Print Friendly and PDF

Bir Hiç Adamı...Hasan Âli Yücel

Bunlarada Bakarsınız

 

HASAN ÂLİ YÜCEL’İN DİN VE TANRI ANLAYIŞI

Varlığı, yokluğu sordum özüne;

Sustun, bir damla yaş geldi gözüne;

Ölüm nedir dedim bakıp yüzüne,

Yüzüme bakıp ta “Hiç...” dedin bana

Hazırlayan: Yüksel BİLKAY YASUL

1897’de doğan Hasan Âli Yücel, eğitimci, Cumhuriyet dönemi eğitim ve kültür hayatının şekillenmesinde etkin, belirleyici bir şahsiyet olarak karşımıza çıkar. 1938-­1946 yılları arasında Milli Eğitim Bakanlığı yapan Hasan Âli Yücel, Cumhuriyet döneminde çok yönlü kişiliğe sahip bir düşünce adamı olarak kabul edilir. Bu kabulün gerisinde, şüphesiz kısa sayılabilecek hayatına sığdırdığı programları ve ürettiği eserleri yatar. Aklıyla Batıda, gönlüyle Doğu’da bir düşünce adamı olan Hasan Âli Yücel, 1930’lu yıllarda sanat, edebiyat, felsefe, din ve bilim üzerine yoğunlaşmış ve yazılar yazmıştır. Bir döneme damgasını vuran Hasan Âli Yücel, Batıdan gelen felsefe hareketlerine duyarsız kalmayan bir aydın olmuş, görüşlerini yeni kurulan devlette bir yere kadar hayata geçirme imkanı bulmuş ve çağdaş düşüncenin Türkiye’de oluşmasına katkı sağlamıştır. Düşünce hayatımıza katkıları olan böyle şahsiyetlerin fikirlerine başvurmak ve onları dinlemek kadar onların fikirlerinin oluşmasını sağlayan toplumsal çevreyi bilmek ve onların düşünce yapısını tanımak da önemlidir. Çünkü bizler bugünkü düşüncemizi böylelikle temellendirebiliriz.

Bu bağlamda, Hasan Âli Yücel’in Dr. Suad Baydur’un ardından söylediği sözler kendisi için de geçerliydi. Hasan Âli Yücel, Cumhuriyet gazetesinde Suad Baydur hakkında yazdığı yazıda şöyle diyordu:

Şimdi o yoktur. Var olan, yalnız ve yalnız düşünüp yazabildikleridir. Bir kere daha anlaşılıyor ki, fikirden kıymetli bir şey, beşere mukadder değildir. Ona sahip olabilenler, onu şekle dökebilenler, ancak yaşarlar. Fikirlerin en tesirlisi hareketlere götüren, hareketlerin en verimlisi fikirleri doğurandır. İlk büyük mütefekkir, varlığından haberdar olduğunu duyup ilk defa söyleyebilendir. Sel gider, kum kalır. Kum, fikirdir; sel, ondan başka her şey....”'

1     Hasan Âli Yücel, “Dr. Suad Baydur”, Cumhuriyet, 26.08.1953. “Her insan kendisinin derinliklerindedir.” derler. Bu derinlik günlük hayat akışı içinde, kısa zamanda kolayca, her boyutu ile ve bütün açıklığı ile belli olmaz. Bu derinliği o insanın hayatının bütününe baktığımız zaman fark edebiliriz.

Hasan Âli Yücel, yeniliklere açık kafası, insanlara dönük yüreğiyle ve Mevlânâ’nın gönül dünyasına inen kökleriyle bir düşünce ve bir gönül adamıdır. M. Rauf İnan’ın 26.02.1972 tarihli Milliyetteki yazısında dediği gibi:

“Konfuçyüs, Buda, Sadi, Hayyam, Hafız, Türk divan edebiyatçıları, Fecr-i Âticileri, Servet-i Fûnûncuları, Mevlânâ, Goethe, Voltaire, Rousseau, Kant, Shakespeare, Sadullah Ağa, Dede Efendi, İtri, Beethoven, Mozart, Wagner, Rodin, Sinan, Da Winci onun ruhundaki derinlik aleminde bir arada yaşarlardı.”[2]

İşte bu yüzden Yaşar Nabi ondan bahsederken “Aklıyla Batı’da, gönlüyle Doğu’da olan bir düşünce adamı.” der.[3]

Hasan Âli Yücel’in şahsiyeti derinlemesine gelişmiş bir Doğu-Batı sentezi halinde kendini açığa vuruyordu. Bu özelliğini siyasal yaşantısında çok iyi kullandı. Devlet görevini yerine getirirken inandıklarını ve düşündüklerini uygulamaya koydu. Bu yüzden, siyasal yaşantısında büyük saldırılara, haksız suçlamalara ve karalamalara maruz kaldı. Onun duygu ve düşünce dünyasıyla bağdaşması mümkün olmayan birçok felsefi ve politik doktrinle nitelendirilmeye başlandı. Bir takım anlayışsızlıklar içinde iftiralar yağmuruna tutuldu. Çeşitli izmlerle damgalanmıştı. Komünist, faşist, sosyalist, anti-nasyonalist gibi...

Bu nedenle, Hasan Âli Yücel anlaşılmamış veya yanlış anlaşılmış bir düşünürdü. Oysa o, hiçbir zaman için kendi gök kubbesinden uzaklaşmamıştı. Çocukluğunu geçirdiği Mevlevîhanelerden aldığı tesirler onun ruh dünyasında derin etkiler meydana getirmiş, mânâ iklimine kanat açtırmıştı. Özellikle Mevlânâ onun için, her daim bir feyiz kaynağıydı. Onu mânâ iklimine çağıranları derinlemesine yaşıyor, onlardan aldığı feyizlerle ruhunun heykelini dikiyordu. Ancak sonradan temasa geçtiği Batı düşüncesinden de beslenmeyi ihmal etmiyordu. Hasan Âli Yücel, Filozoflar Ansiklopedisi için yazdığı yazıda bu bağlamda şöyle diyordu:

İnsanlığı anlayabilmek, insanı anlamakla başlar. Ansiklopediye girecek kadar iz bırakmış olanlar, insanlık ağacının olgun yemişleridir. Onları tadarak, onların fikirlerinin zevk ve hikmet suyunu içerek ruhlar ve zekâlar, kuvvet, hatta saâdet bulur. Sokrat nasıl ve niye ölüme mahkum edilmiş; Aristotales niye memleketinden kovulmuş; bir kısım İslam ve Hiristiyan filozofları neden kafirlikle suçlanmış; pek çokları neden yoksul bir hayata razı ve mahkum olmuşlar, bunları hiç değilse açık ve seçik birkaç sahife içinde bulup öğrenmek, feyizli bir uyanma örneği kazanmaktır.[4]

Hasan Âli Yücel’in yaşadığı dönem devletin her türlü tehlikelere maruz kaldığı, II. Meşrutiyet’in ilan edildiği Balkan Savaşı yenilgisinin toplumsal ve ekonomik yapıyı alt üst ettiği bir dönemdi. Batılılaşma sürecine hızlı bir biçimde girmemizle birlikte din, bilim ve politika alanlarının birbirlerini algılayışında yeni, alışılmadık durumlar ortaya çıkmıştı. Halkın kültürel kimliği bu çetin şartlar altında oluşuyordu. Kimlik arayışının bütün şiddetiyle hüküm sürdüğü o dönemde Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük söylemleri gündeme gelmeye başladı. Hatta bazı yenilikçi aydınların millet anlayışında tartışma yaratacak unsurlar vardı. Bu dönemde bu söylemlerin temsilcileri arasında şiddetli tartışmalar meydana geliyordu.

Problemlerin tam ortasında aktif bir eylem adamı olarak yaşayan Hasan Âli Yücel, o dönemdeki fikrî tartışmalarda etkili olan bir şahsiyettir. O, din adına yapılan bazı eylemlere ve söylenen sözlere bazı açılardan tepki göstermiş ve bunu eserlerinde dile getirmiştir. İnzivaya dönük din anlayışının karşısında olan Hasan Âli Yücel, gelişim ve değişimin getirdiği yeni yaşama koşullarıyla uyum içinde olan eyleme yönelik bir din anlayışını benimsemektedir. Bu yüzden aklın ve kalbin izdivacını sağlamak Yücel’in hem hayat programı hem de kavgası olacaktır. Hasan Âli Yücel, bir anlamda dinin rasyonalizasyonunu gerçekleştirmeye çalışıyordu. Hasan Âli Yücel insanlığın ortak mirasını Şarktan ve Garptan en seçkin örnekleriyle sentetik bir yapıya dönüştürme çabası içinde olmuştur. Yeni bir devletin kurulduğu ve şekillendiği dönemde görüşleri, yenilik taraftarı birçok kişi tarafından da tepkiyle karşılanmıştır. Oysa Hasan Âli Yücel, din ve yenileşmeyi birbirine zıd görmüyordu. Peyami Safa’nın Hasan Âli Yücel’le olan anısını anlattığı yazısı bunu açıkça ortaya koymaktadır. Peyami Safa, dinin ilerlemeye engel olup olmadığı konusunda iki başyazarla aralarında çıkan tartışmaya Hasan Âli Yücel’in hakemlik yaptığını ve şu hükmü verdiğini söylüyor:

Gerilemeye niyeti olan milletler için din bir gerileme amîlidir, ilerlemeye niyetli milletler için de ilerleme amîli. Bir İslam medeniyeti vardır ve sadece Arap medeniyeti değildir. Bütün bir çağı kaplamıştır. İçinde Türklerin, Farsların, Hintlerin ve öteki kavimlerin payı çoktur. Büyük medeniyetlerden biridir, geri değildir.[5]

Nitekim Peyami Safa, aynı yazıda Hasan Âli Yücel’i alaturka davranışlı, Doğu zevk ve adetlerine bağlı, dinî inançlara sahip bir ruh adamı olarak tanımlar.[6]

Aslında Hasan Âli Yücel’in Allah Bir adlı tevhid kitabı da bunun en açık göstergesidir. Hasan Âli Yücel bu eserinde İslamî tevhid anlayışını ortaya koymaktadır. Eser, Allah’ın sıfatlarından, isimlerinden ve fiillerinden bahseder. Şiirsel bir dille inandığı gerçekleri terennüm eder.

Vahdet, fitri bir anlayıştır;

Esmayı teker teker sayıştır:

Kayyum u Kadir, Hayy u Cebbar,

Hadi vü Müdil, Rahim ü Kahhar,

Saymakla tükenmez adların var,

Her ismin açar zekaya esrar.[7]

Aynı zamanda Hasan Âli Yücel, Felsefe Dersleri adlı kitabında, pozitivizmin insanın kendisi ve diğer varlıklarla ilişkisi ve Tanrı-İnsan ilişkisi konusunda bıraktığı boşluğu dile getirirken şöyle diyordu:

Pozitivizm, bildiğimizin, bilim sıfatı ve haysiyeti kazanabilmesi için nasıl bir araştırma ve bulma yolu tutması gerektiğini göstermekle isabetlidir. Fakat insanın kendi kendisini doğrudan doğruya bilmesi ve kendi şuurunda olan değişmeleri kavraması bakımından doyurucu olamamıştır. Beş duyumuzun bize kazandırdığı denemelerden başka bir tecrübe imkanı olup olmadığı meselesi, Pozitivizmin dışında halledilmemiş olarak kalmıştır... Şöyle bir soruyu Pozitivizm cevaplandırmamıştır: İnsan, kendisini anlamaya çalıştığı sırada acaba, gerek zihin, gerek dıştaki varlığın özü ve dayanağı demek olan Mutlak hakkında hiçbir şey idrak etmiyor mu?[8]

Buna rağmen, Hasan Âli Yücel, batılılaşma yolundaki çabası yüzünden sert tepkilerle karşılaşmış, ona dinî düşünceleriyle bağdaşması mümkün olmayan sıfatlar yapıştırılmaya çalışılmıştır. Son yazısında Hasan Âli Yücel, bütün bunları anlatmak istercesine şöyle demişti:

Garba yönelme fikirden korkuyu kaldırmakla başlar. Dikkat ediniz, fikirden korkanlar, kuvvete sarılırlar. Kalem ve ağız onlara yetmez. Ya sizi, günahla tehdit ederler; yahut kendilerine benzemeyenleri, gününe göre karalayıcı bir sıfatla umumi efkâr önünde lekelemeye kalkarlar. Niçin mi diyeceksiniz; oğlunu öldüren baba veya babasını öldüren evlat niçin bunları yapıyorsa bu menfi aydın davranışı da aynı cinsten bir harekettir. Bu hareketler, bütün bir toplumu ilerlemeden alıkoymak isteyenlerde mahdut kalmaya mahkumdurlar. Çare, Fikret’in dediğidir: “Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin. Üzülmemeli; Çünkü hak yolunda yalnız kalındığı görülmemiştir.[9]

O hayatı boyunca hak bildiği yolda yalnız ilerledi. İcraatlarına devam etti. Çalışma programı, hizmetleri ve başarıları arasında Eğitim Şuraları, Köy Eğitimi, Köy Enstitüleri, İlköğretim Seferberliği, Teknik Okullar, Kalfa Okulları, Sanat Enstitüleri, Teknik Öğretim Seferberliği, okul kitapları, basın kongresi, ansiklopediler, klasiklerin tercümeleri, vesikalar, dergiler pek çok çeşitli yayınlar, güzel sanatlar, tiyatrolar, hatta operalar, oratoryolar, konservatuvar, sergiler, müzeler, kitaplıklar, kültür seferberliği, üniversite özerkliği, köyde yetişen yazarlar, düşünürler, ulusal bilinç alanında çıkan binlerle, onbinlerle köy genci, bütün varlığı ile köküne bağlı köy aydını ve sonrakilere açılan yollar sayılabilir.[10]

Özellikle köy enstitüleri icraatını, klasikleri çevirme işine girişmesini şiddetle eleştirenler vardı. Yaptığı bu işler yüzünden onu kominist yetiştirmekle ve dinsizlikle suçlamışlardır. Hatta bu sebeple hakkında davalar bile açılmıştı. Sonuç itibariyle davalar Hasan Âli Yücel’in lehine sonuçlanmış ve temize çıkmıştı. Nitekim, zaman en iyi yargıçtır. Ölümü üzerinden yıllar geçmesine rağmen onun çağdaşlaşma yolunda attığı adımlar hala konuşulmaya devam etmektedir. Yücel’i anlayabilmek için onun çalışmalarını akıl ölçülerinde değerlendirmek gerekir. Hasan Âli Yücel hakkında yapılan çalışmalardan A. M. Celal ŞENGÖR’ün Hasan Âli Yücel ve Türk Aydınlanması adlı çalışması Hasan Âli Yücel’in coşkuyla yönettiği aydınlanma hareketinin hangi bilim felsefesi temeline dayandığını irdelemektedir. Bu çalışma bize Hasan Âli Yücel’in felsefi anlayışı hakkında bilgi vermekte ve onu anlamamıza yardımcı olmaktadır. Öte yandan Ahmet Güner Sayar’ın Hasan Âli Yücel’in Tasavvufi Dünyası ve Mevlevîliği adlı çalışması bizi Hasan Âli Yücel’in tasavvufi dünyasında yolculuğa çıkarmakta ve onun ruh dünyası hakkında bizi aydınlatmaktadır. Hasan Âli Yücel’in akıl ve kalp izdivacını nasıl sağladığını anlamak için bu iki eseri bir arada okumak gerekir. Ancak, bu şekilde Hasan Âli Yücel’i anlama noktasında bir adım atmış oluruz. Hasan Âli Yücel’in rasyonel ve irrasyonel alandaki yaşamı, bizi onun zıtlıklardan uyum yaratma mücadelesine götürecektir.

Hasan Âli Yücel’in düşünürlüğü değişik açılardan incelenebilir. Şair olarak, yazar olarak, felsefeci olarak, politikacı olarak, eğitimci olarak, gönül adamı olarak... Ben çalışma konusu olarak onun din ve Tanrı anlayışını seçtim. Nitekim Hasan Âli Yücel üzerine inceleyeceğimiz hususta bugüne kadar bir araştırma yapılmamıştır. Onun hakkında yapılan araştırmalar ve yazılan yazılarda Yücel’in din ve Tanrı düşüncesi üzerine pek fazla durulmamıştır. Ölümünden sonra herkes onu kendi sahip olduğu görüşler doğrultusunda bir değerlendirmeye tabi tutmuş, hem dindar ve milliyetçi, hem de genel anlamda sosyal demokratlar tarafından farklı şekillerde değerlendirilmiştir.

Hasan Âli Yücel, sağlığında dahi yaylım ateşi arasında kalmış olacak ki İyi Vatandaş İyi İnsan adlı eserinde anlaşılmadığını daha doğrusu yanlış anlaşıldığını söyleyerek

11

serzenişte bulunmuştur.

Çalışmamızın amacı, Allah Bir, İyi Vatandaş İyi İnsan, Hürriyet Gene Hürriyet, Hürriyete Doğru, Davam gibi birçok eserinde din, kültür, yenileşme ve felsefe hakkındaki düşüncelerini dile getiren Yücel’in din ve Tanrı konusundaki görüşlerini tespit etmek ve mümkün olduğunca tarafsız bir şekilde ortaya koymaktır.

Düşünce ve inançlar tarihi boyunca başlangıçtan günümüz toplumlarına değin her dinin getirdiği, “objektif” bir Tanrı tasavvuru yanında her insanın yine de kendine mahsus yani “sübjektif” bir Tanrı tasavvurunun olması ayrı bir gerçeklik olarak ortaya

12

çıkmaktadır.[11] [12]

İslam düşünce tarihinde de, birçok İslam düşünürünün Tanrı konusunda sahip oldukları özel görüşler, prensip itibariyle aynı kökten geldiği halde, her birinin ulaştığı sonuçlar farklı olmuştur. Ancak bu düşünsel şemalar tasavvufi, selefi, kelamı, felsefi mektepler ve her bir mektebin kendi içerisindeki farklı ifade biçimleri Tanrı’yı çeşitli yönlerden düşünebilmemizi, tasavvur edebilmemizi mümkün kılmaktadır.[13]

İslam’da Rönesans’ın, yani uyanışın ilk şartı yüzyıllardan beri üstat otoriteleriyle perçinlenen nasların bir tarafa atılarak aklın alemi kavrayan iktidarı ile bütün meselelerin ve bütün görüşlerin serbest tenkit ve münakaşa konusu yapılmasıdır. Bunu yapacak olan, şüphe yok ki ilimlerle felsefenin günümüze gelinceye kadar bileyip incelterek bize sunduğu ilim ve felsefe zihniyetidir.[14]

Çalışmamızda Hasan Âli Yücel’in, Tanrı’nın varlığını nasıl temellendirdiğini, Tanrı’nın sıfatları, Tanrı-âlem ilişkisi ve Tanrı-insan ilişkisi konularındaki görüşlerinin yanı sıra din kavramından ne anladığını, dinin bireysel ve toplumsal boyutları hususunda hangi düşüncelere sahip olduğunu felsefi bir zeminde inceleyeceğiz. Yücel’in din ve Tanrı anlayışının fikri uzanımlarını tespit ederek bunların felsefî ve dinî boyutlarına dikkat çekmeye çalışacağız.

Bizim bu çalışmamızın Hasan Âli Yücel’in dini kimliğini ortaya koyması açısından onu anlama noktasında yardımcı olacağı inancı içerisindeyiz. Böylelikle şunu anlayacağız ki Hasan Âli Yücel’in kişiliğinde ve yazdıklarında dine karşı bir soğukluk yoktur. Teistik bir görüşe sahip olmakla birlikte din konusunda yenilikçi samimi bir müslümandır. Hasan Âli Yücel’in tavır aldığı şeyin din değil din adına yapılan bazı hareketler olduğunu görüyoruz. Nitekim Hasan Âli Yücel’in derdi insanları inzivaya dönük dini hayattan ve irrasyonel çizgilerden kurtarmak, onları gönül dindarlığı ile dünyaya döndürmektir. Hasan Âli Yücel, Tanrı-İnsan ilişkisini Mevlânâ’dan yola çıkarak gönüle dayalı bir anlayışla ortaya koymaktadır. Bunu yaparken de asla gerçeklikten kopmamış içinde bulunduğumuz dünya içinde çalışmamız gerektiğini önemle belirtmiştir.

Biz Hakka aşıkız, dilediğimiz hak

Doyurmaz âhirette saâdet ummak,

Dileriz dünyada kurulsun uçmak

Bu yolun ümmetsiz peygamberiyiz. 15

Bunun yanında Hasan Âli Yücel milli eğitim bakanı olduğu dönemde din konusunda giriştiği reform hareketlerinde milli düşünceden yola çıkıyordu. İslamiyetin milliyet dışı bir din sayılmaması gerektiğini belirtiyor ve İslam camiasına girmiş her milletin dilini, geleneklerini muhafazada bu din tarafından serbest bırakıldığını ifade ediyordu. Bu yüzden Hasan Âli Yücel Cumhuriyetin daha ilk zamanlarında Arapça’yı, Farsça’yı kaldırmasını kültür anlayışındaki milliyetçiliğin tecellilerinden biri olarak görüyordu. Bu inanç içerisinde Türkçe ibadet konusunda bazı fikirler ileri sürmüştür. Çalışmamızda bu fikrin dayanaklarını da ortaya koymaya çalışacağız. İnanıyoruz ki bu çalışma Hasan Âli Yücel’in Din ve Tanrı konusundaki fikri boyutlarını kavramamız açısından bize yardımcı olacaktır.

HASAN ÂLİ YÜCEL

A. Hasan Âli Yücel’in Yaşadığı Dönemde Fikri Ortam

1897’de doğan Hasan Âli Yücel ilk çocukluk yıllarında Mevlevî kültürün, dinî kuralların ve geleneklerin çok etkin olduğu bir sosyal çevre içinde yetişir.[15] [16] Böyle bir ortamda yetişmesi onun dinsel ve mistik yapısında etkili olacaktır. Hasan Âli Yücel’in Mevlâna’ya olan derin bağlılığı, ailece yaptıkları Mevlevîhane ziyaretleriyle başlar. Burada izlediği mistik makam ve fasıllar, dönüş törenleri onda Mevlevî ruhun oluşmasını sağlar. Diğer yandan da 11 yaşındayken tarihî gelişmelere tanık olur. 1908’de Meşrutiyetin ilanı Hasan Âli Yücel’i derinden etkiler. Hasan Âli’nin bu sıralarda Mektebi Osmanî’de ezberlediği ve sokakta duyduğu hürriyet şiirleri, şarkı ve marşları onun belleğinde derin izler bırakır.[17]

O günlerde patlayan Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı onun olaylara milliyetçi bir anlayışla yaklaşmasına zemin hazırlar. Aydınların korkunç çukurdan çıkmak için ortaya attığı fikirleri gazetelerden, kitaplardan, dergilerden takip etmeye başlar. Hasan Âli Yücel artık çok okuyan ve ülkenin geleceği ile ilgili düşünen bir aydın olma hazırlığı içerisindedir.

O günün havasını ve Hasan Âli Yücel’in durumunu A. Hamdi Tanpınar '“Hasan Âli

Yücel’e Dair Hatıralar ve Düşünceler” adlı kitabında şöyle açıklar:

İstiklâl Savaşı İstanbul’da yaşayanların hayatını bir iç harbi haline getirmişti. Bu iç harbi sadece milli davaya ihanet edenlerle, onu benimseyenler arasında olmuyordu. Olmak ve olmamak davasını yaşayan her toplumda olduğu gibi bizde de insan kendi içinde bölünmüştü. Değer verdiğimiz o bütünlük çökmüştü. Hiç olmazsa sistemin yeni merkezler etrafında toplanması gerekiyordu. Bunun için de bir takım prensiplere, bir takım ufuklara veda etmek icap ediyordu.

Bu iç âlem mücadelesini, Ziya Gökalp’in aramızda peydahlanması ve edebiyat fakültesinin, bilhassa Birinci Dünya Harbi içinde tam kadro halinde teşekkülüyle hızlanan felsefi tecessüs daha keskinleştiriyordu. Başta Durkheimci feylesof olmak üzere birkaç cezbeli hoca Mustafa Şekip Tunç, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Mehmet Emin Erişirgil, bitmez tükenmez bir erüdisyonu (derin bilgiyi) her ağız açışında etrafına saçan o müphem zikzaklı fakat alabildiğine sevimli, hoşsohbet, ıttıratsız Rıza Tevfik durmadan bu tecessüsü besliyordu. Ben yüksek Muallim’e girdiğim zaman eski arkadaşlarımızı Durkheim ve Ziya Gökalp adına yemin eder halde bulmuştum. Sonra Rıza Tevfik’in ve bilhassa Dergah’ta Şekip’in çalışmaları ile

. zDurkheim, Bergson’un karşısında geriledi. Her cins sanatkâr gibi mücerret fikirden pek hoşlanmayan, realite üzerinde kendi sezişiyle düşünmeyi tercih eden Yahya Kemal bir gün Şekip Bey’e “Şekip biz hepimiz artık Bergsoncuyuz” demişti, Bu, biraz da yarı şaka olarak söylenmiş bir sözdü. Fakat bir hakikati ifade ediyordu. Bergson bize sadece felsefesini nakleden hocalarla gelmiyordu.

Her büyük feylosofun etrafında yetişen muharirlerin edebiyatımıza yaptıkları tesirle de edebiyatımıza girmişti. Bununla beraber Durkheim ve Bergson yalnız başına değildiler.

T. Ribat’nun, Spencer’in, William James ve Stuart Mill’in, Kant ve Schopenhauer’in isimleri adeta yaşadığımız havada birbiriyle çatışıyordu. Bugün şüphesiz ki, feylosofların ve fikirlerin etrafında o ateş yok. Felsefe, yatağını bulmuş bir nehir gibi kendi aleminde akıyor. Âli bütün bu münakaşalara iştirak eder; fakat garip bir şekilde mücerretten kaçardı. O zamanlar ben bunu akl-ı selime yormuştum. Fakat sonuna doğru mantık ve ahlâka doğru kaydığını sezer gibi oldum. Hakikaten aksiyon adamı olmaya hazırlanıyormuş.[18]

Bergsonizm sistemli olarak 1905’te Pozitivizm ve mekanik evrimcilik akımına tepki halinde ilk defa bir genç profesör ve yazar zümresi tarafından savunulmaya başlandı. Bu zümre Dergah dergisini çıkardı. Bu bağlamda Dergahsın Bergsonculuğu Hasan Âli Yücel’in kendi gök kubbesinden uzaklaşmadan gönlü ve aklı uzlaştırma çabasına katkı sağlamıştır. Hasan Âli Yücel için Mustafa Şekip Tunç’un rolü bu yüzden çok önemliydi.

Onu (Henri Bergson’u) memleketimizde tanıtan ve fikirlerini yayan Profesör Mustafa Sekip Tunç olmuştur. Bilhassa mütareke devresinde bu felsefe Türk gençliğine ümit ve iman getirmiştir.[19]

Hasan Âli Yücel, Bergson’un metafiziğe bakış açısını benimsemiş gibidir.

Metafizikte bilme vasıtası sezgidir. Entüisyon, öyle bir ısınma ve ilgi duymadır ki, bununla ruhun derinliklerine girebiliriz. Sezgi vasıtasız şuur ve idraktir. Eşyaya, bakar bakmaz renkleri görüşümüz gibi, asıl varlığıyla birden ve doğrudan doğruya görüştür. Bir metafizik deneydir. Duyular için varılamaz iki realite vardır: İç hayatımız ve Allah, Sezgi, bizi bunlara doğrudan doğruya temas ettirir.[20]

Ve Bergson’un metafiziğini gönül insanlarının mistik tecrübeleriyle eş tutar.

Henry Bergson için Metafizik deney, Mevlânâ gibi, Yunus gibi, Pascal gibi büyük mistiklerin tecrübesine bağlanır.[21]

Gençliği tam bir intikal devresine rastlayan Hasan Âli Yücel, o dönemin diğer aydınları gibi kültürel bakımdan gelişimini kendi çabasıyla gerçekleştirmeye çalışmıştır. Çünkü devletin ekonomisi çökmüş durumdadır ve eğitim faaliyetleri düzensizdir. Buna rağmen, Hasan Âli Yücel felsefe, sanat, bilim ve din alanında kendini geliştirmiş, öyle ki bu alanlarda eser verebilecek duruma dahi gelebilmiştir. Yetişme çağında duyduğu eksiklikleri, imkânsızlıkları giderebilecek konuma geldiğinde ise hemen harekete geçmiştir. Meselâ dil ve tercüme meselesinde ısrarının sebebi gençliğinde bu konuda sıkıntılar yaşamasıydı. A. Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi, Hasan Âli Yücel teessürlerini unutmayan adamdı.[22]

B. Hasan Âli Yücel’in Hayatı ve Eserleri

Hasan Âli Yücel 17 Aralık 1897’de İstanbul’da doğmuştur.[23] Dedesi Paşa Nazırı Hasan Âli Efendi, babası da Maliye Memuru, Posta ve Telgraf Müfettişi Ali Rıza Bey’dir.[24] Anne tarafından büyük babası olan Ali Bey, Tekirdağlıdır.[25]Ali Bey 1890’da bir facia halinde batan Ertuğrul yatında boğulan süvarilerdendi.[26]

Hasan Âli Yücel dört yaşındayken 1901’de Yolgeçen mektebine başlar. Hocası İsmail Efendi’dir. Yolgeçen mektebinde Arapça metinler okur. Hasan Âli Yücel o günleri anlatırken şöyle der: “Bir taraftan öğretme usûlünün ibtidailiği, diğer taraftan ne yaptığımızı ve okuduğumuzu hiç bir suretle bilemeyişimiz küçük yaşta zekamızı ezmek, şuurumuzu karartmak için kafi sebeplerdi.”[27]

Ailesi Hasan Âli Yücel’i zaman zaman Topkapı dışında Merkezefendi yakınındaki Mevlevihane’ye götürürdü. Orada gece yatısına kalınırdı. Hasan Âli Yücel tekkeyi herkesin hareketi ölçülü ve sakin olduğu, kimsenin kimseyle fazla konuşmadığı, içinde çocuğun ve erginin rahat nefes alabileceği bir yer olduğu için severdi.[28]

Hasan Âli Yücel ve ailesi Gümüşsuyu denilen semtte yaptırılan köşke taşınır.[29] Köşk Mevlevîhâne Şeyhi Mehmed Celaleddin Dede Efendi’nin Sayfiyesine yakındır. Bu da Hasan Âli Yücel’in “hübaba” dediği Celal efendiye gidip gelişlerini kolaylaştırır.[30] Onunla kurduğu ilişki Hasan Âli Yücel’in kişiliğinin oluşumunda önemli rol oynar.

Gümüşsuyuna alışmaya çalışırken babası Hasan Âli Yücel’i onun “taş mektep” dediği yere götürür. Orada Kur’an okurlardı.[31] 1906 yılında dokuz yaşındaki Hasan Âli Yücel, Mektebi Osmanî’ye gönderilir. Mektebi Osmanî’yi Hasan Âli Yücel sınıftaki kara tahtasıyla duvarlarındaki haritalarıyla, sıralarıyla, resimli kitaplarıyla çok sevmiştir. Mektebi Osmanî paralıdır. Her ders ayrı bir hoca tarafından okutulmaktadır. Hasan Âli Yücel başarılı bir öğrencidir. Hasan Âli Yücel başarısından dolayı kitapla ödüllendirilen öğrenciler arasında yerini alır.[32]

Hasan Âli Yücel Mektebi Osmanî’nin son sınıfında iken 24 Temmuz 1908’de Meşrutiyetin ilanına tanık olur. Meşrutiyetin ilanı İstanbul’un havasını değiştirir. Hürriyet kelimesi dilden dile dolaşmaya başlar. Hasan Âli Yücel hürriyet ve istibdat

kelimelerinin anlamını bilmemekle beraber büyük bir olayın gerçekleştiğinin farkındadır. Hasan Âli Yücel Mevlevîhânede Nutku Ağabey’inden hürriyetin ve meşrutiyetin ne demek olduğunu öğrenir. Artık bu kelimelerin ihtiva ettiği anlamları anlamaktadır. İttihat ve Terakki’ye sevgi duymaya başlar. Her tarafta hürriyet şiirleri, şarkıları ve marşları okunmaktadır. Hürriyetin Hasan Âli Yücel’in çocukluk ir*           hafızasındaki yankıları bunlar olacaktır.

Hasan Âli Yücel Mektebi Osmanî’yi “Âliyyulâlâyla (En Üstün Dereceyle)” bitirir. Rüşdiye Şahadetnamesini alır. Meşrutiyetin ilanından bir yıl sonra Hasan Âli Yücel oturdukları yere yakın olan Vefa İdadisine yazılır.[33] [34]

Vefa İdadisi’nde okurken Balkan bozgununa tanık olur. Bu dönemde içine düşürülen bu korkunç çukurdan çıkmak için değişik dergilerde kurtuluş konusunda yazılan makaleleri ve gazeteleri gece sabaha kadar gaz lambasının ışığında durmadan okur, Japonya’nın kalkınmasına dair okuduğu küçük bir kitapla öğretim seferberliğinin önemine gönülden inanmaya başlar.[35]

Balkan savaşının kendisinde bıraktığı izlenimleri “İntikam Olsun” başlığı altında yazıp Mektepli dergisinin açtığı yarışmaya katılır. Bu yazısı 17 Ekim 1913’te yayımlanır.[36] Vefa İdadisi’ndeyken hocalarından biri olan Necmeddin Sadak’tan etkilenir. Ziya Gökalp gibi Durkheim sosyolojisine bağlı[37] bu adamın teşvikiyle günlük gazetelerde ilk yazısı olan “Mehdi Gelecek Mi?” yazısı yayımlanır. Seneler sonra yine Necmeddin Sadak’ın teşvikiyle Pazartesi Konuşmaları’nı yazmaya başlar. 1938 sonunda Bakan 38 oluncaya kadar bu yazıları aksamadan devam eder.[38] [39]

Hasan Âli Yücel Vefa İdadisi’nin son sınıfındayken mektep lise olur. Hasan Âli Yücel 39 lise kısmının son sınıfındayken harbi umumi gelip çatar ve askere alınır.

Üç buçuk yıl süren bu hizmet döneminden sonra 2 Aralık 1918’de ordudan terhis olur.[40] Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Darül Funun’daki eğitimini tamamlama olanağı çıkar. Ardından 1918’de önce Hukuk Fakültesi’ne yazılır. Ancak, onun hukuk tahsili çok kısa sürer. Edebiyat Fakültesi’nin felsefe şubesine geçer ve Darulmuallimîn-i Âliyye’nin öğrenci kadrosuna katılır.[41]

Artık Darulmuallimîn-i Âliye’nin (Yüksek Öğretmen Okulu) öğrencisi durumundadır. Hasan Âli Yücel kendisini Edebiyat Fakültesi çevresinde oluşan düşünce tartışmaları içinde bulur. Mustafa Sekip Tunç, İsmail Hakkı Baltacıoğlu ve Mehmet Emin Erişirgil’in H. Bergson merkezli denebilecek tartışmalarını izler. Bu tartışmalarda sık sık A. Schopenhauer, J. Stuart Mill, H. Spencer, W. James gibi düşünürlerin fikirleri de ele alınmaktadır.[42] Hasan Âli Yücel bu ve benzeri düşünürlerin fikirlerini kendi eserlerinden okuyamamanın sıkıntısını duymaya başlar. Bu, onun ilerde Milli Eğitim Bakanı olduğunda dil ve tercüme meselelerine önem vermesine sebep olacaktır.

Hasan Âli Yücel, Darulmuallimîn-î Âliye’den Ruh ve Beden üzerine yaptığı tez niteliğindeki otuz sayfalık bir çalışmasıyla 1921’de mezun olur.[43]

İstanbul Edebiyat Fakültesi Felsefe şubesini yüksek öğretmen okulu öğrencisi olarak bitiren Hasan Âli Yücel sırasıyla İzmir Öğretmen Okulu, Kuleli Lisesi, İstanbul Erkek Lisesi ve Galatasaray Lisesi’nde felsefe ve edebiyat öğretmenliği yapar.[44] Daha sonra Maarif Vekaleti Müfettişi olur. Yedi sene süren müfettişliği zamanında ki bunun bir yılı Paris’te Fransız Maarif Teşkilatını tetkikle geçmiştir- talim neşriyatı ve eserleri ile mesleğinin hakkını veren uyanık ve aydın bir insan olmak vasfını kazanır. Ankara Gazi Enstitüsü Müdürlüğü’nde bir müddet bulunduktan sonra Orta Öğretim Genel Müdürlüğü’ne atanır. İzmir milletvekili oluncaya kadar da bu görevde kalır.[45]

Hasan Âli Yücel 1938 yılında Celal Bayar’ın Başbakan olduğu kabinede Maarif Vekili olur. Bu dönemde Cumhuriyet tarihîmizin eğitimde ikinci reform hareketleri başlar. Hasan Âli Yücel 5 Ağustos 1946’da 7 yıl 7 ay sürdürdüğü Milli Eğitim Bakanlığı görevinden istifa eder ve Milletvekili olarak görevini sürdürür. Partinin gidişatını beğenmeyen Hasan Âli Yücel, bir süre sonra üyesi olduğu partiden ayrılarak politik yaşamını noktalar.[46] [47] Hasan Âli Yücel 26 Şubat 1961 sabahı İstanbul’ da kendisini uzun 47

zamandır rahatsız eden enfaktüs nedeniyle vefat eder.

Hasan Ali Yücel’in eserleri şunlardır:

1)          Felsefe Elifbası-Ruhiyat (birinci baskısı, eski harflerle 1923), Ruhiyat Alfabesi, Ahmet Halit Kitaphanesi, 1930.

2)          Suri ve Tatbiki Mantık, Lise kitapları, İstanbul Milli Matbaası, 1926.

3)          Türk Edebiyatı Numuneleri, 1. Cilt, (Hıfzı Tevfik Gönensay ve İhsan Hamâmızade Hamâmi ile birlikte hazırlanmıştır) Milli Matbaa, 1926.

4)          Sanat Musahabeleri (eski harflerle), İstanbul Devlet Matbası, 1928, (Çeviri).

5)          Tevfik Fikret: Tarihî Kadim-Doksan Beşe Doğru (İlk baskı eski harflerle, 1905) İkinci baskı, İstanbul 1928 (yeni harflerle). Yayına hazırlayan: Hasan Âli Yücel.

6)          Goethe: Bir Dehanın Romanı, Remzi Kitabevi, İstanbul 1932.

7)          Mevlânâ’nınRubaileri, Remzi Kitaphanesi, İstanbul 1932, (çeviri).

8)          Türk Edebiyatına Toplu Bir Bakış, Birinci Kitap, Remzi Kitaphanesi, İstanbul 1932.

9)          Askerlik ve idare için Istılah Olabilecek Türkçe Sözler, Ahmet (Caferoğlu) ile birlikte yazılmıştır, Maarif Vekâleti Basımevi, Ankara 1933.

10)       Askerlik, İdare ve Siyaset İçin Istılah Olabilecek Türkçe Sözler, Ragıp Hulusi (Özden) ile birlikte yazılmıştır, Maarif Vekâleti Basımevi, Ankara 1933.

11)       Askerlik, İdare ve Siyaset İçin Istılah Olabilecek Türkçe Sözler, Maarif Vekâleti Basımevi, Ankara 1933.

12)       Dönen Ses, (Şiir), Remzi Kitaphanesi, İstanbul 1933.

13)       Türk Edebiyatı, Abdulkadir İnan ile birlikte yazılmış, Başvekâlet Müfredat Basımevi, Ankara 1934.

14)       Türk Edebiyatı, Abdulkadir İnan ile birlikte yazılmış, Devlet Basımevi, İstanbul 1934.

15)        Fransa Maarif Teşkilatında Müfettişler, Devlet Basımevi, İstanbul 1934.

16)        Fransa’da Kültür işleri, Devlet Basımevi, İstanbul 1936.

17)       Bir Türk Hekimi ve Tıbba Dair Manzum Bir Eseri (Faksimile ile birlikte), Devlet Basımevi, İstanbul 1937.

18)        Fazıl Ahmet: Hayatı ve Eserleri, Cumhuriyet Kitaphanesi, İstanbul 1937.

19)        Sizin İçin: Çocuklara Şiirlerim, Ülkü Basımevi, İstanbul 1937.

20)        İçten -Dıştan, Ulus Basımevi, Ankara 1938.

21)        Türkiye ’de Ortaöğretim, Devlet Basımevi, İstanbul 1938. Yeni baskısı 1994.

22)        Ebedi Şef, Maarif Basımevi, İstanbul 1939.

23)       Dr.Refik Saydam / Hasan -Âli Yücel, Birinci Türk Neşriyat Kongresi’nin açılışında Sayın Başvekil ile Maarif Vekili tarafından söylenen nutuklar, Devlet Basımevi, İstanbul 1939.

24)       Maarif Vekili Hasan Âli Yücel’in 1939 Maarif Şurasını Açış Nutku, Maarif Matbaası, İstanbul 1939.

25)        Sizin İçin, Maarif Matbası,1942.

26)       Mantık, 2. Fasikül, Maarif Basımevi, Ankara 1942,1943, 4.fasikül, Milli Eğitim Basımevi, Ankara 1946.

27)       Şükrü Saraçoğlu / Hasan Âli Yücel, 1943 Maarif Şurası Açılış Töreninde Sayın Başvekilimiz Şükrü Saraçoğlu’nun ve Sayın Maarif Vekilimiz Hasan Âli Yücel’in Nutukları, Maarif Basımevi, Ankara 1943.

28)       Sayın Maarif Vekili Hasan Âli Yücel’in Fen Fakültesi Temel Atma Törenindeki Söylevi ve Üçüncü İç Hastalıkları Kliniği Açış Söylevi, Kenan Basımevi, İstanbul 1943.

29)       İsmet İnönü / Hasan Âli Yücel, 19 Mayıs 1944, Gençlik ve Spor Bayramında Cumhurreisimiz İsmet İnönü ve Maarif Vekilimiz Hasan Âli Yücel’in Söyledikleri Nutuklar, 1944.

30)       Üniversitemizin On birinci Ders Yılına Başlama Töreninde Maarif Vekili Hasan Âli Yücel’in Söylevleri, Kenan Basımevi, Zonguldak 1944.

31)       Zonguldak’ta Maarif Vekili Hasan Âli Yücel’in Söylevleri, Karaelmas Basımevi, Zonguldak 1944.

32)       Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ve Milli Eğitim Bakanlarının Milli Eğitimle ilgili Söylev ve Demeçleri, 3 Cilt, Türk Devrim Tarihî Enstitüsü Yayınları, 6, Milli Eğitim Basımevi, Ankara 1946.

33)       Bilimler Felsefesi: Mantık, M.E.B. Ankara 1947. (Yeni Baskılar 1948, 1949, 1950).

34)        Davam, Ulus Basımevi, Ankara 1947.

35)        Hasan Âli Yücel ’in Açtığı Davalar ve Neticeleri, Ulus Basımevi, Ankara 1950.

36)        Mantık Dersleri, Liselerin son sınıfları için, İstanbul 1952.

37)        Mevlânâ, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1952.

38)        Felsefe Dersleri. Metafizik, Ahlâk, Estetik, Maarif Basımevi, İstanbul 1954.

39)       Yurttaşlık Bilgisi, 4.Sınıf Rakım Çalapala ile beraber yazılmıştır. Atlas Yayınevi, İstanbul 1955.

40)        Hürriyete Doğru, İnkılap Kitapevi, İstanbul 1955.

41)       İyi Vatandaş - İyi İnsan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Seri I, No: 2, Türk Tarih Kurumu Basımevi 1956,(yeni baskıları:1962, 1971, 1993).

42)       Kıbrıs Mektupları, İş Bankası Kültür Cep Kitapları, Sayı 5, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1957.

43)       Edebiyat Tarihîmizden I, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Seri 1, No: 6, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1957.

44)       Katip Çelebi ve Keşf-el Zünûn (Katip Çelebi’den ayrı basım), Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1957.

45)       İngiltere Mektupları, İş Bankası Cep Kitapları, Sayı: 8, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1958.

46)       Hürriyet Gene Hürriyet, C.1, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Seri 1, No:14, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1960.

47)       Dinle Benden, İnkılap Kitapevi, İstanbul 1960.

48)       Allah Bir, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1961. (1948’de hazırladığı eseri Canan Eronat tarafından yayına hazırlanmıştır.)

49)       Hürriyet Gene Hürriyet, C.II, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1966. (Canan Eronat tarafından yayına hazırlanmıştır.)

50)       Atatürk, Hazırlayanlar: Salih Omurtak, Hasan Âli Yücel, İhsan Sungu, Enver Ziya Karal, Faik Reşit Unat, Enver Sökmen, Uluğ İğdemir,1000 Temel Eser: 25, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1970.

51)       Kültür Üzerine Düşünceler, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları: 142, Edebiyat Dizisi 35, Ankara 1974, (Canan Eronat tarafından hazırlanmıştır.)

52)       Geçtiğim Günlerden, İletişim Yayınları, İstanbul 1990, (Canan Eronat tarafından hazırlanmıştır.)

53)       Öğretmen - Öğrenci Köşesi, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları: 1791 Yayımlar Dairesi Bşk. Türk Klasikleri Dizisi: 41, T.T.K. Basımevi, Ankara 1995 (Canan

Eronat tarafından hazırlanmıştır).

I. BÖLÜM

1. HASAN ÂLİ YÜCEL’İN DİN ANLAYIŞI

1.1.    Dinin Tanımı ve Mahiyeti

Hasan Âli Yücel için din sosyal bir gerçekliktir. Dinsiz millet olmaz.[48] Çünkü insan Allahsız olamaz ve onsuz yaşayamaz.[49] Allah her varlığın nefesidir. İçeri alınan fakat dışarı verilmeyen bir nefes.[50] İşte bu yüzden Hasan Âli Yücel, mensubu olduğu İslâm’ı aklın muhafazası ve gelişmesi için en şaşmaz esasları koyan bir din olarak algılar.

Hasan Âli Yücel için din, varlık muammasını çözmek için her yönden aramalara çıkan beşer zekâsının bir parçacık olsun rahat nefes almak istediği yüce bir sığınaktır.[51]

Hasan Âli Yücel’e göre, insandaki merak ve tecessüs onu hiçbir zaman sarahatle bilemeyeceği kudretlere çekip sürükler.[52] Dinleri ortaya çıkaran ruhi kudret de meraktan gelir.[53] Sarih olarak bilinemeyeceklerin diyarı “din”dir. Kudretlerin kudreti türlü isimlerle ifade edilmiş “Allah ”tır.[54] Allah bilmediklerimizin, bilemediklerimizin, daha doğrusu, bilemeyeceklerimizin muhatabı büyük Var Edicidir.[55]

Hasan Âli Yücel’e göre, din kulların Allah ile olan bağlarının nizamı olması gerekirken yalnız İslâm aleminde değil; her devir ve iklimde çok kere dünyevi ihtirasların doyurulmasında siyasi bir âlet olarak görülmüştür. Ona göre, Osmanlı ulemasının para cezası veya hanedan kardeş, oğul katli gibi Kur’an’a, sünnete ve umumiyetle İslâm ruhuna uymayan hareketleri caiz görmeleri, türlü dünyevi sebeplerle dini kullanmaktan çekinmemeleri Müslümanlığı korkunç ve ezici bir manzara içinde, bambaşka bir yüzle 57

ve aslına uymaz olarak göstermiştir.

Hasan Âli Yücel’e göre, din her şeyden önce bir idraktir, bir anlayıştır.[56] [57] Makul olmayan hiçbir şey dinî değildir.[58] Çünkü Hasan Âli Yücel için akıl Tanrı’nın ayetidir. Akıl kaldırıldığında insan için ne din, ne bilim ne de siyaset kalır.[59] Müslümanlık rahim, şefik ve âdil bir Allah’tandır. Akıl Allah’ın varlığına inanmak için bir takım nazari delillere ihtiyaç duymaz. Akıl ve vicdan bu büyük kudreti doğuştan kabul edilebilecek bir hakikat bilir. Onun için Müslümanlık, fıtri bir dindir. Hiç kimseden bir şey duymadan ve öğrenmeden tek başına yaşamış bir ferdin önünde ve sonunda varabileceği hakikati itikadın ve inancın direği olarak ilân eder. Hasan Âli Yücel’e göre, bu kadar hür ve hürriyete, iradeye kıymet veren bir dini günlük siyasetin âleti yapmaktan daha büyük bir günah olamaz. Bu, dine iftira ve bühtanların en korkuncudur. Kulu Allah ile baş başa bırakan Müslümanlığa en kötü tecavüz kulları Allah’tan ayırıcı teşebbüslerdir.[60] [61]

Hasan Âli Yücel, Müslümanlıkta esas olanın fikir ve düşünce olduğunu önemle belirtir. 62 Bu sebeple Hasan Âli Yücel için öncelikle dini anlamak esastır. Ona göre, imanın ilk şartı anlamaktır. İslamlık’ta Allah’ı ve Allah’tan şaşmayan hakikatler getiren Resulü tanımaksızın dindar olunmaz. İlk âyetin “Oku...” emri olması da okuyup anlamadan tahmin ile Müslümanlığın yaşanamayacağını gösterir. Hasan Âli Yücel’e göre, din, yakîn ister. Kalb tasdik, dil ikrâr etmedikçe iman doğamaz. Onun için imanın ilk şartı anlamaktır. Bu sebeple anlamaktan mahrum olanlara din mükellefiyeti de düşmemektedir.[62]

Hasan Âli Yücel’e göre, Müslümanlığı güçlük, zamana uymamazlık, yerinden kıpırdamazlık saymak Allah’a ve Resulüne karşı gelmektir. Tâhâ suresinde belirtildiği gibi, Kur’an meşakkat olsun diye gönderilmemiştir. Bu yüzden Hasan Âli Yücel bu büyük ve insan fıtratına uygun dini yanlış tesirlerle bütün cihanın gidişine aykırı bir yola çekmeyi hazin ve korkunç bir sapıklık olarak görür.[63]

Hasan Âli Yücel’in eleştiriye tabi tuttuğu cihet din değildir. Din adına yapılan bazı hareketler ve dinin siyasete alet edilmesidir. Bunu yazılarında görmek mümkündür.

Bizi geri bırakıp düşmanlarımızın önünde mağlup eden, Müslümanlık değil, İslamiyet’i anlamamış, onun ruhundaki “kudret sahibi olma” esasını düşünemeyecek kadar cahil olan ulema kisvesindeki echel politikacılardı.[64]

Hasan Âli Yücel’in giriştiği reform hareketindeki tek amacı ise yeni hayata yeni temeller koymaktı. Bu temelleri koyarken esas aldığı ölçü Atatürk ilke ve inkılaplarıydı. Hasan Âli Yücel bu ilke ve inkılâpların devleti maddi ve manevi anlamda ahenkli bir hale sokacağı inancındadır. Hasan Âli Yücel’in Atatürk ilke ve inkılâplarını değerlendirmesi şöyledir:

Devlet inkılapçıdır, her şeyi değiştirebilir diye yeniden hanedan usulüne dönmeyi cumhuriyetçilik önler. Koministlik cinsinden bir enternasyonalizmi Milliyetçilik prensibi bertaraf eder. Yalnız milliyetçilik prensibi olsaydı bunu ırk esasına dayandırıp şecere tespit ettiren zihniyette bir milli devlet kurmaya teşebbüs edebilirdi. Halkçılığı demokratik manaya almayıp mutlak olarak halk isteğini yerine getirmek şeklinde kabul ederek olmayacak işlere girişebilirdi. Fakat diğer prensipler bunu önlemektedir. Bunların bir arada tespit edilmiş bulunması devletin ahenkli yürüyüşünü sağlamıştır.[65] İnkılapçı Türkiye’de ise Laisizm esası, her din mensubuna iman, itikad ve ibadet hürriyeti sağlamıştır.[66] Cumhuriyet, dine müstenid teokratik devlet şeklinin de kaldırılmasına imkân vermiştir.[67]

Hasan Âli Yücel yapılması istenen yeniliklerin İslam’ın ruhuna uygun olduğunu yazılarında sık sık dile getirir. Hasan Âli Yücel’e göre, Allah ile Kul arasında üçüncü bir aracı kabul etmeyen Müslümanlık ne ibadetin Arapça yapılmasını ve ne de Kur’an’ın Arapça okunmasını ileri sürmüştür.[68] Bu sebeple mukaddes kitap yeni harflerle yazılabilir. Aksini ispat etmek isteyenlerin ise hiçbir nakli ve akli delili yoktur.

“Caiz değildir” cümlesini tanımlayacak ne bir âyet, ne de bir hadis ortaya konulabilmiştir.[69]

Hasan Âli Yücel’in değerlendirmesine göre, dini inanış hiçbir noktasında inkılâplara karşı değildir.[70] Hasan Âli Yücel’e göre, Türk demokrasisinin istikbale yürüyüşünü hürriyet nizamının inkılâplarımızla, inkılâplarımızın dinimizle olan münasebetlerinde kurulacak olan ahenk düzenleyecektir.[71] [72]

Hasan Âli Yücel’in dini kimliğine yapılan eleştirilerin sebebi, kurduğu Köy Enstitüleri ve dünya edebiyatını Türkçeye kazandırmasıdır. Hasan Âli Yücel’in bu konulardaki ıstırabını yazılarında ve şiirlerinde görmek mümkündür. Hasan Âli Yücel Köy Enstitülerini kuranları ve kurulmasında hizmeti olanları hafifinden solculuk, daha ağırından komünistlikle lekelemek yolunda olanlardan, bu da yetmez gibi bu öğretim kurumlarını ve orada okumuş memleket çocuklarını ahlâksızlıkla suçlayanlardan 73

rahatsızlık duymaktadır.

Hasan Âli Yücel Dinle Benden adlı şiir kitabında köy enstitüsü kurmaktaki amaçlarının halkı cehlin karanlığında bırakmayıp okuyup yazmalarını sağlamak olduğunu dile getirir. Başlayan hücumlar ve yapılanlar karşısında da şaşakaldığını, hakkındaki dedikoduları hayretle karşıladığını belirtir. Özellikle kominist olduğuna dair söylentiyi,

Kendim de bilmiyordum, komünistmişim meğer; Sizi bilmem ama, buna şeytanlar güler” diye ifade eder.[73]

Hasan Âli Yücel’e göre, Avrupa’ya, Garb’a en köklü adımı XIV. Asır içinde attığımız halde şimdi bocalamamızın sebebi ortasına kadar geldiğimiz bu medeni ülkenin fikir tarafında hiç ittifak etmemiş olmamızdır. Hasan Âli Yücel eski asırlarda yunan kaynaklarını çok daha iyi bilen İslâm bilginlerinin ve filozoflarının olduğunu belirterek İslâm felsefesi ve kelâm ilmi dediğimiz şeyin Yunanlı düşünüşün İslam inançlarına bir tatbiki olduğunu söyler. Hasan Âli Yücel’e göre, kaynaklara gitme, eskiden kafirliğe, meşrutiyet devrinde bugünkü Yunanlılarla dostlukla suçlanmaya sebebiyet vermiştir. Hasan Âli Yücel’e göre, kendi teşebbüslerinde ise çok daha ileri gidilmiş, “Humanisma- Kominisma” tekerlemesi ileri sürülüp kızıl mühürle damgalanmalarına çalışılmıştır.[74]

Dünya klasiklerinin tercümelerine yöneltilmiş saldırıların esaslı sebebi hep o derdin nüksetmesidir.[75]

Hasan Âli Yücel bir Mevlânâ hayranı olarak Mevlânâ’yı anlayanların duruşunun farklı olacağı inancındadır. Hasan Âli Yücel’e göre, Mevlânâ’yı doğru anlayıp ona hayranlıkla bağlananlar ne sağa, ne de sola yatarlar. Doğruluk onlar için tabiî duruştur.[76]

Gerçekte de Hasan Âli Yücel’in yazıları incelendiğinde onun kominizm aleyhtarı olduğu açıkça görülür.

Hasan Âli Yücel’e göre, yer yuvarlağı üzerinde insanlar tarafından vücuda getirilen muazzam medeniyetlerin teessüsünde ruhî âmillerin, his ve fikirlerin tesiri maddi ve iktisadi sebeplerden daha zayıf değildir. Bu sebeplerde Marx’ın düşünceleri endişe ile karşılanmalıdır.[77] Hasan Âli Yücel Goethe hayranı olarak, Goethe’nin “Dünyanın en büyük hadiselerini yaratan yalnız imandır.” sözünü tasdik eder.[78]

Hasan Âli Yücel’e göre, cemiyet hayatını yalnız maddeye dayatarak izah eden Marksçı sistem, kendini tamamlamak için ilmi, sanatı ve filozofiyeyi bu bakımdan görüp göstermek ister.[79]

Ahmed Güner Sayar’ın dile getirdiği gibi Mevlâna ve Mevlevilik dururken suya kanmış balık misâli, Hasan Âli Yücel’in o suyun dışında bir metafizik olarak Marxisme geçemeyeceği, kominist olamayacağı gayet tabidir. 1940’lı yıllarda Popper’in Marxizmin metafizik olduğunu söylediği “Açık Toplum ve Düşmanları'nı kaleme almadan Hasan Âli Yücel’in Marxizm’i 1935’te metafizik kampa dahil etmesi, onun hem metafiziği hem bu doktrinin fikri boyutlarını iyice bilmesiyle açıklanabilir.[80]

Özellikle de din konusunda şöyle diyen adamın kominist olabilmesine ihtimal yoktur.

“Ahlâk bakımından dinî bir itikad her türlü cemiyette lâzım gelen bir unsurdur. Bu bilhassa modern cemiyetin şartlarıyla yakından ilgilidir. Materyalist bir inanç olan kominizmin metod ve tedbirleri ile mücadele edeceksek bunu söylememiz icab eder.”[81]

Hasan Âli Yücel yaşadığı bütün bu olaylardan duyduğu üzüntü karşısında yine teselliyi Mevlânâ’ya, biraz olsa da benzemekle bulur.

“Ona müritleri, yakınları bile eza ettiler. Bana dostlarım bühtan ederse çok mu dedim. Kalbimin yıllardır çektiği ızdırap çilesine ona bu kadarcık olsun benzemiş olmanın tesellisi ile son verdim.”[82]

Torununun doğumundan duyduğu sevinci bir Türk’ün, bir Müslüman’ın ve bir insanın dünyaya geldiğini söyleyerek her üçünden biri olan bir dedenin duygularını ifade etmesi[83], anneannesinden beni Allah kelamına o alıştırmıştır diye bahsetmesi[84]; bir yazısında iki günde Kur’ân-ı Kerim’i hatmettiğini ve tercümeyi pekâlâ anladığını söylemesi[85]; annesi için “onun duası benim hayat sigortamdır” ifadesini kullanması;[86] galiba dine ve ruha inanmazdı diye bahsettiği arkadaşı Ataç’ın ölümü üzerine inanmadığı halde bayramlarımızı kutlamasına karşılık onun ruhu için Tanrı’dan mağfiret dilemesi;[87] şekille kafirliğin bir alakası olmadığını belirten yazısında “Seneler sonra bıyıklarımı kestim, nelere inanıyorsam hala o kıymetleri yüreğimde hürmetle taşımaktayım.” diye geçen cümlesi[88] bu ve buna benzer pek çok sözleri onun dini bir duyarlılığa sahip olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.

1.2.   Din ve Şeriat İlişkisi

Hasan Âli Yücel’e göre beşer için hudutsuz bir anlama yeteneği yoktur. Vicdan ve akıl her zaman hayrı şerden ayırmada şaşmaz bir meleke değildir. Çağdaş felsefenin üzerinde durduğu bu meseleler hiçbir zaman için çözülmüş sayılamaz. İşte bu yüzden Müslümanlık, insanın aklının ve vicdanının aciz kalması muhtemel anlarını düşünerek İslam’ın koyduğu esaslara teslim olmayı ister. Ahlak kıymetlerinin akıl mizanına vurulduğu zaman müspet ve menfi oluşlarını kabul, Müslümanlıkta şarttır. Yücel’e göre “ Haramı helal saymak küfürdür.” kaidesi olmasaydı Ahlak olmazdı.[89] Yücel’e göre hiçbir dünyevi müeyyide ilahi müeyyideler kadar kuvvetli olmamıştır. En açıkgöz polisler bile insanın bu derece mahremiyetine giremezler. Bu sebeple din, bir cephesi ile tam ahlaktır. Ahlaksız, dindar olamaz. [90] [91]

Hasan Âli Yücel’e göre İslam’ın topluluk işlerinde ve idarede koyduğu esaslar ise başkalarına iyilik ve saadet, refah ve huzur getirmek üzere ahlaka, fazil ete ve adalete dayanır. İşte bu sebeple Müslümanlığı öz kaynaklardan öğrenip öğreterek ferdi ve cemiyeti doğru istikamette bir hayata kavuşturmaktan daha kolay bir şey yoktur. Yeter ki peşin hükümden ve her yeniliğe karşı durup direnen geri düşünüşten kendimizi 92

kurtarmış olalım.

Hasan Âli Yücel’e göre Müslümanlık yaratanın bilgisi ve murakabesi altında iyi insan olmanın en büyük yol göstericisidir. Herkes kendi hareketinden Allah’a karşı doğrudan doğruya sorumludur. O’na göre, Kur’an’da ki evlenme, boşanma, miras, faiz, alış-veriş ve zekât gibi dünya işlerine ait hükümler ferdi, bu hareketler dolayısıyla iyiliğe götürmek, kötülükten korunmak amacıyla yani ahlak ve “takva” denilen hayır edici yaşama yoluna girme bakımından konmuştur. Çünkü İslam’ın gayesi “takva” yolu ile kişiyi ahlak ve iyi insan olma yönünden saadete eriştirmektir. [92]

Hasan Âli Yücel’e göre ibadetlerin özü “Kalb-i Selim” yani temiz yürek ve samimiliktir. Namaz kılmak, Oruç tutmak ve Hacca gitmek bir Müslüman için imtiyaz değildir. Müslümanlığın ruhunda bulunan iyi insan olma, başkalarına kötülük etmeme, aslını esasını bilmediği şeyler hakkında hüküm vermeme ve dedikodu etmeme gibi kaidelere uymaksızın İslami bir kıymet ifade etmez. Kulun Allah’ karşı vazifelerini yerine getirmesi, kulun kullara karşı vazifelerini ihmale hak vermez. Yücel’e göre Müslümanların son asırlarda istiklallerini dahi kaybedecek zaafa düşmeleri, bu ana Müslümanlık kaidelerini şekli olan şeylere üstün tutmayışlarından kaynaklanmaktadır.[93]

Hasan Âli Yücel’in yeniliklere açık olmasında, dini hayatın her alanına müdahale eden bir umacı gibi gösterenlere şiddetle karşı çıkmasında bu düşüncelere gönülden bağlı olması etkilidir. Nitekim ona göre, din daha çok Allah ile kul arasında yaşanan bir olaydır ve daha çok kalple, gönülle ilgilidir. Bununla beraber Hasan Âli Yücel için dışa yansıması da önemlidir. Fakat o öncelikle dinin içselleştirilmesine önem verir. Bu biraz da Hasan Âli Yücel’in mistik bir ruha sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Hasan Âli

Yücel bu sebeple din ve şeriatı kullanarak yeniliklere düşman kesilenleri şiddetle eleştirmektedir.

Din-şeriat tepeden tırnağa politikacı olan birtakım hırs adamlarının elinde bayrak, dillerinde bir iğfal işareti idi. “Bid’at”, Peygamberimiz zamanında olmayıp sonradan yapılan şeylerdir. Aslında bunun iyisi, kötüsü vardı. Tepkiciler iyi-kötü farkı aramadan her yeniyi dinsizlikle suçluyorlardı. Kırım muharebesi esnasında Edirne ile İstanbul arasında kurulan telgraf direkleri bid’atti. Şeraite, dine aykırı sayılmıştı. Direkleri yıktılar. Kolonya necisti; ispirto pisti. Sürenleri tekfir ettiler. Fatih camisindeki bir vaazda bunları kulaklarımla işittim. Vaiz daha ileri gitmiş patates yemenin haram olduğunu söylemiştir. Çünkü patatesten ispirto yapılırdı.[94]

Yücel’e göre dinin muhtevası belirli bir zümrenin inhisarına bırakılamaz. O’nun eleştirdiği konu din ve şeriatı kullanarak Kur’an’a ve Sünnet’e ve umumiyetle İslam ruhuna uymayan hareketleri şer’an caiz gören sözde ulemadır. Onların dini, dünyevi menfaatleri için kullandığı kanaatini taşımaktadır. [95] [96]

Yücel’e göre, içtihat yetişkin ferdin kendi aklıyla düşünüp bulmasıdır. O’na göre tek insanın serbest düşünmesi demek olan içtihat kapısının kapanması otoriteye dayanan

97

yaklaşımın asırlardır fikir hayatımıza hakim olmasına sebep olmuştur.

Hasan Âli Yücel’e göre, dünyevi işlere ait hükümler olan şeriat ahkâmı değişebilir.

Ancak hak asla değişmez;

İslam selâmet; bir şeye ondan gayri her şeyden yüz çevirerek bağlanmak, teslim olmak, kendini vermek demektir. Şu halde İslam Allah’a, Allah’tan başka olan şeylerden kopup bağlanmak manasındadır. Kendinden önceki bütün semavi dinleri ve onların elçileri olan peygamberleri İslamlık kabul etmiştir. “Musa peygamber değildir”, “İsa nebi değildir” gibi sözler söyleyenler Müslümanlıktan çıkarlar, kafir olurlar. Çünkü hak birdir, iki olmaz. Devre ve ihtiyaçlara göre ancak dünyevi işlere ait hükümler; şeriat ahkâmı değişebilir.[97]

Hasan Âli Yücel’in hoş görmediği şey hiçbir zaman için din değildi. Yapılan her yeniliğe din ve şeriat denilerek itiraz edilmesiydi.

1.3.   Din ve Eğitim İlişkisi

Hasan Âli Yücel’e göre, makul olmayan hiçbir şey dinî değildir. Çünkü O’na göre Müslümanlık aklın muhafazası ve gelişmesi için en şaşmaz esasları koyan ve isteyen bir dindir ve öğretim hususunda akla uymayan bir yolu onun istediğini de kimse iddia edemez.[98]

Hasan Âli Yücel kendi çocukluğunu anlatırken o günkü dini eğitimden ve uygulamalardan şikayetle bahseder:

Bir taraftan öğretme usulünün iptidailiği, diğer taraftan ne yaptığımızı, ne okuduğumuzu hiçbir suretle bilemeyişimiz, küçük yaşta zekâmızı ezmek, şuurumuzu karartmak için kâfi sebeplerdir. Elifbayı bitirdikten sonra okuma kitabı olarak doğrudan doğruya Kur’an’ı çocuk eline vermek ne hesapsız bir hareketti. Çünkü Kur’an Allah kelamıdır. Arab dil ve edebiyatının en yüksek ve ilahi şah­eseridir. O dili hiç bilmeyen küçük bir çocuğa bilmediği o dilin en yüksek ve güç bir kitabını ilk kırâât olarak vermekte ne dince, ne dünyaca bir isabet düşünülebilir mı?[99]

Hasan Âli Yücel, çocuklara verilen böyle bir eğitimi: yanlış bulmakta ve dinin her şeyden önce bir idrak ve anlayış olduğunu önemle vurgulamaktadır. Dini anlamaksızın tasdik ve ikrarın olmayacağı görüşündedir. Bu sebeple kelime-i şehadeti Türkçe ve anlayarak söylemek Müslüman olmaya engel değildir.[100] Türk milleti de Allah’ın buyruğunu anlayarak ve dinleyerek içine sindirmek istediği için, hocalar da, namazda okunacak ayetlerin anlamını namaz öncesi halka bildirmelidir. Hasan Âli Yücel’e göre, ancak bu şekilde ibadet daha ruhanî olur.[101]

Hasan Âli Yücel’in belirttiği gibi dince asıl değeri olan okuma, anlayarak okumadır.

Ancak küçük çocuklara öğretilen Kurân’ı Kerim, onu anlamadan okuma geleneğine, kişisel ve toplu ibadetlere cevap vermesi bakımından önemlidir. Bunun yanı sıra elbette asıl önemli olanın anlayarak okuma olduğu onlara telkin edilecek, Kuranı Kerim’in Türkçe tercüme ve tefsirlerine alışmalarına yardımcı olacaktır.

Hasan Âli Yücel bunun yanı sıra dinin müsbet bilimlere dayalı olması gerektiği görüşündedir. Bu sebeple ilahiyat bilimin müsbet bilime dayanması gerektiğini savunur. Aksi takdirde medeni bir insanın dine inanması zor olacaktır. Bunu da sağlayacak olan müsbet bilimlerin ilk verilerinin öğretildiği orta öğretimden başlamak üzere tüm kademelerdir.[102]

Hasan Âli Yücel’in değerlendirmesine göre, müsbet bilim elde ettiği bilgileri madde, hayat, ruh ve toplum üstünde tatbik etmeğe başlamıştır. Hasan Âli Yücel’e göre, Türk toplumu bu konuda geri kalmıştır. Bunun sebebi ise toplumun fizik devreden ziyade metafizik bir devrede yaşaması, maddi şeylerden çok maneviyat ile meşgul olmasıdır. Bunun diğer bir sebebi ise dili ve kalemi olan aydınların zihinlerini hep bu konuda yormaları; Türk kültürünü devlet nizamında temsil edenlerin de Türk toplum düzenini onların manevi alandaki özleyişlerini karşılamakta bulmalarıdır.

Hasan Âli Yücel bu konuda bilimin gösterdiği hedefi takip etmenin zaruretine inanır. O hedef te maddiyat ve maneviyat için en hakiki mürşit olan ilim ve fenni takip etmektir. Hasan Âli Yücel, Türk toplumunda ciddi bir emekle manevi meselelerin incelenip ciddi eserlerin ortaya konamamasından yakınmaktadır. Özellikle de eski harflerle yazılmış kitapların bugünkü dile ve harflere çevrilmemesinin basmakalıp birkaç Arapça cümle ile süslenen söylevlerin sahiplerini halk nazarında dindar ve derin “ulema” haline getirdiği görüşündedir.[103] [104]

Hasan Âli Yücel bazı Türk aydınlarının dinimizin temeli ve kaynağı olan kutsal kitabımızla ciddi surette meşgul olmalarını memnuniyet verici bir çalışma olarak 105

nitelendirir.

Hasan Âli Yücel din dersleri ve din adamı yetiştirme mevzusunda bir takım görüşler ileri sürmektedir. Hasan Âli Yücel öncelikli olarak akîl ve bâliğ olmadıklarından dolayı dinî emirlerle mükellef olmayan ilkokul ve kısmen ortaokul çağındaki çocuklara iman ve vicdan konusunda baskı yapılmamalıdır. Ancak “Ben Müslümanım, çocuklarım da Müslüman olsun.” diyen milletin isteğini de gerçekleştirmek gerekir. Hasan Âli Yücel’e göre, din dersle verilmez, telkinlerle ruha sindirilir. Bunu da ne devlet yapabilir ne de muayyen bilgileri öğreten öğretmenler. Bu işi ancak bu mevzu ile uğraşan, ömrünü ona veren ve onu yaşayan insan yapabilir. Çünkü bu işi döverek, ceza vererek ve imtihanlarla döndürerek yapan hocalar çocuk ruhlarda müspet iz bırakmazlar. Bu işi samimi bir şekilde yapan hafızların okuduğu Kur’an, vaizlerin anlattığı menkıbeler, okunan ilahiler ve mevlidler ise asla yüreklerden çıkmaz.

Hasan Âli Yücel’e göre, iman sahibi millet, dinini devletten beklememelidir. Demokrat memleketlerde olduğu gibi işi eline almalı hususi öğretim müesseseleri ve yurtları açmalıdır. Bu müesseseler de ne İlahiyat Fakültesi gibi sırf ilmi, ne de İmam Hatip Okulları gibi sırf mesleki olmalıdır. Hasan Âli Yücel’e göre, kurulacak bu müesseselerde yetişecek olanlar da Müslümanlığın esaslarını metinlerden okuyacak şekilde Arapça bilmeli, yazma ve söylemede Türk diline hakim olmalı, müsbet bilimlerin elementer bilgilerini elde etmiş olmalıdır. Devlet te bu müesseseler dışarıdan yardım yapmalı ve bu müesseseleri tevhid-i tedrisat kanununa göre kontrol etmelidir.

Hasan Âli Yücel meselelerin bu kadar basit olmadığını da ifade eder. Din öğretiminde dikkate alınması gereken önemli hususların olduğuna dikkat çeker. Bunlardan biri çocuklarda ve gençlerde aranması lazım gelen vicdan hürriyetinin gerek dinimiz ve gerek kanunlarımız bakımından göz önünde tutulması gereğidir. Diğer bir husus ise din derslerini okutacak bir tek salahiyetli adamın yetiştirilmemiş olmasıdır.

Bu sebeplerden dolayı Hasan Âli Yücel ortaokullara din dersi konulacağından bahsetmenin ciddi ve doğru netice elde edilmesine katkı sağlayıp sağlamayacağından endişe etmektedir. Üstelik bu derslerde ne okutulacağı da Hasan Âli Yücel için malum değildir. Hasan Âli Yücel için malum olmayan, meçhulde kalan diğer bir husus ise bir derece daha üstün olan öğretim kademelerinde (liselerde) din dersinin okutulmama sebebidir.[105]

1.4.   Din ve Felsefe İlişkisi

Hasan Âli Yücel felsefeyi şöyle tanımlar:

Her bilimin verilerini bir araya getirip toptan ve kavrayıcı bir görüşle hayat ve bütün varlık hakkında edinmek istenilen bilgiye felsefe derler.[106]

Hasan Âli Yücel felsefenin iki ana kaynaktan çıkmış olabileceğini söyler. Bunlardan biri insanın ve Âlem in ne olduğunu anlamak, öbürü beşer hâl ve hareketini makul ve düzenli hale getirmek. Birincisi fikrîdir, nazaridir, bilmeye taallûk eder. İkincisi amelîdir, ahlâkidir; hareketlere ve eyleme taalluk eder.[107]

Hasan Âli Yücel için sorular sormak ve cevaplar aramak felsefe yapmaktır. Hasan Âli Yücel’e göre, insan ölüm denen akıbetin kendisi için de gerçekleşeceğini bildiği dakikadan başlayarak, iyi ve kötü, sistemli, sistemsiz, akla uyar, uymaz bir görüşe sahip olmaya başlar ve dünya görüşünü elde etmeye çalışır. Bu da felsefe yapmaktır. İnsanın cevabını merak ettiği sorular ise; “Ben neyim?, Nereden gelip nereye gidiyorum?, Niçin ve kimin için varım?” gibi sorulardır.[108]

Özellikle de ölüm Hasan Âli Yücel’e göre, bütün şairleri, bütün filozofları düşündüren, söyleten ve kıvrandıran bir muammadır.[109] Hasan Âli Yücel, Yunus Emre’ye yazdığı bir şiirde bu konuyla ilgili istifhamlarını Yunus’a sorar.

Varlığı, yokluğu sordum özüne;

Sustun, bir damla yaş geldi gözüne;

Ölüm nedir dedim bakıp yüzüne,

Yüzüme bakıp ta “Hiç...” dedin bana

Hasan Âli Yücel bu konulardaki ızdırabını Yunus Emre’yle paylaşır. Aynı dertleri paylaşmasının acısıyla onunla ağlar ve onun izinde bir çağlayana dönüşür.[110] [111] [112]

Hasan Âli Yücel’e göre, felsefe insanın yaşamına çeki düzen verir, alem ve insana dair dağınık gibi görünen bütün meseleleri birleştirir ve insana derin bir bakış açısı 112

kazandırır.

Ayrı ayrı hiçbir işe yaramaz gibi görünen tane tane incilerden bir manzume-i ilmiye ve imaniye vücuda getirir. Yeni teşekkül eden veya etmek üzere bulunan ruhlarda usul-î şüphe’yi uyandırarak onları hem 113

kuru bir mutaasıb olmaktan, hem de sulu bir mukallıd derekesine düşmekten korur.

Hasan Âli Yücel için şüphe önem arz eder. Ona göre, ilmin aradığı zekâda inanma kuvveti kadar şüphe etme kabiliyeti de bulunmalıdır. Çünkü şüphe edemeyen kafa yerinden kımıldamayan yatalaktır.[113] Hasan Âli Yücel’e göre, buradaki şüpheden maksat Descartes’in şüpheciliğidir. Var olabilmek için her türlü imanın temelini şüpheye dayandıran bir şüphecilik ve idraki şüpheden sıyırmak için şüphe etmek. Hasan Âli Yücel’e göre, hikmet konusunda şüphe, inanca götüren bir yol olduğu için, hakikate hazırlık safhası sayılmalıdır. Zira meçhuller içinden malumu çıkarabilmek, onun başlıca hüneridir.[114]

Hasan Âli Yücel için bu bağlamda düşüncenin en yüksek uyandırıcı şekli olan felsefenin insana sağladığı katkılardan biri de varlık ve hakikat, insan ve Allah fikirleri üstünde ileri sürülmüş türlü düşünceleri ortaya koyarak insanı hür düşünceye alıştırması ve ezberci yaklaşımdan kurtarmasıdır.[115] Hasan Âli Yücel için hür düşünebilmek büyük önem arz etmektedir. İnanç alanında da bunun önemine gönülden inanır. Ona göre, İslam’ın “Dinde zorlama yoktur” düsturu da inanmanın ancak hürriyetle varılacak bir ruh hali olduğuna işaret eder.[116]

Bu sebeple Hasan Âli Yücel, ilk defa ortaya atanlar tarafından düşünülmüş fakat onu kabul edenlerin çoğu tarafından düşünmeden alınmış klişe inançlar dediği dogma’yı ve aklın her şeyi bilebileceğine ve doğrunun ancak kendilerinde olduğuna inananları gösteren dogmacılığı şiddetle eleştirir. Hasan Âli Yücel’e göre, “nascılık” diye tercüme edilen dogmacılık fanatisme denilen taassubun sütannesidir.[117] Taasuub, tecrübeyle ispatı imkansız inançları baskı vasıtaları ile kendi çıkarına halletmeye kalkışmadır. Hasan Âli Yücel’e göre, medeni vasfını taşımak için bu ibtidai durumdan kurtulmak gerekir.[118] Hasan Âli Yücel dogmaların, otoritelerin yavaş yavaş yıkılmaya yüz tuttuğu Ortaçağ’dan hareketle Din-Felsefe ilişkisini şöyle açıklar:

Ortaçağ Musevilik, Hristiyanlık, Müslümanlık gibi semavi dinlerin (Tanrı’nın, Resuller, Peygamberler vasıtasıyla ve Tevrat, İncil, Kur’an gibi kutsal kitaplarla insanları hak ve hakikate davet ettiği dinler) beşer hayatına en çok müessir olduğu bir çağdır. İnanma sahasında kalmayı kâfi bulmayan din adamları, onun akılca da kabule lâyık olduğunu göstermek üzere dinin ilmini ve felsefesini yapmak istemişlerdir. Eski Yunan filozoflarından Aristotales’in mantık ve metafiziğini bu yolda kendileri için bir dayanak olmak üzere ele almışlardır.[119] [120]

Hasan Âli Yücel’e göre, Ortaçağda (373-1453) bir taraftan bu dinlerin telkin ettiği itikatlar, diğer taraftan aklın hakikati kendi imkanlarıyla araştırma ihtiyacı dinle felsefeyi birbirine yakınlaştırmıştır. Bu yakınlaşma da mukaddes bir kitap ve indirilmiş dinleri olmayan eski Yunan ve Roma’daki fikir adamlarının, gerek salt fikir hayatında ortaya koydukları düşünüş tarzlarıyla, gerek sosyal ve pratik hayat için aklî prensiplere dayanarak açıkladıkları kurallarla kuvvetli ve bugün bile birçok kalıntıları yaşamakta olan devamlı bir fikir ve felsefe geleneği ortaya koymalarının etkisi vardır. Çünkü her üç semavi din, doğuşlarının tarihî sırasıyla bu felsefe geleneğiyle türlü şekillerde temas             121

etmişlerdir.

Bilindiği gibi İslam dünyasında VII, IX. ve X. Asırlarda Yunan kaynaklarına doğrudan doğruya ve tercümelerle giriş büyük ve hür İslam mütefekkirlerinin yetişmesine sebep olmuş; fakat hür düşünüşe bir takım mutaassıp din adamlarıyla, sözde ilim otoriteleri taraftar olmadıkları için hür fikir hareketi yavaşlamış ve durmuştur. Hasan Âli Yücel’e göre, bu durum İslam’da ferdin kendi aklıyla düşünüp bulması demek olan içtihat kapısının kapanmasına ve İslam dünyasının ve Türklerin Rönesans’tan haberdar olmamasına neden olmuştur. Sonuçta otoriteye dayanan tek boyutlu düşünüş asırlarca fikir hayatımıza hakim olmuştur.[121] Hasan Âli Yücel’e göre, IX. X. ve XI. Asırlarda dinin felsefesini yapan İbn-i Rüşd, İbn-i Sînâ ve Fârâbî gibi büyük adamlar yetiştiren bu yüksek irfan kurumlarının kendi yağlarıyla kavrularak kuruyup gitmelerinin sebebi Avrupa’daki benzerleri gibi zamanın bilim buluşlarına uymamalarıdır.[122]

Hasan Âli Yücel, bilimsiz din ve felsefeye gidileceğine inanmadığı için ilahiyat bilenlerin müspet bilime dayanmasını zaruri görür. Ona göre, sosyal ve psikolojik bilimlerin gelişmesi ve olaylara dayanarak matematikli bir disiplin durumuna girmesi, manevi dediğimiz bilimler üstüne nazariye kurma modasını çoktan kaldırmıştır. Felsefe de bunun dışında değildir. Eğer Kant ve Comte gibi sistem sahibi filozofların yetişmesi arzu ediliyorsa, sistemini kurmak isteyen bir felsefe adamı, yeni bir bilim buluşu üzerine bu fikir binasını yeni baştan temellendirmek zorundadır. Öncelikli olarak yapılması gereken şey gençleri, yavaş yavaş mecburi olarak müspet bilimin ilk verilerinin öğretildiği müşterek öğretimden geçirmektir.[123] Bunu gerçekleştirmek için özümüzden yola çıkmamız gerekir. Hasan Âli Yücel evrensel olana kendi kültürümüzden yola çıkarak katkıda bulunmamız gerektiği görüşündeydi.[124]

Bu sebeple de Hasan Âli Yücel dini millileştirme çabası içerisindeydi. Ancak kendinin yanlış anlaşılmasına mahal vermemek için milliyetten neyi kastettiğini şöyle açıklar:

Ben milliyeti bir insan kütlesinin kendini bilip tanıması, kendinde bilinecek ve tanınacak bir taraf olması, bir kelime ile şahsiyeti bulunması manasını alıyorum. Milli demek; millet denilen şahsiyeti belirmiş bir kütlenin dış ve iç varlığını ifade etmek kudretinde bulunan bir şey demek olmaz mı? Benim milli felsefe dediğim işte bu vasıfta olan bir felsefedir. Çünkü böyle bir vasfa sahip olmadıkça asla milletlerarası ve külli bir kıymeti olmaz.[125]

Hasan Âli Yücel, İnkılâp Türkiye’sinin tüm iman ve duygu meselelerinde ileri sürdüğü ana fikirlerini hendese intizamı ile sistemleştirecek bir felsefe yapılması hususunda Türk Münevverlerine büyük bir görev düştüğünü önemle belirtir.[126]

Hasan Âli Yücel kendisine “Felsefi meselelerin milliyet hudutu ile çevrilmesi mümkün müdür ki, milli bir felsefe var olabilsin” şeklinde yapılan itiraza kendi üslubunca cevap verir. Hasan Âli Yücel’e göre, felsefenin sormuş olduğu ve bütün insanlığı endişeye götüren soruların milliyeti, dini, mezhebi hatta zamanı ve mekanı olmayabilir. Fakat bu sorulara cevap vermeye çalışan filozoflar en evrensel meseleleri en bî-taraf ve gayr-i şahsi şekilde görmeğe savaşsa da yaratıcılığının kudretlerini aldığı cemiyetten kendilerini koparıp çekemezler.[127] Hasan Âli Yücel’e göre, sorular ne kadar umumi ve külli olursa olsun cevaplar, cevabı verenlerin içinde bulundukları muhite, zamana, hatta ferdi temayüllere göre değişir. Onun içindir ki bugün bir Alman felsefesi, bir Fransız felsefesi, bir İngiliz felsefesi vardır. Ancak milli bir felsefenin olabilmesi için milliyetlerinin adıyla farklı vasıflar taşıyabilecek büyük düşünce adamlarının var olması gerekir.

Hasan Âli Yücel’e göre, Henri Bergson’un (Fransız Bilimi) isimli kitabının birinci cildine felsefe kısmı için yazdığı 20 sahifelik bir hülâsada hep (Fransız Felsefi Düşüncesi) tabirlerini kullanıp durması; Bergson gibi felsefenin en ince meselelerini geniş ve şümullü bir şekilde incelemiş büyük bir felsefe dehasının “Bütün yeni felsefe Descartes’dan çıkmıştır” diye söylemesi bu filozofların öncelikli olarak Fransızlıklarını hissetmesinden ileri gelir.[128]

Son tahlilde, Hasan Âli Yücel için felsefe her milletin kültürel damgasını taşıyan sistemli bir bilgi yapısıdır. Bir cemiyet müessesesidir. Cemiyetten doğma, cemiyette bazı şuur altında kalmış, aydınlığa çıkmamış fikirleri şuura çıkaran bir bilgi yapısıdır. Bu sebeple Hasan Âli Yücel’e göre, Türk münevverleri inkılap Türkiye’sinin bütün iman ve duygu meselelerinde ileri sürdüğü fikirlerin sistemli bir felsefesini yapmalıdır.[129]

1.5.   Din ve Siyaset İlişkisi

Hasan Âli Yücel’e göre, kendi dönemindeki en mühim iç siyaset meselesi hürriyet ve demokrasiyi durdurmadan geliştirme ve Türk milletinin medeniyette ilerlemesini sağlayan inkılapları muhafazadır. Birbirlerinin karşıtı gibi görünen bu iki prensibi bağdaştırıp uzaklaştırma noktasında ise siyaset adamlarına büyük iş düşmektedir.

Hasan Âli Yücel hakikatin daima muvazenelerde olduğu inancı içerisindedir. Bu yüzden Hasan Âli Yücel Türk demokrasisinin geleceği için hürriyet ve inkılaplar, inkılaplar ve İslam dini arasında bir ahenk oluşturulmasını zorunlu görür.[130]

Hasan Âli Yücel’e göre, halk şuuruna hakim olan en büyük kıymet dindir. Bu sebeple fikir ve siyaset adamları bu konu üstünde zihin yormaya, ciddi gözlemler yapmaya, düşüncelerini söylemeye bir vatan vazifesi ehemmiyetini vermelidir. Özellikle topluluğun merak ettiği meselelerde uyanık olması gerekli en yüksek fikir çevresi olan üniversitelerin ilgili şubeleri bu konuda, kendi metotlarıyla araştırmalar yapmalı, dersler bu mihver üstünde dönmeli, salahiyetli ağızlardan yayılacak bilgiler, tabaka tabaka halka geçmeli; hatta hususi derslerden başka umuma konferanslar verilerek bu yayılma kamu tecessüsünü doyurabilmelidir. Din psikolojisi ve din sosyolojisi de etraflı 132 incelemelerle esaslı neşriyata konu olmalıdır.

Hasan Âli Yücel’e göre, bu cemiyet meselesi, demokratik rejim havasında her bakımdan salahiyetsiz fertlerin şahsi ve bilhassa geri anlayışlarının rehberliğine terk edilemez. Ne ilim, ne siyaset dine karşı ilgisiz kalamaz.[131] [132]

Düzeltilmesi gereken husus dinin diğer cemiyet kıymetlerinden ve topluluk kurumlarından müstakil olduğu kanaatidir. Hasan Âli Yücel din başka, ilim başka ve sanat başka inancında olanlara karşıdır. Din adamlarının çoğunun müspet ilme yan gözle bakmalarını, dünyayı idare eden sosyal ve ekonomik kanunları hiçe saymalarını buna mukabil ilim adamlarının, pozitif metotlar karşısında manevi bir takım amîllerin varlığından habersiz olmalarını doğru bulmamaktadır. Hasan Âli Yücel dinin Türk sanatına ve özel olarak Türk edebiyatına gerektiği kadar hür ve canlı olarak girmesi gerektiğini de ifade eder.[133] Hasan Âli Yücel bu üç kaynaktan istifade edilmesinin zaruretine inanır.

^Sade ilim de kendi kendine kalırsa insan ruhu kör olur. Gideceği yeri bilmez, nerede olduğunu fark etmez. Din, ana gayeleri, ilahi ve beşeri en yüksek kıymetleri haber verir. Sanat bu gayeleri güzel sesle, güzel renkle, güzel sözle dile getirir. Hayatın sınır tanımaz ihtiraslarından, ölümün ruhlara sindirdiği korkulardan bizi din kurtaracak, ilim bize hakikati aramanın yollarını gösterecek, sanat ıstırablarımızı yüceliğe götürecektir. Niçin bu üç kaynağın birleştiği pınardan faniliğimizin susuzluğunu gidermek için doya doya içmeyelim.[134]

Hasan Âli Yücel, dinin toplum aleyhine kullanılmasından endişe etmektedir. Ona göre, kutsal kıymetlerin yüce kaynağı olan din, milli varlığın vicdanlara sindirdiği yüksek sevgi ile beraber olmazsa onu toplum aleyhine kullanmak isteyenlere müsait bir zemin haline gelir. Bu noktaya hem dış siyaset müdahaleleri ve tesirleri bakımından, hem de iç siyaset yönünden dikkat etmenin lüzumunu ifade eder. Hasan Âli Yücel, dünya menfaatleri için uhrevî ve ulvî kıymetleri kullanmanın dince büyük bir günah, dünyaca hatırı sayılır bir suç olduğunu ve bütün tarih boyunca insanlığın bunun acısını çektiğini belirtir. Bu konulardaki tam ve son zaferin ise vicdanlarda istisnasızca yanacak iman ve hürriyet güneşiyle elde edileceği inancını taşır.[135]

Hasan Âli Yücel, lâik düzenle gerçek hürriyetin elde edildiği düşüncesindedir.[136] Lâikliği dinsizlik şeklinde anlamak bu konuda düşünülecek en hatalı bir görüştür.

Hasan Âli Yücel, maddi kudreti haiz olan devletin muayyen bir din veya mezhebi ve onların kaidelerini bütün vatandaşlara tatbik etmesini vicdan hürriyetini ortadan kaldıran bir uygulama olarak görür.[137]

Hasan Âli Yücel’e göre, din ve devletin ayrılması zaten, “Vicdan” hürriyetinin bir neticesidir. Din ve devlet bir olduğu takdirde, devlet belli bir dinin devleti olur ve bütün vatandaşlar ister istemez devlet dininin esaslarına uymaya, onun itikatlarına göre hareket etmeye mecbur olurlar. Bu durum da vicdanlara ve inananlara apaçık tahakkümdür. Ortaçağın bütün Hıristiyan âleminde ve Müslümanlığın cahil mutaassıpların eline düştüğü yer ve zamanlarda olan budur. Hasan Âli Yücel garbın uzun mücadeleler sonucunda din ve vicdan hürriyetini sağlayarak laiklik prensibine vardığını ifade eder.[138]

Bu noktada İslamiyet’in duruşunu şöyle dile getirir:

Esas şartı samimilik olan İslamiyet vicdan hürriyetini şu esasla tesis etmiştir. “ La ikrahe fiddin.” “Dinde zorlama yoktur.” Kerhen hiç kimse Müslüman edilemez. Ancak seve seve, isteye isteye Müslüman olunur. Bu sebeple İslam’da zorlama yerine ikna etme, inandırma ve telkin vardır. [139]

Hasan Âli Yücel, sözlerine Peygamber efendimizi örnek göstererek devam eder. Peygamberimizin tecavüze maruz kalmadıkça zecri harekette bulunmadığını, risalet geldiği andan itibaren hilm ile, yumuşaklıkla imanını etrafına ve sonra da bütün insanlığa kabul ettirme yolunu seçtiğini ifade eder.

Hasan Âli Yücel bu örneklerden yola çıkarak dinimizde vicdan hürriyetinin olduğunu ve bu hürriyetin her Allah’ın kulu için söz konusu olduğunu önemle belirtir.[140]

Bu bağlamda Hasan Âli Yücel’in din ve devlet ilişkisine dair düşünceleri ise şöyledir:

Dinimizin Mukaddes Kitabı olan Kur’ân bir devletin nasıl kurulacağını söylemez.[141] Kutsal kitabımız Kur’ân devlet mevzuunda sakittir. Bu hususta açık bir emir yoktur.[142] Tek ümmetin nasıl var olacağını emir ve izah eder.[143] Çünkü dinin amacı devlet kurmak değil, insanın kul olarak tek Allaha inancını sağlamak ve bu yoldan olgun, günahtan çekinir, bedence ve ruhça temiz bir varlık olmasını mümkün kılmaktır.[144] Bu ince noktayı kavramayan bazı dikkatsizler, Müslümanlığın ruhunda saklı “vahdet” ve “nezaket” sözünü birtakım dünyevi ihtirasların konularıyla karıştırmışlardır. Din perdesi altında kanlı kardeş münazaralarını, bu ciheti anlayanların kurdukları Cumhuriyet sona erdirmiştir.[145]

Hasan Âli Yücel’e göre, Türk Cumhuriyeti ve inkılabı müsbet ilmin bizde ilk zaferidir ve Türk inkılabını gerçekleştirenler, olanı olduğu gibi görerek itikad sistemleri ile millet hayatını asla birbirine karıştırmaz.[146]

Hasan Âli Yücel’e göre, Cumhuriyetin, devleti tam dünyevi bir nizam olarak kurmasıyla din politika dışında tutulmuş, böylelikle asıl hedefi olan “iman’a” ve “ahlâk tefekkürü ”ne dayanıp vicdan hürriyetini kazanmıştır. Cumhuriyetle vatandaşın dini ve mezhebi devlet nazarında kuvvetli bir eşitliğin himayesine girmiştir. Maddi hayata tesir eden tekfir müessesesi hukuk dışı edilmiştir. Ferd, dini inanışı sayesinde kendine ve insanına karşı sorumlu olmuştur. Laisizm, bir uzviyet intikalidir. Bu sebeple cemiyette sathi bir değişme sanılmamalıdır.[147] Hasan Âli Yücel’e göre, Türkiye’de Laisizm esası, her din mensubuna iman, itikat ve ibadet hürriyeti sağlamıştır ve anayasamız bunun ilk ve en kuvvetli dayanağıdır.[148]

Hasan Âli Yücel’e göre, bu gelişmeden memnun olmayan kesim ise dini kullanarak bu yoldan menfaat ve otorite sağlayan zümredir.[149] Bir de her ilerleme ve yenileşme hareketine, kendini din mümessili farz eden bazı dünyadan habersiz insanların karşı çıkmalarıdır.[150] Laiklik prensibine saldırılar da bu yüzdendir.

Hasan Âli Yücel’in devlet felsefesinde laiklik olmazsa olmaz bir unsurdur. Bu nedenle cumhuriyet çocuklarına şu tavsiyede bulunur:

Din elden gitti, Cumhuriyet Müslümanlığa aldırış etmedi” diyenlere sakın kapılmayınız. Allah’a, peygambere inanmaya bakınız. Tanrı’nın, insanı kötülüklerden koruyan emirlerini tutunuz. Bu yoldan temiz bir Müslüman olursunuz. Hiç kimse size aksini yaptıramaz. Okullarda size öğretilen hiçbir bilgi dine aykırı değildir. Hakikat, dine aykırı olamaz. Din adına uydurulmuş hurafelere, yalanlara kulak asmayınız. Müspet bilgiler sizde ne kadar kuvvetli olursa dini ve onun sahibi olan Allah’ı o kadar iyi anlarsınız. Müslümanlık aklın muhafazasını, onun doğru işlemesini, birinci şart olarak kabul etmiştir. Aklı olmayanın dinî sorumluluğu bunun için yoktur. Aklınızı iyi kullanmayı öğreniniz.[151]

1. 6. Din ve Yenileşme

Hasan Âli Yücel, ilerlemek ve gelişmek için yenileşmenin bir ihtiyaç olduğunu yazılarında sık sık dile getirir. Hasan Âli Yücel yenileşme konusunda iki ayrı alanı uzlaştırma çabası içerisindedir: Bilim ve Din. Yeni Hayat şiiri de bu düşüncenin yansımalarını içerir.

Hasan Âli Yücel adeta yeni hayata yeni temeller koyma gayreti içerisindedir. Bu bağlamda Ahmet İnam’ın Yeni Hayat şiirine yönelik değerlendirmesini zikredelim:

O, bir “eren”di. Ama geçmişte kalmış, eskimiş dünyanın uzağında, kendini münzevi, çileci bir hayata terk etmiş bir eren değildi, yeni, yepyeni bir hayatın ereniydi. Yeni hayat, yaşadığımız toplumsal koşulları aşmaya çalışacak, bunu yaparken kendimize ait olanı yakalamaya çabalayacaktık. “Yeni Hayat” şiirine duygu ile düşünce birlikteliğini vurgulayarak başlamıştı. Bitirirken, geçmişimizle (“eren” olma!) geleceği (yeni hayat!) birleştirerek, umutla yürümeyi öneriyordu.

Bu haliyle eşi bulunmaz bir tutumu sergiliyor, üslubunu ortaya koyuyordu. Dünya kültüründe yer almamız evrensel olanla birleşmiş farklılığımızla gerçekleşecekti.[152]

Hasan Âli Yücel, duygu ve düşünce birlikteliği içerisinde şöyle diyordu:

Duymadan düşünmek yok dinimizde,

Biz kalp adamıyız, gönül eriyiz.

İnsanız, insanlık esastır bizde;

Ne ciniz, ne melek, ne de periyiz.

Yaşayıp yaşatmak işimiz bizim,

Haram lokma kesmez dişimiz bizim,

Her yerde bulunmaz eşimiz bizim,

Biz yeni hayatın erenleriyiz!../54

Hasan Âli Yücel, yeni bir hayat kurma yolunda İslam dinini asla bir geri kalış nedeni olarak görmemiştir. Tam tersine “Oku!” emriyle başlayan bir dine mensup olan Müslümanların geri kalışlarını görmek Hasan Âli Yücel’i acıyla hayrete düşürmektedir. Hasan Âli Yücel, okuma kitabı demek olan Kur’an’ı okuyarak medeni insan olmak için iyi Müslüman olmanın teşvik edici ruhundan istifade edilmesi gerektiğini düşünmektedir.[153] [154]

Hasan Âli Yücel’e göre, Müslümanlığı güçlük, zamana uymamazlık, yerinden kıpırdamamazlık saymak, Allah’a ve Resulüne karşı gelmektir. Hasan Âli Yücel, “Taha” suresinde “ Biz sana Kur’an-ı meşakkat olsun diye göndermedik.” diye buyuran bu büyük ve insan fıtratına uygun dini yanlış tefsirlerle bütün cihanın gidişine aykırı bir yola çekmeyi hazin ve korkunç bir sapıklık olarak görür. Hasan Âli Yücel’e göre, ilim ve teknik alanındaki ilerlemeler, ilahi iradeye zıt olarak vuku bulmadığı gibi havalarda sesten daha hızlı uçan uçaklara, deniz diplerinde balıklar gibi gezen gemilere bakıp da insan eliyle ortaya çıkan ilahi kudreti görmemek için din bakımından da kör olmak gerekir.[155]

Hasan Âli Yücel’e göre, Kur’ân bütün açıklığı ile kutsal hayatın kaynağıdır. Nitekim Allah, kendi kitabına, birçok yerlerinde “Mübin” sıfatını vermiştir. Bu sebeple dinimizin temeli olan kutsal kitabı, gizli manalarla dolu bir sırlar dergisi gibi görüp gösterenler, Allah’ın kendi kitabındaki açıklık, sarihlik hükmüne ve iradesine karşı koymuş olurlar. Hasan Âli Yücel için Kur’ân anlaşılır bir kitaptır. O ne bir bilmece, ne bir muammadır. Allah’ın birliğine, Hz. Muhammed’in yalvaçlığına inananlar için kutsal hayatın kaynağıdır. Onlar Kur’ân’da Yaradanın sözlerini işitir, buyruklarını öğrenir.

Ölüm ve dirim üstüne Onun söylediği gerçekleri dinler. Onda varlığının anlamına girer, inanan, inancının özünü bulur. Yanan ruhlara serinlik, ızdırap çeken gönüllere şifa, çözülmemiş dert düğümlerini açacaklara onda ferahlık vardır. Yüzlerce milyon ölümlü, 157 asırlardan beri yüzlerce milyar defa ondan yaşama kudreti almıştır.

Bu görüşlerden anlaşılıyor ki, Hasan Âli Yücel’in cephe aldığı şey din değildir, bazı insanların dini anlayış ve algılayış şekilleridir.

Hasan Âli Yücel’e göre, beşeriyete yeni bir inanış ve yeni bir yaşayış getirmiş olan Müslümanlığı bu derece geri, bu derece hakikatlere aykırı şekilde anlayanların derdi, kendilerini din adamı olarak ümmete ve millete kabul ettirmekti. Hasan Âli Yücel bu kabulü kolaylaştıran, harpte ve sulhte içten ve dıştan başımıza belalar ve afetler getiren nedenin cehalet olduğunu belirtir. Ona göre, bizi geri bırakıp düşmanlarımızın önünde mağlup eden Müslümanlık değil, İslamiyet’i anlamamış onun ruhundaki “kudret sahibi olma” esasını düşünmeyecek kadar cahil olan ulema kisvesindeki echel politikacılardı.[156] [157] Hasan Âli Yücel bu konuda en çok yobazlara çatmaktadır. Birçok yazısında onları tanımlar, özelliklerini açıklar, eleştirir ve onlara kızar.

Hasan Âli Yücel’e göre, yobaz, dindar görünen dinsiz, imansızdır. Yobaz dini ele geçiren cahildir.[158] Terakkiye engel olan da din değil; onun adına hiç kimseden izin almadan hareket eden yobazlardır. Fuzulî olarak din adına konuşan bu imkansız zihniyet bütün ilerleme gayretlerine karşı çıkmış ve istibrali eli ile kurulan aletleri “ gavur icadı” diye yaftalamıştır. Hasan Âli Yücel bunu örneklerle şöyle açıklar.

Bu zalim zihniyetin bugün bile “ radyoda Kur’ân okunmaz, radyodan mevlid dinlenmez “ diyen artakalmışları bulunduğunu söylersem, belki okuyanların içinde bana inanmayanlar bulunacaktır. Ama söylediklerim hakikattir. Yüzüncü yılını bir türlü becerip de kutlayamadığımız kırım harbi sıralarında Edirne’den İstanbul’a çekilmek istenilen telgraf hattını “şer’i” bulmayanların kafa çocukları hâlâ aramızda yaşamaktadır.[159]

Hasan Âli Yücel’e göre, bunlar eğitim ve görünüş yönünden çeşit çeşittir. Okuma yazma bilmeyenlerinden, elinde Garb üniversitelerinin diplomaları olanlara kadar her soydan, her boydan bu zihniyette olanları görmek mümkündür. Aynı zamanda bunların torba sakallısı olduğu gibi, sinekkaydı tıraşlısı ve duglas bıyıklısı da vardır. Çarpma mintanlıdan sulka boyunbağlısına, çakşırlısından çarliston pantolonlusuna kadar her çeşidi bulunabilir. Ona göre, cemiyeti geride tutmak, kıpırdatmamak, değiştirmemek, tek kelimeyle yaşatmamak isteyen bu zihniyetteki insanlara hürriyet vermek, hürriyeti söndürmeye müsaade etmek demektir. Çünkü ona göre, yobaz hürriyetin baş düşmanıdır. Hasan Âli Yücel İstiklâl savaşında ve ondan sonraki inkılap devresinde bu zihniyeti dış düşmandan daha tehlikeli gören gerçek milliyetçi ruhun zaten ona hürriyet tanımadığını ifade eder. Ona göre, yobazı yere vuracak en emin kuvvet ise hürriyet duygusunu ve terakki susuzluğunu iyi benimsemiş genç nesillerdir.[160] Hasan Âli Yücel devrimcileri yobazlara karşı bir alternatif olarak gösterir.

Devrimcilik mukaddesliği harflerde değil, mânâda, özde aradı. Dince de bu böyledir. Çünkü Müslümanlık, idrak üzerine dayanmış bir yüce dindir. Tahmini karalama yoldan Müslüman olunmaz. Allah’ın, peygamberin emirlerini, isteklerini bilmek, anlamak şarttır.[161]

Devrime karşı durmayı ise büyük bir suç olarak ifade eder:

Büyük suç şimdi budur. Devrime karşı durmak;

Yobazlığa düşüp de bu gidişi durdurmak!...[162]

Hasan Âli Yücel maddiyat ve maneviyatın birbirine paralel olarak gelişebileceği düşüncesini taşımaktadır. Hasan Âli Yücel’e göre, insana yeryüzünde vücutsuz ruh olmadığı gibi, maddiyatsız maneviyat da zengin bir varlık gösteremez. Hasan Âli Yücel uçsuz bucaksız boşluk içinde yüzen, akıl almaz varlıklara nüfuz edildiği nispetle onların karanlık taraflarını görmenin mümkün olduğunu söyler. Ona göre, bu yönde kuvvetli tecessüsü olmayan bir toplum maneviyat, hatta din sanısıyla birçok hurafeye bağlanır ki, o boş aslı faslı olmayan inanışlar bu toplumu, düşük düzeyde tutmaya sebep olur. Bu sebeple de bütün göksel dinlerin en yüksek amacı olan Allah düşüncesi böyle bir toplumda gelişemez. Çoğunluk sadece şekilden ibaret birtakım görenekleri tekrarlayarak kendini ayarlar.[163]

Hasan Âli Yücel’e göre, ilmin kendi alanında yol alırken özgür hareket edebilmesi için dinden bağımsız olması gerekir. Çünkü ona göre, ilim itikad değil hesap ister. Hesaptan kaçan ilim ise büyük din kitapları arasında kalmaya mahkumdur. Bu sebeple beşer zekâsının özgür çalışması gerekir. Ona göre, rasathanesinde güneşi inceleyen dindar bir heyet bilginin gözü onu Tanrılığın bir kıvılcımı halinde seyretseydi bu koca yangının içindeki sönük lekeleri fark edemezdi.[164]

Bununla beraber Hasan Âli Yücel ilmin sınırını da çizer:

Bugün artık ne biliyorsak müspet bilgiden, ne istiyorsak deneyli teknikten öğreniyoruz. Bilimin ve tekniğin sustuğu yerden sonradır ki, metafiziğin ötesine aşıyoruz.[165] Görülen düşünülen ve izah edilen ancak hadiselerdir. Bu sınırı geçmeye ilim adamı mezun değildir. Geçerse yaptığı ilim olmaz, din olur. Metafizik olur.[166]

Hasan Âli Yücel’e göre, bu alan tek insanla, tek Tanrının birleştiği yerdir. Tek için kendi varlığına her türlü inanış ve anlayış bu birleşmede tam serbesttir.[167]

1.7 Din ve Kültür

Hasan Âli Yücel, kültürü şu şekilde tanımlar:

Kültür insanlığın sayısı bilinmeyen asırlar içerisinde geçirdiği tecrübelerle vücuda gelmiş bir bilgiyle meleke bütündür.[168]

Hasan Âli Yücel toplu kültür tanımında ise nesil hayatı ve ferd hayatı ayrımından yola çıkar. Hasan Âli Yücel’e göre, her insanın, geriye, ta cinsinin menşelerine kadar uzanıp giden bir nesil hayatı ve bir de kendi oluşu ile başlayan, doğumdan ölüme kadar süren bir ferd hayatı vardır. Nasıl ki bir kayısı çekirdeğinde, bütün bir kayısı cinsi kuvvet halinde mevcut ise, bir tek insanda bütün bir insanlık öylece varlığını gizlemiştir. Bu bağlamda toplu kültür denilen şey, bir ferde bütün bir insanlığın tecrübelerini yeniden ve kısa müddetli hayatında tekrar yaşatmak, ona dünün şuurunu vererek bugün kendini, milletini ve insanlığını anlama imkânlarını buldurmaktır.[169]

Hasan Âli Yücel için kültür, insanı insanda aydınlatan bir emektir. Kültür, geçmişteki düşünce verilerinin halde benimsenmesi, gelecekte yeni yeni yorumlamalara yol açması demektir. Bu bilmek ve öğrenmekle başlar; duymak ve ruha sindirmekle devam eder. Hayat içindeki hareketler ve davranışlar yani ahlâk kültürün çiçeklenmesi, gözle görünür hale gelmesidir. Dolayısıyla din anlayışı da kültürün başlıca yönlerinden biridir.

Hasan Âli Yücel geçmişteki düşünce verileriyle geleceği yaratmak ister.[170] Eskiyi ve yeniyi uzlaştırma çabası Hasan Âli Yücel’in hayatının bütününü kapsar. Bunu yaparken de evrensel bir yaklaşımı esas alır. Çünkü Hasan Âli Yücel’e göre, medeniyet bir bütündür. Şarkı, garbı, yeni veya eski dünyası şahsiyet farklarıyla bu bütünün birer tezahürü sayılır.[171] Hasan Âli Yücel’in Türk Hümanizmasına temel aldığı anlayış da budur.

Türk hümanizması, beşer eserine istisnasız kıymet veren, ona zamanda ve mekanda hudut tanımayan hür bir anlayış ve duyuştur. Hangi milletin olursa olsun insanlığa yeni bir düşünüş, yeni bir duyuş getiren her esere bizim yüreklerimizin besleyeceği his, ancak saygı ve hayranlıktır.[172]

Hasan Âli Yücel evrenseli kucaklayan bir kültür politikası güdüyordu. Ona göre, Türk devletinde milli eğitimin esasları bütün dünya milletlerini tanımak, anlamak ve saymak; kapalı bir kültürde mahpus kalmayarak, insanlığın ortak kültür kaynaklarına gitmek; vatandaşlar arasında ırk, dil, din ve sınıf ayrılıkları gözetmemektir.[173] Bununla beraber, o en geniş insani düşüncelere bile millet denilen varlığın özünden varılacağına inanır.[174]

Hasan Âli Yücel Milli Eğitim Bakanı olduğu dönemde sahip olduğu imkanlardan en iyi biçimde yararlanarak bu ideallerini gerçekleştirme gayreti içerisinde olmuştur. Hasan Âli Yücel, adeta dini, sanatı, felsefeyi milli bir boyayla boyamak istemiştir. Bunun için de öncelikle milli terbiyeye önem vermiştir. Bu anlamda Hasan Âli Yücel, Başbakan İsmet Paşa’nın şu söylemlerini içtenlikle paylaşır.

Milli terbiye istiyoruz. Bu ne demektir? Bunu zıddıyla daha vazıh anlarız. Milli terbiyenin zıddı nedir derlerse söyleyebiliriz ki, bu Dini terbiye yahut beynelmilel terbiyedir. Sizin vereceğiniz terbiye dini değil, milli; beynelmilel değil millidir. Sistem bu Dini terbiyenin milli terbiyeye tearuz teşkil etmediğini her iki terbiyenin kendi yollarında en temiz bir tecelli göstereceğini ispat edecektir. Beynelmilel terbiyeye gelince; esas itibariyle dini terbiye dahi bir nevi beynelmilel terbiye demektir. Bizim terbiyemiz, kendimizin olacaktır.[175] [176]

Hasan Âli Yücel’e göre, bu önemli ve “doğru” fikirler ve dini terbiyenin millileşmesi hususu C.H.P iktidarının gayretsizliği yüzünden Türkçe ezan gibi tedbirli ve şeklî kalmaya mahkûm olmuştur. Hasan Âli Yücel 1946 demokrasi denemesinden sonraki yıllarda bundan önceki devrimci tutumun dahi bozulduğunu, kursların, ve kanunsuz okulların çoğaldığını; hele Demokrat Parti döneminden sonraki on yılda Arap harfleri Elifbaların yeni harfli alfabelerden daha çok basılıp sarf edilmeye başlandığını üzüntüyle dile getirir. Hasan Âli Yücel’e göre, o dönemde “tevhid-i tedrisat” lafzı murad bir hale gelmiş ve Diyanet İşleri Başkanlığı, Milli Eğitim Bakanlığıyla boy ölçüşmeye girişmiştir. Olup bitenlerin bütün sebebi ise dönemin hükümetinin ve onun Milli Eğitim Bakanlığının iktidarda kalma ve oy avcılığı metodu yüzünden atıl, batıl, aciz ve miskin bir duruma düşmesi ve işlemekte olan kanunu tatbike tam bir vazifesizlik 177

tavrı takınmasıdır.

Hasan Âli Yücel Milli Eğitim Bakanı olduğu İnönü döneminden itibaren giriştiği reform hareketleri milli düşünceden yola çıkarak yapılmıştı. Din konusunda da hareket noktası bu olmuştu. Çünkü Hasan Âli Yücel için Müslümanlık Araplık demek değildi. Peygamber “ins-i cine” elçi gönderilmişti.[177] İslâm dini antiraciste, ırkçılık kabul etmeyen bir dindi;[178] Cenabı Hak Rabbu’l- Müslimîn bile değil Rabbü’l-âlemîndir.[179]

Nitekim, “İslam’da asabiyet yoktur.” hadisi de bu hakikati ifade ediyordu. Hasan Âli Yücel’e göre, Kur’an’ı Kerim asabiyet davasını önlemekle beraber “Her topluluğa kendi dilinde kitap” gönderdiğini bildirmekle insanlar arasındaki dil ve kültür farklılığını kabul ediyordu. Zaten Milliyet de Hasan Âli Yücel için dil ve kültür ayrılığı demekti.[180]

Bununla beraber, Hasan Âli Yücel İslâm dininin asla antinationaliste, milliyet karşıtı bir din sanılmaması gerektiğini önemle belirtir ve şöyle devam eder:

İslam camiasına girmiş her millet dilini, geleneklerini muhafazada bu din tarafından serbest bırakılmıştır.[181]

Hasan Âli Yücel’e göre, en eski devirlerden İslamlığa girişine kadar tamamıyla tabiatçı bir kültür sayılabilen Türk kültürü, İslam’a girmesiyle inanç bakımından kudret verici kıymetler kazanmış, fakat Arap ve Acem kültürlerinin çekiciliği ile de tabiatçı olan özlüğünü bozmuş ve kendi kültüründen epey kıymetler kaybetmiştir.[182] Türk kültürünü bozan diğer bir sebep ise menşei Sami olan Müslümanlığın ona yeni girdiği medeniyet içinde yeni vazifeler yüklenmesi ve Türklerin bu vazifeleri en iyi şekilde yapmak kaygısında olmalarıdır.[183]

Hasan Âli Yücel bu bağlamda Avrupa için gerçekleşen Rönesans’ın benzerinin son inkılâp devresiyle Türk kültürü için de söz konusu olduğu inancındadır. Ortaçağın otoritelerini yıkıp eski Helen Kaynaklarına bütün bir serbestlikle dönüşü Avrupa için nasıl bir Renaissance olmuş ise, atalarımızın tabiatçı olarak yaşadığı zamanlara dönüp bakışımız da bizim için bir Renaissance’dir. Hasan Âli Yücel’e göre, son inkılâp devresi Türk tarihînin melez kıymetlerden silkinmesi ve tabiatçı mizacına en çok uyan müspet ilimlere dayanmış Avrupa kültürüne tam manası ile uyarak kendini buluş hareketidir.[184]

Hasan Âli Yücel daha önce bu konuda yapılan Tanzimat ve meşrutiyet hareketlerini yetersiz bulur.[185] [186] Tanzimat’ı yetersiz bulmasının sebebi telifçi bir zihniyetle milli 187 kaynaklara inmeden Müslüman şarkı ve Hıristiyan Garbı bağdaştırmak istemesiydi.

Meşrutiyet devrinin, Tanzimat’ın kozmopolitiğine karşı çıkış ideolojisini temsil eden Ziya Gökalp’i de şöyle eleştiriyordu.

Onun (İslamlaşmak, Türkleşmek, Muasırlaştırmak) suretinde kısalttığı üçayaklı ve eklemeci; (eclectique) görüşünü de doğru bulmayız. Bugünkü Türk inkılâbı eklemeci değil, bütüncü ve sistemcidir. Biz Ziya Bey’in dediği gibi üç şey olmak istemiyoruz. Dikkatinizi çekmek mecburiyetindeyim ki Türkleşmek başka şeydir, Türk olmak başka. Meşrutiyetin eklemeci filozofunun zannettiği gibi bizim Türkleşmeye ihtiyacımız yoktur. Bizim için Türklüğümüzü duymak ve bulmak zarureti vardır. Her şey bunun içindedir.[187]

Hasan Âli Yücel için milli kültürümüzü kurmanın tek bir yolu vardır: Müslümanlıktan ve Garblıktan gelen kıymetleri milli varlığımızda geliştirmek, benimsemek ve yetiştirmek. Hasan Âli Yücel’e göre, Atatürk devrimi de bu imkanı hazırlamıştır.[188] Her tesiri kendi süzgecinden geçirme şuuru ise Cumhuriyetle tam bir gelişmeye erebilmiştir.[189]

Hasan Âli Yücel Cumhuriyetin daha ilk zamanlarında Arapçayı ve Farsçayı kaldırmasını kültür anlayışındaki milliyetçiliğin tecellilerinden biri olarak görmüştür.[190] [191] Hasan Âli Yücel’e göre, Cumhuriyet devrinde hilafetin kaldırılması, medreselerin kapatılması, Şeriye Başkanlığının ilgası ile din, dünya hayatından kurtarılmıştır. Hasan Âli Yücel Müslümanlığın Türk kültürüne tam karışması için mukaddes kitabımızın Türkçe okunmasını ve milletin Allah’ına ana dili ile hitap etmesini şart olarak görür. Buna engel olan her hareket ve her şahıs ta Türk’ün daha anlayışlı Müslüman olmasına

192

ket vuruyor demektir.

Hasan Âli Yücel’e göre, din milli birliklerin kurulmasında milli kültürün yapıcı bir unsuru olarak sosyal hayata tesir etmektedir.[192] Milliyet için esaslı bir temel arz ettiğinden dolayı toplumda din birliği bu işte başta gelmektedir.[193] Bu sebeple de anlamamak üzerine bir itikad binası kurulamaz.

Hasan Âli Yücel, akla kıymet veren bir idrak dini olan Müslümanlığı anlamadan ve duymadan Müslüman olunamayacağını ifade eder. Ona göre, Müslümanlıkta itikad esaslarını mucizelerle değil; akılla, yakîn ile bilmek ana kaidedir. Bu amaca ileten en aklî vasıtalar meşrudur. Hasan Âli Yücel, bu bağlamda anlamanın dille olacağı ve milli dilleri bırakmanın imkansızlığının tarihçe sabit olduğu düşüncesiyle, din umurunda Türkçeye vazife gördürmenin artık bir zaruret olduğunu ifade eder.

Hasan Âli Yücel’in bu konudaki isteklerinden biri en azından namazda açıktan okunacak âyetlerin Türkçelerinin vaaz şeklinde anlatıştan uzak, doğru ve güzel tercüme edilerek namazdan önce okunması veya söylenmesi ki; ancak bu şekilde dinleyenler bunları kendi şuurlarının aydınlığında idrâk edebilir ve gönüllerine sokabilir.[194]

Hasan Âli Yücel’e göre, Müslümanlık Arapça öğrenmesi imkansız büyük Türk kütlesine başka türlü anlatılmaz. Arap harflerini öğretmekle de bu millete Müslümanlık öğretilemez. Hasan Âli Yücel için Müslümanlıkta esas olan fikirdir, düşüncedir. Her millet te kendi dilinde düşünür ve kendi dilinde hakikati arar.[195]

Hasan Âli Yücel, imanın doğabilmesi için anlamanın esas olduğunu yazılarında belirtir. Mükellef olmanın sırrı da burada gizlidir. Bir şeyi anlamaksızın o şeyi tasdik ve ikrar söz konusu olamaz. Dolayısıyla da iman doğmaz. Hasan Âli Yücel’e göre, Arap, Arapça; Fars, Farsça anlar, Hintli, Hintçe anlar; tabii Türk de Türkçe anlayacaktır. Hasan Âli Yücel bu sebeple şöyle der:

Tanrım, varsın, birsin; Hz. Muhammed de senin kulun ve Resulündür.” Dediğim zaman bunu Türkçe ve anlayarak söylediğim için ben Müslüman sayılmayacak mıyım?[196]

Hasan Âli Yücel’e göre, milletimiz birliğine inandığı Allah’ın buyruğunu anlayarak ve dinleyerek içine sindirmek istemektedir. Bu sebeple onların bu yürekten gelen arzularına cevap verilmelidir.[197]

Hasan Âli Yücel’in bu konuda ısrarlı olmasının sebebi dili kültüre temel olarak görmesidir.

Dildeki, dilekteki birlik yapar milleti

Milliyet anlamının budur ancak özeti

Dil kültüre temeldir; dilek millete ülkü

Bu inanç üstün eder medeniyette Türkü.[198]

Hasan Âli Yücel bu düşünce ve duygular içerisinde bu konuda şöyle bir değerlendirmede bulunur:

Kuran-ı Kerim Arapça nazil olmuştur diye Arap dilini Müslümanlığın şartı bilmek hatadır, gaflettir ve Müslümanlığı düpedüz anlamamaktır. İnsan toplulukları için tabii olan milliyet duygusunu- ki hususi bir his sayılabilir- din gibi dünya ve ahirete şâmil bir toplayıcı fikre karıştırmamalıdır. Müslüman olmak demek, Arap olmak demek değildir. Nitekim Türk olmak veya İranlı yahut Afganlı veya Pakistanlı olmak, yani bu milli hislere sahip bulunmak, hiçbir zaman Müslümanlık camiasından çıkmaya sebep gösterilmez. Arap olmadan Müslüman olmak mümkün olduğu gibi Müslüman olmanın şerefi yanında milli karakteri muhafaza etmek te kabildir.[199] “İslam milletleri” demek dini Müslüman olan Türk, Arap, İran, Efganlı, Pakistanlı, Cavalı, Afrikalı milletler demektir.[200] [201]

Hasan Âli Yücel milliyetin asabiyet olmadığını yazılarından önemle vurgular. Hasan Âli Yücel dil ve tarihî geleneklerin Müslümanlıkta kabul gördüğü ve Allah Teala’nın Kur’ân’da her kavme kendi dili ile kitap gönderdiğini söylemesinin de bunun göstergesi olduğunu ifade eder. Hasan Âli Yücel için “milliyet” gerçek anlayışla bir kültür işidir. Bu sebeple milliyetçi olmak için mutlaka ırkçı olmaya ihtiyaç yoktur.

Hasan Âli Yücel’in hayatına baktığımızda bu düşüncelerin köklerinin çocukluğuna kadar uzandığını görebiliriz.

Çocukluğumdan beri Onu (Kur’ân-ı ) kendi dilimle bir cilt içinde bulup kısa bir zamanda bir dirim suyu gibi (bir) yudumda içeyim isterdim. İsterdim ki, onu güzel bir kaba sarılı, başucumda tutayım; sık sık elime alıp bu karışık alemden o “ birlik” dünyasına göçeyim ve bu manevi havanın içine dalıp etrafın hay-u huyundan zedelenmiş ruhumu tanrısal hakikatin huzuruna erdireyim. Zaman zaman fakat parça parça tefsirler, izahlı tercümeler ancak bu kadarına imkan verirdi...[202]

Hasan Âli Yücel bu düşüncelerle daima, din ve dil birlikteliğini sağlama gayreti içerisinde olmuş ve elinden geldiği kadar bu uğurda mücadele etmiştir. Fakat burada şunu belirtmek gerekir ki, Kur’ân-ı Kerimdeki “Şüphesiz O, Alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. O’nu ruhul-emin uyarıcılardan olasın diye senin kalbine apaçık Arap diliyle indirdi.” (Şuara 26/192-195) ayetinde ifade edildiği gibi Kur’ân-ı Kerim Arapçadır. Nazm-ı münzelin Arapça olduğunu ifade eden bu ve buna benzer ayetlerden, sadece mananın değil elfazının da Kur’ân kavramının içeriğine dahil olduğu açık ve kesin bir şekilde anlaşılmaktadır. Bu sebepledir ki, tercümesine Kur’ân denilemeyeceği ve tercemenin Kur’ân hükmünde olmadığı konusunda İslâm bilginleri görüş birliği içerisindedirler. Bu yüzden, namazda da ibadet olarak Kur’ân-ı Kerim aslı lafızları ile okunur. Yüce Rabbimizin bize olan öğüt, buyruk ve yasaklarını, öğrenmek onun irşatlarından da yararlanmak maksadıyla ise tercüme, meal ve açıklamaları okunur. Bu maksatla Kuran’ı Kerim terceme, meallerini okumak da çok sevaptır ve genel anlamı ile ibadettir.

1.8   Hasan Âli Yücel’in Mevlevîliği

Hasan Âli Yücel’in çocukluğunun ilk dönemleri Mevlevî kültürün, dini kuralların egemen olduğu bir ortamda geçmiştir. Kendisi bunu anılarını anlattığı Geçtiğim Günlerden adlı kitabında şöyle dile getirir.

Topkapı dışında Merkezefendi yakınındaki Mevlevîhaneye gece yatısına giderdik. Büyükler oranın dervişi idiler. Tekkeye gittiklerinde beni de beraber götürürlerdi. Esasen pek küçük çağda sikke giymiş derviş olmuştum. En derviş olunmayacak demlerimde bile bu ruh halini muhafaza etmişimdir; tekkeyi pek severdim. İnsanları kibar bahçesi ve avlusu büyük, herkesin hareketi ölçülü ve sakin, kimse kimseye fazla karışmaz, kimse kimseyle çan çan konuşmaz, içinde çocuğun ve ergenin rahat nefes alabileceği bir yerdi.[203]

Hasan Âli Yücel’in üzerinde, Gülşen dadısıyla evlenen ve ona ilk nâât-ı Mevlânâ’yı meşkeden Hasan Dede’nin etkisi de büyüktür. Tekkenin müezzinliğini yapan, kudumzen olan aynı zamanda güzel nâât ve âyin okuyan, Mesneviyi elinden düşürmeyen bu zat Hasan Âli Yücel’in manevi kişiliğinin oluşmasında oldukça etkili olmuştur. Hasan Âli Yücel bu konudaki duygularını şöyle dile getirir.

Bana ilk nâât-ı Mevlânâ’yı meşkeden beni namazda müezzinliğine alıştıran Hasan Dede olmuştur. Hele yaz sabahları tekkenin yüksek minaresinin şerefesinden Esselat verdiğim zaman sesimin geri gelen “Allahu Ekber”lerini dinlerken nasıl vecde gelir nasıl kendimi kaybeder gibi olurdum, anlatamam. İlk subhun yüce duygular tecrübesini bu minarenin şerefesinde yapmışımdır.[204]

Hasan Âli Yücel, anneannesinin Kadiri dervişi olduğundan bahseder. Anneannesi Ayşe Hanım Cerrah Paşa’da Basmakçı Tekkesi’nin şeyhi Baba Efendi’ye sonra da oğlu Mehmed Ali Efendi’ye bağlanmıştır. Anneannesi Hasan Âli Yücel üzerinde oldukça etkili bir şahsiyettir. Hasan Âli Yücel de ona derin bir yakınlık hissetmektedir. Ayşe Hanım, Hasan Âli Yücel’le siyasi konuları tartışır, ona şarkı söyletir, K. Kerim, mevlit ve Mevâkıb tefsirini okuturdu. Hasan Âli Yücel, anneannesinin böylelikle kendisini Allah kelamına alıştırdığını ifade eder. [205]

Hasan Âli Yücel, gümüş suyundaki yeni evlerine taşınmalarıyla Şeyh Mehmet Celaleddin Efendi’ye komşu olur ve ona geliş gidişleri sıklaşır. Şeyh Celaleddin Efendi’nin dış görünüşü, kendisiyle ilgilenmesi, onu zaman zaman yanına çağırıp yazılar yazdırması, okutması, söylediği hikayeyi tekrarlatması Hasan Âli Yücel’in ona ruhi bir yakınlık hissetmesi için yeterli bir sebepti.[206]

Hasan Âli Yücel için Yenikapı Mevlevîhanesi, içerisindeki ruhani atmosferiyle, temiz çehreli insanlarıyla önemli bir yerdi.[207] Mevlevîhanenin nezaket dolu ortamı Hasan Âli Yüceli adeta büyülemiştir.

Nezaket, fazilete açılan ışıklı ufuklardan biridir. Kendine güvenen ruhlar, onunla neşe ve ümid içinde yaratıcı kudretlerini etraflarına yayarlar. Nazik insanlarla beraber olmak, bahtiyarlıkların en hayat verici tecellilerinden biridir. Bunu çocukluğumda Mevlevîler çevresinde, bin vesile ile görüp tecrübe etmişimdir. Yemeleri, içmeleri, konuşmaları hatta yürümeleri bugün tahatturuyla bana aynı zariflik neşesini veriyor.[208]

Hasan Âli Yücel’in etkilendiği diğer Mevlevî şahsiyetler arasında Mevlevî Hakkı Dede ve mesnevihan Esad Dede de vardı. Babasının dostlarıyla bir araya gelip bıkmadan usanmadan, meşhur Dedenin Pençgah peşrevini geçmeleri; bir haneyi, bazen de bir hanenin bir cümlesini on kere, yirmi kere çalmaları Hasan Âli Yücel’in ruh dünyasını etkilemiştir.

Aynı şekilde Yenikapı Mevlevîhanesinin dışında görüştüğü Mesnevihan Esad Dede’nin, Çayırlı Medresedeki küçük odasında verdiği tasavvuf dersleri, oradaki insanların saygısı Hasan Âli Yücel’de derin etkiler meydana getirmiştir.[209]

Hasan Âli Yücel’in şiir ve musikiye olan tutkunluğu gittiği bu Mevlevî toplantılarında başlar. Ayinlerin ilahi sesleri ve nefeslerin mistik nükteleri Hasan Âli Yücel’in çocuk ruhunu gecelerce sandukaların bulunduğu türbelere kapatmıştır. Hasan Âli Yücel’e göre, eğer hayat bir iç yaşayıştan ibaret kalabilseydi bu “mürakabe” temrininin zevkinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duyulmazdı.[210]

Hasan Âli Yücel’e göre, Mevlevliğinin iki kanadı şiir ve musikiyle hakikatin cezbesine tutunulur ve Allah’a uçulur.[211]

Mevlânâ şiiri, musikiyi ve raksı ibadet haline getirmiştir. Her ne ki Allah için yapılır, o ibadet değil midir? İnleyen Rebabın sesini onun gibi duyan, nasıl coşmadan durabilir? O ses bir hatif sesi olunca geldiği tarafa varlığı götürmekten başka ne yapabilir.[212]

Hasan Âli Yücel Mevlevîliğin çocuk ruhunda bıraktığı bu duygu ve düşüncelere hayatı boyunca içtenlikle bağlı kalmıştır.

Konya benim için her zaman “Aşıklar Kabesi”dir. Mevlânâ’nın ömrünü geçirdiği bu yere “sıla” ya gider gibi giderim. Her yıl benim gibi üç yüz bin aşığa başucunda “ baş kestiren” bu ruh ve hürriyet kahramanlarını, sandukasının etrafına saçtiği nurlar içinde seyrediş gönlüme yeni hamleler, yeniden hayat emelleri verir.[213]

Mevlânâ, aşıklarına, sahifelerini kışta soyunmuş ağaçların baharda açmış yeşil yaprakları gibi hayat feyzi vermektedir.[214]

Hasan Âli Yücel için Mevlânâsız bir hayat sözde, sazda, seste, nefeste, semada Tanrı vergisi güzelliklerin her şekline dini bir benlik kazandıran bu Allah aşkından yetim ve yoksun kalmaktı. Anadolu Türk’ü başta olmak üzere Müslüman Şark’ın ruh inceliğinde böyle yüce bir örnekten; siyasi ve ictimai dalgalar içinde sert fırtınalara dayanmayı sağlayan bir gönül siperinden; devrin ve devranın kötülüklerine etekleri bulaştırmayacak ilahi ahlâkın düsturlarını açan bir fazilet kaynağından yoksun kalmasıydı. Hasan Âli Yücel’e göre, Mevlânâ’nın nefesi asırlarca maneviyat âleminin yaşatıcı, teselli edici meltemidir.[215]

Hasan Âli Yücel’e göre, vahdet ve uluhiyet’e Mevlânâ’yla varılır. Mevlânâ’nın etrafında dönmek Hakk’ın etrafında dönmektir. Çünkü Mevlânâ, yalnız Hakk’ın etrafında dönerdi.[216] Kalbinde vahdet nurunun uyanmasını isteyenler onun Mesnevisini ve Divan-ı Kebirini okumalıdır.[217]

Hasan Âli Yücel’i dinleyelim:

Neyde dem, Mevlânâda mânâdır. Mânâ birdir, birden doğar. Mevlânâ’da bir, Allah’tır. Onun gözünde vahdet, uluhiyettir. Anıt halindeki büyük eserinde değişmeyen tema budur. Semahda direk, harfler içinde elif, birliğe işarettir. “1” de onu göstermez mi? Yalnız Mevlânâ için “bir” sağa sola eğrilmez, bir dümdüzdür. Mevlânâ’yı doğru anlayıp ona hayranlıkla bağlananlar da ne sağa yatarlar, ne sola!... doğruluk onlar için tabiî duruştur.[218] [219] [220]

Bu duygu ve düşünce içerisinde Sema-ı Mevlânâ’yı şiirinde şöyle dile getirir:

Devr eder Şemsi çekip cezbesine

Hu deyip gökle döner Mevlânâ

Neylerin ahına uydukça semah

Eyler eflake seher Mevlânâ

Nur verir gölgesi her zerremize

Ederek gökleri yer Mevlânâ

Kalkıyor kafile Âli durma

220

Yuru Mevlâya gider Mevlânâ.

Hasan Âli Yücel Mevlânâ’yı sever. Çünkü Mevla’ya mülaki olmak ister. Kendisinin de ifade ettiği gibi Tanrılık yolundaki mürşidi Mevlânâ’dır.



Bununla beraber, Hasan Âli Yücel için asıl önemli olan Mevlânâ ruhuydu, onun bıraktığı izlerdi; Mevlevîlik değildi. Hasan Âli Yücel’e göre, Mevlevîliği Mevlânâsız anlamak mümkün değildir. Mevlevîlik bir tarih, Mevlânâcılık bir hal, hatta bir istikbâldir. Çünkü Mevlânâ’nın öyle toplayıcı fikirleri vardır ki insanlık henüz, o düşüncelere varmaktan uzaktır.[221] Mevlevîlik, Mevlânâ’nın eseri olmakla birlikte, onun kurduğu bir müessese değildir. Mevlânâ’nın mezhebi, zümresi, davası, evi, barkı, tekkesi, cübbesi hatta sikkesi hiçbir şeyi yoktu. Yalnız dini vardı. Çünkü sadece Allah’ı vardı. Başına insan toplayıp, onları bir yere oturtup ders vermek onun işi olamazdı. Her türlü bağ gibi bunları da koparıp atmıştı. Mevlânâ’nın şairliği aşık olmasındandı. Mevlânâ’nın sevgilisi Allah’tı, dini bundandı.[222]

Hasan Âli Yücel Konya’daki ihtifallerde, amacın bir tarikatı anmak değil, büyük bilinen hakimi, şairi, mutasavvıfı bir Allah adamını anmak olduğunu önemle ifade eder.[223]

Hasan Âli Yücel’in bu derin Mevlânâ sevgisine her alanda olduğu gibi milli hisleri eşlik eder. Mevlânâ Türk’tür, ama nasıl bir Türk? Sözü Hasan Âli Yücel’e bırakalım:

Ölümünün yıldönümü, artık basit bir anma töreni halinden çıkıp milli ve manevi bir şölen kıymetini alan Mevlânâ’mız, neden bu kadar içten ve bu kadar yaygın ve derin olarak müşterek vicdanda yer alıyor? Bunun sırrı birkaç noktada aranmalıdır. Birincisi, onun itiraz götürmez şekilde Türk oluşundandır. “ Hind dili söylüyorum ama aslım Türk’tür.” demesi bile kafi bir milliyet ilânı saymak mümkün iken onun şeceresi, hayatı, Farsçası, Mesnevi’de ve Divan-ı Kebir’de Türkleri öven yazıları bu hususta ayrı ayrı birer kuvvetli delildir. “Sarahat karşısında delalete itibar yoktur.” kaidesine vurursak apaçık “Türküm” demesini aydınlıkla, nuranilikle, Hinduluğu da gece ile ve karanlıkla yorumlamağa kalkmanın akla mantığa ve hakikate uymadığını görürüz. Mevlânâ her türlü ilmi usul kuralına vurulursa vurulsun düpedüz, su katılmamış Türk’tür. Türkün, Türkü sevmesinden daha tabii ne olabilir mi?

Mevlânâ öylesine bir Türk’tür ki, onda ilim ve aşk birbirine karışmış; bütün bilgisi, hilkat ve uluhiyet önünde eriyip varlığı sadece aşktan ibaret kalmıştır. Türk seveni sever. Mevlânâ baştan başa bir aşk alevidir.[224]

Hasan Âli Yücel’in bütün bu sözlerinden, düşüncelerinden, şunu anlıyoruz ki Hasan Âli Yücel Mevlânâcıydı ve Mevlevîydi. Birçok araştırmacı yazar, Hasan Âli Yücel’in Mevlevîliğinde ittifak halindedir. Ahmet Güner Sayar’ın çalışmasından hareketle bunlara şöyle işaret edebiliriz:

Hilmi Ziya Ülken’e göre, Hasan Âli Yücel Mevlevî dervişidir. Mehmed Önder’in müşahedelerine göre, Hasan Âli Yücel “ Samimi bir Mevlevî; “ Mevlâna’ya büyük bir saygı ile bağlı, samimi bir Mevlânâ hayranı ve Mevlevî(dir)”; Şefik Can, onun “Mevlevî” olduğunu yazmış; Ahmed İnam ise “ Yeni Hayat” şiirindeki; “ Biz yeni hayatın erenleriyiz” mısrasından hareketle Hasan Âli Yücel’in “yeni hayatın eren’i olmasını onun Mevlevîliğine bağlamıştır. İsmail Kara’nın tevcihine göre “ Mevlevî Meşrepti o” Profesör Celal Şengör’e göre, “Mevlevî dervişi ve “Mevlevî” idi. “Mevlânâ sevgisi müsellemdir.” diyen Beşir Ayvazoğlu, “Mevlânâ”ya hayran olduğunu ileri süren Aslan Kaynardağ yanında E. Efeoğlu’na göre “bir Mevlevî gizemcisiydi.” “Hasan Ali... bu tarikata (Mevlevîliğe) bağlıydı”. Can Yücel de babasının “Mevlevî” olduğunu, Sina Akşin de “Mevlevîliğe bağlılığını” ileri sürerken, Hikmet İlaydın’ın yaklaşımı ise şöyledir: “ Mizacının derinlikleri bakımından ona bir mistiktır diyebiliriz.” Hasan Âli Yücel için “Mevlevî idi” diyen Osman Akkuşak ile “Hasan Âli Yücel bir Mevlevî’dir.” diyen H. Ünder bu bağlamdaki örneklerdir.[225]

II. BÖLÜM

2.               HASAN ÂLİ YÜCEL’İN TANRI ANLAYIŞI

2.1.          Tanrı’nın Varlığı

Hasan Âli Yücel’in değerlendirmesine göre, insanlık tarihî hiçbir devri müstesna olmamak üzere, insanın Allah’ını aramasının hikayesidir.[226] Çünkü insan Allahsız olamaz, onsuz yaşayamaz.[227] Hasan Âli Yücel şöyle der: Ona en ilkel varlıklarda, bitkide, hayvanda, gök yuvarlaklarında ve en haşin anlayışlı maddede kavuştuğunu sananlar bile ondan başka bir şey bulabilmiş değillerdir. Çünkü O’nun vücudu dışında varlık yoktur. Hiçbir idrâk, “hiç” uğruna bu zahmete düşmez. Bir hiç için bu kadar cidale girmez. [228]

Bu düşüncelerini şiirinde şöyle dile getirir:

Sensiz düşünüşte sen sebebsin,

Hiçsin diyenin içinde hepsin.

Bir başkası başka türlü söyler,

Varsın” demeyip de sanki neyler?

Oldukça aciz beşer de böyle,

Kıvranmadadır zekâsı öyle.

Her acze devâ, senin irâden;

Yardım gelemez ki başka yerden.

Her kudretin aslı sende saklı,

Haktan ne çıkarsa hepsi haklı.

Senden geliyor ne varsa mevcud,

Âbitteki kudretinse mâbud.[229]

Hasan Âli Yücel’e göre, insan bakmakla bitmez olayları, saymakla tükenmez varlıkları hangi yaratıcı kudrete bağlamak gerektiğini araştırmasaydı Allah fikri ortaya çıkamazdı.[230] Nitekim Allah ümitlerin, korkuların, bütün manevi kuvvetlerin timsali olan yaratıcı varlıktır. İnsan büyük sıkıntılara, dayanılması güç ızdıraplara düştüğü zaman “Aman Allah!” diye kendini feryaddan alamaması ve bu feryadın, bu istimdadın her dilde karşılığının olması kimsenin onsuz kalamayacağını gösterir.[231] Dinler de her şeklinde bu büyük kudrete karşı duyulan iştiyakın ifadesidir. Müsbet bilim ne kadar ilerlerse ilerlesin, teknik ne derece kuvvetlenirse kuvvetlensin, Allah fikri, daima değişmez kalan Büyük meçhul karşısındaki aciz insanın ruhuna hükmetmiştir.[232]

Hasan Âli Yücel’in bu düşüncelerinden anlaşılacağı gibi ona göre zekâ aciz kaldığı noktada Allah’la karşılaşır. Bilinmeyenle temasa geçer. İşte bu noktada iman başlar. Hasan Âli Yücel’e göre, gerçek iman “gaib”dedir. Elle tutulan, gözle görülen, kulakla işitilen şey iman konusu olmaz. Bu vasıfta olan basit putlar bile görülmeyen, tutulmayan, bilinmeyen kudretleri temsil için yapılmış ve tapılmıştır.[233]

Hasan Âli Yücel’e göre, sade akıl ve zekâ yokluktan varlığa geçişte şaşırıp kalır; ilim ve

235 bilim sadece nisbetlerden haber verir. Başlangıçtan ve sondan bize haber veremez.[234] Hasan Âli Yücel, Allah Bir adlı şiir kitabında biraz kendisini biraz da aklı eleştirir bir şekilde şöyle söyler:

Bir daire çizmişim habersiz,

Yıllarca emek çekip de yersiz.

Beyhude dolaşmışım demek ben,

Merkez kaçmış gönül gözümden[235]

Bilseydi akıl bütününde Hakkı,

Kavrardı bir anda Garbı, Şarkı,

idrâke aciz bu noktadandır.

Uğraşması akıl için ziyandır.[236]

Hasan Âli Yücel arayan gönlünün aklın sınırlarını aşarak Allah’ı bulmasını şöyle ifade eder:

Buldum diyorum, fakat ne buldum?

Bir şey ki O, görmeden tutuldum.

Tanrım, seni kaybedip mekânda,

Sezdim sonu olmayan zamanda.

Sen vasıtasız inandıransın;

Yer gösteremem içimde cansın.

Kalsaydım akılda ben de mihmân,

Kalbim bilmezdi nerede iman;

Tanrım arayan gönül, izinde;

Ölmüşken olur özünle zinde. [237]

Hasan Âli Yücel Allah’ın varlığına ispat aramaz, O’nu bulmak için çok uzağa gitmesine gerek yoktur:

Isbât aramam içimde varsın;

Şüphen neyedir, niçin sorarsın;

Varsın, boştur vücuda burhan;

239

Varlık sensın, bu işte imini...

Hasan Âli Yücel aklı bu konuda tam olarak işlev dışı bırakmış değildir. Akıl olayları anlamada ve Allah’a varmada gerekli çıkarımları yapar ve kişiyi yüce kudretle buluşturur.238 [238] [239]

Bunun şiirindeki yansıması ise şöyledir;

Bir silsile kurmadır tefekkür,

Üst üste vurulma kördüğümdür.

Gerçekse durur, tebeddül etmez;

Hak, sâbittir; teselsül etmez.

Bir noktaya varmadan düşünce,

Devretmededir sebebi netice.

Kudret tükenir bu taşlı yolda

Takat kalmaz bacakta, kolda.

Gezdim o zeminde ben de pek çok.

Baktım bu gezişte bir durak yok.[240]

Hasan Âli Yücel’e göre, akıl bazen O’na isyan etse de sonunda gene O’na teslim olur.[241] İnkar edenlerin bile içinde “O” vardır. İmansızlık ayrı bir imandır. Çünkü Rahman yoksa inkarın anlamı da yoktur. Yok olan şeyi inkâr bir anlamda ikrarın kendisidir.[242]

Hasan Âli Yücel, din konusundaki münakaşaları boş bir çaba olarak değerlendirir. Çünkü ona göre, bugün dünyada yaşayan ve yaşamış olan milyonlarca insan akıl ve muhakemeleri ile ince, uzun tetkikattan sonra bulundukları dinlere girmemişlerdir. Çünkü ilmin bildirmesine karşı din inandırır. İsbat etmez, telkin eder.[243] Hasan Âli Yücel’e göre, bu sebeple insanların imanları münakaşa edilmez. Ancak onlara hürmet edilir. Etmeyenlere de etmesi öğretilir.[244]

Hasan Âli Yücel, Allah fikrinin hiçbir zaman sarsılmayacağını yazılarında şöyle ifade eder.

Bugün dünyada en çok basılmış olan kitaplar, din kitaplarıdır. Okurları en çok olanlar, Kuran ve İncil’dir. Din aleyhtarlığı, Allah fikrini sarsamamıştır. O, zamanla incelmiş, yükselmiş; beşer idrakinin gelişmesine müvazi olarak mükemmelleşmiştir. Müsbet bilim ne kadar ilerlerse ilerlesin, teknik ne derece kuvvetlenirse kuvvetlensin Allah fikri, daima

değişmez kalan Büyük meçhul karşısındaki aciz insanın ruhuna hükmetmiştir.[245]

Konuyu Hasan Âli Yücel’in Allah Bir adlı şiir kitabındaki son sözleriyle noktalayalım.

Taptım sana, başka Tanrı bilmem;

Faniler önünde ben eğilmem...[246]

2.2.     Tanrı’nın Sıfatları

Hasan Âli Yücel’e göre, “eksik”, “kusurlu” ve sonunda “ölecek” bir varlık olduğunu bulan ve bilen “eksiksiz”i “kusursuz”u ve “ölümsüz”ü arar. Kusursuz varlıksa Yaradan’dır. O değişmez, başlamaz ve bitmez.[247] Tebeddül ve teselsül etmez.[248] Din de birdir. Çünkü Hak birdir. Aksi olursa zaten din değildir.[249]

Hasan Âli Yücel’e göre, Allah’ın öncesi sonrası yoktur. Doğmaz, doğurmaz, artmaz, eksilmez.[250] Onun evveli ve âhiri yoktur. O bir andır. Vicdana bu anı sığdırandır.[251] [252] Hasan Âli Yücel’e göre, Resulün en büyük meramı da tevhiddir. O’nun var ve bir 253

olduğunu anlatmak, tevhidine ün vermektir.

Hasan Âli Yücel’e göre, Allah’ın görme, işitme, bilme ve yaratma sıfatı vardır. O görür, görmesi bizim gibi değildir. İşitir, işitmesi bizimkine benzemez. Bilir bilmesi meçhulden maluma gitmez, malumdan maluma yürür. Bilmediği yoktur.[253] Her an yapan, yaratan O’dur. Her arzusu bir oluştur, var ederken yok, yok ederken var eder.[254]

Her an yenidir elinde hilkat,

Tekvin ile canlanır tabiat.[255] [256]

Hasan Âli Yücel’e göre, arayan ise durmadan değişir. Değiştikce değişmeyende yeni vasıflar keşfeder. Keşifler biriktikçe değişen tarafları azalmaya değişmeyecek tarafları 257

çoğalmaya başlar.

Hasan Âli Yücel’in yazılarında vahdet-i vücud anlayışı görülür. Vahdet-i vücud anlayışında vücud birdir. Bu tek olan vücud bütün mevcutların hakikatidir. Bütün kainat her zerresiyle bu vücuttan hali değildir. Bütün mertebelerde zuhur eden şey Hakk’ın “bir” olan vücududur.[257] Hasan Âli Yücel’in şiirlerinde Vahdet-i Vücud anlayışının yansıması şöyledir:

Tekten çıkacak ne varsa hep tek,

Hep birde birin hesâbı gerçek.[258] [259]

Hak birdir,O kimde varsa haktır;

Çoktur deme yanlış anlamaktır.

Hilkat de bu sırrı eyler ifşâ

Mahluk ile halk, aynı mânâ26

Hasan Âli Yücel şiirlerinde vahdet konusunda Mansur’u örnek gösterir. Sevenin kendi sıfatlarından sıyrılması, sevgilinin sıfatlarına bürünmesi vahdet’in ta kendisidir.

Mansûr’a deyince sen “Enelhak”

Mansûr’un der “Enelhak” ancak.

Kulluk silinir bütün özünden,

Kalkar ikilik gönül gözünden.

Vahdet hak olur şehâdetinle

iman bir olur hakikatinle.

Berdâr olur ammâHak’tadır o!...

Bir ruh olarak ayaktadır o.

“Ben Hak değilim ” deseydi bir an,

Batılda kalırdı, şirke kurban.

“Ben sen oldum” “yokum” demektir;

Varken yok oluş ne hoş dilektir[260]

Hasan Âli Yücel’in tasavvuf! kişiliği sözlerine aksetmiştir. Hasan Âli Yücel’e göre, arayanın hedefi Sühreverdilikte olduğu gibi “nur” olmaktır.

Arayan güneşe nisbetle gölgeye benzer. Işık kaynağına yaklaştıkça nurlanır, fakat yanar. Bir bakıma yok bir bakıma var olur. Hedef güneşe varmak değil, güneş olmaktır.[261]

2.3.    Tanrı-İnsan İlişkisi

Hasan Âli Yücel Tanrı-insan ilişkisinde tasavvufi bir yol izlenmesi gerektiğini belirtir. Nitekim, tasavvuf bir anlamda tecrübeye dayalı bir hadisedir. İnsanın kendi ruhunu incelemesi yöntemidir. Hasan Âli Yücel’in aşağıdaki görüşlerinden yola çıkarak diyebiliriz ki, Hasan Âli Yücel’in insanın Hak’la doğrudan ilişki kurması yönünde mistik bir ilerleyişi söz konusudur:

Bu his bütün varlıklara hakim bir kudretle kendi aramızda ve ancak kendimizde . ^bulacağımız yüksek bir anlayıştır. Din budur. Bu hisse ve ideale erebilmek için,

nefis terbiyesi denilen çileyi çekmek, ruh gayreti göstermek şarttır. Nefis terbiyesiyle ruh, kötü eğilimlerden temizlenir. Zararlı hırslar söner. Gönül, muhabbetle; kalb merhametle dolar. Her türlü azgınlıklar gider, ifratlar sükûn bulur. Başkalarına iyi gözle bakma başlar. Kamil insan, bu vasıflarda olandır. Ağzından köpükler fışkırmaz, ellerinden iftira katranları dökülmez. Sağa sola saldırmaz, saldıranlara aldırmaz. Hakka saygı, hakikate sevgiyle dolmuştur.[262]

Hasan Âli Yücel’e göre, din Allah ile Kul arasındaki manevi münasebettir. Ona göre, hele (bizim dinimiz) Müslümanlık bu münasebeti sevk ve idare edici hiçbir hususi sınır, (ruhbanlık) kabul etmemiş ve müminlerine dine girip çıkmada hiçbir merci göstermemiştir.[263]

Müslümanlıkta Allah ile kul arasında hiç kimse giremez. İbadet yani kulluk, Hakka gönlü bağlayabilmek, kendisine nisbetle güneş bir nokta kalacak kadar büyük ve büyüklüğü akla sığmaz varlıklarla dolu boşluğu düşünerek aczimizi duyabilmektir.

İnsan, yaratan önünde ne kadar küçülürse o kadar büyür; ne derece alçalırsa o derece yükselir. Hilkate karşı tevazu ibadetlerin başıdır. Mahlukların en azizi olan beşer, ancak bu yoldan Hâlikına yaklaşabilir; ancak bu duygu ile Hâlık’ın ahlâkına kendini yaklaştırabilir. İman, hakikatte bir itiraftır. Aczimizin, kötülüklerimizin itirafı... Bu yapılmadan Müslümanlığa girilmez. Bunsuz yürek temizliğine erilmez. Kalbe huzur, bu itiraftan gelir. Manasız gurur, ancak bu terbiye ile eğilir. Müslümanlık, Hakka teslim olmaktır. Haktan gayri ne varsa onları bir yana atıp yalnız onda hakikati bulmaktır. Şems suresinin şu ayetinin anlamının ışıklarında gönlünü yıkayabilenlerdir ki Muhammediliğin sırrını kavrarlar.

Nefsini temizleyip parlatan,

Gerçek felahı bulmuştur. ”[264]

Hasan Âli Yücel’e göre, kulun Allah’a inanmasını sağlayacak tek yol insanı bütün özellikleriyle ve unsurlarıyla muhatap olarak alan vahiydir. Hasan Âli Yücel, kulun Allah’a inanmasını sağlayacak tek yolun O’nun eserini anlamak olduğunu söyler. Ona göre, bu gayreti harcamayanların ilahiyat kitaplarını durmadan devretmelerine rağmen Yaradan duygusuna eremeyecek kadar “kuru” kalışları da bu sebepledir.[265] Çünkü Hasan Âli Yücel’e göre, “maneviyat” dediğimiz şey insan idrakinde ve iradesinde toplanır. [266] [267]

Gücünü Mevlânâ düşüncesinden alan gönül adamlığı ise onun din konusunda, insan- Tanrı ilişkisini bize verecektir. Onun değerlendirmesine göre Mevlânâ ve onun Tasavvufunun özü, Kuran’ın en doğru tefsiridir. Dolayısıyla Allah’ın eserini anlamak isteyenler Mevlânâ’ya müracaat etmelidir.

Hakka aşıkların odur yârı

Söyleyip keşfederler esrarı

Verir en doğru şerhi Kuran ’a26

Hasan Âli Yücel’e göre, dini ve ibadeti aslına götürme noktasında Mevlânâ’dan öğrenilecek çok şey vardır. Ona göre, dini ve ibadeti makineleştirmiş olanlar Mevlânâ’nın marifet konusundaki düşüncelerini anlayamamışlardı. Bu yüzden de dini ve ibadeti aslına, yani Allah sevgisine götürememişlerdir. Oysa kalp Allah ile olmalı. Cesedi öldürmeli, kalbi diriltmeli. Ahireti hazır kılmalı, dünyayı yok etmeli. Niyeti var etmeli. Marifet gönülde, şehadet dilde, hizmet azâda olmalı. Cehennemden kurtulmak için taatte bulunmalı. Şefaat için niyet etmeli. Eğer kul Mevlâ’yı bulmak isterse aramalı ki, zaten arayan bulur ve O’ndan başkasını da gayrı istemez.

Yazarımıza göre, Allah için yapılan her şey ibadettir. Allah için yapılmayan her şey ise şekli ibadet dahi olsa aslında isyandır. Mevlevîlikteki musiki ve raks bu sebeple bir ibadettir.[268] Hasan Âli Yücel, taassuba rebabın sesi, neyin nefesi ile isyan eden Mevlâna’yı bütün Türk nesilleri için her zaman feyiz verici bir mürebbi olarak görür.[269]

O insanları inzivaya dönük dini hayattan ve irrasyonel çizgilerden kurtarmak, onları gönül dindarlığı ile dünyaya döndürmek çabası içindedir; bunu yaparken de hareket noktası her zaman olduğu gibi Mevlânâ’dır. Hasan Âli Yücel’e göre, kul Mevlânâ gibi bir ahiret adamı olmalıdır. Çünkü o, dünyayı bütün güzellikleriyle kulun kendine kendi cenneti yapabileceğini öğretir. Hasan Âli Yücel’e göre, tembel sofi olmaz. Tasavvuf cihaddır, emektir, savaştır.[270] [271] O bu düşüncesini “Yeni Hayat” adlı şiirinde şöyle dile getirir:

Yalnız değiliz, ailemiz var;

Başımızdan aşkın gailemiz var;

Bin kervan tutacak kafilemiz var;

Varlık diyarının seferberiyiz.

Biz Hakka âşıkız, dileğimiz hak;

Doyurmaz ahrette saadet ummak;

Dileriz dünyada kurulsun Uçmak;

272

Bu yolun ümmetsız peygamberiyiz.

İnsanda kemal, fikirle hareket arasındaki ahenkten doğar. Hasan Âli Yücel için inanılan şey kendiliğinden hareket yaratan bir kuvvettir.[272] Hasan Âli Yücel, bu sebeple, eylemde bulunmayanları ve inzivaya dönük bir hayat sürenleri sert bir dille eleştirir.

Hasan Âli Yücel’e göre, kendinden geçmiş, hayattan bezmiş âlemle alakasını kesmiş bir insan yirmi yaşında da olsa bir “pir-i fani”dir. Bunlar ona göre canlı cenazelerdir. Bir insan topluluğunun süprüntüleridir. Ona göre, bir cemiyetin her türlü hastalığını akmayan sular gibi bu durgun ruhlar doğurur. Onlar sosyal hayatın tehlikeleri, mikroplarıdır. Çünkü ruh tembelliği, hastalıkların en bulaşığı, en tehlikelisidir. Ona göre, bu tür sofuluk “Zühd-ü huşk” tur. Yani kuru sofuluktur. Hiçbir şeyin kurusunda can olmadığı gibi dindarlığın da suyu çekilmişinde iş yoktur. [273] [274]

Hasan Âli Yücel’e göre, insanın sadece ve sadece ahirete dönük yaşamasını, dünyayı fani bir varlık olarak görerek boş vermesini Müslümanlığa yakıştırmaz. Mehdi bekler gibi bir kurtarıcı beklemek, Hasan Âli Yücel’e göre, bin bir afetin gökten tepemize 275

inmesine sebebiyet verir.

Hasan Âli Yücel, bu konuda çalışmayı emreden dinimizin sesine kulak verilmesi gerektiğini söyler. Ve bu düşüncesini şiirlerinde de dile getirir.

Çalış dünya için sen hiç ölmeyecek gibi

Ahretine hazırlan yarın ölecek gibi

Ya Tanrı ’nın Kur ’an’ı ne diyor bilir misin?

Çalışıp kazanmadır vazifesi herkesin.

Ve En-leyse ” ayeti “illa mâ-seâ” diyor.

Bu dünyada mü’mine çalışmak emrediyor.

Dünya gayret cenneti, tembelin cehennemi;

Bundadır çalışarak yaşamanın önemi[275]

Ona göre, insanlık şuurunu anlamak için fikirlerle hareketler arasında tam bir ahenk yaratmaktan ilim ve ahlâk birliğine varmaktan başka çare yoktur.[276]

2.3.1.    Ahlâklı Bir Varlık Olarak İnsan

Hasan Âli Yücel’e göre, ahlâk ferdin ruhunda doğan dinlerin ve her türlü yüksek beşeri kıymetlerin bilinip duyulmasıyla gelişen, fert gibi cemiyetleri, milletler ve devletleri karşılıklı taahhütlerle birbirine bağlayan bir nizamın ifadesi ve sistemi olmuştur. Hasan Âli Yücel’e göre, insanda akıl bütün kötülükler gibi iyiliklerin kaynağıdır. Onu iyice kullandıracak irade, kendi kendisini terbiye edenlerin elinde hassas terazi şaşmazlığıyla işler.[277]

Hasan Âli Yücel insanı şöyle tahlil eder:

... Düşünme yoluyla var olduğunu anlaması, diğer hayvanlardan ayrılma vasfı olan insan; bu sanatını kullanıp düşünürken “içinde” ikiye bölünür. Söyleyen “ben”, dinleyen “ben”. Dikkat edilecek olursa, her düşünce anımızda, içimizde birisi konuşur, gene içimizde konuşanı dinleyen başka birisi vardır.

Benliğimiz düşünürken böyle ikiye ayrıldığı gibi, karar verirken de hemen aynı bölünmeye uğrar. Kaba bir benzetişle, ruhumuzun alt tabakalarında doymak isteyen iştihalarımız, ham dileklerimizden teşekkül eden “Tortu benliğimiz” vardır. Üstte ise idealleri, iyiye götüren istekleri saf duyguları barındıran “Yüksek benliğimiz” bulunur.[278]

Hasan Âli Yücel’e göre, “Tortu benliğimiz” bizi kötülüklere zorlarken, “Yüksek benliğimiz” kudretine göre türlü şiddette tepkiler verir. “Tortu benliği” tepkilerle zaptetmeye çalışan bu yüksek benlik “vicdan”dır. Pişmanlık ve nedamet ise tortu benliği zaptedemediği zaman duyduğu acının ismidir. Mistiklerin nefis ile mücadele dedikleri savaşların en zor olanı budur.

Hasan Âli Yücel’in değerlendirmesine göre, insan iradesini hiçe indirip bütün cüziyatı İlahî iradeye atfederek mesuliyeti ortadan kaldırmak; Müslümanlığı anlamamaktır. Ters ve yanlış yolda gitmektir.[279] Hasan Âli Yücel’e göre, Müslümanlığın en mühim esaslarından biri insanın yaratılışında kötü olmaması, ancak iradesiyle kötü olacağını ortaya koymasıdır.[280] Her doğanın sağlam bir fıtratla dünyaya geldiğini bildiren İslam’ın bu yüksek görüşünü ruhuna sindirmeden ne tam bir Müslüman, ne iyi bir insan olunabilir.[281] Bu bakımdan Hasan Âli Yücel dinleri pratik ahlâkın en canlı numuneleri olarak görür.

Dinler pratik ahlâkın en canlı numuneleridir. Müslümanlığı kuran Hazreti Muhammed’in “Ben, ahlâkı mükemmelleştirmek için gönderildim” mealindeki sözü, bunu gösterir. Dinler Tanrıya karşı kulluk vazifelerini ortaya koyarak, ferdin iyi insan olmasını sağlamak isterler. Böyle iyi fertlerden mürekkep olan büyük topluluklar da iyi olacak demektir. Dinlerin pratik ahlâk alanında yaptığı tesirler, dikkatle incelenmeye değecek kıymette ve ehemmiyettedir.”[282]

Hasan Âli Yücel’in değerlendirmesine göre, birçok ahlâk emirleri artık medeni insanlık için birer hukuk kaidesi olmuştur. Vatandaş hak ve vazifelerini Devlet tayin etmekte, onların müeyyidelerini Devlet kullanıp yerine getirmektedir.[283] Ahlâk kuralları ise iyi vatandaş, iyi insan olabilmek için ferdin iyi evlât, iyi ana ve baba, iyi kardeş olmasını lüzumlu göstermektedir. Çünkü bir insan topluluğu, bir aileler bütünü demektir.[284] Hasan Âli Yücel’e göre, ailenin üç vazifesi vardır. Birincisi tabiî vazifedir. Bununla kadın ve erkek birleşir insan neslinin devamı sağlanır. İkincisi ekonomiktir. Aile içindekilerin yaşamasını sağlamak için yiyecek ve barınak kaygısı bu vazifelerin arasına girer. Üçüncüsü ise manevi ve ahlâki vazifedir. Eşlerin hayat birliğine ihtimam göstermesine ve çocukların yetiştirilmesine ait hususlardır. [285]

2.3.2.    Ahlâki Hayatın Dayandığı Temeller

Hasan Âli Yücel’e göre, felsefe içinde Ahlâk, ne bir olay tasviri, ne de hareketlerin objektif bir gözle incelenip tarafsız bir tasnifidir. Hasan Âli Yücel’e göre, ahlâk insan hareketlerinin dayandığı prensipleri arar ve bunları bir takım kurallara bağlar. Ahlâk, iyiyi kötüden nasıl ve ne ile ayırabiliriz? Bizde iyiyi kötüden ayırmaya yetkili bir kudret var mıdır? gibi sorulara cevap vermeye çalışır.

Hasan Âli Yücel’e göre, bu sorulara cevap vermek için çalışan Ahlâkın amacı, esaslı kurallar bularak insanın kendisini kötülükten korumasını ve hareketlerini iyiliğe doğru götürmesini sağlamaktır. Hasan Âli Yücel’e göre, bu bakımdan, ahlâk mantığa benzer. Çünkü mantık da hakikati buldurmak için kurallar ortaya koyar. Kural koyan bilgi dallarına da Kural Koyucu Bilimler (Sciences Normatives) denir. Hasan Âli Yücel’e göre, ahlâktaki kurallar yapılması gerekeni söylediği için yükümlü (Obligataire)’dür. Yapmaya mecbur olduğumuz hareketleri gösterme bakımdan ahlâka “Vazifeler Bilimi” der.[286]

Hasan Âli Yücel ahlâk kanunu konusunda Kant gibi düşünür. Hasan Âli Yücel’e göre, Kant’ın fiziki kanunlarla, ahlâki kanunu ayırt etmesi, onun insandaki hürriyeti göstermesi bakımından mühimdir. Çünkü fizik kanunlarına karşı durulamaz. Fizik kanunu bütün varlıklar üstünde hükmünü yürütür. Hasan Âli Yücel’e göre, Ahlâk Kanunu böyle değildir. Ahlâk kanunu zorlamaz. Ancak vazife yükler. Ahlâk kanunu önünde ferd hürriyetini muhafaza eder. Zorlasaydı hürriyet kalmaz, neticede sorumluluk olmazdı. Hasan Âli Yücel’e göre, Kant’ın akıl ile iradeyi birbirinden ayırması, dinî ve ahlâki âleme ait realiteleri müspet hakikatler gibi ispat edilmeye müsait bulmaması; insanın, hareketlerinde ihtiyar sahibi olarak kabul edilmesine imkan vermiştir.[287]

Hasan Âli Yücel ahlâk konusunu incelerken ahlâkı teorik ve pratik olarak ikiye ayırır ve içine aldıkları konuları bölümler. Ona göre, teorik ahlâk insan hareketlerinin dayandığı prensipler olan Ahlâk Kanunu ve Vicdan meselesini, eylemlerin yapılmasında insan iradesinin etkisi ve değeri olan hürriyet meselesini ve beşer hayatın amacı olan ideal meselesini içine alır.

Hasan Âli Yücel devamla teorik ahlâkın gösterdiği amaçlara göre beliren vazifelerimizi inceleyen pratik ahlâkı da insanın fert olarak kendisine karşı vazifeleri, insanın ailesine, devlet ve milletine karşı vazifeleri ve insanın bütün insanlığa karşı vazifeleri olarak üç bölüme ayırır. Hasan Âli Yücel, teorik ahlâk ve pratik ahlâkı, anatomi ve fizyoloji bakımından beşer vücudunu inceleyen bilgin ile onu sağlam tutmak ve hastalanırsa iyileştirmek için çalışan hekimin durumuna benzetir.[288] Hasan Âli Yücel teorik ahlâk alanında hareketlerimizin dayandığı prensip olarak önem arz eden vicdanı şöyle tanımlar:

Vicdan insanda, iyiyi kötüden ayıran bir iç duygudur. Zaten Arapçadan alınmış bu sözün verdiği anlam da onu gösterir. Çünkü vicdan, bulmak demektir. Şu halde işin içinde bir aramak vardır ve bu aranılan şey iyiliktir; Hayırdır.[289]

Hasan Âli Yücel, durum ve şartlara göre meydana gelen vicdan azabı, vicdan huzuru ve ictimai vicdandan bahseder. Kötü bir şeye sebep olduğumuzda kendi kendimize duyduğumuz vicdan azabı, bir iyilik yaptığımızda yine kendi kendimize duyduğumuz vicdan huzuru, bu iki duyguyu başkaları tarafından yapılmış hareketler önünde hissettiğimizde ortaya çıkan ictimai vicdan , vicdanın tezahürleridir.[290]

Hasan Âli Yücel bu düşüncelerden hareketle vicdanın bir duyma işi, şuurun ise bir tanıma, bilme ve anlama hareketi olduğunu söyler. Bu iki kavramın “bulunç” ve “bilinç” sözleriyle karşılanacağını beyan eder:

Bu iki kavramı öztürkçe “bulunç” ve “bilinç” sözleriyle karşılamak yerinde olurdu. ^Şuur olayları anlamada soğukkanlı bir duruştadır. Halbuki vicdan, duyguyla beraber yürüyen bir davranış, bir hareket olması yönünden ya bizi memnun eden, yahut bize nefret ve tiksinti veren bir hali gösterir. Elbette soğuk ve tarafsız kalamaz, bizi derhal harekete geçirir. Onun için şuur, mahkemedeki tanığa, vicdan ise yargıca benzetilebilir. Tanık gördüğünü tesbit ve ifade eden biridir. Yargıç, dava konusunun bütün safhalarını görüp lehe, aleyhe hüküm vermek zorundadır.[291]

Bununla beraber, Hasan Âli Yücel göre vicdanının bir anlama tarafı da vardır.

Şüphesiz vicdanda bir anlama tarafı vardır. Fakat bu anlayış, gösterilen tepki ile, yani duygu unsurlarıyla beraber meydana gelir. Çünkü ahlâka konu olan, bir fikir ve o fikrin doğurduğu bir harekettir. Harekete, aksiyona götürmeyen bir fikirde ahlâklılık aranmaz. Bundan dolayıdır ki aklı işlemeyen bir ferdin ahlâki sorumluluğu ve ahlâki yükümlülüğü yoktur. Nitekim anlama bakımından akla, inanma bakımdan vicdana dayanan semavi dinler, aklını kaybetmişlerde yükümlülük aramazlar. Böyleleri din için olduğu gibi ahlâk önünde de mükellef yani yükümlü değillerdir.[292]

Hasan Âli Yücel’de fikir ve hareket arasındaki uyum vicdanın bir gereğidir. Vicdanlı dediğimiz adam, inançlar ile hareketlerini kendine ve başkalarına faydalı olacak şekilde birbirine denge edendir. [293]

Hasan Âli Yücel’e göre, insanda kemal, fikirlerle hareket arasındaki ahenkten doğar.[294] İnsanlık şuurunu anlamak için de fikirlerle hareketler arasında tam bir ahenk yaratmaktan, ilim ve ahlâk birliğine varmaktan başka çare yoktur.[295] İnsan yalnız düşünmek ve bilmekle yetinemez. Bilip düşündüklerini yaşayışına uydurmak, bilgi ve düşünceleri arasında bir ahenk kurmak zorundadır. Herhangi bir ferdin kıskançlığı, yalanı ve hırsızlığı fena bir şey olarak bilmesi yeterli değildir. Önemli olan kıskançlığa düşmemesi yalan söylememesi, hırsızlığı yapmamasıdır. “Bilmek” başka şey, “yapmak” başka şeydir. Bilineni yapma yolundaki hareketler ferde nispetle “Huy”, cemiyete nispetle “Töre” dir.[296]

Hasan Âli Yücel’e göre, Hayır, İyilik insandaki doğruluk, vazife severlik, adalet cinsinden müsbet hareketlerdir. Şer ya da Kötülük ise insandaki eğrilik, vazifeye aldırmama, zülum cinsinden menfi hareketlere denir. Ferde nisbetle bir hüküm, cemiyete nisbetle bir hükümler bütünüdür.[297]

Hasan Âli Yücel’e göre, kişiye düşen görev mevcut bilgi birikimini akli bir süzgeçten geçirmektir. Senelerce istenilen kıymetlerin aşılandığı küçük yaştaki bir çocuk vicdan bakımından yine de hürdür. Çünkü insanlar kendilerinden sonra geleceklere elbette ki inanmadıkları kıymetleri telkin edecek değildir. Fakat bu çocuklar kendilerine telkin edilen bu kıymetleri kendi akıl ve idrakleriyle kavramakta geniş bir tenkid hürriyetine sahip olacaklardır. Eğer böyle olmasaydı hala Mısırlılar, Firavuna, Hicazlılar, Lat ve Uzza’ya taparlardı.

Hasan Âli Yücel memnu meyva meselesinden hareketle hür insanın hayata yasakla başladığını ifade eder. Bu da dünya üstünde hiçbir zaman başıboş tek insan veya insan topluluğunun olmadığını gösterir.[298]

Hasan Âli Yücel’e göre, hürriyet başıboşluk değildir. Ona göre, eğer böyle olsaydı içgüdülerine uyarak uzayıp giden bir kavak veya canı istediği zaman anıran bir eşek hür sayılmalıydı. Hasan Âli Yücel’e göre, hürriyet aldırmayış veya hiçbir şeye kıymet ve ehemmiyet vermeyiş hali de değildir. Eğer böyle olsaydı bir deli, bir bunak, bir aptal hür sayılmalıydı. Bununla beraber akıl dengesi bozulmuş bu tür insanlar için hür olup olmamanın hiçbir manası olmadığı gibi, bunlar ne hareketinden sorumlu, ne de bir vazifeyle yükümlüdürler.

Hasan Âli Yücel insan iradesini incelerken, İrade ile Arzu arasındaki farkı dile getirir. Hasan Âli Yücel’e göre, arzular bizim elimizde olmadan içimizde doğan, koşan sonunda yokluğa çarpıp ölen veya öldüren dileklerdir. Arzuların muvazene götürmez bir yapısı vardır. Hedef bildiği şey ne ise ona kayıtsız şartsız atılmak ve ermek ister. Olmayacak, gerçekleşmeyecek şeyleri ister. Ölmeden yaşamak gibi.

Hasan Âli Yücel’e göre, irade ise böyle hedefi belirsiz bir hareket değildir. İrade, insanın hareketlerine hâkim oluşunu; başkasına tabi değil, kendine sahip oluşunu gösterir. “İstedim, düşündüm ve yaptım” diyebilen de irade vardır. “Ben, felsefeyi öğrenmek kararındayım. Çünkü genç yaşımda olgun ve yetkin bir insan olmak istiyorum.” Örneğin de olduğu gibi iradeli hareket bir hedefi göze almakla ve şuurlu bir maksatla olan harekettir. Hasan Âli Yücel’e göre, hareketlerimiz için tayin ettiğimiz hedeflere varmak, yalnız istemekle de olmaz; bunun için emek sarf etmeli, gayret göstermelidir. İradeli hareket aynı zaman da emek isteyen bir harekettir. Görülüyor ki, iradeli hareketlerde Listeme, 2. istenileni hesaplayıp muhakeme etme, 3. bundan sonra o isteğin gerçekleşmesine ve yapılmasına geçme safhaları vardır.

Hasan Âli Yücel’e göre, kudretimiz dışında bir engel yüzünden gerçekleşme ve yapma yerine gelmediği zaman bile bizim iradeli hareketimiz yok olmuş değildir. Yapma “Niyeti” iradenin vücuduna yeter delildir. Çünkü onun, insan ruhunda ve şuurunda vücut bulması esastır. İşte insanın ahlâki hareketlerde iyi niyetle belli ve hayırlı bir maksat için karar alıp onu yapmaya girişme yetkisi “Ahlâki Hürriyet”tir. Hasan Âli Yücel Ahlâki Hürriyet’in bu müsbet tarafı yanında menfi görüşünü de dile getirir:

Bir şeyi isteyebilirim, yapmayı da düşünürüm. Fakat bu düşünüşün arkasından o şeyi yapmanın doğru ve iyi olmayacağını hesaplayarak o şeyi “yapmamaya” karar veririm ve yapmam. Esasen bizde hürriyetin olabilmesi için yapmak kadar yapmamak kudretinin bulunması lazım gelir. Arzularımızın bizi yapmaya sürüklediği kötü bir hareketi irademizle durduğumuz anda yapacağımızı, yapmamış olmamız, bir şeyi yapmak değil midir?

Hasan Âli Yücel, Kant’ın “Madem ki kudretim var, o halde mecbursun” şeklindeki ahlâki hürriyet formülünü “Değil mi ki mecburum, öyle ise hürüm” formülüyle tamamlar.

Hasan Âli Yücel’e göre, burada bir çelişme yoktur. Çünkü mecbur olma, ancak aksini yapmaya kudretli olmakla kayıtlıdır.[299] Ona göre, hürriyet ve irade konusundaki deterministik görüşlerin tamamı dar bir karaktere sahiptir.

Görülmüştür ki, insanda hürriyet ve iradeyi ortadan kaldıracak gibi davranan her türlü determinizm, bir teoriden ileri geçememektedir. Bu teoriler birer metafizik görüşten başka bir şey değildir. Halbuki hürriyet teorisi psikolojik bir tesirdir.

Çünkü nefsimizde yaptığımız denemeye dayanır.[300]

SONUÇ

Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, Hasan Âli Yücel hakkında gerek kendi eserlerinden olsun, gerek üzerine yapılan çalışmalardan olsun ulaşamadığımız bilgi ve belgeler vardır. Ulaşılmayan bu belgelerden elde edeceğimiz bilgilerle bu çalışma çok daha doyurucu hale gelebilirdi. Yine de eksik de olsa bu çalışmanın Hasan Âli Yücel’in dini düşüncesini ve kimliğini aydınlatma noktasında bir nebze de olsa yardımcı olacağı düşüncesi içerisindeyiz. Öyle görünüyor ki Hasan Âli Yücel, incelenmiş ve incelenecek olan birçok yönüyle kendisini ifşâ etmeye devam edecektir.

Hasan Âli Yücel, çocukluk yıllarından itibaren yetiştiği Yenikapı Mevlevihanesi’nde soluklanan ruh-i manevi havayı benimsemiş bir Mevlana hayranıdır. O’nun manevi dünyasına damga vuran şey Mevlana sevgisidir. ,

1938-1946 yılları arasında Milli Eğitim Bakanı olan Hasan Âli Yücel yeni ülkeye yeni temeller koyarken imanla aklı, metafizikle fiziği, mistisizmle rasyonalizmi dengelemeye çalışmıştır. Klasikleri çevirmesi, Köy Enstitülerini kurması, Cumhuriyetin getirdiği yenilikleri desteklemesi O’nun din aleyhine yaptığı icraatlar olarak algılandı. Çalışmamızda fikri temellerini verdiğimiz bu icraatları kendisinin de ifade ettiği gibi Hasan Âli Yücel’in niyetini dikkate alarak bir değerlendirmeye tabi tutmak gerekir. [301] Yoksa bazı olumsuz sonuçlara dayanarak Hasan Âli Yücel’ i karalamak beşer vicdanıyla bağdaşmayacaktır.

Hasan Âli Yücel Allah’ın varlığına ve birliğine inanmakla beraber din konusunda yenilikçi samimi bir müslümandır. Allah Bir adlı kitabı O’nun tevhit anlayışını ortaya koyması açısından önemlidir. Hasan Âli Yücel’in Allah’ın isimleri ve sıfatları konusunda islami anlayışa uygun bir duygu ve düşünce içerisinde olduğu görülür.

insan, ancak senin vekilin,

Esmayı vasıflayan delilin.

Zâtındaki her sıfat, isimdir;

Esmâdaki mazharın bizimdir.

Her şeyle senin, bu varlık ey Rab.

Sensin bize en feyizli Matlâb.[302]

Hasan Âli Yücel, dinin tarihin bütün devirlerinde ve bütün toplumlarında daima mevcut olan evrensel ve köklü bir olgu olduğunu kabul eder. [303] Tarihin hangi devresine bakılırsa bakılsın dinsiz bir toplumun olmadığı görüşündedir. O’na göre bunun sebebi de, insanın dini bir varlık olması, başka bir ifadeyle dini duygunun özelliklede Müslümanlığın fıtri (doğuştan gelen) bir özellik olarak insanın kendi öz varlığı hakkında şuur ile birlikte ortaya çıkması ve bu şuur ile birlikte gerçekleşmesidir. [304]

Yücel’e göre merak ve tecessüs, bizi aklın durduğu noktaya götürür. İşte bu noktadan sonra bilemeyeceklerimizin muhatabı olan Var Ediciyle karşılaşırız. [305] Yücel’e göre her şeyi var eden bir yüce kudretin mevcudiyetini kabul etmek ve dini öz kaynaklardan öğrenip öğretmek ferdi ve cemiyeti doğru istikamette bir hayata kavuşturur. [306] O’na göre din, ahlaki bir müessese olarak insanlara yön veren, en mükemmel kanunlardan daha kuvvetli bir şekilde insanı kuşatan, yönlendiren bir disiplindir. [307] Yücel’e göre Allah inancı, insanı içine düştüğü sıkıntılardan kurtaran ona güven sağlayan bir sığınaktır. [308]

Onun karşı çıktığı şey din değildir. Din adına yapılan bazı hareketlerdir. Özellikle de din adına, bilim alanına yapılan müdahalelerdir. Onun karşı çıktığı şeylerden biri de dağda derviş olmak isteyenlerin yaşantısıdır. Hasan Âli Yücel, inzivaya dönük dini bir yaşantıyı tasvip etmemektir. Yeni hayatın dünya için çalışarak kurulacağı inancı içerisindedir. Bu yüzden insanları gönül dindarlığı ile dünyaya döndürme çabası içerisindedir.

Bu konuda en çok da ilerleme gayretine engel olarak gördüğü, din adına hiç kimseden izin almadan hareket eden kişiler olarak tanımladığı yobazlara çatmaktadır. Hasan âli Yücel bunu şiirinde şöyle dile getirir.

Ne didinip durursun bu ölümlü dünyada?

Ahîretini düşün sen, dünyayı koy arkada!

Bu fâni varlık için harap etme kendini

Dünyayı at bir yana, bütün eyle dinini!

Halbuki Müslümanlık böyle demez bizlere;

Kulak verme bu türlü dinden habersizlere, [309]

Yücel’ göre İslam dini insanın çalışıp çabalayıp kimseye muhtaç olmayacak bir hayat kurmasını teşvik eden hatta şart koşan bir dindir. [310] O’na göre makul olmayan hiçbir şey dini değildir. Kur’an insanı düşünmeye aklını kullanmaya teşvik eder. [311]

Yücel, hakikatin muvazenelerde olduğu inancı içerisinde Türk Demokrasisinin geleceği için İslam Dini ve inkılaplar arasında bir ahenk oluşturulmasını zorunlu görür. [312]

Çalışmamıza Hasan Âli Yücel’in kendisine yapılan iftira ve ezâlardan Rahim olan Rabbine sığındığı dizeleriyle noktalayalım:

Zevk oldu o çektiğim ezâlar, Takdirini bozmadı kazalar.

Zulmeylediler demem ben artık, Mazlum olmuşum ne bahtiyarlık!...

Senden korkmam, Rahimsin, Sen;

Âdilsin sen, hâkimsin sen.

Korkum, beşer adlı korkusuzdan;

Vicdânı sağır, o duygusuzdan.[313]

KAYNAKÇA

Akbal, Oktay, Bir Atatürk Ülkücüsü: YÜCEL, Vatan, İstanbul 1964.

Baykan, Erdal, Düşünceye Gelmeyen Tanrı Sorunu ve Mevlana. Bilge adam Yayını, İstanbul, 2005.

Boybeyi,    Songül, 100. Doğum Yıldönümünde Hasan Âli Yücel, Atatürk Kültür

Merkezi Yayını, Ankara, 1998.

Çağlar,       Behçet Kemal, Hasan Âli Yücel Hayatı ve                  Eserleri, Cumhuriyet

Kitaphanesi, İstanbul, 1937.

Çıkar,         Mustafa, Hasan Âli Yücel ve Kültür Reformu, Türkiye İş Bankası Kültür

Yayınları, Ankara, 1998.

Emiralioğlu, Mehmet, Hasan Âli Yücel, Emel Yayınları, Ankara, 1967.

Eronat, Canan Yücel, Tanpınar’dan Hasan Âli Yücel’e Mektuplar, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 1997.

Keklik, Nihat, Sadreddin Konevi’nin Felsefesinde Allah, Kainat ve însan, EÜEF Yayınları, İstanbul, 1962.

İnam,          Ahmet, Cumhuriyetin Eğitim Felsefesini Hasan Âli Yücel, Felsefe Dünyası,

Türk Felsefe Derneği Yayını, 1998.

İnam,          Ahmet, “Bir Bütün İnsan: Hasan Âli Yücel”, 100. Doğum Yıldönümünde

Hasan Âli Yücel, Hz. Songül Boybeyi, Atatürk Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara 1998, s. 150.

İnan,           M. Rauf, Hasan Âli Yücel’in Kişiliği, Milliyet, İstanbul, 26.02.1972.

Nabi,          Yaşar, Hasan Âli Yücel, Varlık, Sayı 546, 15 Mart 1961.

Safa,          Peyami, Hasan Âli Yücel, Son Havadis, İstanbul, 11 Mart 1961.

Sayar,        Ahmet Güner, Hasan Âli Yücel’in Tasavvuf Dünyası ve Mevlevîliği, Ötüken

Yayınları, İstanbul, 2002.

Şahin,        Hasan ve Seyfullah Sevim, Tasavvuf, Özkan Matbaacılık, Ankara, 2002.

Topçu, Nurettin, İslam ve İnsan, Mevlana ve Tasavvuf, Dergâh Yayınları, İstanbul 1998.

Unat,          Faruk Reşit, Hasan Âli Yücel, Belleten, Cilt XXV, Sayı:97-100, Türk Tarih

Kurumu, Ankara 1961.

Yücel,        Hasan Âli, Pazartesi Konuşmaları, Remzi Kitabevi, İstanbul 1937.

, iyi Vatandaş iyi insan, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1993.

, Dönen Ses, Remzi Kitaphanesi, 1933.

, Allah Bir, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1961.

, Felsefe Dersleri, Milli Eğitim Basım Evi, İstanbul 1968.

, Geçtiğim Günlerden, İletişim Yayınları, İstanbul 1990.

, Hürriyete Doğru, Gün Basımevi, İstanbul 1954.

, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt I, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1998.

, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt II, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1998.

, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt III, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1998.

, Kültür Üzerine Düşüneler, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1974.

, Dinle Benden, İnkilap Kitabevi, İstanbul 1961.

, İçten Dıştan, Ulus Basımevi, Ankara 1938.

, Sûrî ve Tatbiki Mantık, Maarif Matbaası, İstanbul 1929.

, Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ve Milli Eğitim Bakanlarının Milli Eğitimle ilgili Söylev ve Demeçleri, Cilt II, Milli Eğitim Basımevi, Ankara 1946.

, Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ve Milli Eğitim Bakanalarının Milli Eğitimle ilgili Söylev ve Demeçleri, Cilt III, Milli Eğitim Basımevi, Ankara 1946.

, Hasan Âli Yücel Köy Enstitüleri ve Köy Eğitimi ile İlgili Konuşmaları, Ankara 1997.

, “Dr. Suad Baydur”, Cumhuriyet, 26.08.1953.

, “Filozoflar Ansiklopedisi” (Ankara Milli Kütüphaneden alınmıştır. Üzerinde herhangi bir tarih ve gazete ismi bulunmamaktadır.)

, “Garba Yönelme Nedir!” UnescoHaberleri, Seri IV, Sayı 34, Mart 1961.

, “Mevlânâ ve Mevlevîlik”, Mevlânâ; Resimli Hayat’ın ilavesi, İstanbul 1953.

, “Felsefe Tedrisatı”, Dergah, Sayı 23, 1338.

, “Önsöz”, Tercüme Dergisi, Sayı 1, 19 Mayıs 1940.

, “ Mevlevîlik mi; Mevlânâcılık mı?”, 20. Yüzyıl, Sayı 125, 1955.

, “Köy Enstitüleri (Köşemden)”, Cumhuriyet, 17. IV. 1955.

, “1915 ve 1928”, Cumhuriyet, İstanbul 17 Ağustos 1959.



[2] M. Rauf İnan, “Hasan Âli Yücel’in Kişiliği”, Milliyet, İstanbul, 26.02.1972.

[3] Yaşar Nabi, “Hasan Âli Yücel”, Varlık, Sayı 546, 1961.

[4] Hasan Âli Yücel, “Filozoflar Ansiklopedisi”, (Ankara Milli Kütüphaneden alınmıştır; Üzerinde her hangi bir tarih ve gazete ismi bulunmamaktadır.)

[5] Peyami Safa, “Hasan Âli Yücel”, Son Havadis, İstanbul, 11 Mart 1961.

[6] Safa, 11 Mart 1961

[7] Hasan Âli Yücel, Allah Bir, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1961, s. 27-28.

[8] Hasan Âli Yücel, Felsefe Dersleri, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1968, s. 49.

[9] Hasan Âli Yücel, “Garba Yönelme Nedir?”, Unesco Haberleri, Seri IV, Sayı 34, Mart 1961, s. 30; Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, T.C Kültür Bakanlığı Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1998, s. 981-982.

[10] İnan, 26.02.1972.

[11] Hasan Âli Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1993, s. IX.

[12] Nihat Keklik, Sadrettin Konevi’nin Felsefesinde Allah, Kâinat ve İnsan, İÜEF Yayınları, İstanbul 1962, s. 1.

[13] Erdal Baykan, Düşünceye Gelmeyen Tanrı Sorunu ve Mevlana, Bilge Adam Yayınları, İstanbul Aralık 2005, s. 27.

[14] Nurettin Topçu, İslam ve İnsan, Mevlana ve Tasavvuf, Dergah Yayınları, İstanbul, Mayıs 1998, s. 54.

[15] Hasan Âli Yücel, Dönen Ses, Remzi Kitaphanesi, 1933, s. 10.

[16] Mustafa Çıkar, Hasan Âli Yücel ve Türk Kültür Reformu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1998, s. 18.

[17] Çıkar, s. 27.

[18] Canan Yücel Eronat, Tanpınar ’dan HasanÂli Yücel’eMektuplar, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 1997, s. 46-47.

[19] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 121.

[20] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 69.

[21] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 69.

[22] Yücel Eronat, s. 48.

[23] Çıkar, s. 55.

[24] Hasan Âli Yücel, Geçtiğim Günlerden, İletişim Yayınları, İstanbul 1990, s. 15.

[25] Yücel, Geçtiğim Günlerden, s. 55.

[26] Mehmet Emiralioğlu, Hasan Âli Yücel, Emel Yayınları, Ankara 1967, s. 6.

[27] Yücel, Geçtiğim Günlerden, s. 37-38, s.42.

[28] Yücel, Geçtiğim Günlerden, s. 48.

[29] Yücel, Geçtiğim Günlerden, s. 60.

[30] Yücel, Geçtiğim Günlerden, s. 61.

[31] Yücel, Geçtiğim Günlerden, s. 67-68.

[32] Yücel, Geçtiğim Günlerden, s. 93-95.

[33] Yücel, Geçtiğim Günlerden, s. 136-147.

[34] Yücel, Geçtiğim Günlerden, s. 172-173.

[35] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 981-982.

[36] Yücel, Geçtiğim Günlerden, s. 89, 186,188-189.

[37] Yücel, Geçtiğim Günlerden, s. 186.

[38] Yücel, Geçtiğim Günlerden, s. 188-189.

[39] Behçet Kemal Çağlar, Hasan Âli Yücel Hayatı ve Eserleri, Cumhuriyet Kütüphanesi, İstanbul 1937, s.

5.

[40] Faik Reşit Unat; “Hasan Âli Yücel”, Belleten, C. XXV, Sayı 97-100, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1961, s. 292.

[41] Songül Boybeyi, 100.Doğum Yıldönümünde Hasan Âli Yücel, Atatürk Yüksek Kurumu, Ankara 1998, s. 152.

[42] Yücel Eronat, s. 46-47.

[43] Unat, s. 293.

[44] Emiralioğlu, s. 6.

[45] Çağlar, s. 71.

[46] Unat, s. 297.

[47] Emiralioğlu, s. 7.

[48] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 4, s. 380.

[49] Hasan Âli Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 1, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1998, s. 50-51.

[50] Hasan Âli Yücel, Pazartesi Konuşmaları, Remzi Kitabevi, İstanbul 1937, s.131.

[51] Hasan Âli Yücel, Hürriyete Doğru, Gün Basımevi, İstanbul 1954, s. 40.

[52] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 87.

[53] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 94.

[54] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 87.

[55] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 939.

[56] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 52-53.

[57] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 4.

[58] Yücel, Geçtiğim Günlerden, s. 42.

[59] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 1, s. 634.

[60] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 214.

[61] Yücel, Hürriyete Doğru, s.131.

[62] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 3.

[63] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 44.

[64] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 1, s. 664.

[65] Yücel, İyi İnsan İyi Vatandaş, s. 160.

[66] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 537.

[67] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 379.

[68] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 488.

[69] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 398.

[70] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 488.

[71] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 57.

[72] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 1, s. 171.

[73] Hasan Âli Yücel, Dinle Benden, İnkilap Kitabevi, İstanbul 1937, s. 37-38.

[74] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 984.

[75] Hasan Âli Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 3, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1998, s. 65.

[76] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 3, s. 285.

[77] Hasan Âli Yücel, Suri ve Tatbiki Mantık, Maarif Matbası, İstanbul, s. 226-229.

[78] Hasan Âli Yücel, İçten Dıştan, Ulus Basımevi, Ankara 1938, s. 45.

[79] Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s. 52.

[80] Ahmet Güner Sayar, Hasan Âli Yücel’in Tasavvuf Dünyası ve Mevleviliği, Ötüken Yayınları İstanbul 2002, s. 130.

[81] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 34.

[82] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 547.

[83] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s.705.

[84] Yücel, Geçtiğim Günlerden, s. 27.

[85] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s.28-29.

[86] Hasan Âli Yücel, Kültür Üzerine Düşünceler, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1974, s.

204.

[87] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 225.

[88] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 406-407.

[89] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan, s. 547.

[90] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 218-220.

[91] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan, s. 85.

[92] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan, s. 69.

[93] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan, s. 70.

[94] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 1, s. 663-664.

[95] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, s. 5, s. 52-53.

[96] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 38.

[97] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan, s. 69.

[98] Yücel, Geçtiğim Günlerden, s. 42.

[99]  Yücel, Geçtiğim Günlerden, s. 42.

[100] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 178.

[101] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 5.

[102] Yücel,  Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 734.

[103] Yücel,  Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 89-91.

[104] Yücel,  Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 31.

[105] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 542-545.

[106] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 11.

[107] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 11.

[108] Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s. 137.

[109] Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s. 278.

[110] Yücel, Dönen Ses, s. 78.

[111] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 12.

[112] Hasan Âli Yücel, “Felsefe Tedrisatı”, Dergâh, Sayı 23, (1338/s.164).

[113] Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s. 165.

[114] Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s. 510-511.

[115] Yücel, Felsefe Dersleri ( Önsöz), s. 3.

[116] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 1, s. 656.

[117] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 62-63.

[118] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 1, s. 656.

[119] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 19.

[120] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 33.

[121] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 38.

[122] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 20.

[123] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 734-735.

[124] Ahmet İnam “Cumhuriyetin Eğitim Felsefesini Kurma Yolunda Bir Bütün İnsan: Hasan Âli Yücel ”, Felsefe Dünyası, Türk Felsefe Derneği Yayını, Aralık 1998, Sayı 28, s. 95-96.

[125] Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s. 152.

[126] Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s. 138.

[127] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 147- 154.

[128] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 22.

[129] Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s. 147.

[130] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 57.

[131] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 38-39.

[132] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 38-39.

[133] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 39.

[134] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 42.

[135] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 3, s. 410.

[136] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 3, s. 237.

[137] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan, s. 158.

[138] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 541.

[139] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 542.

[140] Yücel, Hürriyet         Gene   Hürriyet, Cilt 2,      s.              542-543.

[141] Yücel, Hürriyet         Gene   Hürriyet, Cilt 2, s.      380.

[142] Yücel, Hürriyet         Gene   Hürriyet, Cilt 2, s.      541.

[143] Yücel, Hürriyet         Gene   Hürriyet, Cilt 2, s.      380.

[144] Yücel, Hürriyet         Gene   Hürriyet, Cilt 2, s.      541.

[145] Yücel, Hürriyet         Gene   Hürriyet, Cilt 2, s.      380.

[146] Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s. 169.

[147] Yücel, Hürriyet         Gene   Hürriyet, Cilt 2,      s.              366-367.

[148] Yücel, Hürriyet         Gene   Hürriyet, Cilt 2, s.      537.

[149] Yücel, Hürriyet         Gene   Hürriyet, Cilt 2,      s.              236-237.

[150] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan, s. 159.

[151] Yücel, Kültür Üzerine Düşünceler, s. 79.

[152] Ahmet İnam, “Bir Bütün İnsan: Hasan Âli Yücel”, 100. Doğum Yıldönümünde Hasan Âli Yücel, Hz. Songül Boybeyi, Atatürk Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara 1998, s. 150.

[153] Yücel, Dönen Ses, s. 9-12.

[154] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 193.

[155] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 43-44.

[156] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 26-27.

[157] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 664.

[158] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 170-173.

[159] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 174.

[160] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 1, s. 195-196.

[161] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 439.

[162] Yücel, Dinle Benden, s. 87.

[163] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 3, s. 863.

[164] Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s. 168.

[165] Hasan Âli Yücel, Hasan Âli Yücel Köy Enstitüleri ve Köy Eğitimi ile İlgili Konuşmaları, Köy Enstitüleri Çağdaş Eğitim Vakfı, Ankara 1997, s. 205.

[166] Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s. 175.

[167] Yücel, Hasan Âli Yücel, Köy Enstitüleri ve Köy Eğitimi ile İlgili Konuşmaları, s. 205.

[168] Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s. 189-190.

[169] Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s. 198- 199.

[170] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 291.

[171] Hasan Âli Yücel, “ Önsöz”, Tercüme Dergisi, Cilt 1, Sayı 1, 19 Mayıs 1940, s. 1.

[172] Hasan Âli Yücel, Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ve Milli Eğitim Bakanlarının Milli Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçleri, Cilt 2, Ankara 1746, s. 379.

[173] Hasan Âli Yücel, Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ve Milli Eğitim Bakanlarının Milli Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçleri, Cilt 3, MEB yayımı, Ankara 1946, s. 265.

[174] Yücel, Pazartesi Konuşmaları, Önsöz.

[175] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 726-727.

[176] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 727.

[177] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 145.

[178] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s.36-37; Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 3, s. 145-146.

[179] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 1, s. 590-591.

[180] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan, s. 86-87; Hürriyete Doğru, s. 51; Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 36­37, s. 145-146.

[181] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 36-37.

[182] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 363.

[183] Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s. 189-190.

[184] Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s. 189-190.

[185] Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s. 191.

[186] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 363.

[187] Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s. 191.

[188] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 25.

[189] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 363.

[190] Yücel, Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ve Milli Eğitim Bakanlarının Milli Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçleri, Cilt 3, s. 13.

[191] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 24.

[192] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 51.

[193] Yücel, Dinle Benden, s. 64.

[194] Yücel, Hürriyete Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 51.

[195] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 52- 53.

[196] Yücel, Hürriyete Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 4; Hürriyete Doğru, s. 178.

[197] Yücel, Hürriyete Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 5.

[198] Yücel, Dinle Benden, s. 63- 64.

[199] Yücel, Hürriyete Gene Hürriyet, Cilt 3, s. 145- 146. Hürriyete Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 36-37.

[200] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan, s. 133.

[201] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 51.

[202] Yücel, Hürriyete Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 26-27.

[203] Yücel, Geçtiğim Günlerden, s. 48.

[204] Yücel, Geçtiğim Günlerden, s. 19-20.

[205] Yücel, Geçtiğim Günlerden, s. 27-29.

[206] Yücel, Geçtiğim Günlerden, s. 61-62.

[207] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 297.

[208] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, s. 317.

[209] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 296-297.

[210] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 333.

[211] Hasan Âli Yücel, “Mevlânâ ve Mevlevilik”, Mevlana: Resimli Hayatın İlavesi, İstanbul 1953, s. 5.

[212] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s.558-559.

[213] Yücel, Kültür Üzerine Düşünceler, s. 126.

[214] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s.412.

[215] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 3, s. 267.

[216] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 3, s.284.

[217] Yücel, Dinle Benden, s. 73.

[218] Yücel,  Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 3, s. 285.

[219] Yücel,  Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 3, s. 285-286.

[220] Yücel,  Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 558.

[221] Hasan Âli Yücel, Mevlevîlik mi?, Mevlânacılık mı?, 20. Yüzyıl, sayı. 125, (1955), s. 7.

[222] Yücel, “Mevlânâ ve Mevlevîlik, s. 5.

[223] Yücel, “Mevlevîlik mi?, Mevlânâcılık mı?”, s. 7.

[224] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s.557.

[225] Sayar, s. 111.

[226] Yücel, Allah Bir, s. 8.

[227] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 47.

[228] Yücel, Allah Bir, s. 8.

[229] Yücel, Allah Bir, s. 32-33.

[230] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2. s. 94.

[231] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 45.

[232] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 87.

[233] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 87.

[234] Yücel, Allah Bir, s. 17-18.

[235] Yücel, Allah Bir, s. 17.

[236] Yücel, Allah Bir, s. 24.

[237] Yücel, Allah Bir, s. 21.

[238] Yücel, Allah Bir, s. 48-49.

[239] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 284-286.

[240] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 161.

[241] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 451.

[242] Yücel, Allah Bir, s. 26-32.

[243] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 88.

[244] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 1, s. 658.

[245] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 45.

[246] Yücel, Allah Bir, s. 59.

[247] Yücel, Allah Bir, s. 7.

[248] Yücel, Allah Bir, s. 16.

[249] Yücel, Allah Bir, s. 30.

[250] Yücel, Allah Bir, s. 7.

[251] Yücel, Allah Bir, s. 21.

[252] Yücel, Allah Bir, s. 34-35.

[253] Yücel, Allah Bir, s. 7.

[254] Yücel, Allah Bir, s.7.

[255] Yücel, Allah Bir, s. 55.

[256] Yücel, Allah Bir, s.7.

[257] Hasan Şahin ve Seyfullah Sevim, Tasavvuf, Özkan Matbacılık, Ankara 2002, s. 122.

[258] Yücel, Allah Bir, s. 27.

[259] Yücel, Allah Bir, s. 31.

[260] Yücel, Allah Bir, s. 39.

[261] Yücel, Allah Bir, s. 7.

[262] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt II, s. 290.

[263] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 174.

[264] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 536.

[265] Yücel, Kültür Üzerine Düşünceler, s. 185-186.

[266] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 530.

[267] Sayar, s. 83.

[268] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 558.

[269] Yücel, Kültür Üzerine Düşünceler, s. 126.

[270] Yücel, “Mevlânâ ve Mevlevîlik”, s. 4.

[271] Yücel, Dönen Ses, s. 10.

[272] Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s. 157-158.

[273] Yücel, Kültür Üzerine Düşünceler, s. 185-186.

[274] Yücel, Dinle Benden, s. 29.

[275] Yücel, Dinle Benden, s. 29.

[276] Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s. 174.

[277] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan, s. 187-188.

[278] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 35.

[279] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 35-43.

[280] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan, s. 81.

[281] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan, s. 188.

[282] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 76

[283] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan, s. 187

[284] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan, s. 96

[285] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan, s. 101

[286] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 74.

[287] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 82-83.

[288] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 75-76.

[289] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 77.

[290] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 78.

[291] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 78.

[292] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 78.

[293] Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s. 172.

[294] Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s. 157-158.

[295] Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s. 174.

[296] Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s. 73.

[297] Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s. 73.

[298] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 1, s. 36.

[299] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 84-86.

[300] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 90.

[301] Hasan Ali Yücel, “Köy Enstitüleri (Köşemden)”, Cumhuriyet, 17.04.1955.

[302] Yücel, Allah Bir, s. 29.

[303] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 1, s. 50-51.

[304] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 214.

[305] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 94, s. 939.

[306] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan, s. 85-86.

[307] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 218-220.

[308] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 45.

[309] Yücel, Allah Bir, s. 29.

[310] Yücel, Allah Bir, s. 29.

[311] Yücel, Geçtiğim Günlerden, s. 42.

[312] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 42.

[313] Yücel, Allah Bir, s. 57.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar