Bir Hiç Adamı...Hasan Âli Yücel
HASAN ÂLİ YÜCEL’İN DİN VE TANRI ANLAYIŞI
Hazırlayan: Yüksel BİLKAY YASUL
Bu
bağlamda, Hasan Âli Yücel’in Dr. Suad Baydur’un ardından söylediği sözler
kendisi için de geçerliydi. Hasan Âli Yücel, Cumhuriyet gazetesinde Suad
Baydur hakkında yazdığı yazıda şöyle diyordu:
“Şimdi o yoktur. Var olan,
yalnız ve yalnız düşünüp yazabildikleridir. Bir kere daha anlaşılıyor ki,
fikirden kıymetli bir şey, beşere mukadder değildir. Ona sahip olabilenler, onu
şekle dökebilenler, ancak yaşarlar. Fikirlerin en tesirlisi hareketlere
götüren, hareketlerin en verimlisi fikirleri doğurandır. İlk büyük mütefekkir,
varlığından haberdar olduğunu duyup ilk defa söyleyebilendir. Sel gider, kum
kalır. Kum, fikirdir; sel, ondan başka her şey....”'
1 Hasan Âli Yücel, “Dr. Suad
Baydur”, Cumhuriyet, 26.08.1953. “Her insan
kendisinin derinliklerindedir.” derler. Bu derinlik günlük hayat akışı içinde,
kısa zamanda kolayca, her boyutu ile ve bütün açıklığı ile belli olmaz. Bu
derinliği o insanın hayatının bütününe baktığımız zaman fark edebiliriz.
Hasan
Âli Yücel, yeniliklere açık kafası, insanlara dönük yüreğiyle ve Mevlânâ’nın
gönül dünyasına inen kökleriyle bir düşünce ve bir gönül adamıdır. M. Rauf
İnan’ın 26.02.1972 tarihli Milliyetteki yazısında dediği gibi:
“Konfuçyüs, Buda, Sadi,
Hayyam, Hafız, Türk divan edebiyatçıları, Fecr-i Âticileri, Servet-i
Fûnûncuları, Mevlânâ, Goethe, Voltaire, Rousseau, Kant, Shakespeare, Sadullah
Ağa, Dede Efendi, İtri, Beethoven, Mozart, Wagner, Rodin, Sinan, Da Winci onun
ruhundaki derinlik aleminde bir arada yaşarlardı.”[2]
İşte
bu yüzden Yaşar Nabi ondan bahsederken “Aklıyla Batı’da, gönlüyle Doğu’da olan
bir düşünce adamı.” der.[3]
Hasan
Âli Yücel’in şahsiyeti derinlemesine gelişmiş bir Doğu-Batı sentezi halinde kendini
açığa vuruyordu. Bu özelliğini siyasal yaşantısında çok iyi kullandı. Devlet
görevini yerine getirirken inandıklarını ve düşündüklerini uygulamaya koydu. Bu
yüzden, siyasal yaşantısında büyük saldırılara, haksız suçlamalara ve
karalamalara maruz kaldı. Onun duygu ve düşünce dünyasıyla bağdaşması mümkün
olmayan birçok felsefi ve politik doktrinle nitelendirilmeye başlandı. Bir
takım anlayışsızlıklar içinde iftiralar yağmuruna tutuldu. Çeşitli izmlerle
damgalanmıştı. Komünist, faşist, sosyalist, anti-nasyonalist gibi...
Bu
nedenle, Hasan Âli Yücel anlaşılmamış veya yanlış anlaşılmış bir düşünürdü.
Oysa o, hiçbir zaman için kendi gök kubbesinden uzaklaşmamıştı. Çocukluğunu
geçirdiği Mevlevîhanelerden aldığı tesirler onun ruh dünyasında derin etkiler
meydana getirmiş, mânâ iklimine kanat açtırmıştı. Özellikle Mevlânâ onun için,
her daim bir feyiz kaynağıydı. Onu mânâ iklimine çağıranları derinlemesine
yaşıyor, onlardan aldığı feyizlerle ruhunun heykelini dikiyordu. Ancak sonradan
temasa geçtiği Batı düşüncesinden de beslenmeyi ihmal etmiyordu. Hasan Âli
Yücel, Filozoflar Ansiklopedisi için yazdığı yazıda bu bağlamda şöyle
diyordu:
İnsanlığı anlayabilmek,
insanı anlamakla başlar. Ansiklopediye girecek kadar iz bırakmış olanlar,
insanlık ağacının olgun yemişleridir. Onları tadarak, onların fikirlerinin zevk
ve hikmet suyunu içerek ruhlar ve zekâlar, kuvvet, hatta saâdet bulur. Sokrat nasıl
ve niye ölüme mahkum edilmiş; Aristotales niye memleketinden kovulmuş; bir
kısım İslam ve Hiristiyan filozofları neden kafirlikle suçlanmış; pek çokları
neden yoksul bir hayata razı ve mahkum olmuşlar, bunları hiç değilse açık ve
seçik birkaç sahife içinde bulup öğrenmek, feyizli bir uyanma örneği
kazanmaktır.[4]
Hasan
Âli Yücel’in yaşadığı dönem devletin her türlü tehlikelere maruz kaldığı, II.
Meşrutiyet’in ilan edildiği Balkan Savaşı yenilgisinin toplumsal ve ekonomik
yapıyı alt üst ettiği bir dönemdi. Batılılaşma sürecine hızlı bir biçimde
girmemizle birlikte din, bilim ve politika alanlarının birbirlerini
algılayışında yeni, alışılmadık durumlar ortaya çıkmıştı. Halkın kültürel
kimliği bu çetin şartlar altında oluşuyordu. Kimlik arayışının bütün şiddetiyle
hüküm sürdüğü o dönemde Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük söylemleri gündeme
gelmeye başladı. Hatta bazı yenilikçi aydınların millet anlayışında tartışma
yaratacak unsurlar vardı. Bu dönemde bu söylemlerin temsilcileri arasında
şiddetli tartışmalar meydana geliyordu.
Problemlerin
tam ortasında aktif bir eylem adamı olarak yaşayan Hasan Âli Yücel, o dönemdeki
fikrî tartışmalarda etkili olan bir şahsiyettir. O, din adına yapılan bazı
eylemlere ve söylenen sözlere bazı açılardan tepki göstermiş ve bunu
eserlerinde dile getirmiştir. İnzivaya dönük din anlayışının karşısında olan
Hasan Âli Yücel, gelişim ve değişimin getirdiği yeni yaşama koşullarıyla uyum
içinde olan eyleme yönelik bir din anlayışını benimsemektedir. Bu yüzden aklın
ve kalbin izdivacını sağlamak Yücel’in hem hayat programı hem de kavgası
olacaktır. Hasan Âli Yücel, bir anlamda dinin rasyonalizasyonunu
gerçekleştirmeye çalışıyordu. Hasan Âli Yücel insanlığın ortak mirasını Şarktan
ve Garptan en seçkin örnekleriyle sentetik bir yapıya dönüştürme çabası içinde
olmuştur. Yeni bir devletin kurulduğu ve şekillendiği dönemde görüşleri,
yenilik taraftarı birçok kişi tarafından da tepkiyle karşılanmıştır. Oysa Hasan
Âli Yücel, din ve yenileşmeyi birbirine zıd görmüyordu. Peyami Safa’nın Hasan Âli
Yücel’le olan anısını anlattığı yazısı bunu açıkça ortaya koymaktadır. Peyami
Safa, dinin ilerlemeye engel olup olmadığı konusunda iki başyazarla aralarında
çıkan tartışmaya Hasan Âli Yücel’in hakemlik yaptığını ve şu hükmü verdiğini
söylüyor:
Gerilemeye niyeti olan
milletler için din bir gerileme amîlidir, ilerlemeye niyetli milletler için de
ilerleme amîli. Bir İslam medeniyeti vardır ve sadece Arap medeniyeti değildir.
Bütün bir çağı kaplamıştır. İçinde Türklerin, Farsların, Hintlerin ve öteki
kavimlerin payı çoktur. Büyük medeniyetlerden biridir, geri değildir.[5]
Nitekim
Peyami Safa, aynı yazıda Hasan Âli Yücel’i alaturka davranışlı, Doğu zevk ve
adetlerine bağlı, dinî inançlara sahip bir ruh adamı olarak tanımlar.[6]
Aslında
Hasan Âli Yücel’in Allah Bir adlı tevhid kitabı da bunun en açık
göstergesidir. Hasan Âli Yücel bu eserinde İslamî tevhid anlayışını ortaya
koymaktadır. Eser, Allah’ın sıfatlarından, isimlerinden ve fiillerinden
bahseder. Şiirsel bir dille inandığı gerçekleri terennüm eder.
Vahdet,
fitri bir anlayıştır;
Esmayı
teker teker sayıştır:
Kayyum
u Kadir, Hayy u Cebbar,
Hadi
vü Müdil, Rahim ü Kahhar,
Saymakla
tükenmez adların var,
Her ismin açar zekaya
esrar.[7]
Aynı
zamanda Hasan Âli Yücel, Felsefe Dersleri adlı kitabında, pozitivizmin
insanın kendisi ve diğer varlıklarla ilişkisi ve Tanrı-İnsan ilişkisi konusunda
bıraktığı boşluğu dile getirirken şöyle diyordu:
Pozitivizm,
bildiğimizin, bilim sıfatı ve haysiyeti kazanabilmesi için nasıl bir araştırma
ve bulma yolu tutması gerektiğini göstermekle isabetlidir. Fakat insanın kendi
kendisini doğrudan doğruya bilmesi ve kendi şuurunda olan değişmeleri kavraması
bakımından doyurucu olamamıştır. Beş duyumuzun bize kazandırdığı denemelerden
başka bir tecrübe imkanı olup olmadığı meselesi, Pozitivizmin dışında
halledilmemiş olarak kalmıştır... Şöyle bir soruyu Pozitivizm
cevaplandırmamıştır: İnsan, kendisini anlamaya çalıştığı sırada acaba, gerek
zihin, gerek dıştaki varlığın özü ve dayanağı demek olan Mutlak hakkında hiçbir
şey idrak etmiyor mu?[8]
Buna
rağmen, Hasan Âli Yücel, batılılaşma yolundaki çabası yüzünden sert tepkilerle
karşılaşmış, ona dinî düşünceleriyle bağdaşması mümkün olmayan sıfatlar
yapıştırılmaya çalışılmıştır. Son yazısında Hasan Âli Yücel, bütün bunları
anlatmak istercesine şöyle demişti:
Garba
yönelme fikirden korkuyu kaldırmakla başlar. Dikkat ediniz, fikirden korkanlar,
kuvvete sarılırlar. Kalem ve ağız onlara yetmez. Ya sizi, günahla tehdit
ederler; yahut kendilerine benzemeyenleri, gününe göre karalayıcı bir sıfatla
umumi efkâr önünde lekelemeye kalkarlar. Niçin mi diyeceksiniz; oğlunu öldüren
baba veya babasını öldüren evlat niçin bunları yapıyorsa bu menfi aydın
davranışı da aynı cinsten bir harekettir. Bu hareketler, bütün bir toplumu
ilerlemeden alıkoymak isteyenlerde mahdut kalmaya mahkumdurlar. Çare, Fikret’in
dediğidir: “Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin. Üzülmemeli; Çünkü hak
yolunda yalnız kalındığı görülmemiştir.[9]
O
hayatı boyunca hak bildiği yolda yalnız ilerledi. İcraatlarına devam etti.
Çalışma programı, hizmetleri ve başarıları arasında Eğitim Şuraları, Köy
Eğitimi, Köy Enstitüleri, İlköğretim Seferberliği, Teknik Okullar, Kalfa
Okulları, Sanat Enstitüleri, Teknik Öğretim Seferberliği, okul kitapları, basın
kongresi, ansiklopediler, klasiklerin tercümeleri, vesikalar, dergiler pek çok
çeşitli yayınlar, güzel sanatlar, tiyatrolar, hatta operalar, oratoryolar,
konservatuvar, sergiler, müzeler, kitaplıklar, kültür seferberliği, üniversite
özerkliği, köyde yetişen yazarlar, düşünürler, ulusal bilinç alanında çıkan
binlerle, onbinlerle köy genci, bütün varlığı ile köküne bağlı köy aydını ve
sonrakilere açılan yollar sayılabilir.[10]
Özellikle
köy enstitüleri icraatını, klasikleri çevirme işine girişmesini şiddetle
eleştirenler vardı. Yaptığı bu işler yüzünden onu kominist yetiştirmekle ve
dinsizlikle suçlamışlardır. Hatta bu sebeple hakkında davalar bile açılmıştı.
Sonuç itibariyle davalar Hasan Âli Yücel’in lehine sonuçlanmış ve temize
çıkmıştı. Nitekim, zaman en iyi yargıçtır. Ölümü üzerinden yıllar geçmesine
rağmen onun çağdaşlaşma yolunda attığı adımlar hala konuşulmaya devam
etmektedir. Yücel’i anlayabilmek için onun çalışmalarını akıl ölçülerinde
değerlendirmek gerekir. Hasan Âli Yücel hakkında yapılan çalışmalardan A. M.
Celal ŞENGÖR’ün Hasan Âli Yücel ve Türk Aydınlanması adlı çalışması
Hasan Âli Yücel’in coşkuyla yönettiği aydınlanma hareketinin hangi bilim
felsefesi temeline dayandığını irdelemektedir. Bu çalışma bize Hasan Âli
Yücel’in felsefi anlayışı hakkında bilgi vermekte ve onu anlamamıza yardımcı
olmaktadır. Öte yandan Ahmet Güner Sayar’ın Hasan Âli Yücel’in Tasavvufi
Dünyası ve Mevlevîliği adlı çalışması bizi Hasan Âli Yücel’in tasavvufi
dünyasında yolculuğa çıkarmakta ve onun ruh dünyası hakkında bizi
aydınlatmaktadır. Hasan Âli Yücel’in akıl ve kalp izdivacını nasıl sağladığını
anlamak için bu iki eseri bir arada okumak gerekir. Ancak, bu şekilde Hasan Âli
Yücel’i anlama noktasında bir adım atmış oluruz. Hasan Âli Yücel’in rasyonel ve
irrasyonel alandaki yaşamı, bizi onun zıtlıklardan uyum yaratma mücadelesine
götürecektir.
Hasan
Âli Yücel’in düşünürlüğü değişik açılardan incelenebilir. Şair olarak, yazar
olarak, felsefeci olarak, politikacı olarak, eğitimci olarak, gönül adamı
olarak... Ben çalışma konusu olarak onun din ve Tanrı anlayışını seçtim.
Nitekim Hasan Âli Yücel üzerine inceleyeceğimiz hususta bugüne kadar bir
araştırma yapılmamıştır. Onun hakkında yapılan araştırmalar ve yazılan
yazılarda Yücel’in din ve Tanrı düşüncesi üzerine pek fazla durulmamıştır.
Ölümünden sonra herkes onu kendi sahip olduğu görüşler doğrultusunda bir
değerlendirmeye tabi tutmuş, hem dindar ve milliyetçi, hem de genel anlamda
sosyal demokratlar tarafından farklı şekillerde değerlendirilmiştir.
Hasan
Âli Yücel, sağlığında dahi yaylım ateşi arasında kalmış olacak ki İyi
Vatandaş İyi İnsan adlı eserinde anlaşılmadığını daha doğrusu yanlış
anlaşıldığını söyleyerek
11
serzenişte
bulunmuştur.
Çalışmamızın
amacı, Allah Bir, İyi Vatandaş İyi İnsan, Hürriyet Gene Hürriyet, Hürriyete
Doğru, Davam gibi birçok eserinde din, kültür, yenileşme ve felsefe
hakkındaki düşüncelerini dile getiren Yücel’in din ve Tanrı konusundaki
görüşlerini tespit etmek ve mümkün olduğunca tarafsız bir şekilde ortaya
koymaktır.
Düşünce
ve inançlar tarihi boyunca başlangıçtan günümüz toplumlarına değin her dinin
getirdiği, “objektif” bir Tanrı tasavvuru yanında her insanın yine de kendine
mahsus yani “sübjektif” bir Tanrı tasavvurunun olması ayrı bir gerçeklik olarak
ortaya
12
İslam
düşünce tarihinde de, birçok İslam düşünürünün Tanrı konusunda sahip oldukları
özel görüşler, prensip itibariyle aynı kökten geldiği halde, her birinin
ulaştığı sonuçlar farklı olmuştur. Ancak bu düşünsel şemalar tasavvufi, selefi,
kelamı, felsefi mektepler ve her bir mektebin kendi içerisindeki farklı ifade
biçimleri Tanrı’yı çeşitli yönlerden düşünebilmemizi, tasavvur edebilmemizi
mümkün kılmaktadır.[13]
İslam’da
Rönesans’ın, yani uyanışın ilk şartı yüzyıllardan beri üstat otoriteleriyle perçinlenen
nasların bir tarafa atılarak aklın alemi kavrayan iktidarı ile bütün
meselelerin ve bütün görüşlerin serbest tenkit ve münakaşa konusu yapılmasıdır.
Bunu yapacak olan, şüphe yok ki ilimlerle felsefenin günümüze gelinceye kadar
bileyip incelterek bize sunduğu ilim ve felsefe zihniyetidir.[14]
Çalışmamızda
Hasan Âli Yücel’in, Tanrı’nın varlığını nasıl temellendirdiğini, Tanrı’nın
sıfatları, Tanrı-âlem ilişkisi ve Tanrı-insan ilişkisi konularındaki
görüşlerinin yanı sıra din kavramından ne anladığını, dinin bireysel ve
toplumsal boyutları hususunda hangi düşüncelere sahip olduğunu felsefi bir
zeminde inceleyeceğiz. Yücel’in din ve Tanrı anlayışının fikri uzanımlarını
tespit ederek bunların felsefî ve dinî boyutlarına dikkat çekmeye çalışacağız.
Bizim
bu çalışmamızın Hasan Âli Yücel’in dini kimliğini ortaya koyması açısından onu
anlama noktasında yardımcı olacağı inancı içerisindeyiz. Böylelikle şunu
anlayacağız ki Hasan Âli Yücel’in kişiliğinde ve yazdıklarında dine karşı bir
soğukluk yoktur. Teistik bir görüşe sahip olmakla birlikte din konusunda
yenilikçi samimi bir müslümandır. Hasan Âli Yücel’in tavır aldığı şeyin din
değil din adına yapılan bazı hareketler olduğunu görüyoruz. Nitekim Hasan Âli
Yücel’in derdi insanları inzivaya dönük dini hayattan ve irrasyonel çizgilerden
kurtarmak, onları gönül dindarlığı ile dünyaya döndürmektir. Hasan Âli Yücel,
Tanrı-İnsan ilişkisini Mevlânâ’dan yola çıkarak gönüle dayalı bir anlayışla
ortaya koymaktadır. Bunu yaparken de asla gerçeklikten kopmamış içinde bulunduğumuz
dünya içinde çalışmamız gerektiğini önemle belirtmiştir.
Biz Hakka aşıkız,
dilediğimiz hak
Doyurmaz âhirette saâdet
ummak,
Dileriz dünyada kurulsun
uçmak
Bu yolun ümmetsiz
peygamberiyiz. 15
Bunun
yanında Hasan Âli Yücel milli eğitim bakanı olduğu dönemde din konusunda
giriştiği reform hareketlerinde milli düşünceden yola çıkıyordu. İslamiyetin
milliyet dışı bir din sayılmaması gerektiğini belirtiyor ve İslam camiasına
girmiş her milletin dilini, geleneklerini muhafazada bu din tarafından serbest
bırakıldığını ifade ediyordu. Bu yüzden Hasan Âli Yücel Cumhuriyetin daha ilk
zamanlarında Arapça’yı, Farsça’yı kaldırmasını kültür anlayışındaki
milliyetçiliğin tecellilerinden biri olarak görüyordu. Bu inanç içerisinde
Türkçe ibadet konusunda bazı fikirler ileri sürmüştür. Çalışmamızda bu fikrin
dayanaklarını da ortaya koymaya çalışacağız. İnanıyoruz ki bu çalışma Hasan Âli
Yücel’in Din ve Tanrı konusundaki fikri boyutlarını kavramamız açısından bize
yardımcı olacaktır.
A. Hasan Âli Yücel’in Yaşadığı Dönemde Fikri Ortam
1897’de
doğan Hasan Âli Yücel ilk çocukluk yıllarında Mevlevî kültürün, dinî kuralların
ve geleneklerin çok etkin olduğu bir sosyal çevre içinde yetişir.[15] [16] Böyle bir
ortamda yetişmesi onun dinsel ve mistik yapısında etkili olacaktır. Hasan Âli
Yücel’in Mevlâna’ya olan derin bağlılığı, ailece yaptıkları Mevlevîhane
ziyaretleriyle başlar. Burada izlediği mistik makam ve fasıllar, dönüş
törenleri onda Mevlevî ruhun oluşmasını sağlar. Diğer yandan da 11 yaşındayken
tarihî gelişmelere tanık olur. 1908’de Meşrutiyetin ilanı Hasan Âli Yücel’i
derinden etkiler. Hasan Âli’nin bu sıralarda Mektebi Osmanî’de ezberlediği ve
sokakta duyduğu hürriyet şiirleri, şarkı ve marşları onun belleğinde derin
izler bırakır.[17]
O
günlerde patlayan Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı onun olaylara
milliyetçi bir anlayışla yaklaşmasına zemin hazırlar. Aydınların korkunç
çukurdan çıkmak için ortaya attığı fikirleri gazetelerden, kitaplardan,
dergilerden takip etmeye başlar. Hasan Âli Yücel artık çok okuyan ve ülkenin
geleceği ile ilgili düşünen bir aydın olma hazırlığı içerisindedir.
O
günün havasını ve Hasan Âli Yücel’in durumunu A. Hamdi Tanpınar '“Hasan Âli
Yücel’e
Dair Hatıralar ve Düşünceler” adlı
kitabında şöyle açıklar:
İstiklâl Savaşı
İstanbul’da yaşayanların hayatını bir iç harbi haline getirmişti. Bu iç harbi
sadece milli davaya ihanet edenlerle, onu benimseyenler arasında olmuyordu.
Olmak ve olmamak davasını yaşayan her toplumda olduğu gibi bizde de insan kendi
içinde bölünmüştü. Değer verdiğimiz o bütünlük çökmüştü. Hiç olmazsa sistemin
yeni merkezler etrafında toplanması gerekiyordu. Bunun için de bir takım
prensiplere, bir takım ufuklara veda etmek icap ediyordu.
Bu iç âlem mücadelesini,
Ziya Gökalp’in aramızda peydahlanması ve edebiyat fakültesinin, bilhassa
Birinci Dünya Harbi içinde tam kadro halinde teşekkülüyle hızlanan felsefi
tecessüs daha keskinleştiriyordu. Başta Durkheimci feylesof olmak üzere birkaç
cezbeli hoca Mustafa Şekip Tunç, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Mehmet Emin Erişirgil,
bitmez tükenmez bir erüdisyonu (derin bilgiyi) her ağız açışında etrafına saçan
o müphem zikzaklı fakat alabildiğine sevimli, hoşsohbet, ıttıratsız Rıza Tevfik
durmadan bu tecessüsü besliyordu. Ben yüksek Muallim’e girdiğim zaman eski
arkadaşlarımızı Durkheim ve Ziya Gökalp adına yemin eder halde bulmuştum. Sonra
Rıza Tevfik’in ve bilhassa Dergah’ta Şekip’in çalışmaları ile
. zDurkheim, Bergson’un
karşısında geriledi. Her cins sanatkâr gibi mücerret fikirden pek hoşlanmayan,
realite üzerinde kendi sezişiyle düşünmeyi tercih eden Yahya Kemal bir gün
Şekip Bey’e “Şekip biz hepimiz artık Bergsoncuyuz” demişti, Bu, biraz da yarı
şaka olarak söylenmiş bir sözdü. Fakat bir hakikati ifade ediyordu. Bergson
bize sadece felsefesini nakleden hocalarla gelmiyordu.
Her büyük feylosofun
etrafında yetişen muharirlerin edebiyatımıza yaptıkları tesirle de
edebiyatımıza girmişti. Bununla beraber Durkheim ve Bergson yalnız başına
değildiler.
T. Ribat’nun, Spencer’in,
William James ve Stuart Mill’in, Kant ve Schopenhauer’in isimleri adeta
yaşadığımız havada birbiriyle çatışıyordu. Bugün şüphesiz ki, feylosofların ve
fikirlerin etrafında o ateş yok. Felsefe, yatağını bulmuş bir nehir gibi kendi
aleminde akıyor. Âli bütün bu münakaşalara iştirak eder; fakat garip bir
şekilde mücerretten kaçardı. O zamanlar ben bunu akl-ı selime yormuştum. Fakat
sonuna doğru mantık ve ahlâka doğru kaydığını sezer gibi oldum. Hakikaten
aksiyon adamı olmaya hazırlanıyormuş.[18]
Bergsonizm
sistemli olarak 1905’te Pozitivizm ve mekanik evrimcilik akımına tepki halinde
ilk defa bir genç profesör ve yazar zümresi tarafından savunulmaya başlandı. Bu
zümre Dergah dergisini çıkardı. Bu bağlamda Dergahsın
Bergsonculuğu Hasan Âli Yücel’in kendi gök kubbesinden uzaklaşmadan gönlü ve
aklı uzlaştırma çabasına katkı sağlamıştır. Hasan Âli Yücel için Mustafa Şekip
Tunç’un rolü bu yüzden çok önemliydi.
Onu (Henri Bergson’u)
memleketimizde tanıtan ve fikirlerini yayan Profesör Mustafa Sekip Tunç
olmuştur. Bilhassa mütareke devresinde bu felsefe Türk gençliğine ümit ve iman
getirmiştir.[19]
Hasan Âli Yücel, Bergson’un metafiziğe bakış açısını
benimsemiş gibidir.
Metafizikte bilme
vasıtası sezgidir. Entüisyon, öyle bir ısınma ve ilgi duymadır ki, bununla
ruhun derinliklerine girebiliriz. Sezgi vasıtasız şuur ve idraktir. Eşyaya,
bakar bakmaz renkleri görüşümüz gibi, asıl varlığıyla birden ve doğrudan
doğruya görüştür. Bir metafizik deneydir. Duyular için varılamaz iki realite
vardır: İç hayatımız ve Allah, Sezgi, bizi bunlara doğrudan doğruya temas
ettirir.[20]
Ve Bergson’un metafiziğini gönül insanlarının mistik
tecrübeleriyle eş tutar.
Henry Bergson için
Metafizik deney, Mevlânâ gibi, Yunus gibi, Pascal gibi büyük mistiklerin
tecrübesine bağlanır.[21]
Gençliği
tam bir intikal devresine rastlayan Hasan Âli Yücel, o dönemin diğer aydınları
gibi kültürel bakımdan gelişimini kendi çabasıyla gerçekleştirmeye çalışmıştır.
Çünkü devletin ekonomisi çökmüş durumdadır ve eğitim faaliyetleri düzensizdir.
Buna rağmen, Hasan Âli Yücel felsefe, sanat, bilim ve din alanında kendini
geliştirmiş, öyle ki bu alanlarda eser verebilecek duruma dahi gelebilmiştir.
Yetişme çağında duyduğu eksiklikleri, imkânsızlıkları giderebilecek konuma
geldiğinde ise hemen harekete geçmiştir. Meselâ dil ve tercüme meselesinde
ısrarının sebebi gençliğinde bu konuda sıkıntılar yaşamasıydı. A. Hamdi
Tanpınar’ın dediği gibi, Hasan Âli Yücel teessürlerini unutmayan adamdı.[22]
B. Hasan Âli Yücel’in Hayatı ve Eserleri
Hasan
Âli Yücel 17 Aralık 1897’de İstanbul’da doğmuştur.[23] Dedesi Paşa Nazırı Hasan Âli
Efendi, babası da Maliye Memuru, Posta ve Telgraf Müfettişi Ali Rıza Bey’dir.[24] Anne
tarafından büyük babası olan Ali Bey, Tekirdağlıdır.[25]Ali Bey 1890’da bir facia
halinde batan Ertuğrul yatında boğulan süvarilerdendi.[26]
Hasan
Âli Yücel dört yaşındayken 1901’de Yolgeçen mektebine başlar. Hocası İsmail
Efendi’dir. Yolgeçen mektebinde Arapça metinler okur. Hasan Âli Yücel o günleri
anlatırken şöyle der: “Bir taraftan öğretme usûlünün ibtidailiği, diğer
taraftan ne yaptığımızı ve okuduğumuzu hiç bir suretle bilemeyişimiz küçük
yaşta zekamızı ezmek, şuurumuzu karartmak için kafi sebeplerdi.”[27]
Ailesi
Hasan Âli Yücel’i zaman zaman Topkapı dışında Merkezefendi yakınındaki
Mevlevihane’ye götürürdü. Orada gece yatısına kalınırdı. Hasan Âli Yücel
tekkeyi herkesin hareketi ölçülü ve sakin olduğu, kimsenin kimseyle fazla
konuşmadığı, içinde çocuğun ve erginin rahat nefes alabileceği bir yer olduğu
için severdi.[28]
Hasan
Âli Yücel ve ailesi Gümüşsuyu denilen semtte yaptırılan köşke taşınır.[29] Köşk
Mevlevîhâne Şeyhi Mehmed Celaleddin Dede Efendi’nin Sayfiyesine yakındır. Bu da
Hasan Âli Yücel’in “hübaba” dediği Celal efendiye gidip gelişlerini
kolaylaştırır.[30] Onunla
kurduğu ilişki Hasan Âli Yücel’in kişiliğinin oluşumunda önemli rol oynar.
Gümüşsuyuna
alışmaya çalışırken babası Hasan Âli Yücel’i onun “taş mektep” dediği yere
götürür. Orada Kur’an okurlardı.[31] 1906 yılında
dokuz yaşındaki Hasan Âli Yücel, Mektebi Osmanî’ye gönderilir. Mektebi
Osmanî’yi Hasan Âli Yücel sınıftaki kara tahtasıyla duvarlarındaki
haritalarıyla, sıralarıyla, resimli kitaplarıyla çok sevmiştir. Mektebi Osmanî
paralıdır. Her ders ayrı bir hoca tarafından okutulmaktadır. Hasan Âli Yücel
başarılı bir öğrencidir. Hasan Âli Yücel başarısından dolayı kitapla
ödüllendirilen öğrenciler arasında yerini alır.[32]
Hasan
Âli Yücel Mektebi Osmanî’nin son sınıfında iken 24 Temmuz 1908’de Meşrutiyetin
ilanına tanık olur. Meşrutiyetin ilanı İstanbul’un havasını değiştirir.
Hürriyet kelimesi dilden dile dolaşmaya başlar. Hasan Âli Yücel hürriyet ve
istibdat
kelimelerinin anlamını bilmemekle beraber büyük bir olayın
gerçekleştiğinin farkındadır. Hasan Âli Yücel Mevlevîhânede Nutku Ağabey’inden
hürriyetin ve meşrutiyetin ne demek olduğunu öğrenir. Artık bu kelimelerin
ihtiva ettiği anlamları anlamaktadır. İttihat ve Terakki’ye sevgi duymaya
başlar. Her tarafta hürriyet şiirleri, şarkıları ve marşları okunmaktadır.
Hürriyetin Hasan Âli Yücel’in çocukluk ir* hafızasındaki
yankıları bunlar olacaktır.
Hasan
Âli Yücel Mektebi Osmanî’yi “Âliyyulâlâyla (En Üstün Dereceyle)” bitirir.
Rüşdiye Şahadetnamesini alır. Meşrutiyetin ilanından bir yıl sonra Hasan Âli
Yücel oturdukları yere yakın olan Vefa İdadisine yazılır.[33] [34]
Vefa
İdadisi’nde okurken Balkan bozgununa tanık olur. Bu dönemde içine düşürülen bu
korkunç çukurdan çıkmak için değişik dergilerde kurtuluş konusunda yazılan
makaleleri ve gazeteleri gece sabaha kadar gaz lambasının ışığında durmadan
okur, Japonya’nın kalkınmasına dair okuduğu küçük bir kitapla öğretim
seferberliğinin önemine gönülden inanmaya başlar.[35]
Balkan
savaşının kendisinde bıraktığı izlenimleri “İntikam Olsun” başlığı altında
yazıp Mektepli dergisinin açtığı yarışmaya katılır. Bu yazısı 17 Ekim
1913’te yayımlanır.[36] Vefa
İdadisi’ndeyken hocalarından biri olan Necmeddin Sadak’tan etkilenir. Ziya
Gökalp gibi Durkheim sosyolojisine bağlı[37] bu adamın teşvikiyle günlük
gazetelerde ilk yazısı olan “Mehdi Gelecek Mi?” yazısı yayımlanır. Seneler
sonra yine Necmeddin Sadak’ın teşvikiyle Pazartesi Konuşmaları’nı
yazmaya başlar. 1938 sonunda Bakan 38 oluncaya kadar bu yazıları aksamadan
devam eder.[38] [39]
Hasan
Âli Yücel Vefa İdadisi’nin son sınıfındayken mektep lise olur. Hasan Âli Yücel
39 lise kısmının son sınıfındayken harbi umumi gelip çatar ve askere alınır.
Üç
buçuk yıl süren bu hizmet döneminden sonra 2 Aralık 1918’de ordudan terhis
olur.[40] Birinci
Dünya Savaşı’ndan sonra, Darül Funun’daki eğitimini tamamlama olanağı çıkar.
Ardından 1918’de önce Hukuk Fakültesi’ne yazılır. Ancak, onun hukuk tahsili çok
kısa sürer. Edebiyat Fakültesi’nin felsefe şubesine geçer ve Darulmuallimîn-i
Âliyye’nin öğrenci kadrosuna katılır.[41]
Artık
Darulmuallimîn-i Âliye’nin (Yüksek Öğretmen Okulu) öğrencisi durumundadır.
Hasan Âli Yücel kendisini Edebiyat Fakültesi çevresinde oluşan düşünce
tartışmaları içinde bulur. Mustafa Sekip Tunç, İsmail Hakkı Baltacıoğlu ve
Mehmet Emin Erişirgil’in H. Bergson merkezli denebilecek tartışmalarını izler.
Bu tartışmalarda sık sık A. Schopenhauer, J. Stuart Mill, H. Spencer, W. James
gibi düşünürlerin fikirleri de ele alınmaktadır.[42] Hasan Âli Yücel bu ve benzeri
düşünürlerin fikirlerini kendi eserlerinden okuyamamanın sıkıntısını duymaya
başlar. Bu, onun ilerde Milli Eğitim Bakanı olduğunda dil ve tercüme
meselelerine önem vermesine sebep olacaktır.
Hasan
Âli Yücel, Darulmuallimîn-î Âliye’den Ruh ve Beden üzerine yaptığı tez
niteliğindeki otuz sayfalık bir çalışmasıyla 1921’de mezun olur.[43]
İstanbul
Edebiyat Fakültesi Felsefe şubesini yüksek öğretmen okulu öğrencisi olarak
bitiren Hasan Âli Yücel sırasıyla İzmir Öğretmen Okulu, Kuleli Lisesi, İstanbul
Erkek Lisesi ve Galatasaray Lisesi’nde felsefe ve edebiyat öğretmenliği yapar.[44] Daha sonra
Maarif Vekaleti Müfettişi olur. Yedi sene süren müfettişliği zamanında ki bunun
bir yılı Paris’te Fransız Maarif Teşkilatını tetkikle geçmiştir- talim
neşriyatı ve eserleri ile mesleğinin hakkını veren uyanık ve aydın bir insan
olmak vasfını kazanır. Ankara Gazi Enstitüsü Müdürlüğü’nde bir müddet
bulunduktan sonra Orta Öğretim Genel Müdürlüğü’ne atanır. İzmir milletvekili
oluncaya kadar da bu görevde kalır.[45]
Hasan
Âli Yücel 1938 yılında Celal Bayar’ın Başbakan olduğu kabinede Maarif Vekili
olur. Bu dönemde Cumhuriyet tarihîmizin eğitimde ikinci reform hareketleri
başlar. Hasan Âli Yücel 5 Ağustos 1946’da 7 yıl 7 ay sürdürdüğü Milli Eğitim
Bakanlığı görevinden istifa eder ve Milletvekili olarak görevini sürdürür.
Partinin gidişatını beğenmeyen Hasan Âli Yücel, bir süre sonra üyesi olduğu
partiden ayrılarak politik yaşamını noktalar.[46] [47] Hasan Âli Yücel 26 Şubat 1961
sabahı İstanbul’ da kendisini uzun 47
zamandır
rahatsız eden enfaktüs nedeniyle vefat eder.
Hasan
Ali Yücel’in eserleri şunlardır:
1)
Felsefe Elifbası-Ruhiyat
(birinci baskısı, eski harflerle 1923), Ruhiyat Alfabesi, Ahmet Halit
Kitaphanesi, 1930.
2)
Suri ve Tatbiki Mantık, Lise kitapları, İstanbul Milli Matbaası, 1926.
3)
Türk Edebiyatı Numuneleri, 1. Cilt, (Hıfzı Tevfik Gönensay ve İhsan Hamâmızade Hamâmi
ile birlikte hazırlanmıştır) Milli Matbaa, 1926.
4)
Sanat Musahabeleri
(eski harflerle), İstanbul Devlet Matbası, 1928, (Çeviri).
5)
Tevfik Fikret: Tarihî Kadim-Doksan Beşe Doğru (İlk baskı eski harflerle, 1905) İkinci baskı, İstanbul
1928 (yeni harflerle). Yayına hazırlayan: Hasan Âli Yücel.
6)
Goethe: Bir Dehanın Romanı, Remzi Kitabevi, İstanbul 1932.
7)
Mevlânâ’nınRubaileri,
Remzi Kitaphanesi, İstanbul 1932, (çeviri).
8)
Türk Edebiyatına Toplu Bir Bakış, Birinci Kitap, Remzi Kitaphanesi, İstanbul 1932.
9)
Askerlik ve idare için Istılah Olabilecek Türkçe Sözler, Ahmet (Caferoğlu) ile birlikte yazılmıştır, Maarif
Vekâleti Basımevi, Ankara 1933.
10)
Askerlik, İdare ve Siyaset İçin Istılah Olabilecek Türkçe
Sözler, Ragıp Hulusi (Özden) ile
birlikte yazılmıştır, Maarif Vekâleti Basımevi, Ankara 1933.
11)
Askerlik, İdare ve Siyaset İçin Istılah Olabilecek Türkçe
Sözler, Maarif Vekâleti Basımevi, Ankara
1933.
12)
Dönen Ses, (Şiir),
Remzi Kitaphanesi, İstanbul 1933.
13)
Türk Edebiyatı,
Abdulkadir İnan ile birlikte yazılmış, Başvekâlet Müfredat Basımevi, Ankara
1934.
14)
Türk Edebiyatı,
Abdulkadir İnan ile birlikte yazılmış, Devlet Basımevi, İstanbul 1934.
15)
Fransa Maarif Teşkilatında Müfettişler, Devlet Basımevi, İstanbul 1934.
16)
Fransa’da Kültür işleri, Devlet Basımevi, İstanbul 1936.
17)
Bir Türk Hekimi ve Tıbba Dair Manzum Bir Eseri (Faksimile ile birlikte), Devlet Basımevi, İstanbul 1937.
18)
Fazıl Ahmet: Hayatı ve Eserleri, Cumhuriyet Kitaphanesi, İstanbul 1937.
19)
Sizin İçin: Çocuklara Şiirlerim, Ülkü Basımevi, İstanbul 1937.
20)
İçten -Dıştan, Ulus
Basımevi, Ankara 1938.
21)
Türkiye ’de Ortaöğretim,
Devlet Basımevi, İstanbul 1938. Yeni baskısı 1994.
22)
Ebedi Şef, Maarif
Basımevi, İstanbul 1939.
23)
Dr.Refik Saydam / Hasan -Âli Yücel, Birinci Türk Neşriyat Kongresi’nin
açılışında Sayın Başvekil ile Maarif Vekili tarafından söylenen nutuklar,
Devlet Basımevi, İstanbul 1939.
24)
Maarif Vekili Hasan Âli Yücel’in 1939 Maarif Şurasını Açış
Nutku, Maarif Matbaası, İstanbul 1939.
25)
Sizin İçin, Maarif
Matbası,1942.
26)
Mantık, 2. Fasikül,
Maarif Basımevi, Ankara 1942,1943, 4.fasikül, Milli Eğitim Basımevi, Ankara
1946.
27)
Şükrü Saraçoğlu / Hasan Âli Yücel, 1943 Maarif Şurası Açılış Töreninde Sayın Başvekilimiz Şükrü
Saraçoğlu’nun ve Sayın Maarif Vekilimiz Hasan Âli Yücel’in Nutukları, Maarif
Basımevi, Ankara 1943.
28)
Sayın Maarif Vekili Hasan Âli Yücel’in Fen Fakültesi Temel
Atma Törenindeki Söylevi ve Üçüncü İç Hastalıkları Kliniği Açış Söylevi, Kenan Basımevi, İstanbul 1943.
29)
İsmet İnönü / Hasan Âli Yücel, 19 Mayıs 1944, Gençlik ve Spor Bayramında Cumhurreisimiz
İsmet İnönü ve Maarif Vekilimiz Hasan Âli Yücel’in Söyledikleri Nutuklar, 1944.
30)
Üniversitemizin On birinci Ders Yılına Başlama Töreninde
Maarif Vekili Hasan Âli Yücel’in Söylevleri,
Kenan Basımevi, Zonguldak 1944.
31)
Zonguldak’ta Maarif Vekili Hasan Âli Yücel’in Söylevleri, Karaelmas Basımevi, Zonguldak 1944.
32)
Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ve Milli Eğitim Bakanlarının
Milli Eğitimle ilgili Söylev ve Demeçleri,
3 Cilt, Türk Devrim Tarihî Enstitüsü Yayınları, 6, Milli Eğitim Basımevi,
Ankara 1946.
33)
Bilimler Felsefesi: Mantık, M.E.B. Ankara 1947. (Yeni Baskılar 1948, 1949, 1950).
34)
Davam, Ulus
Basımevi, Ankara 1947.
35)
Hasan Âli Yücel ’in Açtığı Davalar ve Neticeleri, Ulus Basımevi, Ankara 1950.
36)
Mantık Dersleri,
Liselerin son sınıfları için, İstanbul 1952.
37)
Mevlânâ, Türk Tarih
Kurumu Basımevi, Ankara 1952.
38)
Felsefe Dersleri. Metafizik, Ahlâk, Estetik, Maarif Basımevi, İstanbul 1954.
39)
Yurttaşlık Bilgisi, 4.Sınıf Rakım Çalapala ile beraber yazılmıştır. Atlas Yayınevi,
İstanbul 1955.
40)
Hürriyete Doğru,
İnkılap Kitapevi, İstanbul 1955.
41)
İyi Vatandaş - İyi İnsan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Seri I, No: 2, Türk Tarih Kurumu
Basımevi 1956,(yeni baskıları:1962, 1971, 1993).
42)
Kıbrıs Mektupları, İş
Bankası Kültür Cep Kitapları, Sayı 5, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1957.
43)
Edebiyat Tarihîmizden I,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Seri 1, No: 6, Türk Tarih Kurumu Basımevi,
Ankara 1957.
44)
Katip Çelebi ve Keşf-el Zünûn (Katip Çelebi’den ayrı basım), Türk Tarih Kurumu Basımevi,
Ankara 1957.
45)
İngiltere Mektupları,
İş Bankası Cep Kitapları, Sayı: 8, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1958.
46)
Hürriyet Gene Hürriyet,
C.1, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Seri 1, No:14, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, Ankara 1960.
47)
Dinle Benden,
İnkılap Kitapevi, İstanbul 1960.
48)
Allah Bir, Türk Tarih
Kurumu Basımevi, Ankara 1961. (1948’de hazırladığı eseri Canan Eronat
tarafından yayına hazırlanmıştır.)
49)
Hürriyet Gene Hürriyet, C.II, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Türk Tarih
Kurumu Basımevi, Ankara 1966. (Canan Eronat tarafından yayına hazırlanmıştır.)
50)
Atatürk,
Hazırlayanlar: Salih Omurtak, Hasan Âli Yücel, İhsan Sungu, Enver Ziya Karal,
Faik Reşit Unat, Enver Sökmen, Uluğ İğdemir,1000 Temel Eser: 25, Milli Eğitim
Basımevi, İstanbul 1970.
51)
Kültür Üzerine Düşünceler, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları: 142, Edebiyat Dizisi
35, Ankara 1974, (Canan Eronat tarafından hazırlanmıştır.)
52)
Geçtiğim Günlerden,
İletişim Yayınları, İstanbul 1990, (Canan Eronat tarafından hazırlanmıştır.)
53)
Öğretmen - Öğrenci Köşesi, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları: 1791 Yayımlar Dairesi
Bşk. Türk Klasikleri Dizisi: 41, T.T.K. Basımevi, Ankara 1995 (Canan
Eronat tarafından hazırlanmıştır).
1. HASAN ÂLİ YÜCEL’İN DİN ANLAYIŞI
Hasan
Âli Yücel için din sosyal bir gerçekliktir. Dinsiz millet olmaz.[48] Çünkü insan
Allahsız olamaz ve onsuz yaşayamaz.[49] Allah her varlığın nefesidir.
İçeri alınan fakat dışarı verilmeyen bir nefes.[50] İşte bu yüzden Hasan Âli
Yücel, mensubu olduğu İslâm’ı aklın muhafazası ve gelişmesi için en şaşmaz
esasları koyan bir din olarak algılar.
Hasan
Âli Yücel için din, varlık muammasını çözmek için her yönden aramalara çıkan
beşer zekâsının bir parçacık olsun rahat nefes almak istediği yüce bir
sığınaktır.[51]
Hasan
Âli Yücel’e göre, insandaki merak ve tecessüs onu hiçbir zaman sarahatle
bilemeyeceği kudretlere çekip sürükler.[52] Dinleri ortaya çıkaran ruhi
kudret de meraktan gelir.[53] Sarih olarak
bilinemeyeceklerin diyarı “din”dir. Kudretlerin kudreti türlü isimlerle ifade
edilmiş “Allah ”tır.[54] Allah
bilmediklerimizin, bilemediklerimizin, daha doğrusu, bilemeyeceklerimizin
muhatabı büyük Var Edicidir.[55]
Hasan
Âli Yücel’e göre, din kulların Allah ile olan bağlarının nizamı olması
gerekirken yalnız İslâm aleminde değil; her devir ve iklimde çok kere dünyevi
ihtirasların doyurulmasında siyasi bir âlet olarak görülmüştür. Ona göre,
Osmanlı ulemasının para cezası veya hanedan kardeş, oğul katli gibi Kur’an’a,
sünnete ve umumiyetle İslâm ruhuna uymayan hareketleri caiz görmeleri, türlü
dünyevi sebeplerle dini kullanmaktan çekinmemeleri Müslümanlığı korkunç ve
ezici bir manzara içinde, bambaşka bir yüzle 57
ve
aslına uymaz olarak göstermiştir.
Hasan
Âli Yücel’e göre, din her şeyden önce bir idraktir, bir anlayıştır.[56] [57] Makul
olmayan hiçbir şey dinî değildir.[58] Çünkü Hasan
Âli Yücel için akıl Tanrı’nın ayetidir. Akıl kaldırıldığında insan için ne din,
ne bilim ne de siyaset kalır.[59] Müslümanlık
rahim, şefik ve âdil bir Allah’tandır. Akıl Allah’ın varlığına inanmak için bir
takım nazari delillere ihtiyaç duymaz. Akıl ve vicdan bu büyük kudreti doğuştan
kabul edilebilecek bir hakikat bilir. Onun için Müslümanlık, fıtri bir dindir.
Hiç kimseden bir şey duymadan ve öğrenmeden tek başına yaşamış bir ferdin
önünde ve sonunda varabileceği hakikati itikadın ve inancın direği olarak ilân
eder. Hasan Âli Yücel’e göre, bu kadar hür ve hürriyete, iradeye kıymet veren
bir dini günlük siyasetin âleti yapmaktan daha büyük bir günah olamaz. Bu, dine
iftira ve bühtanların en korkuncudur. Kulu Allah ile baş başa bırakan
Müslümanlığa en kötü tecavüz kulları Allah’tan ayırıcı teşebbüslerdir.[60] [61]
Hasan
Âli Yücel, Müslümanlıkta esas olanın fikir ve düşünce olduğunu önemle belirtir.
62 Bu sebeple Hasan Âli Yücel için öncelikle dini anlamak esastır.
Ona göre, imanın ilk şartı anlamaktır. İslamlık’ta Allah’ı ve Allah’tan
şaşmayan hakikatler getiren Resulü tanımaksızın dindar olunmaz. İlk âyetin
“Oku...” emri olması da okuyup anlamadan tahmin ile Müslümanlığın
yaşanamayacağını gösterir. Hasan Âli Yücel’e göre, din, yakîn ister. Kalb
tasdik, dil ikrâr etmedikçe iman doğamaz. Onun için imanın ilk şartı
anlamaktır. Bu sebeple anlamaktan mahrum olanlara din mükellefiyeti de
düşmemektedir.[62]
Hasan
Âli Yücel’e göre, Müslümanlığı güçlük, zamana uymamazlık, yerinden
kıpırdamazlık saymak Allah’a ve Resulüne karşı gelmektir. Tâhâ suresinde
belirtildiği gibi, Kur’an meşakkat olsun diye gönderilmemiştir. Bu yüzden Hasan
Âli Yücel bu büyük ve insan fıtratına uygun dini yanlış tesirlerle bütün
cihanın gidişine aykırı bir yola çekmeyi hazin ve korkunç bir sapıklık olarak
görür.[63]
Hasan
Âli Yücel’in eleştiriye tabi tuttuğu cihet din değildir. Din adına yapılan bazı
hareketler ve dinin siyasete alet edilmesidir. Bunu yazılarında görmek
mümkündür.
Bizi geri bırakıp
düşmanlarımızın önünde mağlup eden, Müslümanlık değil, İslamiyet’i anlamamış,
onun ruhundaki “kudret sahibi olma” esasını düşünemeyecek kadar cahil olan
ulema kisvesindeki echel politikacılardı.[64]
Hasan
Âli Yücel’in giriştiği reform hareketindeki tek amacı ise yeni hayata yeni
temeller koymaktı. Bu temelleri koyarken esas aldığı ölçü Atatürk ilke ve
inkılaplarıydı. Hasan Âli Yücel bu ilke ve inkılâpların devleti maddi ve manevi
anlamda ahenkli bir hale sokacağı inancındadır. Hasan Âli Yücel’in Atatürk ilke
ve inkılâplarını değerlendirmesi şöyledir:
Devlet inkılapçıdır, her
şeyi değiştirebilir diye yeniden hanedan usulüne dönmeyi cumhuriyetçilik önler.
Koministlik cinsinden bir enternasyonalizmi Milliyetçilik prensibi bertaraf
eder. Yalnız milliyetçilik prensibi olsaydı bunu ırk esasına dayandırıp şecere
tespit ettiren zihniyette bir milli devlet kurmaya teşebbüs edebilirdi.
Halkçılığı demokratik manaya almayıp mutlak olarak halk isteğini yerine
getirmek şeklinde kabul ederek olmayacak işlere girişebilirdi. Fakat diğer
prensipler bunu önlemektedir. Bunların bir arada tespit edilmiş bulunması
devletin ahenkli yürüyüşünü sağlamıştır.[65] İnkılapçı Türkiye’de ise
Laisizm esası, her din mensubuna iman, itikad ve ibadet hürriyeti sağlamıştır.[66] Cumhuriyet,
dine müstenid teokratik devlet şeklinin de kaldırılmasına imkân vermiştir.[67]
Hasan
Âli Yücel yapılması istenen yeniliklerin İslam’ın ruhuna uygun olduğunu
yazılarında sık sık dile getirir. Hasan Âli Yücel’e göre, Allah ile Kul
arasında üçüncü bir aracı kabul etmeyen Müslümanlık ne ibadetin Arapça
yapılmasını ve ne de Kur’an’ın Arapça okunmasını ileri sürmüştür.[68] Bu sebeple
mukaddes kitap yeni harflerle yazılabilir. Aksini ispat etmek isteyenlerin ise
hiçbir nakli ve akli delili yoktur.
“Caiz
değildir” cümlesini tanımlayacak ne bir âyet, ne de bir hadis ortaya
konulabilmiştir.[69]
Hasan
Âli Yücel’in değerlendirmesine göre, dini inanış hiçbir noktasında inkılâplara
karşı değildir.[70] Hasan Âli
Yücel’e göre, Türk demokrasisinin istikbale yürüyüşünü hürriyet nizamının
inkılâplarımızla, inkılâplarımızın dinimizle olan münasebetlerinde kurulacak
olan ahenk düzenleyecektir.[71] [72]
Hasan
Âli Yücel’in dini kimliğine yapılan eleştirilerin sebebi, kurduğu Köy
Enstitüleri ve dünya edebiyatını Türkçeye kazandırmasıdır. Hasan Âli Yücel’in
bu konulardaki ıstırabını yazılarında ve şiirlerinde görmek mümkündür. Hasan
Âli Yücel Köy Enstitülerini kuranları ve kurulmasında hizmeti olanları
hafifinden solculuk, daha ağırından komünistlikle lekelemek yolunda olanlardan,
bu da yetmez gibi bu öğretim kurumlarını ve orada okumuş memleket çocuklarını
ahlâksızlıkla suçlayanlardan 73
rahatsızlık
duymaktadır.
Hasan
Âli Yücel Dinle Benden adlı şiir kitabında köy enstitüsü kurmaktaki
amaçlarının halkı cehlin karanlığında bırakmayıp okuyup yazmalarını sağlamak
olduğunu dile getirir. Başlayan hücumlar ve yapılanlar karşısında da
şaşakaldığını, hakkındaki dedikoduları hayretle karşıladığını belirtir. Özellikle
kominist olduğuna dair söylentiyi,
Kendim
de bilmiyordum, komünistmişim meğer; Sizi bilmem ama, buna şeytanlar güler”
diye ifade eder.[73]
Hasan
Âli Yücel’e göre, Avrupa’ya, Garb’a en köklü adımı XIV. Asır içinde attığımız
halde şimdi bocalamamızın sebebi ortasına kadar geldiğimiz bu medeni ülkenin
fikir tarafında hiç ittifak etmemiş olmamızdır. Hasan Âli Yücel eski asırlarda
yunan kaynaklarını çok daha iyi bilen İslâm bilginlerinin ve filozoflarının
olduğunu belirterek İslâm felsefesi ve kelâm ilmi dediğimiz şeyin Yunanlı
düşünüşün İslam inançlarına bir tatbiki olduğunu söyler. Hasan Âli Yücel’e
göre, kaynaklara gitme, eskiden kafirliğe, meşrutiyet devrinde bugünkü
Yunanlılarla dostlukla suçlanmaya sebebiyet vermiştir. Hasan Âli Yücel’e göre,
kendi teşebbüslerinde ise çok daha ileri gidilmiş, “Humanisma- Kominisma”
tekerlemesi ileri sürülüp kızıl mühürle damgalanmalarına çalışılmıştır.[74]
Dünya
klasiklerinin tercümelerine yöneltilmiş saldırıların esaslı sebebi hep o derdin
nüksetmesidir.[75]
Hasan
Âli Yücel bir Mevlânâ hayranı olarak Mevlânâ’yı anlayanların duruşunun farklı
olacağı inancındadır. Hasan Âli Yücel’e göre, Mevlânâ’yı doğru anlayıp ona
hayranlıkla bağlananlar ne sağa, ne de sola yatarlar. Doğruluk onlar için tabiî
duruştur.[76]
Gerçekte
de Hasan Âli Yücel’in yazıları incelendiğinde onun kominizm aleyhtarı olduğu
açıkça görülür.
Hasan
Âli Yücel’e göre, yer yuvarlağı üzerinde insanlar tarafından vücuda getirilen
muazzam medeniyetlerin teessüsünde ruhî âmillerin, his ve fikirlerin tesiri
maddi ve iktisadi sebeplerden daha zayıf değildir. Bu sebeplerde Marx’ın
düşünceleri endişe ile karşılanmalıdır.[77] Hasan Âli Yücel Goethe hayranı
olarak, Goethe’nin “Dünyanın en büyük hadiselerini yaratan yalnız imandır.”
sözünü tasdik eder.[78]
Hasan
Âli Yücel’e göre, cemiyet hayatını yalnız maddeye dayatarak izah eden Marksçı
sistem, kendini tamamlamak için ilmi, sanatı ve filozofiyeyi bu bakımdan görüp
göstermek ister.[79]
Ahmed
Güner Sayar’ın dile getirdiği gibi Mevlâna ve Mevlevilik dururken suya kanmış
balık misâli, Hasan Âli Yücel’in o suyun dışında bir metafizik olarak Marxisme
geçemeyeceği, kominist olamayacağı gayet tabidir. 1940’lı yıllarda Popper’in
Marxizmin metafizik olduğunu söylediği “Açık Toplum ve Düşmanları'nı
kaleme almadan Hasan Âli Yücel’in Marxizm’i 1935’te metafizik kampa dahil
etmesi, onun hem metafiziği hem bu doktrinin fikri boyutlarını iyice bilmesiyle
açıklanabilir.[80]
Özellikle
de din konusunda şöyle diyen adamın kominist olabilmesine ihtimal yoktur.
“Ahlâk bakımından dinî
bir itikad her türlü cemiyette lâzım gelen bir unsurdur. Bu bilhassa modern
cemiyetin şartlarıyla yakından ilgilidir. Materyalist bir inanç olan kominizmin
metod ve tedbirleri ile mücadele edeceksek bunu söylememiz icab eder.”[81]
Hasan
Âli Yücel yaşadığı bütün bu olaylardan duyduğu üzüntü karşısında yine teselliyi
Mevlânâ’ya, biraz olsa da benzemekle bulur.
“Ona müritleri, yakınları
bile eza ettiler. Bana dostlarım bühtan ederse çok mu dedim. Kalbimin yıllardır
çektiği ızdırap çilesine ona bu kadarcık olsun benzemiş olmanın tesellisi ile
son verdim.”[82]
Torununun
doğumundan duyduğu sevinci bir Türk’ün, bir Müslüman’ın ve bir insanın dünyaya
geldiğini söyleyerek her üçünden biri olan bir dedenin duygularını ifade etmesi[83],
anneannesinden beni Allah kelamına o alıştırmıştır diye bahsetmesi[84]; bir
yazısında iki günde Kur’ân-ı Kerim’i hatmettiğini ve tercümeyi pekâlâ
anladığını söylemesi[85]; annesi için
“onun duası benim hayat sigortamdır” ifadesini kullanması;[86] galiba dine ve ruha
inanmazdı diye bahsettiği arkadaşı Ataç’ın ölümü üzerine inanmadığı halde
bayramlarımızı kutlamasına karşılık onun ruhu için Tanrı’dan mağfiret dilemesi;[87] şekille
kafirliğin bir alakası olmadığını belirten yazısında “Seneler sonra bıyıklarımı
kestim, nelere inanıyorsam hala o kıymetleri yüreğimde hürmetle taşımaktayım.”
diye geçen cümlesi[88] bu ve buna
benzer pek çok sözleri onun dini bir duyarlılığa sahip olduğunu göstermesi
bakımından önemlidir.
Hasan
Âli Yücel’e göre beşer için hudutsuz bir anlama yeteneği yoktur. Vicdan ve akıl
her zaman hayrı şerden ayırmada şaşmaz bir meleke değildir. Çağdaş felsefenin
üzerinde durduğu bu meseleler hiçbir zaman için çözülmüş sayılamaz. İşte bu
yüzden Müslümanlık, insanın aklının ve vicdanının aciz kalması muhtemel
anlarını düşünerek İslam’ın koyduğu esaslara teslim olmayı ister. Ahlak
kıymetlerinin akıl mizanına vurulduğu zaman müspet ve menfi oluşlarını kabul,
Müslümanlıkta şarttır. Yücel’e göre “ Haramı helal saymak küfürdür.” kaidesi
olmasaydı Ahlak olmazdı.[89] Yücel’e göre
hiçbir dünyevi müeyyide ilahi müeyyideler kadar kuvvetli olmamıştır. En açıkgöz
polisler bile insanın bu derece mahremiyetine giremezler. Bu sebeple din, bir
cephesi ile tam ahlaktır. Ahlaksız, dindar olamaz. [90] [91]
Hasan
Âli Yücel’e göre İslam’ın topluluk işlerinde ve idarede koyduğu esaslar ise
başkalarına iyilik ve saadet, refah ve huzur getirmek üzere ahlaka, fazil ete
ve adalete dayanır. İşte bu sebeple Müslümanlığı öz kaynaklardan öğrenip
öğreterek ferdi ve cemiyeti doğru istikamette bir hayata kavuşturmaktan daha
kolay bir şey yoktur. Yeter ki peşin hükümden ve her yeniliğe karşı durup
direnen geri düşünüşten kendimizi 92
kurtarmış olalım.
Hasan
Âli Yücel’e göre Müslümanlık yaratanın bilgisi ve murakabesi altında iyi insan
olmanın en büyük yol göstericisidir. Herkes kendi hareketinden Allah’a karşı
doğrudan doğruya sorumludur. O’na göre, Kur’an’da ki evlenme, boşanma, miras,
faiz, alış-veriş ve zekât gibi dünya işlerine ait hükümler ferdi, bu hareketler
dolayısıyla iyiliğe götürmek, kötülükten korunmak amacıyla yani ahlak ve
“takva” denilen hayır edici yaşama yoluna girme bakımından konmuştur. Çünkü
İslam’ın gayesi “takva” yolu ile kişiyi ahlak ve iyi insan olma yönünden
saadete eriştirmektir. [92]
Hasan
Âli Yücel’e göre ibadetlerin özü “Kalb-i Selim” yani temiz yürek ve
samimiliktir. Namaz kılmak, Oruç tutmak ve Hacca gitmek bir Müslüman için
imtiyaz değildir. Müslümanlığın ruhunda bulunan iyi insan olma, başkalarına
kötülük etmeme, aslını esasını bilmediği şeyler hakkında hüküm vermeme ve
dedikodu etmeme gibi kaidelere uymaksızın İslami bir kıymet ifade etmez. Kulun
Allah’ karşı vazifelerini yerine getirmesi, kulun kullara karşı vazifelerini
ihmale hak vermez. Yücel’e göre Müslümanların son asırlarda istiklallerini dahi
kaybedecek zaafa düşmeleri, bu ana Müslümanlık kaidelerini şekli olan şeylere
üstün tutmayışlarından kaynaklanmaktadır.[93]
Hasan
Âli Yücel’in yeniliklere açık olmasında, dini hayatın her alanına müdahale eden
bir umacı gibi gösterenlere şiddetle karşı çıkmasında bu düşüncelere gönülden
bağlı olması etkilidir. Nitekim ona göre, din daha çok Allah ile kul arasında
yaşanan bir olaydır ve daha çok kalple, gönülle ilgilidir. Bununla beraber
Hasan Âli Yücel için dışa yansıması da önemlidir. Fakat o öncelikle dinin
içselleştirilmesine önem verir. Bu biraz da Hasan Âli Yücel’in mistik bir ruha
sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Hasan Âli
Yücel
bu sebeple din ve şeriatı kullanarak yeniliklere düşman kesilenleri şiddetle
eleştirmektedir.
Din-şeriat tepeden
tırnağa politikacı olan birtakım hırs adamlarının elinde bayrak, dillerinde bir
iğfal işareti idi. “Bid’at”, Peygamberimiz zamanında olmayıp sonradan yapılan
şeylerdir. Aslında bunun iyisi, kötüsü vardı. Tepkiciler iyi-kötü farkı
aramadan her yeniyi dinsizlikle suçluyorlardı. Kırım muharebesi esnasında
Edirne ile İstanbul arasında kurulan telgraf direkleri bid’atti. Şeraite, dine
aykırı sayılmıştı. Direkleri yıktılar. Kolonya necisti; ispirto pisti.
Sürenleri tekfir ettiler. Fatih camisindeki bir vaazda bunları kulaklarımla
işittim. Vaiz daha ileri gitmiş patates yemenin haram olduğunu söylemiştir.
Çünkü patatesten ispirto yapılırdı.[94]
Yücel’e
göre dinin muhtevası belirli bir zümrenin inhisarına bırakılamaz. O’nun
eleştirdiği konu din ve şeriatı kullanarak Kur’an’a ve Sünnet’e ve umumiyetle
İslam ruhuna uymayan hareketleri şer’an caiz gören sözde ulemadır. Onların
dini, dünyevi menfaatleri için kullandığı kanaatini taşımaktadır. [95] [96]
Yücel’e
göre, içtihat yetişkin ferdin kendi aklıyla düşünüp bulmasıdır. O’na göre tek insanın
serbest düşünmesi demek olan içtihat kapısının kapanması otoriteye dayanan
97
yaklaşımın asırlardır fikir hayatımıza hakim olmasına sebep
olmuştur.
Hasan Âli Yücel’e göre, dünyevi işlere ait hükümler olan
şeriat ahkâmı değişebilir.
Ancak hak asla değişmez;
İslam selâmet; bir şeye
ondan gayri her şeyden yüz çevirerek bağlanmak, teslim olmak, kendini vermek
demektir. Şu halde İslam Allah’a, Allah’tan başka olan şeylerden kopup
bağlanmak manasındadır. Kendinden önceki bütün semavi dinleri ve onların elçileri
olan peygamberleri İslamlık kabul etmiştir. “Musa peygamber değildir”, “İsa
nebi değildir” gibi sözler söyleyenler Müslümanlıktan çıkarlar, kafir olurlar.
Çünkü hak birdir, iki olmaz. Devre ve ihtiyaçlara göre ancak dünyevi işlere ait
hükümler; şeriat ahkâmı değişebilir.[97]
Hasan
Âli Yücel’in hoş görmediği şey hiçbir zaman için din değildi. Yapılan her
yeniliğe din ve şeriat denilerek itiraz edilmesiydi.
Hasan
Âli Yücel’e göre, makul olmayan hiçbir şey dinî değildir. Çünkü O’na göre
Müslümanlık aklın muhafazası ve gelişmesi için en şaşmaz esasları koyan ve
isteyen bir dindir ve öğretim hususunda akla uymayan bir yolu onun istediğini
de kimse iddia edemez.[98]
Hasan
Âli Yücel kendi çocukluğunu anlatırken o günkü dini eğitimden ve uygulamalardan
şikayetle bahseder:
Bir
taraftan öğretme usulünün iptidailiği, diğer taraftan ne yaptığımızı, ne
okuduğumuzu hiçbir suretle bilemeyişimiz, küçük yaşta zekâmızı ezmek, şuurumuzu
karartmak için kâfi sebeplerdir. Elifbayı bitirdikten sonra okuma kitabı olarak
doğrudan doğruya Kur’an’ı çocuk eline vermek ne hesapsız bir hareketti. Çünkü
Kur’an Allah kelamıdır. Arab dil ve edebiyatının en yüksek ve ilahi şaheseridir.
O dili hiç bilmeyen küçük bir çocuğa bilmediği o dilin en yüksek ve güç bir
kitabını ilk kırâât olarak vermekte ne dince, ne dünyaca bir isabet
düşünülebilir mı?[99]
Hasan
Âli Yücel, çocuklara verilen böyle bir eğitimi: yanlış bulmakta ve dinin her
şeyden önce bir idrak ve anlayış olduğunu önemle vurgulamaktadır. Dini
anlamaksızın tasdik ve ikrarın olmayacağı görüşündedir. Bu sebeple kelime-i
şehadeti Türkçe ve anlayarak söylemek Müslüman olmaya engel değildir.[100] Türk
milleti de Allah’ın buyruğunu anlayarak ve dinleyerek içine sindirmek istediği
için, hocalar da, namazda okunacak ayetlerin anlamını namaz öncesi halka
bildirmelidir. Hasan Âli Yücel’e göre, ancak bu şekilde ibadet daha ruhanî
olur.[101]
Hasan
Âli Yücel’in belirttiği gibi dince asıl değeri olan okuma, anlayarak okumadır.
Ancak
küçük çocuklara öğretilen Kurân’ı Kerim, onu anlamadan okuma geleneğine,
kişisel ve toplu ibadetlere cevap vermesi bakımından önemlidir. Bunun yanı sıra
elbette asıl önemli olanın anlayarak okuma olduğu onlara telkin edilecek,
Kuranı Kerim’in Türkçe tercüme ve tefsirlerine alışmalarına yardımcı olacaktır.
Hasan
Âli Yücel bunun yanı sıra dinin müsbet bilimlere dayalı olması gerektiği
görüşündedir. Bu sebeple ilahiyat bilimin müsbet bilime dayanması gerektiğini
savunur. Aksi takdirde medeni bir insanın dine inanması zor olacaktır. Bunu da
sağlayacak olan müsbet bilimlerin ilk verilerinin öğretildiği orta öğretimden
başlamak üzere tüm kademelerdir.[102]
Hasan
Âli Yücel’in değerlendirmesine göre, müsbet bilim elde ettiği bilgileri madde,
hayat, ruh ve toplum üstünde tatbik etmeğe başlamıştır. Hasan Âli Yücel’e göre,
Türk toplumu bu konuda geri kalmıştır. Bunun sebebi ise toplumun fizik devreden
ziyade metafizik bir devrede yaşaması, maddi şeylerden çok maneviyat ile meşgul
olmasıdır. Bunun diğer bir sebebi ise dili ve kalemi olan aydınların
zihinlerini hep bu konuda yormaları; Türk kültürünü devlet nizamında temsil
edenlerin de Türk toplum düzenini onların manevi alandaki özleyişlerini karşılamakta
bulmalarıdır.
Hasan
Âli Yücel bu konuda bilimin gösterdiği hedefi takip etmenin zaruretine inanır.
O hedef te maddiyat ve maneviyat için en hakiki mürşit olan ilim ve fenni takip
etmektir. Hasan Âli Yücel, Türk toplumunda ciddi bir emekle manevi meselelerin
incelenip ciddi eserlerin ortaya konamamasından yakınmaktadır. Özellikle de
eski harflerle yazılmış kitapların bugünkü dile ve harflere çevrilmemesinin
basmakalıp birkaç Arapça cümle ile süslenen söylevlerin sahiplerini halk
nazarında dindar ve derin “ulema” haline getirdiği görüşündedir.[103] [104]
Hasan
Âli Yücel bazı Türk aydınlarının dinimizin temeli ve kaynağı olan kutsal
kitabımızla ciddi surette meşgul olmalarını memnuniyet verici bir çalışma
olarak 105
nitelendirir.
Hasan
Âli Yücel din dersleri ve din adamı yetiştirme mevzusunda bir takım görüşler
ileri sürmektedir. Hasan Âli Yücel öncelikli olarak akîl ve bâliğ
olmadıklarından dolayı dinî emirlerle mükellef olmayan ilkokul ve kısmen
ortaokul çağındaki çocuklara iman ve vicdan konusunda baskı yapılmamalıdır.
Ancak “Ben Müslümanım, çocuklarım da Müslüman olsun.” diyen milletin isteğini
de gerçekleştirmek gerekir. Hasan Âli Yücel’e göre, din dersle verilmez,
telkinlerle ruha sindirilir. Bunu da ne devlet yapabilir ne de muayyen
bilgileri öğreten öğretmenler. Bu işi ancak bu mevzu ile uğraşan, ömrünü ona
veren ve onu yaşayan insan yapabilir. Çünkü bu işi döverek, ceza vererek ve
imtihanlarla döndürerek yapan hocalar çocuk ruhlarda müspet iz bırakmazlar. Bu
işi samimi bir şekilde yapan hafızların okuduğu Kur’an, vaizlerin anlattığı
menkıbeler, okunan ilahiler ve mevlidler ise asla yüreklerden çıkmaz.
Hasan
Âli Yücel’e göre, iman sahibi millet, dinini devletten beklememelidir. Demokrat
memleketlerde olduğu gibi işi eline almalı hususi öğretim müesseseleri ve
yurtları açmalıdır. Bu müesseseler de ne İlahiyat Fakültesi gibi sırf ilmi, ne
de İmam Hatip Okulları gibi sırf mesleki olmalıdır. Hasan Âli Yücel’e göre,
kurulacak bu müesseselerde yetişecek olanlar da Müslümanlığın esaslarını
metinlerden okuyacak şekilde Arapça bilmeli, yazma ve söylemede Türk diline
hakim olmalı, müsbet bilimlerin elementer bilgilerini elde etmiş olmalıdır.
Devlet te bu müesseseler dışarıdan yardım yapmalı ve bu müesseseleri tevhid-i
tedrisat kanununa göre kontrol etmelidir.
Hasan
Âli Yücel meselelerin bu kadar basit olmadığını da ifade eder. Din öğretiminde
dikkate alınması gereken önemli hususların olduğuna dikkat çeker. Bunlardan
biri çocuklarda ve gençlerde aranması lazım gelen vicdan hürriyetinin gerek
dinimiz ve gerek kanunlarımız bakımından göz önünde tutulması gereğidir. Diğer
bir husus ise din derslerini okutacak bir tek salahiyetli adamın
yetiştirilmemiş olmasıdır.
Bu
sebeplerden dolayı Hasan Âli Yücel ortaokullara din dersi konulacağından bahsetmenin
ciddi ve doğru netice elde edilmesine katkı sağlayıp sağlamayacağından endişe
etmektedir. Üstelik bu derslerde ne okutulacağı da Hasan Âli Yücel için malum
değildir. Hasan Âli Yücel için malum olmayan, meçhulde kalan diğer bir husus
ise bir derece daha üstün olan öğretim kademelerinde (liselerde) din dersinin
okutulmama sebebidir.[105]
Hasan
Âli Yücel felsefeyi şöyle tanımlar:
Her bilimin verilerini
bir araya getirip toptan ve kavrayıcı bir görüşle hayat ve bütün varlık
hakkında edinmek istenilen bilgiye felsefe derler.[106]
Hasan
Âli Yücel felsefenin iki ana kaynaktan çıkmış olabileceğini söyler. Bunlardan
biri insanın ve Âlem in ne olduğunu anlamak, öbürü beşer hâl ve hareketini
makul ve düzenli hale getirmek. Birincisi fikrîdir, nazaridir, bilmeye taallûk
eder. İkincisi amelîdir, ahlâkidir; hareketlere ve eyleme taalluk eder.[107]
Hasan
Âli Yücel için sorular sormak ve cevaplar aramak felsefe yapmaktır. Hasan Âli
Yücel’e göre, insan ölüm denen akıbetin kendisi için de gerçekleşeceğini bildiği
dakikadan başlayarak, iyi ve kötü, sistemli, sistemsiz, akla uyar, uymaz bir
görüşe sahip olmaya başlar ve dünya görüşünü elde etmeye çalışır. Bu da felsefe
yapmaktır. İnsanın cevabını merak ettiği sorular ise; “Ben neyim?, Nereden
gelip nereye gidiyorum?, Niçin ve kimin için varım?” gibi sorulardır.[108]
Özellikle
de ölüm Hasan Âli Yücel’e göre, bütün şairleri, bütün filozofları düşündüren,
söyleten ve kıvrandıran bir muammadır.[109] Hasan Âli Yücel, Yunus
Emre’ye yazdığı bir şiirde bu konuyla ilgili istifhamlarını Yunus’a sorar.
Varlığı, yokluğu sordum özüne;
Sustun, bir damla yaş geldi gözüne;
Ölüm nedir dedim bakıp
yüzüne,
Yüzüme bakıp ta “Hiç...”
dedin bana
Hasan
Âli Yücel bu konulardaki ızdırabını Yunus Emre’yle paylaşır. Aynı dertleri
paylaşmasının acısıyla onunla ağlar ve onun izinde bir çağlayana dönüşür.[110] [111] [112]
Hasan
Âli Yücel’e göre, felsefe insanın yaşamına çeki düzen verir, alem ve insana
dair dağınık gibi görünen bütün meseleleri birleştirir ve insana derin bir
bakış açısı 112
kazandırır.
Ayrı ayrı hiçbir işe yaramaz gibi görünen tane tane
incilerden bir manzume-i ilmiye ve imaniye vücuda getirir. Yeni teşekkül eden
veya etmek üzere bulunan ruhlarda usul-î şüphe’yi uyandırarak onları hem 113
kuru bir mutaasıb olmaktan, hem de sulu bir mukallıd
derekesine düşmekten korur.
Hasan
Âli Yücel için şüphe önem arz eder. Ona göre, ilmin aradığı zekâda inanma
kuvveti kadar şüphe etme kabiliyeti de bulunmalıdır. Çünkü şüphe edemeyen kafa
yerinden kımıldamayan yatalaktır.[113] Hasan Âli Yücel’e göre,
buradaki şüpheden maksat Descartes’in şüpheciliğidir. Var olabilmek için her
türlü imanın temelini şüpheye dayandıran bir şüphecilik ve idraki şüpheden
sıyırmak için şüphe etmek. Hasan Âli Yücel’e göre, hikmet konusunda şüphe,
inanca götüren bir yol olduğu için, hakikate hazırlık safhası sayılmalıdır.
Zira meçhuller içinden malumu çıkarabilmek, onun başlıca hüneridir.[114]
Hasan
Âli Yücel için bu bağlamda düşüncenin en yüksek uyandırıcı şekli olan
felsefenin insana sağladığı katkılardan biri de varlık ve hakikat, insan ve
Allah fikirleri üstünde ileri sürülmüş türlü düşünceleri ortaya koyarak insanı
hür düşünceye alıştırması ve ezberci yaklaşımdan kurtarmasıdır.[115] Hasan Âli
Yücel için hür düşünebilmek büyük önem arz etmektedir. İnanç alanında da bunun
önemine gönülden inanır. Ona göre, İslam’ın “Dinde zorlama yoktur” düsturu da
inanmanın ancak hürriyetle varılacak bir ruh hali olduğuna işaret eder.[116]
Bu
sebeple Hasan Âli Yücel, ilk defa ortaya atanlar tarafından düşünülmüş fakat
onu kabul edenlerin çoğu tarafından düşünmeden alınmış klişe inançlar dediği
dogma’yı ve aklın her şeyi bilebileceğine ve doğrunun ancak kendilerinde
olduğuna inananları gösteren dogmacılığı şiddetle eleştirir. Hasan Âli Yücel’e
göre, “nascılık” diye tercüme edilen dogmacılık fanatisme denilen taassubun
sütannesidir.[117] Taasuub,
tecrübeyle ispatı imkansız inançları baskı vasıtaları ile kendi çıkarına
halletmeye kalkışmadır. Hasan Âli Yücel’e göre, medeni vasfını taşımak için bu
ibtidai durumdan kurtulmak gerekir.[118] Hasan Âli Yücel dogmaların,
otoritelerin yavaş yavaş yıkılmaya yüz tuttuğu Ortaçağ’dan hareketle
Din-Felsefe ilişkisini şöyle açıklar:
Ortaçağ Musevilik,
Hristiyanlık, Müslümanlık gibi semavi dinlerin (Tanrı’nın, Resuller,
Peygamberler vasıtasıyla ve Tevrat, İncil, Kur’an gibi kutsal kitaplarla
insanları hak ve hakikate davet ettiği dinler) beşer hayatına en çok müessir
olduğu bir çağdır. İnanma sahasında kalmayı kâfi bulmayan din adamları, onun
akılca da kabule lâyık olduğunu göstermek üzere dinin ilmini ve felsefesini
yapmak istemişlerdir. Eski Yunan filozoflarından Aristotales’in mantık ve
metafiziğini bu yolda kendileri için bir dayanak olmak üzere ele almışlardır.[119] [120]
Hasan Âli Yücel’e göre, Ortaçağda (373-1453) bir taraftan
bu dinlerin telkin ettiği itikatlar, diğer taraftan aklın hakikati kendi
imkanlarıyla araştırma ihtiyacı dinle felsefeyi birbirine yakınlaştırmıştır. Bu
yakınlaşma da mukaddes bir kitap ve indirilmiş dinleri olmayan eski Yunan ve
Roma’daki fikir adamlarının, gerek salt fikir hayatında ortaya koydukları
düşünüş tarzlarıyla, gerek sosyal ve pratik hayat için aklî prensiplere
dayanarak açıkladıkları kurallarla kuvvetli ve bugün bile birçok kalıntıları yaşamakta
olan devamlı bir fikir ve felsefe geleneği ortaya koymalarının etkisi vardır.
Çünkü her üç semavi din, doğuşlarının tarihî sırasıyla bu felsefe geleneğiyle
türlü şekillerde temas “ 121
etmişlerdir.
Bilindiği
gibi İslam dünyasında VII, IX. ve X. Asırlarda Yunan kaynaklarına doğrudan
doğruya ve tercümelerle giriş büyük ve hür İslam mütefekkirlerinin yetişmesine
sebep olmuş; fakat hür düşünüşe bir takım mutaassıp din adamlarıyla, sözde ilim
otoriteleri taraftar olmadıkları için hür fikir hareketi yavaşlamış ve
durmuştur. Hasan Âli Yücel’e göre, bu durum İslam’da ferdin kendi aklıyla
düşünüp bulması demek olan içtihat kapısının kapanmasına ve İslam dünyasının ve
Türklerin Rönesans’tan haberdar olmamasına neden olmuştur. Sonuçta otoriteye
dayanan tek boyutlu düşünüş asırlarca fikir hayatımıza hakim olmuştur.[121] Hasan Âli
Yücel’e göre, IX. X. ve XI. Asırlarda dinin felsefesini yapan İbn-i Rüşd, İbn-i
Sînâ ve Fârâbî gibi büyük adamlar yetiştiren bu yüksek irfan kurumlarının kendi
yağlarıyla kavrularak kuruyup gitmelerinin sebebi Avrupa’daki benzerleri gibi
zamanın bilim buluşlarına uymamalarıdır.[122]
Hasan
Âli Yücel, bilimsiz din ve felsefeye gidileceğine inanmadığı için ilahiyat
bilenlerin müspet bilime dayanmasını zaruri görür. Ona göre, sosyal ve
psikolojik bilimlerin gelişmesi ve olaylara dayanarak matematikli bir disiplin
durumuna girmesi, manevi dediğimiz bilimler üstüne nazariye kurma modasını
çoktan kaldırmıştır. Felsefe de bunun dışında değildir. Eğer Kant ve Comte gibi
sistem sahibi filozofların yetişmesi arzu ediliyorsa, sistemini kurmak isteyen
bir felsefe adamı, yeni bir bilim buluşu üzerine bu fikir binasını yeni baştan
temellendirmek zorundadır. Öncelikli olarak yapılması gereken şey gençleri,
yavaş yavaş mecburi olarak müspet bilimin ilk verilerinin öğretildiği müşterek
öğretimden geçirmektir.[123] Bunu
gerçekleştirmek için özümüzden yola çıkmamız gerekir. Hasan Âli Yücel evrensel
olana kendi kültürümüzden yola çıkarak katkıda bulunmamız gerektiği
görüşündeydi.[124]
Bu
sebeple de Hasan Âli Yücel dini millileştirme çabası içerisindeydi. Ancak
kendinin yanlış anlaşılmasına mahal vermemek için milliyetten neyi kastettiğini
şöyle açıklar:
Ben
milliyeti bir insan kütlesinin kendini bilip tanıması, kendinde bilinecek ve
tanınacak bir taraf olması, bir kelime ile şahsiyeti bulunması manasını
alıyorum. Milli demek; millet denilen şahsiyeti belirmiş bir kütlenin dış ve iç
varlığını ifade etmek kudretinde bulunan bir şey demek olmaz mı? Benim milli
felsefe dediğim işte bu vasıfta olan bir felsefedir. Çünkü böyle bir vasfa
sahip olmadıkça asla milletlerarası ve külli bir kıymeti olmaz.[125]
Hasan
Âli Yücel, İnkılâp Türkiye’sinin tüm iman ve duygu meselelerinde ileri sürdüğü
ana fikirlerini hendese intizamı ile sistemleştirecek bir felsefe yapılması
hususunda Türk Münevverlerine büyük bir görev düştüğünü önemle belirtir.[126]
Hasan
Âli Yücel kendisine “Felsefi meselelerin milliyet hudutu ile çevrilmesi mümkün
müdür ki, milli bir felsefe var olabilsin” şeklinde yapılan itiraza kendi
üslubunca cevap verir. Hasan Âli Yücel’e göre, felsefenin sormuş olduğu ve
bütün insanlığı endişeye götüren soruların milliyeti, dini, mezhebi hatta
zamanı ve mekanı olmayabilir. Fakat bu sorulara cevap vermeye çalışan
filozoflar en evrensel meseleleri en bî-taraf ve gayr-i şahsi şekilde görmeğe
savaşsa da yaratıcılığının kudretlerini aldığı cemiyetten kendilerini koparıp
çekemezler.[127] Hasan Âli
Yücel’e göre, sorular ne kadar umumi ve külli olursa olsun cevaplar, cevabı
verenlerin içinde bulundukları muhite, zamana, hatta ferdi temayüllere göre
değişir. Onun içindir ki bugün bir Alman felsefesi, bir Fransız felsefesi, bir
İngiliz felsefesi vardır. Ancak milli bir felsefenin olabilmesi için
milliyetlerinin adıyla farklı vasıflar taşıyabilecek büyük düşünce adamlarının
var olması gerekir.
Hasan
Âli Yücel’e göre, Henri Bergson’un (Fransız Bilimi) isimli kitabının birinci
cildine felsefe kısmı için yazdığı 20 sahifelik bir hülâsada hep (Fransız
Felsefi Düşüncesi) tabirlerini kullanıp durması; Bergson gibi felsefenin en
ince meselelerini geniş ve şümullü bir şekilde incelemiş büyük bir felsefe
dehasının “Bütün yeni felsefe Descartes’dan çıkmıştır” diye söylemesi bu
filozofların öncelikli olarak Fransızlıklarını hissetmesinden ileri gelir.[128]
Son
tahlilde, Hasan Âli Yücel için felsefe her milletin kültürel damgasını taşıyan
sistemli bir bilgi yapısıdır. Bir cemiyet müessesesidir. Cemiyetten doğma,
cemiyette bazı şuur altında kalmış, aydınlığa çıkmamış fikirleri şuura çıkaran
bir bilgi yapısıdır. Bu sebeple Hasan Âli Yücel’e göre, Türk münevverleri
inkılap Türkiye’sinin bütün iman ve duygu meselelerinde ileri sürdüğü
fikirlerin sistemli bir felsefesini yapmalıdır.[129]
Hasan
Âli Yücel’e göre, kendi dönemindeki en mühim iç siyaset meselesi hürriyet ve
demokrasiyi durdurmadan geliştirme ve Türk milletinin medeniyette ilerlemesini
sağlayan inkılapları muhafazadır. Birbirlerinin karşıtı gibi görünen bu iki
prensibi bağdaştırıp uzaklaştırma noktasında ise siyaset adamlarına büyük iş
düşmektedir.
Hasan
Âli Yücel hakikatin daima muvazenelerde olduğu inancı içerisindedir. Bu yüzden
Hasan Âli Yücel Türk demokrasisinin geleceği için hürriyet ve inkılaplar,
inkılaplar ve İslam dini arasında bir ahenk oluşturulmasını zorunlu görür.[130]
Hasan
Âli Yücel’e göre, halk şuuruna hakim olan en büyük kıymet dindir. Bu sebeple
fikir ve siyaset adamları bu konu üstünde zihin yormaya, ciddi gözlemler
yapmaya, düşüncelerini söylemeye bir vatan vazifesi ehemmiyetini vermelidir.
Özellikle topluluğun merak ettiği meselelerde uyanık olması gerekli en yüksek
fikir çevresi olan üniversitelerin ilgili şubeleri bu konuda, kendi
metotlarıyla araştırmalar yapmalı, dersler bu mihver üstünde dönmeli,
salahiyetli ağızlardan yayılacak bilgiler, tabaka tabaka halka geçmeli; hatta
hususi derslerden başka umuma konferanslar verilerek bu yayılma kamu
tecessüsünü doyurabilmelidir. Din psikolojisi ve din sosyolojisi de etraflı 132 incelemelerle esaslı neşriyata konu olmalıdır.
Hasan
Âli Yücel’e göre, bu cemiyet meselesi, demokratik rejim havasında her bakımdan
salahiyetsiz fertlerin şahsi ve bilhassa geri anlayışlarının rehberliğine terk
edilemez. Ne ilim, ne siyaset dine karşı ilgisiz kalamaz.[131] [132]
Düzeltilmesi
gereken husus dinin diğer cemiyet kıymetlerinden ve topluluk kurumlarından
müstakil olduğu kanaatidir. Hasan Âli Yücel din başka, ilim başka ve sanat
başka inancında olanlara karşıdır. Din adamlarının çoğunun müspet ilme yan
gözle bakmalarını, dünyayı idare eden sosyal ve ekonomik kanunları hiçe
saymalarını buna mukabil ilim adamlarının, pozitif metotlar karşısında manevi
bir takım amîllerin varlığından habersiz olmalarını doğru bulmamaktadır. Hasan
Âli Yücel dinin Türk sanatına ve özel olarak Türk edebiyatına gerektiği kadar
hür ve canlı olarak girmesi gerektiğini de ifade eder.[133] Hasan Âli Yücel bu üç
kaynaktan istifade edilmesinin zaruretine inanır.
^Sade ilim
de kendi kendine kalırsa insan ruhu kör olur. Gideceği yeri bilmez, nerede
olduğunu fark etmez. Din, ana gayeleri, ilahi ve beşeri en yüksek kıymetleri
haber verir. Sanat bu gayeleri güzel sesle, güzel renkle, güzel sözle dile
getirir. Hayatın sınır tanımaz ihtiraslarından, ölümün ruhlara sindirdiği
korkulardan bizi din kurtaracak, ilim bize hakikati aramanın yollarını
gösterecek, sanat ıstırablarımızı yüceliğe götürecektir. Niçin bu üç kaynağın
birleştiği pınardan faniliğimizin susuzluğunu gidermek için doya doya
içmeyelim.[134]
Hasan
Âli Yücel, dinin toplum aleyhine kullanılmasından endişe etmektedir. Ona göre,
kutsal kıymetlerin yüce kaynağı olan din, milli varlığın vicdanlara sindirdiği
yüksek sevgi ile beraber olmazsa onu toplum aleyhine kullanmak isteyenlere
müsait bir zemin haline gelir. Bu noktaya hem dış siyaset müdahaleleri ve
tesirleri bakımından, hem de iç siyaset yönünden dikkat etmenin lüzumunu ifade
eder. Hasan Âli Yücel, dünya menfaatleri için uhrevî ve ulvî kıymetleri
kullanmanın dince büyük bir günah, dünyaca hatırı sayılır bir suç olduğunu ve
bütün tarih boyunca insanlığın bunun acısını çektiğini belirtir. Bu konulardaki
tam ve son zaferin ise vicdanlarda istisnasızca yanacak iman ve hürriyet
güneşiyle elde edileceği inancını taşır.[135]
Hasan
Âli Yücel, lâik düzenle gerçek hürriyetin elde edildiği düşüncesindedir.[136] Lâikliği
dinsizlik şeklinde anlamak bu konuda düşünülecek en hatalı bir görüştür.
Hasan
Âli Yücel, maddi kudreti haiz olan devletin muayyen bir din veya mezhebi ve
onların kaidelerini bütün vatandaşlara tatbik etmesini vicdan hürriyetini
ortadan kaldıran bir uygulama olarak görür.[137]
Hasan
Âli Yücel’e göre, din ve devletin ayrılması zaten, “Vicdan” hürriyetinin bir
neticesidir. Din ve devlet bir olduğu takdirde, devlet belli bir dinin devleti
olur ve bütün vatandaşlar ister istemez devlet dininin esaslarına uymaya, onun
itikatlarına göre hareket etmeye mecbur olurlar. Bu durum da vicdanlara ve
inananlara apaçık tahakkümdür. Ortaçağın bütün Hıristiyan âleminde ve
Müslümanlığın cahil mutaassıpların eline düştüğü yer ve zamanlarda olan budur.
Hasan Âli Yücel garbın uzun mücadeleler sonucunda din ve vicdan hürriyetini
sağlayarak laiklik prensibine vardığını ifade eder.[138]
Bu
noktada İslamiyet’in duruşunu şöyle dile getirir:
Esas şartı samimilik olan
İslamiyet vicdan hürriyetini şu esasla tesis etmiştir. “ La ikrahe fiddin.”
“Dinde zorlama yoktur.” Kerhen hiç kimse Müslüman edilemez. Ancak seve seve,
isteye isteye Müslüman olunur. Bu sebeple İslam’da zorlama yerine ikna etme,
inandırma ve telkin vardır. [139]
Hasan
Âli Yücel, sözlerine Peygamber efendimizi örnek göstererek devam eder.
Peygamberimizin tecavüze maruz kalmadıkça zecri harekette bulunmadığını,
risalet geldiği andan itibaren hilm ile, yumuşaklıkla imanını etrafına ve sonra
da bütün insanlığa kabul ettirme yolunu seçtiğini ifade eder.
Hasan
Âli Yücel bu örneklerden yola çıkarak dinimizde vicdan hürriyetinin olduğunu ve
bu hürriyetin her Allah’ın kulu için söz konusu olduğunu önemle belirtir.[140]
Bu
bağlamda Hasan Âli Yücel’in din ve devlet ilişkisine dair düşünceleri ise
şöyledir:
Dinimizin Mukaddes Kitabı
olan Kur’ân bir devletin nasıl kurulacağını söylemez.[141] Kutsal kitabımız Kur’ân
devlet mevzuunda sakittir. Bu hususta açık bir emir yoktur.[142] Tek ümmetin nasıl var
olacağını emir ve izah eder.[143] Çünkü dinin
amacı devlet kurmak değil, insanın kul olarak tek Allaha inancını sağlamak ve
bu yoldan olgun, günahtan çekinir, bedence ve ruhça temiz bir varlık olmasını
mümkün kılmaktır.[144] Bu ince
noktayı kavramayan bazı dikkatsizler, Müslümanlığın ruhunda saklı “vahdet” ve
“nezaket” sözünü birtakım dünyevi ihtirasların konularıyla karıştırmışlardır.
Din perdesi altında kanlı kardeş münazaralarını, bu ciheti anlayanların
kurdukları Cumhuriyet sona erdirmiştir.[145]
Hasan
Âli Yücel’e göre, Türk Cumhuriyeti ve inkılabı müsbet ilmin bizde ilk zaferidir
ve Türk inkılabını gerçekleştirenler, olanı olduğu gibi görerek itikad
sistemleri ile millet hayatını asla birbirine karıştırmaz.[146]
Hasan
Âli Yücel’e göre, Cumhuriyetin, devleti tam dünyevi bir nizam olarak kurmasıyla
din politika dışında tutulmuş, böylelikle asıl hedefi olan “iman’a” ve “ahlâk
tefekkürü ”ne dayanıp vicdan hürriyetini kazanmıştır. Cumhuriyetle vatandaşın
dini ve mezhebi devlet nazarında kuvvetli bir eşitliğin himayesine girmiştir.
Maddi hayata tesir eden tekfir müessesesi hukuk dışı edilmiştir. Ferd, dini
inanışı sayesinde kendine ve insanına karşı sorumlu olmuştur. Laisizm, bir
uzviyet intikalidir. Bu sebeple cemiyette sathi bir değişme sanılmamalıdır.[147] Hasan Âli
Yücel’e göre, Türkiye’de Laisizm esası, her din mensubuna iman, itikat ve
ibadet hürriyeti sağlamıştır ve anayasamız bunun ilk ve en kuvvetli
dayanağıdır.[148]
Hasan
Âli Yücel’e göre, bu gelişmeden memnun olmayan kesim ise dini kullanarak bu
yoldan menfaat ve otorite sağlayan zümredir.[149] Bir de her ilerleme ve
yenileşme hareketine, kendini din mümessili farz eden bazı dünyadan habersiz
insanların karşı çıkmalarıdır.[150] Laiklik
prensibine saldırılar da bu yüzdendir.
Hasan Âli Yücel’in devlet felsefesinde laiklik olmazsa
olmaz bir unsurdur. Bu nedenle cumhuriyet çocuklarına şu tavsiyede bulunur:
Din
elden gitti, Cumhuriyet Müslümanlığa aldırış etmedi” diyenlere sakın
kapılmayınız. Allah’a, peygambere inanmaya bakınız. Tanrı’nın, insanı
kötülüklerden koruyan emirlerini tutunuz. Bu yoldan temiz bir Müslüman
olursunuz. Hiç kimse size aksini yaptıramaz. Okullarda size öğretilen hiçbir
bilgi dine aykırı değildir. Hakikat, dine aykırı olamaz. Din adına uydurulmuş
hurafelere, yalanlara kulak asmayınız. Müspet bilgiler sizde ne kadar kuvvetli
olursa dini ve onun sahibi olan Allah’ı o kadar iyi anlarsınız. Müslümanlık
aklın muhafazasını, onun doğru işlemesini, birinci şart olarak kabul etmiştir.
Aklı olmayanın dinî sorumluluğu bunun için yoktur. Aklınızı iyi kullanmayı
öğreniniz.[151]
Hasan
Âli Yücel, ilerlemek ve gelişmek için yenileşmenin bir ihtiyaç olduğunu
yazılarında sık sık dile getirir. Hasan Âli Yücel yenileşme konusunda iki ayrı
alanı uzlaştırma çabası içerisindedir: Bilim ve Din. Yeni Hayat şiiri de bu
düşüncenin yansımalarını içerir.
Hasan
Âli Yücel adeta yeni hayata yeni temeller koyma gayreti içerisindedir. Bu
bağlamda Ahmet İnam’ın Yeni Hayat şiirine yönelik değerlendirmesini zikredelim:
O, bir “eren”di. Ama
geçmişte kalmış, eskimiş dünyanın uzağında, kendini münzevi, çileci bir hayata
terk etmiş bir eren değildi, yeni, yepyeni bir hayatın ereniydi. Yeni hayat,
yaşadığımız toplumsal koşulları aşmaya çalışacak, bunu yaparken kendimize ait
olanı yakalamaya çabalayacaktık. “Yeni Hayat” şiirine duygu ile düşünce
birlikteliğini vurgulayarak başlamıştı. Bitirirken, geçmişimizle (“eren” olma!)
geleceği (yeni hayat!) birleştirerek, umutla yürümeyi öneriyordu.
Bu haliyle eşi bulunmaz
bir tutumu sergiliyor, üslubunu ortaya koyuyordu. Dünya kültüründe yer almamız
evrensel olanla birleşmiş farklılığımızla gerçekleşecekti.[152]
Hasan Âli Yücel, duygu ve düşünce birlikteliği içerisinde
şöyle diyordu:
Duymadan düşünmek yok dinimizde,
Biz kalp adamıyız, gönül eriyiz.
İnsanız, insanlık esastır bizde;
Ne ciniz, ne melek, ne de periyiz.
Yaşayıp yaşatmak işimiz bizim,
Haram lokma kesmez dişimiz bizim,
Her yerde bulunmaz eşimiz bizim,
Biz yeni hayatın erenleriyiz!../54
Hasan
Âli Yücel, yeni bir hayat kurma yolunda İslam dinini asla bir geri kalış nedeni
olarak görmemiştir. Tam tersine “Oku!” emriyle başlayan bir dine mensup olan
Müslümanların geri kalışlarını görmek Hasan Âli Yücel’i acıyla hayrete
düşürmektedir. Hasan Âli Yücel, okuma kitabı demek olan Kur’an’ı okuyarak
medeni insan olmak için iyi Müslüman olmanın teşvik edici ruhundan istifade
edilmesi gerektiğini düşünmektedir.[153] [154]
Hasan
Âli Yücel’e göre, Müslümanlığı güçlük, zamana uymamazlık, yerinden
kıpırdamamazlık saymak, Allah’a ve Resulüne karşı gelmektir. Hasan Âli Yücel,
“Taha” suresinde “ Biz sana Kur’an-ı meşakkat olsun diye göndermedik.” diye
buyuran bu büyük ve insan fıtratına uygun dini yanlış tefsirlerle bütün cihanın
gidişine aykırı bir yola çekmeyi hazin ve korkunç bir sapıklık olarak görür.
Hasan Âli Yücel’e göre, ilim ve teknik alanındaki ilerlemeler, ilahi iradeye
zıt olarak vuku bulmadığı gibi havalarda sesten daha hızlı uçan uçaklara, deniz
diplerinde balıklar gibi gezen gemilere bakıp da insan eliyle ortaya çıkan
ilahi kudreti görmemek için din bakımından da kör olmak gerekir.[155]
Hasan
Âli Yücel’e göre, Kur’ân bütün açıklığı ile kutsal hayatın kaynağıdır. Nitekim
Allah, kendi kitabına, birçok yerlerinde “Mübin” sıfatını vermiştir. Bu sebeple
dinimizin temeli olan kutsal kitabı, gizli manalarla dolu bir sırlar dergisi
gibi görüp gösterenler, Allah’ın kendi kitabındaki açıklık, sarihlik hükmüne ve
iradesine karşı koymuş olurlar. Hasan Âli Yücel için Kur’ân anlaşılır bir
kitaptır. O ne bir bilmece, ne bir muammadır. Allah’ın birliğine, Hz.
Muhammed’in yalvaçlığına inananlar için kutsal hayatın kaynağıdır. Onlar
Kur’ân’da Yaradanın sözlerini işitir, buyruklarını öğrenir.
Ölüm
ve dirim üstüne Onun söylediği gerçekleri dinler. Onda varlığının anlamına
girer, inanan, inancının özünü bulur. Yanan ruhlara serinlik, ızdırap çeken
gönüllere şifa, çözülmemiş dert düğümlerini açacaklara onda ferahlık vardır.
Yüzlerce milyon ölümlü, 157 asırlardan beri yüzlerce
milyar defa ondan yaşama kudreti almıştır.
Bu
görüşlerden anlaşılıyor ki, Hasan Âli Yücel’in cephe aldığı şey din değildir,
bazı insanların dini anlayış ve algılayış şekilleridir.
Hasan
Âli Yücel’e göre, beşeriyete yeni bir inanış ve yeni bir yaşayış getirmiş olan
Müslümanlığı bu derece geri, bu derece hakikatlere aykırı şekilde anlayanların
derdi, kendilerini din adamı olarak ümmete ve millete kabul ettirmekti. Hasan
Âli Yücel bu kabulü kolaylaştıran, harpte ve sulhte içten ve dıştan başımıza
belalar ve afetler getiren nedenin cehalet olduğunu belirtir. Ona göre, bizi
geri bırakıp düşmanlarımızın önünde mağlup eden Müslümanlık değil, İslamiyet’i
anlamamış onun ruhundaki “kudret sahibi olma” esasını düşünmeyecek kadar cahil olan
ulema kisvesindeki echel politikacılardı.[156] [157] Hasan Âli Yücel bu konuda en
çok yobazlara çatmaktadır. Birçok yazısında onları tanımlar, özelliklerini
açıklar, eleştirir ve onlara kızar.
Hasan
Âli Yücel’e göre, yobaz, dindar görünen dinsiz, imansızdır. Yobaz dini ele
geçiren cahildir.[158] Terakkiye
engel olan da din değil; onun adına hiç kimseden izin almadan hareket eden
yobazlardır. Fuzulî olarak din adına konuşan bu imkansız zihniyet bütün
ilerleme gayretlerine karşı çıkmış ve istibrali eli ile kurulan aletleri “
gavur icadı” diye yaftalamıştır. Hasan Âli Yücel bunu örneklerle şöyle açıklar.
Bu
zalim zihniyetin bugün bile “ radyoda Kur’ân okunmaz, radyodan mevlid dinlenmez
“ diyen artakalmışları bulunduğunu söylersem, belki okuyanların içinde bana
inanmayanlar bulunacaktır. Ama söylediklerim hakikattir. Yüzüncü yılını bir
türlü becerip de kutlayamadığımız kırım harbi sıralarında Edirne’den İstanbul’a
çekilmek istenilen telgraf hattını “şer’i” bulmayanların kafa çocukları hâlâ
aramızda yaşamaktadır.[159]
Hasan
Âli Yücel’e göre, bunlar eğitim ve görünüş yönünden çeşit çeşittir. Okuma yazma
bilmeyenlerinden, elinde Garb üniversitelerinin diplomaları olanlara kadar her
soydan, her boydan bu zihniyette olanları görmek mümkündür. Aynı zamanda
bunların torba sakallısı olduğu gibi, sinekkaydı tıraşlısı ve duglas bıyıklısı
da vardır. Çarpma mintanlıdan sulka boyunbağlısına, çakşırlısından çarliston
pantolonlusuna kadar her çeşidi bulunabilir. Ona göre, cemiyeti geride tutmak,
kıpırdatmamak, değiştirmemek, tek kelimeyle yaşatmamak isteyen bu zihniyetteki
insanlara hürriyet vermek, hürriyeti söndürmeye müsaade etmek demektir. Çünkü
ona göre, yobaz hürriyetin baş düşmanıdır. Hasan Âli Yücel İstiklâl savaşında
ve ondan sonraki inkılap devresinde bu zihniyeti dış düşmandan daha tehlikeli
gören gerçek milliyetçi ruhun zaten ona hürriyet tanımadığını ifade eder. Ona
göre, yobazı yere vuracak en emin kuvvet ise hürriyet duygusunu ve terakki
susuzluğunu iyi benimsemiş genç nesillerdir.[160] Hasan Âli Yücel devrimcileri
yobazlara karşı bir alternatif olarak gösterir.
Devrimcilik mukaddesliği
harflerde değil, mânâda, özde aradı. Dince de bu böyledir. Çünkü Müslümanlık,
idrak üzerine dayanmış bir yüce dindir. Tahmini karalama yoldan Müslüman
olunmaz. Allah’ın, peygamberin emirlerini, isteklerini bilmek, anlamak şarttır.[161]
Devrime karşı durmayı ise büyük bir suç olarak ifade eder:
Büyük suç şimdi budur.
Devrime karşı durmak;
Yobazlığa düşüp de bu
gidişi durdurmak!...[162]
Hasan
Âli Yücel maddiyat ve maneviyatın birbirine paralel olarak gelişebileceği
düşüncesini taşımaktadır. Hasan Âli Yücel’e göre, insana yeryüzünde vücutsuz
ruh olmadığı gibi, maddiyatsız maneviyat da zengin bir varlık gösteremez. Hasan
Âli Yücel uçsuz bucaksız boşluk içinde yüzen, akıl almaz varlıklara nüfuz
edildiği nispetle onların karanlık taraflarını görmenin mümkün olduğunu söyler.
Ona göre, bu yönde kuvvetli tecessüsü olmayan bir toplum maneviyat, hatta din
sanısıyla birçok hurafeye bağlanır ki, o boş aslı faslı olmayan inanışlar bu
toplumu, düşük düzeyde tutmaya sebep olur. Bu sebeple de bütün göksel dinlerin
en yüksek amacı olan Allah düşüncesi böyle bir toplumda gelişemez. Çoğunluk
sadece şekilden ibaret birtakım görenekleri tekrarlayarak kendini ayarlar.[163]
Hasan
Âli Yücel’e göre, ilmin kendi alanında yol alırken özgür hareket edebilmesi
için dinden bağımsız olması gerekir. Çünkü ona göre, ilim itikad değil hesap
ister. Hesaptan kaçan ilim ise büyük din kitapları arasında kalmaya mahkumdur.
Bu sebeple beşer zekâsının özgür çalışması gerekir. Ona göre, rasathanesinde
güneşi inceleyen dindar bir heyet bilginin gözü onu Tanrılığın bir kıvılcımı
halinde seyretseydi bu koca yangının içindeki sönük lekeleri fark edemezdi.[164]
Bununla
beraber Hasan Âli Yücel ilmin sınırını da çizer:
Bugün artık ne biliyorsak
müspet bilgiden, ne istiyorsak deneyli teknikten öğreniyoruz. Bilimin ve
tekniğin sustuğu yerden sonradır ki, metafiziğin ötesine aşıyoruz.[165] Görülen
düşünülen ve izah edilen ancak hadiselerdir. Bu sınırı geçmeye ilim adamı mezun
değildir. Geçerse yaptığı ilim olmaz, din olur. Metafizik olur.[166]
Hasan
Âli Yücel’e göre, bu alan tek insanla, tek Tanrının birleştiği yerdir. Tek için
kendi varlığına her türlü inanış ve anlayış bu birleşmede tam serbesttir.[167]
Hasan
Âli Yücel, kültürü şu şekilde tanımlar:
Kültür insanlığın sayısı
bilinmeyen asırlar içerisinde geçirdiği tecrübelerle vücuda gelmiş bir bilgiyle
meleke bütündür.[168]
Hasan
Âli Yücel toplu kültür tanımında ise nesil hayatı ve ferd hayatı ayrımından
yola çıkar. Hasan Âli Yücel’e göre, her insanın, geriye, ta cinsinin menşelerine
kadar uzanıp giden bir nesil hayatı ve bir de kendi oluşu ile başlayan,
doğumdan ölüme kadar süren bir ferd hayatı vardır. Nasıl ki bir kayısı
çekirdeğinde, bütün bir kayısı cinsi kuvvet halinde mevcut ise, bir tek insanda
bütün bir insanlık öylece varlığını gizlemiştir. Bu bağlamda toplu kültür
denilen şey, bir ferde bütün bir insanlığın tecrübelerini yeniden ve kısa
müddetli hayatında tekrar yaşatmak, ona dünün şuurunu vererek bugün kendini,
milletini ve insanlığını anlama imkânlarını buldurmaktır.[169]
Hasan
Âli Yücel için kültür, insanı insanda aydınlatan bir emektir. Kültür,
geçmişteki düşünce verilerinin halde benimsenmesi, gelecekte yeni yeni
yorumlamalara yol açması demektir. Bu bilmek ve öğrenmekle başlar; duymak ve
ruha sindirmekle devam eder. Hayat içindeki hareketler ve davranışlar yani
ahlâk kültürün çiçeklenmesi, gözle görünür hale gelmesidir. Dolayısıyla din
anlayışı da kültürün başlıca yönlerinden biridir.
Hasan
Âli Yücel geçmişteki düşünce verileriyle geleceği yaratmak ister.[170] Eskiyi ve
yeniyi uzlaştırma çabası Hasan Âli Yücel’in hayatının bütününü kapsar. Bunu
yaparken de evrensel bir yaklaşımı esas alır. Çünkü Hasan Âli Yücel’e göre,
medeniyet bir bütündür. Şarkı, garbı, yeni veya eski dünyası şahsiyet
farklarıyla bu bütünün birer tezahürü sayılır.[171] Hasan Âli Yücel’in Türk
Hümanizmasına temel aldığı anlayış da budur.
Türk
hümanizması, beşer eserine istisnasız kıymet veren, ona zamanda ve mekanda
hudut tanımayan hür bir anlayış ve duyuştur. Hangi milletin olursa olsun
insanlığa yeni bir düşünüş, yeni bir duyuş getiren her esere bizim
yüreklerimizin besleyeceği his, ancak saygı ve hayranlıktır.[172]
Hasan
Âli Yücel evrenseli kucaklayan bir kültür politikası güdüyordu. Ona göre, Türk
devletinde milli eğitimin esasları bütün dünya milletlerini tanımak, anlamak ve
saymak; kapalı bir kültürde mahpus kalmayarak, insanlığın ortak kültür
kaynaklarına gitmek; vatandaşlar arasında ırk, dil, din ve sınıf ayrılıkları
gözetmemektir.[173] Bununla
beraber, o en geniş insani düşüncelere bile millet denilen varlığın özünden
varılacağına inanır.[174]
Hasan
Âli Yücel Milli Eğitim Bakanı olduğu dönemde sahip olduğu imkanlardan en iyi
biçimde yararlanarak bu ideallerini gerçekleştirme gayreti içerisinde olmuştur.
Hasan Âli Yücel, adeta dini, sanatı, felsefeyi milli bir boyayla boyamak
istemiştir. Bunun için de öncelikle milli terbiyeye önem vermiştir. Bu anlamda
Hasan Âli Yücel, Başbakan İsmet Paşa’nın şu söylemlerini içtenlikle paylaşır.
Milli terbiye istiyoruz.
Bu ne demektir? Bunu zıddıyla daha vazıh anlarız. Milli terbiyenin zıddı nedir
derlerse söyleyebiliriz ki, bu Dini terbiye yahut beynelmilel terbiyedir. Sizin
vereceğiniz terbiye dini değil, milli; beynelmilel değil millidir. Sistem bu
Dini terbiyenin milli terbiyeye tearuz teşkil etmediğini her iki terbiyenin
kendi yollarında en temiz bir tecelli göstereceğini ispat edecektir.
Beynelmilel terbiyeye gelince; esas itibariyle dini terbiye dahi bir nevi
beynelmilel terbiye demektir. Bizim terbiyemiz, kendimizin olacaktır.[175] [176]
Hasan
Âli Yücel’e göre, bu önemli ve “doğru” fikirler ve dini terbiyenin millileşmesi
hususu C.H.P iktidarının gayretsizliği yüzünden Türkçe ezan gibi tedbirli ve
şeklî kalmaya mahkûm olmuştur. Hasan Âli Yücel 1946 demokrasi denemesinden
sonraki yıllarda bundan önceki devrimci tutumun dahi bozulduğunu, kursların, ve
kanunsuz okulların çoğaldığını; hele Demokrat Parti döneminden sonraki on yılda
Arap harfleri Elifbaların yeni harfli alfabelerden daha çok basılıp sarf
edilmeye başlandığını üzüntüyle dile getirir. Hasan Âli Yücel’e göre, o dönemde
“tevhid-i tedrisat” lafzı murad bir hale gelmiş ve Diyanet İşleri Başkanlığı,
Milli Eğitim Bakanlığıyla boy ölçüşmeye girişmiştir. Olup bitenlerin bütün
sebebi ise dönemin hükümetinin ve onun Milli Eğitim Bakanlığının iktidarda
kalma ve oy avcılığı metodu yüzünden atıl, batıl, aciz ve miskin bir duruma
düşmesi ve işlemekte olan kanunu tatbike tam bir vazifesizlik 177
tavrı takınmasıdır.
Hasan
Âli Yücel Milli Eğitim Bakanı olduğu İnönü döneminden itibaren giriştiği reform
hareketleri milli düşünceden yola çıkarak yapılmıştı. Din konusunda da hareket
noktası bu olmuştu. Çünkü Hasan Âli Yücel için Müslümanlık Araplık demek
değildi. Peygamber “ins-i cine” elçi gönderilmişti.[177] İslâm dini antiraciste,
ırkçılık kabul etmeyen bir dindi;[178] Cenabı Hak Rabbu’l- Müslimîn
bile değil Rabbü’l-âlemîndir.[179]
Nitekim,
“İslam’da asabiyet yoktur.” hadisi de bu hakikati ifade ediyordu. Hasan Âli
Yücel’e göre, Kur’an’ı Kerim asabiyet davasını önlemekle beraber “Her topluluğa
kendi dilinde kitap” gönderdiğini bildirmekle insanlar arasındaki dil ve kültür
farklılığını kabul ediyordu. Zaten Milliyet de Hasan Âli Yücel için dil ve
kültür ayrılığı demekti.[180]
Bununla
beraber, Hasan Âli Yücel İslâm dininin asla antinationaliste, milliyet karşıtı
bir din sanılmaması gerektiğini önemle belirtir ve şöyle devam eder:
İslam
camiasına girmiş her millet dilini, geleneklerini muhafazada bu din tarafından
serbest bırakılmıştır.[181]
Hasan
Âli Yücel’e göre, en eski devirlerden İslamlığa girişine kadar tamamıyla
tabiatçı bir kültür sayılabilen Türk kültürü, İslam’a girmesiyle inanç
bakımından kudret verici kıymetler kazanmış, fakat Arap ve Acem kültürlerinin
çekiciliği ile de tabiatçı olan özlüğünü bozmuş ve kendi kültüründen epey
kıymetler kaybetmiştir.[182] Türk
kültürünü bozan diğer bir sebep ise menşei Sami olan Müslümanlığın ona yeni
girdiği medeniyet içinde yeni vazifeler yüklenmesi ve Türklerin bu vazifeleri
en iyi şekilde yapmak kaygısında olmalarıdır.[183]
Hasan
Âli Yücel bu bağlamda Avrupa için gerçekleşen Rönesans’ın benzerinin son
inkılâp devresiyle Türk kültürü için de söz konusu olduğu inancındadır.
Ortaçağın otoritelerini yıkıp eski Helen Kaynaklarına bütün bir serbestlikle
dönüşü Avrupa için nasıl bir Renaissance olmuş ise, atalarımızın tabiatçı olarak
yaşadığı zamanlara dönüp bakışımız da bizim için bir Renaissance’dir. Hasan Âli
Yücel’e göre, son inkılâp devresi Türk tarihînin melez kıymetlerden silkinmesi
ve tabiatçı mizacına en çok uyan müspet ilimlere dayanmış Avrupa kültürüne tam
manası ile uyarak kendini buluş hareketidir.[184]
Hasan
Âli Yücel daha önce bu konuda yapılan Tanzimat ve meşrutiyet hareketlerini
yetersiz bulur.[185] [186] Tanzimat’ı
yetersiz bulmasının sebebi telifçi bir zihniyetle milli 187 kaynaklara inmeden Müslüman şarkı ve Hıristiyan Garbı
bağdaştırmak istemesiydi.
Meşrutiyet
devrinin, Tanzimat’ın kozmopolitiğine karşı çıkış ideolojisini temsil eden Ziya
Gökalp’i de şöyle eleştiriyordu.
Onun (İslamlaşmak,
Türkleşmek, Muasırlaştırmak) suretinde kısalttığı üçayaklı ve eklemeci;
(eclectique) görüşünü de doğru bulmayız. Bugünkü Türk inkılâbı eklemeci değil,
bütüncü ve sistemcidir. Biz Ziya Bey’in dediği gibi üç şey olmak istemiyoruz.
Dikkatinizi çekmek mecburiyetindeyim ki Türkleşmek başka şeydir, Türk olmak
başka. Meşrutiyetin eklemeci filozofunun zannettiği gibi bizim Türkleşmeye
ihtiyacımız yoktur. Bizim için Türklüğümüzü duymak ve bulmak zarureti vardır.
Her şey bunun içindedir.[187]
Hasan
Âli Yücel için milli kültürümüzü kurmanın tek bir yolu vardır: Müslümanlıktan
ve Garblıktan gelen kıymetleri milli varlığımızda geliştirmek, benimsemek ve
yetiştirmek. Hasan Âli Yücel’e göre, Atatürk devrimi de bu imkanı
hazırlamıştır.[188] Her tesiri
kendi süzgecinden geçirme şuuru ise Cumhuriyetle tam bir gelişmeye
erebilmiştir.[189]
Hasan
Âli Yücel Cumhuriyetin daha ilk zamanlarında Arapçayı ve Farsçayı kaldırmasını
kültür anlayışındaki milliyetçiliğin tecellilerinden biri olarak görmüştür.[190] [191] Hasan Âli
Yücel’e göre, Cumhuriyet devrinde hilafetin kaldırılması, medreselerin
kapatılması, Şeriye Başkanlığının ilgası ile din, dünya hayatından
kurtarılmıştır. Hasan Âli Yücel Müslümanlığın Türk kültürüne tam karışması için
mukaddes kitabımızın Türkçe okunmasını ve milletin Allah’ına ana dili ile hitap
etmesini şart olarak görür. Buna engel olan her hareket ve her şahıs ta Türk’ün
daha anlayışlı Müslüman olmasına
192
ket vuruyor demektir.
Hasan
Âli Yücel’e göre, din milli birliklerin kurulmasında milli kültürün yapıcı bir
unsuru olarak sosyal hayata tesir etmektedir.[192] Milliyet için esaslı bir
temel arz ettiğinden dolayı toplumda din birliği bu işte başta gelmektedir.[193] Bu sebeple
de anlamamak üzerine bir itikad binası kurulamaz.
Hasan
Âli Yücel, akla kıymet veren bir idrak dini olan Müslümanlığı anlamadan ve
duymadan Müslüman olunamayacağını ifade eder. Ona göre, Müslümanlıkta itikad
esaslarını mucizelerle değil; akılla, yakîn ile bilmek ana kaidedir. Bu amaca
ileten en aklî vasıtalar meşrudur. Hasan Âli Yücel, bu bağlamda anlamanın dille
olacağı ve milli dilleri bırakmanın imkansızlığının tarihçe sabit olduğu
düşüncesiyle, din umurunda Türkçeye vazife gördürmenin artık bir zaruret
olduğunu ifade eder.
Hasan
Âli Yücel’in bu konudaki isteklerinden biri en azından namazda açıktan okunacak
âyetlerin Türkçelerinin vaaz şeklinde anlatıştan uzak, doğru ve güzel tercüme
edilerek namazdan önce okunması veya söylenmesi ki; ancak bu şekilde
dinleyenler bunları kendi şuurlarının aydınlığında idrâk edebilir ve
gönüllerine sokabilir.[194]
Hasan
Âli Yücel’e göre, Müslümanlık Arapça öğrenmesi imkansız büyük Türk kütlesine
başka türlü anlatılmaz. Arap harflerini öğretmekle de bu millete Müslümanlık
öğretilemez. Hasan Âli Yücel için Müslümanlıkta esas olan fikirdir, düşüncedir.
Her millet te kendi dilinde düşünür ve kendi dilinde hakikati arar.[195]
Hasan
Âli Yücel, imanın doğabilmesi için anlamanın esas olduğunu yazılarında
belirtir. Mükellef olmanın sırrı da burada gizlidir. Bir şeyi anlamaksızın o
şeyi tasdik ve ikrar söz konusu olamaz. Dolayısıyla da iman doğmaz. Hasan Âli
Yücel’e göre, Arap, Arapça; Fars, Farsça anlar, Hintli, Hintçe anlar; tabii
Türk de Türkçe anlayacaktır. Hasan Âli Yücel bu sebeple şöyle der:
Tanrım, varsın, birsin;
Hz. Muhammed de senin kulun ve Resulündür.” Dediğim zaman bunu Türkçe ve
anlayarak söylediğim için ben Müslüman sayılmayacak mıyım?[196]
Hasan
Âli Yücel’e göre, milletimiz birliğine inandığı Allah’ın buyruğunu anlayarak ve
dinleyerek içine sindirmek istemektedir. Bu sebeple onların bu yürekten gelen
arzularına cevap verilmelidir.[197]
Hasan
Âli Yücel’in bu konuda ısrarlı olmasının sebebi dili kültüre temel olarak
görmesidir.
Dildeki, dilekteki birlik yapar milleti
Milliyet anlamının budur ancak özeti
Dil kültüre temeldir; dilek millete ülkü
Bu inanç üstün eder
medeniyette Türkü.[198]
Hasan
Âli Yücel bu düşünce ve duygular içerisinde bu konuda şöyle bir değerlendirmede
bulunur:
Kuran-ı Kerim Arapça
nazil olmuştur diye Arap dilini Müslümanlığın şartı bilmek hatadır, gaflettir
ve Müslümanlığı düpedüz anlamamaktır. İnsan toplulukları için tabii olan
milliyet duygusunu- ki hususi bir his sayılabilir- din gibi dünya ve ahirete
şâmil bir toplayıcı fikre karıştırmamalıdır. Müslüman olmak demek, Arap olmak
demek değildir. Nitekim Türk olmak veya İranlı yahut Afganlı veya Pakistanlı
olmak, yani bu milli hislere sahip bulunmak, hiçbir zaman Müslümanlık
camiasından çıkmaya sebep gösterilmez. Arap olmadan Müslüman olmak mümkün
olduğu gibi Müslüman olmanın şerefi yanında milli karakteri muhafaza etmek te
kabildir.[199] “İslam
milletleri” demek dini Müslüman olan Türk, Arap, İran, Efganlı, Pakistanlı,
Cavalı, Afrikalı milletler demektir.[200] [201]
Hasan Âli Yücel milliyetin asabiyet olmadığını yazılarından
önemle vurgular. Hasan Âli Yücel dil ve tarihî geleneklerin Müslümanlıkta kabul
gördüğü ve Allah Teala’nın Kur’ân’da her kavme kendi dili ile kitap gönderdiğini
söylemesinin de bunun göstergesi olduğunu ifade eder. Hasan Âli Yücel için
“milliyet” gerçek anlayışla bir kültür işidir. Bu sebeple milliyetçi olmak için
mutlaka ırkçı olmaya ihtiyaç yoktur.
Hasan
Âli Yücel’in hayatına baktığımızda bu düşüncelerin köklerinin çocukluğuna kadar
uzandığını görebiliriz.
Çocukluğumdan beri Onu
(Kur’ân-ı ) kendi dilimle bir cilt içinde bulup kısa bir zamanda bir dirim suyu
gibi (bir) yudumda içeyim isterdim. İsterdim ki, onu güzel bir kaba sarılı,
başucumda tutayım; sık sık elime alıp bu karışık alemden o “ birlik” dünyasına
göçeyim ve bu manevi havanın içine dalıp etrafın hay-u huyundan zedelenmiş
ruhumu tanrısal hakikatin huzuruna erdireyim. Zaman zaman fakat parça parça
tefsirler, izahlı tercümeler ancak bu kadarına imkan verirdi...[202]
Hasan
Âli Yücel bu düşüncelerle daima, din ve dil birlikteliğini sağlama gayreti
içerisinde olmuş ve elinden geldiği kadar bu uğurda mücadele etmiştir. Fakat
burada şunu belirtmek gerekir ki, Kur’ân-ı Kerimdeki “Şüphesiz O, Alemlerin
Rabbi tarafından indirilmiştir. O’nu ruhul-emin uyarıcılardan olasın diye senin
kalbine apaçık Arap diliyle indirdi.” (Şuara 26/192-195) ayetinde ifade
edildiği gibi Kur’ân-ı Kerim Arapçadır. Nazm-ı münzelin Arapça olduğunu ifade
eden bu ve buna benzer ayetlerden, sadece mananın değil elfazının da Kur’ân
kavramının içeriğine dahil olduğu açık ve kesin bir şekilde anlaşılmaktadır. Bu
sebepledir ki, tercümesine Kur’ân denilemeyeceği ve tercemenin Kur’ân hükmünde
olmadığı konusunda İslâm bilginleri görüş birliği içerisindedirler. Bu yüzden,
namazda da ibadet olarak Kur’ân-ı Kerim aslı lafızları ile okunur. Yüce
Rabbimizin bize olan öğüt, buyruk ve yasaklarını, öğrenmek onun irşatlarından
da yararlanmak maksadıyla ise tercüme, meal ve açıklamaları okunur. Bu maksatla
Kuran’ı Kerim terceme, meallerini okumak da çok sevaptır ve genel anlamı ile
ibadettir.
1.8
Hasan Âli Yücel’in Mevlevîliği
Hasan
Âli Yücel’in çocukluğunun ilk dönemleri Mevlevî kültürün, dini kuralların
egemen olduğu bir ortamda geçmiştir. Kendisi bunu anılarını anlattığı Geçtiğim
Günlerden adlı kitabında şöyle dile getirir.
Topkapı dışında
Merkezefendi yakınındaki Mevlevîhaneye gece yatısına giderdik. Büyükler oranın
dervişi idiler. Tekkeye gittiklerinde beni de beraber götürürlerdi. Esasen pek
küçük çağda sikke giymiş derviş olmuştum. En derviş olunmayacak demlerimde bile
bu ruh halini muhafaza etmişimdir; tekkeyi pek severdim. İnsanları kibar
bahçesi ve avlusu büyük, herkesin hareketi ölçülü ve sakin, kimse kimseye fazla
karışmaz, kimse kimseyle çan çan konuşmaz, içinde çocuğun ve ergenin rahat
nefes alabileceği bir yerdi.[203]
Hasan
Âli Yücel’in üzerinde, Gülşen dadısıyla evlenen ve ona ilk nâât-ı Mevlânâ’yı
meşkeden Hasan Dede’nin etkisi de büyüktür. Tekkenin müezzinliğini yapan,
kudumzen olan aynı zamanda güzel nâât ve âyin okuyan, Mesneviyi elinden
düşürmeyen bu zat Hasan Âli Yücel’in manevi kişiliğinin oluşmasında oldukça etkili
olmuştur. Hasan Âli Yücel bu konudaki duygularını şöyle dile getirir.
Bana ilk nâât-ı
Mevlânâ’yı meşkeden beni namazda müezzinliğine alıştıran Hasan Dede olmuştur.
Hele yaz sabahları tekkenin yüksek minaresinin şerefesinden Esselat verdiğim
zaman sesimin geri gelen “Allahu Ekber”lerini dinlerken nasıl vecde gelir nasıl
kendimi kaybeder gibi olurdum, anlatamam. İlk subhun yüce duygular tecrübesini
bu minarenin şerefesinde yapmışımdır.[204]
Hasan
Âli Yücel, anneannesinin Kadiri dervişi olduğundan bahseder. Anneannesi Ayşe
Hanım Cerrah Paşa’da Basmakçı Tekkesi’nin şeyhi Baba Efendi’ye sonra da oğlu
Mehmed Ali Efendi’ye bağlanmıştır. Anneannesi Hasan Âli Yücel üzerinde oldukça
etkili bir şahsiyettir. Hasan Âli Yücel de ona derin bir yakınlık
hissetmektedir. Ayşe Hanım, Hasan Âli Yücel’le siyasi konuları tartışır, ona
şarkı söyletir, K. Kerim, mevlit ve Mevâkıb tefsirini okuturdu. Hasan Âli
Yücel, anneannesinin böylelikle kendisini Allah kelamına alıştırdığını ifade
eder. [205]
Hasan
Âli Yücel, gümüş suyundaki yeni evlerine taşınmalarıyla Şeyh Mehmet Celaleddin
Efendi’ye komşu olur ve ona geliş gidişleri sıklaşır. Şeyh Celaleddin
Efendi’nin dış görünüşü, kendisiyle ilgilenmesi, onu zaman zaman yanına çağırıp
yazılar yazdırması, okutması, söylediği hikayeyi tekrarlatması Hasan Âli
Yücel’in ona ruhi bir yakınlık hissetmesi için yeterli bir sebepti.[206]
Hasan
Âli Yücel için Yenikapı Mevlevîhanesi, içerisindeki ruhani atmosferiyle, temiz
çehreli insanlarıyla önemli bir yerdi.[207] Mevlevîhanenin nezaket dolu
ortamı Hasan Âli Yüceli adeta büyülemiştir.
Nezaket,
fazilete açılan ışıklı ufuklardan biridir. Kendine güvenen ruhlar, onunla neşe
ve ümid içinde yaratıcı kudretlerini etraflarına yayarlar. Nazik insanlarla
beraber olmak, bahtiyarlıkların en hayat verici tecellilerinden biridir. Bunu
çocukluğumda Mevlevîler çevresinde, bin vesile ile görüp tecrübe etmişimdir.
Yemeleri, içmeleri, konuşmaları hatta yürümeleri bugün tahatturuyla bana aynı
zariflik neşesini veriyor.[208]
Hasan
Âli Yücel’in etkilendiği diğer Mevlevî şahsiyetler arasında Mevlevî Hakkı Dede
ve mesnevihan Esad Dede de vardı. Babasının dostlarıyla bir araya gelip
bıkmadan usanmadan, meşhur Dedenin Pençgah peşrevini geçmeleri; bir haneyi,
bazen de bir hanenin bir cümlesini on kere, yirmi kere çalmaları Hasan Âli
Yücel’in ruh dünyasını etkilemiştir.
Aynı
şekilde Yenikapı Mevlevîhanesinin dışında görüştüğü Mesnevihan Esad Dede’nin,
Çayırlı Medresedeki küçük odasında verdiği tasavvuf dersleri, oradaki
insanların saygısı Hasan Âli Yücel’de derin etkiler meydana getirmiştir.[209]
Hasan
Âli Yücel’in şiir ve musikiye olan tutkunluğu gittiği bu Mevlevî
toplantılarında başlar. Ayinlerin ilahi sesleri ve nefeslerin mistik nükteleri
Hasan Âli Yücel’in çocuk ruhunu gecelerce sandukaların bulunduğu türbelere
kapatmıştır. Hasan Âli Yücel’e göre, eğer hayat bir iç yaşayıştan ibaret
kalabilseydi bu “mürakabe” temrininin zevkinden başka hiçbir şeye ihtiyaç
duyulmazdı.[210]
Hasan
Âli Yücel’e göre, Mevlevliğinin iki kanadı şiir ve musikiyle hakikatin
cezbesine tutunulur ve Allah’a uçulur.[211]
Mevlânâ
şiiri, musikiyi ve raksı ibadet haline getirmiştir. Her ne ki Allah için
yapılır, o ibadet değil midir? İnleyen Rebabın sesini onun gibi duyan, nasıl
coşmadan durabilir? O ses bir hatif sesi olunca geldiği tarafa varlığı
götürmekten başka ne yapabilir.[212]
Hasan
Âli Yücel Mevlevîliğin çocuk ruhunda bıraktığı bu duygu ve düşüncelere hayatı
boyunca içtenlikle bağlı kalmıştır.
Konya benim için her
zaman “Aşıklar Kabesi”dir. Mevlânâ’nın ömrünü geçirdiği bu yere “sıla” ya gider
gibi giderim. Her yıl benim gibi üç yüz bin aşığa başucunda “ baş kestiren” bu
ruh ve hürriyet kahramanlarını, sandukasının etrafına saçtiği nurlar içinde
seyrediş gönlüme yeni hamleler, yeniden hayat emelleri verir.[213]
Mevlânâ,
aşıklarına, sahifelerini kışta soyunmuş ağaçların baharda açmış yeşil yaprakları
gibi hayat feyzi vermektedir.[214]
Hasan
Âli Yücel için Mevlânâsız bir hayat sözde, sazda, seste, nefeste, semada Tanrı
vergisi güzelliklerin her şekline dini bir benlik kazandıran bu Allah aşkından
yetim ve yoksun kalmaktı. Anadolu Türk’ü başta olmak üzere Müslüman Şark’ın ruh
inceliğinde böyle yüce bir örnekten; siyasi ve ictimai dalgalar içinde sert
fırtınalara dayanmayı sağlayan bir gönül siperinden; devrin ve devranın
kötülüklerine etekleri bulaştırmayacak ilahi ahlâkın düsturlarını açan bir fazilet
kaynağından yoksun kalmasıydı. Hasan Âli Yücel’e göre, Mevlânâ’nın nefesi
asırlarca maneviyat âleminin yaşatıcı, teselli edici meltemidir.[215]
Hasan
Âli Yücel’e göre, vahdet ve uluhiyet’e Mevlânâ’yla varılır. Mevlânâ’nın
etrafında dönmek Hakk’ın etrafında dönmektir. Çünkü Mevlânâ, yalnız Hakk’ın
etrafında dönerdi.[216] Kalbinde
vahdet nurunun uyanmasını isteyenler onun Mesnevisini ve Divan-ı Kebirini
okumalıdır.[217]
Hasan Âli Yücel’i dinleyelim:
Neyde
dem, Mevlânâda mânâdır. Mânâ birdir, birden doğar. Mevlânâ’da bir, Allah’tır.
Onun gözünde vahdet, uluhiyettir. Anıt halindeki büyük eserinde değişmeyen tema
budur. Semahda direk, harfler içinde elif, birliğe işarettir. “1” de onu
göstermez mi? Yalnız Mevlânâ için “bir” sağa sola eğrilmez, bir dümdüzdür.
Mevlânâ’yı doğru anlayıp ona hayranlıkla bağlananlar da ne sağa yatarlar, ne
sola!... doğruluk onlar için tabiî duruştur.[218] [219] [220]
Bu duygu ve düşünce içerisinde Sema-ı Mevlânâ’yı şiirinde
şöyle dile getirir:
Devr eder Şemsi çekip
cezbesine
Hu deyip gökle döner Mevlânâ
Neylerin ahına uydukça semah
Eyler eflake seher Mevlânâ
Nur verir gölgesi her
zerremize
Ederek gökleri yer Mevlânâ
Kalkıyor kafile Âli durma
220
Yuru Mevlâya gider Mevlânâ.
Hasan Âli Yücel Mevlânâ’yı sever. Çünkü Mevla’ya mülaki
olmak ister. Kendisinin de ifade ettiği gibi Tanrılık yolundaki mürşidi
Mevlânâ’dır.
Bununla
beraber, Hasan Âli Yücel için asıl önemli olan Mevlânâ ruhuydu, onun bıraktığı
izlerdi; Mevlevîlik değildi. Hasan Âli Yücel’e göre, Mevlevîliği Mevlânâsız
anlamak mümkün değildir. Mevlevîlik bir tarih, Mevlânâcılık bir hal, hatta bir
istikbâldir. Çünkü Mevlânâ’nın öyle toplayıcı fikirleri vardır ki insanlık
henüz, o düşüncelere varmaktan uzaktır.[221] Mevlevîlik, Mevlânâ’nın eseri
olmakla birlikte, onun kurduğu bir müessese değildir. Mevlânâ’nın mezhebi,
zümresi, davası, evi, barkı, tekkesi, cübbesi hatta sikkesi hiçbir şeyi yoktu.
Yalnız dini vardı. Çünkü sadece Allah’ı vardı. Başına insan toplayıp, onları
bir yere oturtup ders vermek onun işi olamazdı. Her türlü bağ gibi bunları da
koparıp atmıştı. Mevlânâ’nın şairliği aşık olmasındandı. Mevlânâ’nın sevgilisi
Allah’tı, dini bundandı.[222]
Hasan
Âli Yücel Konya’daki ihtifallerde, amacın bir tarikatı anmak değil, büyük
bilinen hakimi, şairi, mutasavvıfı bir Allah adamını anmak olduğunu önemle
ifade eder.[223]
Hasan
Âli Yücel’in bu derin Mevlânâ sevgisine her alanda olduğu gibi milli hisleri
eşlik eder. Mevlânâ Türk’tür, ama nasıl bir Türk? Sözü Hasan Âli Yücel’e
bırakalım:
Ölümünün
yıldönümü, artık basit bir anma töreni halinden çıkıp milli ve manevi bir şölen
kıymetini alan Mevlânâ’mız, neden bu kadar içten ve bu kadar yaygın ve derin
olarak müşterek vicdanda yer alıyor? Bunun sırrı birkaç noktada aranmalıdır.
Birincisi, onun itiraz götürmez şekilde Türk oluşundandır. “ Hind dili
söylüyorum ama aslım Türk’tür.” demesi bile kafi bir milliyet ilânı saymak
mümkün iken onun şeceresi, hayatı, Farsçası, Mesnevi’de ve Divan-ı Kebir’de
Türkleri öven yazıları bu hususta ayrı ayrı birer kuvvetli delildir. “Sarahat
karşısında delalete itibar yoktur.” kaidesine vurursak apaçık “Türküm” demesini
aydınlıkla, nuranilikle, Hinduluğu da gece ile ve karanlıkla yorumlamağa
kalkmanın akla mantığa ve hakikate uymadığını görürüz. Mevlânâ her türlü ilmi
usul kuralına vurulursa vurulsun düpedüz, su katılmamış Türk’tür. Türkün, Türkü
sevmesinden daha tabii ne olabilir mi?
Mevlânâ
öylesine bir Türk’tür ki, onda ilim ve aşk birbirine karışmış; bütün bilgisi,
hilkat ve uluhiyet önünde eriyip varlığı sadece aşktan ibaret kalmıştır. Türk
seveni sever. Mevlânâ baştan başa bir aşk alevidir.[224]
Hasan
Âli Yücel’in bütün bu sözlerinden, düşüncelerinden, şunu anlıyoruz ki Hasan Âli
Yücel Mevlânâcıydı ve Mevlevîydi. Birçok araştırmacı yazar, Hasan Âli Yücel’in
Mevlevîliğinde ittifak halindedir. Ahmet Güner Sayar’ın çalışmasından hareketle
bunlara şöyle işaret edebiliriz:
Hilmi
Ziya Ülken’e göre, Hasan Âli Yücel Mevlevî dervişidir. Mehmed Önder’in
müşahedelerine göre, Hasan Âli Yücel “ Samimi bir Mevlevî; “ Mevlâna’ya büyük
bir saygı ile bağlı, samimi bir Mevlânâ hayranı ve Mevlevî(dir)”; Şefik Can,
onun “Mevlevî” olduğunu yazmış; Ahmed İnam ise “ Yeni Hayat” şiirindeki; “ Biz
yeni hayatın erenleriyiz” mısrasından hareketle Hasan Âli Yücel’in “yeni
hayatın eren’i olmasını onun Mevlevîliğine bağlamıştır. İsmail Kara’nın
tevcihine göre “ Mevlevî Meşrepti o” Profesör Celal Şengör’e göre, “Mevlevî
dervişi ve “Mevlevî” idi. “Mevlânâ sevgisi müsellemdir.” diyen Beşir Ayvazoğlu,
“Mevlânâ”ya hayran olduğunu ileri süren Aslan Kaynardağ yanında E. Efeoğlu’na
göre “bir Mevlevî gizemcisiydi.” “Hasan Ali... bu tarikata (Mevlevîliğe)
bağlıydı”. Can Yücel de babasının “Mevlevî” olduğunu, Sina Akşin de
“Mevlevîliğe bağlılığını” ileri sürerken, Hikmet İlaydın’ın yaklaşımı ise
şöyledir: “ Mizacının derinlikleri bakımından ona bir mistiktır diyebiliriz.”
Hasan Âli Yücel için “Mevlevî idi” diyen Osman Akkuşak ile “Hasan Âli Yücel bir
Mevlevî’dir.” diyen H. Ünder bu bağlamdaki örneklerdir.[225]
2.
HASAN ÂLİ YÜCEL’İN TANRI ANLAYIŞI
Hasan
Âli Yücel’in değerlendirmesine göre, insanlık tarihî hiçbir devri müstesna
olmamak üzere, insanın Allah’ını aramasının hikayesidir.[226] Çünkü insan Allahsız olamaz,
onsuz yaşayamaz.[227] Hasan Âli
Yücel şöyle der: Ona en ilkel varlıklarda, bitkide, hayvanda, gök
yuvarlaklarında ve en haşin anlayışlı maddede kavuştuğunu sananlar bile ondan
başka bir şey bulabilmiş değillerdir. Çünkü O’nun vücudu dışında varlık yoktur.
Hiçbir idrâk, “hiç” uğruna bu zahmete düşmez. Bir hiç için bu kadar cidale
girmez. [228]
Bu
düşüncelerini şiirinde şöyle dile getirir:
Sensiz düşünüşte sen sebebsin,
Hiçsin diyenin içinde hepsin.
Bir başkası başka türlü
söyler,
Varsın” demeyip de sanki
neyler?
Oldukça aciz beşer de böyle,
Kıvranmadadır zekâsı öyle.
Her acze devâ, senin irâden;
Yardım gelemez ki başka
yerden.
Her kudretin aslı sende saklı,
Haktan ne çıkarsa hepsi haklı.
Senden geliyor ne varsa
mevcud,
Âbitteki kudretinse mâbud.[229]
Hasan
Âli Yücel’e göre, insan bakmakla bitmez olayları, saymakla tükenmez varlıkları
hangi yaratıcı kudrete bağlamak gerektiğini araştırmasaydı Allah fikri ortaya
çıkamazdı.[230] Nitekim
Allah ümitlerin, korkuların, bütün manevi kuvvetlerin timsali olan yaratıcı
varlıktır. İnsan büyük sıkıntılara, dayanılması güç ızdıraplara düştüğü zaman
“Aman Allah!” diye kendini feryaddan alamaması ve bu feryadın, bu istimdadın
her dilde karşılığının olması kimsenin onsuz kalamayacağını gösterir.[231] Dinler de her
şeklinde bu büyük kudrete karşı duyulan iştiyakın ifadesidir. Müsbet bilim ne
kadar ilerlerse ilerlesin, teknik ne derece kuvvetlenirse kuvvetlensin, Allah
fikri, daima değişmez kalan Büyük meçhul karşısındaki aciz insanın ruhuna
hükmetmiştir.[232]
Hasan
Âli Yücel’in bu düşüncelerinden anlaşılacağı gibi ona göre zekâ aciz kaldığı
noktada Allah’la karşılaşır. Bilinmeyenle temasa geçer. İşte bu noktada iman
başlar. Hasan Âli Yücel’e göre, gerçek iman “gaib”dedir. Elle tutulan, gözle
görülen, kulakla işitilen şey iman konusu olmaz. Bu vasıfta olan basit putlar
bile görülmeyen, tutulmayan, bilinmeyen kudretleri temsil için yapılmış ve
tapılmıştır.[233]
Hasan
Âli Yücel’e göre, sade akıl ve zekâ yokluktan varlığa geçişte şaşırıp kalır;
ilim ve
235 bilim sadece nisbetlerden haber verir. Başlangıçtan ve
sondan bize haber veremez.[234] Hasan
Âli Yücel, Allah Bir adlı şiir kitabında biraz kendisini biraz da aklı
eleştirir bir şekilde şöyle söyler:
Bir daire çizmişim habersiz,
Yıllarca emek çekip de yersiz.
Beyhude dolaşmışım demek ben,
Merkez kaçmış gönül
gözümden[235]
Bilseydi akıl bütününde Hakkı,
Kavrardı bir anda Garbı, Şarkı,
idrâke aciz bu noktadandır.
Uğraşması akıl için ziyandır.[236]
Hasan Âli Yücel arayan gönlünün aklın sınırlarını aşarak
Allah’ı bulmasını şöyle ifade eder:
Buldum diyorum, fakat ne buldum?
Bir şey ki O, görmeden tutuldum.
Tanrım, seni kaybedip
mekânda,
Sezdim sonu olmayan zamanda.
Sen vasıtasız inandıransın;
Yer gösteremem içimde cansın.
Kalsaydım akılda ben de
mihmân,
Kalbim bilmezdi nerede iman;
Tanrım arayan gönül, izinde;
Ölmüşken olur özünle zinde. [237]
Hasan
Âli Yücel Allah’ın varlığına ispat aramaz, O’nu bulmak için çok uzağa gitmesine
gerek yoktur:
Isbât aramam içimde varsın;
Şüphen neyedir, niçin sorarsın;
Varsın, boştur vücuda burhan;
239
Varlık sensın, bu işte imini...
Hasan
Âli Yücel aklı bu konuda tam olarak işlev dışı bırakmış değildir. Akıl olayları
anlamada ve Allah’a varmada gerekli çıkarımları yapar ve kişiyi yüce kudretle
buluşturur.238 [238] [239]
Bunun
şiirindeki yansıması ise şöyledir;
Bir silsile kurmadır tefekkür,
Üst üste vurulma kördüğümdür.
Gerçekse durur, tebeddül etmez;
Hak, sâbittir; teselsül etmez.
Bir noktaya varmadan düşünce,
Devretmededir sebebi netice.
Kudret tükenir bu taşlı yolda
Takat kalmaz bacakta, kolda.
Gezdim o zeminde ben de pek çok.
Baktım bu gezişte bir durak yok.[240]
Hasan
Âli Yücel’e göre, akıl bazen O’na isyan etse de sonunda gene O’na teslim olur.[241] İnkar
edenlerin bile içinde “O” vardır. İmansızlık ayrı bir imandır. Çünkü Rahman
yoksa inkarın anlamı da yoktur. Yok olan şeyi inkâr bir anlamda ikrarın
kendisidir.[242]
Hasan
Âli Yücel, din konusundaki münakaşaları boş bir çaba olarak değerlendirir.
Çünkü ona göre, bugün dünyada yaşayan ve yaşamış olan milyonlarca insan akıl ve
muhakemeleri ile ince, uzun tetkikattan sonra bulundukları dinlere
girmemişlerdir. Çünkü ilmin bildirmesine karşı din inandırır. İsbat etmez,
telkin eder.[243] Hasan Âli
Yücel’e göre, bu sebeple insanların imanları münakaşa edilmez. Ancak onlara
hürmet edilir. Etmeyenlere de etmesi öğretilir.[244]
Hasan
Âli Yücel, Allah fikrinin hiçbir zaman sarsılmayacağını yazılarında şöyle ifade
eder.
Bugün dünyada en çok basılmış olan kitaplar,
din kitaplarıdır. Okurları en çok olanlar, Kuran ve İncil’dir. Din
aleyhtarlığı, Allah fikrini sarsamamıştır. O, zamanla incelmiş, yükselmiş; beşer
idrakinin gelişmesine müvazi olarak mükemmelleşmiştir. Müsbet bilim ne kadar
ilerlerse ilerlesin, teknik ne derece kuvvetlenirse kuvvetlensin Allah fikri,
daima
■ değişmez kalan Büyük meçhul karşısındaki aciz insanın
ruhuna hükmetmiştir.[245]
Konuyu Hasan Âli Yücel’in Allah Bir adlı şiir
kitabındaki son sözleriyle noktalayalım.
Taptım sana, başka Tanrı
bilmem;
Faniler önünde ben eğilmem...[246]
Hasan
Âli Yücel’e göre, “eksik”, “kusurlu” ve sonunda “ölecek” bir varlık olduğunu
bulan ve bilen “eksiksiz”i “kusursuz”u ve “ölümsüz”ü arar. Kusursuz varlıksa
Yaradan’dır. O değişmez, başlamaz ve bitmez.[247] Tebeddül ve teselsül etmez.[248] Din de
birdir. Çünkü Hak birdir. Aksi olursa zaten din değildir.[249]
Hasan
Âli Yücel’e göre, Allah’ın öncesi sonrası yoktur. Doğmaz, doğurmaz, artmaz,
eksilmez.[250] Onun evveli
ve âhiri yoktur. O bir andır. Vicdana bu anı sığdırandır.[251] [252] Hasan Âli Yücel’e göre,
Resulün en büyük meramı da tevhiddir. O’nun var ve bir 253
olduğunu
anlatmak, tevhidine ün vermektir.
Hasan
Âli Yücel’e göre, Allah’ın görme, işitme, bilme ve yaratma sıfatı vardır. O
görür, görmesi bizim gibi değildir. İşitir, işitmesi bizimkine benzemez. Bilir
bilmesi meçhulden maluma gitmez, malumdan maluma yürür. Bilmediği yoktur.[253] Her an
yapan, yaratan O’dur. Her arzusu bir oluştur, var ederken yok, yok ederken var
eder.[254]
Her an yenidir elinde hilkat,
Tekvin ile canlanır tabiat.[255] [256]
Hasan
Âli Yücel’e göre, arayan ise durmadan değişir. Değiştikce değişmeyende yeni
vasıflar keşfeder. Keşifler biriktikçe değişen tarafları azalmaya değişmeyecek
tarafları 257
çoğalmaya
başlar.
Hasan
Âli Yücel’in yazılarında vahdet-i vücud anlayışı görülür. Vahdet-i vücud
anlayışında vücud birdir. Bu tek olan vücud bütün mevcutların hakikatidir.
Bütün kainat her zerresiyle bu vücuttan hali değildir. Bütün mertebelerde zuhur
eden şey Hakk’ın “bir” olan vücududur.[257] Hasan Âli Yücel’in
şiirlerinde Vahdet-i Vücud anlayışının yansıması şöyledir:
Tekten çıkacak ne varsa hep
tek,
Hep birde birin hesâbı gerçek.[258] [259]
Hak birdir,O kimde varsa
haktır;
Çoktur deme yanlış
anlamaktır.
Hilkat de bu sırrı eyler ifşâ
Mahluk ile halk, aynı mânâ26
Hasan
Âli Yücel şiirlerinde vahdet konusunda Mansur’u örnek gösterir. Sevenin kendi
sıfatlarından sıyrılması, sevgilinin sıfatlarına bürünmesi vahdet’in ta
kendisidir.
Mansûr’a deyince sen “Enelhak”
Mansûr’un der “Enelhak” ancak.
Kulluk silinir bütün özünden,
Kalkar ikilik gönül gözünden.
Vahdet hak olur şehâdetinle
iman bir olur hakikatinle.
Berdâr olur ammâHak’tadır
o!...
Bir ruh olarak ayaktadır o.
“Ben Hak değilim ” deseydi bir
an,
Batılda kalırdı, şirke kurban.
“Ben sen oldum” “yokum”
demektir;
Varken yok oluş ne hoş
dilektir[260]
Hasan Âli Yücel’in tasavvuf! kişiliği sözlerine
aksetmiştir. Hasan Âli Yücel’e göre, arayanın hedefi Sühreverdilikte olduğu
gibi “nur” olmaktır.
Arayan güneşe nisbetle
gölgeye benzer. Işık kaynağına yaklaştıkça nurlanır, fakat yanar. Bir bakıma
yok bir bakıma var olur. Hedef güneşe varmak değil, güneş olmaktır.[261]
Hasan
Âli Yücel Tanrı-insan ilişkisinde tasavvufi bir yol izlenmesi gerektiğini
belirtir. Nitekim, tasavvuf bir anlamda tecrübeye dayalı bir hadisedir. İnsanın
kendi ruhunu incelemesi yöntemidir. Hasan Âli Yücel’in aşağıdaki görüşlerinden
yola çıkarak diyebiliriz ki, Hasan Âli Yücel’in insanın Hak’la doğrudan ilişki
kurması yönünde mistik bir ilerleyişi söz konusudur:
Bu his bütün
varlıklara hakim bir kudretle kendi aramızda ve ancak kendimizde . ^bulacağımız yüksek bir
anlayıştır. Din budur. Bu hisse ve ideale erebilmek için,
nefis terbiyesi denilen
çileyi çekmek, ruh gayreti göstermek şarttır. Nefis terbiyesiyle ruh, kötü
eğilimlerden temizlenir. Zararlı hırslar söner. Gönül, muhabbetle; kalb merhametle
dolar. Her türlü azgınlıklar gider, ifratlar sükûn bulur. Başkalarına iyi gözle
bakma başlar. Kamil insan, bu vasıflarda olandır. Ağzından köpükler fışkırmaz,
ellerinden iftira katranları dökülmez. Sağa sola saldırmaz, saldıranlara
aldırmaz. Hakka saygı, hakikate sevgiyle dolmuştur.[262]
Hasan
Âli Yücel’e göre, din Allah ile Kul arasındaki manevi münasebettir. Ona göre,
hele (bizim dinimiz) Müslümanlık bu münasebeti sevk ve idare edici hiçbir
hususi sınır, (ruhbanlık) kabul etmemiş ve müminlerine dine girip çıkmada
hiçbir merci göstermemiştir.[263]
Müslümanlıkta Allah ile
kul arasında hiç kimse giremez. İbadet yani kulluk, Hakka gönlü bağlayabilmek,
kendisine nisbetle güneş bir nokta kalacak kadar büyük ve büyüklüğü akla sığmaz
varlıklarla dolu boşluğu düşünerek aczimizi duyabilmektir.
İnsan, yaratan önünde ne
kadar küçülürse o kadar büyür; ne derece alçalırsa o derece yükselir. Hilkate
karşı tevazu ibadetlerin başıdır. Mahlukların en azizi olan beşer, ancak bu
yoldan Hâlikına yaklaşabilir; ancak bu duygu ile Hâlık’ın ahlâkına kendini
yaklaştırabilir. İman, hakikatte bir itiraftır. Aczimizin, kötülüklerimizin
itirafı... Bu yapılmadan Müslümanlığa girilmez. Bunsuz yürek temizliğine
erilmez. Kalbe huzur, bu itiraftan gelir. Manasız gurur, ancak bu terbiye ile
eğilir. Müslümanlık, Hakka teslim olmaktır. Haktan gayri ne varsa onları bir
yana atıp yalnız onda hakikati bulmaktır. Şems suresinin şu ayetinin anlamının
ışıklarında gönlünü yıkayabilenlerdir ki Muhammediliğin sırrını kavrarlar.
Nefsini temizleyip parlatan,
Gerçek felahı bulmuştur. ”[264]
Hasan
Âli Yücel’e göre, kulun Allah’a inanmasını sağlayacak tek yol insanı bütün
özellikleriyle ve unsurlarıyla muhatap olarak alan vahiydir. Hasan Âli Yücel,
kulun Allah’a inanmasını sağlayacak tek yolun O’nun eserini anlamak olduğunu
söyler. Ona göre, bu gayreti harcamayanların ilahiyat kitaplarını durmadan
devretmelerine rağmen Yaradan duygusuna eremeyecek kadar “kuru” kalışları da bu
sebepledir.[265] Çünkü Hasan
Âli Yücel’e göre, “maneviyat” dediğimiz şey insan idrakinde ve iradesinde
toplanır. [266] [267]
Gücünü
Mevlânâ düşüncesinden alan gönül adamlığı ise onun din konusunda, insan- Tanrı
ilişkisini bize verecektir. Onun değerlendirmesine göre Mevlânâ ve onun
Tasavvufunun özü, Kuran’ın en doğru tefsiridir. Dolayısıyla Allah’ın eserini anlamak
isteyenler Mevlânâ’ya müracaat etmelidir.
Hakka aşıkların odur yârı
Söyleyip keşfederler esrarı
Verir en doğru şerhi Kuran ’a26
Hasan
Âli Yücel’e göre, dini ve ibadeti aslına götürme noktasında Mevlânâ’dan
öğrenilecek çok şey vardır. Ona göre, dini ve ibadeti makineleştirmiş olanlar
Mevlânâ’nın marifet konusundaki düşüncelerini anlayamamışlardı. Bu yüzden de
dini ve ibadeti aslına, yani Allah sevgisine götürememişlerdir. Oysa kalp Allah
ile olmalı. Cesedi öldürmeli, kalbi diriltmeli. Ahireti hazır kılmalı, dünyayı
yok etmeli. Niyeti var etmeli. Marifet gönülde, şehadet dilde, hizmet azâda
olmalı. Cehennemden kurtulmak için taatte bulunmalı. Şefaat için niyet etmeli.
Eğer kul Mevlâ’yı bulmak isterse aramalı ki, zaten arayan bulur ve O’ndan
başkasını da gayrı istemez.
Yazarımıza
göre, Allah için yapılan her şey ibadettir. Allah için yapılmayan her şey ise
şekli ibadet dahi olsa aslında isyandır. Mevlevîlikteki musiki ve raks bu
sebeple bir ibadettir.[268] Hasan Âli
Yücel, taassuba rebabın sesi, neyin nefesi ile isyan eden Mevlâna’yı bütün Türk
nesilleri için her zaman feyiz verici bir mürebbi olarak görür.[269]
O
insanları inzivaya dönük dini hayattan ve irrasyonel çizgilerden kurtarmak,
onları gönül dindarlığı ile dünyaya döndürmek çabası içindedir; bunu yaparken
de hareket noktası her zaman olduğu gibi Mevlânâ’dır. Hasan Âli Yücel’e göre,
kul Mevlânâ gibi bir ahiret adamı olmalıdır. Çünkü o, dünyayı bütün
güzellikleriyle kulun kendine kendi cenneti yapabileceğini öğretir. Hasan Âli
Yücel’e göre, tembel sofi olmaz. Tasavvuf cihaddır, emektir, savaştır.[270] [271] O bu
düşüncesini “Yeni Hayat” adlı şiirinde şöyle dile getirir:
Yalnız değiliz, ailemiz var;
Başımızdan aşkın gailemiz var;
Bin kervan tutacak kafilemiz
var;
Varlık diyarının
seferberiyiz.
Biz Hakka âşıkız, dileğimiz hak;
Doyurmaz ahrette saadet ummak;
Dileriz dünyada kurulsun
Uçmak;
272
Bu yolun ümmetsız
peygamberiyiz.
İnsanda
kemal, fikirle hareket arasındaki ahenkten doğar. Hasan Âli Yücel için inanılan
şey kendiliğinden hareket yaratan bir kuvvettir.[272] Hasan Âli Yücel, bu sebeple,
eylemde bulunmayanları ve inzivaya dönük bir hayat sürenleri sert bir dille
eleştirir.
Hasan
Âli Yücel’e göre, kendinden geçmiş, hayattan bezmiş âlemle alakasını kesmiş bir
insan yirmi yaşında da olsa bir “pir-i fani”dir. Bunlar ona göre canlı
cenazelerdir. Bir insan topluluğunun süprüntüleridir. Ona göre, bir cemiyetin
her türlü hastalığını akmayan sular gibi bu durgun ruhlar doğurur. Onlar sosyal
hayatın tehlikeleri, mikroplarıdır. Çünkü ruh tembelliği, hastalıkların en
bulaşığı, en tehlikelisidir. Ona göre, bu tür sofuluk “Zühd-ü huşk” tur. Yani
kuru sofuluktur. Hiçbir şeyin kurusunda can olmadığı gibi dindarlığın da suyu
çekilmişinde iş yoktur. [273] [274]
Hasan
Âli Yücel’e göre, insanın sadece ve sadece ahirete dönük yaşamasını, dünyayı
fani bir varlık olarak görerek boş vermesini Müslümanlığa yakıştırmaz. Mehdi
bekler gibi bir kurtarıcı beklemek, Hasan Âli Yücel’e göre, bin bir afetin
gökten tepemize 275
inmesine
sebebiyet verir.
Hasan
Âli Yücel, bu konuda çalışmayı emreden dinimizin sesine kulak verilmesi
gerektiğini söyler. Ve bu düşüncesini şiirlerinde de dile getirir.
Çalış dünya için sen hiç ölmeyecek gibi
Ahretine hazırlan yarın ölecek gibi
Ya Tanrı ’nın Kur ’an’ı ne
diyor bilir misin?
Çalışıp kazanmadır vazifesi
herkesin.
Ve En-leyse ” ayeti “illa mâ-seâ” diyor.
Bu dünyada mü’mine çalışmak emrediyor.
Dünya gayret cenneti,
tembelin cehennemi;
Bundadır çalışarak yaşamanın
önemi[275]
Ona
göre, insanlık şuurunu anlamak için fikirlerle hareketler arasında tam bir
ahenk yaratmaktan ilim ve ahlâk birliğine varmaktan başka çare yoktur.[276]
2.3.1.
Ahlâklı Bir Varlık
Olarak İnsan
Hasan
Âli Yücel’e göre, ahlâk ferdin ruhunda doğan dinlerin ve her türlü yüksek
beşeri kıymetlerin bilinip duyulmasıyla gelişen, fert gibi cemiyetleri,
milletler ve devletleri karşılıklı taahhütlerle birbirine bağlayan bir nizamın
ifadesi ve sistemi olmuştur. Hasan Âli Yücel’e göre, insanda akıl bütün kötülükler
gibi iyiliklerin kaynağıdır. Onu iyice kullandıracak irade, kendi kendisini
terbiye edenlerin elinde hassas terazi şaşmazlığıyla işler.[277]
Hasan
Âli Yücel insanı şöyle tahlil eder:
... Düşünme yoluyla var
olduğunu anlaması, diğer hayvanlardan ayrılma vasfı olan insan; bu sanatını
kullanıp düşünürken “içinde” ikiye bölünür. Söyleyen “ben”, dinleyen “ben”.
Dikkat edilecek olursa, her düşünce anımızda, içimizde birisi konuşur, gene
içimizde konuşanı dinleyen başka birisi vardır.
Benliğimiz
düşünürken böyle ikiye ayrıldığı gibi, karar verirken de hemen aynı bölünmeye
uğrar. Kaba bir benzetişle, ruhumuzun alt tabakalarında doymak isteyen
iştihalarımız, ham dileklerimizden teşekkül eden “Tortu benliğimiz” vardır.
Üstte ise idealleri, iyiye götüren istekleri saf duyguları barındıran “Yüksek
benliğimiz” bulunur.[278]
Hasan
Âli Yücel’e göre, “Tortu benliğimiz” bizi kötülüklere zorlarken, “Yüksek
benliğimiz” kudretine göre türlü şiddette tepkiler verir. “Tortu benliği”
tepkilerle zaptetmeye çalışan bu yüksek benlik “vicdan”dır. Pişmanlık ve
nedamet ise tortu benliği zaptedemediği zaman duyduğu acının ismidir.
Mistiklerin nefis ile mücadele dedikleri savaşların en zor olanı budur.
Hasan
Âli Yücel’in değerlendirmesine göre, insan iradesini hiçe indirip bütün
cüziyatı İlahî iradeye atfederek mesuliyeti ortadan kaldırmak; Müslümanlığı
anlamamaktır. Ters ve yanlış yolda gitmektir.[279] Hasan Âli Yücel’e göre,
Müslümanlığın en mühim esaslarından biri insanın yaratılışında kötü olmaması,
ancak iradesiyle kötü olacağını ortaya koymasıdır.[280] Her doğanın sağlam bir
fıtratla dünyaya geldiğini bildiren İslam’ın bu yüksek görüşünü ruhuna
sindirmeden ne tam bir Müslüman, ne iyi bir insan olunabilir.[281] Bu bakımdan
Hasan Âli Yücel dinleri pratik ahlâkın en canlı numuneleri olarak görür.
Dinler
pratik ahlâkın en canlı numuneleridir. Müslümanlığı kuran Hazreti Muhammed’in
“Ben, ahlâkı mükemmelleştirmek için gönderildim” mealindeki sözü, bunu
gösterir. Dinler Tanrıya karşı kulluk vazifelerini ortaya koyarak, ferdin iyi
insan olmasını sağlamak isterler. Böyle iyi fertlerden mürekkep olan büyük
topluluklar da iyi olacak demektir. Dinlerin pratik ahlâk alanında yaptığı
tesirler, dikkatle incelenmeye değecek kıymette ve ehemmiyettedir.”[282]
Hasan
Âli Yücel’in değerlendirmesine göre, birçok ahlâk emirleri artık medeni
insanlık için birer hukuk kaidesi olmuştur. Vatandaş hak ve vazifelerini Devlet
tayin etmekte, onların müeyyidelerini Devlet kullanıp yerine getirmektedir.[283] Ahlâk
kuralları ise iyi vatandaş, iyi insan olabilmek için ferdin iyi evlât, iyi ana
ve baba, iyi kardeş olmasını lüzumlu göstermektedir. Çünkü bir insan topluluğu,
bir aileler bütünü demektir.[284] Hasan
Âli Yücel’e göre, ailenin üç vazifesi vardır. Birincisi tabiî vazifedir.
Bununla kadın ve erkek birleşir insan neslinin devamı sağlanır. İkincisi
ekonomiktir. Aile içindekilerin yaşamasını sağlamak için yiyecek ve barınak
kaygısı bu vazifelerin arasına girer. Üçüncüsü ise manevi ve ahlâki vazifedir.
Eşlerin hayat birliğine ihtimam göstermesine ve çocukların yetiştirilmesine ait
hususlardır. [285]
2.3.2.
Ahlâki Hayatın
Dayandığı Temeller
Hasan
Âli Yücel’e göre, felsefe içinde Ahlâk, ne bir olay tasviri, ne de hareketlerin
objektif bir gözle incelenip tarafsız bir tasnifidir. Hasan Âli Yücel’e göre,
ahlâk insan hareketlerinin dayandığı prensipleri arar ve bunları bir takım
kurallara bağlar. Ahlâk, iyiyi kötüden nasıl ve ne ile ayırabiliriz? Bizde
iyiyi kötüden ayırmaya yetkili bir kudret var mıdır? gibi sorulara cevap
vermeye çalışır.
Hasan
Âli Yücel’e göre, bu sorulara cevap vermek için çalışan Ahlâkın amacı, esaslı
kurallar bularak insanın kendisini kötülükten korumasını ve hareketlerini
iyiliğe doğru götürmesini sağlamaktır. Hasan Âli Yücel’e göre, bu bakımdan,
ahlâk mantığa benzer. Çünkü mantık da hakikati buldurmak için kurallar ortaya
koyar. Kural koyan bilgi dallarına da Kural Koyucu Bilimler (Sciences
Normatives) denir. Hasan Âli Yücel’e göre, ahlâktaki kurallar yapılması
gerekeni söylediği için yükümlü (Obligataire)’dür. Yapmaya mecbur olduğumuz
hareketleri gösterme bakımdan ahlâka “Vazifeler Bilimi” der.[286]
Hasan
Âli Yücel ahlâk kanunu konusunda Kant gibi düşünür. Hasan Âli Yücel’e göre,
Kant’ın fiziki kanunlarla, ahlâki kanunu ayırt etmesi, onun insandaki hürriyeti
göstermesi bakımından mühimdir. Çünkü fizik kanunlarına karşı durulamaz. Fizik
kanunu bütün varlıklar üstünde hükmünü yürütür. Hasan Âli Yücel’e göre, Ahlâk
Kanunu böyle değildir. Ahlâk kanunu zorlamaz. Ancak vazife yükler. Ahlâk kanunu
önünde ferd hürriyetini muhafaza eder. Zorlasaydı hürriyet kalmaz, neticede
sorumluluk olmazdı. Hasan Âli Yücel’e göre, Kant’ın akıl ile iradeyi
birbirinden ayırması, dinî ve ahlâki âleme ait realiteleri müspet hakikatler
gibi ispat edilmeye müsait bulmaması; insanın, hareketlerinde ihtiyar sahibi
olarak kabul edilmesine imkan vermiştir.[287]
Hasan
Âli Yücel ahlâk konusunu incelerken ahlâkı teorik ve pratik olarak ikiye ayırır
ve içine aldıkları konuları bölümler. Ona göre, teorik ahlâk insan
hareketlerinin dayandığı prensipler olan Ahlâk Kanunu ve Vicdan meselesini,
eylemlerin yapılmasında insan iradesinin etkisi ve değeri olan hürriyet
meselesini ve beşer hayatın amacı olan ideal meselesini içine alır.
Hasan
Âli Yücel devamla teorik ahlâkın gösterdiği amaçlara göre beliren
vazifelerimizi inceleyen pratik ahlâkı da insanın fert olarak kendisine karşı
vazifeleri, insanın ailesine, devlet ve milletine karşı vazifeleri ve insanın
bütün insanlığa karşı vazifeleri olarak üç bölüme ayırır. Hasan Âli Yücel,
teorik ahlâk ve pratik ahlâkı, anatomi ve fizyoloji bakımından beşer vücudunu
inceleyen bilgin ile onu sağlam tutmak ve hastalanırsa iyileştirmek için
çalışan hekimin durumuna benzetir.[288] Hasan Âli Yücel teorik ahlâk
alanında hareketlerimizin dayandığı prensip olarak önem arz eden vicdanı şöyle
tanımlar:
Vicdan insanda, iyiyi
kötüden ayıran bir iç duygudur. Zaten Arapçadan alınmış bu sözün verdiği anlam
da onu gösterir. Çünkü vicdan, bulmak demektir. Şu halde işin içinde bir aramak
vardır ve bu aranılan şey iyiliktir; Hayırdır.[289]
Hasan
Âli Yücel, durum ve şartlara göre meydana gelen vicdan azabı, vicdan huzuru ve
ictimai vicdandan bahseder. Kötü bir şeye sebep olduğumuzda kendi kendimize
duyduğumuz vicdan azabı, bir iyilik yaptığımızda yine kendi kendimize
duyduğumuz vicdan huzuru, bu iki duyguyu başkaları tarafından yapılmış
hareketler önünde hissettiğimizde ortaya çıkan ictimai vicdan , vicdanın
tezahürleridir.[290]
Hasan
Âli Yücel bu düşüncelerden hareketle vicdanın bir duyma işi, şuurun ise bir
tanıma, bilme ve anlama hareketi olduğunu söyler. Bu iki kavramın “bulunç” ve
“bilinç” sözleriyle karşılanacağını beyan eder:
Bu iki kavramı
öztürkçe “bulunç” ve “bilinç” sözleriyle karşılamak yerinde olurdu. ^Şuur
olayları anlamada soğukkanlı bir duruştadır. Halbuki vicdan, duyguyla beraber
yürüyen bir davranış, bir hareket olması yönünden ya bizi memnun eden, yahut
bize nefret ve tiksinti veren bir hali gösterir. Elbette soğuk ve tarafsız
kalamaz, bizi derhal harekete geçirir. Onun için şuur, mahkemedeki tanığa,
vicdan ise yargıca benzetilebilir. Tanık gördüğünü tesbit ve ifade eden
biridir. Yargıç, dava konusunun bütün safhalarını görüp lehe, aleyhe hüküm
vermek zorundadır.[291]
Bununla beraber, Hasan Âli Yücel göre vicdanının bir anlama
tarafı da vardır.
Şüphesiz vicdanda bir
anlama tarafı vardır. Fakat bu anlayış, gösterilen tepki ile, yani duygu
unsurlarıyla beraber meydana gelir. Çünkü ahlâka konu olan, bir fikir ve o
fikrin doğurduğu bir harekettir. Harekete, aksiyona götürmeyen bir fikirde
ahlâklılık aranmaz. Bundan dolayıdır ki aklı işlemeyen bir ferdin ahlâki
sorumluluğu ve ahlâki yükümlülüğü yoktur. Nitekim anlama bakımından akla, inanma
bakımdan vicdana dayanan semavi dinler, aklını kaybetmişlerde yükümlülük
aramazlar. Böyleleri din için olduğu gibi ahlâk önünde de mükellef yani yükümlü
değillerdir.[292]
Hasan Âli Yücel’de fikir
ve hareket arasındaki uyum vicdanın bir gereğidir. Vicdanlı dediğimiz adam,
inançlar ile hareketlerini kendine ve başkalarına faydalı olacak şekilde
birbirine denge edendir. [293]
Hasan
Âli Yücel’e göre, insanda kemal,
fikirlerle hareket arasındaki ahenkten doğar.[294] İnsanlık şuurunu
anlamak için de fikirlerle hareketler arasında tam bir ahenk yaratmaktan, ilim
ve ahlâk birliğine varmaktan başka çare yoktur.[295] İnsan yalnız düşünmek ve
bilmekle yetinemez. Bilip düşündüklerini yaşayışına uydurmak, bilgi ve
düşünceleri arasında bir ahenk kurmak zorundadır. Herhangi bir ferdin kıskançlığı,
yalanı ve hırsızlığı fena bir şey olarak bilmesi yeterli değildir. Önemli olan
kıskançlığa düşmemesi yalan söylememesi, hırsızlığı yapmamasıdır. “Bilmek”
başka şey, “yapmak” başka şeydir. Bilineni yapma yolundaki hareketler ferde
nispetle “Huy”, cemiyete nispetle “Töre” dir.[296]
Hasan
Âli Yücel’e göre, Hayır, İyilik insandaki doğruluk, vazife severlik, adalet
cinsinden müsbet hareketlerdir. Şer ya da Kötülük ise insandaki eğrilik,
vazifeye aldırmama, zülum cinsinden menfi hareketlere denir. Ferde nisbetle bir
hüküm, cemiyete nisbetle bir hükümler bütünüdür.[297]
Hasan
Âli Yücel’e göre, kişiye düşen görev mevcut bilgi birikimini akli bir süzgeçten
geçirmektir. Senelerce istenilen kıymetlerin aşılandığı küçük yaştaki bir çocuk
vicdan bakımından yine de hürdür. Çünkü insanlar kendilerinden sonra
geleceklere elbette ki inanmadıkları kıymetleri telkin edecek değildir. Fakat
bu çocuklar kendilerine telkin edilen bu kıymetleri kendi akıl ve idrakleriyle
kavramakta geniş bir tenkid hürriyetine sahip olacaklardır. Eğer böyle
olmasaydı hala Mısırlılar, Firavuna, Hicazlılar, Lat ve Uzza’ya taparlardı.
Hasan
Âli Yücel memnu meyva meselesinden hareketle hür insanın hayata yasakla
başladığını ifade eder. Bu da dünya üstünde hiçbir zaman başıboş tek insan veya
insan topluluğunun olmadığını gösterir.[298]
Hasan
Âli Yücel’e göre, hürriyet başıboşluk değildir. Ona göre, eğer böyle olsaydı
içgüdülerine uyarak uzayıp giden bir kavak veya canı istediği zaman anıran bir
eşek hür sayılmalıydı. Hasan Âli Yücel’e göre, hürriyet aldırmayış veya hiçbir
şeye kıymet ve ehemmiyet vermeyiş hali de değildir. Eğer böyle olsaydı bir
deli, bir bunak, bir aptal hür sayılmalıydı. Bununla beraber akıl dengesi
bozulmuş bu tür insanlar için hür olup olmamanın hiçbir manası olmadığı gibi,
bunlar ne hareketinden sorumlu, ne de bir vazifeyle yükümlüdürler.
Hasan
Âli Yücel insan iradesini incelerken, İrade ile Arzu arasındaki farkı dile
getirir. Hasan Âli Yücel’e göre, arzular bizim elimizde olmadan içimizde doğan,
koşan sonunda yokluğa çarpıp ölen veya öldüren dileklerdir. Arzuların muvazene
götürmez bir yapısı vardır. Hedef bildiği şey ne ise ona kayıtsız şartsız
atılmak ve ermek ister. Olmayacak, gerçekleşmeyecek şeyleri ister. Ölmeden
yaşamak gibi.
Hasan
Âli Yücel’e göre, irade ise böyle hedefi belirsiz bir hareket değildir. İrade,
insanın hareketlerine hâkim oluşunu; başkasına tabi değil, kendine sahip
oluşunu gösterir. “İstedim, düşündüm ve yaptım” diyebilen de irade vardır.
“Ben, felsefeyi öğrenmek kararındayım. Çünkü genç yaşımda olgun ve yetkin bir
insan olmak istiyorum.” Örneğin de olduğu gibi iradeli hareket bir hedefi göze
almakla ve şuurlu bir maksatla olan harekettir. Hasan Âli Yücel’e göre,
hareketlerimiz için tayin ettiğimiz hedeflere varmak, yalnız istemekle de
olmaz; bunun için emek sarf etmeli, gayret göstermelidir. İradeli hareket aynı
zaman da emek isteyen bir harekettir. Görülüyor ki, iradeli hareketlerde
Listeme, 2. istenileni hesaplayıp muhakeme etme, 3. bundan sonra o isteğin
gerçekleşmesine ve yapılmasına geçme safhaları vardır.
Hasan
Âli Yücel’e göre, kudretimiz dışında bir engel yüzünden gerçekleşme ve yapma
yerine gelmediği zaman bile bizim iradeli hareketimiz yok olmuş değildir. Yapma
“Niyeti” iradenin vücuduna yeter delildir. Çünkü onun, insan ruhunda ve
şuurunda vücut bulması esastır. İşte insanın ahlâki hareketlerde iyi niyetle
belli ve hayırlı bir maksat için karar alıp onu yapmaya girişme yetkisi “Ahlâki
Hürriyet”tir. Hasan Âli Yücel Ahlâki Hürriyet’in bu müsbet tarafı yanında menfi
görüşünü de dile getirir:
Bir
şeyi isteyebilirim, yapmayı da düşünürüm. Fakat bu düşünüşün arkasından o şeyi
yapmanın doğru ve iyi olmayacağını hesaplayarak o şeyi “yapmamaya” karar
veririm ve yapmam. Esasen bizde hürriyetin olabilmesi için yapmak kadar
yapmamak kudretinin bulunması lazım gelir. Arzularımızın bizi yapmaya
sürüklediği kötü bir hareketi irademizle durduğumuz anda yapacağımızı, yapmamış
olmamız, bir şeyi yapmak değil midir?
Hasan
Âli Yücel, Kant’ın “Madem ki kudretim var, o halde mecbursun” şeklindeki ahlâki
hürriyet formülünü “Değil mi ki mecburum, öyle ise hürüm” formülüyle tamamlar.
Hasan
Âli Yücel’e göre, burada bir çelişme yoktur. Çünkü mecbur olma, ancak aksini
yapmaya kudretli olmakla kayıtlıdır.[299] Ona göre, hürriyet ve irade
konusundaki deterministik görüşlerin tamamı dar bir karaktere sahiptir.
Görülmüştür ki, insanda
hürriyet ve iradeyi ortadan kaldıracak gibi davranan her türlü determinizm, bir
teoriden ileri geçememektedir. Bu teoriler birer metafizik görüşten başka bir
şey değildir. Halbuki hürriyet teorisi psikolojik bir tesirdir.
Çünkü nefsimizde
yaptığımız denemeye dayanır.[300]
Hasan
Âli Yücel, çocukluk yıllarından itibaren yetiştiği Yenikapı Mevlevihanesi’nde
soluklanan ruh-i manevi havayı benimsemiş bir Mevlana hayranıdır. O’nun manevi
dünyasına damga vuran şey Mevlana sevgisidir. ,
1938-1946
yılları arasında Milli Eğitim Bakanı olan Hasan Âli Yücel yeni ülkeye yeni
temeller koyarken imanla aklı, metafizikle fiziği, mistisizmle rasyonalizmi
dengelemeye çalışmıştır. Klasikleri çevirmesi, Köy Enstitülerini kurması,
Cumhuriyetin getirdiği yenilikleri desteklemesi O’nun din aleyhine yaptığı
icraatlar olarak algılandı. Çalışmamızda fikri temellerini verdiğimiz bu
icraatları kendisinin de ifade ettiği gibi Hasan Âli Yücel’in niyetini dikkate
alarak bir değerlendirmeye tabi tutmak gerekir. [301] Yoksa bazı olumsuz
sonuçlara dayanarak Hasan Âli Yücel’ i karalamak beşer vicdanıyla
bağdaşmayacaktır.
Hasan
Âli Yücel Allah’ın varlığına ve birliğine inanmakla beraber din konusunda yenilikçi
samimi bir müslümandır. Allah Bir adlı kitabı O’nun tevhit anlayışını
ortaya koyması açısından önemlidir. Hasan Âli Yücel’in Allah’ın isimleri ve
sıfatları konusunda islami anlayışa uygun bir duygu ve düşünce içerisinde
olduğu görülür.
insan, ancak senin vekilin,
Esmayı vasıflayan delilin.
Zâtındaki her sıfat, isimdir;
Esmâdaki mazharın bizimdir.
Her şeyle senin, bu varlık ey Rab.
Sensin bize en feyizli Matlâb.[302]
Hasan
Âli Yücel, dinin tarihin bütün devirlerinde ve bütün toplumlarında daima mevcut
olan evrensel ve köklü bir olgu olduğunu kabul eder. [303] Tarihin hangi devresine
bakılırsa bakılsın dinsiz bir toplumun olmadığı görüşündedir. O’na göre bunun
sebebi de, insanın dini bir varlık olması, başka bir ifadeyle dini duygunun
özelliklede Müslümanlığın fıtri (doğuştan gelen) bir özellik olarak insanın
kendi öz varlığı hakkında şuur ile birlikte ortaya çıkması ve bu şuur ile
birlikte gerçekleşmesidir. [304]
Yücel’e
göre merak ve tecessüs, bizi aklın durduğu noktaya götürür. İşte bu noktadan
sonra bilemeyeceklerimizin muhatabı olan Var Ediciyle karşılaşırız. [305] Yücel’e
göre her şeyi var eden bir yüce kudretin mevcudiyetini kabul etmek ve dini öz
kaynaklardan öğrenip öğretmek ferdi ve cemiyeti doğru istikamette bir hayata
kavuşturur. [306] O’na göre
din, ahlaki bir müessese olarak insanlara yön veren, en mükemmel kanunlardan
daha kuvvetli bir şekilde insanı kuşatan, yönlendiren bir disiplindir. [307] Yücel’e
göre Allah inancı, insanı içine düştüğü sıkıntılardan kurtaran ona güven
sağlayan bir sığınaktır. [308]
Onun
karşı çıktığı şey din değildir. Din adına yapılan bazı hareketlerdir. Özellikle
de din adına, bilim alanına yapılan müdahalelerdir. Onun karşı çıktığı
şeylerden biri de dağda derviş olmak isteyenlerin yaşantısıdır. Hasan Âli
Yücel, inzivaya dönük dini bir yaşantıyı tasvip etmemektir. Yeni hayatın dünya
için çalışarak kurulacağı inancı içerisindedir. Bu yüzden insanları gönül
dindarlığı ile dünyaya döndürme çabası içerisindedir.
Bu
konuda en çok da ilerleme gayretine engel olarak gördüğü, din adına hiç
kimseden izin almadan hareket eden kişiler olarak tanımladığı yobazlara
çatmaktadır. Hasan âli Yücel bunu şiirinde şöyle dile getirir.
Ne didinip durursun bu ölümlü dünyada?
Ahîretini düşün sen, dünyayı koy arkada!
Bu fâni varlık için harap etme kendini
Dünyayı at bir yana, bütün eyle dinini!
Halbuki Müslümanlık böyle demez bizlere;
Kulak verme bu türlü dinden habersizlere, [309]
Yücel’
göre İslam dini insanın çalışıp çabalayıp kimseye muhtaç olmayacak bir hayat
kurmasını teşvik eden hatta şart koşan bir dindir. [310] O’na göre makul olmayan
hiçbir şey dini değildir. Kur’an insanı düşünmeye aklını kullanmaya teşvik
eder. [311]
Yücel,
hakikatin muvazenelerde olduğu inancı içerisinde Türk Demokrasisinin geleceği
için İslam Dini ve inkılaplar arasında bir ahenk oluşturulmasını zorunlu görür.
[312]
Çalışmamıza
Hasan Âli Yücel’in kendisine yapılan iftira ve ezâlardan Rahim olan Rabbine
sığındığı dizeleriyle noktalayalım:
Zevk oldu o
çektiğim ezâlar, Takdirini bozmadı kazalar.
Zulmeylediler
demem ben artık, Mazlum olmuşum ne bahtiyarlık!...
Senden korkmam, Rahimsin, Sen;
Âdilsin sen, hâkimsin sen.
Korkum, beşer adlı
korkusuzdan;
Vicdânı sağır, o duygusuzdan.[313]
Akbal, Oktay, Bir Atatürk Ülkücüsü:
YÜCEL, Vatan, İstanbul 1964.
Baykan,
Erdal, Düşünceye Gelmeyen Tanrı Sorunu ve Mevlana. Bilge adam Yayını,
İstanbul, 2005.
Boybeyi, Songül, 100.
Doğum Yıldönümünde Hasan Âli Yücel, Atatürk Kültür
Merkezi Yayını, Ankara, 1998.
Çağlar, Behçet
Kemal, Hasan Âli Yücel Hayatı ve Eserleri,
Cumhuriyet
Kitaphanesi, İstanbul, 1937.
Çıkar, Mustafa,
Hasan Âli Yücel ve Kültür Reformu, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, Ankara, 1998.
Emiralioğlu, Mehmet, Hasan Âli Yücel, Emel
Yayınları, Ankara, 1967.
Eronat, Canan
Yücel, Tanpınar’dan Hasan Âli Yücel’e Mektuplar, Yapı Kredi Kültür Sanat
Yayıncılık, İstanbul, 1997.
Keklik,
Nihat, Sadreddin Konevi’nin Felsefesinde Allah, Kainat ve însan, EÜEF
Yayınları, İstanbul, 1962.
İnam, Ahmet,
Cumhuriyetin Eğitim Felsefesini Hasan Âli Yücel, Felsefe Dünyası,
Türk Felsefe Derneği Yayını,
1998.
İnam, Ahmet,
“Bir Bütün İnsan: Hasan Âli Yücel”, 100. Doğum Yıldönümünde
Hasan Âli
Yücel, Hz. Songül Boybeyi, Atatürk Yüksek
Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara 1998, s. 150.
İnan, M. Rauf, Hasan Âli Yücel’in Kişiliği, Milliyet,
İstanbul, 26.02.1972.
Nabi, Yaşar, Hasan Âli Yücel, Varlık, Sayı 546, 15 Mart
1961.
Safa, Peyami, Hasan Âli Yücel, Son Havadis,
İstanbul, 11 Mart 1961.
Sayar, Ahmet
Güner, Hasan Âli Yücel’in Tasavvuf Dünyası ve Mevlevîliği, Ötüken
Yayınları, İstanbul, 2002.
Şahin, Hasan ve Seyfullah Sevim, Tasavvuf, Özkan Matbaacılık,
Ankara, 2002.
Topçu,
Nurettin, İslam ve İnsan, Mevlana ve Tasavvuf, Dergâh Yayınları, İstanbul 1998.
Unat, Faruk
Reşit, Hasan Âli Yücel, Belleten, Cilt XXV, Sayı:97-100, Türk Tarih
Kurumu, Ankara 1961.
Yücel, Hasan Âli, Pazartesi Konuşmaları, Remzi Kitabevi,
İstanbul 1937.
, iyi Vatandaş iyi insan, T.C. Kültür Bakanlığı
Yayınları, Ankara 1993.
, Dönen Ses, Remzi Kitaphanesi, 1933.
, Allah Bir, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara
1961.
, Felsefe Dersleri, Milli Eğitim Basım Evi, İstanbul
1968.
, Geçtiğim Günlerden, İletişim Yayınları, İstanbul
1990.
, Hürriyete Doğru, Gün Basımevi, İstanbul 1954.
, Hürriyet
Gene Hürriyet, Cilt I, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, Ankara 1998.
, Hürriyet
Gene Hürriyet, Cilt II, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, Ankara 1998.
, Hürriyet
Gene Hürriyet, Cilt III, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, Ankara 1998.
, Kültür
Üzerine Düşüneler, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1974.
, Dinle Benden, İnkilap Kitabevi, İstanbul 1961.
, İçten Dıştan, Ulus Basımevi, Ankara 1938.
, Sûrî ve Tatbiki Mantık, Maarif Matbaası, İstanbul
1929.
, Cumhurbaşkanları,
Başbakanlar ve Milli Eğitim Bakanlarının Milli Eğitimle ilgili Söylev ve
Demeçleri, Cilt II, Milli Eğitim Basımevi, Ankara 1946.
, Cumhurbaşkanları,
Başbakanlar ve Milli Eğitim Bakanalarının Milli Eğitimle ilgili Söylev ve
Demeçleri, Cilt III, Milli Eğitim Basımevi, Ankara 1946.
, Hasan
Âli Yücel Köy Enstitüleri ve Köy Eğitimi ile İlgili Konuşmaları, Ankara
1997.
, “Dr. Suad Baydur”, Cumhuriyet, 26.08.1953.
, “Filozoflar
Ansiklopedisi” (Ankara Milli Kütüphaneden alınmıştır. Üzerinde herhangi bir
tarih ve gazete ismi bulunmamaktadır.)
, “Garba Yönelme Nedir!” UnescoHaberleri, Seri IV,
Sayı 34, Mart 1961.
, “Mevlânâ ve Mevlevîlik”, Mevlânâ; Resimli Hayat’ın
ilavesi, İstanbul 1953.
, “Felsefe Tedrisatı”, Dergah, Sayı 23, 1338.
, “Önsöz”, Tercüme Dergisi, Sayı 1, 19 Mayıs 1940.
, “ Mevlevîlik mi; Mevlânâcılık mı?”, 20. Yüzyıl,
Sayı 125, 1955.
, “Köy Enstitüleri (Köşemden)”, Cumhuriyet, 17. IV.
1955.
, “1915 ve 1928”, Cumhuriyet, İstanbul 17 Ağustos
1959.
[2] M. Rauf İnan, “Hasan Âli Yücel’in Kişiliği”, Milliyet,
İstanbul, 26.02.1972.
[3] Yaşar Nabi, “Hasan
Âli Yücel”, Varlık, Sayı 546, 1961.
[4] Hasan Âli Yücel, “Filozoflar
Ansiklopedisi”, (Ankara Milli Kütüphaneden alınmıştır; Üzerinde her hangi bir
tarih ve gazete ismi bulunmamaktadır.)
[5] Peyami Safa, “Hasan Âli Yücel”, Son Havadis,
İstanbul, 11 Mart 1961.
[6] Safa, 11 Mart 1961
[7] Hasan Âli Yücel, Allah Bir,
Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1961, s. 27-28.
[8] Hasan Âli Yücel, Felsefe
Dersleri, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1968, s. 49.
[9] Hasan Âli Yücel, “Garba Yönelme
Nedir?”, Unesco Haberleri, Seri IV, Sayı 34, Mart 1961, s. 30; Hürriyet
Gene Hürriyet, Cilt 2, T.C Kültür Bakanlığı Yayınları, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, Ankara 1998, s. 981-982.
[10] İnan, 26.02.1972.
[11] Hasan Âli Yücel, İyi Vatandaş
İyi İnsan, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1993, s. IX.
[12] Nihat Keklik, Sadrettin Konevi’nin Felsefesinde Allah,
Kâinat ve İnsan, İÜEF Yayınları, İstanbul 1962, s. 1.
[13] Erdal Baykan, Düşünceye Gelmeyen
Tanrı Sorunu ve Mevlana, Bilge Adam Yayınları, İstanbul Aralık 2005, s. 27.
[14] Nurettin Topçu, İslam ve İnsan,
Mevlana ve Tasavvuf, Dergah Yayınları, İstanbul, Mayıs 1998, s. 54.
[15] Hasan Âli Yücel, Dönen Ses,
Remzi Kitaphanesi, 1933, s. 10.
[16] Mustafa Çıkar, Hasan Âli Yücel
ve Türk Kültür Reformu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1998,
s. 18.
[17] Çıkar, s. 27.
[18] Canan Yücel Eronat, Tanpınar
’dan HasanÂli Yücel’eMektuplar, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık,
İstanbul 1997, s. 46-47.
[19] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 121.
[20] Yücel, Felsefe Dersleri, s.
69.
[21] Yücel, Felsefe Dersleri, s.
69.
[22] Yücel Eronat, s. 48.
[23] Çıkar, s. 55.
[24] Hasan Âli Yücel, Geçtiğim
Günlerden, İletişim Yayınları, İstanbul 1990, s. 15.
[25] Yücel, Geçtiğim Günlerden, s. 55.
[26] Mehmet Emiralioğlu, Hasan Âli
Yücel, Emel Yayınları, Ankara 1967, s. 6.
[27] Yücel, Geçtiğim Günlerden,
s. 37-38, s.42.
[28] Yücel, Geçtiğim Günlerden,
s. 48.
[29] Yücel, Geçtiğim Günlerden,
s. 60.
[30] Yücel, Geçtiğim Günlerden,
s. 61.
[31] Yücel, Geçtiğim Günlerden,
s. 67-68.
[32] Yücel, Geçtiğim Günlerden,
s. 93-95.
[33] Yücel, Geçtiğim Günlerden,
s. 136-147.
[34] Yücel, Geçtiğim Günlerden,
s. 172-173.
[35] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 981-982.
[36] Yücel, Geçtiğim Günlerden,
s. 89, 186,188-189.
[37] Yücel, Geçtiğim Günlerden,
s. 186.
[38] Yücel, Geçtiğim Günlerden,
s. 188-189.
[39] Behçet Kemal Çağlar, Hasan Âli
Yücel Hayatı ve Eserleri, Cumhuriyet Kütüphanesi, İstanbul 1937, s.
5.
[40] Faik Reşit Unat; “Hasan
Âli Yücel”, Belleten, C. XXV, Sayı 97-100, Türk Tarih Kurumu, Ankara
1961, s. 292.
[41] Songül Boybeyi, 100.Doğum
Yıldönümünde Hasan Âli Yücel, Atatürk Yüksek Kurumu, Ankara 1998, s. 152.
[42] Yücel Eronat, s. 46-47.
[43] Unat, s. 293.
[44] Emiralioğlu, s. 6.
[45] Çağlar, s. 71.
[46] Unat, s. 297.
[47] Emiralioğlu, s. 7.
[48] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 4, s. 380.
[49] Hasan Âli Yücel, Hürriyet Gene
Hürriyet, Cilt 1, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, Ankara 1998, s. 50-51.
[50] Hasan Âli Yücel, Pazartesi
Konuşmaları, Remzi Kitabevi, İstanbul 1937, s.131.
[51] Hasan Âli Yücel, Hürriyete
Doğru, Gün Basımevi, İstanbul 1954, s. 40.
[52] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
87.
[53] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 94.
[54] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
87.
[55] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 939.
[56] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 52-53.
[57] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 4.
[58] Yücel, Geçtiğim Günlerden,
s. 42.
[59] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 1, s. 634.
[60] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
214.
[61] Yücel, Hürriyete Doğru,
s.131.
[62] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 3.
[63] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 44.
[64] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 1, s. 664.
[65] Yücel, İyi İnsan İyi Vatandaş,
s. 160.
[66] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 537.
[67] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 379.
[68] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 488.
[69] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 398.
[70] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 488.
[71] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
57.
[72] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 1, s. 171.
[73] Hasan Âli Yücel, Dinle Benden,
İnkilap Kitabevi, İstanbul 1937, s. 37-38.
[74] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 984.
[75] Hasan Âli Yücel, Hürriyet Gene
Hürriyet, Cilt 3, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, Ankara 1998, s. 65.
[76] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 3, s. 285.
[77] Hasan Âli Yücel, Suri ve Tatbiki
Mantık, Maarif Matbası, İstanbul, s. 226-229.
[78] Hasan Âli Yücel, İçten Dıştan,
Ulus Basımevi, Ankara 1938, s. 45.
[79] Yücel, Pazartesi Konuşmaları,
s. 52.
[80] Ahmet Güner Sayar, Hasan Âli
Yücel’in Tasavvuf Dünyası ve Mevleviliği, Ötüken Yayınları İstanbul 2002,
s. 130.
[81] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 34.
[82] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 547.
[83] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s.705.
[84] Yücel, Geçtiğim Günlerden,
s. 27.
[85] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s.28-29.
[86] Hasan Âli Yücel, Kültür Üzerine
Düşünceler, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1974, s.
204.
[87] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 225.
[88] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 406-407.
[89] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan, s. 547.
[90] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
218-220.
[91] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan,
s. 85.
[92] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan,
s. 69.
[93] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan,
s. 70.
[94] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 1, s. 663-664.
[95] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
s. 5, s. 52-53.
[96] Yücel, Felsefe Dersleri, s.
38.
[97] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan,
s. 69.
[98] Yücel, Geçtiğim Günlerden, s. 42.
[99] Yücel, Geçtiğim Günlerden,
s. 42.
[100] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
178.
[101] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 5.
[102] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 734.
[103] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 89-91.
[104] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 31.
[105] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 542-545.
[106] Yücel, Felsefe Dersleri, s.
11.
[107] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 11.
[108] Yücel, Pazartesi Konuşmaları,
s. 137.
[109] Yücel, Pazartesi Konuşmaları,
s. 278.
[110] Yücel, Dönen Ses, s. 78.
[111] Yücel, Felsefe Dersleri, s.
12.
[112] Hasan Âli Yücel, “Felsefe
Tedrisatı”, Dergâh, Sayı 23, (1338/s.164).
[113] Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s. 165.
[114] Yücel, Pazartesi Konuşmaları,
s. 510-511.
[115] Yücel, Felsefe Dersleri (
Önsöz), s. 3.
[116] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 1, s. 656.
[117] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
62-63.
[118] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 1, s. 656.
[119] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 19.
[120] Yücel, Felsefe Dersleri, s.
33.
[121] Yücel, Felsefe Dersleri, s.
38.
[122] Yücel, Felsefe Dersleri, s.
20.
[123] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 734-735.
[124] Ahmet İnam “Cumhuriyetin
Eğitim Felsefesini Kurma Yolunda Bir Bütün İnsan: Hasan Âli Yücel ”, Felsefe
Dünyası, Türk Felsefe Derneği Yayını, Aralık 1998, Sayı 28, s. 95-96.
[125] Yücel, Pazartesi Konuşmaları,
s. 152.
[126] Yücel, Pazartesi Konuşmaları,
s. 138.
[127] Yücel, Felsefe Dersleri, s.
147- 154.
[128] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 22.
[129] Yücel, Pazartesi Konuşmaları,
s. 147.
[130] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
57.
[131] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 38-39.
[132] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
38-39.
[133] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
39.
[134] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
42.
[135] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 3, s. 410.
[136] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 3, s. 237.
[137] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan,
s. 158.
[138] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 541.
[139] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 542.
[140] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 542-543.
[141] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 380.
[142] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 541.
[143] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 380.
[144] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 541.
[145] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 380.
[146] Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s. 169.
[147] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 366-367.
[148] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 537.
[149] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 236-237.
[150] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan,
s. 159.
[151] Yücel, Kültür Üzerine
Düşünceler, s. 79.
[152] Ahmet İnam, “Bir Bütün
İnsan: Hasan Âli Yücel”, 100. Doğum Yıldönümünde Hasan Âli Yücel, Hz.
Songül Boybeyi, Atatürk Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara
1998, s. 150.
[153] Yücel, Dönen Ses, s. 9-12.
[154] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 193.
[155] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
43-44.
[156] Yücel, Hürriyet
Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 26-27.
[157] Yücel, Hürriyet
Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 664.
[158] Yücel, Hürriyet
Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 170-173.
[159] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 174.
[160] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 1, s. 195-196.
[161] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 439.
[162] Yücel, Dinle Benden, s. 87.
[163] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 3, s. 863.
[164] Yücel, Pazartesi Konuşmaları,
s. 168.
[165] Hasan Âli Yücel, Hasan Âli Yücel
Köy Enstitüleri ve Köy Eğitimi ile İlgili Konuşmaları, Köy Enstitüleri
Çağdaş Eğitim Vakfı, Ankara 1997, s. 205.
[166] Yücel, Pazartesi Konuşmaları,
s. 175.
[167] Yücel, Hasan Âli Yücel, Köy
Enstitüleri ve Köy Eğitimi ile İlgili Konuşmaları, s. 205.
[168] Yücel, Pazartesi Konuşmaları,
s. 189-190.
[169] Yücel, Pazartesi Konuşmaları,
s. 198- 199.
[170] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 291.
[171] Hasan Âli Yücel, “ Önsöz”,
Tercüme Dergisi, Cilt 1, Sayı 1, 19 Mayıs 1940, s. 1.
[172] Hasan Âli Yücel, Cumhurbaşkanları,
Başbakanlar ve Milli Eğitim Bakanlarının Milli Eğitimle İlgili Söylev ve
Demeçleri, Cilt 2, Ankara 1746, s. 379.
[173] Hasan Âli Yücel, Cumhurbaşkanları,
Başbakanlar ve Milli Eğitim Bakanlarının Milli Eğitimle İlgili Söylev ve
Demeçleri, Cilt 3, MEB yayımı, Ankara 1946, s. 265.
[174] Yücel, Pazartesi Konuşmaları,
Önsöz.
[175] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 726-727.
[176] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 727.
[177] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 145.
[178] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s.36-37; Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 3, s. 145-146.
[179] Yücel, Hürriyet
Gene Hürriyet, Cilt 1, s. 590-591.
[180] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan,
s. 86-87; Hürriyete Doğru, s. 51; Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2,
s. 3637, s. 145-146.
[181] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 36-37.
[182] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 363.
[183] Yücel, Pazartesi Konuşmaları,
s. 189-190.
[184] Yücel, Pazartesi Konuşmaları,
s. 189-190.
[185] Yücel, Pazartesi Konuşmaları,
s. 191.
[186] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 363.
[187] Yücel, Pazartesi Konuşmaları,
s. 191.
[188] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 25.
[189] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 363.
[190] Yücel, Cumhurbaşkanları,
Başbakanlar ve Milli Eğitim Bakanlarının Milli Eğitimle İlgili Söylev ve
Demeçleri, Cilt 3, s. 13.
[191] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 24.
[192] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 51.
[193] Yücel, Dinle Benden, s. 64.
[194] Yücel, Hürriyete Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 51.
[195] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
52- 53.
[196] Yücel, Hürriyete Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 4; Hürriyete Doğru, s. 178.
[197] Yücel, Hürriyete Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 5.
[198] Yücel, Dinle Benden, s. 63-
64.
[199] Yücel, Hürriyete Gene Hürriyet, Cilt 3, s. 145- 146.
Hürriyete Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 36-37.
[200] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan,
s. 133.
[201] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
51.
[202] Yücel, Hürriyete Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 26-27.
[203] Yücel, Geçtiğim Günlerden, s. 48.
[204] Yücel, Geçtiğim Günlerden,
s. 19-20.
[205] Yücel, Geçtiğim Günlerden,
s. 27-29.
[206] Yücel, Geçtiğim Günlerden, s. 61-62.
[207] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
297.
[208] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
s. 317.
[209] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
296-297.
[210] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 333.
[211] Hasan Âli Yücel, “Mevlânâ ve Mevlevilik”, Mevlana:
Resimli Hayatın İlavesi, İstanbul 1953, s. 5.
[212] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s.558-559.
[213] Yücel, Kültür Üzerine
Düşünceler, s. 126.
[214] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s.412.
[215] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 3, s. 267.
[216] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 3, s.284.
[217] Yücel, Dinle Benden, s. 73.
[218] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 3, s. 285.
[219] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 3, s. 285-286.
[220] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 558.
[221] Hasan Âli Yücel, Mevlevîlik mi?, Mevlânacılık mı?,
20. Yüzyıl, sayı. 125, (1955), s. 7.
[222] Yücel, “Mevlânâ ve Mevlevîlik”,
s. 5.
[223] Yücel, “Mevlevîlik mi?,
Mevlânâcılık mı?”, s. 7.
[224] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s.557.
[225] Sayar, s. 111.
[226] Yücel, Allah Bir, s. 8.
[227] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
47.
[228] Yücel, Allah Bir, s. 8.
[229] Yücel, Allah Bir, s. 32-33.
[230] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2. s. 94.
[231] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
45.
[232] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
87.
[233] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
87.
[234] Yücel, Allah Bir, s. 17-18.
[235] Yücel, Allah Bir, s. 17.
[236] Yücel, Allah Bir, s. 24.
[237] Yücel, Allah Bir, s. 21.
[238] Yücel, Allah Bir, s. 48-49.
[239] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
284-286.
[240] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
161.
[241] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 451.
[242] Yücel, Allah Bir, s. 26-32.
[243] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
88.
[244] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 1, s. 658.
[245] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
45.
[246] Yücel, Allah Bir, s. 59.
[247] Yücel, Allah Bir, s. 7.
[248] Yücel, Allah Bir, s. 16.
[249] Yücel, Allah Bir, s. 30.
[250] Yücel, Allah Bir, s. 7.
[251] Yücel, Allah Bir, s. 21.
[252] Yücel, Allah Bir, s. 34-35.
[253] Yücel, Allah Bir, s. 7.
[254] Yücel, Allah Bir, s.7.
[255] Yücel, Allah Bir, s. 55.
[256] Yücel, Allah Bir, s.7.
[257] Hasan Şahin ve Seyfullah Sevim, Tasavvuf,
Özkan Matbacılık, Ankara 2002, s. 122.
[258] Yücel, Allah Bir, s. 27.
[259] Yücel, Allah Bir, s. 31.
[260] Yücel, Allah Bir, s. 39.
[261] Yücel, Allah Bir, s. 7.
[262] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt II, s. 290.
[263] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
174.
[264] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 536.
[265] Yücel, Kültür Üzerine
Düşünceler, s. 185-186.
[266] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 530.
[267] Sayar, s. 83.
[268] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, Cilt 2, s. 558.
[269] Yücel, Kültür Üzerine Düşünceler,
s. 126.
[270] Yücel, “Mevlânâ ve Mevlevîlik”, s.
4.
[271] Yücel, Dönen Ses, s. 10.
[272] Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s. 157-158.
[273] Yücel, Kültür Üzerine
Düşünceler, s. 185-186.
[274] Yücel, Dinle Benden, s. 29.
[275] Yücel, Dinle Benden, s. 29.
[276] Yücel, Pazartesi Konuşmaları,
s. 174.
[277] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan,
s. 187-188.
[278] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
35.
[279] Yücel, Hürriyete Doğru, s. 35-43.
[280] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan,
s. 81.
[281] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan,
s. 188.
[282] Yücel, Felsefe Dersleri, s.
76
[283] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan,
s. 187
[284] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan,
s. 96
[285] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan,
s. 101
[286] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 74.
[287] Yücel, Felsefe Dersleri, s.
82-83.
[288] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 75-76.
[289] Yücel, Felsefe Dersleri, s.
77.
[290] Yücel, Felsefe Dersleri, s.
78.
[291] Yücel, Felsefe Dersleri, s.
78.
[292] Yücel, Felsefe Dersleri, s.
78.
[293] Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s. 172.
[294] Yücel, Pazartesi Konuşmaları,
s. 157-158.
[295] Yücel, Pazartesi Konuşmaları,
s. 174.
[296] Yücel, Pazartesi Konuşmaları,
s. 73.
[297] Yücel, Pazartesi Konuşmaları,
s. 73.
[298] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 1, s. 36.
[299] Yücel, Felsefe Dersleri, s. 84-86.
[300] Yücel, Felsefe Dersleri, s.
90.
[301] Hasan Ali Yücel, “Köy Enstitüleri (Köşemden)”,
Cumhuriyet, 17.04.1955.
[302] Yücel, Allah Bir, s. 29.
[303] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 1, s. 50-51.
[304] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
214.
[305] Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet,
Cilt 2, s. 94, s. 939.
[306] Yücel, İyi Vatandaş İyi İnsan,
s. 85-86.
[307] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
218-220.
[308] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
45.
[309] Yücel, Allah Bir, s. 29.
[310] Yücel, Allah Bir, s. 29.
[311] Yücel, Geçtiğim Günlerden,
s. 42.
[312] Yücel, Hürriyete Doğru, s.
42.
[313] Yücel, Allah Bir, s. 57.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar