlık altında incelenip hemen akabinde fikir
dünyasını şekillendiren bilimsel süreç tartışılmaya çalışılacaktır.
Albert Einstein’ın doğumundan bir yıl sonra ailesi
Almanya’da bulunan Münih kentine taşınır.[7] Yaklaşık olarak dört
yaşındayken babasının sadece bir çeşit oyuncak olarak gördüğü bir pusulayı
küçük Einstein’a gösterip içindeki manyetik ibrenin herhangi bir dışsal etki
olmadan hareketini açıklaması ile Einstein çok heyecanlanır ve babasının elinde
bulunan haznenin içindeki hassas ibrenin uzak, görünmez ve kutsal bir güç
tarafından yönlendirilmesine hayranlık duyar. O an, hayatında ilk defa
Einstein, doğanın gizemli dokusuna karşı bir önseziye sahip olur. Daha
sonraları İtalya’dan gelen kuzeninin oranın insanlarından, limanlarından,
gemilerinden ve gemicilerinden bahsetmesiyle Einstein’ın dünyası da genişler.
Tüm bunları doğa olarak deneyimleyen çocuk için, her dem onun doğaya olan
merakını biraz daha arttırır. Dinî bir hûşû içinde onun varlığını hisseder ve
onu, her şeyi hayran bırakan Tanrı’nın haşmetinin bütünü olarak algılar.[8] Aynı zamanda
küçük Einstein, Katolik kilisesinin dersleri kadar Yahudilik öğretilerini de
öğrenmeye çalışır ve bunlar arasında inancını güçlendirecek ortak paydalar
çıkarmaya çalışır.[9]
Çocukluk yıllarında her ne kadar dâhi kimliğinden uzak gibi
görünse de annesi için Einstein iki yaşındayken oldukça yaratıcı ve idrak
kapasitesi yüksek biridir. Kız kardeşi doğduğunda, sahip olduğu bu yeni
oyuncağının tekerleklerinin nerede olduğunu sorduğuna dair söylentiler vardır.
Onun çocukluğuna dair birçok rivayet bulunmaktadır. Ancak en çok ilgi uyandıran
yavaş ya da bir başka ifadeyle “geri zekâlı” bir çocuk izlenimi verdiğidir. Dil
gelişiminin yavaş olduğu ve sorulara verdiği cevapları sürekli yenilediği,
özellikle de sorulan sorulara cevap vermeden önce düşündüğü de aktarılanlar
arasındadır. Sosyal bir çocuk olmaktan oldukça uzak olan Einstein, çocuklarla
oynamaktan hoşlanmaz, tek başına vakit geçirmeyi tercih eder. İlerleyen
dönemlerde hususen bilim kariyerinde laboratuvarlarda saatlerce yalnız
çalışması da bunun bir getirisi olacaktır. [10]
Einstein ilk olarak 1885 yılında altı yaşına bastığında
Petersschule adında bir Katolik ilkokuluna başlar. Dolayısıyla ilk dinî
eğitimini burada alır. Buna ek olarak ailesinin uzaktan bir akrabasıyla
Einstein’a dinî eğitim vermesi konusunda anlaşmış oldukları ve adı bilinmeyen
bu şahsın Einstein’ın içindeki dinî duyguları harekete geçirmeye zemin
hazırladığı bilgisi kaynaklar arasındadır.[11] Kardeşi Maja’nın bize bildirdiğine
göre Einstein, dinî emirleri son derece dikkatli okumuş ve kendi zihninin
yönlendirdiği doğrultuda yerine getirmeye çalışmıştır. Mesela Einstein’ın
hiçbir zaman domuz eti yemediği söylenir. Ancak bunu aileden gelme bir gelenek
olduğu için değil, kendisi yememesi gerektiğini düşündüğü için yapar. Dinî
okumaları sonraki yıllarda onun felsefî düşüncesini geliştirmesine yol açar.[12]
Einstein ilkokula başladığında zengin öğrenciler ile fakir
öğrenciler arasındaki farkı sezdiğinde, hayatında ilk kez bir sosyal problemi
deneyimlemiş olur. Okuduğu okuldaki dinî öğreti Katolikliğe ait olmasına rağmen
Einstein, evde Yahudi kimliği ile yaşamını sürdürür. Dinler arasında bir ayrım
görmez. Eski Ahit kadar İsa’nın kederli yolundan da etkilenir. Devam ettiği
okuldaki Katolik din öğretmeni, onu çok sevmesine rağmen bir gün okula bir çivi
getirerek bu çivinin Yahudilerin Hz. İsa’yı çarmıha gererken kullandıkları çivi
olduğunu söyler ve sınıfta Yahudi karşıtı bir algı oluşmasına sebep olur.
Einstein ilk kez o zaman Yahudi karşıtlığının (anti- semitizm) ürkütücülüğünü
tecrübe eder. Dinî duyguları yavaş yavaş doğadan müziğe doğru kaymaya başlar ve
müzik onun için manevî bir vahiy niteliğine dönüşür.[13]
İlkokuldan sonra ortaokula da Münih kentinde devam eden
Einstein, okulda uygulanan müfredatın çoğunu ve öğretim yöntemlerini rahatsız
edici bulur. Onun özellikle de ilgilendiği konulara yavaş, titiz ve metodolojik
yaklaşımı ona iyi ancak pek de hatırı sayılır olmayan notlar kazandırır. Amcası
Jacob, Einstein’ı matematiğe özellikle de geometri ve hesaba yönlendirirken,
aile dostlarından biri onun erkenden doğa bilimlerine ve felsefeye ilgi
duymasına sebep olur. Ailesi 1894 yılında Münih’ten ayrıldıklarında Einstein,
okulunu bitirmek için burada kalsa da yakın zaman içerisinde bazı öğretmenleri
ile çatışması sonucu İtalya’ya gider. Kendi kendine çalışmaya devam eden
Einstein, Zürih kentinde bulunan üstelik onun yeteneğini fark eden İsveç
Federal Politeknik Okulu’na (Swiss Federal Polytechnical School) kabul almayı
bekler. Ancak okul, yakınlarda bulunan ortaokul seviyesindeki Aarau Cantonal
Okulu’nu tamamlamasını tavsiye eder.[14] Bu arada fizikçimizin doğaya
hayranlığı giderek artmaya devam eder ve onun için doğa, mükemmel olanın
sevgisiyle özdeş hale gelir.[15]
1896-1900 yılları arasında Zürih kentinde uzman öğretmen
adayı olarak üniversite okuyan Einstein, mezuniyeti ile birlikte doktora
derecesi almak için çalışmalarına başlar. Ayrıca asistan olarak görev alamadığı
için önceleri özel dersler verdiği bir öğrencisi ve bir arkadaşı ile üç kişilik
bir grup olarak “Olympia Akademie” (Olimpia Akademi) adında çoğunlukla kitap
tahlilleri yapan, felsefe, bilim ve edebiyat ağırlıklı tartışmalar içeren bir
topluluk kurar. Daha sonraları ise bir arkadaşının desteğiyle en güzel
fikirlerinin olgunlaştığı bir Patent ofisinde çalışmaya başlar.[16]
Albert Einstein, her ne kadar Yahudi geleneğe mensup bir
ailede dünyaya gelse de ailesi dinî konularda itaatkâr değildir. Yahudilere
göre yeni doğan çocuğa dedesinin adının verilmesi gerekirken Einstein’a verilmemiş
olması bunun bir örneğidir. Bunun dışında Yahudi mirasını reddetmeseler de
hiçbir zaman sinagog ayinlerine katılmamış olmaları ve dinî ritüelleri yerine
getirmedikleri bilinen gerçekler arasındadır.[17] Einstein dinî bir hayatın
özlemini çekmekle birlikte, dogmatik ritüeller hakkında daima olumsuz ve ironik
duyumlar almıştır. Babasının inancı dönemin materyalist felsefesinden
etkilendiğinden, babası, kendini özgür bir düşünür olarak tanımlar ve bu
sebepten evinde Yahudiliğe ait dinsel pratiklerin uygulanmamasıyla daima
övünür. Buna karşılık Einstein ise asla küçümsenmemesi ve hakir görülmemesi
gereken kutsal bir buyruk olarak gördüğü Yahudi diyetinin göz ardı edilmesinin
üzüntüsünü daima yaşamıştır.[18]
Bir Yahudi olarak Einstein dönemin geleneksel dinsel çizgisine
pek de paralel olmayan bir yol izlemiştir. Daha çocukluk yaşlarındayken Aaron
Bernstein tarafından yazılan kitapçıklarla bir kez daha doğanın mükemmel
oluşunu tefekkür eden Einstein için bu eserler sahici bir vahiy niteliğindedir.
Onun için doğanın haşmeti yalnızca zaman ve mekânın boyutlarının heybetinden
gelmez, aynı zamanda mükemmel olanın tecrübe edilişinin baskınlığı vasıtasıyla
anlaşılır. Böylece çocuk düşünürümüzün içinde doğanın yasalarına ve gizemine
karşı derin bir saygı nükseder.[19]
Her şeyin yaratıcı aklın uzam ve zamanında organize
edildiği ve tüm yaratılanların, yaratılışın mükemmel birliğine tabi olduğu
fikri, Einstein’ın manevî tavrını belirleyen nihaî etken olmuştur. Einstein’ın
ilgilenmediği hiçbir insanî ve entelektüel değer olmadığı gibi, zihin dünyasına
dokunan tüm değerler ve oluşumlar ilgi alanına dâhildir.[20] Kendi hayatı ile ilgili
yazdığı bir pasajda, dinin var olduğunun ilk çıkar yolu olarak geleneksel
eğitimin kullanıldığını ve bu yol ile çocuklara dinin aşılandığından söz eder. Kendisinin
yeterince dindar olmayan bir ebeveynin evladı olmasına rağmen, gençliğin
sonradan kaybolan dinî cenneti aracılığıyla salt kişisel olanın zincirlerinden
kendini ilk kurtarma teşebbüsü olarak adlandırdığı derin bir dindarlığa
ulaştığını aktarmakla birlikte popüler bilimsel kitapları okuyunca, İncil’de
yazılı hikâyelerin doğru olmadığına kanaat getirdiğini yazar[21] [22] ve şöyle
ekler:
Dışarıda biz insanlardan bağımsız olarak ve bizden önce var
olan sonsuz, mükemmel kısmen de olsa düşüncemiz ve denetimizi ile erişilebilir
bir bulmaca gibi bu koca dünya vardı. Bu dünya üzerinde tefekkür etmek bir
kurtuluş gibi görünüyordu. Çok geçmeden fark ettim ki saygı ve hayranlık
duymayı öğrendiğim birçok kimse, kendini ona adamakla, onda içsel bir özgürlük
ve güvenlik bulmuştu. Bu extra kişisel olan dünyanın ihtimaller dâhilindeki
zihinsel kavranışı, yarı bilinçli yarı bilinçsiz, en yüksek amaç olarak
gözlerimin önünden geçti... Bu cennete giden yol dinî cennetin yolu kadar rahat
ve çekici olmasa da güvenilirliğini kanıtlamıştı. Ve ben hiçbir zaman bu yolu
seçtiğime pişman olmadım.2
Einstein’ın entelektüel gelişimine katkı sağlayan bir diğer
önemli olay ise, Yahudi bir tıp öğrencisi olan Max Talmud’un her perşembe günü
düzenli olarak evlerine yaptığı ziyaretler sırasında düşünürümüz ile özel
olarak ilgilenmesidir. Talmud, Einstein’ın çeşitli eserleri okuyarak kendisi
ile müzakere etmesini sağlar. Yirmi popüler bilim kitabından oluşan bir diziyi
okuyan Einstein için, İncil şüpheli hale gelmiş ve o İncil’in içeriğinde bulunan
birçok verinin itibara değer olmadığı kanısına varmıştır.[23] Einstein on iki yaşına
geldiğinde, Talmud’un aracılığı ile düşünce serüveninde göz ardı edilemeyecek
bir izlenim bırakan ve o dönemde, henüz ortaokullarda okutulmayan bir geometri
kitabı elde eder. İncelediği bu kitap, onu o kadar heyecanlandırır ki hayatında
ilk kez hakikatin gizemine dair açık ve doğru bilgiler elde edebileceği bir yol
olduğunu düşünür. Einstein geometri ile zihninde estetik bir hazza ulaşmakla
birlikte, evrenin, insan anlığının ürünü olan düşüncelerden oluşabileceğini de
tasavvur etmekten geri durmaz.[24]
On beş yaşına geldiğinde yani bilim okumalarına daha çok
yoğunlaşmaya başladığı andan itibaren sinagog vazifelerinden resmi olarak
ayrılır. 1901 yılında İsviçre vatandaşlığı başvurusunda artık bir dine bağlı
olmadığını (konfessionslos) yazar. Ancak 1911 yılında Prag Alman
Üniversitesi’ne profesör olarak atanması üzerine bir arkadaşı dönemin hükümdarı
Franz Joseph’e bağlılık yemini etmeden önce, doldurması gereken formda bir dine
bağlı olmadığını yazdığı takdirde, yemin edemeyeceğini söyler ve o da Musevî
olduğunu yazar. Aslına bakılırsa Einstein’ın “kabilemiz” olarak nitelendirdiği
Yahudi kimliğinin ortaya çıkmasının sebebi Berlin şehridir. Yahudi olduğunu ilk
kez orada keşfettiğini bildirir. Einstein’ın Berlin’e gelmesinin ardından kısa
bir süre sonra özellikle 1919’da şiddetlenen anti-semitizm akımı yüzünden
Almanya, onun için zor bir yaşam alanı haline gelir. Ancak bu olayların onun
Yahudi kimliğini iyice benimseyip, Yahudiler ile ilişkisinin en güçlü insanî
bağı haline gelmesine neden olur. Nobel ödülünü aldıktan sonra 1923’te Kudüs’e
giderek, Yahudi gençlerinin gelişimi için orada bir İbranî Üniversitesi’nin
açılması Einstein’ın en büyük tutkusu haline gelir[25] ve Kudüs Üniversitesi olarak
adlandırılacak bu üniversiteyi Yahudi halkının büyük güçlükler ile
özgürleştirdiği bir mekan olarak tanımlar.[26]
Einstein’ın
Düşüncesinin Felsefî Temelleri
Einstein’ın hayatına dair kısa bir kesit verildikten sonra
yaşadığı döneme bir göz atmak faydalı olacaktır. Onun düşünce dünyasının
şekillenmesinde hiç şüphe yok ki yaşadığı zaman zarfında, dönemi etkisi altına
alan bir takım düşünürler büyük rol oynamıştır. O, düşünce dünyasında etkisi
büyük olan filozofları kendi yazılarında ve konuşmalarında sıklıkla dile
getirir. Einstein, kendinden önceki ve kendi dönemindeki düşünürlerin
fikirlerini daima rasyonel süzgeçten geçirmiş, aklına ve mantığına yatmayan
fikirleri reddetmekle kalmamış açıkça ifade etmiştir. Bununla birlikte çok
etkilendiği filozoflar ile düşüncelerini özdeş kılmaktan da geri durmamıştır.
Einstein’ın etkilendiği filozofların bir kısmı,
Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud[27] [28], yabancılaşmayı konu edinen
Franz Kafka, atonal müziğin babası Arnold Schönberg, eleştirmen Walter
Benjamin, ünlü antropolog Franz Boas, dil filozofu ve mantıkçı Ludwig
Wittgenstein ve Ernst Cassirer gibi anadili Almanca olan ancak Yahudi ilim
adamlarıdır. Bunlar dışında dünyada sezgisel felsefenin kurucusu Henri
Bergson’un çalışmaları, Picasso resimleri, Bahar Ayini adlı müzik
yapıtıyla tüm dikkatleri üzerine çeken Stravinski ve radyo dalgaları ile ilgili
deneyler ile ilk uçuş denemeleri onun döneminde dünya gündeminde bulunan
olaylardır. Ek olarak uzay ve zaman için mutlakıyetten söz edilemeyeceğini,
salt mekanik görülen düzenin 28
yıkıldığını yansıtan sanatçıların da etkisi
yadsınılmamalıdır.
Bunlarla birlikte arkadaşları ile kurduğu Olimpia
Akademisinde bulunan kitap listesinde Baruch Spinoza, David Hume, George
Riemann, Henri Poincare, Ernst Mach, Gustav Kirchhoff, Hermann von Helmholtz,
ve Sophokles gibi yazarların yanı sıra edebi klasiklerin bulunduğu aktarılır.
Ayrıca kendi kütüphanesinde L. Eduard Boltzman, Karl G. Büchner, Friedrich
Hebbel, Heinrich Heine’nin toplu eserleri, Helmholtz, Alexander von Humbolt,
Immanuel Kant’ın bir çok kitabı, Gotthold Lessing, Mach, Friedrich Nietczshe ve
Arthur Schopenhauer[29] bulunmuştur.
Ek olarak Olimpia Akademisi üyelerinden Maurice Solovine, Conrad Habicht
ve Michele Angelo Besso’nun da onun felsefî düşüncesi üzerinde kritik etkileri
olduğu belirtilir. Nitekim tüm bu düşünürler, Karl Marx ve Ernts Mach’ın
düşüncelerinin İncil’in dinini yenilediğini aktarırlar.[30]
Özellikle David Hume ’un septik empirizminden oldukça
etkilendiğini ifade eden Einstein, Mach ve Hume gibi felsefî çalışmaların
olmaması durumunda -özellikle Hume’un “İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme”
kitabını kasteder- özel Görelilik Teorisi’ni kuramama ihtimalinin bulunduğunu
ifade eder.[31] Nitekim onun
bilgi felsefesinde de Hume’un kaçınılmaz etkisi göze çarpar.
Einstein’ın Kant ile arasındaki ilişki daha on üç
yaşındayken okuduğu Saf aklın Eleştirisi ile başlar, daha çok uzay ve
zaman üzerinde yoğunlaşmıştır. Düşünürümüz bu konu ile alakalı şu sözleri
söyleyecektir: “Ben Kantçı gelenekle büyümedim, fakat onun doktirininde bulunan
gerçekten değerli olanı... epey geç kavrayabildim. Bu şu cümlede ifade edilir:
‘Gerçek bize verilmez, fakat (bir bulmaca aracılığı ile bize sunulur.”[32] Bu ifadeleri
ile Einstein, Kant’ı da arkasına alarak gerçekliği araştırma ve üzerinde
düşünmenin öneminin altını çizmiştir. Ayrıca ileride değineceğimiz üzere, din
ve bilim arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiği konusunda da Kantçı bir
yol izlemiştir.[33] Matematik
ile doğa yasalarının birbirleri ile bağlantılarının açıklanabileceği ve böylece
evrenin daha iyi kavranabileceği düşüncesi de Kant etkisi taşır.[34] Yaşamı
boyunca onun bilime ve felsefeye yaklaşımı genel olarak bu yolda şekillenmiştir.
Hz. Musa, Hz. İsa gibi peygamberlerden de saygıyla söz eden
Einstein’ın düşünce serüveninde onu en çok etkileyen kişilerden biri de Mahatma
Gandi’dir. Gandi ile görüşlerinin bir ve aynı olduğu Einstein’ın ifadelerinde
karşımıza çıkar.[35]
Gandi’den iyi bir yol gösterici ve gerçek bir dava adamı olarak söz eden
Einstein, onun ikna etme kabiliyetinden kaynaklı iyi bir politikacı, şiddet ve
güç kullanımı aracılığıyla halkların ezilmesine karşı çıkması sonucu iyi bir
savaşçı, bilge, alçak gönüllü ve tek başına Avrupa’ya karşı mücadele verip
zafer kazanan bir insan olarak görür. Gandi’den o kadar çok etkilenir ki
gelecek nesillerin bu denli iyi niteliklere sahip bir kişinin dünyaya gelmiş
olacağından bile kuşku duyacağını ifade eder.[36] [37] Onun için Gandi ideal bir
duruş, üstün ahlâkî bir karakterdir. Einstein’ın hayatına bakıldığında savaşa
karşı sistematik duruşunun ve güç kullanımının gayrı ahlâkî yorumlamasının
izleri Gandi’nin mücadelesinde görülmektedir. O, döneminin savaş ile toplumsal
sorunlarının çözümüne yönelik olarak Gandi’nin yöntemlerinin 37 kullanılmasını tavsiye eder.
Einstein’ın düşüncesinin felsefî arka planını
tartışmasız en çok etkileyen ve kendi ifadelerinde de sıklıkla yer verdiği
düşünür Baruch Spinoza’dır. Einstein, Olympia Akademisinden arkadaşları
ile onun Etika’sı üzerine çalışmalar yapmış ve hatta onun üzerine bir
şiir bile yazmıştır. Spinoza’nın düşüncelerinden onu en çok etkileyen ise
sınırsız determinizm ve aşkın bir aklın kendisini doğanın güzelliğinde ve
uyumunda göstermesidir.[38] Nitekim
Einstein’ın kendi söylemlerinde de bu tarz ifadelere sıklıkla rastlanılır.
Varlık ve bilgi görüşünü aşkın bir akıl ön kabulünden yola çıkarak
sistemleştirir. Bu akıl varsayımı evrene dair görüşünü de şekillendirdiği için
tek bir yasa bulma emeli ile bilimsel faaliyetlerinde oldukça etkili olacaktır.
Ancak bu görüşün şekillenmesinde içine doğduğu klasik fizik geleneğinin de
etkisi yadsınamaz bir gerçek olduğundan, Einstein’ın düşüncesini şekillendiren
çeşitli parametrelere de değinmek gerekir.
Einstein’ın
Düşüncesini Şekillendiren Bilimsel Arkaplan ve Düşüncesinin Gelişim Seyri
Albert Einstein düşünür, bilim insanı ve tarihin şahit
olduğu en büyük fizikçilerden biri olarak değerlendirildiğinde, ortaya koyduğu
eserlerin incelenmesi hususunda en çok dikkat edilmesi gereken konulardan biri,
onun için “bilgi” denilen şeyin ne olduğudur. Nitekim görüngüler âleminde
bulunduğu varsayılan düzenin yasalaştırılması olarak kabul edilen fizik, nesnel
varlıklardan yola çıkarak kuram ve olguların müşterek bir şekilde işlenmesi
sonucu bir ilim dalı olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla fizikçi kimliği temel
alındığında Einstein düşüncesi için kuramlar ve olgular kaçınılmazdır. Yalnız,
bir noktanın gözden kaçmaması gerekir. Zira “kuramlar mı olgulardan, yoksa
olguların bilgisi mi kuramlardan elde edilir?” sorusunun cevabı birçok fizikçi
için farklılık arz eder. Şayet zihnimizde oluşan veriler tecrübelerimiz
sonucunda elde ediliyorsa, bu durum bizi deneyin sınırlılığının ideolojileşmiş
bir akımı olan empirizme yani görgücülüğe, nesnel varlıkların kaynağının
zihnimizdeki kuramlar olduğu fikri idealizme, tüm bilgilerimizin verili olarak
zihnimizde bulunduğu ve olgulara maruz kalındığı takdirde hatırlandığı fikri de
rasyonalizme kapı açar.
Düşünürümüz, bilim ve düşünce arka planını oluştururken
Hume’un deneyciliğinden, Kant’ın deneyci usçuluğundan, Mach tarafından
savunulan duyusal deneycilikten, Bertnard Russell’ın mantıksal atomculuğundan
etkilenmiş ve onların fikirlerini sentezleyerek “Mantıksal deneycilik”
dediğimiz yeni bir düşünce sistemi ortaya çıkarmıştır. Ona göre bilimlerdeki
temel unsur, kuram iken salt düşünce ya da kuram nesnelerin realitesine vakıf
olmamız için yeterli değildir. Bunun için deney 39 şarttır.
Onun açısından her ne kadar empirik bir yaklaşım fiziğin
ana çerçevesini oluşturuyor olsa da Einstein, deneye yöntem oluşturan kuramsal
temellendirmeyi asla göz ardı etmez. Platonik bir tarzda matematiği, evreni ve
yasaları açıklamak için kullanır. Doğaya dair zihinden bağımsız bir perspektif
sunduğuna inandığı için * [39] Platonik
okulların matematiğini doğa yasaları ile uyum içinde görür.[40] Salt deneyin arkasındaki bel
kemiği mesabesinde olan kavramsal düşünüşün önemi, onu, etkilendiği görgücü
filozofların fikir dünyalarından ayıracaktır. O her zaman görünenin arkasında
bulunan metafiziğe kapıyı açık bırakacak ve fizik alanında realitenin açığa
çıkarılması açısından olmazsa olmaz deney ile mantıksal düşüncenin bağlaşık
olmasını ifade edecektir.
Einstein’a göre fizik, tümevarımsal bir yöntem ile deney
imbiğinden geçirilemese de özgür icat ve buluş gerektirerek mantıksal bir
düşünme sistemi oluşturur.[41] Fizik onun
açısından, nesneleri realitelerinden bağımsız bir şekilde zihnimizde
kavramsallaştırarak oluşturduğumuz anlama çabası olarak formüle edilebilir.[42] Ancak
bununla birlikte yalnızca mantıksal analiz yani kavramsallaştırma çabası salt
bir tarzda bize gerçekliğin doğru bilgisini veremez. Realiteye dair bilgi
edinme deney ile başlar ve yine deney ve gözlem ile son bulur. [43] Dolayısıyla
Ona göre, deney ve mantıksal düşünme bu bağlamda birbirlerinden ayrılmamalıdır.
Einstein için gerçek anlamda dış dünyanın oluşturulabilmesi
adına bizim dış dünyadaki gerçeklikleri ilintileyebileceğimiz “fiziksel
nesneler” kavramına sahip olmamız gerekir. Zira biz kendi algılarımız ya da
başkalarının algılarının ifadeleri ile elde ettiğimiz bir takım verileri zihinsel
olarak gelişigüzel bir şekilde ediniyoruz. Mantıksal değerlendirilmeye tabi
tutulduğunda sözü geçen kavram ile realitede varlığı bulunduğunu varsaydığımız
nesneler bir ve aynı şey olmamakla birlikte insan ve hayvan zihni keyfi olarak
bu kavramı yaratır. Ancak bu kavramın yaratılma süreci de yine aynı şekilde
fiziksel nesneler aracılığıyla edindiğimiz algısal veriler ile ilişkilidir.
Kısaca gerçek dünyanın varlığı bir takım algısal veriler ve zihinsel
bağlantılar sonucu kabul edilir. “Dünyanın öncesiz ve sonrasız gizi, ezelî ve
ebedî sırrı onun anlaşılabilirliğidir”[44] diyen Einstein, bu ifadesini
algılarımız ile elde edilen tecrübelerin zihin aracılığı ile düzene konması,
bütünselliğinin sağlanması, nesneler arası ilişkiler ve koordinasyonların
oluşturulması gibi zihnin işlevi ile bağlantılı olarak söylemiştir.
Anlaşılabilirlikten kastı ise tam olarak bahsi geçtiği üzere algısal
verilerimizin zihin dünyamızda düzenlenmesi ve bu veriler doğrultusunda çeşitli
kavramlar üretilerek evrenin kavranmasının mümkün kılınmasıdır. Onun mucize
saydığı işte bu anlamda bir gerçekliktir.
Buradan yola çıkarak Einstein’ın verili(vehbî) herhangi bir
bilgiye imkân tanımayacağı bizlere açıktır. Zira ona göre bilgi duyusal veriler
ve zihnin işbirliği ile mümkündür: “Zihnimiz beş duyudan bağımsız hiçbir
düşünceyi kavrayamaz. (Örneğin hiçbir düşünce ilâhî olarak esinlenemez.)”[45] Dolayısıyla
Einstein’ın, dinler tarafından dikte edilen doktrinlerin bilgi kaynağı olarak
kullanılmasını kabul etmesi beklenilemez. Bu nedenle Yahudi bir gelenekten
gelen Einstein’ın kutsal metinleri bilgi kaynağı olarak görmemesi doğaldır.
Albert Einstein’a göre bir inanç bilgi ile
temellendirilmeyip onun üzerinde inşa edilmezse itibara değer değildir. O,
kendinden önceki birkaç yüzyıl boyunca bilgi ve inancın daima bir çatışma
halinde olduğunu ancak okumuş ve bilgin insanlar tarafından da bilgiye hak
ettiği değerin verilmesi gerektiği görüşünün yaygın olduğunu ifade eder. En iyi
inancın deneyim ve net düşünce ile desteklendiği fikrinin apaçıklığını savunan
düşünür, bu konuda katı rasyonalist bir insan ile fikir birliğinin
yapılabileceğini ancak onun ortaya atacağı fikrin de inançları sadece katı
bilimsel bir yöntemle değerlendirilmeye tabi tutmak gibi zayıf bir yönü
bulunduğunu öne sürer. Dolayısıyla onun için bilimsel metod ile elde edilen
nesnel bilgi, gerçeklerin birbirleri ile olan ilişkisine ve nasıl oluştuğuna
dair bilgi verirken insanoğlunun varlığına dair teleolojik bir veri içermez.
Bir insanın varabileceği en üst bilginin de tam olarak bu nesnel bilgi olduğunu
öne süren düşünür, olanın, olması gerekene ortam hazırlamadığını ve sonuç itibari
ile de insanoğlunun nihaî amacın bilgisini elde edebilmesi için farklı bir
kaynağa ihtiyacı olduğunu vurgular. Dolayısıyla sahip olduğumuz fikrin varlığın
mantıksal bağlamdaki sınırlarının bilgisi olduğunu belirtir.[46]
Bu bilgiler doğrultusunda Einstein’a bilginin kaynağına
dair sorulacak olası bir soruda alınacak cevap tahmin edilebilir. Onun için
bilgi, deney ve gözlem yolu ile elde edilen ancak tecrübe ile sınırlı
kalınmayıp, toplanan verilerin kavramlaştırılması sonucu ortaya çıkar. Yani salt
düşünsel veriler ya da mantıksal ilkeler kendi başlarına bir işleve sahip
olmayacak, kişi bilimsel bilgi elde etmek için deney ile başlayıp, zihin
dünyasında yoğurduğu verileri yine tecrübe ile sonlandıracaktır. Dolayısıyla
düşünürümüze dinin ya da Tanrı’nın bilgisi hakkında sorulabilecek bir soruda da
onun, gözlemden yola çıkarak gözlenemeyenin deneyimlenmesi cevabını vermesi
şaşırtıcı olmayacaktır.
Albert Einstein bilme karşı duyduğu
sınırsız ilgisi ve doğaya hayranlığı sebebiyle her şey için geçerli olabilecek
tutarlı ilkelerden oluşan bir kurama ihtiyaç duyar. Başından beri onun tek
hedefi tüm olgulara uygulanabilecek genel önermelerden oluşan kural ve
kuramları bulmak olur. Dolayısıyla ortaya koyduğu Galileo ve Newton’un devinim
yasaları ile termodinamik yasaları olmuştur. [47] Bu yasaların onun Tanrı tasavvuru
üzerinde etkisi büyüktür. Bu nedenle Newton’un devinim yasalarının ve mekanik
evren anlayışının ayrı bir başlık altında incelenmesi daha faydalı olacaktır.
1642-1727 tarihleri arasında yaşamını sürdüren Isaac
Newton, bilim dünyasının temelleri konusunda tartışmasız çok önemli bir
isimdir. Einstein gibi birçok bilim insanı entelektüel düşüncesini onun fizik
kuramı üzerine bina etmiş ve dolayısıyla genelde bilim özelde ise fizik
camiasına hatırı sayılır katkılar sağlamıştır. Newton’u diğer fizikçilerden
ayıran en önemli özelliklerinden biri, kendisinin aynı zamanda bir teolog
misyonu üstlenmesi olmuştur. Bir fizikçi olan Newton’un teoloji ile sıkı bağı
göz önüne alındığında, fiziksel âleme dair görüşleri ile teolojik fikirlerinin
mutabık olması beklentisi olağan bir durumdur. Ancak soru tam da burada tezahür
etmektedir. Einstein’ı büyük ölçüde etkileyen ve ileride bu etki sebebiyle
“Tanrı evrenle zar atmaz” dedirtecek Newton’un düşünce dünyasında bahsi geçen
tarzda bir uyum söz konusu mudur?
Newton’un yaşadığı dönemde fizik, doğa felsefesi olarak
anılıyor ve fiziğe dair tüm düşünüşlerin felsefî bir yön barındırdığına
inanılıyordu. Newton’un bilim serüveninde de bu durum tüm açıklığı ile ortaya
çıkar ve bilim yapma, bilimsel çalışma ile sınırlı kalmaz. Felsefe ve bilim
arasında çok sıkı bir bağ oluşturur. Onun çalışmalarında elde ettiği cevaplar
her ne kadar bilim sınırları dâhilinde olsa da sorduğu sorular felsefî içerik
ile donatılmıştır.[48] Çünkü o
dönemde bilimler henüz kendi hüviyetlerine ulaşmamış, matematik, fizik gibi
dallar felsefenin bir alt disiplini olarak görülmüştür.[49] Bu nedenle onun bilim ve
felsefe görüşlerini keskin çizgiler ile birbirlerinden ayırmak mümkün görünmemektedir.
Newton, akranlarının dine meyyal olduğu bir yaşta çok ciddi
bir şekilde teoloji çalışmaya başlar ve söylentilere göre nefes almadan Kutsal
Kitap’ı ve ilk kilise babalarını okuyup fikirleri kavrar. İleride John Locke
onun teolojik donanımını överek, ondan daha fazla Kutsal Kitap’a hakim olana
denk gelmediğini söyler. Yaşadığı dönemde simya ile teoloji, düşünsel alanın en
ciddi nesneleri olmasına rağmen Newton’un kaleme aldığı Principia adlı
eser bu gidişatı durduracak ve yaklaşık yirmi yıl kadarlık bir sürece tabi olup
bilim camiası için yepyeni bir yol açacaktır. Bu yolda teolojiye öncesi kadar
yer olmayacak ve teolojik çalışmalar ciddi bir şekilde daha az gündemde
kalacaktır.[50]
Birçok bilim adamında ve özellikle de Einstein’da olduğu
gibi Newton’un da yaptığı, her olgunun parça parça bağlandığı bir bütünü
oluşturmak amaçlı var olan muhtemel bir yasa bulma girişimidir. O bilimi sadece
fenomenlerden, deney ve gözlem verilerinden yola çıkarak bir sonuç bulma aracı
olarak görmez. Onun bilimi yere düşen elma ile dünyanın etrafında dönen ay
arasında müşterek bir bağ olması ihtimalinin açığa çıkarılması arzusudur. İlk
kez bu emeline ulaşan Newton, çeşitli olgu türlerini, bir kavramı merkez
edinerek bir araya getiren ve açıklama imkânı sağlayan geniş kapsamlı teori
düzeyine çıkarır. Daha yalın ifade ile hareket eden tüm cisimlerin
hareketlerinin müşterek bir yasaya bağlı olduğunu, evrenin tek biçimli ve
dolayısıyla her yerde aynı yasaların geçerli olduğu teorisini öne sürmüştür.[51] Newton’un
bilimsel keşiflerine baktığımızda günümüz bilimi açısından en dikkat çekeni,
yer ve gök sistemlerini birleştirip temellerinin tek bir yasaya tabi olduğu
evrensel yerçekimi ilkesidir.[52] [53] Newton sözü
geçen yerçekimi ya da bir diğer ifadeyle kütle çekim kuvvetini hem teolojisi hem
de doğa felsefesi ile çelişmeyecek bir
53
şekilde açıklamaya çalışır.
Newton’un tek bir yasaya bağlı olarak kurmaya çalıştığı
sistem ne işe yarar? Öncelikle belirtilmelidir ki “tek yasa” evrenin akıl
yoluyla anlaşılması gerçeğine kapı aralar. Eğer tek bir yasa varsa ve bu yasa
tüm sistemin sürdürülmesi konusunda yegâne kaynaksa, o yasanın bilinmesi ve
matematik formüller vasıtasıyla ifade edilmesi ile sistemin her parçasının
görevinin idraki gerçekleşir. Aydınlanma yani akıl çağı göz önüne alındığında Newton’un
bu katkısının ne denli işlevsel olduğu anlaşılabilir. Elbette bu da bizim için
felsefe ile bilimin ne ölçüde iç içe olduğunun, birbirleri üzerindeki
karşılıklı etkisinin bir başka göstergesidir. Ayrıca “niçin?”[54] sorusunun
teolojik/organist bir cevaba ortam hazırladığı göz önünde bulundurulursa, bilim
anlayışıyla bağlantılı olarak ortaya çıkan felsefî düşünce sistemi ile Newton,
determinist ve mekanist bir şekilde cevaplanabilecek evren için “nasıl?”
sorusunun sorulmasına sebep olmuştur.[55] Bu metot da aydınlanma
felsefesinde karşımıza çıkan ve evrene Tanrı’nın müdahalesine ihtiyaç
olmadığını savunan deizm düşünce akımının temellerini oluşturuyor olmalıdır.
Newton’dan önce Johannes Kepler (1571-1630) gezegenlere
dair üç yasa öne sürerek güneş sisteminin işleyişini açıklamıştır.[56] Ancak bu
yasalar itibar edilir deney ve gözlem sonucuna dayanıyor olsa da, bu olgular
arasındaki nedensellik bağına[57], bir diğer
ifadeyle güneş sisteminin işleyişinin neden o şekilde olduğuna dair herhangi
bir malumat vermemiştir. Ancak Newton gökte dolaşan cisimler ile düşen
nesnelerin aynı ilkeye bağlandığını öne sürer. [58] Ona göre Tanrı evrenin
başlangıcında fiziksel varlıkları, yani nesneleri, cisimleri yaratmış, bunlar
arasındaki çekim kurallarını oluşturmuş ve yasalaştırmıştır. Evren de tarihi
boyunca bu yasalara tabi olur ve bu yasalar doğrultusunda evrenin işleyişi
devam eder.[59]
Evrenin bu işleyişi sırasında verili olan yasaların en
önemli özelliği olgular arasında nedensel bir ilişki kurmasıdır. “Nedensellik”
olarak ilkeleştirilen bu kural Einstein tarafından da kabul görmüş ve kendi
fiziğinin temelinde bir yerlerde onsuz olunamayacağını ima etmiştir. Hintli
şair ve müzisyen Rabindranath Tagore ile olan bir sohbetinde var olan her şeyin
kendi nedenselliğine sahip olduğuna dair inancından söz eder. Ancak bahsi geçen
bu inancın nesnesinin muhtevasına dair de bilgimizin olmadığını ifade eder.[60] Nedensellik
bağına olan tutkusu Newton’a karşı saygınlığını da her daim canlı tutmasına
sebep olmuştur.
Newton’un bizlere sunmuş olduğu evren modeli çok büyük bir
makinayı andırır. Ay, elma ve bütün öteki cisimler tek bir yakın yasaya uyarlar
ve makinanın parçaları da kendi belirgin yollarında durmadan hareket ederler.[61] Newton, Optiks
adlı eserinde şöyle bir ifadede bulunur: “Doğa felsefesinin başlıca işi [...]
kesinlikle mekanik olmayan gerçek ilk nedene ulaşana kadar sonuçlardan
nedenleri çıkarmaktır.” Evrendeki mükemmel tasarımın tek bir varlıktan
kaynaklandığını ve bunun bilgisinin de yine o varlığa götürdüğünü şu şekilde
ifade eder. “ Sistemimiz hakkında yazdığımda insanların Tanrı inancı ile
ilişkili işleyebileceği için gözüm bu tür ilkeler üzerindeydi ve hiç bir şey
beni onun bu amaç için yararlı olduğunu görmekten daha çok sevindiremez.”[62] Bu
açıklamadan da anladığımız üzere, Newton’un bilim uğraşının amacı, ciddi
anlamda teolojik gaye taşır. Onun kurduğu sistemde ilk neden olarak gördüğü
Tanrı’ya ulaşmanın yolu, neden-sonuç ilişkisi üzerine kurulu evrendeki nedenler
zincirini takip etmektir. Evren mekanik bir sistem olmasına rağmen Tanrı bu
sistemin kurucusudur ve sisteme tabi olmayandır.
Newton, Hıristiyan Ortodoks bir ailede, bu dine tabi olarak
doğmasına rağmen, onun Hıristiyanlık dini hakkındaki görüşleri, dönemin
Ortodoks Hıristiyanlığı ile pek uyum sağlamaz. Belirtildiği üzere, yoğun bir
şekilde teoloji çalışmalarında bulunan Newton, teslis inancını kabul etmediği
gibi,[63] İsa’nın
Tanrı ile özdeş ebedî bir varlık olduğu iddiasına da karşı çıkar. Onun için İsa
yaratılmış olup, Tanrı ile insanlar arasındaki bir aracıdır. Teslis inancı için
“yanlış cehennem dini” veya “tamamen zina” ifadelerini kullanır.[64] Dolayısıyla
tek bir Tanrı olan monistik görüşe sahip olması Newton’un kuramlarını
oluştururken bütüncül bir yaklaşımda bulunmasına sebep olmuştur. Nitekim tek
bir Tanrı varsa, tüm sistem de bu “tek” Tanrı’ya hizmet edecek bir bütünselliğe
yani mükemmel bir harmoniye sahip olmalıdır.
Newton, güneşin, yıldızları ve gökyüzündeki diğer
cisimlerin, “Rab, Tanrı, âlemlerin Rabbi” ya da “Pantokrator” adını verdikleri
zeki bir varlığın hükmünden ve görüşünden çıkıp, onun hâkimiyetine ve
yönetimine dâhil olduklarını ifade eder. Newton, tüm bunların ruhu olarak değil
belki sahibi olarak var olan Tanrı’nın[65] kurmuş olduğu
sisteme, doğrudan müdahalesini gerektirmediğini ifade etmektedir. Tanrı âleme
müdahale etmek istediği zaman kuyrukluyıldızlar gibi ikincil sebepleri vasıta
edinebilir. Kısaca Newton sistemi, açık bir şekilde, kurduğu yasalarla kendinin
âleme aktif müdahalesini kısıtlayan ve bu durumun da tamamen kendi iradesi
dâhilinde olan bir Tanrı’ya işaret eder. [66] Buradan da anlaşıldığı üzere,
Newton için aşkın, mutlak kudret sahibi bir Tanrı vardır ve bu Tanrı, âlemi
idame ettirmek amaçlı bazı yasaları vasıta edinmiştir. Tanrı evreni mükemmel
bir şekilde düzende tutacak yasaları yaratır ve bunlar aracılığı ile âleme
aktif bir şekilde müdahale edebilir. Yerçekimi karada ve göklerde olan fiziksel
nesnelerin birlikte tabi olduğu bir bileşke mesabesindedir.
Newton’a göre yerçekimi, Tanrı’nın madde üzerindeki
doğrudan eylemi ile alakalı bir durumdur. Bilimsel görüşlerini sahip olduğu
teolojik inancı ile bir harmoni içinde sunmaya çalışırken, fiziğini ve
kozmolojisini, zeki ve mutlak güçlü Yaratıcının varlığının bilgisine dair
oluşturduğu bir argümanın parçası sayar.[67] Bununla birlikte
evrenin matematiksel olarak açıklanabilirliğini ortaya koyarak, evrenin de
kesin matematiksel yasalara uygun olarak işlediğini iddia eder. O, Bacon’ın
temsil ettiği deneysel tümevarımsal yöntem ile, Descartes’in öne sürdüğü
rasyonel tümdengelimsel yöntemi birleştirerek yepyeni bir metodoloji oluşturur.
Newton, mutlak zaman ve uzaya inandığı gibi, tüm fiziksel, nesnel olayları da,
cisimlerin birbirlerine karşı gerçekleştirdikleri çekim kuvvetine
indirgemiştir. [68] O, bu durumu
şu sözlerle ifade eder:
Buraya kadar göklerdeki ve denizlerimizdeki görüngüleri
yerçekimi kuvvetiyle açıkladık, ancak henüz bu gücün nedenini belirtmedik.
Bunun, kuvvetinde en ufak bir azalmaya uğramaksızın, Güneş’in ve gezegenlerin
merkezlerinin içine nüfuz eden bir nedenden ileri gelmesi gerektiği kesindir; bu
kuvvet üzerinde etkili olduğu parçacıkların yüzeylerinin niceliğine göre değil
(mekanik nedenlerin yaptıkları gibi), fakat kapsadıkları katı maddenin
niceliğine göre işler ve bu etkisini her yöne, engin uzaklıklara, uzaklığın
karesi ile ters orantılı olarak azaltarak yayar. Güneş’e doğru yer çekimi
Güneş’in cismini oluşturan bağımsız parçacıklara doğru yerçekimlerinden oluşur
ve Güneş’ten uzaklaştıkça, Satürn’ün yörüngesine kadar uzanan gezegenlerin
günötelerinin sükûnetinden, hatta kuyruklu yıldızların en uzak günötelerinden,
eğer bu günöteler de sükûnette iseler, anlaşılacağı gibi hassas bir biçimde
uzaklıkların kareleri ile ters orantılı olarak azalır. Fakat şimdiye dek
yerçekiminin bu özelliklerinin nedenini görüngülerden keşfetmeyi başaramadım ve
ben bir hipotez uydurmayacağım. Zira görüngülerden çıkarsanamayan her şeye
hipotez denilmelidir ve hipotezlerin ister metafiziksel ister fiziksel olsun,
ister okült ister mekanik niteliklerde olsun, deneysel felsefede yeri yoktur.
Bu felsefede tikel önermeler görüngülerden çıkarsanır ve daha sonra tümevarım
yolu ile genelleştirilirler. Cisimlerin nüfuz edilmezliği, devingenliği ve
itici kuvveti ve hareket ile yerçekimi yasaları bu şekilde keşfedilmiştir. Ve
bizim için yerçekiminin gerçekten var olması ve açıkladığımız yasalara göre
davranması yeterlidir ve yerçekimi göksel cisimlerle denizimizin tüm
hareketlerini açıklamak için gerektiği gibi hizmet eder.[69]
Newton’un keşfettiği bu tarihi buluş, bilim ve felsefe
camiasında çığır niteliğindedir. Özellikle Newton okurlar bu düşünceyi teolojik
açıdan farklı yorumlamış ve ulaşılan sonuç dindarları rahatsız etmiştir. Sözü
geçen kütleçekim kuramı yalnızca dünya-ay arasında birbirlerine karşı
oluşturdukları çekimden ibaret değil, onların ötesinde tüm evreni kapsar. Bu kuram
vesilesiyle bilim, korkularımızı bizden uzaklaştırırken, Tanrı ile insan
arasındaki mesafeyi de artırır. Evrende Tanrı’nın konumlanabilmesi için
bozulmamış hiçbir yer kalmadığı fikri ile kütleçekimin sonsuza kadar ulaştığı
düşüncesi sonucu göklerde Tanrı’ya yer kalmaz.[70] Bu fikrin felsefî bir diğer
uzantısı da, klasik pozitivizm ve materyalizm gibi düşünce akımlarının
oluşmasına sebep olmakla birlikte, birçok ülkede de resmî bilim politikası
şekillendirecek etkiye sahip hale gelir. Artık dünya fiziksel zorunluluklar
sebebiyle hareket eden gayesiz cisimlerden oluşan bir makinadır.[71]
Her ne kadar Newtoncu bilim anlayışı farklı ideolojilere
temel teşkil etse de, onun bilime katkıları ve günümüz düşünce dünyasının
şekillenmesindeki önemi itiraz kabul etmez. Mutlak zaman ve mekân fikri,
Einstein’ın görelilik teorisi ile yıkılmış olsa da Einstein, Newton’a hakkını
daima teslim etmiştir. O sıralarda elde edilen bilimsel birikimin ve
yöntemlerin aslında kaynağı itibariyle Newton ile bağlantılı olduğunu ve tüm
yeniliklerin aslında Newton’a eklenerek ilerlediğini şu sözcükler ile ifade
eder:
Şimdiye değin ilgilenmiş bulunduğumuz doğa süreçleri
hakkındaki fikirlerimizin evriminin hepsine aslında Newtoncu düşüncelerin
organik bir sürekliliği ve gelişmesi olarak bakılabilirdi... Nedensel yasa ile
diferansiyel yasanın son öncüllerinin kesinlikle terk edilip edilmemesi
gerektiğini bilme sorununu bir çırpıda kesip atarak çözmek için kim bundan
böyle oldukça gözü pek ve atak olabilecektir.[72]
Bununla birlikte Einstein, Newton mekaniğinin bilimin
ilerlemesi konusunda insanlarda oluşturduğu bir takım önyargılar sebebiyle
engeller çıkardığını öne sürerken, şuanki klasik fiziğin tüm fiziğe temel
teşkil etmesi babında yetersizliğini vurgular. Yine de fizik hakkında düşünme
sürecimizi, ondan bağımsız kılamayacağımızı belirtir. Ek olarak Newton
döneminde kuramların tümevarımsal bir şekilde deneylerden çıkarıldığı fikri ve
bu fikre sahip olan Newton’un yanılgısının da fiziğe ket vurmak girişiminde
olduğunu ima eder.[73] Dolayısıyla
Einstein düşünsel anlamda metot oluşturmak suretiyle Newton mekaniğine
takdirlerini sunarken, kuramın kaynağı olarak deneylerin gerekliliği olgusunu,
yani önce tüm algısal izlenimlerin değerlendirilmesi, daha sonra da bunlardan
yola çıkarak bir kuramlaştırma yoluna gidilmesi fikrini tasvip etmez. Zira
kuramsal deneyler ya da düşünce deneyleri dediğimiz temellendirme yöntemi de
Einstein’ın teorilerindeki olmazsa olmazdır. Nitekim görelilik teorisi bunun en
seçik örneğidir.
Sonuç olarak, Newton’un yere düşen ve göklerde yüzen tüm
cisimlerin hareketlerinin tek bir yasaya bağlı olduğu düşüncesi, bir makinayı
andırır ve kendinden sonraki düşünürler tarafından felsefî açıdan günümüzde de
varlığını sürdüren deizm düşüncesine kapı aralar. Ancak hepsinden önemlisi,
evren tek bir yasaya bağlı olduğundan Newton için Tanrı, bir yasa kurmuştur,
yerde ve gökte salınan tüm cisimler bu yasaya tabidir. Tek bir yasa düşüncesi
evrenin akıl yoluyla anlaşılabilirliğine kapı araladığı gibi, cisimlerin
hareketinin, yani başka bir ifade ile, geleceğin öngörülür olmasına da yol
açar. Şayet her şey bir makinanın parçası gibi düzenli bir şekilde tek bir yasa
doğrultusunda hareket ediyor ise yapılmış olan, yapılacak olanın da sebebidir.
Her bir olay başka bir olaya sebep oluyor ise- çünkü tek yasa merkezli mekanist
evren anlayışı bunu gerektirir- nedensellik zinciri, bize olmuş olanı
açıklayabildiği gibi olacak olanın da göstergesidir.[74] Ayrıca, Newton tüm bilimsel
çalışmalarına teolojik kaygılar ile yaklaştığını belirtmek gerekir. Öyle
görünüyor ki, onun asıl amacı bilim vasıtasıyla teolojik problemleri çözüme
kavuşturmaktır. Bu sebeple bilim yaparken hâlihazırda sahip olduğu metafizik ön
kabulleri göz ardı etmez. Örneğin o Tanrı’nın hareket etmediğine itikat ettiği
için, uzay ve zamanın mutlak olduğu konusunda ısrarcı olur. Bilimsel
çalışmanın, öznesi itibari ile objektif olması çok mümkün görünmemektedir. Kişi
sahip olduğu bir takım inançları -inançlar yalnızca dine dair olanları
kapsamaz- doğrulamak ya da sağlamlaştırmak ereği ile bilime yönelir. Elde
ettiği veriler doğrultusunda inanç ya bilgiye (episteme) dönüşür ya da dogmatik
bir inanç olarak sabit kalır. Kişinin inancı terk etmesi de ihtimal
dâhilindedir. Bunun bizi ilgilendiren bariz örneği, bilim çalışmaları sonucu
dine ve Tanrı’ya yaklaşımını değiştiren düşünürümüz, Albert Einstein’dır.
Albert Einstein da tam da bu sebeple evrenin akıl ile
anlaşılabilir olduğuna inanır, bu yüzden, kurulumunda kendisinin çok katkısı
olmasına rağmen, kurucusu Max Plank olarak kabul edilen kuantum fiziğinin[75] bizlere
sunmuş olduğu evren anlayışına karşı çıkar. Newton’un kısaca ifade etmiş
olduğumuz düşünce dünyasının etkisinde kalan Einstein, kuantum fiziğine karşı
çıkarak “Tanrı evrenle zar atmaz” diyecektir. Bu ifadesi bizlere onun,
Tanrı-âlem ilişkileri çerçevesinde bulunan ulûhiyet
anlayışına ışık tutacaktır. Bunu daha iyi anlamak adına ayrıntılara girmeden
kuantum mekaniğinin felsefî uzantısına dair kısaca bilgi vermek faydalı
olacaktır.
Kuantum Fiziğinin
Düşünsel Uzantısı
Newton ile birlikte bilim dünyasında oluşan gelişmelerin
Einstein ile alakalı olan kısmı büyük ölçüde önceki başlık altında ele
alınmıştır. Bilindiği üzere Einstein Newton’un bıraktığı mirası devralmış, onu
farklı şekillerde değerlendirmiştir. Ancak şu unutulmamalıdır. Einstein’ın da
ondan sonra gelen herhangi bir düşünürün de Newton’un etkisini bertaraf
edememesi unutulmaması gereken bir noktadır. Einstein’ın bilim camiasına dâhil
olduğu sırada, kurulumunda kendisinin de çok büyük katkısı olan yeni bir teori
ortalığı kasıp kavurmaktadır. Bu teori ile Newton’un temellerini atmış olduğu
mekanik evren anlayışı büyük ölçüde sarsılacak ve hem ideolojik açıdan hem de
bilimsel metot itibari ile yepyeni bir sistem ortaya çıkacaktır. Einstein istem
dışı bu sisteme öncülük edecek, ancak kendisinin şahsî ideolojisi ve bilimsel
birikimi gelişen sistemin akla uygunluğunu kabul etmekte zorlanacaktır.
“Kuantum Teorisi” adı verilen bu yepyeni evren anlayışının uzantıları,
yenidünya yaklaşımlarında çığır açacak ve başta Niels Bohr ile Einstein olmak
üzere birçok bilim adamı ve düşünür arasında tartışma konusu olacaktır.
Deney ve gözlem ile birlikte soyut matematiksel ilkelere
dayanan, var olan mantıksal ilkeleri sarsacak olan bu yepyeni sistem, insanlar
tarafından çok kolay kabullenilmeyecektir. Çünkü Newton, dönemin insanları
tarafından tanrılaştırıldığından, doğal olarak onun klasik fizik adı verilen
sisteminin yıkımı rahat bir şekilde göze alınmayacaktır. Bu bölümde “Her şeyin
tek bir yasaya bağlı olduğu düşüncesini savunan Newton mekaniğini yıkan Kuantum
teorisi nedir? Bu teorinin felsefî uzantısı ne olacaktır? Einstein’ın bu yeni
fizik anlayışını inkâr etmesinin arkasındaki ideolojik gayeler nelerdir?” gibi
soruların cevaplandırılması tezin amacı ve konusuna hizmet edecektir. Aynı
başlık altında kuantum fiziğinin neliğinden bahsedilip, eski fizik görüşlerine
ne denli etki edeceği tartışılacaktır. Einstein ve Bohr tartışması ise konunun
devamı olarak hemen akabinde ayrı bir başlık altında ele alınacaktır.
Kuantum fiziği, karşılaşılan tabii olayları, mekanik bir
sistemi temsil eden tek bir yasayla değil, soyut matematiksel ilkelere
indirgeyerek açıklayan ve Max Planck tarafından kurulan[76] çok önemli, aynı zamanda atom
kuramını bütünüyle yeni bir görünüme kavuşturan[77] yepyeni bir sistemdir. Fizik
ve düşünce (felsefe) tarihindeki bir dönüm noktası mesabesindedir. Konusu
itibariyle fizik, yönünü Newton’un büyük cisimlerinden, atom altı
parçacıklarına çevirir ve onların hareketlerini ve devinimlerini incelemeye
başlar. Kuantum fiziği üzerine oluşturulan felsefî görüşler verilmeden önce, bu
düşüncelerin temellendirildiği yeni fizik hakkında kısaca epistemolojik bir alt
yapı sunmanın ve gelişim sürecine değinmenin, varılan sonuçların havada
kalmaması açısından daha işlevsel olacağı düşünülmektedir.
Kuantum fiziği, başlangıç itibariyle, Max Planck tarafından
yapılan bir dizi deney sonucu ortaya çıkar. XVII. yüzyıldan itibaren -kuantum
öncesi- tartışmasız bir şekilde ışığın dalga niteliğine sahip olduğu kabul
edilirdi. Yapılacak olan bu deney, kendisinin de ışığın dalgalar şeklinde
yayıldığını düşünen Planck ve diğer fizikçilerin sahip olduğu bahsi geçen
varsayımı yıkacaktır. Planck, ısınan metal parçasının, ısı derecesi arttıkça
önce kırmızı, sonra sırasıyla turuncu, sarı ve en son tüm renklerin
eklenmesiyle beyaz renge ulaşacak şekilde kademeli bir tarzda renk
değiştirdiğini gözlemler. Bu kademeli geçiş, sıcaklığın artmasıyla birlikte
radyasyon dalgalarının kısalması ile sonuçlanır. Sıcaklık derecesinin iyice
arttırılmasıyla radyasyon, spektrumun mor-ötesi kesimine göre artık göz ile
fark edilmeyecek kadar kısa dalgalara dönüşür. [78] Deneyin ölçüm aracı olarak bir
kara cisim[79] kullanan
Planck, deney sonuçlanınca hayrete düşecektir. Nitekim beklentiler ve sonuçlar
birbiriyle bağdaşmazlar. Kısalan radyasyon dalgalarının sonsuz enerji üretmesi
olarak adlandırılan “mor ötesi katastrof’ beklentisi, bu şekilde bir düş
kırıklığı ile sonuçlanacaktır. Zira hiçbir cisim ne kadar ısıtılırsa ısıtılsın
sonsuz enerji vermeyecektir.[80] Planck,
bunun üzerine ışığın “kuant” adı verilen paketler halinde yayılabildiği fikrini
ortaya atar. Her bir kuantum paketinin belirli miktarda enerjisi bulunmakla
birlikte, dalgaların frekansı ile orantılı bir şekilde enerjisi de artar.
Frekansı yeterli ölçüde yükselttikleri takdirde tek bir
kuantum paketi, olduğundan daha fazla enerjiyi yayma imkânına sahip olur.
Yüksek frekansta ışınım olayı azaldığından enerji kayıp oranı da
sınırlanıyordu.[81] Bu durum
Newton mekaniğinin bizlere sunmuş olduğu sınırsız enerji teorisine ilk darbeyi
vuracak, ancak bundan sonrasında klasik fizik anlayışı bir daha
toparlanamayacaktır.
Bahsi geçen deneyin bizim konumuzu ilgilendiren yanı,
ışığın parçacık olarak mı dalga olarak mı yayıldığı kısmından çok, dalga olarak
yayıldığı kabul edilen radyasyonun hiçbir hal ve durumda sonsuz enerji
üretemeyeceği fikridir. Şayet üretilen sonsuz bir enerji yok ise, evrenin
sürekliliği düşüncesi de gölgede kalacaktır. Işığın parçacık mı dalga olarak mı
ilerlediği düşüncesi ise daha sonraları geliştirilerek Einstein’a Nobel ödülü
aldıran “Foto-elektrik Etki”[82] kuramının
oluşturulmasına yol açacaktır. Bu deneyin bir diğer uzantısı ise sıcak
cisimlerin yayınım olayının bu denli etkili açıklanması ile birlikte, dönemin
fizikçileri tarafından kabul edilen belirlenimcilik olgusunun tekrar gözden
geçirilmesidir.
Yeni fizik sisteminin teolojik bakış açımızı
değiştirmesinde etken olan bu diğer yönü sayesinde, Newton mekaniği ile bizlere
miras kalan determinist bir evren görüşü, yerini kuantum fiziğindeki boşluklu
indeterminist görüşe bırakacak, bu boşluklar kimi muhafazakar düşünürler
tarafından, Tanrı’nın etkinliğini gerçekleştirebileceği alanlar olarak
yorumlanacaktır. [83] Ancak
Einstein’ın durumu bu şekilde dahi olsa, kabullenmesi pek mümkün olmayacaktır.
Nitekim kendi bilim yaklaşımı, düzenlilik ve belirlenimciliği gerektirmektedir.
Bu nedenle, yeni fiziğin dönemin biliminde radikal değişiklikler yapacağı, onun
tarafından öngörülür.
Kuantum’un bilim dünyasına getirileri de bu doğrultuda
gelişir. Werner Heisenberg adında bir fizikçi çıkar ve bilgiye erişimin sınırlılığından
bahseder. “Belirsizlik Kuramı” olarak da aktarılan bu ilke, temel bir parçanın
kesin bir şekilde bulunduğu konumu ve momentumunu ölçmenin imkânsızlığını iddia
etmektedir.[84] Klasik fizik
anlayışına göre herhangi bir hareketli nesnesin hareket hızını yani momentumunu
ve konumunu bilirsek belirli bir süre içinde nerede olacağını kesin olarak
tespit edebiliriz.[85] Oysa
Heisenberg’in bu ilkesine göre bu tespit mümkün görünmemektedir. Eğer bir
cismin konumunu belirlersek, momentumu belirsizleşir, momentumunu belirlersek
konum muallakta kalır. [86] Dolayısıyla
biz bu cismin belirli bir süre sonra nerene olacağını kestiremeyiz. Gelecek
muğlaklaşır.[87] Yani kısaca
bu ilke bizim o cismi betimlemek açısından bilgi eksikliğimizi ortaya çıkarır.
Edinilecek malumat kesinlik taşımaz, belirli olasılıklar çerçevesinde
şekillenir. Ancak bu ihtimal içeren durum belirli bir sınır içerisindedir. Bu
durumu yazı-tura niyetine havaya atılan bir paraya benzetebiliriz. Yazı ya da
turadan birinin gelme ihtimali ^ iken, yazı ve tura yani iki yüzünden birinin
gelme ihtimali %100’dür. Dolayısıyla bu ilke bize belirli bir kalıp içerisinde
bulunan ihtimalleri sunar.
Belirsizlik ilkesinin dünyayı algılayış biçimimize de
önemli ölçüde etkileri olmuştur. Kişiler nezdinde, dünyanın bu günkü durumunu
belirleyemiyorsak geleceği öngörmemizin imkansızlaştığı şeklinde düşünceler
ortaya atılmıştır. Genel olarak kuantum fiziği adı verilen bu yeni fizik ve
uzantıları bir gözlem için birden fazla sonuç ihtimalleri sunar. Olasılıklar
için birden fazla gözlem yapıldığı takdirde yaklaşık oranlar sunulabilirken,
kesin sonuç öngörülemez. Tüm bu sebepler dolayısıyla kuantum fiziği bilime
öngörülemezlik ve rastlantısallık eklemiştir.[88]
Yeni fizik kapsamında yapılan bir diğer gözlem ise çift
yarık deneyidir.[89] Deneyde
kullanılan elektronların bir levha üzerinde oluşturulmuş iki yarıktan aynı anda
geçmesi gibi bir durum söz konusu olmuştur. Buradaki en dikkat çeken konu
zıtlıkların da bir arada bulunması olasılığıdır. Nedir zıtlık? Fârâbî’nin
ifadeleriyle, “Bir araya geldiklerinde birbirini ortadan kaldırma ve yok etme
durumunda olan iki şey birbirinin zıddıdır.”[90] Oysa Aristoteles’ten beri
bizlerin sahip olduğu klasik mantık ilkeleri, bize zıtlıkların, bir arada
olmasının imkânsızlığını anlatır. “Üçüncü şıkkın çelişmezliği ilkesi” [91] olarak da
nakledilen bu mantık yasası, bir varlığın aynı anda iki yerde olamayacağının da
akıl tarafından tasdik edilerek kanunlaştırılmasıdır. Oysa yeni fizik
anlayışına göre elektronlar aynı anda iki yerde bulunabilirler. Bu olgu, kanunlaşmış
mantık ilkelerinin bir daha gözden geçirilmesine sebep bir durumdur.
Aynı deneyin devamında elektronların hangi delikten
geçtiğinin tespiti için bir gözlem sensörü yerleştirilir ve elektronlar aynı
şekilde yollanmaya devam edilir. Sonuç akıl almaz bir şekilde karmaşıktır.
Elektronlar sanki gözlemlendiğini biliyormuşçasına belli bir yörünge izlerler.
Deney tekrarlanmasına rağmen sonuç şaşırtıcı bir şekilde aynıdır.
Gözlemlenmediklerinde iki yarıktan birden geçiyormuşçasına arka ekranda görüntü
oluşturan elektronlar gözlemlendiklerinde tek yarıktan geçermişçesine ekrana
yansırlar. [92] Bu durum
Einstein’ın ölümünden sonra John Wheeler tarafından 1979 yılından bir
sempozyumda yeni bir tespit ile dile getirilmiştir. Deneyi yapanlar yani
insanoğlu olarak bizler gözlemlerimiz vasıtasıyla gerçekliğin doğasına etki
edebilme yetisine sahibiz. Başka bir ifade ile bilinç, varlığın mahiyetini
değiştirmeye sebep oluyormuş gibi görünür. Şayet realitede durum bu ise,
insanoğlu geçmişe dönük, kendi tarihinden önce var olmuş gerçekliğin varlığa
gelmesinden mesul olabilir.[93] Bu vaziyette
yepyeni teolojik problemler kaotik bir tarzda ortaya çıkacaktır. Kişinin yani
bilincin kendisine atfedilen istidadı ve geçmişe dönük etkileri de göz önüne
alındığında Tanrı rolüne bürünebilecektir.
Sonuç olarak, klasik fiziği sarsan kuantum fiziği ünlü
Schrödinger’in kedisi deneyi[94] ile de
temsil edildiği gibi, herhangi bir gözlem anına kadar bilginin yüzdelik
ihtimallerinin tümünü kapsar. Daha çok olasılıklar üzerine bina edilmiş bu
yepyeni sistem bizlere net bilginin imkânından, keskin hakikatin varlığına
kadar insan zihnini şüphelerle ve belirsizlik ile doldurur. Atom altı
parçacıkların rastlantısalmış gibi devinimleri, insanoğlunu, bu yeni ilkeyi tüm
varlıklara genelleme konusunda yol gösterici olmuş, evrenin başlangıcı
probleminden günümüze kadar her türlü maddesel hareketin açıklanmasının bu
ilkeler doğrultusunda gerçekleştirilmesine zemin hazırlamıştır. Bu yeni durum,
ideolojiler ışığında yeniden değerlendirilmiş ve teolojik açıdan “Tanrı’nın
müdahalesini gerçekleştirdiği boşluklar” ve “Tanrı’nın var olmayışının kanıtı
olarak boşluklar” şeklinde düşüncelere ortam hazırlayıp, bünyesinde
her iki nosyona partizanlık yapan ciddi entelektüel taraftarlar barındırmıştır.
Bununla birlikte klasik fizik savunucuları olup, bu yepyeni sistemi tamamen
reddedenler de “Tanrı’ya işaret eden akıl almaz tasarım” ve “Tanrı’ya ihtiyacın
olmadığı mükemmel düzen” olarak iki grup halinde kuantum fiziğinin karşısında
yer alır. Einstein da bu ikinci grubun ilk kategorisinde yer alacak ve bu
niyetle kuantum kuramcıları ve destekleyicileri ile amansız fikri mücadelelere
adını yazdıracaktır.
Tanrı Evrenle Zar
Atmaz: Newton Mekaniği ve Kuantum Fiziği Bağlamında Einstein-Bohr Tartışması
Einstein, bilindiği üzere fizik tarihinde ciddi bir
otoritedir. Max Plank’ın 1900 yıllarında yaptığı ve kuantum fiziğinin
temellerini oluşturan deneyini, ilk ciddiye alan kişi olan ve kendisinin 1905
yılında yayınladığı Foto-elektrik Kuramı ile kuantum fiziğine önayak olmasına
rağmen, sonraki yıllarda, bu durumdan pek hoşnut olmayan fizikçi, bu yeni fizik
sisteminin boşluklu yapısının rastlantı ile doldurulması fikrini daima kuşku
ile karşılar. Onun için evren her zerresine kadar belirlenmiştir ve hayatımızı
kolaylaştıran ciddi bir nedensellik olgusu söz konusudur. Bağlı olduğu klasik
fizik geleneğini her ne kadar sorgulanmaz ve yıkılmaz bir otorite olarak
görmese de, zihninde var olan her şeyin bir sebebi olduğu ideasını görmezden
gelemeyecektir. Sahip olduğu metafiziksel varlık anlayışının neliği konusu net
olarak açıklanamaz, ancak Einstein görünmeyen bir varlığın mevcudiyeti fikrini
zaman zaman dile getirir: “Her şey kontrol edemediğimiz güçler tarafından
belirlenmiştir. Her şey böcekten yıldıza dek belirlidir. İnsan olsun sebze olsun
yıldız tozu olsun, görünmez bir flütçünün uzaktan çaldığı gizemli bir havanın
ritmiyle dans ediyoruz.”[95]
Bununla birlikte Einstein, evrenin başlangıcına dair kimi
söylemlerinde muhtemelen aynı belirlenimcilik ön kabulünden yola çıkarak şansa
ya da rastlantıya yer vermeyecektir. Açıkça görünen o ki, evrende mükemmel bir
düzen ve netlik gören fizikçimiz aynı evrenin kavranabilir bir mantığının
olduğunu düşünür. Bu mantık ona göre tam olarak bilinemiyor olsa da orada bir
yerdedir ve şans ya da rastlantı ona göre asla bir alternatif değildir. Bu
düşünceler onun şu ifadeleriyle daha da açıklık kazanır: “ Evrenin düzeni ve
netliğinin, sayısız boyutu içinde, körü körüne bir rastlantının oluştuğu fikri,
bir matbaadaki patlamadan sonra tüm harflerin yere sözlük düzeni içerisinde
düşmesi kadar az inandırıcıdır.”[96] Anlaşıldığı
üzere fizikçimizin evreninin düzenine ilişkin hayranlığı onun yeni bilimsel
verilere tepki ile yaklaşmasına temel teşkil edecektir:
Bir oluşuma sebep olan olayların sayısı çok fazla olunca
bilimsel yöntem bizi çoğunlukla yanıltır. Örneğin hava durumunu düşündüğümüzde,
önümüzdeki birkaç gün için bile kesin bir kanıya varılmaz. Öte yandan öyle bir
neden-sonuç bağlantısı ile çevrilmişiz ki, bu bağlantının ögelerinin bizim
bildiğimiz şeyler olduğunu kimse inkâr edemez. Bu alanda olan olaylar kesin
tahmin yapılamayacak şeylerdir ve bunun sebebi de olayların içindeki ögelerin
fazlalığıdır: Doğadaki düzen eksikliği değil.[97]
Hayatı boyunca tüm evreni açıklayabilecek tek bir yasa
bulma ümidiyle enerji sarf eden Albert Einstein, her ne kadar Nobel Ödülü’ne
kuantum fiziğine yaptığı katkılardan dolayı layık görülse de, evrenin şans ve
rastlantısallık tarafından idame ettirildiğini kabul edemez.[98] Nitekim
İzafiyet Teorisi’nin kanıtlanması için gözlem yapıldığı esnada bir gazetecinin
ona izafiyetin doğru olmadığı kanıtlanırsa ne yapacağını sorduğunda böyle bir
durumda Tanrı’ya acıyacağını zira kuramın baştan sona doğru olduğunu belirtir.[99] Onun gibi
düşünürler ile birlikte, kuantum fiziğini reddederken asıl gerekçeleri, âlemin
indeterminist bir yapıda olduğu iddiasının bilgi eksikliğinden kaynaklanıyor
olduğudur. Bu nedenle bahsi geçen teorinin tamamlanmamış olduğunu iddia
ederler. [100] Fizikçinin
bu yeni teoriye karşı tutumunu Daniel Lipkin’e 5 Temmuz 1952 tarihinde yazdığı
şu cümleler ile net bir şekilde anlamak mümkündür: “Bu teori bana tamamen
tutarsız düşünce unsurlarından yola çıkarak bunları titizlikle ele alan, aşırı
zeki bir paranoyağın hayal sistemini anımsatıyor biraz.”[101]
Einstein bu düşüncelerini yazılı ya da sözlü hiçbir durumda
açıkça söylemekten ve tartışmaktan çekinmez. Özellikle karşı çıktığı bu yeni
kuramın savunucuları ile girdiği birçok münakaşaya rağmen, teoriye giderek daha
da şüpheli yaklaşmıştır. Teorinin tutarsızlığına dair Lipkin’e yazdığı mektup,
düşünürümüzün ölümünden üç yıl önceye tekabül etmektedir. Dolayısıyla o,
hayatının son demlerine kadar bu teoriyle mücadele etmeyi bırakmayacaktır. Onun
kuantum fiziğine karşı cenk ettiği en önemli tartışmalardan biri Niels Bohr’un
da katıldığı VI. Solvey Kongresi’dir. Bu kongre fizikçimizin kuantum fiziğine
karşı formüle ettiği ünlü cümleciğin kamuoyuna sunulduğu yerdir. Bohr’a karşı
kullandığı bu cümlecik ile Einstein, rastlantısallığın ve olasılığın muhtemel
varlığının imkân vermediği düzen fikrinin yerle bir edilmesine karşı
serzenişini en mükemmel şekilde sunar. Ve o sözcükler şunlardır:
“Tanrı evren ile zar atmaz.” (Gott würfelt nicht!; God
doesn’t play dice!)[102]
Einstein, bu sözleri ile kuantum fiziğinin sunduğu,
olasılık üzerine süregelen ve rastlantısal bir şekilde oluşan evren anlayışını
reddeder. Nitekim bu yeni evren anlayışı nesnel gerçekliği ortadan kaldırır.[103] Evrende
mutlak düzen ve tabi olunan fizik yasaları vardır. Ancak dikkat edilmesi
gereken bir nokta şunları ifade eder. Bu yasalar öylesine düzenlidir ki
süregelen yaşamda ya da öncesinde kısaca süreç içerisinde -her ne kadar Newton
için öyle olmasa da- dışarıdan müdahaleye imkân tanımaz. Ancak güçlü rakipleri
için bir üstünlük elde edebileceği umuduyla söylediği bu sözler karşısında,
kuantum taraftarları altta kalmayacak ve rastlantısallığın en önemli
temsilcilerinden olan Niels Bohr tarafından tarihi cevap gelecektir:
“Siz kendinizi ne sanıyorsunuz da Tanrı’ya ne yapması
gerektiğini söylüyorsunuz!”[104]
Albert Einstein rastlantısallığın çöküşünü görmek için
zamanını harcamaya devam eder. Bu yolda kuantum fiziğinin eksik olduğunu
kanıtlama yoluna girişir. Boris Podolsky ve Nathan Rosen ile birlikte “EPR
paradoksu”[105] adında
yepyeni bir fikir geliştirir. Bu teori Einstein’ın sürekli genellediği atom altı
parçacıkların hareketlerinin rastlantısalmış gibi görünüyor olmasının, onların
tabi olduğu yasaların bizim bilgimizin nesnesi olmamasından kaynaklanıyor
olduğu fikrinin kuramlaştırma çabasıdır. Bu paradoks ile evrende öngörülebilir
ve determine edilmiş bir düzen varsa bu bizi bir düzen kurucuya götürür. Oysa
rastlantısallık nihaî olarak bir kaotik ortam oluşmasının postülasıdır.
Einstein’ın kavgası da bu şekilde formüle edilebilir. Sonsuz küçükler ya da
kestirilemez büyükler arasında oluşabilecek en ufak bir olasılıksal devinim her
şeyi idare eden aklın devre dışı bırakılmasıdır. Bu nedenle rastlantısalmış
gibi görünen olaylar için bilgi eksikliğimiz (EPR) demesi şaşırtıcı
olmayacaktır. Aynı sebeple Einstein, Heisenberg tarafından ortaya atılan belirsizlik
ilkesini de çürütme niyetindedir.
Einstein VI. Solvey kongresinde Niels Bohr ve diğer kuantum
kuramcılarına bir düşünce deneyi ile gelir. Bu deneyden maksat belirsizlik
ilkesini çökertmek ve dolayısıyla kuantum mekaniğine ilk ciddi darbeyi
vurmaktır. Bu deney esnasında Einstein bir terazinin ucuna asılı üstünde delik
bulunan içi ışık dolu bir kutu tahayyül eder. Bu kutunun iç duvarları o kadar
mükemmel bir şekilde tasarlanmıştır ki, ışık, duvarların son derece iyi
yansıtabilme özelliği ile kutuda hapsolur. Üstteki delikte de bir saat
tarafından idare edilen bir açma kapama mekanizması vardır. Bu mekanizma
belirli aralıklar ile açılır ve kutunun içinden tek bir foton dış dünyaya
salınır. Mekanizmanın bağlı olduğu terazi, fotonun bırakılması ile kontrol edilir
ve böylece yeni durum yani değişen kütle ve zaman dolayısıyla enerjinin kesin
bir şekilde ölçülebileceği Einstein tarafından iddia edilir.[106] Bu deney
yolu ile belirsizlik ilkesinin ortadan kaldırıldığına her şeyin belirlenmiş bir
aklın ürünü olduğuna inancını temellendirdiğini düşünen fizikçi, Bohr’u alt
ettiğini düşünür. Böylece ona göre evren yeniden bir düzene girmiş olur.
Ancak Bohr’un bu yeni ve güçlü kurama cevabı gecikmez.
Einstein’ın genel görelilik kuramından yola çıkarak E=mc2 formülü doğrultusunda
ulaştığı bu yeni çözüm, yine aynı şahsın göreliliği ile ortadan kalkacaktır.
Einstein’ın genel görelilik kuramına göre bir nesnenin hızı bağlı olduğu kütle
çekimi alanındaki konumu ile orantılıdır. Yani aynı kütle çekimi içerisinde
zaman, nesnenin hızına göre farklı farklı tezahür eder. Dolayısıyla kutudan bir
foton bırakan Einstein, kutunun ağırlığının azalmasına neden olmak ile birlikte
zamanın ölçümünün belirsizleşmesine de ortam hazırlamış olur. Hal bu olunca
kutunun kütle çekimi alanı içindeki konumu da değişmiş olur[107]. Sonuç olarak belirsizlik
kuramının doğruluğunu teyit eden Bohr, Einstein’a karşı minik bir zafer
kazanmıştır.
Albert Einstein kuantum fiziğine karşı çıkarken ele aldığı
konulardan biri de çift yarık deneyidir. Einstein bahsi geçen deneyde ekranın
serbest bırakılarak deneyin yeniden yapılması gerektiği fikri ile Bohr’a karşı
çıkar. Ona göre dikkatli bir gözlem yapılırsa fotonun yani elektronun hangi
yarıktan geçtiği tespit edilebilir. Onun fikrine göre, yollanan foton sol
delikten geçerse bu onun çok az sağa sapmasına neden olur. Çünkü geri tepilen
ekranın bir miktar sağa saptığı ilkesel olarak düşünülüyordu. Sağa hareket ise
diğer deliğin geçildiğini gösterir. Dolayısıyla gerçeklik ya A dünyasına ya da
B dünyasına karşılık gelecektir. Yani deneyin nihayetinde elde edilen fotonun
davranışlarındaki belirsizlik, deneyin kalitesizliği ile
gerekçelendirilecektir. Ancak Bohr, Einstein’ın bu yeni versiyon fikrine karşı
çıkmış ve geri bildirim ekranının serbest kalması durumunda onun da foton gibi
aynı belirsizlik durumuna dahil olacağını ifade etmiştir. Kısaca ışığın dalga
şeklinde doğası olduğu kabul edilirse ekran sabit olduğu takdirde fotonlar
kendini girişim örtüsünde gösterir ya da ekran serbesttir ancak fotonlar için
sabit bir yörünge vardır ve fotonların dalga özelliği ortadan kalkarak parçacık
şeklinde hareket ederler. Kısaca birbirini tamamlayan ve ışığın doğası hakkında
her iki alternatifi değerlendiren iki deney söz konusudur. Buna rağmen
Einstein’ın itirazı ne yazık ki, karmaşık evrende bir o kadar karmaşık şekilde
görünen foton yollarına dair hiçbir şey söylememektedir.[108]
Einstein’ın bu itirazından yola çıkarak şunu rahatlıkla
söyleyebileceğimizi sanıyoruz. Einstein, bir düzen fikrinde ısrar ettiği için
pratik olarak küçüklerin dünyasına dair sunulan bu yeni fiziğin karmaşık
doğasını, teoride yeni alternatifler sunarak reddetme girişiminde bulunmuştur.
Zira Einstein tüm hayatını, felsefesini, fizik ve doğaya dair düşünüşlerini
epistemolojik olarak temellendirdiği bir düzen, estetik bir harmoni
düşüncesinden kolay bir şekilde vazgeçmeyecektir. Karşılaştığı bu küçükler
âlemi ile ilgili yepyeni fizik mekaniği, yasalaştırılamayacak kadar karmaşık ve
belirsiz olduğundan, kanaatimizce, yaşamı süresince bulmaya çalıştığı “her
şeyin kuramı” fikrinin bir ütopyadan ibaret olduğu gerçeğini sunan kuantum
fiziği ile yüzleşmesi hayli zor olmuştur.
Einstein hayatı süresince Tanrı’nın zar atmadığını
ispatlayamamış ancak, zar attığına da ikna olmamıştır. Yeni ve bir o kadar da
güçlü bir sistem ile karşı karşıya olduğunun bilincinde olan fizikçi kuantum
mekaniğini görmezden de gelmemiştir. Bu yeni sistemi inkârının altında teolojik
gayeler mi vardır, bilinmez ancak ideolojik açıdan içine sindiremediği
realiteler olduğu açıktır. Nitekim o her fırsatta Tanrı’nın zar oynamadığına
dair görüşlerini beyan etmiştir. 1942 yılında Kuantum kuramcılarının
teorilerinden biri olan gözlemcinin gerçekliğe etkisinin ve olaylarının
rastgeleliğinin İzafiyet Teorisini çürüteceğine dair görüşlerine cevap olarak
Cornelius Lanczos’a yazdığı mektupta: “Tanrı’nın kartlarına gizlice bakmak
zordur. Ama dünyayla zar atmayı seçebileceği bir an için bile inanamayacağım
bir şeydir”[109] diyerek
tepkisini ortaya koyar.
her daim bir sistem ve bu sistem içerisinde bulunan
mükemmel düzene hayranlığını dile getirmiştir. Kuantum sistemini çürütmek için
yeterli rasyonel argüman oluşturamadığında ya da deneysel bir takım verilerin
emin olduğu kuramları çürüteceği ima edildiği sırada ise sessiz kalmamış,
Tanrı’nın zar oynamadığının bir başka ifadesi olan şu sözleri sarf etmiştir:
“Tanrı kurnazdır, ama kötü niyetli değildir.”[110] Einstein, evrenin
anlaşılabilirliğine dair sınırsız itimadının anlaşılmayan karanlık noktalar ile
yıkılmasına izin vermez. Henüz açıklayamadığımız bir takım olayların açıklanamaz
olduğunun ifade edilmesine karşı fizikçimiz, el yazısıyla Almanca olarak
Doğa’nın sırlarını gizlemesinin sebebinin Tanrı’nın hilekâr olmasından değil,
yüce olmasından kaynaklandığını yazar.[111] Ancak daha
sonraları Valentina Bergmann adındaki bir şahsa Tanrı’nın bizi kavrayamadığımız
bir takım olaylara inandırdığı dolayısıyla bu düşüncesini değiştirdiğini
söyler: “Sonradan aklıma gelen düşünceler var. Belki Tanrı kötü niyetlidir.”[112] [113] Bize göre,
düşünürümüzün üzerinde durduğu nokta bilgisine sahip olmadığımız durumları
inancımızın nesnesi kılmamızdır. Bazı durumları rasyonel bir düzlemde
açıklayamamamıza rağmen varlığına inanıyor olduğumuzdan yakınır. Nitekim
kendisi ve arkadaşlarının oluşturduğu EPR paradoksu bunun açık örneğidir. Zaten
o, Tanrı’ya kuantum kuramının ifade ettiği gibi bir evren yaratmayı
yakıştıramaz. Kanaatimizce onun için Tanrı, rasyonel olanın arkasında yatan
düzendir. Başka türlüsünü yaratmış olamaz:
Eğer daha kötüsü en kötüsüne ulaşacaksa, Tanrı’nın doğal
yasanın olmadığı bir dünya yaratmış olabileceğine hâlâ inanabilirim. Kısaca,
bir kaos. Ancak kesin çözümleri olan sabit yasalar olmalıdır, yani Tanrı’yı her
bireysel durumda zar 113
atmaya zorlayacak yasalar, bunu son derece tatsız
buluyorum.
Görüldüğü üzere Einstein, yeni mekaniği reddederken,
evrenin kaynağı her ne ise- ki o burada Tanrı’dan söz eder- kuantumun kabul
edildiği durumda özel her şartta yeniden üretimin gerçekleşmesi gerektiğini
ifade eder. Evrenin kaynağı olarak Tanrı, eğer âlemin idaresi için sistemli ve
kavranabilir yasalar koymadıysa her yeni durumda yeniden bir çözüm üretmek
zorunda kalacaktır. Ona göre bu anlaşılmaz ve tatsız bir durumdur. Daha
rasyonel olan, kanunlar doğrultusunda evrenin devamlılığının sağlanmasıdır.
Einstein, ısrarla yeni mekaniğin oluşumunun arka planında
teolojik gayeler mi yoksa gerçek anlamda bilimsel veriler mi yattığına dair
içinde barındırdığı şüpheleri 1928 yılında Schrödinger’e yazdığı şu mektupta
vurgular: “Şu N. Bohr ile W. Heisenberg’in yatıştırıcı ve sakinleştirici
felsefesi -bu bir din midir?- eğer bu kuram sonunda bir an için inanana bir
yastık vermeyi kuruyorsa, o kimse iki kulağı üstüne yatıp uyuyabilir ve artık
kolayca da uyandırılmayacaktır.”[114] Ancak kendisinin de yeni
kuramı reddederken sahip olduğu ideolojik kaygıları dile getirmekten geri
durmayacaktır: “Bazı fizikçiler ve onlar arasında ben de uzay ile zaman
içindeki fiziksel gerçekliğin doğrudan tasarımı ve temsili fikrini, şimdilik ve
ebediyyen terk etmemiz gerektiğine inanamayız: yoksa doğadaki olayların bir
şans oyununa benzer olaylar olduğu görüşünü kabul etmemiz gerekir.”[115] O, fizik
camiasının yeniliklerine daima açık bir bilim insanı olmakla birlikte, hak
edildiği durumda da takdir etmekten asla geri durmamıştır. Kuantum kuramının
başarılarını da birçok yazısında ve söylemlerinde överken, genel anlamda bir
eksikliğin bulunduğunu ifade etmekten de sakınmaz. 1936 yılında yazdığı
Franklin Enstitü Dergisi’nde yayınlanan bir makalesinde yeni kuramla alakalı
sözleri duruma örnek teşkil eder:
Belki de daha önce hiçbir kuram kuantum kuramının sahip
olduğu ve yaptığı gibi, deneyin birbirine benzemeyen ve karışık böyle bir
fenomenler grubunun yorumu ile hesaplanması için bir anahtar vermeyi
gerçekleştiremedi. Buna karşın, yine de kuramın fizik için tek biçimli, düzenli
ve belirgin bir temeli araştırmamızda bizi hataya sürüklemeye ve aldatmaya
yatkın olduğuna inanıyorum; çünkü kanımca kuvvet ile maddesel noktalar (klasik
mekaniğe kuantum düzeltmeleri) temel kavramlarının dışında kurulabilen yalnızca
tek bir kuram olmasına rağmen o, gerçek şeylerin eksik bir tasarımı ve
tamamlanmamış bir temsilidir. Tasarımın tamamlanmamışlığı ve kusuru zorunlu
olarak yasaların istatistik yapısı ile doğasına (eksikliğine ya da
tamamlanmamışlığa) götürür.[116]
Einstein, Londra’da gerçekleştirilen bilimsel bir
konferansta, kuantum mekaniğine dair mücadelesini ve ikna olmamışlığını “Şu
anda olayların kendilerini doğrudan betimleyen ve olgularla uyumlu determinist,
yani belirlenimci (nedenselci) herhangi bir kuramdan yoksunuz”[117] ifadeleri
ile vurgular. Onun için, bir yasanın sadece küçükler dünyasına yani atom altı
parçacıklara uygulanıp genelden ayrı, genellikten yoksun olması akıl almaz bir
durumdur. Gözlemlenebilecekken var olan elektronların kabulü, ona göre,
büyükler dünyasında gözlemin, gerçekliği etkileyemediği olgusu ile bağdaşmaz.
Dolayısıyla Einstein için kuantum teorisi, mikro ve makro evreni
temellendirecek ve evrendeki düzeni açıklayacak bir kuram olmaktan oldukça
uzaktır.
Kısaca, Tanrı, insanın hayatını rastlantısallığın
olağanlığına bırakmaz demek isteyen Einstein, bu yeni fiziğin kabul edilip
genele vurulması ile birlikte insan hayatının amaçtan ve anlamdan yoksun,
tamamen “an”lık yaşanabileceği ve o “an”da her şeyin vukua gelmesinin de mümkün
olduğu bir evrenin tahayyülünün bile ne kadar korkunç boyutlarda olduğunun
idrakindedir. Nitekim bahsi geçen durumda ne herhangi bir moral kaygı, ne
insanı mutsuz kılacak karşılaşmalar için teskinleyecek inançlar sistemi, ne de
Einstein’ın tabiri ile düzen arkasındaki gizemin mükemmel deneyimi söz konusu
olamayacaktır. Nitekim o, Max Born’a yazdığı bir mektupta bu durumu şöyle ifade
eder:
Kuantum mekanikleri son derece takdire değerdir. Ancak
içimden gelen bir ses bana doğru bu değil Jacop diyor. Kuram çok fazla veriyor
ama bizi Antik olanın (Ancient One) gizlerine hemen hemen hiç yakınlaştırmıyor.
Ne olursa olsun O’nun zarla oynamadığına eminim.[118]
Sanıyoruz ki Einstein’ın Tanrı’ya kötü niyet
atfetmemesindeki kaygının arka planındaki sebepler yeni kuram ile ortaya atılan
kafa karışıklığına kaynaklık eden teorilerdir. Bu başlık altında verdiğimiz
bilgiler doğrultusunda Einstein’ın Tanrı’nın zar oynaması ile alakalı verdiği
mücadelesinin arkasında dinî kaygılardan ziyade, bilimsel temeller olduğu
söylenebilir. Ancak ifade tarzının mistisizmi ve gizemi çağrıştırması da
düşünce dünyasının metafiziksel bir takım ögeleri kapsıyor olduğu gerçeğini göz
ardı etmememiz gerektiğini bizlere telkin eder. Dolayısıyla buradan Einstein
dünyasında bir düzen ve düzenin idame ettirilmesi gerekliliği sebebiyle bir
“gizem ”in mevcudiyeti inkâr edilemez. Kendi ifadelerinden de anladığımız
üzere, bilimin de kişiyi bu gizeme götürmesi gerekliliği açıktır. Bir sonraki
başlıkta sözü geçen gizemi anlamak amaçlı, düzenin varlığının zamansal süreci
ele alınarak, gizemin niteliklerini kavranmaya çalışılacaktır.
İzafiyet Teorisi’nin Evrenin Başlangıcı ve Sonluluğu ile
Bağlantısı
Tanrı’nın evren ile zar atmadığını ve dolayısıyla evrende
var olan düzeni ifade eden keşfedilmeyi bekleyen zorunlu bir takım yasalar
olduğunu düşünen fizikçimiz, döneminin fiziğini revize etmek amaçlı bir takım
girişimlerde bulunmuştur. Bu girişimlerinin temelinde yatan düşünce ise evrenin
düzenliliği ile birlikte onun belirlenmiş olduğu fikridir. Nitekim kendisi de
verili bu âlemin bir başlangıcının ve sonucunun olduğu düşüncesine sahiptir.
Çünkü belirlenmişlik, epistemolojik ya da ontolojik olarak kendinden önceliği
gerektirir. Dolayısıyla Einstein, Newton fiziğinin yasalılığından yola çıkarak
ortaya attığı İzafiyet teorisi ile yine Newton fiziğinin açıklarken çelişkilerden
kaçınamadığı bir takım fiziksel olaylara karşı yeni bir yorum getirmiştir.
Evrenin bir başlangıcının ve sonunun olduğu düşüncesi de bu yeni kuram
çerçevesinde şekillenmiştir. Nitekim o, önceden belirlenmiş olan evrenin bir
başlangıç ve sona sahip olduğunu İzafiyet Teorisi ile kabul etmek zorunda
kalmıştır:
Her şey hem başlangıç hem de son üzerinde hiç kontrolümüzün
bulunmadığı güçler tarafından belirlenmiş durumda. Bir böcek için olduğu kadar,
bir yıldız için de belirlenmiş. İster insanlar, ister bitkiler, ister evren
tozu olsun, görünmeyen bir çalgıcının uzaktan söylediği gizemli bir ezgiyle
dans ediyoruz.[119] Einstein’ın
ismi ile özdeşleşen ve en büyük buluşlarından biri olarak kabul edilen ünlü
İzafiyet Teorisi, ifade ettiğimiz üzere kendisinin de bağlı olduğu klasik fizik
geleneğinin bir takım görüşlerinin sarsılmasına neden olur. Özel ve genel
görelilik olmak üzere iki kategoride incelenen yeni keşif, adından da
anlaşılacağı üzerine zaman ve mekân konusunda bir çeşit izafilikten bahseder ve
bu izafilik ışık hızından çok daha düşük hızda hareket eden cisimlerde
uygulanmaz. Konu ile alakalı daha ayrıntılı bilgi vermeden önce, şunları
söylemeliyiz. İzafilik gözlemciye bağımlı bir durum olduğundan tek tek her
gözlemci için farklı bir zaman akışından söz ediyoruz. Bu durum çok ciddi
teolojik problemler oluşturur. Newton Tanrı’nın mutlaklığına halel getirmemek
amacı ile zaman ve mekânın değişmezliğini bir çeşit postüle edinmişti. Ancak
Einstein ile bu durum farklı boyutlara uzanır.
Öncelikle zaman kavramını ele alan düşünürümüz, kişinin
algısal tecrübeleri ile elde ettiği verilerin eşgüdümsel olarak düzenlenmesi
sonucu elde ettiği bir tür öznel zaman kavramına sahip olduğunu ifade eder. Bu
kavram, fiziksel gerçeklikler ve uzay temel alındığında nesnel zaman kavramını
karşımıza çıkarır. Nesnel zaman kavramı ise bizi arkasında fiziksel nesneleri
barındıran “uzay” kavramına götürecektir. Fiziksel nesneler her ne kadar
algımızdan bağımsız bir varlık olarak orada duruyor olsa da, ondaki geçici
değişiklikleri algılayabiliriz. Einstein, Poincare’e atıfla nesnenin durum ve
konum değişikliği bulunduğunu ve varlığın keyfi hareketleri sonucu onun
konumundaki değişikliği deneyimleyebileceğimizi ifade eder.[120]
Nesnel ve öznel zaman kavramları[121] ve bunun arkasında var olduğu
ifade edilen uzay düşüncesi bizlere ilk olarak Einstein için zaman tasavvurunun
mahiyetini sordurur. Paul Davies’ın ifadelerine göre Einstein, geçmiş gelecek
ve şu an kavramlarının tamamen insanlara özgü olduğunu ve insanın sonsuzluk
sürecinde kaç yaşında hayata veda etmiş olursa olsun, bölünmemiş zaman
uzantısında hiçbir şey değişmediği düşüncesindedir.[122] Bölünmeyen bir zaman kavramı,
İzafiyet Teorisi’nin ifade ettiği anlamı daha iyi açıklamaya yarayacaktır.
Nitekim zaman bir bütün ise, bu bütün içinde bulunan insanın o zamanı
algılayışı ve algıladığını düşündüğü zamanın her bir gözlemciye bağlı olarak
farklılık arz ettiği daha kolay anlaşılır.
Daha açık bir tanım yapmak gerekirse, İzafiyet Kuramı diğer
adıyla Görelilik[123], zaman ve
mekân için mutlaklığın kaldırılması ile oluşan ve Newton mekaniğine meydan
okuyan bir teoridir. Einstein’a göre Newton, kendi uzay kuramını ortaya
attığında zihninde uzay için bulunan onun kütleler dâhil her şeyi etkilediği
ancak fizikî koşullar ya da hallerden etkilenmediği şeklinde bir mutlaklık
niteliği vardı. Dönemin düşünürleri tarafından da fiziksel oluşlardan izole
edilmiş pasif nitelikte olan uzay, James Clerk Maxwell ve Michael Faraday’ın
keşfettikleri elektromanyetik alan kuramı ile ışığın dalga kuramı sayesinde
yepyeni bir özellik kazanır.[124] Ancak o
zamanlarda uzayın ether (esir) adı verilen bir madde ile kaplı olduğunu ve
alanların da uzayın fiziksel halleri olduğu düşünülüyordu. Daha sonraları
Riemann tarafından uzayın eğilip bükülmezliği ve katı bir halde olduğu
özelliğinin ortadan kaldırılması ile yeni bir temel bilgi ortaya çıkarılır. Bu
bakış açısı ile uzay fiziksel nesneler üzerinde etken olduğu gibi onlardan
etkilenir ve fiziksel olaylara katılma fırsatı elde etmiş olur[125]. Böylece
Einstein bu teoriye ulaşma yolunu kısaca şu cümleler ile dile getirir:
Cisimsel nesneler, uzay, öznel ve nesnel zaman
kavramlarının birbiriyle ve deneyimizin yapısıyla nasıl
bağlantılandırıldıklarını göstermeyi ve kanıtlamayı denedim. Klasik mekanikte
uzay ve zaman kavramları bağımsızdılar. Cisimsel nesne kavramı, temel ve esas
kurumlarda (kontrüksiyonlarda) maddesel nokta kavramı ile yer değiştirmiştir;
bu maddesel noktalar vasıtasıyla mekanik, temelden atomistik olmuştur. Mekaniği
bütün fiziğin temeli yapmaya girişildiğinde ise ışık ile elektrik aşılamaz
güçlükler doğurmaktadır. Bu yüzden elektriği alan kuramı ile daha sonra da
fiziği bütünüyle alan kuramı üzerinde temellendirme girişimine ulaştırmış
bulunduk (klasik mekanikle bir uzlaşma girişiminden sonra). Bu girişim bizi
görelilik kuramına götürmüştür (ölçevsel- metrik- yapısıyla sürekliliğin
içindeki uzay ve zaman kavramının evrimi).[126]
Bu teori ile Einstein, Newton mekaniğinin bizlere dikte
ettiği mutlak zaman ve mekân düşüncesinin ne ölçüde değiştirdiğini sunarken şu
ifadeleri kullanır: “Eskiden dünyadaki tüm cisimler yok olduğunda geriye
yalnızca zaman ve mekânın kaldığına inanılıyordu. Oysa Görelilik Teorisi’nden
sonra zaman ve mekân da cisimler ile birlikte yok olmakta.”[127] Zira Einstein, zamanı ve
mekânı da bir cisim kılarak maddeden farklı, gözlemciden bağımsız olmadıklarını
öne sürer. Madde dediğimiz kavrama karşılık gelen gerçekliklerin bir başlangıcı
ve sonu olduğuna biliyoruz. Zaman ve mekân da maddeden farklı ve gözlemciden
bağımsız değilse onlar için de bir son ve bir başlangıç tasavvur etmek durumda
kalırız. Evrenin ezelî ve sonsuz olduğunu düşünen Einstein, Genel Görelilik adı
verilen İzafiyet teorisinin ikinci ayağı olan kuram ile bu düşüncesinden
istemeden vazgeçmek durumunda kalmış ve daha sonraki dönemde evrenin ezelî
olduğu fikrine sahip olmakla en büyük hatayı yaptığını ifade etmiştir. [128]
Burada şu soru daha da anlam kazanmaktadır. Zamanın izafi
oluşunun yani zihinlerimizin Newton dikte ettiği mutlak zaman kavramından
izolasyonunun bizim Tanrı tasavvurumuza ne gibi bir etkisi vardır? Newton ve
ondan sonra gelen birçok düşünürün de ifade ettiği üzere mutlak zaman, Tanrı’yı
işaret ederek mutlak bir gözlemci ile tanımlanırdı. Bir diğer ifade ile mutlak
Tanrı, mutlak zamanı gerektirirdi.[129] O halde, İzafiyet ile ortadan
kalkan mutlaklık yerini nasıl bir düşünce şekline bırakacaktır?
İzafiyet Teorisi ile birlikte teistik dinlerde bulunan her
şeyi bilen ve zamana aşkın olan Tanrı’nın, zamanın içinde oluşagelen olayların
bilgisine erişmesi konusu aydınlanmıştır. Nitekim zamansız bir varlığın zaman
içerisindeki cüziyata dair bilgiye sahip olması kimi düşünürler tarafından
tartışmalı bulunmuştur.[130]
Eğer zaman ve mekân ezelî olmayıp, bir başlangıç ve son
içeriyor ise nedensellik gözü ile bakan bizler için bu durum onların
başlangıcına ve sonuna sebep olan başka bir varlık düşüncesini gündeme taşır.
Nitekim fizikçimiz için durum bundan farklı olmamıştır. Genel Görelilik Kuramı
ile evrenin mutlak olmayıp bir başlangıca sahip olduğu Einstein tarafından
temellendirilince, evrenin bir patlama ile oluştuğu iddiasını öne süren büyük
patlama teorisi düşünürümüzün zihin dünyasına yeni bir kapı aralar. Bu sebeple
evrenin başlangıcı ve sonu olduğu fikrinin Einstein tarafından benimsenme
süreci iki ayrı başlık altında incelenerek, evrene dair onun için yeni olan bu
fikrin Einstein’ın Tanrı tasavvuruna ne denli etki ettiği konusunda bir arka
plan sunulacaktır.
Big Bang Teorisi ve
Genişleyen Evren Kuramı
Modern fiziğin ortaya çıkması ile birlikte insan zihni, var
oluşunun kurulu bir plan mı yoksa muhtemel gerçekliklerin var olduğu bir
dünyada rastlantısallığın açtığı şans oyunu mu olduğu sorusu ile mücadele etmek
zorunda kalmıştır. Birbirlerine alternatifmiş gibi görünen bu cevapları
fizikçiler ve din adamları başta olmak üzere birçok ilim adamı temellendirme
girişiminde bulunmuştur. Günümüzde her iki cevap taraftarlarının da çoğunluğu
evrenin büyük bir patlama ile başladığı görüşünü kendilerine referans olarak
almışlardır. Big Bang olarak formülleştirilen Büyük Patlama Teorisi,
bilim insanlarını bu olayın gerçekleşmesindeki sebebi araştırmaya
yönlendirmiştir. Evrene sınırsız hayranlık duyan ve bilim camiasına dair birçok
yenilik ile karşımıza çıkan Einstein da evrenin sırlarını çözmek amacıyla bahsi
geçen araştırmanın öznelerinden biri olmuştur.
Bu araştırmayı yapanlar, yani evrene bir başlangıç
atfedenlerin çalışma konularının felsefî yönden en önemli noktası, başlangıcın
kısır bir şekilde zaman ile sınırlandırılmamış olmasıdır. Yani, evren sadece
geçici bir şekilde zamanda başlamamalı, ilk olarak kendi varlığını ve sonra da
evrenin varlığında mündemiç olan yasal düzenliliğin akıl ile idrakine kaynaklık
eden “nedensel bir başlangıç” sunmalıdır.[131] Elbette bu araştırma
silsilesinin kaynağına ulaşmak için de öncelikli yol Einstein’a göre bilimsel
çıkarımlar olmalıdır. Dolayısıyla evrenin bir başlangıcının olması aynı zamanda
onun nedenlenmiş olmasının da göstergesidir.
Düşünürümüz bu yolda ilerlerken ilk olarak kendinden önceki
klasik fizik geleneğini oluşturan Isaac Newton’un kuramlarını inceleme
girişiminde bulunmuştur. Zira Newton’un kuramına göre “kütle”, yerçekimi
kuramında çekim nedeni diye sunuluyor, hem de hareketin birinci yasasında
eylemsizlik için ölçüt olarak kullanılıyordu. Kütle etkinliğinin yüksek
derecede olduğu varsayılan bu her iki durum arasında bir problem olduğunu sezen
Einstein, Newton’un yerçekimi kuramı ile açıkladığı serbest düşüş esnasında
kütleleri farklı olan cisimlerin aynı ivme ile yere düştükleri fenomenini,
Genel Görelilik Kuramı sayesinde çekim kütlesi ile eylemsizlik kütlesinin aynı,
çekim alanı ve ivmenin de eşdeğer olduğunu öne sürer.[132] Newton fiziğinin Einstein
tarafından kabul edilemeyen bir diğer açmazı, yerçekimi kuramına göre enerjinin
yoğun olduğu bir merkez olmak ile birlikte merkezden uzaklaştıkça yoğunluğun
azalması gerekliliği olarak karşımıza çıkar. Ancak gözlem, bunun aksini
söyleyerek kozmolojik prensibin de ifade ettiği gibi madde yoğunluğunun her
bölgede ortalama olarak aynı olduğunu gösterir.[133] Bu durum evrenin durağan ve
sonsuz olduğu görüşünü savunan Newton’un otoritesini sarsmıştır. Einstein’ın
ortaya attığı yeni teori, evren görüşümüzü kökünden değiştiren bir kuram olarak
Newton’un bizlere sunduğu durağan evren modelini genişleyen ve dinamik bir
evren görüşü ile tersyüz etmiştir.
İzafiyet Teorisi ile evrenin genişlediği düşüncesi ilk kez
ortaya atılmamış, 1929 yılında Edwin Powell Hubble tarafından gökyüzünün
incelenmesi sonucu galaksilerin birbirlerinden hızla uzaklaştığı tespit
edilerek keşfedilmiştir. Gökcisimleri birbirlerinden hızla uzaklaşıyorsa, bu
durum çok geçmiş zaman önce onların yoğun bir şekilde bir arada olduklarına
işaret eder. Dolayısıyla bahsi geçen “her şeyin bir merkezde toplanması”
düşüncesi, evrenin başlangıcı olduğu fikrini bilim sahnesine taşımıştır.
Bununla birlikte, evrenin başlangıcında geçekleştiği varsayılan büyük patlama
olgusu evrenin başlangıcında fiziksel gereklilikler olduğu düşüncesini gündemde
tutmuştur. Nitekim Stephen Hawking’in ifadeleri ile, değişmeyen bir evrende
zamansal olarak bir başlangıcın olduğu fikri dıştan cebri olarak yapılan bir
müdahalenin göstergesidir. Oysa mutlak olmayan ve genişleyen evren görüşü,
evrenin, zamanda bir başlangıcının olduğunun işaretidir.[134]
Hubble’dan sonra birçok bilim insanı genişleyen evren
teorisine farklı yönlerden yaklaşarak kuramı temellendirmeye çalışmışlardır.
Kimilerine göre evren bir patlama ile genişlerken kimileri bir büzüşme
evresinin akabinde gerçekleşen genişleme fikrine taraftar olmuşlardır.
Günümüzdeki yaygın görüş ise büyük patlama olarak bilinen Big Bang olayının
hemen akabinde tek bir merkezden yayılan evrenin giderek genişlediği
düşüncesidir. Evrenin ezelî olamayacağı da buradan akıl yürütülerek öne
sürülmüştür. Nitekim büyük patlama öncesi herhangi bir olay ya da yasadan
haberdar olmamızın imkân dâhilinde olmaması durumu göz önüne alındığında
Stephen Hawking ve arkadaşları, Genel Görelilik Kuramı’ndan yola çıkarak bu
kuramda dâhil olmak üzere hiçbir yasa evrenin büyük patlama öncesi ve ya
esnasında yani evrenin başlangıcında bir etkiye sahip olamayacağını öne
sürerler.[135]
Big Bang teorisinin kabulü, Newton mekaniğinden yola
çıkarak ortaya atılan “Olber Paradoksu” olarak formülleştirilen evrenin
yıldızlarla dolu sonsuz büyüklükte bir yapıda olması durumunda gecelerinde
gündüzler kadar aydınlık olması gerektiği itirazını elimine etmiştir. Nitekim
evrenin bir başlangıca sahip olup genişliyor olması dolayısıyla yıldızların
varlığı için de sonsuzdan söz edilmemesi böyle bir itirazın imkânını ortadan
kaldırır.[136]
Kısaca Big Bang olarak ifade edilen evrenin bir
başlangıcının olduğu fikrinin savunulduğu kuram, İzafiyet Teorisi ile ortaya
atılmış ve doğanın zamanda bir başlangıcı olduğu ve evrenin sürekli genişlediği
düşünceleri yaygınlık kazanmıştır. Bu konunun bizi daha çok ilgilendiren kısmı,
evrenin bir başlangıcının olduğu kanısının Tanrı ile alakasıdır. Nitekim Newton
kuramında mutlak zaman ve uzay düşüncesi bu kavramların sürekli var olduğuna
işaret eder. Oysa teistik düşüncede var olan Tanrı kavramı zamana ve mekâna
aşkın olduğu için dönemin bilimi, dinin bu tarz öğretileri ile mutabık değildi.
Ancak İzafiyet Teorisi zamana ve mekâna izafe edilen mutlaklığı elimine ederek
Tanrı düşüncesine bilimsel bir bakış açısı kazandırmıştır.
İzafiyet Teorisi ile birlikte temellendrilen evrenin bir
başlangıcı olduğu görüşünün Einstein tarafından açık yüreklilik ile ifade
edilememesinin arkasında yatan ilginç bir inanç vardır. Spinoza’nın bir çok
görüşünden etkilenen Einstein, onun statik ve durağan evren düşüncesini, daha
doğru bir ifade ile değişmeyen Tanrı
yaklaşımını da benimsemiştir. Bu nedenle evrenin genişliyor olduğu düşüncesi
sistematik olarak Einstein’ın Spinoza’nın etkisi ve
Newton’un katkısı ile
şekillendirdiği düşünce dünyası ile çelişkiler oluşturur.
Dolayısıyla Einstein, evrenin genişliyor olduğu kuramına kendisini ikna eden
epistemik bir alt yapı buluncaya kadar, statik evren görüşünü desteklemek
amacıyla alan denklemlerine kozmolojik sabit adını verdiği “lama” terimini
eklemişitir. Nitekim sonraları yanıldığını kendisi 137
de kabul edecektir.
Ortaçağ’da Aziz Augustinus’a yöneltilen “Tanrı evreni
yaratmadan önce ne yapıyordu?” sorusu değişmeyen ve sürekli var olan zaman
olgusuna içkin olan bir Tanrı tasavvurunun göstergesidir. İzafiyet Teorisi ile
Tanrı zamanın ötesine taşınmış ve evren ile mündemiç olan uzay-zaman
kavramlarına aşkın bir varlık tasavvurunu ortaya çıkarmıştır. Dolayısıyla
başlangıçtan önce ya da sondan sonra ne olduğuna dair yöneltilen bir soru
fazlasıyla anlamsız olacaktır. Tanrı’nın zamansızlığı ya da 138
zamana aşkın oluşu da bu şekilde kabul görmeye başlamıştır.
Ünlü fizikçi düşünür Paul Davies, evrenin Big Bang olarak
formülleştirilen büyük patlama ile zamanda yoktan bir şekilde varlığa gelen bir
başlangıcının olmasının açıkça yaratma eyleminin gerçekleşmesine işaret
ettiğini söyler. Termodinamiğin ikinci yasasının bizlere sunduğu paradoksun
çözümü de ancak bu fikir ile gerçekleşir. Nitekim termodinamiğin ikinci yasası
bizlere evrenin mutlak düzenlilik halinden düzensizliğe yani kaosa doğru
gittiğini söyler. Fizikçi, henüz evrenin yaşının termodinamik dengeye
ulaşmadığını dolayısıyla henüz bunun için süresinin olduğunu aktarır. Ayrıca
büyük patlama düşüncesi gezegenlerin niçin düşmediği sorusunu da cevaplar.
Davies’e göre patlama ile birlikte gezegenler o kadar uzağa fırlamıştır ki,
uzaklaşma hızları azalmış olsa da henüz düşmeleri için
139
yeterince vakitleri olmamıştır.
Evrenin başlangıcı ile alakalı bu görüş bizlere yepyeni
ufaklar açar. Evren zamanda bir başlangıca sahipse ve daha da ötesi zamanın da
uzam ile birlikte bir başlangıcı varsa bu durum bizleri ilk olarak bir başlatıcı
düşüncesine götürür. [137] [138] [139] Einstein’ın
kendi ifadelerinde evrenin başlangıcına kaynaklık eden doğrudan bir Tanrı fikri
seçik bir şekilde görülmese de, açık yüreklilik ile Einstein’ın evrenin
başlangıcına dair zamana ve mekâna aşkın bir varlık düşüncesi olduğu fikrini
desteklediği söylenebilir. Nitekim birçok söyleminde evrenin varlığını Tanrı’ya
referans ile gündeme getirir. “Tanrı’nın evreni neden başka şekilde yaratıp
yaratmadığı”[140] tarzındaki
söylemleri, bizleri, niteliği belirtilmeyen bir varlık fikrine götürür. Bu
varlık, başka bir başlık altında ayrıntılı bir şekilde irdeleneceği için burada
detaylarına girilmeyecektir.
İzafiyet Teorisi’nin evrenin bir başlangıcı olduğu görüşü
ile birlikte bir diğer ayağı ise bir sonunun olacağı ihtimalidir. Nitekim
başlangıcı olan cisimler için bir son tahayyül etmek aklın kendi kendine
tasavvur edebileceği bir olgudur. Maddesel olan var olduysa, yok olması da
muhtemeldir. Einstein’dan önce var olan klasik fizik geleneğinin temsilcisi sayılan
Newton’un kuramında yeniliklere gitmek ile Einstein, bu durumun olasılığı
üzerinde durur. Dolayısıyla Newton’un keşiflerinin bir kısmında kendisinin de
gördüğü ancak yeni bir yorum getirmediği bazı noksanlıklar ya da yanlışlıklar,
İzafiyet Teorisi’nin büyükler âlemine dair yeni bir yasa kurmaya çalışmasına
imkân tanımıştır.
Newton fiziğinin Einstein tarafından kabul edilemeyen ve
bir önceki başlık altında incelediklerimize ek olarak bir diğer açmazı ise
yerçekimi kuramının doğal olarak bizleri yönlendirdiği madde yoğunluğunun
bulunduğu bir merkez düşüncesidir. Kurama göre enerjinin yani maddenin[141] yoğun
olduğu bir merkez olmak ile birlikte merkezden uzaklaştıkça yoğunluğun azalması
gerekmektedir. Ancak gözlem, bunun aksini söyleyerek kozmolojik prensibin de
ifade ettiği gibi, madde yoğunluğunun her bölgede ortalama olarak aynı olduğunu
gösterir. Eğer uzay sonsuz ise madde yoğunluğu zorunlu olarak sıfırı gösterir.
Ancak böyle bir durumda da evrenin her yerinde madde bulunmayacaktır. Nitekim
evrenin her yerinde ortalama olarak sıfırdan farklı madde yoğunluğu istiyor
isek evrenin küresel olması gerekir. Einstein, evrenin gerçekte her zaman için
her bölgede eşit madde yoğunluğunu barındırmadığını ifade eder. Bu nedenle
evrenin eliptik olabileceğini yani yetkin olmayan bir küresellikten söz
edilebileceğini ancak buna rağmen mutlaka evrenin sonlu olduğunu öne sürer.[142]
Ayrıca Newton teorisinin öngördüğü üzere yıldızlardan
salınan ışıkların boşlukta hiçbir madde ile karşılaşmadan ve etkileşime
girmeden yayılması gerekir. Ancak evren sonlu miktarda madde içerdiği için bir
süre sonra enerjisini tüketerek sönmelidir. Oysa İzafiyet Teorisi bizleri,
salınan enerjinin kaybolmadığını ve evrenin başka bir yerinde yoğunlaşabileceği
sonucuna vardırır. Dolayısıyla evrenin sonlu ancak sınırsız olabileceği
ihtimali karşımıza çıkar. [143]
Einstein tarafından bu konunun teorik olarak nasıl
değerlendirildiği sonucunu inceleyelim. Bu fikrin geometrik olarak
hesaplanmasını çok önemsememekle birlikte İzafiyet Teorisinin evrenin sonlu mu
olduğuna dair sunduğu her iki olanağı da değerlendirmiştir. Birincisi uzaysal
açıdan evren eğer sonsuz ise bu durum ancak evrende bulunan yıldızların ya da
gök cisimlerinin kendilerinde barındırdıkları yoğunlaştırılmış maddenin uzaysal
yoğunluğu ortadan kalkarsa yani “Yıldızların toplam kütlesinin belirsiz ve
sınırsızca dağılıp saçıldıkları uzayın hacmine oranının eğer gittikçe daha
büyük hacimlerde sıfıra yaklaştığı düşünülürse mümkündür.”[144] İkincisi ise
sıfırdan farklı herhangi bir kütlesi olan yani tartılabilir maddenin yaklaşık
yoğunluk değerinin bulunması, ortalama yoğunluğun evrenin hacminden daha küçük
olduğunu gösterdiğinden evrenin sonlu olduğuna işaret eder.[145]
Hawking bu durumu Newton’un kendisinin de farkında olduğu
bir eksiklikten kaynaklandığını aktararak bizler için daha anlaşılır kılar.
Newton 1691 yılında bir mektupta kendi kuramında bulunan yıldızların sabit
olduğu teorisinin doğal bir sonucu olarak hepsinin tek bir noktaya düşmesi
gerektiği sorusuna dair düşüncelerini yazar. Bu durumun sonlu alanda sonlu
sayıda yıldızın bir araya gelmesi durumunda gerçekleşmeyeceğini ancak uzayın da
yıldızların da sonsuz olduğunu ve hepsinin düşebileceği tek bir merkez
olmadığını ifade eder. Daha anlaşılır kılmak amacıyla konuyu biraz açıklamaya
çalışalım. Newton’a göre evren sonsuzdur ve sonsuz evrende sonsuz sayıda
yıldızlar mutlak olarak durur. Sonsuzluk için bir merkez söz konusu
olmadığından bu yıldızları çeken ve düşmelerini sağlayan bir merkez de mevcut
değildir. Yani evren sonsuz ve durağandır. Oysa Einstein’ın İzafiyet Teorisi
ile yakın yıldızların birbirlerini çektiği ve uzakta olan yıldızların da itici
kuvvet uyguladığı kütleçekim kuramı ortaya çıkmış ve evren hareketli, değişken
ve son bulan bir varlık haline gelmiştir. [146]
Son bulan evren düşüncesi, İzafiyet Teorisi ile desteklenen
ve evrenin başlangıcının temsilcisi olarak kabul edilen Big Bang yasası ile de
ortaya konmuştur. Nitekim Big Bang kuramına göre başlangıçta var olan ve
evrendeki yıldızları oluşturan gaz kaynağı giderek tükenmektedir. Yıldızlar bir
süre parlaklıklarını koruduktan sonra sönerek kara delikler, beyaz cüceler gibi
farklı uzay cisimlerine dönüşürler. Köken itibari ile yıldızların oluşumuna
paralel bir varlık gösteren evren de kendisine kaynaklık eden gazın tükenmesi
ile kendini yenileyemeyecek ve karanlığa gömülecektir. Muhtemel olarak
yaşayabileceği başka bir felaket olmaması durumunda, evrenin sonu bu şekilde
öngörülmektedir.[147]
Einstein, sonlu evren düşüncesini destekleyecek kuramsal
bir kanıtın olduğunu da öne sürerek bu düşünceyi cismin kütlesi ve eylemsizliği
ile açıklar. Newton beri süregelen fizik anlayışında nesnelerin kütleçekimleri,
diğer nesneler ile olan etkileşimine indirgenirdi. Doğal olarak da cisimlerin
toplam eylemsizlikleri de kendilerinin diğer cisimler ile etkileşimi olarak
genellenirdi. Görelilik kuramı bize, Verili ve belli bir cismin
eylemsizliğinin, ona yakın bulunan daha fazla tartılabilir kütleler gibi daha
büyük olduğunu öğretir. O, “Genel görelilik kuramının
eşitliklerinden, eylemsizliğin kütleler arasındaki etkileşime -E. March
tarafından talep edildiği gibi- bu toplam indirgenişin çıkarımlanabilmesi,
yalnızca evren eğer uzaysal olarak sonlu ise mümkündür” şeklinde ifade
etmektedir.[148]
Einstein, evrenin uzaysal olarak sonlu olduğuna dair
-güçlükleri bulunsa da- ona daha pratik gelen ikinci bir kanıt daha öne sürer:
Deney alanına giren ya da deneye duyarlı genel görelilik
sonuçlarının, Newton kuramının sonuçlarından sapma ve ayrılmalarını
soruşturursak eğer, her şeyden önce kendini çekim yapan ya da çeken kütleye çok
yakın gösteren bir sapma buluruz ve bu Merkür gezegeninin durumunda
doğrulanmıştır. Fakat eğer evren uzaysal olarak sonlu ise, Newton kuramının
dilinde şöyle ifade edebileceğimiz Newton kuramında ikinci bir sapma daha
ortaya çıkar: kütle çekim alanı yalnızca tartılabilir kütleler tarafından
değil, fakat buna ek olarak, uzayın her tarafına baştan sona benzer ve tekdüze
biçimde dağılmış bulunan negatif işaretli ya da belirtili bir kütle yoğunluğu
tarafından da sanki üretilmiş gibidir. Bu uydurma ve ya fiktif kütle yoğunluğu
aşırı ölçüde ufak olmak zorunda bulunduğu için, ancak çok geniş ve yaygın çekim
gücü olan dizgelerde apaçık göze çarpar. İstatistiksel dağılım yardımıyla
Galaksideki yıldızların kütlelerini bildiğimizi varsayalım; o zaman Newton’un yasasıyla
kütleçekim alanı ve yıldızların sahip olmaları gereken ortalama hızları
hesaplayabilir; böylece Galaksi kendi yıldızlarının birbirlerini karşılıklı
çekmeleri sonucunda çökmek zorunda kalmaz ve halihazırdaki kendi hakiki
boyutlarını, büyüklük ile genişliğini sürdürür. Böyle bir sapmadan evrenin
sonlu olduğu dolaylı olarak kanıtlanabilirdi. Onun uzaysal boyutlarını bile
tahmin etmek mümkün olurdu.[149]
Evrenin sonlu olabileceğine dair Newton’un kütle çekiminden
beslenen ve İzafiyet Teorisi ile harmanlanan bir arkaplan sunduktan sonra
Einstein, evrenin sonlu ancak sınırsız olabileceğine dair alışılmışın dışında
bir cevap verir.[150] Herhangi
bir nesnenin sonlu ya da sınırsız olması nasıl kavranabilir sorusu için
kusursuz şekilde yuvarlak olan küre bir cisim tahayyül edilebilir. Bu cismin
hacmi belli olduğundan sonludur; ancak bu cisim üzerinde hareket eden bir canlı
geri dönmek zorunda kalmadan - başladığı yere tekrar gelme pahasında da olsa-
sınırsız bir yol kat edebilir. Evrenin de sınırsız ancak sonlu olabileceği
ihtimalinden biz bunu anlıyoruz. Einstein da bu şekilde sonlu bir evrenin
zihinsel bir resmini çizebileceğimizi ifade eder.
Einstein, geometrik ya da kavramsal düşünce seviyesinde
bulunan herhangi bir fikrin doğrudan resmedilmesinin imkânsızlığı ile birlikte,
hayalî bir tasavvurun nesneler ya da fikirler arasındaki bağlantıyı daha iyi
kavramamızı ve dolayısıyla deneyim ile elde edilen pek çok verinin zihnimizde
bağlantılandırılarak birleştirme amacına hizmet ettiğini ifade eder. Bu nedenle
evrenin sonlu olabileceğine dair kesin olmamakla birlikte hayalî bir resmini de
sunma girişiminde bulunur. Bu amaçla bizlere sonsuzluktan ne anladığımızı sorar
ve bu doğrultuda uzayın sonsuz tasavvurunun, yan yana dizilmiş ve uzayı bir
türlü doldurmayan cisimlerden oluştuğunu düşünmek olduğu şeklinde cevaplar ve
Öklidçi geometriden yola çıkarak uzayın sonlu olduğunun imkânını resmeder.
Görelilik kuramının sonuçlarından biri olarak da üç boyutlu resmedilen uzayın
küresel olma ihtimalini sunar ve bunun üzerine bir takım düşünce deneyleri ile
uzayın sonlu olduğunu ifade eder.[151]
Görüldüğü üzere Einstein, kendi kütle çekim kavrayışının
evrenin sonlu olabileceğine dair düşünsel bir kanıtını sunmuştur. Ancak dönemin
bilimi bir teorinin lehinde kuramsal olarak bir kanıt görmeyi yeterli görmemiş,
dolayısıyla o da kesin bir şekilde evren sonludur diyememiştir. Evrenin sonlu
ya da sonsuz oluşu deneyimlenebilir alanın ötesinde olduğundan ne yazık ki her
iki seçeneği de kanıtlamaktan oldukça uzağız. Nitekim Einstein’ın, evrenin
sonlu oluşuna dair meylini göz önünde bulundurursak ve Big Bang ile bir
başlangıcı olduğu savını ele alırsak onun için “gizemli olan şey” her ne ise
evren ile var olan ve varlığı evren ile devam edecek olan uzam ve zamanın
ötesindedir. Zira Einstein, evrenin anlaşılabilirliğinin üstünde ısrarla
durmuştur. “Anlaşılabilirlik” niteliği evren için bir mistisizm kabulünden
uzaktır. Bu nedenle Einstein’ın ileride göreceğimiz üzere bilinenin ötesindeki
“gizemli şey” dediği her ne ise, zaman ve mekân hudutlarına müdahil olamayacağı
kanaatindeyiz.
EINSTEIN’IN TANRI VE
DİN ANLAYIŞI
Düşünme yetisiyle diğer varlıklardan ayrılan insan, varlık
sahnesine çıktığı andan itibaren kendi potansiyelini çeşitli alanlarda test
ederek kudretinin sınırlarına vakıf olunca, kendinden aşkın, yüce bir varlık
arayışına girer. Tarih boyunca devam eden bu arayış neticesinde insanın olduğu
her yerde bir kutsal güç inanışı bir diğer ifadeyle tanrı/tanrılar ve buna
bağlı olarak da dinî gelenekler oluşur. Ancak Tanrı tasavvurlarının ve dinî
geleneklerin niceliği toplumdan topluma değiştiği gibi, tek Tanrı inancını
benimseyenlerin de zihinlerinde tasarladıkları Tanrı’nın niteliği değişiklik
arz eder.
Dinî geleneklerin ya da adı din olmasa da aşkın ve kutsal
varlık/varlıklar anlayışına tabi olma ve hayatını bu inanç olguları
doğrultusunda idame ettirme fikri, sürekli bir tapınma durumu- düşünce
sistemleri her ne kadar birbirlerinden farklılık arz etse de- kimi düşünürler
tarafından kişinin zekâsı ile kendi kendini düşünmesine engel olmak açısından
bir tedbir olarak görünür.[152] Bazı
düşünürler ise bunun insanın mahiyeti itibariyle vukua gelen bir hakikat
olduğunu iddia eder.[153] Ancak genel
anlamda bir tabu yahut ‘kutsal’ ihtiyacı, kaynak ne olursa olsun, insan yaşamı
için vazgeçilmez görünmektedir. Bu fikir yapısı sistemleşerek dinleri oluşturur
ve bu dinler dindarlarına göre şekillenir. Genel anlamda bu tarz dinlerin
merkezine de “Tanrı” adı verilen bir ya da birden çok varlık yerleştirilir.
Tanrı’nın bir olduğunu iddia edenler arasında dahi farklı
ulûhiyet anlayışları oluşur ve bu anlayışlar, özellikle Tanrı-âlem ilişkileri
kapsamında Tanrı’nın rolünü tayin eder. Dolayısıyla determinizm, hür irade,
kötülük ve mucizenin imkanı gibi pek çok konu da Tanrı-âlem ilişkisi
çerçevesinde tartışmaya sunularak zihinlerdeki yüce varlık tasavvuruna yön
verir. Tanrı-âlem ilişkisi kapsamında Tanrı’ya atfedilen nitelikler Tanrı’nın
sıfatları ya da Tanrı tasavvurları -başka bir ifadeyle ulûhiyet anlayışları-
olarak karşımıza çıkar. Bunlar genellikle teizm, deizm, panteizm ve panenteizm
olarak kategorize edilir.
Einstein’ın ilk tanıştığı, aşkın varlık fikrinin muhatabı
olduğu düşünce sistemi, Yahudilik olup, bu dinî geleneğin ihtiva ettiği Tanrı,
teizmin Tanrısıdır. Doğduğu gelenek içerisinde fikir dünyasının şekillenmesinde
büyük rol oynayan Yahudilik, ilerleyen dönemlerde kimi zaman dinî açıdan, ancak
baskın olarak ideolojik açıdan her daim Einstein’ın hayatının bir köşesinde
bulunur. Ancak onun çocukluk yaşlarından itibaren merak saldığı bilim dünyası, ona
yepyeni kapılar açar ve bu yeni alan Einstein için yavaşça Tanrı’nın âlem ile
ilişkisine ket vurur.
Bilim kariyerinin hatırı sayılır bir kesiminde Newton’un
mekanik evren anlayışını kabul eden Einstein, nedenselliğin hâkim olduğu
determinist bir dünya görüşü benimsediğinden, Tanrı-Evren ilişkisi açısından
Tanrı’nın müdahalesine gerek kalmadığı deizm düşüncesi çerçevesinde
değerlendirilebilir. Ayrıca aşkınlık ve içkinlik tartışmaları içerisinde
Tanrı’nın konumunu belirleme çabasında bulunan Tanrı’nın evren ile bir ve aynı
olduğunu ileri süren panteizm akımı, Spinoza’nın Tanrı düşüncesini
benimsediğini ifade eden Einstein’ın uluhiyet anlayışını belirlemek açısından
özellikle önem arz eder. Hem mutlak hem değişen, sınırlı olup aynı zamanda
sınırsız olan, aleme aşkın olduğu gibi içkin olan Tanrı düşüncesini
savunan panenteistik düşünce de
Einstein’ın düşünce dünyasını irdelerken akıllarda bulunmalıdır.
Albert Einstein, sadece bir fizikçi değil, aynı zamanda
kendini toplumu iyileştirmeye adamış bir birey olarak daima yazılarında
Tanrı’dan söz eder. Kendisi Yahudi kökenli bir düşünür olmasına rağmen ancak
hayatının son dönemlerinde bunu sıklıkla dile getirmeye başlamış, hatta bu
dinin dikte ettiği değerlere karşı daima saygısını ifade etmiştir. Hiçbir zaman
toplumdan izole bir bilim insanı olarak yaşamadığı için toplumun yapı
taşlarından olan “Tanrı” ve “din” kavramlarına karşı kayıtsız kalmamıştır. Bu
durum onun farklı zümreler tarafından dindar oluşunun lehine ve aleyhine
kullanılmış ve hal böyle olunca o, meslektaşlarından daha çok dikkate değer
kılınmıştır. Kimi zaman bu durum onun Yahudilik dinine mensup olan bir Siyonist
olarak gündeme gelmesine yol açmış, kimi zaman da İbrahimî teistik din
geleneğinin karşıtı söylemleri ile akıllarda yer etmiştir.
Albert Einstein Yahudi bir gelenekte dünyaya geldiğinden,
ilk karşılaştığı Tanrı kavramı Yahudiliğin tasvir ettiği Tanrı’dır. Dolayısıyla
ilk dinî duygularını bu gelenek içerisinde oluşturmuştur. “Yahudilik” onun için
din olmaktan çok ideoloji ve millet bilincinin oluşmasını sağlayan bir
mefhumdur. Bununla birlikte onun eserlerinde geçen “Tanrı” kavramından kastı
Yahudilikte bulunan Tanrı mı yoksa yeni bir Tanrı tasavvuru mu olduğu bu başlık
altında irdelenecektir. Onun düşünce serüveninin şekillendiren bilimsel
olgulara önceki başlıklar altında yer verildiğinden bu bölümde tarihsel süreç
içerisinde bir fizikçi olarak Einstein’ın kendi ideolojisini temellendirirken
etkilendiği şahıslar ve veriler göz önünde bulundurulacaktır. Önceki bölümlerde
Yahudi doktrinleri ile birlikte Einstein’ın düşüncesini oluştururken
vazgeçemediği bilimsel arka plandan söz etmiştik. Bu bölümde de Einstein’ın
Tanrı anlayışının ne olabileceği ve onun bilim yaklaşımı ile alakası üzerinde
tartışacağız. Ayrıca, ulûhiyet anlayışı konusunda Spinoza’ya yakınlık
hissettiğini ifade ettiğinden, panteizm başlığı altında irdelenen Spinoza’nın
Tanrısını daima göz önünde bulundurmak yarar sağlayacaktır. Şunu da ifade etmek
gerekir ki bu başlığın amacı, Einstein’ın Tanrı düşüncesini Tanrı-âlem ilişkisi
bakımından incelenen Tanrı tasavvurlarından birine konumlandırmaktır. Edinilen
veriler bu doğrultuda temellendirilip, onun Tanrı anlayışı en uygun şekilde
kategorize edilmeye çalışılacaktır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, Einstein’ın Tanrı fikrinin
temelinde evrenin rasyonel olduğuna dair inancı yer alır. Nedenler ve sonuçlar
arasındaki kuşku duyulamaz bağlantı, -ona göre- bilimi mümkün kılan sebeptir.[154] Zira
Einstein’a göre evrendeki mükemmellik, bir aklın kendini evren aracılığı ile
göstermesi şeklinde formüle edilebilir.[155] Daha önceki bölümlerde söz
ettiğimiz üzere Einstein, “Birleşik Alan Kuramı” adı altında evrendeki tüm
varlıkların işleyişinin tabi olduğu tek bir yasa bulma ümidi ile bilimsel
çalışmalarına yoğunluk vermiştir.[156] Sekreteri tarafından
aktarıldığına göre her ne kadar Yahudi dinî kimliği ile ön planda olmaktan
hoşlanmasa da onun bu girişiminin arkasındaki yegâne sebep İbranî gelenekte
bulunan tek bir Tanrı düşüncesidir.[157] Nitekim Freeman Dyson,
Einstein’ın “Tanrı” ya da “Rab” dediği varlığı Yahudilikte bulunan kişisel
Tanrı olarak sunmamış olsa da, “Rab” kelimesinin Yahudilikte geçtiğini bilecek
kadar İbranî literatüre hâkim olduğunu ifade eder.[158] Bu Tanrı’nın niteliklerinde
bulunan tekillik olgusu, onu, tüm evrenin bağlı olduğu tek kuram fikrine
götürür.
Einstein da saygı duyduğu ve Tanrı olarak tanımladığı bir
varlıktan sıklıkla söz eder. Hatta o kadar fazla söz eder ki, Friedrich
Dürrenmatt onun hakkında “Gizli bir ilahiyatçı olduğundan şüpheleniyorum”
demiştir.[159] Kimi zaman
bu Tanrı’ya methiye amaçlı kısa şarkılar besteler, bunları kendi evinde ve
caddelerde seslendirir. Tüm bu eylemlerine kaynaklık eden onun zihnindeki Tanrı
tasavvuru, doğduğu Yahudi geleneğindeki Tanrı düşüncesinin etkisi ile birlikte,
Tanrı’yı doğa ile özdeş gören ve kendi dindaşları tarafından aforoz edilen
XVII. yüzyıl Yahudi düşünürü Spinoza’nın panteizminin etkisi ile şekillenir.[160]
Einstein 1950 yılında M. Berkowitz’e yazdığı bir mektubunda
Tanrı’ya karşı duruşunun agnostik olduğunu ifade etmesine rağmen,[161] onun agnostisizm
derken Tanrı’nın adını verdiği töz, nitelik ya da her ne ise “o”nun mahiyetinin
muğlaklığını kastettiğini düşünüyoruz. Bir röportajında Tanrı ve dünya ile
ilgili okul çağındaki bir çocuktan fazla bir şey bilmediğimizi, ileride de şuan
sahip olduğumuzdan muhtemelen daha fazla şey bilecek olmamıza rağmen olguların
doğasını asla öğrenemeyeceğimizi ifade eder.[162] Bu durumu yani agnostik
olduğu düşüncesini onun açısından Tanrı’nın varlığı konusuna çekmek anlamsız
olacaktır. Nitekim birçok yazısında ya da konuşmasında Tanrı’nın varlığına dair
herhangi bir şüphesini dile getirdiğine rastlamadık. O, “Tanrı” kavramından
kastının teistik dinlerdeki “Tanrı” olmadığını da sıklıkla belirtir. Peki, sözü
geçen “Tanrı” kimdir ya da nedir?
Einstein’ın düşünce dünyasında var olan kutsal varlık
anlayışına tekabül eden “şey”, öncelikli olarak belirtmek gerekir ki, kişisel
bir Tanrı değildir. Zira Newton’un mekaniğini incelerken, irdelenen Sebeplilik
Teorisi’nin, her nedenin, “nedenlenmişlik” ile sonuçlanacağı, dolayısıyla her
sonucunda başka bir nedene yol açacağı anlamına geldiği belirtilmişti. Einstein
da evrene müdahale eden bir Tanrı düşüncesinin reddederken, bu nedensellik
zincirinde böyle bir varlığın müdahalesine ihtiyaç olmadığını belirtir.[163] İleride
ayrıntılı olarak inceleneceği üzere bu nedensellik zincirine insanı da dâhil
eden düşünürümüz, kişilerin yapıp ettiklerinin tamamen zorunlu olarak vukua
gelmesinden ötürü cezalandırılmalarına anlam veremediğini ifade eder:
Niçin bana “Tanrı İngilizleri cezalandırmalıdır” diye
yazdınız? Her ikisiyle de yakın bir ilişkim yok. Ben sadece Tanrı’nın kendi
çocuklarının birçoğunu, bir tek kendisinin sorumluluğunu üstlenebileceği
sayısız aptallıklarından ötürü cezalandırmasını esefle izliyorum. Bana göre onu
bir tek var olmayışı bağışlatabilir.[164]
Görüldüğü üzere Einstein’ın sitemi, eylemlerin kaynağı
olarak görülen Tanrı’nın, insanlarda yarattığı düşünülen davranışları
cezalandırıp ödüllendirilmesi fikridir. Nitekim o, sinekten yıldıza kadar her
şeyin, üzerinde herhangi bir hâkimiyetimizin olmadığı kuvvetler tarafından
belirlenmiş olduğunu vurgulayarak, mükemmel bir harmoni içerisinde var
olduğumuzu belirtir.[165] Eğer Tanrı
kişisel niteliklere sahip olursa, bahsi geçen Tanrı’nın özgür iradesi
olmalıdır.[166] İradî bir
şekilde insanların yapıp ettiklerini determine eden daha sonra da onları
eylemlerinden dolayı değerlendiren bir Tanrı onun sistemine göre olası
değildir. Bu nedenle kişisel özelliklere sahip bir Tanrı’nın kavranılmasının
makul olmadığını vurgular:
Sadece kişisel bir Tanrı’ya inanmamak kesinlikle felsefe
değildir... Bireysel bir Tanrı anlayışı bana oldukça yabancı ve hatta safça
geliyor. [167] Doğaya
hiçbir zaman insanbiçimci (anthromorphic) olarak anlaşılabilecek bir amaç, bir
hedef ya da herhangi bir şey yüklemedim. Doğada gördüğüm şey, sadece çok eksik
olarak kavrayabildiğimiz ve düşünen bir insanı tevazu hissiyle dolduran
mükemmel bir yapıdır. Bu mistisizmle işi olmayan içten bir dinî duygudur.[168]
Einstein’ın burada bahsettiği kişisel olmayan Tanrı kavramı
daha önce de ifade ettiğimiz Tanrı’nın evren ile zar atmadığı ifadesi ile
ilişkilidir. Nitekim fizikçimizin sekreteri Helen Dukas’ın iş birliği ile
Banesh Hoffman tarafından aktarıldığı üzere Einstein’ın kişisel Tanrı’yı
reddetmesinin arka planındaki sebeplerden biri de bahsi geçen Tanrı’nın zar
oynayabileceğidir. Oysa varlıkların mükemmel uyumunda kendini gösteren bir
Tanrı tasavvurunun Jahwe ya da Jupiter olmadığını belirtir. Hoffman, zar
oynayabilen bir Tanrı’nın evrenin uyumunu bozacak olma ihtimaline yönelir.[169] Başka bir
değerlendirmeye göre ise Tanrı kişisel olmadığı için zar atamaz.[170] Yani,
Einstein’ın öne sürdüğü evrenin başlangıcına sebep olan varlık yasalılığın
kaynağıdır. Yasalılık ise evrenin devamını sağlayan parametrelerden biridir.
Einstein için kişisel Tanrı anlayışının handikaplarından
biri de din ve bilim arasında malum olan uzlaşmazlığa kaynaklık etmesidir. Ona
göre etik kaygısı söz konusu olan insanların arasındaki gerginliği azaltmak
için dinî elinde bulunduran kişiler, kişisel Tanrı düşüncesinden vazgeçerek
korku ve umut kaynağı böyle bir varlığı hayatlarından çıkarmalıdırlar. O,
insanların manevî tekâmülünün sonucundaki nihaî noktanın, yaşam ya da ölüm
korkusundan değil, rasyonel bilgiden kaynaklıyor olmasının daha güvenilir
olduğunu düşünür.[171]
Einstein, bu düşüncelere sahip olmakla birlikte, bilimin
hiçbir zaman bahsi geçen bir Tanrı’nın varlığının aleyhine mutlak bir şekilde
kabul edilebilecek bir veri sunamayacağını ifade eder. Onun için kişisel Tanrı
düşüncesi anlamsız olmakla birlikte yetersizdir. Nitekim ona göre doğadaki
mükemmel düzende kişisel bir Tanrı’ya yer yoktur ve insan bu düzenden uzak,
ayrı bir varlık olarak düşünülemez. Ancak tüm bunların bahsi geçen Tanrı’nın
yokluğu için bir delil olarak kabul edilemeyeceğini de ekler:
Kişi, olayların sistemdeki düzenine kapıldıkça, farklı bir
şeyin bu düzenli sistemde hiçbir yeri olmadığına inanmaya başlar. Ona göre
gerek insanın ve gerekse ölümsüz bir varlığın istekleri doğal olaylardan
bağımsız bir şekilde var olamaz. Daha doğrusu bilim, doğal olaylara müdahale
eden bir Tanrı doktrininin aksini hiçbir zaman ispatlayamaz, çünkü bu doktrin
bilimin henüz ayak basamadığı yerlerde hüküm sürer.[172]
Kişisel Tanrı anlayışının anlamsızlığında ısrar etmekle
birlikte Einstein, bilim ve din arasındaki ilişkiyi değerlendirdiği bir
yazısında tarihte kalmış dinleri incelerken “Tanrı” kavramı ile alakalı bir
belirlemede bulunur. Onun için bu çeşitli dinlerdeki kişisel Tanrı algısı,
insanoğluna, gelişiminin ilk aşamalarında ortaya çıkar. Ona göre insanlar,
kendi hayal güçlerini kullanarak, kendilerini koruyup kollayan ve kendilerine
benzeyen insan suretinde tanrılar yaratır ve bununla kalmaz; dualar ve büyü
aracılığı ile bu Tanrıları kendi taraflarına çekmeye çalışırlar. Bir süre sonra
bunlar beşeri olaylarda o kadar etkin hale gelirler ki, insanoğlunun yaşamının
merkezine oturur ve çok belirleyici bir rol oynar. Özellikle de kişisel olan
Tanrı düşüncesinin insanlar tarafından kavranılmasının çok kolay olduğunu
belirten düşünür, böyle bir Tanrı’ya inanmanın dualar edip talepte bulunmakla
birlikte, çeşitli ritüeller ile saygı gösterilip yüceltilmesinin, insan
psikolojisi açısından çok rahatlatıcı olduğunu kabul eder. Kişiselleştirilmiş
bir Tanrı’ya inancın olmaması durumunda insanların metafizik gereksinimlerini
karşılayacak herhangi bir yöntemin bulunabileceği de bilgi dâhilinde değildir.
Dolayısıyla bu inanç deneyüstü bir bakış açısının yokluğunu teselli
edebilecektir.[173]
Bir başka ifadesinde kişisel bir Tanrı’ya inançsızlığın
başlı başına felsefe için yeterli olmayacağını belirtir.[174] Ancak bu tek yaratıcı
fikrinin zayıflıklarının tarih boyunca acı bir şekilde hissedildiğini ve
özellikle insanların ona karşı sorumlu olmasının anlamsızlığını da şu şekilde
vurgular:
Bu varlık tek yaratıcıysa o zaman insanın davranışlarını,
insanın düşüncelerini, duygularını ve isteklerini de içeren her oluş onun
ürünüdür. Öyleyse böyle yüce bir varlığın önünde insanları yaptıklarından ve
düşündüklerinden sorumlu tutmak nasıl mümkün olur? Ceza ve ödül verirken bir
yerde kendisini de yargılıyor olur. Bu onun iyiliği ve doğruluğu ile nasıl
bağdaştırılabilir?[175] ...Kendi
yarattıklarını cezalandıran ya da ödüllendiren, insanlarınkine benzer istekleri
olan bir Tanrı’yı benim aklım almaz. [176]
Salt iyilikten oluşmuş böyle bir varlığa kötü niyet
atfetmektense yokluğunun evla olduğunu düşünen Einstein, insanları yargılayan
Tanrı’nın kendisini de bu yargılamaya tabi tuttuğunu ifade eder. Kişinin
eylemlerinin arkasındaki yegâne gücün hissetmek ve arzu etmek olduğunu ve
davranışlarını da derinlerden gelen bu tür gereksinimleri doyurmak amaçlı ifa
ettiğini öne sürer.[177] Bu nedenle
Einstein, insanların kaderine müdahale eden bir Tanrı düşüncesini kabul edemez.[178] Bize göre,
onun bu düşüncesinin temelinde insanın özgür olmayışı yatmaktadır. Bakıldığı
zaman insan özgür değil ve eylemlerini zorunlu olarak gerçekleştiriyorsa, bu
eylemlerin yönünü değiştirecek, engelleyecek bir varlığın olması da akıl dışı
olacaktır. Zira kişinin eylemlerinin değil, eylemlerinin kaynağının değişmesi
daha olağan bir durumdur. Eylemin kaynağı olarak Tanrı’nın iradesi gösterildiği
takdirde değişen eylem değil, Tanrı’nın kendisi olacaktır. Dolayısıyla İbrahimî
dinlerde bulunan Kadir-i Mutlak Tanrı görüşü Einstein için bu nedenle mantıksal
olarak çökecektir:
Özel bir Tanrı düşüncesi bana, ciddiye alamadığım,
insanbiçimçi (antropolojik) bir kavram gibi geliyor. İnsan sınıfı dışında bir
irade ya da amaç tasarlamaya güç yetiremeyeceğimi de duyumsuyorum. Görüşlerim
Spinoza’nınkilere yakın: Yalnız alçakgönüllüce ve eksiksiz olmadan
algılayabileceğimiz, mantıksal sadelik içindeki düzen ve uyuma inanç ve
güzelliğe hayranlık. Salt insansal bir sorun- bütün insan sorunlarının en
önemlisi- olarak, eksik bilgi ve kavrayışımızla, ısmarlama değerler ve aktörel
yükümlülüklerle yetinmek zorunda olduğumuza • ...
179
inanıyorum.
Einstein, Sözü geçen bir varlığın insan hayatında yer
etmesinin daha çok bilgi eksikliğimiz ile alakalı olduğunu vurgularken, evrenin
yasalarına ve kâinatta bulunan mükemmel düzene hayranlığını dile getirmekten
geri durmaz. Bu hayranlığın nesnesi olan âlemde kendini açık eden bir “yük”ün
olduğu inancını taşır. Bilimin peşinden koşan insanlarda var olan özel bir tür
dinselliğin ancak bilim yoluyla elde edilebileceğini öne sürer.[179] [180] Yani
Tanrı’nın bilgisine sahip olunması için kişinin iradi bir şekilde eylemde
bulunması gerekir. Nitekim Einstein’a göre sahip olduğumuz değerler ve Tanrı
tasavvurumuza dair kavrayışlarımızın tümü, bu gün kendini bizim kanalımızla
göstermelidir. İnsandan izole bir şekilde Tanrı’nın kendi başına tüm bu şeyleri
gerçekleştirmesine insanlar bir kenara çekilerek izin vermemelidir.[181]
Einstein, insanın kabiliyetinin sınırları çerçevesinde
yapabileceklerinden uzak durup, bir kenara çekilerek sahneyi metafiziksel bir
varlığın eylemde bulunmasına terk etmesini anlamsız bulur. Nitekim daha önce de
ifade ettiğimiz üzere ona göre evrendeki en büyük mucize evrenin anlaşılabilir
olmasıdır. Bu nedenle anlaşılamayan noktayı algılanamaz bir varlığa dayandırma
fikrinden hoşlanmaz: “Algılanamaz bir varlığın olduğunu varsaymak...
Algılanabilir dünyada bulduğumuz düzenliliği anlamamıza yardımcı olmaz”[182] diyerek
kişilerin bilime ve sanata ihtimam göstermesine ve bu yolla anlaşılmayanı
anlamaya çalışmasına teşvik eder.
Einstein’ın, kişisel bir Tanrı’ya olan inancın
temellendirilmesinin ihtimalinden bahsettikten sonra, aydın olan insanların
böyle bir varlığa inanmasının ahlâkî bir davranış olmadığını, aynı zamanda bu
düşüncenin onların sonunu da hazırlayacağını belirttiğini ifade etmemiz
gerekir. Einstein, geçmiş zamanlarda dinî kuruluşların ellerinde büyük bir güç
olarak karşımıza çıkan ve birçok yürek sızlatan olayın kökeninde yer alan,
korku ve umut kaynağı bu Tanrı fikrinin, yalnızca karanlıklarda kendini
göstermesinin dikkate alınması gerektiğinin önemine değinerek “kendisini ışıkta
değil, karanlıkta yaratan bir doktrin, insanların üzerindeki etkisini yitirir
ve insan gelişimine sınırsız zarar verir”[183] şeklindeki söylemleri ile
insanları uyarır. Nitekim birçoğu karanlıklar için teselli kaynağı olarak
karşımıza çıkan başta Yahudilik olmak üzere diğer dinlere de saygı göstermekle
birlikte Einstein, onların Tanrı tasavvurunun tamamen insanlarda bulunan batıl
inançların bir kenara itilmesinin tezahürü olduğunu iddia eder.[184] Freud’un
düşüncesinde benzer bir yaklaşım olarak insanların kendi gereksinimleri
doğrultusunda Tanrı’yı yarattıkları fikri mevcuttur.[185] Freud’un Einstein üzerindeki
etkisi, onun Tanrı düşüncesi ve Einstein’ın Tanrı’ya ve dine yaklaşımının
oldukça benzer olması ile netleşir. Nitekim Einstein’a göre de kişi kendi
Tanrısını kendi şekillendirerek yaratmıştır. Teizmin tek Tanrısı ona göre
insanların sahip olduğu ideallerin somutlaşmış ve bir merkezde doktrinleşmiş
halidir.
Einstein’ın Tanrı ile ilgili söylemlerindeki esas nokta,
bize göre, metafizik alanın konusu olan böyle bir varlığın bilgisine sahip
olamayacağımız inancıdır. Onun için mekanik ve maddî olan bu sistemin ötesinde
bir yerlerde, her ne ise “o” olan bir “şey(ler)” mevcuttur. Ancak bu
“şey(ler)in” mahiyetine dair bilgi edinmenin şuan için imkân dâhilinde
olmadığını çünkü sınırlı bilgimizin nesnesi olarak karşımıza çıkmadığını
vurgular. Nitekim söylemlerinde açık bir şekilde bahsi geçen “şeyin” doğanın
kendisi mi, doğada bulunan yasalar mı yoksa tüm bunlardan ayrı olarak fiziğin
ötesinde bir varlık mı olduğunu net bir şekilde ifade etmez. Ancak o, âleme
müdahale eden kişisel bir varlık olmadığına dair inancını da sıklıkla belirtir.
İlginç olan ise, böyle bir varlığın lehinde ya da aleyhinde bilimsel bir
kanıtlamanın yapılmasının henüz mümkün olmadığını vurgulamasıdır. Belki de o,
EPR paradoksunda belirttiği gibi, henüz bizim bilgimizin böyle bir varlığın
bilgisine erişmek için yeterli olmadığını ima eder. Ayrıca bu Tanrı’nın
insanların ihtiyacından doğduğunu yani tamamen insanî bir düşünce olduğunu öne
sürerek, insanın nihaî amacı olan kendi zincirlerinden kurtularak toplum
faydasına çalışması gibi ulvi bir görevi yerine getirip dünyayı daha
yaşanılabilir bir uzam kılmak için böyle bir varlığa ihtiyaç olmadığını öne sürer:
“Daha iyi bir dünyanın kurulmasına çalışırken Tanrı
kavramından yararlanılması gerektiğine inanmıyorum. Bunun, çağdaş bir aydının
davranışları ile bağdaşabileceğini sanmıyorum. Ayrıca tarih de gösteriyor ki,
her topluluk ya Tanrı’nın kendilerinden yana olduğuna inanıyor, ya da böyle
olduğuna karşıdakileri inandırmaya çalışıyor.”18
Evrenin her daim apaçık bir şekilde idrak edilemediğini
vurgulayan Einstein, âlemin kökeni ile ilgili boşluğu Tanrı’ya dayandırarak
açıklama girişiminde bulunmaz. Einstein, dünya Tanrı tarafından yaratıldıysa,
Tanrı’nın amacının onun bizler tarafından anlaşılmasını mümkün olduğunca zor
hale getirmek olduğunu öne sürer.[186] [187] Ona göre Tanrı’nın bizim
duygularımızın nesnesi olması yalnızca evrendeki mükemmel düzenin temaşası ile
mümkündür: “Bir Tanrı hayal etmeye çalışmıyorum. O bizim yetersiz duyularımızın
kavrayabildiği ölçüde dünya yapısının görkeminde 188
durmakla yetinmektedir.”[188]
Einstein “Tanrı” sözcüğünü çoğunlukla bir metafor olarak
kullanır.[189] Onun evrene
yaklaşımı biraz korku, çokça hayranlık ve evren ile birlik düşüncesi içerisinde
bir harmonidir. 1929 yılında yazdığı bir mektupta bu durumu dile getiren
Einstein kendini, tüm evreni yani doğayı Tanrı olarak tasavvur eden Spinoza’nın
çömezi olarak tanımlar ve bu durumu “Ben Spinoza’nın, kendisini, var olanların
olağan uyumu içinde ortaya koyan Tanrısına inanıyorum, insanoğlunun eylemleri
ve yazgılarıyla ilgilenen bir Tanrı’ya değil”[190] sözleri ile dile getirir.
Onun Tanrı kavramı kendisini gözlem ve deney dünyasında aşikâr eden üstün bir
akla derin bir duygu ile bağlı olunan inancı temsil eder. O bu tür bir inancın
halk dilinde “tümtanrıcı” yani panteist olarak nitelendirildiğini ifade eder.[191] “Ben
yarattıklarını cezalandıran ve ödüllendiren ya da bizim kendimizde tecrübe
ettiğimize benzer bir iradeye sahip olan bir Tanrı’yı kavrayamam”[192] der. Çünkü
ona göre bu niteliklere sahip bir Tanrı ile insan ilişkisi çocuğun babası ile
olan ilişkisi gibi karşılıklı saygı temelli olduğundan tamamen kişisel bir
varlıktır. Onun kabul edemediği Tanrı da işte burada tezahür eder. Ona göre
geçmiş gelecekten ne daha fazla ne de daha az belirlenmiş değildir. Şayet kişi
evrensel dindarlığa ya da bilim temelli kozmosa yönelip, aynı zamanda bencil
istek ve arzularının köleliğinden kurtulabilirse, nedensellik gözü ile evrene
bakıp sahip olunması gereken ona göre ideal dindarlığa ulaşır. Ulaşacağı bu
duygu tarih boyunca karşımıza çıkan yaratıcı dinsel zekâların duygusu ile de
oldukça ilişkili ve hatta akrabadır.[193] Bilimden yola çıkılarak
edinilecek bu tarz bir dindarlığın evrende var olan Ruh’ un yansıması olduğunu
belirtir:
Benim dinim, zayıf akıllarımızla sezebildiğimiz, nice
ayrıntılarda kendini gösteren sonsuz, üstün ruha karşı alçakgönüllü bir
hayranlıktan oluşmaktadır. Anlaşılamaz kâinatta açığa çıkarılan üstün bir
yaratıcı gücün varlığına karşı bu derin duygusal inancım, benim Tanrı fikrimi
şekillendirir.[194]
Görüldüğü gibi Einstein’ın Tanrı tasavvuru sebep ve sonuç
itibari ile tamamen bilim odaklıdır. Nitekim o, bilime olan düşkünlüğü sebebi
ile âlemi inceler ve evrendeki düzeni, ayrıntılardaki güzelliği gördükçe onun
bilime olan iştiyakı artar. Tanrı düşüncesi de evrendeki harmoniye olan
hayranlığının bilim yolu ile anlaşılabilirliğinde yatar. Kişisel bir Tanrı bu
tarz bir düşüncede yer bulamaz. Onun dine ve Tanrı’ya olan hislerinin hepsi de
bu meraktan ve hayranlıktan kaynaklanır:
Bireysel bir Tanrı’ya inanmıyorum, bunu hiç inkâr etmedim
ve açıkça ifade ettim. Eğer içimde dinî denilebilecek bir şey varsa bu, bilimin
ortaya çıkarabileceği ölçüde dünyanın yapısına karşı sınırsız hayranlığımdır.[195]
Einstein, kişisel bir Tanrı’ya inanmadığını ve kendi
Tanrısının Spinoza’nın Tanrısı olduğunu sıklıkla belirttiği için, geleneksel
din taraftarlarının ateizm ya da Spinoza’nın maruz kaldığı ithamlar gibi
panteizm oklarının hedefi olmuştur. New York hahamlarından birinin “Tanrı’ya
inanıyor musunuz” sorusu üzerine: “Spinoza’nın Tanrı’sına inanıyorum; yani,
insanların kaderleriyle ve eylemleriyle meşgul olan değil, var olan her şeyin
sistemli uyumunda kendini gösteren bir Tanrı’ya”[196] diyerek teistik
geleneklerdeki Tanrı’yı reddettiğini bir kez daha belirtir.
Spinoza’nın panteizminin kendisini çokça büyülediğini ifade
eden düşünürümüzün Tanrı anlayışı Spinoza’nın beden ve ruh düalizmini ortadan
kaldırdığı ve dönemin Hıristiyan ve Yahudilerinin doğanın Tanrı’nın en güzel
eseri olduğunu düşünmelerine karşın, Spinoza Tanrı’yı doğanın özü olarak görür.
Anne Rooney’in düşüncesine göre ise Einstein, doğayı, kısmen mantık yolu ile
keşfedilebilir ve evreni yöneten yasaların cisimleşmiş hali olarak tanımlar.[197] Ancak o,
Spinoza’dan farklı olarak kendisinin geleneksel dinlerin aleyhinde bir
propaganda yapmadığını ilan etme kaygısına düşmemiştir. Buna rağmen yine de bu
okları bertaraf etmek için açıklamada bulunmuş ve ona yöneltilen “Tanrı’ya
inanıyor musunuz?” sorusuna cevap olarak şöyle demiştir:
Ben bir ateist (tanrıtanımaz) değilim ve kendime panteist
(tümtanrıcı) diyebileceğimi de sanmıyorum. Bir sürü farklı lisanda yazılmış
kitaplarla dolu muazzam bir kütüphaneye giren küçük bir çocuğun konumundayız.
Çocuk, bu kitapları birilerinin yazmış olması gerektiğini bilir. Ama nasıl
olduğunu bilemez. Yazılmış oldukları lisanları anlamaz. Çocuk sadece,
kitapların düzenlenişinde gizemli bir tertip olduğuna dair belirsiz bir şüphe
duyar ama bunun ne olduğunu bilmez. Bana öyle geliyor ki, en zeki insan
evladını bile Tanrı’ya karşı tutumu bu şekildedir. Fevkalade biçimde
düzenlenmiş ve belirli yasalara uyan bir evren görmemize karşın, bu yasaları
ancak belli belirsiz anlayabiliriz. Sınırlı zihinlerimiz, takımyıldızları
hareket ettiren o gizemli gücü algılayamaz. Spinoza’nın panteizminden
etkileniyorum ancak onun modern düşünceye katkılarına daha çok hayranlık
besliyorum. Çünkü o, ruh ve bedeni iki ayrı şey olarak değil “bir” şey olarak
bahseden ilk filozoftur.[198]
Düşünürümüz evreni düzenleyen ve bu düzeni var eden bir
varlık düşüncesine elbette sahiptir. Nitekim o, evrene baktığında mükemmel bir
düzen ve harmoni gördüğünü her fırsatta dile getirir. Nitekim onun gibi her
şeyin tek bir kuram ile açıklanabileceğini ve evrende bulunduğu varsayılan
rastlantısallığın olanağını inkâr eden bir düşünürün âlemin kökenini birçok
bilim adamı gibi hiçliğe dayandırması beklenemez. Einstein, bu sözleri dile
getirirken dikkat edilmesi gereken husus, onun tüm var olanları dayandırdığı
bir varlık düşüncesine sahip olması ve bununla birlikte o varlığın mahiyetini
kavrayamamasıdır. Bununla birlikte onun söylemlerinden anladığımız üzere, beden
ve ruh ayrımının da birleştirilmesine hayranlık beslemektedir. Daha önce de
belirtildiği gibi, Einstein kendisinin bir agnostik olduğunu ifade eder. Onun
agnostisizmi tam da bu noktada devreye girer. Düzenin düzenleyicisinin
niteliklerine dair bir kapalılıktan bahsettiği söylenebilir. Zira kendi
ifadeleri de bu yargımızı doğrular niteliktedir:
Bir örüntü görüyorum ama hayal gücüm bu örüntüyü yapan
kişinin kim olduğunu resmedemiyor. Bir saat görüyorum ama saatçiyi tasavvur
edemiyorum. İnsan zihni dört boyuta akıl erdiremezken, binlerce yılın ve
binlerce boyutun huzurunda tek olduğu bir Tanrı’ya nasıl akıl erdirebilir?[199]
Pasaj ile aydınlatılacak nokta Einstein’ın bu durumu tüm
insanlar için genellemesidir. O, kişilerin sahip oldukları bilimsel iştiyak ile
evrene bakmaları sonucu evrendeki mükemmel düzeni görerek evrenin tabi olduğu
yasalar silsilesinin bir kısmını belli belirsiz kavrayabilir. Aslında bu
yasalar evreni var eden o gizemli güce dair ipuçları barındırır. Nitekim
Einstein, bir yazısında tüm kuramları değerlendirirken âleme baktığını ve ben
olsam böyle yaratır mıydım diye düşündüğünü ifade eder. Ayrıca İzafiyet
Teorisinin deney ile yanlışlanması durumunda ne yapacağını soran birine karşı
Einstein, buna ihtimal olmadığını, olması durumunda Tanrı’ya acıyacağını
belirtir. [200] Zira o,
evrendeki mükemmelliğe halel getirecek bir durumun Tanrı’nın varlığı
düşüncesinin aleyhinde bir koşul oluşturacağını ima eder. Dolayısıyla önceki
bölümde aktardığımız Einstein’ın kuantum kuramına itirazının gerekçesi daha
açık bir şekilde kendini bu sözler ile belli eder.
Düşünürümüze göre bilim ve sanat ile uğraşan insanlarda
görünenin ötesinde olduğu varsayılan gizemli varlığa dair bir hissiyat[201] oluşur. O,
bu hissin kişileri herhangi bir varlık yani Tanrı düşüncesine götürmezse
anlamsız olduğunu düşünür. Bu sebeple bahsi geçen dalların insanlarda bu tür
duyguları canlı tutmayı misyon edinmesi gerektiğini ifade eder. Ona göre bu
misyon -eğer ilahî büyük bir plan varsa- Tanrı’nın doğayı nasıl yarattığına
dair ipuçları verecektir. Zira Einstein, “Tanrı’nın Dünya’yı nasıl yarattığını
bilmek istiyorum. İlgilendiğim şu veya bu spektrumdaki şu veya bu olgular
değil. Tanrı’nın düşüncelerini bilmek istiyorum. Gerisi teferruat” diyerek[202] aslında
bilim ve sanata verilmesi gereken önemin Tanrı düşüncesiyle son derece
bağlantılı olduğunu bizlerin farkındalığına sunar.
Tüm bunlara ek olarak, Einstein’ın ateizm ile de itham
edildiğini ve bu iddiaları bertaraf ettiğine değinilmişti. Ancak belirtmek
gerekir ki, kendi ölümünden bir sene önce 3 Ocak 1954 yılında Einstein, düşünür
Eric Gutkind’e “Gods Letter” adı ile bilinen bir mektup yazar ve bu mektup, ilk
okuyuşta tüm bu aktarılanları yanlışlar gibi görünmektedir:
Tanrı sözcüğü benim için insanın zayıflıklarının bir
ifadesi ve ürününden fazlasını, İncil de şerefli ama yine de ilkel ve çocuksu
efsanelerden ötesini ifade etmiyor. Ne kadar zarifçe yapılmış olursa olsun
hiçbir yorumlama bunu [benim için] değiştiremez.[203]
Ancak sadece bu alıntıya bakıp diğer ifadelerini görmezden
gelmek tutarlı olmayacaktır. Dolayısıyla bu mektubu, Einstein’ın edindiğimiz
fikirleri ışığında yorumlamanın daha makul olacağını düşünüyoruz. Bu nedenle
fikrimizce Einstein, burada da daha önceki birçok ifadesinde belirttiği gibi,
kişisel bir Tanrı düşüncesinin kaynağının insan zayıflıkları olduğunu, zira
insanların ihtiyaç ve arzularını kendi imkânları dâhilinde gideremedikleri
durumda böyle bir Tanrı düşüncesi yarattıklarını ve İncil gibi kutsal olduğu
varsayılan kitapların da bahsi geçen niteliklere sahip bir Tanrı inancının
teferruatları olduğunu vurgulamak ister.
Einstein’ın ateist olduğuna dair kimi söylentilere karşı
Rabbi Goldstein de bizim düşüncemize yakın bir görüş belirterek böyle bir
ihtimalin söz konusu olmadığından bahseder. Goldstein, “Tanrı ile sarhoş olmuş
adam” olarak nitelendirilen Spinoza’nın görüşlerini paylaşan Einstein’ın
düşüncelerinin, kendi mantıksal sonuçları içerisinde değerlendirildiğinde
monoteizme bilimsel bir temel olabileceğini, dolayısıyla düalizm ve
plüralizmden tamamen uzak olup, politeizme asla kapı aralamayacağını vurgular.[204]
Bir başka yerde Einstein, kendisinin dindar bir inanmayan
olduğunu söyleyerek bunun yeni bir tür din olduğunu ifade eder.[205] Onun bu
ifadelerinden kastının ise inançsızlığının, geleneğin dikte ettiği kişisel bir
Tanrı’ya olan teslimiyetsizliği olduğunu söylemek mümkündür. Ayrıca onun
dindarlık derken, geleneksel bir dine tabi olmayı kastetmediği “inançsızım”
sözünden anlaşılabilir. Nitekim bir konuşmasında “benim sınırlı aklımla bile
algılayabildiğim kozmostaki bu ahenk düşünüldüğünde hâlâ Tanrı’nın var
olmadığını söyleyen insanlar var. Ama beni asıl kızdıran, böylesi görüşleri
destekleyebilmek için bu insanların benden alıntılar yapması”[206] diyerek
kendini ateist düşünceden ayırmıştır. O halde onun dindarlığı ne tür bir
dindarlıktır? Kişisel bir Tanrı düşüncesinden izole edilmiş ve geleneksel
dinlerden farklı bir “din” anlayışının içeriği ayrı bir başlık altında
inceleneceğinden burada ayrıntıya girilmeyecektir.
Richard Dawkins’in de ifade ettiği gibi, Einstein’ın
Tanrısı kesinlikle hahamların, rahiplerin ya da mollaların temsil ettiği Tanrı
görüşü ile özdeş ya da benzer değildir.[207] Daha önce de belirtildiği
gibi panteist olarak bilinen Spinoza’nın Tanrısından etkilendiğini kendisi
ifade etmiş ve kişisel olmayan bir Tanrı düşüncesi benimsemiştir. Bu düşüncenin
arka planında küçüklükten beri Öklid geometrisi ile ilgilenen Einstein’ın,
Spinoza’ya ait geometrik düzene göre dedüktif bir yapı ile ispatlanmış Etika
adlı eserinin etkisi olduğu söylenebilir. Nitekim Spinoza’nın bu eserinde Helen
rasyonalizminin ve Yahudi inancının etkileri görülmektedir.[208] Birçok fizikçide görüldüğü
gibi, Einstein’ın düşünce sistemindeki kutsal varlık da evrendeki düzen ve
akılsal tasarım ile doğrudan bağlantılıdır. Bu nedenle bu Tanrı görüşü
incelendiğinde evrene yaklaşımı ile paralel bir yol izlenmesi gerekir.
Einstein’ın Tanrı ile ilgili genel görüşlerine bakıldığında
onun, bir takım düşünürlerin iddia ettiği gibi bir tanrıtanımaz olmadığı
rahatlıkla söylenebilir. Aynı zamanda doğada, daha doğrusu doğadaki düzenlilik
ve harmonide kendini ortaya koyan gizemli kutsal bir gücün olduğunu, ancak onun
neliğini kavramaya bizim aklî istidadımızın yeterli olmadığını ifade eden
Einstein’ın, doğal dünyada katı bir nedenselci oluşu sebebi ile de âleme
müdahale eden kişisel bir Tanrı görüşünü reddedişi, Einstein’ı teizm
düşüncesinden ayırır. Dolayısıyla her ne kadar Yahudi din geleneği içerisinde
dünyaya gelmiş olsa da onun teist olarak görülemeyeceği açıktır.
Einstein’ın, İzafiyet Teorisi’nin deneylenmesi olayında
bile, sıklıkla bir Tanrı fikrinden söz ettiğini görmek mümkündür. Tanrı fikri,
onun söylemlerinde kimi zaman evreni yaratan, kimi zaman da yaratılan
mükemmellikte kendini gösteren bir ruh olarak ortaya çıkar. Einstein, her ne
kadar Spinoza’nın Tanrı görüşünden etkilendiğini vurgulamış olsa da, kendisine
panteist denilemeyeceğinin ısrarla altını çizer. Nitekim Spinoza'nın panteistik
düşüncesindeki monizm ilkesi, Tanrı ve evrenin bir ve tek olduğu fikrine
dayanır. Daha net bir ifadeyle, bu düşünceye herhangi bir cisim kendi ruhu ve
bedeni ile birlikte vardır. Bedenden izole bir ruh, ruhtan ayrı bir beden söz
konusu olamaz. Her şey tek bir şeydir. Varlıklar bir bütünün parçaları olduğu
gibi, bu parçalar aynı zaman bütünü (holizm) oluşturur. Tüm varlıkta tek bir
bütün, tek bir düzen ve tek bir yasalılık söz konusudur. Bu durumda, o tek
varlığın ezeliliği de tartışma konusu değildir. Zira sonradan oluşa gelmesine
kaynaklık edecek kendinden başka bir kökenin mevcudiyetinden yoksundur.
Spinoza'nın savunduğu tüm bu teklik ve yasalılık düşüncesi
Einstein’ın evren görüşü ile örtüşmektedir. Spinoza’nın ifade ettiği haliyle,
evrende var olan zorunlu nedensellik ve dolayısıyla insanın özgür olamayışı, bu
sebeple müdahale edebilecek bir Tanrı’ya imkân olmaması Einstein’ın
“müdahalesiz” Tanrı” görüşüne kaynaklık etmiş gibidir.
Spinoza düşüncesinde “Tanrı” ve “evren” kavramlarının her
ikisinin kullanılıyor olması, kavramsal düalizmden öte bir şey değildir.
Nitekim ona göre, Tanrı ve evren farklı şeyler değildir. Ancak belirtmek
gerekir ki Spinoza, “cevher” olarak isimlendirdiği tek varlığın yalnızca maddî
bir bedenden (res extansia) müteşekkil olmadığını ve aynı cevherin tinsel bir
uzantısı (res cogitas) da olduğunu savunur. Varlığın aynı zamanda ruhsallık
içerdiği düşüncesi, Einstein düşüncesinde bulunan “görünenin arkasındaki gizem”
fikri ile epey yakınlık arz etmektedir. Kavranabilir dünyanın ötesinde var olan
ve tüm bu mükemmellikte kendisini gösteren harmoni, Einstein’da mistik duygular
çağrıştırır. Einstein’ın, sadece bilim ve sanat ile erişilebilecek olduğunu
belirttiği bu duygu, görünen dünyadan yola çıkarak görünmeyen gizemli
“dünyalar” hakkında bir izlenime sahip olmamıza kapı aralar.
Yukarıdaki yaklaşımlar her ne kadar dahi fizikçiyi
panteizme yaklaştırıyor gibi gözükse de, Einstein, evrenin Big Bang ile
başladığına işaret ederken, panteizm düşüncesinden temelde ayrılmaktadır.
Ayrıca Einstein için, her hangi bir “töz” ya da “cevher” söz konusu değildir.
Einstein’ın nedenselliğe yaklaşımı mekanik bir evren düşüncesini öngörmektedir.
Evrende var olan tüm varlıkların tek bir senaryoyu canlandırdığı, bir makinanın
parçaları olabileceği söz konusudur. Öz itibari ile tek bir yasalılık ve tüm
varlıkların bu yasaya dâhil oluşu da onun düşünceleri arasındadır. Ancak,
Spinozacı anlamda, farklı cisimlerin tek bir cevherin uzantısı olduğu görüşü
onun düşünce sistemine yabancıdır. Sözgelimi, ben, Zehra olarak farklı bir
varlık (individual/birey) iken, bardak başlı başına başka bir cisimdir.
Spinoza'nın düşündüğü gibi, aynı yasalılığa tabi oluşumuz bizi bir ve aynı
kılmaz. Biz bütün itibari ile mekanik bir sisteme dâhiliz, ancak o mekanizmanın
özünü içimizde barındırdığımız iddiasına sahip panteistik sistemin üyesi
değiliz. Nitekim bu kanaatimiz, Einstein’ın sözünü ettiği üstün bir akıl fikri
ile de paraleldir. Her ne kadar bu konuda aklı yetilerimizin eksik kalacağını düşünse
de Einstein bize, kendimizden ya da evrendeki düzenden yola çıkarak o aşkın
aklın bilgisini kavramamızı salık verir.
Einstein için biz, panteistik monizme sahip bir bütün
değiliz. Müstakil olarak her bir varlığın tek tek bir araya gelişi ile bir “biz”lik
(!) arz ederiz. Ayrıca Einstein’ın yaratma konusundaki söylemleri de onu
panteistik çizgiden uzaklaştırır. Tanrı’nın evreni nasıl yarattığını merak
edişi, Tanrı’nın zar atmadığını, kötü niyetli olmadığını ifade edişi ve
çoğaltabileceğimiz bu gibi birçok söylemi, evrenden ayrı bir varlık anlayışına
işaret eder gibidir. Yukarıdaki farklılıklar dikkate alındığında, Einstein’ın,
panteizmin Tanrı tasavvuru içerisinde değerlendirilemeyeceği söylenebilir.
Acaba Einstein’ı çift kutuplu (dipolar) Tanrı düşüncesine
dayanan panenteizm çizgileri içerisinde kabul edemez miyiz? Panenteizm
düşüncesine göre Tanrı hem değişen, hem değişmeyen, hem sürece tabi hem ezelî
olan, ikincil veçhesi ile sınırlı ve aslî veçhesi ile ise sınırsız bir varlık
olarak tasavvur edilir. Tanrı’nın her şeyde olduğu düşüncesinden yola çıkarak
oluşmuş bu yaklaşım, Tanrı için herhangi bir yaratma eyleminden söz etmez.
Tanrı, âlemi korur ve kurtarır. Oysa Einstein’a göre şayet bir Tanrı varsa, bu
Tanrı evrenin varlığına ve devamlılığına kaynaklık ediyor olmalıdır. Bunun
dışında onu düşünce sisteminde katı bir nedensellik ve determinizm olduğu için
Tanrı âlemi yaratmadıysa Tanrı’nın başka türlü bir işlevine ihtiyaç
olmayacaktır.
Ayrıca Einstein’ın kuantum fiziğine itirazı göz önünde
bulundurulduğunda rastlantısallığı reddettiği gibi, evrenin akıl ile
kavranılabilir olmayışı ihtimaline de itiraz eder. Şayet evrene kaynaklık
edecek varlık değişiyorsa bu değişimin öngörülebilmesi zor olacaktır. Zamandan
ve mekândan bağımsız olarak var olan bir varlıktan söz edildiği için,
Einstein’ın Tanrı adını verdiği bu varlığa değişim izafe edilemez. Nitekim onun
düşüncesindeki Tanrı’nın değişime sebep olacak maddî bir varlığı yoktur. Bu
nedenlerle, Einstein’ın panenteist olarak da görülemeyeceği açıktır.
Einstein, evrene aşkın bir ruh ya da akıl olarak
tanımladığı varlığın, kişisel bir Tanrı nitelikleri taşımadığını ısrarla ifade
eder. Bu varlık evrene kaynaklık ediyorsa zamandan ve mekândan öncedir ya da
daha doğru bir ifade ile bu kavramlardan bağımsızdır. Zira evrene kaynaklık
eden bu varlık, Tanrı olmalıdır. Einstein’ın evren için bir tesadüf, şans ya da
rastlantısallık ürünü olduğuna dair bir söyleminde bulunmamış olması, onun
yaratma ile ilgili ifadelerinin ciddiye alınması için önemli nedenler
sayılabilir. Bu doğrultuda düşünüldüğünde, üstün akıl ya da görünenin
arkasındaki gizemin deneyimlenmesi sonucu oluşan hissiyat, evrenin
akledilebilir oluşu ve nedensellik silsilesinin evrende mükemmel bir düzen ve
harmoni ile sonuçlanması bizde aşkın bir varlık tasavvuru oluşturur. Ayrıca
âlemin determine edilmiş oluşundan da sıklıkla söz eden Einstein’ın bu
determinasyona kaynaklık edecek bir varlık tasavvuru olduğu fikrini de gündeme
taşır. Evreni yaratan, olayları mükemmel bir yasalılık kurarak determine eden,
ancak sürece müdahale etmeyen bir varlık tasavvuru bizlere deizmin Tanrı
düşüncesini çağrıştırır.
Sonuç olarak, Einstein’ın Tanrı düşüncesinin, panenteizmle
temelde uzlaşmaz ve bazı konularda teizm ve panteizm ile kısmi paralellik arz
ediyor gibi gözükse de, elde edilen sonuçlar doğrultusunda deizme daha yakın
olduğu anlaşılmaktadır. Onun Tanrısı varlığın kökeninde yatan evrene müdahale
etmeyen ancak evrene aşkın olup, kendini evrenin mükemmel yasalılığında
gösteren bir varlıktır. Ne var ki bu aşkın Varlık insanı, evrende var ettiği
yasalılığa tabi kıldığından cezalandırmaz ve ödüllendirmez. Evreni yaratır ve
sürecin işleyişine müdahil olmaz. Dolayısıyla, özellikle teistik dinî
sistemlerin merkezindeki yöneten ve müdahale eden, ödüllendiren ve cezalandıran
Tanrı düşüncesi Einstein için söz konusu değildir. Buna rağmen sıklıkla bir din
kavramından söz eden Einstein’ın düşünce sistemini daha yakından tanımak için
din hakkındaki düşüncelerinin ele alınması elzemdir.
Albert Einstein’ın Tanrı tasavvuru ve bu anlayış biçimine
yön veren bilimsel arka planı sunduktan sonra onun “Din” olarak kullandığı
ifadenin ne olabileceği üzerinde durulması gerekir. Günümüzde çoğunlukla bir ya
da daha fazla kutsalın merkez edinilmesi ile oluşan bir yaşam biçimi olarak
algılanan din kavramı, manevî gerçeklik olmakla birlikte toplumsal bir
fenomendir. Çoğunluk din mensuplarının, bir kutsal kitap ya da vahiy
çerçevesinde şekillendirdiği bu kavram bazı inanç ilkelerini içermek ile
birlikte yol gösterici, uyarıcı veya peygamber olarak görülen bir takım dinî
liderler ışığında irşat olunmayı da kapsar. Dolayısıyla bu başlık altında
Yahudi bir gelenekte dünyaya gelen Einstein’ın kullandığı “din” kavramının bu
tarz bir tanıma mı karşılık geldiği yoksa kendi dünyasında oluşturduğu yepyeni
bir anlam mı içerdiği irdelenecektir.
Albert Einstein, hayatın anlamına dair kendisine yöneltilen
bir soruya cevap olarak böyle bir soruya karşılık vermeye yetkin olmak için
derin bir dindarlığa sahip olunması gerektiğini[209] ve ölümlülerin bir şekilde
nedenini ve amacını bilmeden ama bazen sezerek geçici bir şekilde dünyada
bulunduğunu bildirir.[210] [211] Ona göre
insanların tüm davranışlarının ve devinimlerinin arkasında büyük ölçüde etkili
duyguları ve özlemleri yatar. Bu doğrultuda yapıp ettikleri, doğrudan kişinin
ihtiyaçlarını ve acılarını dindirme odaklıdır. Dolayısıyla kişinin entelektüel
ya da ruhsal eylemlerini anlamak amaçlı yapılan tüm girişimlerde bağlam göz
önünde bulundurulmalıdır. Aynı durum, onun için “din” kavramı ele alındığında
da söz konusu olmalıdır. Bu nedenle kendi ile çelişmemek amacı ile kişi, genel
anlamda dinsel kaygı ve tutumlarını değerlendirirken ihtiyaçlarını ve
hissiyatlarını görmezden gelemez ve meyilleri doğrultusunda insanlar arasında
dinî inancı şekillendiren hiyerarşik bir 211 duygu ve
bilgi skalası oluşur.
Yakın arkadaşı Max Jammer’ın ifadelerinden anlaşıldığı
kadarıyla Einstein, dine karşı tutumunu ifade ederken, özellikle kendini uzman
teologlardan ve teolojiyi gerçekliğin mülkiyetinde görüp, felsefeyi yalnızca
gerçeklik arayışı olarak kabul edenlerden ayırmak adına “teoloji” kavramını
kullanmaktan kaçınır. Jammer’a göre, şayet teoloji kavramı genelde dinî
doktrinleri anlamak, özelde ise Tanrı’nın doğasını kavramak olarak algılanırsa,
Einstein açısından kabul edilebilir olacaktır.[212] “Dinsel doğruluk” kavramını
ele aldığında ise o, bunun kendisi için yeterince açık olmayan bir düşünce
şekli olduğunu düşünmekte ve bundan herhangi bir anlam çıkarmadığını
belirtmektedir.[213]
“Din” kavramını bir yaşayış şekli olarak algılayan Einstein
açısından, insanlar arasında ilginç bir kategorileşme dikkati çeker. 1930
yılında New York Times Magazine’ de yayınladığı “Religion and Science”
adlı makalesinde Einstein insanları, dinî kaygılarına göre değerlendirirken üç
kategoriye ayırır ve bu kategoriler arasında ciddi bir epistemolojik ayrım göze
çarpar. Bu gruplardan ilkini primitif yani ilkel insan olarak nitelendirir. Bu
gruba dâhil olan insanların dinî duygu ve düşüncelerini geliştiren, yönlendiren
yegâne duygu korkudur. Korku dini olarak da isimlendirilen bu inanış şekline
tabi olanlar, açlık korkusu ölüm korkusu vb. sebepler vasıtasıyla hayalî
varlıklar uydurur ve onlara karşı teslimiyet duygusu içine girer. Ancak onun
sisteminde dikkat çeken olgulardan biri, bu ilkel insanların bahsi geçen
varlıkları uydurmasının arkasında yatan sebep olarak evrende var olan
nedensellik ilişkisini yeterince kavrayamadıklarının sunulmasıdır. Başka bir
deyişle, kişi evrende var olan sebeplilik bağıntısını kavrayamadığından, bir
takım yoksunluklardan ürkünce, bu duyguları elimine etmek amaçlı kendisine
benzeyen bazı ütopik varlıklar uydurur ve açıklayamadığı olguları onlara
dayandırır. Daha sonra bu varlıkları merkeze alarak onların sevgisini kazanmak,
öfkesini yatıştırmak amaçlı kurban 214
kesmek gibi bir takım ritüeller oluşturulur.
Kişinin dünyasında “din” kavramının etken olmasının sonucu
oluşan bir diğer kategori de toplumsal itilim duygularının şekillendirdiği
uygar insanlardır. Bu duygular daha çok insanların ebeveynlerinin ya da önder
atalarının yanılmış olma ihtimalini göz ardı etmeleri ile oluşur. Einstein’a
göre uygar insanlar yönetilmeye, korunmaya ve gözetilmeye dair duydukları özlem
ve ihtiyaç ile onları ödüllendiren ya da cezalandıran bir Tanrı tasavvur
ederler ve böylece onu merkez edinerek sosyal ve moral bir sistem kurarlar.
İnsanları bu dünyada esirgeyen öte dünyada bağışlayan Tanrı kavramı da tam da
buradan yola çıkarak oluşturulur. Einstein, insanlar arasındaki tüm dinlerin,
bahsi geçen ilkeller ve uygarların dine yaklaşımlarının sentezinden oluştuğunu
ve ne ilkellerin salt korku, ne de uygarların sadece ahlâksal bir inanış biçimi
oluşturmadığını öne sürer. Ancak uygarların ilkellere nazaran daha üst
epistemolojik seviyede olduğunu dolayısıyla moral dinin de sosyal yaşamın üst
evrelerinde başat konumda bulunduğunu ifade eder.[214] [215]
Einstein her ne kadar bahsi geçen iki dinî kategorinin tüm
dinlere temel oluşturduğunu ve neredeyse tüm dinlerde antropomorfik Tanrı
kavrayışının benzer olduğunu söylese de bunların üstünde yaygın olmayan çoğu
zaman da dile getirilmeyen üçüncü bir dinsel yaşam evresinden daha söz eder.
Kozmik dinî duyuş ya da evren dindarlığı olarak adlandırdığı bu üçüncü evreye
ulaşacak insanlar yalnızca insanbiçimci Tanrı kavrayışının idrakine varmış
olanlar olabilir. Bu üçüncü yolun yolcuları kendilerini bu dünyada bir
hapishanedeymiş gibi hissedip, arzularının, heveslerinin ve amaçlarının
boşunalığını fark edince varoluşlarını anlamlandırmak kastı ile düşünce
dünyalarında olduğu gibi, kâinatta da bulunan mükemmel düzenin yüceliğini
tecrübe etmek ister. Aslında evren ile başlayan bu kozmik dini duyuşun Hz.
Davûd’un mezmurlarında görüldüğü gibi, daha birçok peygamberde ilk evresine
rastlanılır. Einstein’ın en çok takdir ettiği ve hayranlık duyduğu ne salt
dogmalardan ne de insan imgesinde oluşmuş Tanrı kavrayışının bir ürünü olan, bu
ikisinin harmanlanması ile birlikte kozmik dinsel duyuşunda güçlü bir şekilde
bir araya getirildiği din, Budizm’dir.[216] “Bundan dolayıdır ki” der: “
bütün zamanların dinsel sapkınları arasında bulunan ve bu yüce ve üstün
dindarlık duygusuyla dolu olan insanların çağdaşlarınca tanrıtanımaz ya da
bazen azizler olarak kabul edildikleri görülmüştür. Bu görüş açısından
bakıldığında Demokritos, François d’Assise ve Spinoza gibi insanlar
birbirlerine oldukça yakındır.”[217]
Evren dindarlığının ya da bir diğer ifadeyle kozmik dinsel
duyuşun tanımını yaptıktan sonra Einstein, bu tanımın insanlar arasında nasıl
iletildiğini ya da nasıl canlandırıldığı mevzusuna değinir. Öncelikli olarak
herkesin bu duyguya yatkın olmadığını ancak bazı durumlarda onu elde etmenin
kişinin kapasitesiyle alakalı bir durum olduğunu vurgular. Nitekim ona göre her
insanda bu istidat maalesef yoktur. Ancak bu duygunun kendisinde uyanmasına
eğilimli olanlardan da herkesin erişebilmesine imkân tanımaz. Sadece bilim ve
sanata mesai harcayanlar arasında bu duygunun uyanması mümkündür ve evren
dindarlığı onların görevidir.[218] [219] Kişinin boş
inançtan sıyrılmasının yegâne yolu, bütünü gözlemlemeye yüreklendiren ve evreni
neden sonuç ilişkisi içerisinde düşünmeye sevk eden kapsamlı bir bilimsel
araştırmadır. Ve bu araştırmanın neticesinde Einstein’a göre, nedensellik
vasıtasıyla 219
oluşan düzen, evrenin aklı açıdan kavranmasını
olanaklı kılan yasalar sunar.
Evrenin iki karşıt doğası olduğunu iddia eden Einstein’a
göre bunlardan ilki “bir birlik olarak insana bağımlı evren” ve ikincisi “insan
faktöründen bağımsız bir gerçeklik olarak evren” şeklinde karşımıza çıkar.
Kendisi ile oldukça fazla ortak özelliklere sahip Hintli bir şair ve filozof
olan Rabindranath Tagore ile fikirsel olarak ayrı düştükleri bir görüşmede
Einstein, hakikatin ve güzelliğin insandan bağımsız olmadığını düşünen
Tagore’a, güzelliğin insan ile bağlantılı, ancak gerçekliğin -her ne kadar bu düşüncesini
kanıtlayamayacağını ifade etse de- insan zihninden tamamen bağımsız olarak var
olduğuna inandığını ve bunun da onun dinî olduğunu söyleyerek karşı çıkar.[220] [221] Nitekim ona
göre insandan bağımsız bir gerçeklik varsa bu gerçekliğin bağlantılı olduğu bir
hakikat de vardır. Ancak böyle bir gerçekliğin inkârı durumunda bu hakikati de
inkâr etmek gerekir. Bahsettiği bu hakikati Einstein, 221
nesnel gerçeklik olarak tanımlar.
Görüldüğü üzere, Einstein’ın din algısı gelenekselleşmiş
din yaklaşımından oldukça uzaktır. Ona göre kültürde bulunan ya da insanların
kendi ihtiyaç ve korkuları vasıtasıyla edindiği din, gerçek din değildir. Onun
din anlayışı bilim ve sanat yolu ile elde edilen epistemik bir birikim sonrası
ortaya çıkan kozmik dinsel duyuş adını verdiği bir tür duygudur. Einstein’ın
din algısını en iyi açıklayan pasajlardan biri ile bahsi aydınlatalım:
Gözlem ve anlayıştaki neşe, doğanın en güzel armağanıdır.[222]
Duyabileceğimiz en güzel şey, hayatın esrarlı yanıdır. Sanatın ve gerçek
bilimin beşiğinde bu ana duygu vardır. Onu bilmeyen, dünya karşısında şaşkınlık
ve hayranlık duymayan kimse, ne de olsa ölü ve gözü kapalı gibidir. Hayatın
sırları ile karşı karşıya gelmek korku ile de karışarak dinleri yaratmıştır.
Ulaşamayacağımız bir şeylerin var olduğunu bilmek, ancak en ilkel bir biçimde
anlayabileceğimiz en derin aklın ve en parlak güzelliklerin belirtilerinin
görmek, bu bilgi ve bu gerçek dindarlığın ta kendisidir. İşte bu anlamda ve
yalnız bu anlamda derinden dindar olan insanlara katılıyorum. Kendi yarattıklarını
cezalandıran ya da ödüllendiren, insanlarınkine benzer istekleri olan bir
Tanrı’yı benim aklım almaz.[223] Öte yandan
kozmik inancın ve bu tür bir dinsel duygunun bilimsel araştırmanın en güçlü
motivi ve sağlam gizli nedeni, en soylu görünmez zembereği olduğunu
savunuyorum... Bir çağdaşımız tabii sebepsiz değil şöyle diyor: Dönemimiz
genellikle kendisini maddeciliğe adadı; ciddi bilginler yalnızca derin dinsel
duyguları olan tek insanlardır.[224]
Einstein buradaki söylemleri ile insan iradesine benzer bir
iradeye sahip olan bir Tanrı’yı kabul edemeyeceğini ifade ettiği gibi görünenin
ötesinde olan ve gizem olarak nitelendirdiği her ne ise, onun tecrübe edilmesi
ile dinin meydana geldiğini belirtir. Anladığımız kadarıyla Einstein burada bir
takım metafizik ögelerden bahseder ve onların varlığının dinin ve sanatın
temelini oluşturduğunu öne sürer. Bunlarla birlikte en güzel deneyim sıfatını,
mistik yani gizemli olana vermesi de Einstein’ı maddeci felsefeden
uzaklaştırır. O canlılığın alameti olarak hayretin uyanmasını ve merak
duygusunu sunar. Kişi hayret ettiği ölçüde insandır ve bu ölçüde canlıdır.
Einstein, öte yandan kozmik dinsel duyuş adını verdiği
evren dindarlığının da bilimin önünü açan, gelişimini sağlayan yegâne yol
olduğunu, aynı zamanda bilim için de gerekli sebebin yine sözü geçen kozmik
duyuşta içerildiğini iddia eder. Gerçek anlamda bilgin vasfına sahip kişiler,
ona göre, dini derinden yaşayan insanlardır. Buradan da anlaşılacağı üzere
Einstein’a göre bilim, dinin sebebi, aynı zamanda sonucudur. Nitekim kişi
bilime yönelmek için, evreni ya da bir diğer ifade ile kainatta bulunan kozmosu
inceler, hayranlık duyar ve bu onun bilimsel çalışmalarına temel oluşturur.
Diğer taraftan, kişi bilimle uğraşarak, ciddi bilimsel çalışmalarda rol
oynayarak, bilim vasıtasıyla bilimin arkasında yatan gizemi deneyimleyerek
ciddi bir dindarlığa kavuşur. Sözün özü, gerçek manada çalışılırsa bilim, din
ile din de bilim ile nihayete erer.
Einstein, “doğada tezahür eden aklın minicik bir parçasını
dahi anlama çabasına sıkıca bağlı olmakla birlikte var olan dünyanın mucizevî
yapısına dair anlık bir bakış ve farkındalık” ile tatmin olduğunu belirtir.
Onun dinî inancı uluhiyet anlayışında da belirttiğimiz gibi, antropomorfik ve
antropopetik bir Tanrı fikrinin inkârı ile oluşan sıkı bir determinizm
temellidir. [225] Buradan
yola çıkarak Einstein, din ile bilim arasında tarih boyunca süregelen çatışma
fikrinin üzerinde durur. Ona göre nedensellik yasasının evrende var olan ve
evrenin tüm aşamalarına nüfuz ettiğine ve bu yasa doğrultusunda temaşa
ettiğimiz düzenin oluştuğuna inanan birisinin, işleyen bu sisteme müdahale edip
akışını değiştirecek bir varlığa inanmasının mümkün olmadığını iddia eder. Ne
ilkellerin sahip olduğu korku dini ne de uygarların benimsediği moral din bu anlayışta
kendine yer edinemez. Einstein, içsel ve dışsal etkenlerden oluşan katı bir
determine edilmişlik halinde olan insanın, tasavvur ettiği müdahaleci Tanrı
karşısında cansız bir nesneden daha fazla sorumlu olması fikrine sıcak bakmaz.[226] Onun
insanlara dikte etmeye çalıştığı şey, evrende bulunan mükemmel aklın, kainatın
düzeni vasıtasıyla insanlar tarafından algılanması ve hayran kalınması üzerine
kişilerin boş ve yararsız bir yansımadan başka bir şey olmayan kendi ustaca
düşünceleri ve teolojik kurmalarından sıyrılmalarıdır.[227]
Gelenekselleşmiş olan mezhep ve tarikat sistemlerinin bir
tür tarihsel ve psikolojik birikim olduğunu ifade eden Einstein, bu tarz
topluluklara başka hiçbir anlam yüklemediğini belirtir.[228] “İlkel insandan” bahsederken,
onlar ile korktukları varlıklar arasında aracı görevi görmek maksatlı rahipler
sınıfı gibi dinî bir takım kuruluşlar meydana geldiğini ve daha sonraları sözü
geçen kuruluşların kendi içlerinde çeşitli tarzlarda hegemonya
oluşturduklarını, böylece kendilerini sağlama alıp kalıcı kıldıklarını
belirtir. Ayrıca ona göre, imtiyazları çeşitli etkenlere dayanan bazı gruplar
ya da devlet yöneticileri de ya doğrudan dinî grupların meyillerini kullanarak
ya da dolaylı yoldan yani dinsel kuruluşlar ile ortak çıkarları üzerine bir topluluk
kurarak “din” olgusu ile hemhal olurlar.[229] Ona göre bahsi geçen din
adamları İyi’yi, Güzel’i ve Doğru’yu asıl gaye edinerek hayatlarının merkezine
alıp, toplumda bu düşüncelerin hüküm sürmesine çalışırlarsa, çok daha değerli
ve işlevsel bir iş yaptıklarından, gerçek dinin bilimsel bilgi ile
somutlaştırıldığının hazzına varacaklardır.[230] Nitekim daha önce de ifade
edildiği gibi, üçüncü grup insanlar olan bilimsel bilgiyi araç edinerek evren
dindarlığına ulaşanların da yaptıkları bundan başka bir şey değildir.
Buraya kadar bahsettiğimiz Einstein’ın dinî algısının,
yetiştiği Yahudi geleneğindeki din anlayışı ile paralel olmadığı dikkatlerden
kaçmayacaktır. Her şeye aşkın olan aynı zamandan evrene vahiy, peygamberler ve
mucizeler gibi aracılar ile müdahale eden teizmin Tanrısı ve fizikçimizin
nedensellik üzerine temellendirmiş olduğu bir düzen fikrine hayranlık sonucu
ortaya çıkan kozmik evren dindarlığı özdeş kabul edilemez. Ancak bununla
birlikte Einstein’ın Yahudi ırkına ve dindaşlarına karşı ayrıcalıklı hoşgörüsü
de bilinen gerçekler arasındadır. Onun Siyonizm’e hizmet ettiği ve Kudüs’te bir
İbranî Üniversitesi kurma fikrine olan desteği nazarı dikkati celbeder.
Peygamberlere saygısının göstergesi olarak, kozmik dinsel duyuşun daha önce de
ifade ettiğimiz üzere, onun tarafından Yahudi bir peygamber olan Davûd gibi
bazı peygamberlerin kitaplarında sezildiğinin söylenmesi ayrıca önemli bir
husustur. Her ne kadar bir dine inanmadığını söylese de yaşayış şeklinde domuz
eti yememek gibi Yahudi dinî geleneklerin etkisinin söz konusu olması
yadsınamaz bir gerçektir. Dolayısıyla pratik hayatını Yahudi geleneklerinin
etkisi ile sürdüren Einstein’ın, teorik din algısı determine edilmişlik ile
sınırlandırılmış olsa da, çağdaş Yahudi dindarları tarafından eleştirilmesine
rağmen taraftar toplaması da göz önünde bulundurulmalıdır.
Doğduğu dinî gelenek ile kendi düşünceleri arasında ciddi
bir fark varsa da Einstein’ın söylemleri arasında Yahudi-Hıristiyan dinî
geleneklere karşı ayrı bir hassasiyeti mevcuttur. Kişinin yalnızca düşünce ile
nihaî hakikate eremeyeceğini düşünen Einstein daha önce de bahsi geçtiği üzere
dinin bu konudaki işlevinin üstünde ciddiyetle durur. İnsanın istek ve
yargıları için en üst kuralları kendi zayıf güçleri ile elde edemeyeceklerinden
dolayı üstün amaçların, sözü geçen dinî gelenekler tarafından temin edildiğini
kabul eder. İnsanî açıdan değerlendirildiğinde durum kişinin tüm benliği ile
kendini toplum hizmetine adaması olarak neticelenir.[231] Ona göre bu amaçla
üniversiteler ya da kiliselerin işlevi aynı olmalıdır. Her iki kurum da kaba
davranışı bertaraf edip ahlâkî ve kültürel anlayışı yayarak amaçlarını
layıkıyla yerine getirirlerse bireyin yüceltilmesi olgusu da gerçekliğe
kavuşur.[232] Ayrıca
o, Yahudilik ve Hıristiyanlığın, peygamberlerin öğrettikleri dinler olarak
kalıp, rahiplerin sonradan eklediklerinden izole edilirse, insanlığın tüm
problemlerine çözüm olabileceklerini ifade eder.[233]
Einstein, Yahudiliği aşkın bir din ve ayrı bir itikat
olarak görmemektedir. Nitekim bu dini, hayatın anlamlandırılma şekli olarak
yorumlayacak ve mensubundan beklenilenin bir tür “iman” değil, hayatı
kutsamasının bir çeşidi olduğunu ifade edecektir. Yahudi geleneği kişiye,
kendisi hakkında mutlak bir bilgi edinmesinin hayli güç olduğu evrene karşı
mükemmel bir neşe ve sarhoş edici bir şaşkınlık özellikleri kazandırdığını öne
sürer. Ona göre bilimsel çalışmaya niyet etmiş kişinin de tam olarak sahip
olması gereken bir duyguyu, bir Tanrı düşüncesi ile devşirmek anlamsızdır.[234]
New York Yahudi Din Enstitüsü profesörlerinden aynı zamanda
haham olan Nathan Krass’tan Einstein’ın dinî anlayışına dair ilginç bir görüş
gelir. Ona göre Einstein’ın dini, belli mezhepler tarafından uygun
görülmeyecektir; fakat Yahudiler tarafından tasvip edilmelidir ve edilecektir.
Bu din, Amerikan Katolik Üniversitesinden Dr. Fulton John Sheen gibiler
tarafından da kibar bir aptallık ve anlamsızlık ithamlarına maruz kalır.
Einstein ve ikinci eşi Elsa Birleşik Devletlere ikinci ziyaretleri esnasında
Kaliforniya teknoloji Enstitüsü’nde vakit geçirirler ve o sıralarda Einstein
ile yapılan genel ropörtaj ve radyo yayınlarında düşünürümüze onun din ve bilim
ile ilgili görüşlerine dair sorular yöneltirler. 1931 yılı 2 Ocak tarihinde eşi
ile birlikte Caltech’e vardıklarında dönemin New York Yahudi Telgraf Ajansı
Genel Müdürü Jacop Landau’dan bir telgraf alır. Bu telgrafta Landau, Einstein’a
din üzerine yazdığı makalesinin tekrar yayınlanması için rızasını sorar ve New
York Times’ın hiçbir itirazının olmadığını bildirir. Jammer konuya dair
yorumlarını ifade ederken bu durumunun her ne kadar Hıristiyan din adamları
tarafından itiraz ile sonuçlansa da, Yahudi din adamlarının muhtemel olarak
Einstein’ın Yahudi kimliğinden dolayı kozmik dine rıza gösterdiklerini
belirtir.[235] Fizikçimizin
din anlayışına dair gelen yorumları elbette çoğaltabiliriz. Ancak bunun yerinin
burası olmadığı kanaatindeyiz.
Sözün özü, kendi dindarlığını “gerçekleri kavrayabilmemiz
için kendisini küçüklerde açığa vuran sonsuz büyüklükteki bir ruha duyulan
mütevazı hayranlık”[236] olarak
formüle eden Einstein, bizlere genelin anladığı anlamda dinden ve dinin
işlevinden bahsederken, dini, insan için kişiyi bencil isteklerinin
prangasından kurtarmaya yarayan yol gösterici bir araç ve rasyonel bir gerekçe
olmadan, öznesinden teslimiyeti talep eden bir çaba olarak yorumlar. Ancak
unutulmamalıdır ki, onun bahsettiği bu sistem, kutsal bir varlığın merkez
edinilerek oluşturulduğu inançlar sistemleri ile özdeş kabul edilmek zorunda
değildir. Nitekim o, “ben koyu bir dindar inançsızım. Bu bir bakıma yeni bir tür
dindarlıktır” [237] derken
geleneksel olup, belli doktrinler çerçevesinde şekillenmiş din mefhumuna karşı
olan inançsızlığından söz eder. Kişi bir dine tabi olabilir yahut kendi dinini
oluşturabilir. İdeal dindarlık ona göre kendini topluma adamasına yol açacak
bir patikada yürüyen kişinin hissettiğidir. “His” yani duygular dinin mihenk
taşı mesabesindedir ve insanlık ile birlikte var olmuş, varlığını da
sürdürecektir.
Tarih boyunca din ve bilim kimi zaman birbirlerini
destekler nitelikte yan yana, kimi zaman birlerlerinin karşısında yer almıştır.
Özellikle Ortaçağ Hıristiyanlığının bilime karşı katı tutumu bu her iki
fenomenin partizanları arasında aydınlanma dönemi ile birlikte artan ciddi
çatışmalara sebep olmuştur. Bu nedenle düşünürler açısından din ve bilimin
değerlendirilmesi farklı sonuçlar doğurmuştur.
lan G. Barbour’un formüle ettiği şekliyle din ve bilim
ilişkisi, düşünürler tarafından çatışma, bağımsızlık, dialog ve entegrasyon
olarak dört kategoride konumlandırılmıştır. Bunlardan çatışma, bilimsel
meteryalizm ve dini liberalizmin temsil ettiği iki ayrı alanın konuları ve
amaçları itibari ile taban tabana zıt olup, birinin doğru olduğu yerde
diğerinin yanlışlanacağı bir düşünce tarzı oluşturmuştur. Bağımsızlık ise din
ve bilimin konularının amaçlarının ve yöntemlerinin birbirlerinden farklı
olduğunu, bilimin “nasıl?” sorusu ile ilgilenirken dinin “niçin?” sorusuna
cevap aradığını belirten felsefi yaklaşımdır. Bilim ile din arasındaki bir
diğer felsefi görüş diyalog olarak karşımıza çıkar. Barbour, din ve bilim
arasındaki çatışmayı önlemek amacı ile ayrışmanın kimi zaman olumsuz sonuçlara
sebebiyet vereceğini düşündüğünden benzer yönlerin de göz önünde tutularak bütünleştirici
bir yaklaşım sergilemenin de faydalı olabileceğini öne sürer. Diyalog,
benzerliklerden ve farklılıklardan yola çıkarak entegrasyon öncesi din ve bilim
arasında bir bağ kurma girişimi olarak tanımlanabilir. Son olarak entegrasyon
ise, din ve bilim arasında bariz bir uyum olduğunu dinsel inançlar ile bilimsel
verilerin paralellikler gösterdiğini iddia eden düşüncedir.[238]
Einstein’ın din kavramını sorgularken dikkat edilmesi
gereken noktalardan biri onun bilim insanı kişiliğinden bağımsız bir din mefhumu
oluşturamayacağıdır. Nitekim onun, hayatının tüm safhalarında karşılaştığı her
olguya karşı benimsediği ortak bir yaklaşım söz konusudur. Bu nedenle onun din
ve bilim anlayışı arasındaki girift ilişki dikkatlerden kaçmaz.
Einstein, insanların “bilim” derken ne kastedildiği
üzerinde birleşirken, “dinin” anlamı söz konusu olduğunda ihtilafa düştüklerini
söyler.[239] 1941
yılında katıldığı bir sempozyumda ona dinden ve bilimden ne anlaşılması
gerektiğine dair sorular yöneltilince o, bilim hakkında kavramsallaştırma
süreci tarafından varlığın yeniden inşası şeklinde bir tanım yaparken, dinin
tanımlanmasının zor bir görev olduğunu ifade eder. Dinin betimlenmesinin dindar
olanın göz önünde bulundurulmasından izole edilmiş bir durum olmadığını
söylemek ile birlikte, gerçek anlamda aydınlanmış kişinin bencil isteklerinin
zincirinden kendini kurtarması[240] ve zihnini
sürekli olarak insanüstü bir içeriğe verdiği değerden dolayı düşünceler, hisler
ve arzular ile meşgul etmesi tarzında bir dindarlığa sahip olarak yorumlar.
Ancak ona göre bu insanüstü içeriğin kutsal bir varlık ile bağdaştırılması
gerekmez. Nitekim Spinoza ve Buda gibi kişileri bu tarz bir dindarlık ile
nitelemek anlamsız ve imkan dışıdır. Einstein dindarlığın öznesi olan kişiden
beklenen şeyin, rasyonel bir kaygı taşımadan sorgusuz sualsiz bir teslimiyet
olduğunu söyler. Ona göre din, insanın varlığı gibi gerekli ve nesnel olup,
kişinin ulaşması gereken yüksek amaçlara erişebilmesi için, insan var
olduğundan beri onunla birlikte varlığını sürdüren bir çabadır.[241] Bununla
birlikte o, her ne kadar bilimsel çıkarımların ahlâktan ve dinî inançlardan
tamamen bağımsız olduğunu savunsa da, bilim camiasındaki hatırı sayılır
kişilerin de bilgiye ulaşmada mantıksal yöntemin önemine vakıf olan gerçek dinî
inanışla donandıklarını öne sürer.[242]
Einstein bilimi, ‘algıladığımızla yaşadığımız şeyler
arasında kurallarla bağlantı kurabilmek için kullanılan yöntemli düşünme’
şeklinde tanımlar. Hemen bilgi üreterek insan davranışlarına dolaylı etki eden
bilimin, amaç ve değerlendirmelerini gözden geçirerek olaylar arasındaki
neden-sonuç bağlantılarını kurduğunu, ancak olayların amacının ne olabileceği
alanına erişmesinin mümkün olmadığını ifade eder. Öte yandan amaçlara dair
bağımsız bilgilerin kaynağı olan dinin ise, çoğunlukla insanların kalıtımsal
olarak gelmeyen düşünce ve davranışlarının duygusal temelleri ile ilgilenip
amaçları ve oluşumlarını da ele aldığını ifade ederek şöyle devam eder:
Din, insanın geniş bir çerçevede doğaya olan tavrıyla,
insanlarla, birlikte yaşam için ideallerle ve insan ilişkileri ile ilgilenir.
Din bu idealleri gelenekler üzerine öğretici bir yön getirerek, bazı kolay
kavranabilecek düşünce ve yazıların (epik ve mitler) ortaya çıkması ve gelişimi
ile elde etmeye çalışır; zaten bunlar kabul edilmiş ideallerle, oluşumu ve
davranışları etkilemeye uygundurlar.[243]
Yukarıda bahsi geçtiği üzere, fizikçimizin din algısı da
onun bilim camiasına olan düşkünlüğüne muhalif bir değerde değildir. O, bilimin
“ne olmalı (what should be)” ile değil, “nedir (what is)” sorusu ile
ilgilendiğini yazarak, birbirlerinin alanına girmeyen ve birbirleri üzerinde
hakikat iddiasında bulunmayan din ile bilim arasında herhangi bir çatışmanın
olamayacağını ve aralarında güçlü bir bağın olduğunu vurgular. Böylece din
yalnızca insan davranışları ile ilgilenirken nesnel dünyaya dair veriler ve
fenomenler arası ilişkiler üzerine somut bir fikir yürütemez. Ona göre geçmişte
var olan, bilim ve dinin uzlaşımının kabul edilmemesinin en büyük gerekçesi de
tam olarak iki ayrı ilgi alanı bulunan ve konu itibari ile nesnelerinin farklı
olduğu bu alanların birbirlerine karıştırılmasıdır. Nitekim geçmiş din adamları
İncil’de geçen her malumatın doğru olduğunu düşündüklerinden ilerleyen bilime
uymadığı takdirde, yeni bilimsel gelişmelere ve bilim insanlarına düşman
olmuşlardır. Kilisenin Galileo ve Darwin gibi bir çok kimseye gösterdikleri
tepki de bunun en bariz örneğidir.[244] Çünkü o zamanlar, kilise çok
ciddi bir otorite olmakla birlikte İncil’in insan davranışları ile ilgili
aktardıkları inanan ya da inanmayan tüm insanlar için bağlayıcı nitelikteydi.
Sözü geçen bilim insanları gibi gerçek anlamda nesnel bilgi arayışında olan ve
bunu da insan hayatının nihaî amacı olarak kabul edenler hiçbir surette ciddiye
alınmadılar.[245]
Bilim ise yalnızca doğruluk ve kavramaya dair tutarlı ve
kapsamlı bir şekilde, arzu ile dolu olan tarafından yaratılabilir. Einstein’a
göre bu duygunun kaynağı her ne kadar dinin alanı olsa da, o gerçek bir bilim
adamını, derin inanç sahibi olmadan düşünemeyeceğini ifade eder. Geçmişe dönük
incelemede bulunulduğunda sadece kilise tarafından yargılanan bilim
insanlarının görüntüsü, bilim adamlarının, bilimsel yöntemi kullanarak etik ve
değerleri nesnel değerlendirme süzgecinden geçirmelerini haklı kılmaz. Tek
taraflı olmayan bu çatışmanın onun şu mottosu üzerinde tefekkür ile bir nebze
de olsa elimine edilebileceği söylenebilir. “Dinsiz bilim, topal; bilimsiz din
ise kördür.”[246] Asıl
dindarlığın kozmik dinsel bir duyuş olduğundan söz eden bilim insanı, din ile
bilimin de çatışmasını bu doğrultuda kabul etmeyecektir. Ona göre bu din ve
bilim arasında uzlaşmazlık olduğunun düşünülmesinin temelinde yatan sebep,
kişisel Tanrı inancıdır.[247] Bilim onun
için algılanan nesnel dünyanın kavramsallaştırılarak bir düşünce sistemi haline
getirilmesi sonucu oluşan yüz yıllar boyu süren birikimdir. Din ise sözü geçen
nesnelliğin ötesinde insanın sahip olması gereken ve ideale ulaştıran çabalar
bütünüdür. Dine ve bilime bu açıdan bakıldığında onun açısından bir çatışmanın
olması ihtimal dahilinde değildir.
Din olmadan bilimin topal, bilimsiz dinin ise kör olarak
metaforlaştırılması, kanaatimizce rastlantısal olarak seçilmiş kavramlar
değildir. Topal insanda yürüme konusunda aksaklık olur ve ilerlemenin
sağlanması zordur. Einstein, bilimin itici gücü olarak bizlere dini sunmuş ve
gerçek bilim insanı için de derin dindarlığı şart koşmuştur. Ancak burada bahsi
geçen dindarlık, bildiğimiz anlamda Einstein’ın ifadesi ile ilkellerin ya da
uygarların dindarlığı değildir. O bununla, herhangi bir fikre sahip kişinin o fikre
derin bağlılığını kasteder. Hakikatin arkasındaki gizeme vurgu yapan Einstein
tarafından en mükemmel deneyim olarak da bu gizemin belirtilmesi ve gizeme
ulaşmak için bilimsel bir epistemolojik altyapının gerekli kılınması da din ve
bilim kavramlarının onun açısından ne kadar bağlantılı olduğuna işarettir.
Dolayısıyla “topal” kavramı ile bilimin itici gücü olarak din olmadan, bilimin
ilerlemesinin zorluğunu ifade eder.
Bilimsiz dinin kör olması ile alakalı görmeden yoksun
insanı karanlıkta bırakan bir eksiklik kastedilmiştir. Bilimi ve sanatı kozmik
dinsel duyuşa yani diğer adıyla evren dindarlığına ulaşmak için yegâne yol
olarak gören Einstein, elbette ki kişinin aydınlanması konusunda bilimi şart
koşacaktır. Bilimdeki nedenselliği gerçek manada kavrayamayan insanın onun
bahsettiği dindarlar hiyerarşisindeki en üst mertebeye ulaşamayacağını ima
ettiğinden, evrendeki düzenin arkasındaki gizemin deneyimlenmesi olarak sunulan
dine sahip olmanın yolu, bilim ile ilerleyerek aydınlanmaktır. Dolayısıyla
aydınlanmanın ön koşulu bilim ile uğraşmak olduğundan, kişi bilimsiz dini yani
ilkellerin ya da uygarların dinini edinmeye kalkışırsa, kör bir insandan
farksız, daima karanlıkta olan bir dindarlık yaşar.
Bilimsel düşüncenin dine katkı sağladığı bir diğer yön ise
kişileri ihtirasından kurtarma çabası içinde olan dine, faydalı bağlantılar
sunmaktır. İnsanların zihninde oluşturdukları birbirlerinden bağımsız kavramlar
arası ilişkileri bilimin süzgecinden geçiren kişi, hem bu bağlantıların
doğrulunu gözden geçirmiş olur hem de bir çok şeyi mantıksal olarak birbirine
bağlamış olur. Mantığın ön plana alınarak dinî konularda kriter kabul edilmesi,
kimi zaman kişiyi yanılsamalara sürüklese de, ona göre önemli olan böyle bir
yaklaşım tarzı mantıksal varoluşta kişiyi yüceltir. Çünkü kişi mantığı ile
hareket ederek anlamaya başlar ve kendi ihtiraslarından kurtularak alçakgönüllü
bir insana dönüşür. Yani bilim, sahip olunan dinî inancın dikte ettiği
doktrinlerdeki kusurları bulmakla kalmaz, aynı zamanda hayata bakış açımızı etkileyerek
dinî yorumlarımıza katkı sağlar. Böyle bir insanın dindarlığı, korku ve
taassubî inançtan sıyrılıp mantıksal derinliğe sahip bilginin yoluna inkılap
eder.[248]
Ona göre bilim ve din konusunda çok ciddi ve güçlü ortak
bir ilişki vardır. Kişilere amaç veren ve bu doğrultuda hareket etmelerini
sağlayan dinin bir tarafta, bu amaca ulaşması için de gerekli yolları sunan
bilimin bir tarafta olması düşünülemez. Kendini gerçekliğe ve kavramaya adamış
insanların bilim yaparken ihtiyaç duydukları bu duyguların asıl kaynağı din
dünyasından gelir. Varoluşu ile ilgilenen kişinin, bu durumu açıklığa
kavuşturması için mantık kurallarına ihtiyaç duyması da bu duruma dahildir.[249] Dolayısıyla
bir bilim adamının bu tarz derin inançlara ihtiyacı vardır. Bu nedenle din ve
bilim birbirleri olmadan tamamlanmış kabul edilemez.
Bilim ve dinin çatıştığı söylemlerine karşı Einstein,
yukarıda da ifade edildiği üzere, bu çatışmanın temelinin, dinin mitsel ve
temsili yorumundan kaynaklanıyor olduğunu ifade eder. Ona göre bilim dünyasının
alanına dahil olan bir takım konular, dinî doktrinlerin içerdiği bir takım
sabit dogmalar, yeni bilimsel gelişmelere hoş bakılmamasına sebep olur. Onun
bize verdiği tavsiyelerden biri tam da bu noktada birbirlerinin alanına dair
mutlak hüküm vermelerinden kaçınmamamız doğrultusundadır. Ona göre eğer
dinleri, sahip oldukları mitolojik inançlarından arındırıp, özünü incelemeye
kalkarsak, aslında mensuplarının bizlere dikte etmeye çalıştığı gibi
farklılıklarının olmadığını görebiliriz. Bir toplum etik yargısını din
üzerinden inşa ediyorsa, o toplumun yapması gereken en önemli davranış,
zihinsel ve
fizikî sağlıklarını korumak yönünde olmalıdır. Aksi
takdirde yok olmaya mahkumdur.[250]
Kanaatimizce Einstein burada bizlere -her ne kadar dinin alanı olduğunu
hatırlatsa da- tekrar tekrar ahlâkî değer ve yargılarımızı bilimsel
değerlendirme metodu ile gözden geçirmemizi ve en uygun ahlâkî yargılara
ulaşmaya çalışmamızı bunun yolunun da hem fiziksel hem de aklî sağlımızın
yerinde olması ile bağdaşık olduğunu vurgular.
Dinin işlevinden bahsettiği 1939 yılındaki bir seminerde,
zekânın insanoğlunun etik yargı ve amaçlarını belirlemede ne denli önemli
olduğunu belirterek, kişinin bir işlevi gerçekleştirmek için izleyeceği en
uygun yolun bilgisini, zekâsı ile edinebileceğini ve daha sonra sonuca giden
yolun, zekâ sayesinde sonuç ile ilişkisinin ortaya çıkmasıyla, sonucun kendisi
olduğunu ileri sürer. Kesin ve net sonuçlara ulaşmak ve bu sonuçları insanların
duygusal yaşamına dâhil etmek amacıyla düşünmenin kendi başına yeterli olmayacağını,
bu nedenle başka bir kaynağa ihtiyaç duyan insan için din olgusunun burada
devreye gireceğini ve önemli bir işleve sahip olduğunu ifade eder. Ona göre
din, nesnel olarak kanıtlanamaz ve temellendirilemez. Ancak bununla birlikte
toplum yaşamının yönlendirilmesi konusunda önemli bir misyona sahip adetler
vasıtasıyla yaşar ve güçlü kişilikler aracılığıyla kendini gösterir. Canlı bir
varlık gibi insanların isteklerini ve yargılarını etkileyen bu olgu, insanlar
tarafından rasyonel bir düzlemde temellendirilmeye çalışılmamalı, sadece
kişiler tarafından hissedilmelidir.[251]
Din ve bilim ilişkisini anlatmak için resmin ve müziğin
“güzel” oluşuna karar verme aşamasını örnek veren Einstein, aynı şekilde
herhangi bir durumda nasıl davranmamızın daha uygun olacağı sorusuna cevap
ararken mantıksal bir açıklamadan ziyade içsel bir yaklaşım ile çözümün daha
kolay hissedilebilir olacağını belirtir. Bununla birlikte toplumdan ahlâki
açıdan misal gösterilen kişilerin de çok iyi birer yaşam ustası olduğunu öne
sürer. Hayatta acıdan uzaklaşıp mutluluğa ermek için bir takım önemli kurallar
olduğunu belirterek kimi zaman bazı konuları mantıksal değerlendirme
süzgecinden geçirip “göreli” bir bakış açısıyla yaklaşmanın doğruluğuna
inanmadığını ifade eder.[252]
Barbour’un dörtlü din-bilim tipolojisi çerçevesinde
Einstein’ın dine ve bilime yaklaşımı değerlendirildiğinde öncelikle din ve
bilim arasında çatışmanın olmasının Einstein açısından rasyonel herhangi bir
gerekçesinin olmadığı görülmektedir. Bilimin “nedir?” sorusuna cevap ararken
dinin “ne olmalıdır?” sorusu ile ilgilendiğini öne süren düşünür birbirlerinden
farklı metod ile hareket eden ancak buna rağmen birbirlerini besleyen bu iki
fenomen arasında bağımsızlıktan ziyade benzerlikleri ve farklılıkları ile
birlikte bütünleştirici bir yol benimsemenin makul olacağına inanır. Her ne
kadar o, dinsel inançlar ile bilimsel verilerin ortak hakikata hizmet etmek
amacı ile farklı yollar benimsediğini ifade etse de, din ve bilim verilerinin
birebir uyum içerisinde olduğu entegrasyon fikrini kabul ettiği iddia edilemez.
Dolayısıyla Barbour’un tipolojisi dikkate alındığında Einstein’ın bilim ve din
arasındaki benzerliklerden ve farklılıklardan yola çıkarak bir bağ
oluşturulacağı düşüncesini temsil eden diyalog kategorisine daha yakın olduğu
söylenebilir.
Sonuç olarak Einstein için din ve bilim birbirlerinden
ayrılamaz ölçüde bağlantılı iki kavramdır. Bilimin kökeninde dinsel bir duyuş,
mistik bir duygu olduğu gibi, dine ulaşılabilmesi için de bilim şarttır. Bu iki
fenomen birbirleri ile çelişmediği gibi, birbirlerinin alanına da müdahale
etmezler. Kaynak itibari ile birbirlerinden beslenen din ve bilim, ilerlemek
için birbirlerine ihtiyaç duyar. Bilim görüngüler ile ilgilenirken, bu alanın
bittiği yerde Einstein’ın kozmik dinsel duyuş adını verdiği evren dindarlığı
başlar. Ancak her ikisi de epistemik bir birikime ihtiyaç duyar.
Einstein gelenekselleşmiş dini, sosyolojik ve psikolojik
bir olgu olarak değerlendirirken, insan özgürlüğü konusunda son derece bilimsel
bir yaklaşım sergiler. Din görüşünden bağımsız olarak değerlendirilemeyecek
olan insan özgürlüğü/iradesi, ahlâk, peygamberlik ve ahiret gibi konulara dair
bakış açısının da aydınlatılması gerekmektedir. Bu durumda kişisel bir Tanrı’yı
kabul etmese de itikadî diğer konularda yaygın teistik dinler ile arasındaki
bağlantı ya da bağlantısızlık açığa çıkacaktır.
İnsan özgürlüğü ve ahlâk, tarih boyunca düşünürler
tarafından birbirlerinden ayırt edilemez ölçüde alakalı olarak kabul görmüştür.
Çünkü ahlâk, kişinin özgür olduğu noktada devreye girer. İnsan çoğunluk
tarafından irade atfedilen bir varlık olarak tanımlanır. Ahlâk da alternatifler
arasında kişinin iradesi doğrultusunda kendisinin ve toplumun ortak çıkarlarına
hizmet edebileceği en uygun seçeneğin ifası olarak açıklanabilir. Kişi,
kendisinin ve tabi olduğu toplumun kabulleri doğrultusunda özgür bir şekilde
“iyi” olarak nitelendirilen bir eylemi gerçekleştirmesi sonucu ahlâklı olarak
betimlenir. Bu başlık altında Einstein açısından insanın özgürlük koşulları ve
ahlâk yargısı irdelenecektir.
Einstein, hayranlık duyduğu filozof Schopenhauer’un
“kişinin istediğini yapabileceğini ancak ne isteyeceğine kendisinin karar
veremeyeceği” tarzındaki söylemlerinin etkisinde kalarak, bir insanın
eylemlerini gerçekleştirirken dışardan etkilenmesi ile birlikte, içten gelen
bir zorunluluğun tesirinde kaldığına inanır.[253] Newton’un
mekaniğinin etkisinden çıkamayan bir fizikçi olarak Einstein, bu mekanik
sisteme insanı da dâhil edip, davranışları itibari ile değerlendirdiğinde, dış
etkenler ile birlikte içsel bir zorunluluğun olduğunu da eklemesi determinizme
işaret eder. Einstein yalnızca nedenselliğin evrenin bir parçası olarak insanda
da hakim olduğunu düşünmez, görünen o ki aynı zamanda bu teselsül zincirinin
belirlenmiş olduğunu da ima eder. Ancak ilginç olan şudur ki o, pozitivist bir
yaklaşım ile evreni incelemez. Her daim bir gizemin, tinsel bir uzantının
olduğunu da vurgular. Onun için evren madde ötesi ile birlikte bir bütündür.
Einstein’ın sınırsız determinizmi evrene kutsal müdahalenin imkânına dair
düşünceleri reddettiği gibi, özgür irade ve ahlâkı da ortadan kaldırır.
Kişilerin ödüllendirilmesi ve cezalandırılmasının mantıksal tutarsızlığını ele
alan Brooklyn Hahamı Abraham Geller, Einstein’a birkaç mektup gönderir ve
mektuplarda ona determinizmin sıkıcılığını bırakıp, kuantumun ihtimalleri
içeren dünyasını benimsemesi gerektiğini söyler. Bu ve Geller’dan gelen diğer
mektuplara cevap veren Einstein, determinizm görüşünü sürdürür ve kuantum
mekaniğinin temellerinin bir gün determinist teori ile yer değiştireceğini
iddia eder. Bunun üzerine Einstein’ı kişisel olarak tanıyan Robert Andrews
Millikan, Einstein gibi sosyal sorumluluğun bilincinde olan bir insanın gerçek
anlamda determinist olma ihtimaline dair sorular sorar. Einstein, 1933 yılında
Geller’a yazdığı son mektubunda ahlâkî kaygılara rağmen determinist görüşünde
ısrar eder ve kişinin iradesinin olayların zorunlu yolunun bir parçası
olduğunu, ancak teorik determinizmin kabulünün de pratik hayatın taleplerini
hiçbir şekilde etkilemediğini bildirir. Aksine diğer insanlara karşı merhametli
ve uzlaşımcı olup, düşmanlığın ve nefretin minimize edilmesine yol açacağını
öne sürer. Bununla birlikte determinizm görüşünün sadece cezalandıran ve
ödüllendiren bir Tanrı algısı ile uyumlu olmadığını belirtir. [254]
1948 yılında Hıristiyanlığın “düşmanını sev” maksimini
övdüğü bir yazısında Einstein, onun güveninin arkasındaki, bilişsel temelinin
nedensellik olduğunu, kişinin davranışlarının zorunluluktan kaynaklandığını
dolayısıyla herhangi bir eyleminden dolayı kimseden nefret edemeyeceğini
belirtir.[255] Einstein’a
göre, bir insan, yapıp ettiklerinden sorumlu değilse, yaptığı herhangi bir
hatadan dolayı onu ayıplamak ya da ona karşı müspet olmayan tavır takınmak
anlamsızdır. Eğer onların zorunlu olarak eylemde bulunduklarını göz önüne
alırsak, yaptıklarının da zorunlu olarak ifa edilmesi gereken fiiller olduğunu
kavrar ve onlara karşı bir düşmanlık beslemeyiz. Sistemi içerisindeki itidal
yolu bulmayan çalışan Einstein, determinizm ile birlikte Tanrı’nın müdahalesini
ortadan kaldırdığı için kişilerin davranışları sonucu yargılamayı da anlamsız
bulur. Dolayısıyla kişiler determinizmi gerçek manada kavrarsa birbirlerine
karşı daha hoşgörülü olur. Fakat burada dikkatlerden kaçmaması gereken bir nokta
vardır. Kişi, davranışlarını kontrol edemiyor ve yönlendiremiyor ise
başkalarına karşı merhametli olmak ya da nefret dolmak ve bu hissiyatlar sonucu
faaliyette bulunmak kişinin elinde olan bir durum mudur? Einstein’ın sisteminde
boşluklar elbette vardır ve biz bunu onun kişisel yaşantısında Hitler’e duyduğu
nefretten de anlayabiliriz.[256] Ancak o da
her düşünür gibi tutarlı bir düşünce sistemi kurma çabasındadır.
Aslında Einstein’ın insan davranışları üzerine kendi içinde
tutarlı bir sistemi vardır. O, ‘düşmanını sev çünkü o yaptığını seçerek
yapmıyor’ derken biyolojik eğilimlerine boyun eğmiş insanı kastederek, türsel
nitelikleri bakımından onu kınayamayacağımızı ifade eder. Aynı zamanda insanın
her ne kadar nedensellik zincirine tabi olup içsel ve dışsal zorunluluklar ile
eylemde bulunduğunu iddia etse de, aynı insana dışsal etkenleri değiştirerek
davranışlarına yön verme imkânı tanır. Kişi bir hayatı yaşayacak ve o hayatta
determine edilmiş eylemleri gerçekleştirecektir. Ancak o eylemlerin bilim ve sanat
ile yönünü ve niteliğini belirlemek yine kişinin elindedir. Kanaatimizce bu
durumu şu şekilde metaforlaştırabiliriz. Kişi, türü itibari ile öldürmeye
meyillidir. Ancak bir toplumsal varlık olma içgüdüsü ile hareket ederek bu
eylemi toplumun menfaatine savaşta kullanırsa, o kişi, yine aynı toplumdan
zuhur eden ahlâk kurallarına tabi olmuş bir birey olur. Ancak bencil istekleri
doğrultusunda bu eylemi idame ederse o zaman zaten baskın olmayan toplumsal
eğilimleri giderek bozulur ve kötülük denen şey işte oradan meydana gelir.
Bilime dair belirlenimci görüşlerine insanî davranışları
dâhil etmesinin yanı sıra ilginç olarak önceki görüşü ile pek de uyuşmayan şu
sözleri nakledecektir: “Kendi çaba ve uğraşısının yönünü seçmek her insana
açıktır ve yine her insan da Lessing’in şu güzel sözünden kendisine bir teselli
payı çıkarabilir; hakikatin araştırılması ona sahip olmaktan daha
değerlidir.”251 Einstein, insana ufak çaplı da olsa belirlenmiş
bir özgürlük bahşetmesine rağmen ona göre, kişinin duyguları ve eğilimleri
genellikle örtüşmez ve açık seçik ifadeler ile dile getirilemez.[257] [258]
Ona göre insanın biyolojik olarak kalıtsal bir şekilde
gelen değiştiremeyeceği bazı eğilimleri vardır. Bununla birlikte türüne has
olarak sahip olduğu bir takım nitelikleri bulunur. Ancak toplumsal bir varlık
olarak birey, yaşadığı kültürden ve geleneklerden de büyük ölçüde etkilenir ve
bu kültürel yapı değişmez değildir. Kişinin yaşam şartlarını ve oluşmuş olan
kültürünü değiştirerek onun davranışları üzerinde de ciddi bir değişim gözlemlemek
mümkündür.[259] Öyle
sanıyoruz ki Freud’un insan davranışları üzerine olan görüşlerinin[260] etkisinde
kalan Einstein, eylemlerimizde içsel ve dışsal bir zorunluluk vardır derken
bunları imâ etmiştir. Çünkü Freud’a yazdığı bir mektubunda insanın içinde engelleyemeyeceği
ölçüde var olan bir takım nefret ve yıkım tutkusu yani saldırganlık içgüdüsü
taşıdığını ve bu duyguyu normal şartlarda içinde barındırırken, olağan dışı bir
durumda açığa çıkardığını ifade eder.[261] Ona göre içten gelen
zorunluluk olarak biyolojik eğilimlerimiz ve türsel niteliklerimiz
davranışlarımız üzerinde etkiliyken, dışsal zorunluluktan kastı ise yaşadığımız
sosyo-kültürel çevremizdir.
Einstein’ın kişiye tanıdığı sınırlı özgürlük ve kendi
davranışlarını yönetebilme hürriyeti, kişinin gerçekleştireceği eylemde kendi
davranışlarına yön verebilmesi ile sınırlıdır. Eğitim, bilim, sanat, kurumlar
ve örgütler kişide bilinçli düşüncenin gelişimini sağlarken, ona toplumda nasıl
rol oynayabileceği konusunda yön verebilir. Böylece eğitim ile sistemleştirilmiş
bir ekonomik düzen kurarak, insanı sürekli yok etmeye yönlendiren biyolojik
yapısını elimine edip yüksek amaçlar uğruna, kendi çizdiği yazgısını
değiştirmek mümkündür. Ve insan kendini topluma adayarak var oluşunda bir anlam
bulabilir ve bencil isteklerinden arınarak özü bakımından daha güçsüz olan
toplumsal eğilimlerini kuvvetlendirebilir.[262]
Bireylerin kişisel özelliklerinin her daim akılda tutulması
gerektiğinin arkasında yatan sebep olarak, kişinin bilerek yaptığı
davranışların temelinde, diğer insanlarda ve hayvanlarda da bulunduğunu
sezdiğimiz istekler ve korkular vardır. Ayrıca toplumsal bir varlık olarak
insan, sevgi, nefret, sempati, güç, acıma gibi duygulara sahiptir. Dürtüler
olarak adlandırılan tüm bu hisler, bizi kendimizin ve toplumumuzun yaşamını
sürdürmeye yönlendirir. İnsanı diğer varlıklardan ayıran en belirgin fark
olarak karşımıza çıkan düzenleyici faktör denilen düşünme ve hayal gücünün,
insan tabiatında oynadığı önemli rolün yanı sıra temel içgüdülerimize hizmet
unsurlarıdır. Einstein’a göre kendine ifa edilmesi gereken daha uzak hedefler
belirleyen bu iki unsur aktif olduğu zaman kişinin anlık isteklerine boyun
eğmesini bir nebze olsun engeller. Kişi içgüdüleri sayesinde düşündüğünü eyleme
dönüştürür ve düşünce de bizatihi ulaşılması hedeflenen nihaî amaca yönelik ara
eylemlerin kışkırtılmasına aracılık eder. Bir süre sonra sözü geçen nihaî
amaçlar unutulsa bile, kişi döngüsel olarak bu eylemleri tekrarladığından
fikirler ve inançların etkili bir güç olarak varlıklarını sürdürmesine yol
açar. Bir süre sonra bu durum, amacını yitirdikten sonra bile anlamını sürdüren
nesnelere karşı yoğun hisler olarak adlandırılan fetişizme dönüşür.[263] [264]
Bu bütünsellik halinin evrende akıl ya da yüksek zekânın
kendini ordo idearum ve ordo rerurum2Mun Spinozistik
kimliği ile uyumlu bir şekilde doğada gösterdiğine inanan Einstein, hiçbir
durumda özgür iradeye ihtimal tanımayan doğada kısıtsız bir determinizm ve katı
bir nedensellik olduğunu da belirtir.[265] Bundan hareketle katı
belirlenimcilik tavrını insan özgürlüğü konusunda esnetmez. Einstein’a göre her
ne kadar dışsal etkenleri esneterek özgürmüş gibi davransa da insan, totalde
özgür değildir:
İçsel ya da dışsal güçlü ve zorunlu yasalara, yani
zorunluluğun ilkelerine göre belirlenmiş hareketleri nedeniyle bir insan için,
kendi davranışlarından dolayı bir sorumluluk tanımayan cansız bir nesneden daha
fazla bir şey sayılmayan ve Tanrı karşısında da sorumlu tutulmayan biri için
ödüllendiren ve cezalandıran bir Tanrı kavranamazdır. Başka deyişle insanın
eylemlerinin, içsel ve dışsal zorunluluk tarafından belirlenmesi gibi basit bir
nedenden dolayı, Tanrı’nın gözünde devinimleri yüzünden nasıl herhangi cansız
bir nesne sorumlu görülmezse, o nesneden daha fazla sorumlu tutulamayan
kimseye, ödüllendiren ya da cezalandıran bir Tanrı fikri kavranamaz gelir.[266]
Acı ve tatlının dışarıdan, zorluğun ise içeriden yani
kişinin kendi doğasından kaynaklandığını, yaptıklarının çoğunlukla kendi
doğasının bir zorunluluğu olduğunu bu nedenle de kitlelerin ona gösterdiği aşırı
sevgi ve saygıya karşı mahcubiyet hissettiğini ifade eden[267] Einstein, pasajdan da
anlaşılacağı üzere, insan özgürlüğü konusunu da nedensellik bağlamında
değerlendirdiğinden insana hâkimiyet alanı tanımaz. Ancak bu durum şöyle bir
problemi ortaya çıkarmaktadır. Şayet insan özgür olmayıp, davranışlarının
kaynağı da kendi iradesi ve niyeti değilse o durumda kişinin ahlâkî kaygılarını
nasıl konumlandırabiliriz? Tutarlı bir düşünce sisteminde, realitede karşımıza
çıkan, insanların pratik yaşamını belirli bir çerçeve içerisine alıp düzenleyen
moral yasaların değeri Einstein açısından nedir?
Bu soruya o, beklenildiği üzere nedensellik ve determinizm
yasalarının haricine çıkan bir cevap vermeyecek ve bilim ile ahlâk arasında
kaynağı itibariyle ciddi farklılıklar olduğunu, ahlâkın kişilerde bulunan
acıdan kaçınma eğilimi ve diğer insanlara karşı birikmiş duygularından
doğduğunu[268]
vurgulayarak ahlâkın temeli konusunda “İnsanın ahlâkî tutum ve davranışı,
etkili biçimde sempati, acıyı paylaşma, eğitim ve toplumsal bağlar ile
gereksinimler üzerine oturtulmalıdır ve bunun dinsel bir temele hiçbir biçimde
gereksinimi yoktur”[269] diyecektir.
Buradan hareketle o, ahlâk için de gerekli olduğunu düşündüğümüz dinsel temele
olanak vermediği gibi ahlâkın kaynağı olarak da insanî gereksinimleri sunar.
Öyle sanıyoruz ki düşünürümüze göre, kişi acıyı paylaştığı, toplumsal bağlarını
sıkı tuttuğu ölçüde ahlâklıdır. Ahlâkın kaynağı olarak toplumsal bağlar ve
gereksinimler vurgulandığından, evrensel ahlâk yasalarından söz etmek de
mantıklı olmayacaktır. Dolayısıyla verili bir ahlâk anlayışı yoktur ve her
toplumun, her bireyin farklı ahlâk anlayışının olması da bir problem olmaktan
çıkacaktır.
Einstein, herhangi bir kişinin tüm insanlığı yok etme
hedefi göz önünde bulundurulursa, ahlâkî değerlendirmede yargılanması konusunun
problematik olacağını öne sürer. Nitekim verili bir ahlâk anlayışı yani
evrensel bir etik kaygısı olmadığından bu amacında konumlandırılmasının sorunlu
olacağını ima eder. Bu nedenle ahlâkî davranışa kendisi kriter belirleyerek
bize iki öncül sunar. Bunlardan ilki insanların yaşamlarını kolaylaştıracak ve
sağlıklarını gözetecek en az iş gücüne sahip olunacak fiziksel hayat koşulları
sunmaktır. Bu amaçla insanlara refah düzeyi yüksek toplumlar vadeder. Ancak
fiziksel yaşamın her ne kadar mutluluk için zorunlu bir önkoşul olduğunu ifade
etse de bunun kendi başına yeterli olmayacağını savunur. Bu nedenle bizlere
sunduğu bir diğer ölçüt kişilerin bireysel özelliklerini de göz önüne alarak
karakter yapıları ve yetenekleri ile uyum içerisinde zihinsel ve estetik
kabiliyetlerinin geliştirilmesi çabasıdır.[270]
Bunlarla birlikte ahlâk anlayışının bir dinî altyapı ya da
Tanrı gözetimi gibi fizik ötesi varlıklar ile sınırlandırmak isteyen
topluluklara da Einstein’ın tepkisi serttir. O, insanların yapıp ettiklerini
cezalandıran ya da ödüllendiren bir varlık anlayışının etkinliğine
hapsedilmesini de kınar. Böyle bir varlığı kendisi kabul etmediği için, kabul
edenlere yönelik şunları söyler: “Eğer ölümden sonra bağışlanma ya da
ödüllendirilme umuduna ve cezalandırılma korkusuna insanlar hapsedilmek veya
tutsak edilmek zorunda kalıyorlarsa, o zaman onların durumu zavallı, can sıkıcı
ve hüzün verici olurdu.”[271] Ayrıca onun
açısından insanlarda bulunan ahlâk anlayışı asla yüce ya da kutsal bir olgu değil,
aksine tamamen insana özgü bir durumdur.[272] Dolayısıyla o
hiçbir zaman tüm varlıkların varoluşlarında bir anlam arayışı kaygısına
düşmemiş ve nesnel bir şekilde incelendiğinde bu durumun onun açısından her
zaman saçma olduğunu vurgulamıştır. Ona göre her insanın yaşamını idame
ettirmesi için gerekli bir takım ülküleri vardır. Kendisi için de bu ideal
rehberin doğruluk, güzellik ve iyilik olduğunu belirtir. Nitekim rahatlık,
mutluluk ve türevleri asla insanların hayat amacı olmamalı ve zenginlik ile güç
de bu tarz acınası ideallerin aracı kılınmamalıdır. Kendisinin de maddî değeri
olan bu tarz güçleri hiçbir zaman hedef edinmediğini öne sürer.[273]
Ona göre tüm insanların davranışlarını belirleyen ortak bir
takım ilkeler olmalıdır ve kişiler bu ilklere tabi olarak güvensizlik ve acı
gibi olgulara karşın kendilerini güvende hissetmelidir. Ancak bu kuralların
belirlenmesi konusunun fazlasıyla muğlak kaldığını ifade eden Einstein, çağ ve
dönem değiştikçe sözü geçen ilkelerin de değişmesinin bir zorunluluk olduğunu
öne sürer. Kişilerin korkularından müteşekkil olan ve doğaüstü oldukları
varsayılan Tanrı dedikleri bir takım varlıklara karşı inançları ve bu
inançların çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa geçişi, insanlar nezdinde evrensel
boyutlara ulaşır ve her birey için geçerliliği olan müşterek bir ahlâk anlayışı
oluşmasına sebebiyet verir. Bahsi geçen durumdaki insanların ahlâk
anlayışlarını din ile bağdaştırmaları da bu yol ile vuku bulur. [274]
Buna karşın, anlam arayışı söylemleri ile çelişik görünse
de Einstein, kişinin, tüm varlıkların hayatını anlamsız görmesini de eleştirir.
Onun için böyle bir insan sadece mutsuz değil aynı zamanda yaşamaya değer biri
de değildir.[275] Bize göre
Einstein’ın, varlıkların varoluşlarının anlamını sorgulamaktan kastı, var oluşa
gelmenin nedenini araştırmaktır. O, varlıklar niçin hayata gelmiş diye
sorgulayıp bir anlam aramaya çalışmaz. Nesnel açıdan kendisine saçma gelen şey,
böyle bir soruşturmaya girmektir. Ancak buna rağmen kişinin hayatını anlamsız,
boş ve değersiz görmesine de karşı çıkar. Daha önce de ifade edildiği üzere
kişinin hayatına yön veren bir takım anlamlı ülküleri olduğunu belirtir.
Kanaatimizce ona göre kişinin hayatına anlam katmak da kişinin görevi olup,
yine onun sorumluluğundadır.
Hayatın anlamını araştırırken “doğruluk” kavramına ait
bilgiye hak ettiği değeri vermesinin yanı sıra, bu tarz bir bilginin kendisine
erişmeye çalışan kişiler tarafından beslenen ihtirasın değerinin ve kanıtının
olmaması dolayısıyla insanlar için yol gösterici olmadığına dikkatleri çekmeye
çalışır.[276] Onun için
asıl yol gösterici olarak bilim sunulsa da insanların ahlâkî ve estetik
davranışlarının ilerlemesi bilimin değil, sanatın görevidir. Entelektüel bir
tavrı dikte etmek amaçlı eğitimin kullanılmasına da tepkisini gösteren
Einstein, bu gibi durumların ahlâkî değerlerin kaybedilmesine yol açacağından
endişe ettiğini bildirir.[277]
İnsanın gerçek değeri de kendisini, kendinden ne ölçüde
bağımsızlaştırdığı ile ölçülür[278] ve insanı
yücelten ve fıtratını geliştiren şey de tam olarak kavramak için gösterdiği
üstün çaba ve kültürel çalışmalarıdır.[279] Başka bir ifadeyle insan,
diğerlerinin yaşamını ne kadar iyileştirirse ve kendini topluma ne kadar adarsa
o kadar iyi olarak nitelendirilmelidir[280] ve mutlu ve neşeli bir yaşam
için insanın kendini kısıtlaması gerekir.[281] Aksi halde insanlar kendi
nefislerinin arzularına boyun eğerlerse toplumda ayrım gözetmeyen bir
yoksulluk, güvensizlik ve korku ortamı olacak, akıllarını bencil istekleri
doğrultusunda kullanırlarsa durum yine iyiye gitmeyecektir.[282]
İnsanlık için “kurtuluş yolu” sorununu irdeleyen Einstein,
yeryüzünde bulunan şartların iyileştirilmesi için katı bilimsel keşiflerden
ziyade insanların yani toplumların geleneklerinin ve ülkülerinin gerçekleşmesi
gerektiğini iddia eder. Nitekim ona göre İsa, Budha ve Gandhi’nin yaptıkları,
bilimin getirilerinden, herhangi bir zamandaki bilimsel gelişmelerden çok daha
önemlidir.[283] O, şu anda
sahip olduğumuz maddî, manevî, ahlâkî tüm değer yargılarımızın geçmişte yaşamış
bir takım yaratıcı kişilikler tarafından oluşturulduğuna ve bizlere miras
olarak geldiğine inanır.[284] O mirasa
tabi olmak ya da hangi mirası benimseyeceğini belirlemek kişinin doğduğu sosyal
çevre, eğitim ve ekonomik durumu ile alakalı bir olgudur. Bu nedenle Einstein,
“ahlâklı” ya da “ahlâkdışı” bir eylemin neliğini, kişinin şahsi yargısının ve
vicdanının belirlediğine inanır. Belirlenen bu eylemlerin de muhtemel olarak
kişinin doğru ve yanlış kanısı ile uyuşacağını[285] söyleyen Einstein, “doğruluk”
yargısının da oluşmasında toplumun kabullerinin büyük önemi olduğunu belirtir.
Ona göre her ne kadar tabiatımızdan gelen bazı dürtüler
bizi, ahlâkımızca kötü olana sevk etse de, insanın doğal olarak oluşan bir seli
engellemesi gibi, kişi bu dürtülerin de önünü almalıdır. Tarih boyunca
değişmesi gereken ve değişen doğruluk-yanlışlık kanımızın, haksız savaşlar gibi
kötü olarak ortaya çıkan eğilimlerimizi törpülemeye hizmet ettiğinden emin
olmalıyız. “Mesela” der, “eski Yunan uygarlığında en soylu kişiler bile
köleliği doğru sayarken, biz bu gün köleliğin çok yanlış bir şey olduğuna
inanıyoruz. Sanırım her çağın insanı kendisi için doğru olanı bulmaya çalışmak
zorundadır.”[286]
Bu doğruluk ve ahlâk arayışında Einstein, “Kişinin ahlâkî
değeri onun dinî inançlarının ne olduğuyla değil, daha çok yaşamı boyunca
doğadan ne gibi duygusal dürtüler aldığı yoluyla ölçülür”[287] deyip, sanatta olduğu gibi
bilimin de önemini, ahlâkî yargılarımız üzerindeki etkisini vurgular. Ona göre
bilim, toplumlarda entelektüel anlamda oluşmuş verilerin sonuçları ve hükümleri
arasında iletişimin sağlanması konusunda son derece işlevsel olduğu için,
herhangi bir fikri beyan etmeyi ifade ve açıklama özgürlüğü getirmeyi varsayar.
Buradaki özgürlükten kastı nedenselliğin bağlayıcılığından kurtulan insan zihni
değil, kişinin kendi düşüncelerini herhangi bir zarar görme korkusu olmadan
ilan etmesidir. Ancak kişinin ilan edebileceği bu fikir ortamının doğması yani
manevî olarak gelişimlerinin garantisi ise kişinin kendine vakit ayırabileceği
ölçüde çalışması olan dışsal özgürlüğe sahip olmasıdır. Şayet insan böyle bir
özgürlüğe sahip değilse, ifade özgürlüğünün gerekliliği ve işlevselliği ortadan
kalkar. Nitekim bu özgürlüğü elde etmenin imkanı da iş bölümünden kaynaklı
aksaklıkları gideren teknolojik ilerlemeler ile elde edilir. [288]
Einstein’ın kişiye tanıdığı sınırlı özgürlüğün iradî ya da
alternatifler üzerinde söz hakkı olabileceği bir nitelik olmadığı söylenebilir.
Çünkü o, kişiye sadece çalıştığı ölçüde manevî olarak kendini geliştirebileceği
bir fırsat verir. Kendisi de yaptığı bir özgürlük tanımında “Özgürlükten, genel
ve özel bilgi konularında fikirlerin ve savların bunları ifade edenler için
tehlike ya da dezavantaj içermeyeceği sosyal koşulları anlıyorum”[289] diyerek her
ne kadar hür irade gibi görünse de bu söylemleri sosyolojik açıdan bir ifade
özgürlüğü barındırır. Dolayısıyla bu durum dışsal etkenlerden ve biyolojik
özelliklerden bağımsız olmadığı için, bize göre, gerçek anlamda bir özgürlük
olarak değerlendirilemez.
İnsana gerekli olan bir diğer özgürlük türü ise
önyargılardan ve felsefî olmayan adetlerden kurtulmasını sağlayan, doğanın
hediyesi olarak içten gelen bir manevî özgürlüktür. Eğitim sistemleri kişide
var olan bu özgürlüğü aşırı manevî yükler yükleyerek menfî anlamda, kişinin
özgürleşmesini sağlayarak da müspet anlamda etkileyebilirler. Bu şekilde kişinin
içsel ve dışsal özgürlüğünü destekleyerek manevî anlamda ciddi bir yol kat
etmesine fayda sağlayabilirler.[290]
Nieuwe Rotterdamsche Courant için yapılmış 1921 de
yayınlanan bir röportajındaki söylemlerini de dikkate almanın gerekliliğine
inanıyoruz. Bu röportajda Einstein, mezheplerin gereksizliğini ve doğa ananın
insanların çoğunu doğuştan kabiliyetli kılmasına rağmen, bir takım insanların
yetenek açısından bazı kesimlerin gerisinde kaldığına inanmalarını ve kendinden
zeka ve karakter olarak daha üstün gördükleri bu insanlara, insanüstü
nitelikler atfettiklerini, dolayısıyla bunun bir çeşit adaletsizlik olduğunu
belirtir. Ancak bununla birlikte insanların bu tavırlarında bir nevi umut ışığı
olduğunu ve bu davranışlarının bir teselli olabileceğini söyler. Özellikle
materyalizm fikir akımı ile gündemde olan Amerika’da böyle bir yaklaşımın
bulunması, henüz o insanların ahlâka dair tüm beklentilerini kaybetmediklerini
ve hâlâ böyle bir kaygı taşıyarak bazı insanları ahlâk bekçisi ya da temsilcisi
kılma çabalarını takdir eder. Her ne kadar kendisinin de otorite olarak
görüldüğü böyle bir durumdan muzdarip olduğunu ima etse de, büyük bir kitle
tarafından bilginin ve adaletin zenginlik ve güçten daha üstün tutulmasına dair
sevincini dile getirir.[291]
Bununla birlikte, Yahudiler başta olmak üzere kişisel Tanrı
düşüncesini kabul eden insanların, ahlâk kurallarının ifasının ya da terkinin
sonucunda bir ödül ya da bedel durumu ile karşılaşmalarının hayali ile tek
Tanrı düşüncesine sığındıklarını, aslında sözü geçen niteliklere sahip Tanrı’ya
hizmetin, canlılara hizmet ile özdeş kabul edilmesi gerektiğini vurgular.
Peygamberler ve Hz. İsa gibi Yahudi halkı arasındaki en seçkin ve değerli
insanların da bu ülkü doğrultusunda hareket ettiklerini ileri sürer.[292]
Tüm bunlar üzerine bir hümanist olarak Einstein, kişilerin
özgürlüklerinin yasalara uyma zorunluluğu getirilerek kısıtlanmasına da karşı
çıkar. Amerika’da kanunlarla desteklenen içki yasağının olduğu dönemde ülkedeki
suç oranını büyük ölçüde arttırdığını ileri sürer ve uyulması için zorlama
getirilmesi gereken hiçbir kanunun yapılmamasını tavsiye eder. Ayrıca bu yasa
doğrultusunda insanların fikir alışverişi yaptıkları meyhanelerinde bulunmaması
sonucu çıkarcılar tarafından kontrol edilen medyanın, kişilerin fikirlerini
istedikleri ölçüde yönlendirebildiğini iddia eder.[293] İnsanlar arasında oluşan
sınıfsal farkı da haksızlık olarak gören düşünürümüz, bunların da
zorbalıklardan kaynaklandığını ifade eder.[294] Bütün insanların birey olarak
görüleceği ve kimsenin kahramanlaştırılamayacağı bir politik sistem olarak
demokrasiyi savunduğunu da sıklıkla dile getirir.[295]
İnsan özgür değilse ve determine edilmiş her şey
nedensellik yolu ile belirleniyorsa, bir çok konuya dair açmazlar ortaya
çıkacaktır. Nitekim bunların başında da “din” soru/su-nu gelecektir. Determine
edilmişlik durumuna, neden dini ve diğer sosyolojik problemleri dâhil etmediği
ne yazık ki açık bir şekilde ifade edilmemiştir. Ancak kişinin toplumun
faydasına olanı yapması ve bu doğrultuda kendi bencil istek ve arzularından
kaçınması tavsiye edildiğinden dinin de ahlâk gibi bu gaye uğruna ortaya
çıktığı söylenebilir. Sanıyoruz ki insanın kendini geliştirmesi için çaba
harcamak konusundaki Einstein tarafından ifade edilen sınırlı özgürlük hali,
sosyolojik problemler ve bu problemleri elimine etmek amaçlı ortaya çıkan din
ve ahlâk sistemleri ile doğrudan bağlantılı bir durumdur. Kişi, bilim ile
doğadan aldığı dürtüleri sanat ve estetik yolu ile geliştirmeyi reddederse
toplumda sıkıntılara yol açar. Problemler tekrarlanıp büyüyünce de, çözüm
amaçlı Einstein’ın sözünü ettiği ilkel ve uygar tarafından birer sosyolojik ve
epistemolojik olgular olan din ve ahlâk sistemleri ortaya çıkar.
Kötülük problemi açısından bakıldığında, Einstein’ın
determinist evren görüşü ve insanın özgür olmayışı düşüncesi sebebi ile
kötülük, onun düşünce sisteminde bir sorun olmaktan çıkar. Zira Einstein’ın
kişisel bir Tanrı’yı inkârının temelindeki sebeplerden biri de realitede
deneyimlendiği söylenen kötülüklerdir. İnsan doğa yasalarına tabi bir varlık
olduğu için evrenin işleyişinden kaynaklı bir takım iyi görünmeyen olaylar ile
karşılaşır. Ancak süreç içerisinde karşılaştığı doğal ya da insan eliyle olduğu
varsayılan kötülükler tamamen içsel ve dışsal zorunlulukların ürünüdür. İnsan
genleri ve doğal çevrenin etkisi, bu tarz olaylara kaynaklık eder. Dolayısıyla
Einstein düşünce sisteminde kötülüğün reel bir varlığının olmadığı
söylenebilir.
Evrende katı bir nedenselliğe[296] ve dolayısıyla determinizme
inanan Albert Einstein, tüm felsefî sistemini de bu görüşün üstüne bina
etmiştir. Nedensellik ya da belirlenimcilik bir teselsül zincirini
gerektirdiğinden, mekanik bir evren anlayışını beraberinde getirir. Bu evren
herhangi bir müdahaleye imkân ve ihtiyaç tanımamakla birlikte klasik İbrahimî
dinlerde var olan kişisel bir Tanrı anlayışına da olanak vermeyecektir. Nitekim
sözü geçen Tanrı, peygamberler ve onlara gönderdiği vahiy ve mucizelerle
insanları teslimiyete ikna etmeye çalışır. Peygamberler Tanrı’nın insanlar ile
bağlantısını kuran elçiler olduğu gibi vahiy de Tanrı’nın insanlara iletilmek
üzere elçilerine gönderdiği mesajlardır. Mucize ise çoğunlukla nübüvveti
desteklemek amaçlı, geleneksel düşüncede, var olan doğa yasalarının ihlali
olarak karşımıza çıkar. Ancak bu kavram için doğa yasalarının ihlal edilmesi
tanımı tartışmalı olduğundan daha açık bir ifade ile “günün epistemolojik
şartlarında açıklanamayan doğa olayları ya da doğa üstü olaylar” tabirini de
sıklıkla kullanılır.
Einstein, daha önce de üzerinde durduğumuz üzere evrende
bir nedenselliğin var olduğunu dolayısıyla yasalar ile idame ettirilen bir
kozmos görüşüne sahip olduğunu dile getirir. Onun için bu evrenin ve var olan
düzenin rasyonel olmasının sebebi akıl ile anlaşılabilir olmasıdır.
Duyumsadığımız verilerin bütününe bakınca göze çarpan ve zihinsel işlevler ile
düzene konulan gerçek bir olgusallığın evrende hâkim olduğuna inanan fizikçi,
bunun karşısında ciddi anlamda hayranlık ve dehşete kapıldığını belirtir: “Bu
olgu bizi saygıyla karışık bir korku ve dehşet içinde bırakan, ama hiçbir zaman
anlayamayacağımız bir şeydir. Biri çıkıp şöyle diyebilir: Dünyanın öncesiz
ve sonrasız gizi, ezelî ve ebedî sırrı onun anlaşılabilirliğidir. ” O, duyu
verilerinden edinilen izlenimden sonra bazı düzenlemeler sonucu genel kavramlar
üretilip, daha sonra kavramlar ile düzenlemeler arasında bağlantı kurulması ile
birlikte kavramlar ve tecrübeler arasında sağlanan çeşitli belirgin ilişkileri
anlaşılabilirlik olarak betimler. Einstein bu açıdan bakıldığında duyu
deneylerinin dünyasının kavranabilir olduğunu ve bu anlaşılabilirlik olgusunun
da bir mucize olduğunu ifade eder.[297]
Einstein’ın katı nedenselliğine rağmen arkadaşı Jammer
tarafından ifade edildiği üzere Mucize konusunda sessiz kalması ya da bir başka
deyişle nedenselliği benimsemenin mucizenin imkânını inkâr etmeyi
gerektirmediği üzerindeki söylemleri[298] öyle sanıyoruz ki onun
evrende bulunan mükemmel düzenin arkasındaki mistik duyguyu deneyimleme ile
ilgili düşünceleriyle ilişkilendirilebilir. Nitekim kendisi de mucizenin
yasalılığın mucizesi olduğunu, dolayısıyla yasalılığın olmadığı yer de onun
istisnası olan mucizenin olmayacağını belirterek mucize için yasalılığı şart
koşmuştur. Ancak bu durum farklı çıkmazlar içerir. Eğer evrene müdahale eden
bir Tanrı yoksa ihtimal dâhilinde bulunan mucizenin gerçekleşmesi durumunda
“mucizenin kaynağı” problemi ortaya çıkacaktır. Evren mükemmel yasalar ile
idame ettiriliyor ise bu yasaların ihlal edilmesi, ihlalin kaynağının yasalara
aşkın bir varlığın olmasını gerektirir.
Einstein’ın ortaya attığı İzafiyet Teorisi de aslında
teistik dinler açısından mucizenin imkânına kapı aralar. Zira Tanrı’nın evrene
aşkın bir varlık olduğunu savunan teizmin bu görüşü İzafiyet Teorisinin sunduğu
“zamanın ötesinde olan Tanrı” düşüncesi ile paralellik arz eder. Bu durumda
Tanrı’nın, mucizeleri oluşturması için yasalılığa müdahale etmeden evrenin başlangıcı
ile birlikte mucizelerin gerçekleşeceği söz konusu olayları tarih sahnesine
çıkışını ayarlayabilir. Bu durum bilardo masasındaki tek vuruşu ile sonraki
birçok hamleyi hesaplayan kişiye benzer. Tanrı da evrenin başlangıcında tüm
hesaplarını ve müdahalelerini yapmış ve mucizelerin yasalılık içerisinde
zamanla ortaya çıkmasına imkân tanımıştır.[299] Einstein’ın ortaya attığı bu
teori kendisi tarafından mucizeyi imkânlı kılacak yol olarak sunulmamış olsa
da, kişisel bir Tanrı’ya inananlar tarafından, Tanrı’nın âleme müdahale edeceği
bir kapı olarak görülmüştür.
Peygamberler konusunda ise, onların yüce kişiliklere sahip
olduğuna inanır. Daha önce de ifade edildiği gibi, Davûd’un mezmurlarının ve
onun gibi birkaç peygamberin söylemlerinin kozmik dinsel duyuş içermesinden söz
eder. Zenginlik üzerine yazdığı bir denemesinde ise yalnızca büyük insanların
örnek alınmasının kişiyi soylu kılacağını söyleyerek Musa, İsa ve Gandhi’yi
örnek olarak gösterir.[300] Ayrıca
başka bir yazısında ise adaletli bir toplumun özleminden bahsederken “Adalet ve
gerçek için duyulan güçlü isteğin insanın durumunu, uzun dönemde genel
güvensizliği besleyecek olan kurnaz politik akılcılıktan daha fazla
iyileştireceğine güçlü bir inanç duymaktayım. Musa’nın Machiavelli’den daha iyi
bir lider olduğundan kim kuşku duyabilir?”[301] sözlerini aktaracaktır. Ancak
onun peygamberlere karşı hürmeti, kutsal kitaplara eleştirel gözle yaklaşımına
engel olmaz. Bu gün insanların İsa’nın yaptıklarından daha büyük işler
yapabileceğini, çünkü kutsal kitaplarda verilen ayrıntılar ile İsa’nın
eylemlerinin ilginçleştirildiğini aktarır.[302] Ancak bununla birlikte
“Efendi İsa Mesih yalnızca sözlerde ve ilahilerde değildir; yaptığımız her
şeyin üzerindedir” ve “İsa’nın gerçek varlığını hissetmeden hiç kimse İncil’i
okuyamaz. Onun kişiliği her sözcüğü titretmektedir. Hiçbir mit böyle bir
yaşamla dolu değildir”[303] diyerek
kendisi de saygınlık atfeder. Bununla birlikte, insanların peygamberlere karşı
sevgisinin onların niteliklerinde mübalağaya gitmelerine yol açtığına değinir.
İnsanların kutsal kitapların orijinal metinlerine de nüfuz ettiğini ima ederek,
İncil’i sık sık okuduğunu ancak, orijinal metnin onun için hâlâ ulaşılmaz
olduğunu aktarır.[304]
Onun bu şahısları örnek olarak göstermesi onlara insanüstü
bir değer vermeyi ya da herhangi bir şahsı, sınıfı ve ulusu ölümsüzleştirmeyi
meşru kılmaz. Nitekim kendisi “Dinî dilde söylendiği gibi hepimiz bir babanın
çocukları değil miyiz? Aslında insanlığın ölümsüzleştirilmesi soyut bir
tümsellik olarak bu amacın özü olamaz. Ruh sadece insana verilir ve insanın en
büyük amacı yönetmek değil, hizmet etmek veya kendini başka şeylere adamaktır”[305] şeklinde
ifadeler kullanarak bireyler arası epistemik temelli hiyerarşi dışında herhangi
bir otoriteyi kabul etmez. Zira insanı, başkasından üstün kılan tek şey, kozmik
dinsel duyuş dediği gizemin tecrübesine ermesidir. Ancak bu bilgiye eren
insanlar bile, insanüstü olarak nitelendirilemez.
Einstein, anladığımız kadarıyla Tanrı tarafından insanlar
arasından seçilip, vahiy gönderildiğine inanılan bir “peygamber” düşüncesini
kabul etmez. Âleme müdahale eden kişisel bir Tanrı görüşünü de reddettiğinden
dolayı, herhangi bir “vahiy” bilgisi onun için söz konusu olmayacaktır. Zira o,
sahip olduğumuz hiçbir fikrin zihnimizde beş duyumuzdan bağımsız olarak ortaya
çıkamayacağını öne sürer.[306] Bununla
birlikte vahiy aldığına inanılan toplumda söz sahibi olmuş, ciddi bir takım
öğretiler getirerek toplumun ahlâkî ve epistemik evrimine sebep olan bazı
kişiler onun için saygıdeğerlerdir. Nitekim Yahudi peygamberleri ve doktrinleri
ile özdeşleşmiş bir akım olan Siyonizm düşüncesi sözü geçen
insan topluluğunun bireyleri arasında yaygın olarak yer etmiştir. Bir Yahudi
olarak Einstein kendini Siyonist bir birey olarak tanımlar. Ancak gözden
kaçmaması gereken bir nokta vardır. Yahudi itikadı ve peygamberlerinin misyonu
ile paralel kabul edilen bu düşünce akımında, Yahudi peygamberlerinin, birer
kurtarıcı ve nebi olarak değil, saygıdeğer birer birey olarak gören Einstein’ın
yeri neresidir?
Dinler Arası
ilişkiler Bağlamında Einstein ve Siyonizm
Bir Yahudi olarak Albert Einstein, her ne kadar bu
kimliğini bir övünç kaynağı olarak sunmasa da Hitler’in Yahudi halkına reva
gördüğü zulüm ve daha birçok sebep dolayısıyla kendi halkının hakkını koruma
konusunda bir takım çabalar içerisine girmiştir. Dönemin Yahudileri, çekiyor
oldukları sıkıntıları elimine etmek amaçlı bir çatı altında toplanma fikrinin
ortaya atılması ile türlü girişimlerde bulunmuş ve bu uğurda Siyonizm adında
bir kimlik kisvesine bürünmüşlerdir. Burada kendini bir Siyonist olarak ilan
eden ancak bu topluluğun tüm emellerini gözü kapalı desteklemekten uzak olan
Einstein’ın Yahudi halkı ve dini ile ilgili seküler görüşleri ve bunun yanı
sıra büyük gayeler çevresinde birleşmiş bu topluluğa karşı düşünceleri
irdelenecektir. Ancak bundan önce Siyonizm nedir? Kimler siyonisttir ve bu
grubun amaçları nelerdir? gibi sorulara kısaca yanıt vermenin işlevselliğine
inanıyoruz.
Siyonizm, Hz. Dâvud tarafından fethedilen Kudüs kentine
nispetle kullanılan “siyon” kelimesinden yola çıkarak oluşturulmuş, Filistin’de
bir Yahudi devleti kurma amacıyla bir araya gelmiş siyasî ideolojik bir
harekettir. Fransız İhtilali ile birlikte farklı ırkların eşitlik ve özgürlük
naralarının Yahudiler arasındaki tezahürü olan bu akım, döneminin Yahudilerinin
azınlık olarak diğer milletler tarafından dışlanıp, hor görülüp,
ötekileştirilmesi sonucu (anti-semitizm),[307] vaad edildiğine inandıkları
topraklarda bir araya gelme ülküsüne verilen addır. Theodore Herzl tarafından
kurulduğu bilinen bu topluluğun rehberi olma özelliği taşıyan kitap, yine aynı
kişi tarafından 1896 yılında kaleme alınmış olan Der Judenstaat adlı
eserdir. Kitabın ana konusu olarak Filistin’de -kamu hukukunun güvencesi altına
alınması şartı ile- bir Yahudi yurdu kurma hedefi göze çarpar. Kitabın
Yahudiler arasında farklı yankıları söz konusu olmakla birlikte çoğunlukla
Siyonist hareket için bir işaret taşı olma misyonunu üstlenmiştir.[308]
Siyonizm’in dinî bir veçhesi olmakla birlikte çoğunlukla
ırksal ve ideolojik bir fikir akımı olduğu konusunda iddialar mevcuttur.[309] [310] Filistin’de
kurulması planlanan bir devlet gayesinden ödün vermeyen Yahudiler, amaca giden
tüm yolları meşru görerek, bölgede tarihin şahit olduğu birçok acılara sebep
olmuştur. Bu nedenle Yahudiler arasında Siyonist düşünceyi destekleyenler
olduğu gibi, izlediği yolu müspet görmeyenler de çoktur. Muhalifler arasında üç
grup bu akımın izlediği yola karşı çıkarak ön plana çıkmıştır. Bunlardan ilki
bu akımın XX. yüzyıl sonlarında hâlihazırda varlığını sürdüren kapitalist
Burjuva Avrupa sisteminin doğal bir ürünü olduğu iddiasını taşıyan
Sosyalist-Marksçı okuldur. Bu okul taraftarlarına göre, Yahudi sorununu
çözmenin yegâne yolu kapitalist ve emperyalist sistemlerin ortadan
kaldırılmasıdır. İkinci grup olan iki ulusun yan yana yaşayabileceğini düşünen
okul, Siyonizm’in ideolojisine değil, bölgedeki Araplara karşı olan tutumuna
yönelik bir eleştiri grubu olmuştur. Albert Einstein’ın da müdahil olduğu bu
topluluk, Filistinlilerin ulusal haklarının görmezden gelinmesine karşı
çıkmakta ve İsrail devletiyle birlikte bir Arap devletinin kurulmasını
önermektedir. Üçüncü grup olarak karşımıza çıkan insancıl-dinî okul,
Siyonizm’in tüm ideolojilerinin dinsel ve manevî açıdan karşısında durur ve
Yahudiliğin milliyetçi bir akım olmadığını, dinsel bir kavram olduğunu,
dolayısıyla dar kabile milliyetçiliği ile örtüşmeyeceğini 310 savunur.
Siyonizm’e iki türlü yaklaşım vardır. Bunlardan ilki Yahudi
oldukları için acı çektirilenler ve ikincisi böyle bir durumun söz konusu
olmadığı küçük bir gruptur. Siyonizmi, Yahudilerin istenmedikleri ülkelerden,
kendilerinin olduklarını düşündükleri memleketlere geçişleri yani hayatı
Filistin’de İbranî bir tarzda yeniden yaratmak olarak tanımlanması ve bu
insanların sırf Yahudi oldukları ve Yahudi kalmak istedikleri için suçlu
görülüp aşağılanması[311] birçok
Yahudi tarafından sıklıkla gündeme getirilmiş ve Einstein da Yahudiliği
tanımlarken onun sıradan bir topluluk olmadığını aynı zamanda yaşayan bir “şey”
olduğunu vurgulamıştır.[312] Bununla
birlikte bir Yahudi onun için kendisine nispet edilen inanca sahip bir kişi
olarak değil, Yahudi uyruğuna sahip bir birey olarak bu kimliği üstlenir.[313]
Siyonist fikrin taraftarı olduğunu ilan eden Einstein,[314] Yahudi
olmanın en temel ilkesinin Tevrat’ta var olan prensiplere sadık kalıp pratik
hayata geçirmek olduğunu[315] ifade
etmekle birlikte, Yahudilerin yalnızca din ile değil, din ve geleneksel bağlar
ile birbirleriyle ilişkili olduklarını ve dolayısıyla onların üzerine
yağdırılan hor görülme ve aşağılanmalar karşısında her Yahudi’nin kendi isteğiyle
katılacağı canlı bir topluluk ile direnmelerinin daha güçlü olacağını, bu
sebeple de millî bir yuva kurma hedefleri olan Yahudilerin geleneksel
tavırlarının, merkezi Filistin olmak üzere gerçekleştirilmesi gerektiğini ifade
eder. Bu tavrın dünya kamuoyunda hoşgörüsüz bir tarzda milliyetçilik olarak
lanse edilmesine karşı serzenişte bulunur. Siteminin en önemli sebebi olarak da
birçok ülkede Yahudilere karşı ciddi anlamda hoş olmayan bir tavır
takınıldığını bu nedenle de kendileri için kurmayı amaçladıkları toplum
fikrinin de düşman okların hedefi olduğunu ifade ederek diğer toplum ve
milletler tarafından bu kadar ötekileştirilmeselerdi ve güvende hissetselerdi
“milliyetçilik” görüşünün karşısında olacak ilk kişinin kendisi olacağını
vurgular. [316]
Albert Einstein’a göre Siyonizm çalışmaları Filistin’den
yaşayamayacak olan Yahudi halkı üzerinde çok etkili olacak ve asıl önemli olan
da dâhilî ve haricî olan bu etkiler olacaktır. O, bu halkın bir araya
gelmelerinin ve tek bir halk olarak yaşamalarının, onların kendi kendilerini
yeterli görmelerini ve dolayısıyla da mutlu hissedeceklerini öne sürer. Dâhilî
etkileri olarak Yahudi olmayan toplumlarda trajik bir şekilde yaşamak zorunda
kalan eski Yahudilere nazaran, onun zamanındaki genç Siyonistleri de kapsayan
yeni kuşağın çok avantajlı olacağını ifade ederken, haricî etkiler olarak da
kolektif bir tarzda yaşamın toplumlara getirdiği birlik ve beraberlik
duygularının tüm dünyada Yahudi halkının politik ve ahlâkî olarak güçlenmesine
yol açacağını belirtir.[317]
Yahudiler ve Araplar arasında Filistin’de kurulacak ortak
yaşam için türlü adımlar atan Einstein, bu ülkünün Yahudiler için ne kadar
değerli bir umut ışığı olduğunu[318] ve
Siyonizm’in Yahudiler’de toplum olma bilincini canlandırdığını[319] sıklıkla
vurgulayarak Birleşik devletlere yaptığı üçüncü ziyaretindeki bir konuşmasında,
o dönemde İngiliz emperyalizmi altında bulunan Filistin’de Yahudiler ve Araplar
arasında iki tarafı da memnun edecek bir bağ kurma görevinin İngilizlerin değil
kendilerinin hedefi olması gerektiğini belirtir.[320] [321] Bir Arap’a yazdığı mektupta
da önerilerde bulunan Einstein, toplumun refah ve huzurunu arttıracak, gizlilik
ilkesi çerçevesinde çalışmalarını yürütecek her iki taraftan da doktor,
hukukçu, işçi ve din görevlisi olmak üzere toplamda sekiz kişinin
belirlenmesini tavsiye eder. Bu şekilde bir meclis, ona göre, ülkenin ortak
çıkarlarını garantiye 321
almak için en iyi adımlardan biri olacaktır.
Einstein, Araplar ile olan ilişkilere özellikle ihtimam
göstermiş Arapların kendilerine karşı oluşabilecek olası bir düşmanlığı, onlar
ile aralarında gerçekleşebilecek muhtemel bir gerginliği engellemeye çalışmış
ve Yahudileri de bu tavra yönlendirmiştir.[322] Kurulacak yeni devletin
temellerini eğitimle atma yönünde büyük çabalar sarf eden Einstein, Filistin’de
bir İbranî üniversitesi kurmak konusunda aydınlardan ve Yahudi halkından maddî
manevî çokça destek toplamıştır.[323] Onun kendi insanları olan
Yahudilere en büyük tavsiyesi yabancılaşmış ırkları konusunda bilinçli olmaları
ve kendi öğrencileri için dernekler kurarak Yahudi olmayanlara karşı son derece
ılımlı bir tavır takınmaları yönündedir. Bu şekilde kendilerine karşı
doğrultulmuş anti-semitizmin nefret oklarını bir şekilde savurmanın mümkün
olacağına inanır.[324] [325]
Einstein, Filistin’de Araplar ile birlikte yaşamanın,
Yahudilerin bölgeye içten bağlılığı ve kendilerini hasretmeleri sebebiyle tüm
ülke sakinleri için sadece maddî değil, aynı zamanda kültürel ve ulusal olarak
faydalı olacağını ileri sürer. Aynı zamanda Araplar tarafından Yahudi sempatisinin
kazanılmasının da bölgede o dönemde var olan Arap Rönesansı’nın gerçekleşiyor
olmasına kaynaklık ettiğini iddia eder. Batı medeniyetine kendi yolları ile
sağlam değerler katan bu her iki İbrahimî topluluğun ortaklığının gerçek
anlamda büyük bir geleceğe sahip olmasının imkânlarından bahsederken, bunun tek
yolunun her iki milletin de birbirlerini kültürel ve ulusal anlamda
desteklemeleri gerektiğini ve ciddi bir şekilde “güvenli” 325
bir toplum oluşturmaya uğraşmaları olduğunu savunur.
Sonuç olarak Albert Einstein, bir Siyonist olduğunu iddia
etmekle birlikte Siyonizm’in sahip olduğu tüm dinî ve ideolojik fikirleri
benimsemekten uzaktır. Onun Siyonizm’i, dinî bir topluluk kurmak için altyapı
oluşturan bir camia değil, tarih boyunca zulme maruz kalan ve ötekileştirilen
Yahudi topluluğunu bir araya getirmek maksadıyla ahitleşmiş insanların ortak
düşüncesidir. Bu nedenle Siyonizm denince ilk akla gelen amaçlar, Einstein’ın
Yahudilere yaklaşımını kapsamayacaktır. O, Siyonizm’i, kendi insanlarının tek
bir topluluk olarak dünya üzerinde kültürel ve ulusal anlamda güçlerini
birleştirerek artık Yahudilerin birçok olay için günah keçisi olmalarını ve bu
nedenle dünya kamuoyunda hedef tahtası gösterilmelerine karşı bir adım olarak
görür ve bu amacı gerçekleştirmek için de en uygun mekânın Yahudilerin gönülden
bağlandığı Filistin bölgesi olduğuna inanır. Ancak dönemin bir çok Siyonistinin aksine o, Arap yaşamına hiçbir suretle zarar
verilmeden onlar ile iş birliği yapılabileceğinin ve ortak bir yaşam alanı
kurulması gerektiğinin ısrarla üstünde durur. Dolayısıyla Einstein’ın Siyonizm
yaklaşımı dinî olmaktan uzak tamamen ideolojiktir ve humanist kişiliği
doğrultusunda mensubu olduğu bu millete reva görülen ötekileştirilmenin önüne
geçmek amaçlı bir adımdır. Kanaatimizce bu topluluğa maddî-manevî katkı
sağlamasının arkasında milliyetçilik duygularından ziyade insanî olarak
bireysel bir çaba yatar. Zencilere olan ihtimamı göz önünde bulundurulursa onun
bu tavrı herhangi bir toplumun ya da insanın sistematik olarak yalnızlaştırılmasına
karşı olan serzenişinin somutlaşmış hali olarak değerlendirilebilir.
Bir fizikçi olarak Einstein, zihnini her ne kadar empirik
geleneğin katı deneyciliği ile sınırlandırmamış olsa da, bir beden ve bunun
içinde var olan ruh kavramını kabul etmekten uzaktır. Beden ile ruh düalizminin
gerçeklik âleminde karşılığı olmadığına inanan düşünürümüz ölüm ve ölümden
sonraki hayat için düşüncelerini de bu temel üzerine inşa etmiştir. Nitekim o,
bedeni ile yaşadıktan sonra kişinin bedensel işlevlerden yoksun bir şekilde
yeni bir hayata başlayabileceğini kabul edemez. Ölümden sonraki hayat için ruh
ile yaşayacağına inanan insanların durumunu oldukça zavallı bulan Einstein, bu
düşüncenin arka planında kişilerin korkularının ve adalet arayışlarının
olabileceğini düşündüğünü sanıyoruz. Zira o, zayıf yürekli kişilerin böyle bir
teselliye sığındığını öne sürer:
Bedeni ile öldükten sonra yaşayacak bir insan da düşünemem.
Zayıf yürekliler korku ya da gülünç bir bencillik ile bu çeşit düşünceleri beslesinler
istedikleri kadar. Hayatın sonsuzluğundaki sır ve gerçeğin akılları aşan
kuruluşuna bakış, bir de tabiatta kendini gösteren Aklın ne kadar küçük olursa
olsun, bir parçacığını kavramak için göstereceğimiz o içten çaba yetiyor bana.[326]
Ölümü yaşlanınca ödenmesi gereken bir borç olarak gören
Einstein, her ne kadar insanın bunu içten gelen eğilimleri sebebiyle
geciktirmeye çalışsa da, bunun doğanın insan ile oynadığı bir tür oyun olduğunu
düşünür.[327] Bu nedenle
tabiatta kendini gösteren aklın bir parçasını bile anlama çabası ona, ölümden
sonraki yaşamdan daha anlamlı gelir. Ruhun bedenden ayrı olarak
yaşayamayacağını bir diğer ifade ile bedenden ayrı bir ruh kavramı düşüncesini
benimsemeyişini Spinoza’nın modern düşünceye katkısını takdir ederken tekrar dile
getirir. O, Spinoza’nın beden ve ruhu bir ve ortak ele aldığı düşüncesi olan
panteizmden oldukça etkilendiğini ifade eder.[328]
Einstein’ın bedenlerin öldükten sonra yaşamasının anlamsız
olduğu yaklaşımının temelindeki bir diğer görüş ise ona göre, bilginin kaynağı
incelendiğinde duyu verileri ve kavramların ortak iş birliği ile bilgi
edinildiği sonucudur. Duyu verileri için beden, araçlar vasıtasıyla
edinildiğinden dolayı bilgiye ulaşmak için olmazsa olmazlardandır. Bu nedenle
beden olmaksızın bilgi edinmenin Einstein açısından kabul görmesi beklenemez.
Dolayısıyla “ruh” gündeme geldiğinde onun şu satırları ifade etmesi şaşırtıcı
olmayacaktır: “İçsel deneyimlerimiz duyusal izlenimlerin yeniden üretimi ile
birleşiminden oluşması bedensiz bir ruh kavramını benim gözümde boş ve anlamsız
kılmaktadır.”[329]
Bilgisinin nesnesi olarak sunduğu evren, onun için
anlaşılabilir olduğu müddetçe bir mucizedir. Kâinattaki her işleyişin rasyonel
bir süreci olduğuna inandığı için Einstein, aklının alamayacağı, üzerinde fikir
yürütemeyeceği için ahiret ve cennet- cehennem kavramlarının realitede bir
karşılığı olduğuna dair kuşkucudur. Bu sebeple “Evren rasyonel olduğu için ona
inanıyorum. Bu dünyadaki amacıma inanıyorum. Sezgilerime ve bilincimin dili
olduğuna inanıyorum. Ancak cennet ve cehennem hakkındaki spekülasyonlara
inanmıyorum.”[330] diyerek
zihinsel bir işlevinin olmayacağı başka bir alem düşüncesini reddeder.
Evrenin bir başlangıcı ve muhtemel bir sonu olduğunu
düşünmesine rağmen Einstein sondan münezzeh bir takım varlık/lardan bahsedip
durumun bizim hislerimize konu olduğunu dile getirmekten kaçınmaz:
Ne de olsa kaderin cilvesi ve insanın düşlerinin ötesinde
sonsuz bir şeyler yatmaktadır. Korku ve umut arasında gidip gelen böylesi bir
sonsuzluk, yaşlılara gençlere olduğundan daha yakın durur ve bize düşen de bu
güzelliği ve gerçeği en yalın haliyle tatmaktır.33
Bahsi geçen sonsuzluğun hissedilmesinin yaşlılar için daha
yoğun olduğunu dile getirirken sanıyoruz ki Einstein, ölüm olgusunun kişide bu
çeşit duygular oluşturduğunu ifade etmeye çalışmıştır. Nitekim kişinin ölüm ile
birlikte gelen yokluk halini kabullenmesi kolay değildir. Psikoloji itibari ile
insan sonsuzluğu arzu eder. Bu işleyişten kendinin sıyrılıp yok olacağı bir
tasavvur, insan olarak bizlere ağır gelir. Dolayısıyla bir sonsuzluk düşünmek,
hayatın sonlarına doğru bizleri telkin etmeye yarayacak ve o sonsuzluktan pay
almanın umudunu taşıyor olmamıza sebebiyet verecektir. Yukarıda aktarıldığı
gibi, kendisi de bu sonsuzluk tahayyülünün korku ve umut tarafından körüklendiğini
belirtir.
Sonuç olarak, tüm olgulara rasyonel bir şekilde
anlaşılabilirlik gözü ile bakan Einstein, makul olmadığını düşündüğü bedenlerin
ölümünden sonra ruh ile yaşanacağı düşüncesini reddeder. Nitekim ona göre insan
için yaşamak ancak algılamak ve algıladığını kavramak ile anlamlıdır.
Algılamanın aracı olan beden kavramak için şart olduğundan, ahiret,
cennet-cehennem gibi yalnızca ruh ile yaşanacağına inanılması sonucu
oluşturulan kavramların bir takım spekülasyonlardan ibaret olduğunu düşünür. Dolayısıyla
o, bir sonsuzluk düşüncesini kabul ediyor olsa da, bu düşüncenin zamanın
ötesine ait olduğu fikrini taşıdığı söylenebilir. Zamana ve mekâna mahkûm
edilmiş zihinlere sahip insan için, beden ve ruh düalizmini kabul etmediğinden
düşünce sisteminde kişilerin o sonsuzluktan pay almasının imkânına yer
vermediğini düşünüyoruz. Çünkü yaşam gayesi anlamak olan insanın, anlamasına
aracılık eden cihazlarının ve anlama nesnesinin yokluğunda yaşamasının da bir
anlamı olmaz. Ona göre kişi düşündüğü ve anladığı ölçüde canlıdır ve bu
doğrultuda yaşar.
merkezileştirilmesinin imkânından söz eder. Ona göre
“düşünce” kişide farklı ufuklar açtığı gibi üzerinde “düşünme” faaliyetinin
gerçekleşmediği düşünce taklitçiliğe yol açar. Oysa düşünmenin herhangi bir
zararının olması mümkün değildir.
Einstein’ın atom altı parçacıklar hakkında düşündüğü,
topluluğun en küçük birimi olan insan için sahip olduğu yaklaşıma
benzemektedir. O, evrene ve evren ile ilgili olan her şeye bütünsel bir gözle
tek çerçeve içinde bakar. Bu nedenle âlem hakkında ısrarlı bir şekilde sunduğu
evrende mükemmel bir harmoni olduğu görüşü, onun düşüncesinin temellerini
oluşturmaktadır.
Einstein’ın dünya görüşünün determinizm ile sıkı bir
ilişkisi bulunmaktadır. Ona göre evrende son derece rasyonel ve bizler
tarafından anlaşılabilir yasalar vardır. Bu yasalar neden-sonuç ilişkisinden
bağımsız olmayacak şekilde tüm varlıkların tabi olduğu yaşam döngüsünün ön
şartıdır. Yıldız olsun, insan olsun, kuark olsun, hepsi determine edilmiş bir
şekilde tek bir yasa tarafından yönlendirilir. O, hayatı boyunca tüm
varlıkların tabi olduğu bir yasa bulma ümidiyle ciddi bir mesai harcamıştır.
Bu tek yasa ya da determine edilmişlik hali, onun Tanrı
tasavvurunun da arka planını oluşturur. İzafiyet Teorisi ile birlikte
genişleyen evren kuramı ispatlanınca çoğunlukla evrenin varlığa gelişini
açıklayabilmek için Tanrı kavramını kullanır. Evren mükemmel bir şekilde
zamanın ötesinde bir takım yasalar kurularak determine edilmiştir. Bu
yasalılığın ana çerçevesini neden-sonuç ilişkisi belirler. Kozmosun devamını
sağlayan ve kaos oluşumunu engelleyen bu yasalılık hiçbir şartta müdahaleye
imkan tanımaz. Bu nedenle evrenin başlangıç nedeni her ne ise bahsi geçen bu
nitelikten yoksundur. Onun düşünce sistemine göre evreninin var oluşuna
Tanrı’nın kaynaklık ettiği söylenebilir.
Einstein’ın, kuantum fiziğinin sunduğu rastlantısallık ve
olasılıklar üzerine bina edilmiş evren anlayışını reddetmesinin arkasındaki
asıl gerekçe de var olduğunu düşündüğü yasalılığa güvenidir. “Tanrı evren ile
zar atmaz” derken kastettiği de bu düzenliliğin kaynağının ve devamının şans
ile mümkün olamayacağıdır. Spinoza’dan oldukça etkilendiği bilinen Einstein,
onun “ordo idearum (fikirlerin düzeni)” ve “ordo rerum (şeylerin düzeni)”
arasında kuvvetli bir bağlantı olduğu fikrini de benimsemekten geri durmaz.
Jammer’ın da benzer şekilde yorumladığı gibi, şeylerin düzeni ve düşüncelerin
düzeni arasında bir bağlantı olduğu fikri kuantum fiziğinin rastlantısallığını
kabul edemeyen fizikçimizin aklından geçenlere dair bizlere ipucu verir.
Einstein, Newton’a -fiziğini revize etmiş olsa da- iade-i itibar ederek,
zihnimizin onun ortaya koyduğu nedensellik ile çalıştığını savunur. Nedensellik
gözü ile bakan Einstein, şeylerin onun zihnindeki düzenliliği ve birbirleri ile
bağlantısının evrende yani realitede de bir karşılığının olduğundan emindir.
Determine edilmişliğe kaynaklık eden varlığın, kişisel bir
varlık olmamasının en önemli nedenlerinden biri, bahsi geçen Tanrı’nın bir ilk
sebep olması ve var oluşa kaynaklık etmesidir. Süreç içinde herhangi bir
müdahalesi söz konusu değildir. Kanaatimizce bu Tanrı’nın sürece herhangi bir
etkisinin olmaması ya da Einstein düşüncesinde Tanrı’nın evrenin başlangıcına
kaynaklık etmesi dışında başka hiçbir niteliğinden söz edilmemesi bizlere
Aristoteles’in “ilk muharrik” adını verdiği varlığı çağrıştırır. Nitekim
Einstein, açıklanabilecek ve bilgimize konu olan her şeyi bilim ile açıklama
yoluna gider. Oysa Prothogoras da dâhil olmak üzere felsefe tarihi boyunca
birçok filozof tarafından gündeme getirilen ve Einstein’ın da sahip olduğu
görüşe göre Tanrı, bizim bilgimizin nesnesi değildir.
Tanrı’ya dair bilimsel veriler sunamayacağını düşünmesine
rağmen Einstein söylemlerinde kutsal bir varlık düşüncesi barındırmadığı gibi,
onun üzerine akıl yürütmekten de vazgeçmez. Onun Tanrısı metafizik üzerine
sistematik bir düşünmenin ürünü olmak yerine, görüngülerden yola çıkarak
açıklayamadığı noktaları, metafiziğe dayandırarak aydınlatma girişimidir.
Bu girişim onun Tanrı tasavvurunun birçok düşünür
tarafından farklı yorumlanmasına sebep olmuştur. Kişisel bir Tanrı’yı reddettiği
için doğduğu Yahudi geleneğinin Tanrı anlayışı ona oldukça uzaktır. Einstein’ın
XVII. yüzyıl düşünürü Spinoza’dan etkilendiğini ve onun Tanrı tasavvuru ile
kendininkinin özdeş olduğunu ifade etmesi, akıllara panteist olduğu düşüncesini
getirmiştir.
Micheal Gullian tarafından da Tanrı inancının panteisttik
olduğu ifade edilen Einstein, Spinoza’nın daha önce ifade ettiğimiz birçok
görüşünü paylaşmaktadır. Nitekim Tanrı kavramını mekanist doğa ve determinist
yasa anlayışından bağımsız görmeyen Spinoza’ya oldukça yakın görüşler öne süren
Einstein’ın, Spinoza’ da bulunduğu gibi insan özgürlüğüne ve Tanrı
iradesine/istencine bir diğer ifade ile kişisel bir Tanrı’ya kendi düşünce
sistemi içerisinde yer vermemesi bu görüşü güçlendirir. Her iki düşünür de insan
özgürlüğü düşüncesinin kaynağında bilgi eksikliğimiz olduğunu belirtir. Ayrıca
Einstein, modern düşünceye katkılarını dile getirdiği filozof Spinoza’nın ruh
ve beden düalizmini reddedip bunları “bir” olarak sunup monizmi dile
getirmesine de oldukça hayranlık beslediğini vurgular.
Ancak Einstein’ın bu hayranlığı, Spinoza’nın bu görüşünü
olduğu gibi paylaştığı anlamına gelmez. Einstein, bir beden ve bedenin içinde
ondan ayrı düalist bir düşünmeye ortam hazırlayan ruh olduğu fikrini kabul
etmez. Nitekim ahiret ve ölümsüzlüğü inkâr edişinin altında yatan sebebin de bu
olduğu söylenebilir. Zira o, ruhun ve bedenin bir olup canlıları oluşturduğunu
ifade eder. Bu nedenle beden öldükten sonra insan yaşamı ruh ile devam etmez.
Zira beden yaşama gayemiz olan bilgi edinmenin vazgeçilmez bir unsurudur.
Bundan mahrum olduğumuz takdirde ruh ile yaşamamızın bir amacı ve işlevi
olmayacaktır.
Einstein, Tanrı ve evrenin bir oluşu düşüncesini temsil
eden panteist görüşten bu noktada ayrılır. Zira ona göre evren ezelî olmayıp bir
başlangıcı olduğu için evrene kaynaklık eden şey, evrenin kendisi olamaz.
Dolayısıyla bu düşüncesinden dolayı ona panteist denilemez. Evrenin Tanrı’da
olduğu görüşünü savunup Tanrı’nın az kudretli değişen ve değişmeyen, aynı
zamanda sınırlı ve sınırsız olduğu görüşünü savunan panenteizm düşüncesinin
izlerine de onun düşünce sisteminde rastlanmaz.
Albert Einstein’ın Tanrı tasavvuru, evrendeki determinizm
ve yasalılığın kaynağı, kişisel olmayan, sürece müdahale etmeyen ve evrenin
başlangıcına sebebiyet veren varlık fikrini içeren deizmin Tanrı düşüncesine
oldukça yakındır. Bu görüş vahiy, peygamber, mucize ve ahirete olanak vermediği
gibi, ilahî kaynaklı bir dine de imkân tanımaz. Dolayısıyla Einstein’ın din
görüşü, Tanrı merkezli bir inanç sistemi değildir. Bu nedenle onun din
anlayışını rasyonel din anlayışları içerisinde değerlendirmek gerekir.
Ona göre yaygın olan din, tamamen sosyolojik bir olgu olup,
insanların hayatlarını devam ettirmeleri için gerekli olan bir arada yaşama
zorunluluğu göz önüne alınarak, yine insan eliyle sistemleştirilen bir hayat
tarzıdır. Bu sistemin özü, insana, kendi bencil isteklerinden kurtularak toplum
menfaatine çalışması gereken yüce bir misyon atfetmiştir. Nitekim ona göre din,
hiyerarşik bir şekilde oluşan epistemik skalanın ürünü olarak üç çeşittir. İlki
bilimden ve sanattan fazlasıyla uzak olan ve evrende bulunan nedenselliği
kavrayamayan ilkellerin dini olup, korku temellidir. Kişi evrendeki yasalılığı
kavrayamadığı için bir varlık tasavvur eder ve ona teslim olur. İlkellerden
daha fazla epistemik altyapıya sahip olan uygarlar için ise din, tamamen ahlâkî
bir sistemdir. Oysa Einstein, asıl olanın, bilimden beslenerek görünenin
ötesindeki gizemi tecrübe etmek anlamında olan kozmik din olgusu olduğunu öne
sürer. Onun dini teolojik bir sistem değil, evrendeki nedenselliği kavrayarak
zihinsel bir sıçramaya sebep olan entelektüel bir sezgidir.
Bu sebepler bütünsel bir şekilde ele alındığında, Einstein
için bilimin ve dinin kaynağının aynı olduğu söylenebilir. Bir kökten beslenen
ağacın farklı dalları olan bu her iki olgunun bir biriyle çelişmesi akıl
dışıdır. Aynı bakış açısının bilimsel verilere dayanarak oluşan sonucu ile
bilimsel veriler vasıtasıyla oluşan sonucu arasında yalnızca bilgi ve sezgi
ayrımı vardır. Her ikisinin de nesnesi bir iken, sezgi bilimden bir adım öteye
dair olanın üzerinde düşünmeyi de kapsar. İşte Einstein’ın din kavramından
kastı da tam olarak budur.
Mistik bir dayanağı olmayan ve fıtrî olmaktan uzak
kavramlardan biri de ona göre ahlaktır. İnsanın özgür olmayışı ve eylemlerini
zarurî olarak gerçekleştiriyor oluşu verili bir ahlâk anlayışının ihtimalini
ortadan kaldırır. Nitekim ona göre ahlâk yani en yüksek iyi, kişinin bencil
isteklerinden kurtularak kendini toplum menfaatine adaması ile gerçekleşir. Bireyin
kendi kötü arzularından kurtulması için yegâne araç bilim ve sanattır. Kişi
bilim ile edindiği verileri sanat ile yontarak şekillendirir ve iyi olana
evirmeye çalışır. En güzel deneyim, ona göre, sanat ve bilim aracılığı ile
kişinin görünenin ötesinde var olduğuna inandığı gizemi deneyimlemesidir.
“Kozmik dinsel duyuş” adını verdiği bu algılanamayanın tecrübesi kişiye düzen
sahibine dair en güzel mistik duygular sağlar. Böylece görünenin ötesi,
sezgimizin nesnesi olur.
İnsan türünün de dâhil olduğu bu düzenin katı nedenselliği
Einstein’a göre, kişiye özgürlük alanı tanımaz. İnsan edimlerinin içsel ve
dışsal zorunluluklar ile belirlendiğini ifade eden Einstein’ın düşüncesine
göre, Tanrı’nın kişisel olmayışı bir kez daha insan eylemlerine determinist yaklaşım
ile belirlenmiştir. Spinoza ve Einstein’ın görüşleri arasındaki kuvvetli
ilişkinin, sıklıkla Einstein tarafından vurgulandığından söz edilmişti. Nitekim
bu görüş, Spinoza’nın “hür” kavramına getirdiği açıklama ile de benzerliği
belirginleştirir. Spinoza’ya göre irade, nedene nedenlenmiş olmaya mahkûmdur.
Ona ait, hırsızın olduğu kadar adil insanın da davranışlarının belirlenmiş
olduğu bu sebeple de ölümden sonra ödüllendirilip cezalandırılmanın makul
olmadığı yaklaşımı, Einstein düşüncesine bire bir yansımıştır.
Einstein’a göre de insan, özgür olmadığı ve insanın
davranışları nedensellik silsilesine dâhil olup, belirlendiği için Tanrı’nın
müdahale eden, cezalandıran ve ödüllendiren kişisel bir varlık olması, kendi
kendini yargılamasını gerektirdiğinden abesle iştigaldir. Dolayısıyla evrendeki
yasalılık ve determinasyon insanın iradî eylemler gerçekleştirememesine ortam
hazırlar. Ona göre insan özgür değildir. Bu nedenle de Tanrı’nın müdahalesine
ihtiyaç yoktur.
Tanrı evrene ve insan eylemlerine müdahale etmediği için
din, vahiy, mucize ve peygamber gibi kavramlar onun nezdinde kutsallıktan
uzaktır. Her ne kadar peygamberlere ve kutsal kitaplara saygı gösterip
mucizenin imkânına açık kapı bıraksa da köken itibari ile bunların tanrısal bir
kaynağı yoktur. Dolayısıyla Einstein, din, vahiy ve mucize üzerine bina
edilmiş, “teizm” başlığı altında ayrıntılarına değinilen Yahudiliğin
doktrinlerinin birçoğunu çeşitli sebeplerden dolayı kabul etmez.
Einstein, Yahudilerin seçilmiş bir millet olduğu
düşüncesine karşı çıkar. Zira onun tasavvurundaki Tanrı, bahsi geçtiği üzere
âleme müdahale etme ya da bir kavmi özel olarak seçme gibi niteliklere sahip
değildir. Einstein’ın Siyonizm’e yaklaşımı da seçilmiş insanlar olduğu
düşüncesinden dolayı değil, Yahudilerin tarih boyunca maruz kaldığı
sıkıntılardan dolayıdır. Nitekim o, Siyonizm’e ideolojik bir hareket gözü ile
bakar, Yahudilerin siyasi çıkarlarını ve yaşam standartlarını iyileştirmek
adına bu gruba yakınlık gösterir. İleride başkanlığının kendisine teklif
edileceği bir İsrail devleti kurulması için ön ayak olarak çeşitli girişimlerde
bulunur.
Onun İsrail Devleti’ne ilişkin görüşlerinin temelinde
Araplarla karşılıklı yardımlaşarak yaşayabilecekleri iki ayrı devletin
kurulması istenci vardır. O, bölgede var olan Arapların da yaşam
standartlarının yükseltilmesini talep ederek, huzur ve güven içerisinde iki
ayrı dine mensup bu insanların birlikte yaşamaları gerektiğini belirtir.
Tasavvurundaki Tanrı anlayışından dolayı peygamberliği
kabul etmese de Einstein, peygamberlere ayrıca saygı gösterir ve onların saygın
kişilikler olduğunu ifade eder. “Kozmik dinsel duyuş” adını verdiği din
anlayışının Davud’un mezmurlarında da bulunduğunu öne sürmesi, kutsal metinlere
ve peygamberlere saygısına örnektir. Yahudi itikadında var olan, hükümdarın
Davud soyundan gelerek Yahudileri kurtaracağı görüşü, Einstein’ın hayatının her
alanına etki etmiş bilimsel metodun Davud’un mezmurlarında bulunması ile
gelecek hükümdara yol gösterebileceği yargısına sebep olduğu muhtemeldir.
Yahudilikteki ahiret inancına aykırı olarak, Reformcu
Yahudiler adı altında bir grup insanın fiziksel dirilmeyi inkâr ederek, ahiret
inancının varlığının Tanrı’nın merhametiyle uyuşmadığı düşüncesine sahip
olması, Einstein’ın ahirete dair görüşleri ile oldukça benzerdir. Nitekim
Einstein da eylemleri determine edilmiş insanların Tanrı tarafından
ödüllendirilmesi ve cezalandırılması fikrine karşı çıkar.
Bu itirazın kökeninde ise böyle bir edimin “Tanrı” fikri
ile uyuşmadığı düşüncesi yatar.
Einstein’ın temel problemi Newton’da olduğunun aksine
evreni anlamak vasıtası ile Tanrı bilimine hizmet etmek değildir. Varlıktan
yola çıkarak Tanrı’yı açıklamaya çalışan teizminden farklı olarak, Tanrı’ya
yönelik kozmik dinsel duyuştan hareketle varlığı açıklamaktır. Onun düşünce sistemini
incelediğimizde Tanrı’ya ve dine dair oluşan kavram kargaşasının asıl nedeni
onun teolojik bir sistem kurma kaygısı taşımıyor oluşudur.
Sonuç olarak, Einstein’ın Tanrı ve dine dair görüşleri
bütüncül bir açıdan değerlendirildiğinde, Tanrı tasavvuru açısından Spinoza’nın
Tanrı düşüncesi olarak belirlenen panteizmden ziyade deizme yakın durduğu, din
anlayışı açısından da deizmin en yaygın olduğu Aydınlanma Dönemi’nin dinî
kabulü olan rasyonel din anlayışını benimsediğini söylemek mümkündür. Albert
Einstein’ın fikir dünyasının daha ayrıntılı irdelenmesinin, sosyal bilimlere
yönelik yepyeni çalışmalara ortam hazırlaması muhtemeldir.
121 |
Barbour, I. G. (1966). Issue in Science andReligion,
New Jersey: Prentice-Hall, Inc.
Bergson, H. (2017). Ahlâkın ve Dinin iki Kaynağı.
(Çev.: M. Mukadder Yakupoğlu), Ankara: Doğu Batı Yayınları.
Bogdanov I.-G. (2015). Tanrı Zar Atmaz. (Çev.:
Menekşe Tokyay), İstanbul: Pegasus Yayınları.
Bohr, N. (1970). “Discussion with Einstein on
Epistemological Problems in Atomic Physics”. Albert Einstein Philosopher
Scientist, (Ed.: Paul. Arthur Schilpp), Vol, VII, New York: MJF Books.
Bozkurt, N. (2013). “Sunuş”, Bilim ve Felsefe Yazıları.
Albert Einstein, Ankara: Sentez Yayıncılık.
Brooke, J. H. (2016). “Doğal Teoloji”, (Çev.: Emine Uzun), Batı
Geleneğinde Bilim ve Din Tarihi, İstanbul: Say Yayınları.
Calaprice, A. (2011). The Ultimate Quotable Einstein.
New Jersey: Princeton University Press.
Can, N. (2009). “Mekanistik Evren Anlayışı ya da Hakikatin
Bilgisinden Fenomenler Bilimine”. Kaygı, sayı:13.
Canales, J. (2015). The Physicist and The Philosopher
(Einstein, Bergson And The Debate That Changed Our Understanding Of Time).
New Jersey: Princeton University Press.
Coştu, F. C. (2018). İki Zaman Düşüncesi Öznel ve Nesnel
Zaman. Ankara: Elis Yayınları.
Daston, L. (2013). “Einstein’ın Kişiselin Ötesindeki
Cennetinin Kısa Tarihi”. 21. Yüzyıl İçin Einstein, (Çev.: Nursel Yıldız,
Ed.: Peter L. Galison, Gerald Halton, Silvan S. Schweber), İstanbul: Alfa
Yayıncılık.
Davies, P. (2014). Tanrı ve Yeni Fizik. (Çev.: Barış
Gönülşen). İstanbul: ALFA Yayınları.
Dawkins, R. (2006). Tanrı Yanılgısı, (Çev.: Melisa
Miller, B. Efe Güner, T. Tuncay Bilgin), İstanbul: Kuzey Yayınları.
Dereli, T. (1994). “Kuantum Dünyası”. (Haz.: İlhami
Buğdaycı), Ankara: ABRA Dergisi Eki.
Docovic, V- Grujic, P. (2007). “Albert Einstein, Cosmos and
Religion”. Serb. Astron., No:174.
Doko, E. (2011). Dâhi ve Dindar: Isaac Newton.
İstanbul: İstanbul Yayınevi.
Einstein A. (1960). “Religion and Science”. Ideas and
Opinions, New York: Crown Publishers, Inc.
Einstein A. (trs.) “Bir İnsanın Gerçek Değeri Üzerine”. Dünyamıza
Bakış, (Çev.: S. Eyüboplu, A. Erhat, V. Günyol, C. Çapan, İ. Öztürk, Y.
Anday), İstanbul: Alan Yayıncılık.
Einstein A. (trs.). “Zenginlik Üstüne”. Dünyamıza Bakış,
, (Çev.: S. Eyüboplu, A. Erhat, V. Günyol, C. Çapan, İ. Öztürk, Y. Anday),
İstanbul: Alan Yayıncılık.
Einstein A.-Freud S. (2009). Niçin Savaş?. (Ed.:
Isaac Asimov, Çev.: Emre Ak), Ankara: Ayraç Kitapevi.
Einstein, A. (1931). About Zionism. New York: The
Macmillan Company.
Einstein, A. (1949). “Autobiographical Notes”. Albert
Einstein Philosopher-Scientist (Ed.: Paul Arthur Schilpp), Vol., VII, New
York: MJF Books.
Einstein, A. (1950). “Moral and Emotions”. Out My Later
Years, New York: Philosophical Library, Inc.
Einstein, A. (1950). “Moral Decay”. Out of My Later
Years, New York: Philosophical Library, Inc.
Einstein, A. (1950). “On Freedom”. Out of My Later
Years, New York: Philosophical Library, Inc.
Einstein, A. (1950). “Our Debt to Ziyonizm”. Out of My
Later Years, New York: Philosophical Library, Inc.
Einstein, A. (1950). “Physic and Reality”. Out of My
Later Years, New York: Philosophical Library, Inc.
Einstein, A. (1950). “The Dispersal of European Jewry”. Out
of My Later Years, New York: Philosophical Library, Inc.
Einstein, A. (1950). “The Laws of Science and The Laws of
Ethics”. Out of My Later Years, New York: Philosophical Library, Inc.
Einstein, A. (1950). “To the Heroes of the Battle of the
Warsaw Ghetto”. Out of My Later Years, New York: Philosophical Library,
Inc.
Einstein, A. (1950). “To The University of Jerusalem”. Out
of My Later Years, New York: Philosophical Library, Inc.
Einstein, A. (1950). “Why Do They Hate the Jews”. Out of
My Later Years, New York,: Philosophical Library, Inc.
Einstein, A. (1950). “Why Socialism”. Out of My Later
Years, New York: Philosophical Library, Inc.
Einstein, A. (1960) “Addresess on Reconstruction in
Palestine II”. Ideas and Opinions, New York: Crown Publishers, Inc.
Einstein, A. (1960), “Is There a Jewish Point of View?”. Ideas
and Opinions, New York: Crown Publishers, Inc.
Einstein, A. (1960). “Christianity and Judaism”. Ideas
and Opinions, New York: Crown Publishers, Inc.
Einstein, A. (1960). “On The Abolition of The Threat of
War”. Ideas and Opinions, New York: Crown Publishers, Inc.
Einstein, A. (1960). “A Letter to an Arab”. Ideas and
Opinions, New York: Crown Publishers, Inc.
Einstein, A. (1960). “A Letter to Professor Dr. Hellpach,
Minister of State”. Ideas and Opinions, New York: Crown Publishers, Inc.
Einstein, A. (1960). “A Message to Intellectuals”. Ideas
and Opinions, New York: Crown Publishers, Inc.
Einstein, A. (1960). “Addresess on Reconstruction in
Palastine III”. Ideas and Opinions, New York: Crown Publishers, Inc.
Einstein, A. (1960). “Addresess on Reconstruction in
Palastine IV”. Ideas and Opinions, New York, Crown Publishers, Inc.
Einstein, A. (1960). “Addresess on Reconstruction in
Palestine I”. Ideas and Opinions, New York: Crown Publishers, Inc.
Einstein, A. (1960). “Address to the Students’ Disarmament
Meeting”. Ideas and Opinions, New York: Crown Publishers, Inc.
Einstein, A. (1960). “Aphorism for Leo Baeck”. Ideas and
Opinions, New York: Crown Publishers, Inc.
Einstein, A. (1960). “Good and Evil”. Ideas and
Opinions, New York: Crown Publishers, Inc.
Einstein, A. (1960). “Jewish Recovery”. Ideas and
Opinions, New York Crown Publishers, Inc.
Einstein, A. (1960). “Mahatma Gandhi”. Ideas and
Opinions, New York: Crown Publishers, Inc.
Einstein, A. (1960). “My First Impression of the U.S.A.”. Ideas
and Opinions, New York: Crown Publishers, Inc.
Einstein, A. (1960). “Religion and Science:
Irresconcilable?”. Ideas and Opinions, New York: Crown Publishers, Inc.
Einstein, A. (1960). “Science and Religion”. Ideas and
Opinions, New York: Crown Publishers, Inc. Einstein, A.
(1950).“Self-Portrait”. Out of My Later Years, New York: Philosophical
Library, Inc.
Einstein, A. (1960). “Society and Personality”. Ideas
and Opinions, New York: Crown Publishers, Inc.
Einstein, A. (1960). “The Jewish Community”. Ideas and
Opinions, Crown Publishers, Inc., New York, 1960
Einstein, A. (1960). “The Meaning of Life”. Ideas and
Opinions, New York: Crown Publishers, Inc.
Einstein, A. (1960). “The Need for Ethical Culture”. Ideas
and Opinions, New York: Crown Publishers, Inc.
Einstein, A. (1960). “The Pursuit Of Peace”. Ideas and
Opinions, New York: Crown Publishers, Inc.
Einstein, A. (1960). “The Religious Spirit of Science”. Ideas
and Opinionss, New York: Crown Publishers, Inc.
Einstein, A. (1960). “The True Value of a Human Being”. Ideas
and Opinions, New York: Crown Publishers, Inc.
Einstein, A. (1960). “The War is Won But Peace Is Not”. Out
of My Later Years, New York: Philosophical Library, Inc.
Einstein, A. (1960). “The World As I See It”. Ideas and
Opinions, New York:
Crown Publishers, Inc.
Einstein, A. (1960). “Working Palestine”. Ideas and
Opinions, New York: Crown Publishers, Inc.
Einstein, A. (2004). “Bilim ve Din”. Fikirler ve
Tercihler, (Çev.: Z. Elif Çakmak), İstanbul: Arion Yayıncılık.
Einstein, A. (2004). “Din ve Bilim: Zıt İki Kutup Mu?”. Fikirler
ve Tercihler, (Çev.: Z. Elif Çakmak), İstanbul Arion Yayınevi.
Einstein, A. (2004). “Mahatma Gandhi”. Fikirler ve
Tercihler, (Çev.:Z. Elif Çakmak), İstanbul: ARION Yayınevi.
Einstein, A. (2008). “Anti-Semitizm ve Akademik Gençlik”. Benim
Gözümden Dünya, (Çev.: Demet Evrenosoğlu), İstanbul: Alfa Yayınları.
Einstein, A. (2008). “Benim Gözümden Dünya”. Benim
Gözümden Dünya, (Çev.: Demet Evrenosoğlu), İstanbul: Alfa Yayıncılık.
Einstein, A. (2008). “Bir Yahudi Bakış Açısından Söz
Edilebilir Mi?”. Benim Gözümden Dünya, (Çev.: Demet Evrenosoğlu),
İstanbul: Alfa Yayıncılık.
Einstein, A. (2013) “Dindarlık ile Araştırma (Bilimin
Dinsel Duygusu)”. Bilim ve Felsefe Yazıları, (Çev.: Nejat Bozkurt),
Ankara: Sentez Yayıncılık.
Einstein, A. (2013), “E=mc2”. Bilim ve
Felsefe Yazıları, (Çev.: Nejat Bozkurt), Ankara: Sentez Yayıncılık.
Einstein, A. (2013). “Görelilik (Relativite) Kuramı
Üstüne”. Bilim ve Felsefe Yazıları, (Çev.: Nejat Bozkurt), Ankara:
Sentez Yayınları.
Einstein, A. (2013). “Bertnard Russell ve Felsefî Düşünce”.
Bilim ve Felsefe Yazıları, (Çev.: Nejat Bozkurt), Ankara: Sentez
Yayıncılık.
Einstein, A. (2013). “Bilimsel Doğruluk Üstüne”. Bilim
ve Felsefe Yazıları, (Çev.: Nejat Bozkurt), Ankara: Sentez Yayıncılık.
Einstein, A. (2013). “Din ile Bilim”. Bilim ve Felsefe
Yazıları, Ankara: Sentez Yayıncılık.
Einstein, A. (2013). “Fizik ve Gerçeklik”. Bilim ve
Felsefe Yazıları, (Çev. Nejat Bozkurt), Ankara: Sentez Yayıncılık.
Einstein, A. (2013). “Genel Görelilik (Relativite)
Kuramının Kaynağı Üzerine Birkaç Söz”. Din ve Felsefe Yazıları, (Çev.:
Nejat Bozkurt), Ankara: Sentez Yayınları.
Einstein, A. (2013). “Genelleştirilmiş Kütleçekimi
(Gravitasyon) Kuramı”. Bilim ve Felsefe Yazıları, (Çev.: Nejat Bozkurt),
Ankara: Sentez Yayıncılık.
Einstein, A. (2013). “Geometri ve Deney”. Bilim ve
Felsefe Yazıları. (Çev.: Nejat Bozkurt), Ankara: Sentez Yayıncılık.
Einstein, A. (2013). “Geometri ve Uzay”. Bilim ve
Felsefe Yazıları, (Çev.: Nejat Bozkurt), Ankara: Sentez Yayınları.
Einstein, A. (2013). “Görelilik ve Uzay Problemi”. Bilim
ve Felsefe Yazıları, (Çev.: Nejat Bozkurt), Ankara: Sentez Yayınları.
Einstein, A. (2013). “Johannes Kepler (1571-1630)”. Bilim
ve Felsefe Yazıları, (Çev. Nejat Bozkurt), Ankara Sentez Yayıncılık.
Einstein, A. (2013). “Kuramsal Fiziğin Temelleri”. Bilim
ve Felsefe Yazıları, (Çev.: Nejat Bozkurt), Ankara: Sentez Yayıncılık.
Einstein, A. (2013). “Kuramsal Fiziğin Yöntemi Üzerine”. Bilim
ve Felsefe Yazıları, (Çev. Nejat Bozkurt), Ankara: Sentez Yayıncılık.
Einstein, A. (2013). “Newton Mekaniği ve Kuramsal Fiziğin
Gelişimi”. Bilim ve Felsefe Yazıları, Ankara: Sentez Yayıncılık.
Einstein, A. (2013). “Uzay, Esir (Ether) ve Fizik Alanı
Problemi”. Bilim ve Felsefe Yazıları, (Çev.: Nejat Bozkurt), Ankara:
Sentez Yayıncılık.
Einstein, A. (2013). “Yaşam Öykümden”. Bilim ve Felsefe
Yazıları, (Çev.: Nejat Bozkurt), Ankara: Sentez Yayıncılık.
Einstein, A. (2014). “Kudüs Üniversitesine”. Son
Yıllarım, İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi.
Einstein, A. (2016). Göreliliğin Anlamı. (Çev.:
Ercüment Akat), İstanbul: Alfa Yayıncılık.
Einstein, A. (2016). izafiyet Teorisi. (Çev.: Gülen
Aktaş), İstanbul: Say Yayınları.
Einstein, A. (trs.). “Bilim ve Ahlâk”. Dünyamıza Bakış,
(Çev.: S. Eyüboplu, A. Erhat, V. Günyol, C. Çapan, İ. Öztürk, Y. Anday),
İstanbul: Alan Yayıncılık.
Einstein, A. (trs.). “Bireysel ve Toplumsal Sorumluluk”. Dünyamıza
Bakış, (Çev.: S. Eyüboplu, A. Erhat, V. Günyol, C. Çapan, İ. Öztürk, Y.
Anday), İstanbul: Alan Yayıncılık.
Einstein, A. (trs.). “Dünyayı Nasıl Görüyorum”. Dünyamıza
Bakış, (Çev.: S. Eyüboplu, A. Erhat, V. Günyol, C. Çapan, İ. Öztürk, Y.
Anday), İstanbul: Alan Yayıncılık.
Einstein, A. (trs.). “Kişi ve Toplum”. Dünyamıza Bakış,
(Çev.: S. Eyüboplu, A. Erhat, V. Günyol, C. Çapan, İ. Öztürk, Y. Anday),
İstanbul: Alan Yayıncılık.
Einstein, A. (trs.). “Niçin Sosyalizm”. Dünyamıza Bakış,
(Çev.: S. Eyoboğlu, A. Erhat, V. Günyol, C. Çapan, İ. Öztürk, Y. Anday),
İstanbul: Alan Yayıncılık.
Einstein, A. (trs.). “Ödenmesi Gereken Eski Borç”. Dünyamıza
Bakış, (Çev.: S. Eyüboplu, A. Erhat, V. Günyol, C. Çapan, İ. Öztürk, Y.
Anday), İstanbul: Alan Yayıncılık.
Einstein, A. (trs.). “Savaşın Nedenleri”. Dünyamıza
Bakış, (Çev.: S. Eyüboplu, A. Erhat, V. Günyol, C. Çapan, İ. Öztürk, Y.
Anday). İstanbul: Alan Yayıncılık.
Einstein, A. (trs.). Yaşam, Ölüm, Savaş, Barış, Bilim,
Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine. (Çev.: B. Gündüz), İstanbul: Sarmal
Yayınevi.
Einstein, A. “Physic and Reality”. Journal of the
Franklin Institute, Vol. 221, http://adsabs.harvard.edu/abs/1936FrInJ.22E.349E
Erişim Tarihi: 02.08.2018.
Einstein, A.-Gutkind, E.
https://uncertaintist.files.wordpress.com/2012/10/einstein- letter-gutkind-excerpts.pdf
Erişim Tarihi: 21.11.2018.
Einstein, A.-Infeld, L. (2015). Fiziğin Evrimi.
(Çev.: Öner Ünalan), İstanbul: Evrensel Basım Yayın.
El-Fârâbî, Ebu Nasır. (1990). El-Medînetü’l-Fâzıla.
(Çev.: Ahmet Arslan), Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.
Elkana, Y. (2013). “Einstein ve Tanrı”. 21. Yüzyıl İçin
Einstein. (Çev.: Nursel Yıldız, Ed.: Peter L. Galison, Gerald Halton,
Silvan S. Schweber), İstanbul: Alfa Yayıncılık. Emiroğlu, İ. (2014). Klasik
Mantığa Giriş. Ankara: Elis Yayınları.
Fransez, M. (2012). Spinoza’nın Tao’su. İstanbul:
Kabalcı Yayınevi.
Freud, S. (2014). Totem ve Tabu. (Çev.: Hasan Can),
Ankara: Tutku Yayınları.
Freud, S. (2016). Bir Yanılsamanın Geleceği Uygarlık ve
Hoşnutsuzlukları. (Çev.: Aziz Yardımlı), İstanbul: İdea Yayınevi.
Fritzsch, H. (2014). Yanılıyorsunuz Einstein!.
(Çev.: Ogün Duman), İstanbul: Metis Yayınları.
Garaudy, R. (2017). Siyonizm Dosyası. İstanbul:
Pınar Yayınları.
Gross, D. (2013). “Einstein ve Birleşik Kuram Araştırması”.
21. Yüzyıl için Einstein, (Çev.: Nursel Yıldız, Ed.: Peter L. Galison,
Gerald Halton, Silvan S. Schweber), İstanbul: Alfa Yayıncılık.
Guillen, M. (2002). Dünyayı Değiştiren Beş Denklem.
(Çev.: Gürsel Tanrıöver), Ankara: TÜBİTAK.
Hairlight, D. (2017). Bilim Tarihi. İstanbul: EZR
Yayıncılık.
Hawking, S. (2018). Ceviz Kabuğunda Evren. (Çev.
Kemal Çömlekçi), İstanbul: ALFA Yayınları.
Hawking, S. (2018). Zamanın Kısa Tarihi. (Çev.:
Barış Gönülşen), İstanbul: Alfa Yayınları.
Henry, J. (2011). Bilim Devrimi ve Modern Bilimin
Kökenleri. (Çev.: Selim Değirmenci), İstanbul: Küre Yayınları.
Herschbach, D. (2013). “Bir Öğrenci Olarak Einstein”. 21.
Yüzyıl İçin Einstein, (Çev.: Nursel Yıldız, Ed.: Peter L. Galison, Gerald
Halton, Silvan S. Schweber), İstanbul: Alfa Yayıncılık.
Hoffman, B. (1995). Yaratıcı ve Başkaldıran. İstanbul:
Evrim Yayınevi.
Hoffman, B. (1986). Albert Einstein: Creator and Rebel.
Glasgow: Paladin Grafton Books.
Holton, G. (2013). “Einstein Kimdi? Neden Hâlâ Bu Kadar
Canlı?”. 21. Yüzyıl İçin Einstein, (Çev.: Nursel Yıldız, Ed.: Peter L.
Galison, Gerald Halton, Silvan S. Schweber), İstanbul: Alfa Yayıncılık.
Huseyni, H. I. (1982). “Siyonizmi Eleştiren Yahudiler”. Siyonizm
ve Irkçılık, (Çev.: Türkkaya Ataöv), Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal
Bilgiler Fakültesi Yayınları.
İpekoğlu, Y. (2000). “Bohr-Einstein
Tartışması”. Bilim Teknik, Ekim.
Jammer, M. (1999). Einstein and
Religion: Physic and Theology. New Jersey: A Princeton University Press.
Karaman, M. L. (2009). “Siyonizm
Maddesi”. TDVİslam Ansiklopedisi. Cilt: 37.
Margenau H.-Varghese, R. A. (2002). Kosmos,
Bios, Teos. (Çev.: Ahmet Ergenç), İstanbul: Gelenek Yayıncılık.
Mehdi, N. “Bilim-Din İlişkisi
Problemine Süreççi Yaklaşım ve lan Barbour’un Dörtlü Tipolojisi”, M.Ü.
İlahiyat Fakültesi Dergisi, (2002/2).
Merdin, S. (1996). Tanrı’ya Koşan
Fizik. İstanbul: Timaş Yayınları.
Neiman, S. (2013). “Yıkıcı
Einstein”. 21. Yüzyıl İçin Einstein. (Çev.: Nursel Yıldız, Ed.: Peter L.
Galison, Gerald Halton, Silvan S. Schweber), İstanbul: Alfa Yayıncılık.
Newton, I. (2011). Principia.
(Çev.: Aziz Yardımlı), İstanbul: İdea Yayınevi.
Newton, I. (2011). “Genel Açıklama”.
Dâhi ve Dindar: Isaac Newton, (Çev.: Enis Doko), İstanbul: İstanbul
Yayınevi.
Osler, M. J. (2016). “Mekanik
Felsefe”. Batı Geleneğinde Bilim ve Din Tarihi, (Çev.: Tuğçe Ayteş),
İstanbul: Say Yayınları.
Overman D. L. (2004). Düzen.
(Çev.: Kemal Budak), İstanbul: Gelenek Yayıncılık.
Öner, N. (2016). Klasik Mantık.
Ankara: Divan Kitap.
Priwer S.- Phillips, C. (2013). Her
Yönüyle Einstein . (Çev.: Haydar Yalçın), Ankara: Arkadaş Yayınevi.
Reiser, A. (1931). Albert
Einstein A Biographical Portrait. New York: Albert and Charles Boni, Inc.
Rooney, A. (2017). Kendi Sözleri
İle Einstein. (Çev.: Deniz Candaş), Ankara: Akılçelen Kitaplar.
Simon, L. (1931). “Introduction”, About
Zionism. Albert Einstein, New York: The Macmillan Company.
Spinoza, B. (1984). Etika.
(Çev: Hilmi Ziya Ülken). İstanbul: Ülken Yayınları.
Stachel, J. (2001). Einstein from 'B' to 'Z'. cilt:
9, y.y.: Springer Science & Business Media, 2001.
Stannard, R. (2002). Yeni 1000 Yılda Tanrı. (Çev.:
Atalay Atabek), İstanbul: Gelenek Yayıncılık.
Stone, A. D. (2013). “Einstein’ın Kuantum Teorisine
Bilinmeyen Katkıları”. 21. Yüzyıl için Einstein, (Çev.: Nursel Yıldız,
Ed.: Peter L. Galison, Gerald Halton, Silvan S. Schweber), İstanbul: Alfa
Yayıncılık.
Stuerman, W. E. (1960). “God Does Not Play Dice: Einstein
and Religion”. Journal of Bible andReligion, vol. 28, No, 4.
Şeriati, A. (2017). Dinler Tarihi I. (Çev.: Ejder
Okumuş, Ed.: Hicabi Kırlangıç- Derya Örs) Ankara: Fecr Yayınları.
Tarlacı, S. (2016). Schrödinger’in Kedisi Neden Şizofren
Oldu?. İstanbul: Destek Yayınları.
Taslaman, C. (2007). “İzafiyet Teorisi, Değerler ve
Tanrı-Evren İlişkisi”. M.Ü. İlahiyat Dergisi, 33(2007-2).
Taslaman, C. (2017). Kuantum Teorisi Felsefe ve Tanrı.
İstanbul: İstanbul Yayınevi.
Taslaman, C. Big Bang
ve Tanrı, s. 26; Erişim Tarihi: 28.11.2018.
http://www.canertaslaman.com/2012/03/big-bang-ve-tanri/;
Tippet, K. (2013) Einstein’ın Tanrısı. (Çev.: Gizem
Aldoğan), İstanbul: h2o Kitap.
Turgut, S. (2000). “Parçacıklar Telepati Yaparlar mı?”. Bilim
Teknik, Ekim.
Ural, Ş. (2015). “Newtoncu Bilim Anlayışı”. Kilikya
Felsefe Dergisi (1).
Ursic, M. (2006). “Einstein on Religion and Science”. Synthesis
Philosophica UDC 2.
Walz, L. H, (1982). “Siyonizm ve Irkçılık: Çelişen
Görüngüler ve Algılamalar”. Siyonizm ve Irkçılık, (Çev.: Türkkaya
Ataöv), Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları.
Westfall, R. S. (2016). “Isaac Newton”. (Çev.: Ümit Hüsrev
Yolsal), Batı Geleneğinde Bilim ve Din Tarihi, İstanbul: Say Yayınları.
Winteler-Einstein, M.(1987). “Albert Einstein-A
Biographical Sketch”. The CollectedPapers of Albert Einstein,(Trans.:
Anna Beck, Cons. Peter Havas) Vol.,I, New Jersey: Princeton University Press.
Yaldır H. - Kiraz, S. (2018). “Nedensellik, Bilim ve
Metafizik”. Kaygı, sayı: 11.
Yavuz, Z. (2015). “Zamanın Bir Başlangıcı Olmalı Mı?”. Dini
Araştırmalar, Temmuz-Aralık 2015, Cilt:18, Sayı:47.
Yıldırım, C. (2012). Bilim Tarihi. İstanbul: Remzi
Kitapevi.
[1]Onun hayatının tezin amacına hizmet ettiği düşünülen kısımları
“Einstein’ın Entelektüel Gelişiminin Arkaplanı” başlığı altında verileceğinden
burada ayrıntılara girilmeyecektir
[2] E=mc2: bu formüle göre “E” yani enerji, “m”
kütle ve “c” ışık hızının karesine denktir. Einstein’ın en ünlü keşiflerinden
biri olan bu formüle göre ışık hızı daima sabit olduğundan kütle ve enerji
birbirine eşittir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Albert Einstein, “E=mc2”, Bilim
ve Felsefe Yazıları, (Çev.: Nejat Bozkurt). Ankara, 2013.
[3] Gerald Holton,
“Einstein Kimdi? Neden Hâlâ Bu Kadar Canlı?”, 21. Yüzyıl İçin Einstein,
(Çev.: Nursel Yıldız, Ed.: Peter L. Galison, Gerald Halton, Silvan S. Schweber)
İstanbul, 2013, s. 28 -29.
[4] Banesh Hoffman, Albert Einstein: Creator
and Rebel, Glasgow, 1986, pp. 24; Max Jammer, Einstein andReligion: Physic
and Theology New Jersey, 1999, pp. 29.
[5] Hoffman, Albert
Einstein: Creator andRebel, pp. 94.
[6] Nejat Bozkurt,
“Sunuş”, Bilim ve Felsefe Yazıları, Albert Einstein, Ankara, 2013, s.
49.
[7]Seksenlerde Münih kentinde bazı sosyal ve dinî
karışıklıklar gözlemlenmiştir. Dinî mezhepler/tarikatlar çok fazla
sorgulanmazken, Yahudiler müşterek konularda Hıristiyanlar ile birlik olduğu
halde her mekân ve zamanda münzevi bir şekilde yaşamışlardır. Bu sebeple Albert
Einstein’ın çocukluğunun zamanları “Yahudi çevre” olarak karakterize
edilebilir. (bkz. Anton Reiser, Albert Einstein A Biographical Portrait,
New York, 1931, pp. 24.)
[8] Reiser, Albert Einstein, pp. 24-25, 28;
Shana Priwer-Dr. Cynthia Phillips, Her Yönüyle Einstein (Çev.: Haydar
Yalçın) Ankara, 2013, s. 15; Bu deneyim için Einstein şu cümleleri kuracaktır:
“ Hâlâ anımsayabiliyorum - ya da en azından anımsayabildiğime inanıyorum- ki bu
deneyim üzerimde derin ve sürekli bir izlenim bıraktı. Nesnelerin arakasında
çok derin bir şekilde saklanan bir şey olmalıydı. Albert Einstein,
“Autobiographical Notes” Albert Einstein Philosopher-Scientist (Ed.:
Paul Arthur Schilpp), Vol., VII, New York, 1949, pp. 9; bkz. Banesh Hoffman, Yaratıcı
ve Başkaldıran, İstanbul, 1995, s. 17; Micheal Guillen, Dünyayı
Değiştiren Beş Denklem (Çev.: Gürsel Tanrıöver), Ankara, 2002, s. 230.
[9] A. Moszkowski, Einstein-Einblicke
in seine Gedankenwelt, entwickelt aus Gesprâchen mit Einstein, Hoffman and
Campe, Hamburg, 1920 ‘den naklen; Jammer, Einstein andReligion, pp. 17.
[10] Priwer-Phillips, Her Yönüyle Einstein, ,
s. 14-15. Einstein’ın çocuk yaşta gözlemlenen gariplikleri için bkz. Dudley
Herschbach, “Bir Öğrenci Olarak Einstein”, 21. Yüzyıl İçin Einstein,
(Çev.: Nursel Yıldız, Ed.: Peter L. Galison, Gerald Halton, Silvan S.
Schweber), İstanbul, 2013, s. 367-368.
[11] Jammer, Einstein
and Religion, s. 16
[12] Maja Winteler-Einstein, “Albert Einstein-A
Biographical Sketch” The Collected Papers of Albert Einstein,(Trans.:
Anna Beck, Cons.: Peter Havas) Vol.,I, New Jersey, 1987, pp. xv-xxii; Jammer, Einstein
andReligion, s. 16.
[13] Reiser, AlbertEinstein,
s. 30
[14] John Stachel, Einstein
from B' to 'Z', cilt: 9, y.y., 2001, pp. 13- 14; Reiser, Albert
Einstein, s. 29, 33.
[15] Reiser, Albert
Einstein, pp. 33.
[16] Bkz. Herrschbach, “Bir Öğrenci Olarak
Einstein”, s. 370-382; Hoffman, Yaratıcı ve Başkaldıran, s. 40, 42. Bu
patent ofisi için “En güzel fikirlerimi ürettiğim ve birlikte güzel günler
geçirdiğimiz laik manastıf’ ifadelerini kullanacaktır. Hoffman, Albert
Einstein: Creator and Rebel, pp. 88.
[17] Jammer, Einstein
andReligion”, pp. 15.
[18] Reiser, Albert
Einstein, pp. 29.
[19] Reiser, AlbertEinstein,
pp. 37.
[20] Reiser, AlbertEinstein,
pp. XVIII.
[21] Einstein, “Autobiographical Notes”, pp. 3,5;
Lorraine Daston, “Einstein’ın Kişiselin Ötesindeki Cennetinin Kısa Tarihi”, 21.
Yüzyıl İçin Einstein, İstanbul, 2013, s.43; Jammer, Einstein on
Religion, s. 25.
[22] Einstein,
“Autobiographical Notes”, pp. 5.
[23] Herschbach, “Bir
Öğrenci olarak Einstein”, s. 368.
[24] Reiser, AlbertEinstein,
pp. 35.
[25]Holton, “Einstein Kimdi? Neden Hâlâ Bu Kadar Canlı?”, s.
37-39. Kimi kaynaklar, Einstein’ın Musevî olduğunu yazmasının kardeşi Maja’nın
tavsiyesi olduğu yazar. Bkz. Hoffman, Yaratıcı ve Başkaldıran, s. 91.
[26] Albert Einstein, “To
The University of Jerusalem” Out of My Later Years, New York, 1950, pp.
272; Albert Einstein, “Kudüs Üniversitesi’ne”, Son Yıllarım, İstanbul,
2014, s. 263.
[27] Freud daha sonraları Einstein ile
mektuplaşarak düşünce alışverişinde bulunacak ve Einstein’ın insana ve dünyaya
bakışını büyük ölçüde etkileyecektir. (Bkz. Albert Einstein-Sigmund Freud, Niçin
Savaş?, (Ed.: Isaac Asimov, Çev.: Emre Ak), Ankara, 2009.)
[28] Bozkurt, “Sunuş”, s.
20.
[29] Holton, “Einstein
kimdi? Neden hâlâ bu kadar canlı?”, s. 34-35.
[30] Jammer, Einstein
and Religion, pp. 29.
[31] Jammer, Einstein
and Religion, pp. 41.
[32] Albert Einstein, “Remarks on the Essay
Appearing in This Collective and Volume”, Albert Einstein,
Philosopher-Scientist, 3. Baskı, ed. Paul A. Schilip ( La Salle IL: Open
Court, 1970), pp. 680’den naklen; Susan Neiman, “Yıkıcı Einstein”, 21.
Yüzyıl İçin Einstein, (Çev.: Nursel Yıldız, Ed.: Peter L. Galison, Gerald
Halton, Silvan S. Schweber), İstanbul, 2013 s. 127; Ayrıca bkz. Jammer, Einstein
and Religion, s .42.
[33] Marco Ursic,
“Einstein on Religion and Science”,Synthesis Philosophica, (2/2000), pp.
270.
[34] V. Docovic and P.
Grujic, “Albert Einstein, Cosmos and Religion”, Serb. Astron., No:174
(2007), pp. 67.
[35] Albert Einstein, Yaşam,
Ölüm, Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, (Çev.: B.
Gündüz), İstanbul, trs., s. 83.
[36]Albert Einstein, “Mahatma Gandhi”, Ideas
and Opinions, 4. Printing, New York, 1960, pp. 77-78;
Albert Einstein, “Mahatma
Gandhi”, Fikirler ve Tercihler, (Çev.: Z. Elif Çakmak), İstanbul, 2004,
s.
39
Bozkurt, “Sunuş”, s. 43; Ayrıntılı bilgi için bkz. Albert
Einstein, “Kuramsal Fiziğin Yöntemi Üzerine”, Bilim ve Felsefe Yazıları,
(Çev.: Nejat Bozkurt), Ankara, 2013, s. 173; Albert Einstein,
“Bertnard Russell ve
Felsefî Düşünce”, Bilim ve Felsefe Yazıları, (Ed.: Nejat Bozkurt),
Ankara, 2013; Albert Einstein, “Fizik ve Gerçeklik”, Bilim ve Felsefe
Yazıları, (Çev.: Nejat Bozkurt), Ankara, 2013.
[40] Docovic-Grujic,
“Albert Einstein, Cosmos and Religion”, pp. 68.
[41] Einstein, “Physic and Reality”, Journal of
the Franklin Institute, Vol. 221, p. 349, http://adsabs.harvard.edu/abs/1936FrInJ.22F.349E
Erişim Tarihi: 02.08.2018; Bozkurt,
“Sunuş”, s. 53.
[42] Albert Einstein,
“Yaşam Öykümden”, Bilim ve Felsefe Yazıları, (Çev.: Nejat Bozkurt),
Ankara, 2013 s. 108.
[43] Einstein, “Kuramsal
Fiziğin Yöntemi Üzerine”, s. 169.
[44] Albert Einstein, “Physic and Reality”, Out
of My Later Years, New York, 1950, p. 60-62; Einstein, “Fizik ve
Gerçeklik”, s. 64-66.
[45] Einstein, Yaşam,
Ölüm, Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s. 38.
[46] Albert Einstein,
“Science and Religion I”, Ideas and Opinions, New York, 1960, p. 41-42;
Albert Einstein, “Bilim ve Din I”, Fikirler ve Tercihler, (Çev.: Z. Elif
Çakmak) İstanbul, 2004, s. 49.
[47] Bozkurt, “Sunuş”, s.
10-11.
[48] Şafak Ural, “Newtoncu
Bilim Anlayışı”, Kilikya Felsefe Dergisi (1), 2015, s. 11.
[49] Ayrıtılı bilgi için bkz. John Henry, Bilim
Devrimi ve Modern Bilimin Kökenleri, (Çev.: Selim Değirmenci), İstanbul,
2011, s. 4-5.
[50] Richard S. Westfall,
“Isaac Newton”, (Çev.: Ümit Hüsrev Yolsal), Batı Geleneğinde Bilim ve Din
Tarihi, İstanbul, 2016, s. 157.
[51] Cemal Yıldırım, Bilim
Tarihi, İstanbul, 2012, s. 151; Ural, “Newtoncu Bilim Anlayışı”, s. 12.
[52] Evrensel yer
çekimi ilkesi (Gravitasyon yasası): Evrende var olan herhangi iki cisim
birbirlerinin kütlelerinin çarpımı ile doğru, aralarındaki mesafenin karesi ile
ters orantılı olarak çekerler. Matematiksel olarak: F = G "^m 2 . [Bu yasa fiziksel nesnelerin her birinden bağımsız ve
hepsinin dışında olarak, tüm nesnelerin hareketini kapsar ve tüm gök
cisimlerinin hareketinin ifadesidir. Bkz. Ural, “Newtoncu Bilim Anlayışı”, s.
15.
[53] Margeret J. Osler,
“Mekanik Felsefe”, Batı Geleneğinde Bilim ve Din Tarihi, (Çev.: Tuğçe
Ayteş), İstanbul, 2016, s. 240.
[54] Herhangi bir nesne için sorulan “niçin” sorusu
cevapta kaçınılmaz olarak metafiziksel bir gayeyi barındırır ve her bir cisim
için metafiziksel bir yön aramaya sebep olur. Buna karşılık “nasıl” sorusu,
empirik bir temel içerir, ve doğrudan tek bir cevap ister. Bu sebeple
Aristoteles’in gaye arayıcı “niçin?” sorusundan, Newton’un “nasıl” sorusuna
geçiş, felsefe dünyasının yönünün metafizikten fiziğe çevirmesine neden
olduğunu düşünüyoruz. Örneğin bir K nesnesini ele alalım. a noktasından b
noktasına gidecek olan bu nesneye “nasıl?” sorusunu sorarsak, bu nesnesin
ölçülebilir özellikler dışında hiçbir niteliğini göz önüne almayız. Ancak A
noktasından B noktasına giden aynı nesneye “niçin?” sorusunu sorduğumuzda
alacağımız yanıt bir erek bir amaç içerir. Çünkü bu durumda nesnenin neden o
yolu kat ettiğini, tahmin amaçlı, nesnenin tüm niteliklerinin de göz önüne almak
durumunda kalırız. Ayrıca kanaatimize göre, “nasıl” sorusuna nokta atış
şeklinde cevap bulunabilecekken (çünkü bu soruya verilen cevap ya doğrudur, ya
da değildir), “niçin?” sorusu için yaklaşık tahminlerde bulunmak durumunda
kalırız. Ayrıca bkz. Ural, “Newtoncu Bilim Anlayışı”, s. 14, 20.
[55] Ural, “Newtoncu Bilim
Anlayışı”, s. 13.
[56] Bu üç yasa şu şekilde karşımıza çıkar:
1)Gezegenlerin Güneş çevresinde elips biçimindeki yörüngelerde dolaştığı Yörüngeler
Yasası, 2)Gezegeni Güneş’e bağlayan doğru parçasının eşit sürelerde eşit
alanlar kat ederek ilerlediği Alanlar Yasası, 3) Tüm gezegenlerde
dolaşma periyodunun karesinin, Güneş’e olan ortalama uzaklığın küpüyle orantılı
olduğu Periyodlar Yasası. Albert Einstein, “Johannes Kepler
(1571-1630)”, Bilim ve Felsefe Yazıları, (Çev. Nejat Bozkurt), Ankara,
2013, s. 122; Yıldırım, Bilim Tarihi, s. 151.
[57] Nedensellik: Matematik ve Mantık hariç
yerel bilimlerin dayanmış olduğu bu yöntem, iki olay/olgu arasındaki herhangi
bir ilişkinin genel bir kanun olduğunun kabullenildiği yöntemdir. Örneğin bir
taşı atarız ve yere düşer. Taş ile düşmesi arasındaki bağ yerçekimi kanununa
dayanır. Her şey bir nedene dayanır ve nedenler de sonuçlardan önce gelir. Bu
yöntemde tekilden tümele, özelden genele, parçadan bütüne gidilir. (Saadettin
Merdin, Tanrı’ya Koşan Fizik, İstanbul, 1996, s. 59; Ayrıntılı bilgi
için bkz. Hülya Yaldır- Sibel Kiraz, “Nedensellik, Bilim ve Metafizik” Kaygı,
2018/11 s. 147-163.
[58] Newton, Principia,(Çev.:
Aziz Yardımlı), İstanbul, 2011, s. 25; Yıldırım, Bilim Tarihi, s. 151.
[59] Nevzat Can, “Mekanistik Evren Anlayışı ya da
Hakikatin Bilgisinden Fenomenler Bilimine”, Kaygı, sayı:13, 2009, s.
108.
[60]; Alice Calaprice, The Ultimate Quotable Einstein,
New Jersey, 2011, pp. 418.
[61] Hoffman, Yaratıcı
ve Başkaldıran, s. 63.
[62] Westfall, “Isaac
Newton”, s. 158.
[63] Enis Doko, Dâhi ve
Dindar: Isaac Newton, İstanbul, 2011, s. 12.
[64] Westfall, “Isaac
Newton”, s. 158-159; bkz. Doko, Dâhi ve Dindar, s. 21.
[65]Merdin,
Tanrı’ya Koşan Fizik, s. 212; Guillen, Dünyayı Değiştiren Beş
Denklem, s. 64; Westfall, “Isaac Newton”, s.158.
[66] John Hedley Brooke,
“Doğal Teoloji”, Batı Geleneğinde Bilim ve Din Tarihi, (Çev.: Emine
Uzun), , İstanbul, 2016, s. 105; Merdin, Tanrı’ya Koşan Fizik, s. 212
[67] Osler, “Mekanik
Felsefe”, s. 241.
[68] Can, “ Mekanistik Evren Anlayışı ya da
Hakikatin Bilgisinden Fenomenler Bilimine”, s. 108. Newton’un mutlak zaman ve
mekâna inanmasının ve bu konuda ısrar etmesinin temelindeki teolojik neden -ki
o, bilimsel çalışmalarına büyük ölçüde teolojik gaye ve nedenlerle yaklaşır-
Tanrı için bir hareketin söz konusu olmadığı düşüncesi ile bu mutlak varlığın,
cisimlerin hareketini algılamada uzayı vasıta ettiğine inancıdır. bkz. Doko, Dâhi
ve Dindar, s. 32.
[69] Isaac Newton, “Genel
Açıklama”, Dâhi ve Dindar: Isaac Newton, (Çev.: Enis Doko), İstanbul,
2011, s. 42-43.
[70] Guillen, Dünyayı
Değiştiren Beş denklem, s. 57.
[71] Merdin, Tanrı’ya
Koşan Fizik, s. 211.
[72] Albert Einstein,
“Newton Mekaniği ve Kuramsal Fiziğin Gelişimi”, Bilim ve Felsefe Yazıları, Ankara,
2013, s. 135.
[73] Einstein, “Physic and Reality”, Out of My
Later Years, pp. 71-73; Einstein, “Fizik ve Gerçeklik”, Bilim ve Felsefe
Yazıları, s. 188-190.
[74] Ayrıca unutulmamalıdır ki, nedeni bilinen
olayın, nedeni değiştirildiği takdirde sonuç da değişmiş olur. Bu yüzden Newton
ile birlikte “nedeni biliyorsak, onu değiştirdiğimiz takdirde sonucu da
değiştirebiliriz” düşüncesi kabul görmüştür. bkz. Yaldır-Kiraz, “Nedensellik,
Bilim ve Metafizik”, s. 160.
[75] Ayrıntılı bilgi için bkz. A. Douglas Stone,
“Einstein’ın Kuantum Teorisine Bilinmeyen Katkıları”, 21. Yüzyıl İçin
Einstein, (Çev.: Nursel Yıldız, Ed.: Peter L. Galison, Gerald Halton,
Silvan S. Schweber), İstanbul, 2013, s. 437-460.
[76] Yıldırım, Bilim
Tarihi, s. 220.
[77] David Hairlight, Bilim
Tarihi, İstanbul, 2017, s. 101.
[78] Tekin Dereli, “Kuantum Dünyası”, ABRA
Dergisi Eki, (Haz.: İlhami Buğdaycı), Ankara, 1994, s. 15-16; Ankara;
Yıldırım, Bilim Tarihi, s. 221.
[79] Kara cisim: Kara ya da siyah cisim denilen
madde üzerine gelen her türlü ısı ışınını soğurma özelliğine sahiptir. Işını
soğuran bu madde bir süre sonra kendi nitelikleri ile alakalı olmayacak bir
şekilde ışınım yapar. Bkz. Yıldırım, Bilim Tarihi, s. 221.
[80] Yıldırım, Bilim
Tarihi, s. 221.
[81] Stephen Hawking, Zamanın
Kısa Tarihi, (Çev.: Barış Gönülşen), İstanbul, 2018, s. 76; Paul Davies, Tanrı
ve Yeni Fizik, (Çev.: Barış Gönülşen), İstanbul, 2014, s. 147.
[82] Foto-Elektrik Kuramı’na dair ayrıntılı bilgi
için bkz. Albert Einstein-Leopold Infeld, Fiziğin Evrimi, (Çev.: Öner
Ünalan), İstanbul, 2015.
[83] Caner Taslaman, Kuantum
Teorisi Felsefe ve Tanrı, İstanbul, 2017, s. 36.
[84] Niels Bohr,
“Discussion with Einstein on Epistemological Problems in Atomic Physics”, Albert
Einstein Philosopher Scientist, (Ed.: Paul Arthur Schilpp), Vol, VII, New
York, 1970, pp. 211.
Dean L. Overman, Düzen, (Çev.: Kemal Budak),
İstanbul, 2004, s. 50; Taslaman, Kuantum Teorisi, Felsefe ve Tanrı, s.
68; Bozkurt, “Sunuş”, s. 44; Stephen Hawking, Ceviz Kabuğunda Evren,
(Çev. Kemal Çömlekçi), İstanbul, 2018, s. 113-114.
[85] Çoğunluğu Newton’un yasalarından oluşan klasik
fiziğin bu yönü ilk kez Fransız bilim adamı Marquis de Laplace tarafından
belirlenimcilik ilkesi olarak ifade edildi. Laplace göre evrende bulunan herhangi
bir parçacığın şu andaki moment ve konumunu bilirsek, fizik yasalarının evrenin
geçmiş ve ya gelecekte herhangi bir zaman dilimindeki durumunu tahmin ya da
öngörebileceğimizi iddia eder. Hawking, Ceviz Kabuğundaki Evren, s. 112.
[86] Taslaman, Kuantum Teorisi, Felsefe ve Tanrı,
s. 68; Hawking, Zamanın Kısa Tarihi, s. 76; Hawking, Ceviz
Kabuğundaki Evren, s. 114. Bir parçacığın gelecekteki konumunu belirlemek
için şuan ki konum ve hızının bilinmesi gerekir. Bunu yapabilmenin en ideal
yolu o parçacığı ışığa maruz bırakmaktır. Parçacık ışık ile karşılaştığında
ışık dalgalarının bazıları parçacık tarafından etrafa yayılacak ve bu şekilde
parçacığın konumu tespit edilecektir. Işığın dalga tepeleri arasındaki uzaklığı
belirlemek sonuca ulaşmak adına en işlevsel yoldur. Bunun için de dalga boyu
kısa olan ışık gönderilmelidir. Plank’a göre dalga boyu ne kadar kısa olursa
olsun en az bir kuantum paketi kullanılmalıdır. Kullanılan bu kuantum ışığı
öngörülemez bir şekilde parçacığın hızını etkiler. Sonuç itibari ile ne kadar
kesin sonuca varmak istersek o kadar kısa bir dalga ışığı göndermek gerekir.
Işık boyu ne kadar kısalırsa parçacığın hızına etkisi de o oranda artar. Sonuç
itibari ile konumunu belirlediğimiz parçacığın momentumunu belirlememiz
imkânsızlaşır. Bkz. Hawking, Zamanın Kısa Tarihi, s. 77; Overman, Düzen,
s. 50.
[87] Hoffman, Yaratıcı
ve Başkaldıran, s. 168.
[88] Hawking, Zamanın
Kısa Tarihi, s. 78; Yıldırım, Bilim Tarihi, s. 229.
[89] Çift Yarık deneyi: Bu deneyde bir
bölmenin üzerinde birbirinde paralel iki yarık vardır. Bu bölmenin bir tarafına
belirli bir renge sahip (renkler dalga boylarının göstergesidir) bir ışık
kaynağı yerleştirilir. Diğer tarafına ise ışığın yansıması için bir ekran
konulur. Işık bölmeye yansıtıldığında küçük bir kısmı yarıklardan geçerek karşı
tarafta birbirine paralel açık ve koyu renklerde çizgiler oluşturur. Ancak
ilginç olan aynı deneyin belirli hıza sahip elektronlar tarafından yapıldığı
zaman aynı sonuçların elde edilmesidir. Daha da şaşırtan tek yarık ile yapılan
deneyde elektronların düzgün bir şekilde arkadaki ekranda dağılım göstermesi
yani çizginin oluşmamasıdır. Bu nedenle ikinci yarık açıldığında düşüneceğimiz
şey o yarıktan daha fazla elektronun geçip ekranda eskisine oranla daha fazla
elektronun oluşmasıdır. Ancak elektronlar yarıklardan birer birer geçecek
şekilde yollandığında beklenen durum ekranda düzenli bir dağılımın oluşması
iken, karşılaşılan çok farklıdır. Nitekim elektronlar her iki yarıktan da
geçiyormuş gibi ekranda birbirine paralel çizgiler oluşturur. Hawking, Zamanın
Kısa Tarihi, s. 81-82; Davies, Tanrı ve Yeni Fizik, s. 148.
[90] Ebu Nasır El-Fârâbî, El-Medînetü
’l-Fâzıla, (Çev.: Ahmet Arslan), Ankara, 1990, s. 4.
[91] Üçüncü Şıkkın İmkansızlığı İlkesi: İki çelişik ifadeden birinin doğru
olması durumunda
ikincisinin yanlış olduğunu ifade eden ilkedir. Bu ilkeye
göre bir şey ya vardır ya yoktur. Bu ve benzeri durumlar için üçüncü bir hal
söz konusu değildir. bkz. Necati Öner, Klasik Mantık, Ankara, 2016, s.
15; İbrahim Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş, Ankara, 2014, s. 18.
[92] Niels Bohr, çift yarık deneyi esnasında
fotonların geçtiği yol ile birlikte ekrandaki şeritleri izlemenin mümkün
olmadığını ifade eder. Bunun için düzenekte bulunan yarıkların arkasına
fotonların geliş yönüne dik bir şekilde uzanacak elektron ışınları
yerleştirdiğimiz takdirde bu yarıkların yakınından geçen foton yerleştirilen
ışın ile çarpıştığında, o yarıktan geçtiği anlaşılacaktır. Ancak bu durumda
oluşan desen elektron ışınları yerleştirmeden önceki desenden farklı olur.
Çünkü elektron ışını kaldırıldığında arka ekranda girişim desenleri oluşur
yerleştirildiğinde ise bahsi geçen desen kaybolur. Bkz. Herald Fritzsch, Yanılıyorsunuz
Einstein!, (Çev.: Ogün Duman), 2014, İstanbul, s. 70.
[93] Davies, Tanrı ve
Yeni Fizik, s. 150.
[94] Schrödinger’in Kedisi: Bu deney, bir
kutuya canlı olarak hapsedilen kedinin bir süre sonra herhangi bir gözlem araç
ya da tekniği ile gözlemlenip de canlı mı ölü mü olduğu tespit edilmeyene
kadar, kedinin şizofrenik bir tarzda canlı-ölü kedi ikiliği şeklinde tasavvurundan
başka bir bilgiye imkân tanımaz. Daha doğru bir ifade ile gözlemlenmeyene kadar
sonuç bir tahayyül ve tahminden ibarettir. (Davies, Tanrı ve Yeni Fizik,
s. 155; Hoffman, Albert Einstein: Creator and Rebel, pp. 198. Ayrıntılı
bilgi için bkz. Sultan Tarlacı, Schrödinger’in Kedisi Neden Şizofren Oldu?,
İstanbul, 2016, s. 84-109.
[95] Einstein, Yaşam,
Ölüm, Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s. 32; Igor
& Grichka Bogdanov, Tanrı Zar Atmaz, (Çev.: Menekşe Tokyay), 2015,
İstanbul, s. 12; Anne Rooney, Kendi Sözleri İle Einstein, (Çev.: Deniz
Candaş), Ankara, 2017, s. 128; Calaprice, The Ultimate Quotable Einstein,
pp. 326.
[96] Bogdanov, Tanrı
Zar Atmaz, s. 13.
[97] Einstein, “Science
and Religion”, pp. 47; Einstein, “Bilim ve Din”, s. 55.
[98] Hawking, Zamanın
Kısa Tarihi, s. 78.
[99] Krista Tippet, Einstein’ın
Tanrısı, (Çev.: Gizem Aldoğan), İstanbul, 2013, s. 40; Rooney, Kendi
Sözleri İle Einstein, s. 78.
[100] Taslaman, Kuantum
Teorisi, Felsefe ve Tanrı, s.223; Bogdanov, Tanrı Zar Atmaz, s. 42
[101] Bogdanov, Tanrı
Zar Atmaz, s. 44’dan naklen ;Arthur Fine, The Shaky Game: Einstein
Realism and Quantum Theory, Science andIts Conceptual Foundations, Chicago,
1986.
[102]Bohr, “Discussion with Einstein on Epistemological Problems
in Atomic Physics”, pp. 218; Bozkurt, “Sunuş”, s. 45; Bogdanov, Tanrı Zar
Atmaz, s. 43; Russell Stannard, Yeni 1000 Yılda Tanrı, (Çev.: Atalay
Atabek), İstanbul, 2002, s. 113; Hoffman, Yaratıcı ve Başkaldıran, s.
176. Bu cümle Karl W. Heisenber’in “Physic and Beyond” adlı eserinde ve Niels
Bohr tarafından aktarılmıştır. Jimena Canales, The Physicist and The
Philosopher ( Einstein, Bergson And The Debate That Changed Our Understanding
Of Time), New Jersey, 2015, pp. 233. Niels Bohr bu cümleyi “Tanrı” olarak
değil, “tanrısal yetiler olarak” çevirecektir. Hoffman, Yaratıcı ve
Başkaldıran, s. 176.
[103] Ursic, “Einstein on
Religion and Science”, pp. 271.
[104] Bogdanov, Tanrı
Zar Atmaz, s. 43.
[105] EPR Paradoksu: Einstein,
Podolsky ve Rosen bir fizik kuramının bütünlüğünün kriteri olarak, kuramda her
fiziksel gerçekliğe karşılık gelecek bir kavram olması şartını öne sürdüler. Bu
kriter doğrultusunda şayet kuantum kuramının kavramlarının kapsamadığı bir
fiziksel gerçeklik bulurlarsa kuramın eksik ve haliyle başarısız olduğunu ilan
edeceklerdi. Bu doğrultuda sundukları alternatiflerden birincisi Einstein
tarafından savunulan “ya gerçeğin dalga fonksiyonu ile kuantum mekaniksel
betimlenmesi eksik” teoremi ya da Bohr tarafından savunulan ikinci seçenek olan
“birbirini tamamlayıcı olan özelliklere karşılık gelen fiziksel miktarlar aynı
anda gerçekliğe sahip olamazlar. Yani biri gerçekse diğeri gerçek olmaz“
kuramıdır. EPR’ın fiziksel gerçeklik ölçütünü kullanıldığı takdirde ikinci
alternatifin savunulacak yanı kalmıyordu. Ancak bu paradoks da tartışmayı
bitiremedi. Yusuf İpekoğlu, “Bohr-Einstein Tartışması”, Bilim Teknik,
Ekim 2000, s. 53; EPR Paradoksu ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Sadi
Turgut, “Parçacıklar Telepati Yaparlar mı?”, Bilim Teknik, Ekim, 2000,
s. 41.
[106] Yusuf İpekoğlu,
“Bohr-Einstein Tartışması”, Bilim Teknik, Ekim 2000, s. 53.
[107] İpekoğlu,
“Bohr-Einstein Tartışması”, s. 53; Hoffman, Yaratıcı ve Başkaldıran, s.
170-171.
[108] Davies, Tanrı ve
Yeni Fizik, s. 150.
[109] Einstein, Yaşam,
Ölüm, Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s. 128.
[110] Mayıs 1921, deneysel bir sonucun
yerçekimi teorisini çürüteceğini duyması üzerine Einstein’ın Princeton’da bir
seri demeç verdiği sırada Princeton Üniversitesi Matematik Profesörü Oscar
Weblen’e söylenmiştir. Bazıları Einstein’ın bu sözle kurnaz olarak doğanın bazı
gizlerini sakladığını ifade ettiğini söylerken diğerleri doğanın yaramaz
olduğunu ama hile yapmak niyetinde olmadığını ima ettiğini söyler. Einstein, Yaşam,
Ölüm, Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s. 120;
Bogdanov, Tanrı Zar Atmaz, s. 118; Yehuda Elkana, “Einstein ve Tanrı”, 21.
Yüzyıl İçin Einstein, (Çev.: Nursel Yıldız, Ed.: Peter L. Galison, Gerald
Halton, Silvan S. Schweber), İstanbul, 2013, s. 82.
[111] Eintsein, Yaşam, Ölüm, Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s.120.
[112] Einstein, Yaşam, Ölüm, Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s.120.
[113] Einstein, Yaşam, Ölüm, Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s.134.
[114] Bozkurt, “Sunuş”, s.
45.
[115] Albert Einstein,
“Kuramsal Fiziğin Temelleri”, Bilim ve Felsefe Yazıları, (Çev.: Nejat
Bozkurt), Ankara, 2013, s. 297.
[116] Einstein, “Physic and
Reality”, Out of My Later Years, pp. 88; Einstein, “Fizik ve Gerçeklik”,
s. 204-205.
[117] Einstein, “Kuramsal
Fiziğin Temelleri”, s. 297.
[118] Einstein, Yaşam,
Ölüm, Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s. 123;
Rooney, Kendi Sözleri İle Einstein, s. 95.
[119] Rooney, Kendi
Sözleri İle Einstein, s. 128.
[120]Einstein, “Physic and Reality”, Out of My Later Years, pp. 68-69;
Einstein, “Fizik ve Gerçeklik”, s. 186.
[121] Nesnel zaman
kavramı, zamanı doğadan, doğal bir unsur olması ile birlikte doğrudan
deneyimlenmediğini kabulü sonucu ortaya çıkar. Ancak zaman, buna rağmen
laboratuvarlarda incelenen fiziğin diğer unsurlarından farksızdır. Öznel zaman
ise, zamanın bilinçlere bağlı olarak, kişilerin zihninde deneyim öncesi
temellenmesi sonucu oluşur. Bkz. Feyza Ceyhan Coştu, İki Zaman Düşüncesi
Öznel ve Nesnel Zaman, Ankara, 2018, s. 58.
[122] Tippet, Einstein ’ın
Tanrısı, s. 51.
[123] Kendisine bu yeni kuramın din
üzerindeki etkisinin ne olacağını soran Canterbury Başpiskoposuna bu kuramın
bilimsel bir konu olduğunu ve dinle bir ilgisinin olmadığını ifade eder.
Einstein, Yaşam, Ölüm, Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler
Üzerine, s. 121.
[124] Albert Einstein,
“Uzay, Esir (Ether) ve Fizik Alanı Problemi”, Bilim ve Felsefe Yazıları,
(Çev.: Nejat Bozkurt), Ankara, 2013, s. 219.
[125]Albert Einstein, Göreliliğin Anlamı, (Çev.: Ercüment
Akat), İstanbul, 2016, s.111-112; Newton’dan Kuantum fiziğine kadar İzafiyet
Teorisinin gelişim süreci ile alakalı bkz. Amir D. Aczel, God’s Equation;
(Einstein, Relativity, and the Expanding Universe), New York, 1999.
[126] Einstein, “Physic and Reality”, Out
of My Later Years, pp. 96-97; Einstein, “Fizik ve Gerçeklik”, s.
212; İzafiyet teorisi için bkz. Albert Einstein, “Görelilik (Relativite) Kuramı
Üstüne, Bilim ve Felsefe Yazıları, (Çev.: Nejat Bozkurt), Ankara, 2013;
Albert Einstein, “Genel Görelilik (Relativite) Kuramının Kaynağı Üzerine Birkaç
Söz”, Din ve Felsefe Yazıları, (Çev.: Nejat Bozkurt), Ankara, 2013;
Albert Einstein, “Görelilik ve Uzay Problemi”, Bilim ve Felsefe Yazıları,
(Çev.: Nejat Bozkurt), Ankara, 2013; Albert Einstein-Leopold Infeld, Fiziğin
Evrimi, (Çev.: Öner Ünalan), İstanbul 2015.
[127] Bozkurt, “Sunuş”, s.
44; Yıldırım, Bilim Tarihi, s. 220; Ayrıntılı bilgi için bkz. Davies, Tanrı
ve Yeni Fizik, s. 162-164.
[128] Albert Einstein, İzafiyet
Teorisi, (Çev.: Gülen Aktaş), İstanbul, 2016, s. 99-100.
[129] Canales, The Physicist and The
Philosopher ( Einstein, Bergson And The Debate That Changed Our Understanding
Of Time), pp. 227.
[130] Jammer, Einstein
andReligion, pp. 177-178.
[131] Henry Margenau-Roy A.
Varghese, Kosmos, Bios, Teos, (Çev.: Ahmet Ergenç), İstanbul, 2002, s.
37.
[132] Çekim alanı ile
ivmenin farklı olmadığını belirten kurama eşdeğerlilik ilkesi denir.
[133] Einstein, izafiyet Teorisi,
s. 62, 93; Yıldırım, Bilim Tarihi, s. 216; Ayrıca bkz. Hoffman, Yaratıcı
ve Başkaldıran, s. 192-200.
[134] Hawking, Zamanın Kısa Tarihi,
s. 20-21; Caner Taslaman, Big Bang ve Tanrı, s. 26; Erişim Tarihi:
28.11.2018.
http://www.canertaslaman.com/2012/03/big-bang-ve-tanri/; Ayrıntılı bilgi için bkz. Hawking, Ceviz Kabuğundaki
Evren, s. 39-73; Zikri Yavuz, “Zamanın Bir Başlangıcı Olmalı Mı?” Dini
Araştırmalar, Temmuz-Aralık 2015, Cilt:18, Sayı:47, s. 37-43; Davies, Tanrı
ve Yeni Fizik, s. 34-35.
[135]Aynca bkz. Hawking, Zamanın Kısa Tarihi, s. 73;
Overman, Düzen, s.135-136.
[136] Taslaman, Big Bang
ve Tanrı, s. 24.
138 Hawking, Ceviz
Kabuğunda Evren, s. 43; Ayrıca bkz. Caner Taslaman, “İzafiyet Teorisi,
Değerler ve Tanrı-Evren İlişkisi”, M.Ü. İlahiyat Dergisi, 33(2007-2), s.
13-14.
[140] Einstein’ın asistanı Ernst Straus
tarafından Tanrı’nın evreni yaratırken herhangi bir seçeneğinin olup olmadığı
sorusu üzerine aktarılmıştır. Calaprice, The Ultimate Quotable Einstein,
pp. 344’den naklen. Ancak Calaprice’a göre, Einstein bu sözü birden fazla
evrenin varlığının mantıksal ihtimali üzerine kafa yorarken bir metafor olarak
kullanmış olabilir. Yine de bundan başka evren ile alakalı bir çok söylemi
Tanrı ile ilişkilendirilerek ifade edilmiştir.
[141] Einstein, E=mc2 formülü
ile enerji ve maddenin eşit olduğunu ve kütlenin enerjiye, enerjinin de kütleye
değişebilirliğini keşfetti. Buna da “Kütle-Enerji Korunumu Yasası” adı verildi.
Guillen, Dünyayı Değiştiren Beş Denklem, s. 161-163.
[142] Einstein, İzafiyet
Teorisi, s. 99-100.
[143] Einstein, İzafiyet
Teorisi, s. 93; Cemal Yıldırım, Bilim Tarihi, s. 216-218.
[144] Albert Einstein,
“Geometri ve Deney”, Bilim ve Felsefe Yazıları, (Çev.: Nejat Bozkurt),
Ankara, 2013, s. 245.
[145] Einstein, “Geometri
ve Deney”, s. 245; Ayrıca bkz. Einstein, Göreliliğin Anlamı, s.111-112.
[146] Hawking, Zamanın
Kısa Tarihi, s. 16-17.
[147] Taslaman, Big Bang
ve Tanrı, s. 49.
[148] Albert Einstein, “Geometri ve
Deney”, s. 245; Ayrıca bkz. Einstein, Göreliliğin Anlamı, s. 111112;
Einstein, İzafiyet Teorisi, s. 93-98.
[149] Albert Einstein,
“Geometri ve Uzay”, Bilim ve Felsefe Yazıları, (Çev.: Nejat Bozkurt),
Ankara, 2013, s. 245-246.
[150] Einstein, Göreliliğin
Anlamı, s.111-112
[151] Einstein, “Geometri
ve Deney”, s. 248-252; Kuramlaştıma ile alakalı bkz. Albert Einstein,
“Genelleştirilmiş Kütleçekimi (Gravitasyon) Kuramı”, Bilim ve Felsefe
Yazıları, (Çev.: Nejat Bozkurt), Ankara, 2013.
[152] Henri Bergson, Ahlâkın
ve Dinin İki Kaynağı, (Çev.: M. Mukadder Yakupoğlu), Ankara, 2017, s.
105.
[153] Ali Şeriati, Dinler
Tarihi I, (Çev.: Ejder Okumuş, Ed.: Hicabi Kırlangıç- Derya Örs) Ankara,
2017, s. 118.
[154] Stannard, Yeni 1000 Yılda
Tanrı, s. 121. Newton’un onun düşünce dünyasındaki en büyük etkisi de
nedensellik kuramı olmuştur. Einstein, Newton’a atıfla “Yarattığın kavramlar
fizikte düşünme yöntemimize hâlâ egemen” diyerek, ona olan saygısını ve
hürmetini belitmiştir. Hoffman, Yaratıcı ve Başkaldıran, s. 224.
[155] Margenau-Varghese, Kosmos,
Bios, Teos, s. 35.
[156] Ayrıntılı bilgi için bkz. David
Gross, “Einstein ve Birleşik Kuram Araştırması”, 21. Yüzyıl İçin Einstein,
(Çev.: Nursel Yıldız, Ed.: Peter L. Galison, Gerald Halton, Silvan S. Schweber),
İstanbul, 2013, s. 462-478.
[157] Hoffman, Yaratıcı
ve Başkaldıran, s. 207.
[158] Tippet, Einstein
’ın Tanrısı, s. 35.
[159] Rooney, Kendi
Sözleri ile Einstein, s. 106.
[160] Reiser, pp. 29;
Jammer, Einstein andReligion, s. 48-49.
[161]Einstein, Yaşam, Ölüm, Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer
Şeyler Üzerine, s. 39.
[162] Calaprice, The
Ultimate Quotable Einstein, pp. 344.
[163] Einstein’ın bu durumu kendi
ifadelerinde şu şekilde belirtir: “Nedensellik yasasının evrensel işleyişi
fikrine bütünüyle ikna olmuş birinin aklı, olayların gidişatına müdahale
edebilecek bir varlık fikrini biran olsun bile kabullenemez.” Rooney, Kendi
Sözleri ile Einstein, s. 129.
[164] Calaprice, The
Ultimate Quotable Einstein, pp. 321; Einstein, Yaşam, Ölüm, Savaş,
Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s. 31; Rooney, Kendi
Sözleri ile Einstein, s. 111.
[165] Eintsein, Yaşam, Ölüm, Savaş,
Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s. 32. Bu konu ile
alakalı Freeman Dyson da Einstein için zamanın başangıcından itibaren evendeki
her şeyin önceden planlanmış olduğunu öne sürer. Tippet, Einstein ’ın
Tanrısı, s. 38.
[166] Ursic, “Einstein on
Religion and Science”, pp. 272.
[167] Einstein, Yaşam,
Ölüm, Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s. 40.
[168] Einstein, Yaşam,
Ölüm, Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s. 42.
[169] Hoffman, Albert
Einstein: Creator andRebel, pp. 193.
[170] Walter E. Stuerman, “God Does Not
Play Dice: Einstein and Religion”, Journal of Bible and Religion, vol.
28, No, 4. (Oct., 1960), pp. 403.
[171] Einstein, Yaşam, Ölüm, Savaş,
Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s.37; Russell Stannard, Yeni
1000 Yılda Tanrı, s. 121.
[172] Einstein, “Science
and Religion”, pp. 48.
[173] Rooney, Kendi
Sözleri ile Einstein, s. 126.
[174] Calaprice, The
Ultimate Quotable Einstein, pp. 340.
[175] Einstein, “Science
and Religion”, pp. 46-47.
[176] Albert Einstein, “Dünyayı Nasıl
Görüyorum”, Dünyamıza Bakış, (Çev.: S. Eyüboplu vd.) İstanbul, trs., s.
11; Jammer, Einstein and Religion, pp. 73.
[177] Einstein, Yaşam,
Ölüm, Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s. 33.
[178] Einstein, Yaşam,
Ölüm, Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s. 32.
[179] Hoffman, Albert
Einstein: Creator andRebel, pp. 95; Hoffman, Yaratıcı ve Başkaldıran,
s. 92.
[180] Einstein, Yaşam,
Ölüm, Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s. 35.
[181] Einstein, Yaşam,
Ölüm, Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s. 36.
[182] Einstein, Yaşam,
Ölüm, Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s. 40.
[183] Einstein, “Science
and Religion”, pp. 48.
[184] Einstein, “Is There a
Jewish Point of View?”, Ideas and Opinions, New York, 1960, pp. 186.
[185] Ayrıntılı bilgi için
bkz. Sigmund Freud, Bir Yanılsamanın Geleceği Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları, (Çev.:
Aziz Yardımlı), İstanbul, 2016, s. 22-23.
[186] Einstein, “Tanrı
Kavramının Sömürülmesi”, Dünyamıza Bakış, (Çev.: S. Eyüboğlu vd.)
İstanbul, trs., s. 20.
[187] Einstein, Yaşam,
Ölüm, Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s. 41.
[188] Einstein, Yaşam,
Ölüm, Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s. 42.
[189] Hoffman, Albert
Einstein: Creator andRebel, pp. 95.
[190] Hoffman, Albert
Einstein: Creator andRebel, pp. 95; Bozkurt, “Sunuş”, s. 47
[191] Albert Einstein,
“Bilimsel Doğruluk Üstüne”, Bilim ve Felsefe Yazıları, (Çev.: Nejat
Bozkurt), Ankara, 2013, s. 115.
[192] Jammer, Einstein and
Religion, pp. 73; Albert Einstein, “Benim Gözümden Dünya”, Benim Gözümden
Dünya, (Çev.: Demet Evrenosoğlu), İstanbul, 2008, s. 5.
[193] Albert Einstein, “The
Religious Spirit of Science”, Ideas and Opinionss, New York, 1960, pp.
40.
[194] Einstein, Yaşam,
Ölüm, Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s. 44;
Rooney, Kendi Sözleri İle Einstein, s. 121.
[195] Einstein, Yaşam,
Ölüm, Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s. 41.
[196] Rooney, Kendi
Sözleri ile Einstein, s. 109; Jammer, Einstein andReligion, s.
48-49.
[197] Rooney, Kendi
Sözleri İle Einstein, s. 114.
[198] Calaprice, The
Ultimate Quotable Einstein, pp. 326; Rooney, Kendi Sözleri ile Einstein,
s. 107; Jammer, Einstein andReligion, pp. 48; Fransez, Spinoza ’nın
Tao ’su, s. 327.
[199] Rooney, Kendi
Sözleri İle Einstein, s. 120.
[200] Rooney, Kendi
Sözleri ile Einstein, s. 78, 80; Jammer, Einstein andReligion, pp.
53.
[201] Bir sonraki başlık
altında ayrıntılı olarak inceleyeceğimiz üzere Einstein, bu hisse “kozmik
dinsel duyuş” adını verecektir.
[202] Calaprice, The Ultimate
Quotable Einstein, pp. 324; Rooney, Kendi Sözleri İle Einstein, s.
121; Tippet, Einstein ’ın Tanrısı, s. 47.
[203] Calaprice, The Ultimate
Quotable Einstein, pp. 342; Einstein- Gutkind karşılıklı mektuplaşmaları
için bkz.
https://uncertaintist.files.wordpress.com/2012/10/einstein-letter-gutkind-excerpts.pdf
Erişim Tarihi: 21.11.2018.
[204] Jammer, Einstein
andReligion, s. 49.
[205] Rooney, Kendi Sözleri ile
Einstein, s. 105. Başka bir çeviride “Ben koyu bir dindar inançsızım. Bu
bir bakıma yeni bir tür dindir” olarak geçer. Einstein, Yaşam, Ölüm, Savaş,
Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s. 42.
[206] Calaprice, The
Ultimate Quotable Einstein, pp. 336; Jammer, Einstein andReligion,
pp. 97, 157.
[207] Ayrıntılı bilgi için
bkz. Richard Dawkins, Tanrı Yanılgısı, (Çev.: Melisa Miller vd.),
İstanbul, 2006, s. 21-28.
[208] Docovic-Grujic, “Albert
Einstein, Cosmos and Religion”, pp. 63.
[209] Albert Einstein, “The
Meaning of Life”, Ideas and Opinions, New York, 1960, pp. 11.
[210] Einstein, “Benim
Gözümden Dünya”, s. 1.
[211] Albert Einstein
“Religion and Science” Ideas and Opinions, New York, 1960, pp. 36-37 ;
Albert Einstein, “Din ile Bilim”, Bilim ve Felsefe Yazıları, Ankara,
2013, s. 259.
[212] Jammer, Einstein
and Religion, pp. 67.
[213] Einstein, “Bilimsel
Doğruluk Üzerine”, s. 115.
[214] Einstein,”Religion
and Science”, pp. 36.
[215] Einstein,”Religion
and Science”, pp. 37.
[216] Einstein için geleceğin dinî
olarak betimlediği Budizm geleceğe dair en faydalı bilimsel ve manevî
birikimleri içerir. Tippet, Einstein ’ın Tanrısı, s. 19.
[217] Einstein,”Religion
and Science”, pp. 38.
[218] Einstein,”Religion
and Science”, pp. 38; Einstein, “Din ve Bilim”, s. 261
[219] Einstein, “Bilimsel
Doğruluk Üzerine”, s. 115.
[220] Jammer, Einstein and
Religion, pp. 72.
[221] Rooney, Kendi
Sözleri İle Einstein ” s. 119.
[222] Albert Einstein,
“Aphorism for Leo Baeck”, Ideas and Opinions, New York, 1960, pp. 27-28.
[223] Einstein, “Dünyayı
Nasıl Görüyorum”, s. 11; Jammer, Einstein and Religion, pp. 73.
[224] Einstein, “Science
and Religion”, pp. 39; Einstein, “The Religious Spirit of Science”, pp. 40.
[225] Einstein, “Dünyayı
Nasıl Görüyorum”, s. 11; Jammer, Einstein andReligion, pp. 74.
[226] Einstein, “Religion
and Science”, pp. 39.
[227] Einstein, “The
Religious Spirit of Science”, pp. 40; Albert Einstein, “Dindarlık ile Araştırma
(Bilimin Dinsel Duygusu)”, Bilim ve Felsefe Yazıları, (Çev.: Nejat
Bozkurt), Ankara, 2013, s. 264.
[228] Einstein, “Bilimsel
Doğruluk Üstüne”, s. 115.
[229] Einstein, “Science
and Religion ”, pp. 48-49; Einstein, “Din ile Bilim”, s. 260; Einstein, “Bilim
ve Din”, s. 56.
[230] Einstein, “Science
and Religion”, pp. 48-49.
[231] Einstein, “Science and Religion”,
pp. 43; Albert Einstein, “A Message to Intellectuals”, Ideas and Opinions,
New York, 1960, pp. 148.
[232] Albert Einstein,
“Moral Decay”, Out of My Later Years, New York, 1950, pp. 9.
[233] Albert Einstein,
“Christianity and Judaism”, Ideas and Opinions, New York, 1960, pp.
184-185.
[234] Albert Einstein,
“Bir Yahudi Bakış Açısından Söz Edilebilir Mi?”, Benim Gözümden Dünya, (Çev.:
Demet Evrenosoğlu), İstanbul, 2008 s. 94.
[235] Jammer, Einstein
and Religion, pp. 82-83.
[236] Einstein, Ölüm,
Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s.32; Rooney, Kendi
sözleri ile Einstein s. 121.
[237] Einstein, Yaşam,
Ölüm, Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s. 42.
[238] Nebi Mehdi,
“Bilim-Din İlişkisi Problemine Süreççi Yaklaşım ve lan Barbour’un Dörtlü
Tipolojisi”, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, (2002/2), s. 61-72. Ayrıca
bkz. Ian G. Barbour, Issue in Science andReligion, New Jersey, 1966, pp.
115-131.
[239] Albert Einstein,
“Religion and Science: Irresconcilable?”, Ideas and Opinions, New York, 1960,
pp. 49-50.
[240] Einstein bir insanın gerçek
değerinin kendinden ne ölçüde ve ne yolda kurtulduğu ile anlaşılabileceğini
ifade eder. Albert Einstein, “Bir İnsanın Gerçek Değeri Üzerine”, Dünyamıza
Bakış, (Çev.: S. Eyüboğlu vd.), İstanbul, trs., s. 12.
[241] Einstein, “Science
and Religion”, pp. 44.
[242] Einstein, “Religion
and Science: Irreconcilable?” pp. 52.
[243] Einstein, “Religion
and Science: Irreconcilable?”, pp. 50; Albert Einstein, “Din ve Bilim: Zıt İki
Kutup Mu?”, Fikirler ve Tercihler, (Çev.: Z. Elif Çakmak), İstanbul,
2004, s. 57-58.
[244] Einstein, “Science
and Religion”, pp. 45.
[245] Einstein, “Moral
Decay”, pp. 9.
[246] Einstein, “Science
and Religion”, pp. 45-46; Jammer, Einstein andReligion, pp. 34, 94.
[247] Einstein, “Science
and Religion”, pp. 47.
[248] Einstein, “Science
and Religion”, pp. 49.
[249] Einstein, “Science
and Religion”, pp. 45-46.
[250] Einstein, “Religion
and Science: Irreconcilable?”, pp. 50.
[251]Einstein, “Science and Religion”, pp. 42.
[252]Einstein, “Religion and Science: Irresconcilable? ”, pp.
51.
[253] Einstein, “Dünyayı
Nasıl Görüyorum”, s. 7; Jammer, Einstein andReligion, pp. 73.
[254] Jammer, Einstein
andReligion, pp. 85-86.
[255] Jammeri Einstein
andReligion, s. 87’dan naklen; Einstein to Besso, 6 January 1948.
[256] Einstein, Yahudilere yapılan
zulümlerin sebebi olarak Hitler yani Nazi halkını görür ve onları seçim ile
yönetim başına geçiren Alman halkının kitlesel katliamlardan sorumlu olduğunu,
bu nedenle de bedelini ödemeleri gerektiğini ileri sürer. Albert Einstein, “To
the Heroes of the Battle of the Warsaw Ghetto”, Out of My Later Years,
New York, 1950, pp. 265.
[257] Einstein, “Kuramsal
Fiziğin Temelleri”, s. 297.
[258] Albert Einstein,
“Why Socialism”, Out of My Later Years, New York, 1950, pp.125; Albert
Einstein, “Niçin Sosyalizm”, Dünyamıza Bakış, (Çev.: S. Eyoboğlu vd.),
İstanbul, trs., s. 39
[259] Einstein, “Why
Socialism”, pp. 126-127; Einstein, “Niçin Sosyalizm”, s. 41.
[260] Ayrıntılı bilgi için
bkz. Sigmun Freud, Totem ve Tabu, (Çev.: Hasan Can), Ankara, 2014.
[261] Einstein- Freud, Niçin
Savaş?, s. 25.
[262] Einstein, “Why
Socialism?”, pp. 128-130.
[263]Albert Einstein, “Moral and Emotions”, OutMy Later Years, New
York, 1950, pp. 15-16.
[264]Ordo idearum ve ordo
rerum: Spinoza’ya göre “fikirlerin düzen ve bağlantısı şeylerin düzen ve
bağlantısı ile aynıdır” (Ordo et connexio idearum idem est, ac ordo et
connexio rerum.). Bkz. Baruch Spinoza, Etika, (Çev.: Hilmi Ziya
Ülken), İstanbul, 1984, s. 87.
[265] Jammer, Einstein
andReligion, pp. 74.
[266] Einstein, “Religion
and Science”, pp. 39; Einstein, “Din ve Bilim”, s. 262; Einstein, Yaşam,
Ölüm, Svaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s. 34.
[267] Albert Einstein,
“Self-Portrait”, Out of My Later Years, New York, 1950, pp. 5.
[268] Albert Einstein, “The
Laws of Science and The Laws of Ethics”, Out of My Later Years, New
York, 1950, pp. 115.
[269] Einsten, “Religion
and Science”, pp. 39; Einstein, “Din ve Bilim”, s. 262.
[270] Albert Einstein, “On
Freedom”, Out of My Later Years, New York, 1950, pp. 12.
[271] Einstein, “Religion
and Science”, pp. 39; Einstein, “Din ve Bilim”, s. 262
[272] Einstein, “The
Religious Spirit of Science”, pp. 10.
[273] Albert Einstein, “The
World As I See It”, Ideas and Opinions, New York, 1960, pp. 9.
[274] Einstein, “Moral and
Emotions”, pp. 16-17.
[275] Einstein, “The
Meaning of Life”, pp. 11.
[276] Einstein, “Science
and Religion ”, pp. 41-42.
[277] Albert Einstein, “The
Need for Ethical Culture”, Ideas and Opinions, New York, 1960, pp.
53-54.
[278] Albert Einstein, “The
True Value of a Human Being”, Ideas and Opinions, New York, 1960, pp.
12.
[279] Albert Einstein,
“Good and Evil”, Ideas and Opinions, New York, 1960, pp. 12.
[280] Albert Einstein, “Society and
Personality” Ideas and Opinions, New York, 1960, pp. 13; Einstein, “Is
There a Jewish Point of View?”, pp. 186.
[281] Albert Einstein,
“Address to the Students’ Disarmament Meeting”, Ideas and Opinions, New
York, 1960, pp. 94-95.
[282]Einstein, “Moral and Emotions”, pp. 16.
[283] Albert Einstein, “Bilim ve Ahlâk”,
Dünyamıza Bakış, (Çev.: S. Eyüboplu vd.), İstanbul, trs., s. 30; Albert
Einstein, “The Pursuit Of Peace”, Ideas and Opinions, New York, 1960,
pp. 163; Albert Einstein, “On The Abolition of The Threat of War”, Ideas and
Opinions, New York, 1960, pp. 166.
[284] Albert Einstein,
“Kişi ve Toplum”, Dünyamıza Bakış, (Çev.: S. Eyüboplu vd.), İstanbul,
trs., s. 33.
[285] Albert Einstein,
“Bireysel ve Toplumsal Sorumluluk”, Dünyamıza Bakış, (Çev.: S. Eyüboplu
vd.), İstanbul, trs., s. 48.
[286] Albert Einstein, “Savaşın
Nedenleri”, Dünyamıza Bakış, (Çev.: S. Eyüboplu vd.), İstanbul, trs., s.
83. Doğru-yanlış epistemolojik kavramlar olmasına rağmen, bu metinde iyi ve
kötünün yerine aksiyolojik kavramlar olarak kullanılmışlardır.
[287] Einstein, Yaşam,
Ölüm, Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s. 43.
[288] Einstein, “On
Freedom”, pp. 13.
[289] Einstein, “On
Freedom”, pp. 13.
[290] Einstein, “On
Freedom”, pp. 13.
[291] Albert Einstein, “My
First Impression of the U.S.A.”, Ideas and Opinions, New York, 1960, pp.
3
4.
[292] Einstein, “Is There a
Jewish Point of View?”, pp. 186.
[293] Einstein, “My First
Impression of the U.S.A.”, pp. 6.
[294] Einstein, “The World
As I See It”, pp. 8.
[295] Einstein, “The World
As I See It”, pp. 9-10.
[296] Einstein, olgulara
nedensel bir açıdan bakmanın onların gayesine dair bize bir malumat vermediğini
ancak buna rağmen gerçekleştirilen eylemlerin amacını öğrenmek isteyen kişinin
de onların sebeplerini hissetmesi gerektiğini ifade eder ve ekler: “Bu birincil
hisler olmadan biz hiçbir şeyiz ve hiç doğmamış olmamız yeğdir.” Calaprice, The
Ultimate Quotable Einstein, pp. 418.
[297] Einstein, “Physic and
Reality”, pp. 61-62; Einstein, “Fizik ve Gerçeklik”, s. 178-179.
[298] Jammer, Einstein
andReligion, pp. 89.
[299] Taslaman,”İzafiyet
Teorisi, Değerler ve Tanrı-Evren İlişkisi”, s. 16-17.
[300] Albert Einstein,
“Zenginlik Üstüne”, Dünyamıza Bakış, (Çev.: S. Eyüboğlu vd), İstanbul,
trs., s. 12.
[301] Einstein, “Moral
Decay”, pp. 10.
[302] Einstein, Ölüm, Savaş, Barış,
Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s. 38; Calaprice, The
Ultimate Quotable Einstein, pp. 337.
[303] Calaprice, The
Ultimate Quatoble Einstein, pp. 236; Jammer, Einstein andReligion,
pp. 22.
[304] Einstein, Yaşam, Ölüm, Savaş,
Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s.38; Calaprice, The
Ultimate Quotable Einstein, pp. 325.
[305] Einstein, “Science
and Religion”, pp. 43; Einstein, “Bilim ve Din ”, Fikirler ve Tercihler,
s. 50-51.
[306] Calaprice, The
Ultimate Quotable Einstein, pp. 337.
[307] Yahudi karşıtlığının
Einstein tarafından gerekçelendirilmesi için bkz. Albert Einstein, “Why Do They
Hate the Jews”, Out of My Later Years, New York, 1950, pp. 245-248.
[308]Leon Simon, “Introduction”, About Zionism, Albert
Einstein, New York, 1931, pp. 13-14; M. Lütfullah Karaman, “Siyonizm Maddesi”, TDV
İslam Ansiklopedisi, Yıl: 2009, Cilt: 37, s. 329. Ayrıntılı bilgi için bkz.
Roger Garaudy, Siyonizm Dosyası, İstanbul, 2017.
[309] L. Humphrey Walz, “Siyonizm ve
Irkçılık: Çelişen Görüngüler ve Algılamalar”, Siyonizm ve Irkçılık,
(Çev.: Türkkaya Ataöv), Ankara, 1982, s. 22.
[310] Hatem I. Huseyni, “Siyonizmi
Eleştiren Yahudiler”, Siyonizm ve Irkçılık, (Çev.: Türkkaya Ataöv),
Ankara, 1982, s. 252, 256, 258.
[311] Simon, “Introduction”, pp. 9-10;
Ayrıca bkz. Albert Einstein, “The War is Won But Peace Is Not”, Out of My
Later Years, New York, 1950, pp. 201-202; Albert Einstein, “The Dispersal
of European Jewry”, Out of My Later Years, New York, 1950, pp. 254.
[312] Albert Einstein, About
Zionism, New York, 1931, pp. 42.
[313] Rooney, Kendi
Sözleri İle Einstein”, s. 161.
[314] 1924’ e kadar Yahudi cemaatine
üyeliği reddeden Einstein o dönem şu sözler ile dinsel bir kimlik taşımak
istemediğini ifade etmiştir: “Hiç kimse bir dinsel topluluğa katılmaya
zorlanamaz. O zamanlar, Tanrı’ya şükür sonsuza kadar geçti. Bu nedenle bir kez
daha ve son olarak katılmak niyetinde olmadığımı herhangi bir resmi dinsel
grupla bağlantısız kalacağımı bildiriyorum.” Hoffman, Einstein: Yaratıcı ve
Başkaldıran, pp. 133.
[315] Albert Einstein, “Our
Debt to Ziyonizm”, Out of My Later Years, New York, 1950, pp. 262.
[316] Albert Einstein, “A Letter to
Professor Dr. Hellpach, Minister of State”, Ideas and Opinions, New
York, 1960, pp. 171-172; Albert Einstein, “The Jewish Community”, Ideas and
Opinions, New York, 1960, pp. 174; Albert Einstein, “Jewish Recovery”, Ideas
and Opinions, New York, 1960, pp. 184.
[317] Einstein, About
Zionism, pp. 59-60.
[318] Albert Einstein, “Addresess on
Reconstruction in Palestine I”, Ideas and Opinions, New York, 1960, pp.
174; Albert Einstein, “Addresess on Reconstruction in Palestine II”, Ideas
and Opinions, New York, 1960, pp. 178.
[319] Einstein, “Our Debts
to Zionizm”, pp. 262.
[320] Einstein, “Addresess
on Reconstruction in Plastine I”, pp. 176.
[321] Albert Einstein, “A
Letter to an Arab”, Ideas and Opinions, New York, 1960, pp. 173.
[322] Albert Einstein, “Working
Palestine” Ideas and Opinions, New York, 1960, pp. 183; Albert Einstein,
“Addresess on Reconstruction in Palastine III”, Ideas and Opinions, New
York, 1960, pp. 179; Einstein, “Our Debt to Zionizm”, pp. 263.
[323] Albert Einstein, “Addresess on
Reconstruction in Palastine IV’ Ideas and Opinions, New York, 1960, pp.
180; Einstein, About Zionism, pp. 50.
[324] Albert Einstein, “Anti-Semitizm ve
Akademik Gençlik”, Benim Gözümden Dünya, (Çev.: Demet Evrenosoğlu),
İstanbul, 2008, s. 110.
[325] Einstein, About
Zionism, pp. 86-87.
[326] Einstein, “Dünyayı
Nasıl Görüyorum”, s. 11; Rooney, Kendi Sözleri İle Einstein, s.113;
Einstein, Yaşam, Ölüm, Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler
Üzerine, s. 34.
[327] Albert Einstein,
“Ödenmesi Gereken Eski Borç”, Dünyamıza Bakış, (Çev.: S. Eyüboğlu vd.),
İstanbul, trs., s. 112.
[328] Rooney, Kendi
Sözleri ile Einstein, s. 113.
[329] Eintsein, Yaşam,
Ölüm, Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine, s. 31.
[330] Jammer, Einstein and Religion,
s. 220’den naklen; W. Hermanns, Einstein and the Poet, Brandan Press,
Brookline Village, Mass., 1983.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar