Print Friendly and PDF

Harput Ulemâsından Müderris-Müftü Mehmed Kemâleddin Efendi

 


Doç. Dr. Ahmet KARATAŞ[16]

Giriş

Artuklu ve Osmanlı dönemlerinde büyük ehemmiyeti hâiz şehirler arasındayken bugün Elazığ’ın bir mahallesi hâline dönüşen Harput yüzyıllar boyunca kıymetli devlet adamları, âlimler, velîler, şâirler yetiştirmiştir. Kemâleddin Efendi’nin de fertlerinden biri olduğu Har- putlu Imamzâde/ Müftügil/ Efendigil sülâlesi m. XVI. asırdan itibâren âlimleriyle şöhret bul­muş, ilim neşri hususunda gösterdiği cehd ü gayretle nâmı bugünlere gelmiş bir ocaktır. Meh- med Kemâleddin Efendi bu “hânedân-ı ilm”in hem dinî eser veren hem de edebî kimliği olan son âlim ferdidir. Bu ulemâ silsilesini şöyle sıralayabiliriz: Hoca Es'ad Efendi (v. 1134/1722) ^ İmamzâde Ahmed Efendi (v. 1170/1757) ^ Müftü Mehmed Saîd Efendi (v. 1210/1804) ^ Müf­tü Hacı Ahmed Nazîf Efendi (v. 1261/1845) ^ Müftü Hacı Ömer Na'îmî Efendi (v. 1299/1882) ^ Hacı Müderris Abdülhamid Efendi (v. 1320/1902) ^ Müderris Müftü Mehmed Kemâleddin Efendi.[17] Bu makalede Kemâleddin Efendi’nin hayatı ve eserleri kaynakların imkân verdiği öl­çüde teferruatlı bir biçimde ele alınacaktır. [18]

1)    Doğumu-Âilesi-Yetişme Devresi

Kemâleddin Efendi, 15 Ramazân 1283/ 21 Ocak 1867’de Harput’ta, Ağa Mahallesi, Ha­cı Hamîd Efendi Sokağındaki 56 kapı numaralı konakta doğdu. Dedesi “Kasîde-i Bürde Şârihi” olarak nâm salmış Harput müftüsü müderris Hacı Ömer Naîmî Efendi, babası şöhre­ti Harput’u aşmış bir hâfız, müderris ve mutasavvıf olan Hacı Abdülhamid Hamdî Efendi, an­nesi Mü’mine Hanım’dır. Kemâleddin Efendi evin en küçük çocuğudur. Babası Abdülhamid Hamdî Efendi onun doğumuyla ilgili şu satırları yazmıştır:

“1283 hicrî yılı mâh-ı Ramazân-ı şerîfinin on beşinci gecesi leyle-i isneyn ki, peder-i büzürkvâr -sellemehullâhu Te'âlâ- ile Der-'aliyye’ye [İstanbul] def'a-i sâniye olarak gidilüp[19] avdet olunduktan kırk beş gün sonra mahdûmum Mehmed Kemâleddin bi-lutfihi Te' âlâ zîb-i mehd-i vücûd oldu. Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak, âlim-i âmil, fâzıl-ı kâmil ve zühd ü takvâ ile âreste ve salâh u felâh ile pîrâste eyleyüp bârrü’l-vâlideyn ve ilm ü amelde sâlisü’l-Kemâleyn eyleye! Bicâhi seyyidi’l-mürselîn sallallâhu Te'âlâ aleyhi ve selleme ve alâ âlihi ecma'în, âmîn. Târîh li-vâlidihi’l-faklr:

Çok şükr ola ihsanına ey Bârî-i enfâs[20]

Sen beytimizi beyt-i ulûm-ı şeref eyle

Verdin bana fazlınla Muhammed Kemâl’i

Lutfınla anı peyrev-i seyr-i selef eyle

Bu bir çıkıcak fazl ile târîhi de Hamdî Yâ Rabbi Kemâl’i bana ni'me’l-halef eyle.

  (1284-1= 1283)”

Yukarıdaki satır ve mısrâlardan anlaşıldığına göre Abdülhamid Efendi oğlunun doğu­muna çok sevinmiş, onun ilmiyle âmil bir âlim, zâhid, müttaki, sâlih, ebeveynine hürmetkâr, eslâfın yolunu takip eden bir mü’min olmasını arzulamış, ilimleri ve yaptıkları iyi işlerle meş­hur olmuş iki Kemâl’in üçüncüsü olması için duâ etmiştir. Bu iki meşhur Kemâl’in kimler ol­duğunu kesin olarak bilemesek de birinin Hanefî fakihi, tefsir, hadis ve kelâm âlimi İbnü’l- hümâm Kemâleddin Mehmed es-Sivasî el-İskenderî (v. 861/1457), diğerinin ise Abdülhamid Efendi’nin çağdaşı sûfî müellif Harirîzâde Mehmed Kemâleddin Efendi (v. 1299/1882) oldu­ğunu söyleyebiliriz. XVII. asrın önde gelen âlimlerinden Taşköprizâde Kemâleddin Mehmed Efendi de (v. 1030/1621) bu ihtimâller arasında sayılabilir.

Kemâleddin Efendi’nin Mehmed Saîd Mansûr isminde bir ağabeyi,[21] Nâfia (d. 2 Şevvâl 1268/ 20 Temmuz 1852), Tâhire (d. 20 Cemâziye’l-evvel 1271/ 8 Şubat 1855) ve Ayşe (d. Rebîü’l-evvel 1279/ Eylül 1862) isimlerinde ablaları vardır.[22]

Kemâleddin Efendi ilk tahsilini Harput’ta konaklarının karşısında, Ağa Câmii bitişiğin­de bulunan Cevheriyye Medresesi’nde yapmış, 1294/1877’de on bir yaşındayken babasının Kâmil Paşa Medresesi’ndeki ders halkasına dâhil olmuştur.[23] Abdülhamid Efendi oğlunun bu­rada eğitime başlamasına şu beyitle tarih düşürmüştür:

Söyledim târîh-i tâmmın Hamdiyâ kıldım du'â

Sehl ola Rabbim Kemâleddîne tahsîl-i fünûn

1294 8(1877)=

Kemâleddin Efendi medrese eğitimi esnâsında sarf, nahiv, belâğat, me'ânî, kavâid-i Fârisiyye, a'mâl-i erba'a (dört işlem), mantık, hüsn-i hat, arûz gibi âlî (âlet) ilimleri yanın­da kıraat, usûl-ı fıkh, usûl-ı hadis, ilmihâl, akâid, kelâm, tefsir, hadis, fıkıh, ferâiz, kısas-ı enbiyâ gibi 'âlî ilimler tahsil etmiştir. Öğrenim sürecinde sarfa dâir Emsile, Binâ, Maksûd, İzzî, Merâh;[24] [25] nahve dâir Avâmil, îzhâr, Kâfiye ve Molla Câmî okumuş,[26] yine îmtihânü’l- ezkiyâ,[27] Dede Cöngü,[28] Muğni’l-lebîb[29] Mutavvel ve Miftâhu’l-ulûm,[30] Îsâgûcî,[31] gibi âlet ilim­leriyle ilgili eserlerle birlikte Hâşiyetut-tecrîd,16 Şerhu’l-mevâkıf,17 Tavâli'ul-envâr,18 Nesefî,19

Tenk ih Tavzîh20      Telvîh 21 Hidâve 22 Dürr-i     Yetîm 23 Kadî Be zâvî24      Kessâf25   Buhârî26    Kadî

ı enKiı ı-, ı a vziıı ,              Let^nı^ ivmye^ ljizi i i                            i eı izm, i\.ızızı ucyz1! vı,                  i\ejji4j,          -izuu-uı ı,        ı\.ızızı

Iyâz/ Şifâ-ı Şerîf27 Şemâil-i Şerîf28 İbn Melek,29 Mesâbîh/ Mişkât,30 Halebî/ Mülteka,31 Halebî/

16   Nâsırüddîn-i Tûsî’nin (v. 672/1274) Tecrîdü’l-kelâm (Tecrîdü’l-i' tikad) adlı eserine Şemseddin el-İsfehânî’nin (v. 746/1345) yaptığı şerhin (Şerhu’l-kadîm) Seyyid Şerîf Cürcânî tarafından yazılan hâşiyesidir. Cürcânî’nin Hâşiye-i Tecrîd’i o kadar meşhur olmuştu ki Osmanlı’da bu eserin okutulduğu kademeye Hâşiye-i Tecrîd Medreseleri den­mekteydi. (bk. Mustafa Ergün, “Ders Programları ve Ders Kitapları Tarihi-I: Medreselerde Okutulan Dersler ve Ders Kitapları”, Afyonkarahisar Üniversitesi Anadolu Dil-Tarih ve Kültür Araştırmaları Dergisi, sy. 1 [Afyon 1996], s. 24).

17   Kelâm âlimi Ebü’l-fazl Adudüddîn Icî (v. 756/1355) tarafından yazılan el-Mevâkıf fî ilmi’l-kelâm adlı eserin Seyyid Şerif Cürcânî tarafından yapılan hacimli şerhi olup Şerh-i Adudiyye adıyla da tanınmıştır.

18   Kadî Beyzâvî’nin (v. 685/1286) tam adı Tavâli' ü’l-envâr min metâli' i’l-enzâr olan kelâma dâir eseridir. Bu eserin Şem­seddin el-İsfehânî tarafından yapılan şerhine Seyyid Şerîf Cürcânî’nin yazdığı Hâşiye alâ Metâli'i’l-enzâr şerhi Tavâli'i’l- envâr adlı eser de medreselerin temel kitapları arasında yer almıştır. (bk. Yusuf Şevki Yavuz, “Tavâli'u’l-envâr”, DİA, İstanbul 2011, XL, 180-181; Sadrettin Gümüş, “Cürcânî, Seyyid Şerîf”, DİA, İstanbul 1993, VIII, 134-136.)

19   Akaid-i Nesefî: İmam Mâtürîdî’nin talebesi olan Ömer b. Muhammed en-Nesefî’nin (v. 537/1142) akaide dâir eseridir. Bu eserin yanısıra buna Teftâzânî’nin yazdığı şerh de medreselerin ders kitapları arasında yer almaktaydı. (Ayşe Hü- meyra Aslantürk, “Nesefî, Necmeddin”, DİA, İstanbul 2006, XXXII, 571-573.)

20   Tenkihu’l-usûl: Sadruşşerîa’nın (v. 747/1346) yazdığı Hanefî fıkıh usûlüne dâir eseridir. Sadruşşerîa daha sonra bu ese­rini et-Tavzîh fî halliğavâmizi’t-Tenkih adıyla şerhetmiştir. Her iki eser de medreselerde asırlarca okutulmuş, üzerine bir çok şerh, hâşiye, ta’lîk yazılmış klasiklerdendir. (Geniş bilgi için bk. Şükrü Özen, “Tenklhu’l-usûl”, DİA, İstanbul 2011, XL, 454-458.)

21   Sadrüşşerîa’nın Tenkihu’l-usûl’üne Teftâzânî’nin yazdığı tam adı et-Telvîh ilâ keşfi hakaiki’t-Tenkih olan hâşiyedir.

22   Burhâneddin el-Merğinânî’nin (v. 593/1197) Hanefî fıkhına dâir meşhur eseridir. Hidâye, Osmanlı medreselerinin temel kitaplarından olması yanında kadı ve müftülerin de mürâcaat kitabıydı. (İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, Ankara 1988, s. 19; Cengiz Kallek, “el-Hidâye”, DİA, İstanbul 1998, XVII, 471-473.)

23   Tam adı ed-Dürrü’l-yetîm fî ilmi’t-tecvîd olan eser, Birgivî’nin tecvide dâir risâlesidir.

24   Nâsıruddîn Abdullah b. Ömer el-Beyzâvî (v. 685/1286) müfessir, kelâmcı ve faklhtir. Onun Envârü’t-Tenzîl ve esrârüt- tevîl adlı tefsiri, sahasının en meşhur eserlerindendir. Ellili Dâhil ve Sahn-ı Semân tarzı üst seviye medreselerin temel kitaplarından olan ve müfessirin adıyla anılan bu eser de Kemâleddin Efendi’nin gerek talebeliğinde gerekse hocalı­ğında okuduğu, mürâcaat ettiği ana kaynaklarından olmuştur.

25   Zemahşerî’nin (v. 538/1144) dirâyet metoduyla yazdığı tefsiridir. Tam adı el-Keşşâf an hakaiki ğavâmizi’t-Tenzîl ve uyûni’l-ekavîlfî vücûhi’t-t’evîl olan eser birçok yönüyle çok beğenilmiş ve ulemânın temel kaynakları arasında yer al­mıştır. Kemâleddin Efendi bu eseri de ilk gençlik döneminden itibaren okumuş, eserlerinde bu tefsirden hem istifâde etmiş hem de buradaki bazı görüşlerden dolayı Zemahşerî’yi eleştirmiştir. (Eser hakkında teferruatlı bilgi için bk. Ali Özek, “el-Keşşâf”, DİA, Ankara 2002, XXV, 329-330.)

26   Buhârî’nin (v. 256/870) el-Câmi u’s-sahîh adlı meşhur hadis kitabı bütün İslâm dünyasında olduğu gibi elbette medre­selerin de temel eserleri arasında yer almakta ve Buhârî’nin adıyla anılmaktaydı.

27   Kadı Iyâz’ın (v. 544/1149) eş-Şifâ fî ta'rîfi şerefi’l-Mustafâ adını verdiği Hz. Peygamber sevgisine dâir eseri zaman içe­risinde büyük ilgi görmüş, Kadı Iyâz ve Şifâ-i Şerîf adlarıyla medreselerin ana kaynakları arasında yer almıştır. (Geniş bilgi için bk. M. Yaşar Kandemir, “eş-Şifâ”, DİA, İstanbul 2010, XXXIX, 134-138.)

28   Tirmizî’nin (v. 279/892) tam adı eş-Şemâilü’n-nebeviyye ve’l-hasâilü’l-Mustafaviyye olan ve Peygamberimizin şemâili hakkında bilgi veren bu eseri medreselerde Şemâil-i Şerîf adıyla okutuluyordu. (bk. M. Yaşar Kandemir, “eş-Şemâilü’n- nebeviyye”, DİA, İstanbul 2010, 500-501.)

29   İbn Melek: Ferişteoğlu lakabıyla da tanınan Hanefî fıkıh âlimi İbn Melek’in (Tireli İzzeddîn Abdullatîf er-Rûmî, v. 821/1418’den sonra) Radıyüddin es-Sâgânî’nin (v. 615/1253) Meşârıku’l-envârü’n-nebeviyye min sıhâhi’l-ahbâri’l- Mustafaviyye adlı hadis kitabına yazdığı şerh olup eserin asıl adı Mebâriku’l-ezhâr fî şerhi Meşârikı’l-envârdır. Eser Buhârî ve Müslim’den derlenen 2250 civarı hadisi ve bunların kısa açıklamaları ile bunlardan çıkarılan fıkhî hüküm­leri ihtivâ etmektedir. (Mustafa Baktır, “İbn Melek”, DİA, İstanbul 1999, XX, 175-176.)

30    Mesâbîhus-sünne: Ebû Muhammed Hüseyin b. Mes'ûd el-Beğavî’nin (v. 516/1122) 4179 sahih ve hasen hadisleri bir araya getirdiği eseridir. Bu eseri Hatîb et-Tebrîzî Mişkâtü’l-mesâbîh adıyla yeniden tertip etmiştir. Her iki eser de med­reselerin temel hadis kitaplarındandır. (İbrahim Hatiboğlu, “Mesâbîhu’s-sünne”, DİA, Ankara 2004, XXIX, 258-260.)

31    Osmanlı ulemâsından İbrâhim b. Muhammed el-Halebî’nin (v. 956/1549) Hanefî fıkhını anlattığı Mültekal-ebhur medreselerde okutulmasının yanında kadı ve müftülerin de mürâcaat kaynaklarındandı. (Şükrü Selim Has, “Mülteka’l- ebhur”, DİA, İstanbul 2006, XXXI, 549-552.)

Siyer,[32] Ferâizüs-sirâciyye,[33] Dürrü’l-muhtâr,[34] Şerh-i Muhammedıyye[35] gibi temel Islâm ilim­lerine dâir kaynakları okumuştur. Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Kütüphanesi’ne bağışlanan yazmalar arasında[36] Kemâleddin Efendinin talebeliğinde okuduğu, müderrislik ve müftülük dönemlerinde ise mürâcaat ettiği bu kaynaklar mevcut olup bunların bir kıs­mında derkenâr olarak onun, babasının ve dedesinin notlarına rastlanmaktadır.

Çok kuvvetli bir hâfızaya sahip olan Kemâleddin Efendi, eğitimi esnâsında dinî-edebî bir çok manzûme de ezberlemiştir. Teftâzânî’nin belâğate dâir eseri olan Mutavvel’indeki yüzler­ce beyti, İmam Bûsîrî’nin (v. 695/1296) Kasîdetü’l-bürde ile Kasîdetü’l-mudariyye fis-salâti alâ hayri’l-beriyye’sini, Osmanlı âlimlerinden Hızır Bey’in (v. 863/1459) Kasîde-i Nûniyye’sini, Ali b. Osmân el-Ûşî’nin (v. 575/1179) Yekülü’l-'abd ve Bedü’l-emâlî olarak da bilinen Mâtürîdî akadini anlatan Emâlî Kasidesini ezberlemiştir. Kemâleddin Efendi’nin ezberlediği man­zum metinler bunlarla sınırlı değildir. Hanefî fakihlerden İbn Vehbân’ın (Ebû Muham- med Emînüddin, v. 768/1366) el-Manzûmetü’l-Vehbâniyye adlı 1040 beyitlik fıkıh kitâbı da Kemâleddin Efendi’nin ezberledikleri arasındadır.[37] Sunguroğlu onun Mîzânü’l-adl adlı bir edebî eseri de ezberlediğini kaydeder.[38] Kemâleddin Efendi babasından Kur’ân-ı Kerîm’in gü­zel ve çeşitli vecihlerde okunmasıyla ilgili ilmü’l-edâ, vücûh-ı kırâat-i seb'a ve aşere talim et­miş; bu sırada meşhur kırâat âlimi Ebû Muhammed Şâtıbî’nin (v. 590/1194) Kasîde-i Lâmiyye, Hırzu’l-emânî ve vechü’t-tehâni’si ile İbnü’l-Cezerî’nin (v. 833/1429) manzum Tayyibetün-neşr fi’l-kırâati’l-aşr adlı eserlerini de ezberlemiştir.

Kemâleddin Efendi yukarıda saydığımız bazı eserleri okumaya başladığı tarihi not etmiş­tir. Dürrü’l-muhtâr la ilgili kaydı şöyledir: “Bin üç yüz üç senesinin Rebîü’l-âhirinin on dör­düncü Çehârşenbe günü Dürrü’l-muhtâr a bed’ ü mübâşeret eyledik. Hak Te'âlâ peder efen­dinin vücûduna 'âfiyet verip bizleri 'âlim ve 'âmil ve ikmâline muvaffak eyleye. Âmîn. 14 Rebîü’l-âhir [1]303/ 8 Kânûn-ı Sânî [1]301 [20 Ocak 1886].”[39] Bu kaydın yanındaki notta ise aynı yılın Cemâziye’l-evvelinin 20’sinde de [18 Şubat 1886] mantık kitabı olan Tasavvurât’a başladıklarını ifade etmektedir. Mutavvel’i okumaya başladığı yılı da aşağıdaki iki tarih manzûmesi ile kaydetmiştir. Birinci manzûmede Kemâleddin Efendi’nin babasına karşı duy­duğu derin hürmeti yansıttığı beyitler özellikle dikkate değerdir:

Mutavvel’e bed’ ü mübâşeret olundukda 'âcizâne söylediğim târîhdir:

Lutf u ihsânını Hak kıldı mezîd

Vâcıb oldu bana şükr ü tahmîd

Vâlid-i mâcid hem üstâdım

Anda cem’ oldu bütün hulk-ı hamîd

Kerr-i ezmân ile mümkün mü ola

Asl-ı dîne bu gibi rükn-ı meşîd

Dânış ü fazlda mânendi 'adîm

Gelemez ka'bına hem İbn 'Amîd

Bana başlatdı Mutavvel-i Telhîs

Bezl-i himmet ile bu sâl-ı cedîd

Dü cihânda ola şâd ü mesrûr

Olmaya kaddi nevâ’ible hamîd

Sâyesinde nice a'vâm u duhûr

Zindegânî ederim yâ Rab ümîd

Dedi cevher gibi târîh Kemâl

Ola itmâmı da bâ fazl-ı Mecîd

  (1305 [1888])

Dîger:

Lehul-hamd lutf-ı Hak’la Şerh-i Telhîs

Olundu bed’ olsun tîzce ikmâl

Kemâl târîh-i cevher ferdi geldi

Mutavvel’e başladım hatm ola bu sâl

 (1305 [1888]) [40]

Kitap okuma kayıtlarına son örnek olarak Hidâye’yi verebiliriz. Abdülhamid Hamdî Efendinin aralarında Kemâleddin Efendinin arkadaşlarının da bulunduğu icâzetli ulemâya okutmaya başladığı bu eseri vefâtından sonra Kemâleddin Efendi h. 1320 Ramazân’ında (Ara­lık 1902) “Faslün fî Kıyâmi Ramazân” kısmından başlayarak okutmaya devam etmiş ve 43 ay­da, 25 Rebîü’l-âhir 1324’te (18 Haziran 1906) ikmâle muvaffak olmuştur.[41]

Ahmet Turan Arslan hocamızın merhum Orhan Karmış Hoca’dan naklettiğine göre yıllar­ca hatimle terâvih kıldıran Hacı Abdülhamid Efendi 1307 Ramazân’ında (1890 Nisan-Mayıs) ihtiyarlığı sebebiyle hatimle namaz kıldıramayacağını anlayınca Kemâleddin Efendi’den na­mazı kıldırması için bir hâfız efendiyi bulmasını ister. Kemâleddin Efendi etrafa haber salma­sına, sorup soruşturmasına rağmen kimseyi bulamayınca bu işi kendisi üstlenir ve her gün bir cüz ezberleyerek o akşamın terâvihini o cüzle kıldırır, bu sûretle bir ay içerisinde Kur’an’ın tamamını ezberleyerek hâfız olur.[42] Kemâleddin Efendi bu yıldan itibaren kırk yıl fâsılasız bir şekilde Harput Ağa Câmii’nde hatimle terâvih kıldırmıştır.[43] Terâvih hatimle kılınmasına rağ­men Kemâleddin Efendi’nin arkasında saf tutmak isteyen cemaatin câmiyi hıncahınç doldur­duğuna dâir bilgi dikkat çekicidir.[44]

Kâmil Paşa Medresesi’nde bir yandan tahsiline devam ederken bir yandan da geleneğe uyarak alt sınıflardaki talebeyi okutan Kemâleddin Efendi 6 Şa'bân 1312/ 2 Şubat 1895’te yirmi sekiz yaşındayken babası Abdülhamid Efendiden “ilmü’l-edâ”dan tek başına, bir hafta sonra da (12 Şa'bân 1312/ 8 Şubat 1895) diğer ilimlerden on beş arkadaşıyla birlikte Sâre Ha­tun Câmii’nde yapılan Harput ve civarında bulunan vilâyet ve kazâlardaki âlimlerin, devlet erkânının, şehrin eşrâfının da iştirâk ettiği mutantan bir merâsimle icâzet-i ilmiyye almıştır.[45] Bu merâsimde “silsile-i şerîf”i[46] devrin meşhur âlimlerinden İbrâhim Lebîb Efendi (Uzun Hoca) okumuştur.[47]

Kaynaklarda Kemâleddin Efendi’nin devrin şöhretli âlimlerinden olan muhaddis Şeyh Muhammed Bedreddin el-Hasenî ed-Dımaşkı’den (v. 1850-1935) ilm-i hadis icâzeti aldığı be­lirtilmektedir. Allâme Muhammed Bedreddin’in Harput’a geldiğine dâir bir bilgi bulunmadı­ğına göre[48] Kemâleddin Efendi tahsîlini ikmâl için Şam’a gitmiş olmalıdır.

2)    Memuriyet Hayatı-Müderrisliği

Abdülhamid Efendi “mahdûmu ve vâris-i ulûmu”[49] Kemâleddin Efendi’ye icâzet verdik­ten sonra ihtiyarlığı ve hastalığı sebebiyle Kâmil Paşa Medresesi’nde talebeye yalnızca tefsir, ha­dis, fıkıh gibi 'âlî ilimleri okutmuş, Arapça, Farsça, mantık, münâzara gibi bütün âlet ilimlerinin tedrisâtını ise Kemâleddin Efendi’ye devretmiştir. Böylece Kemâleddin Efendi babasının vefât ettiği h. 1320/ m. 1902’ye kadar, sekiz yıla yakın aşağıda bahsedeceğimiz diğer medreselerdeki resmî hocalığı yanında bu medresedeki vazifesini de devam ettirmiştir. Babasının vefâtı ile de i'lâm-ı şer'î ve fermân-ı pâdişâhî ile Kâmil Paşa Medresesi’ne asâleten tâyin edilmiştir.[50]

Kemâleddin Efendi’nin r. 1315/ m. 1900’de 34 yaşındayken Ma'mûretü’l-azîz[51] Mekteb-i Rüşdiye-i Askeriyye’ye Arapça hocası olarak vekâleten atanmasıyla hayatının kayıtlara ge­çen resmî memuriyet devresi başlamıştır. 1316/1900’de aynı mektebin kavâid hocalığına, 1318/1902’de Arapça hocalığına terfîan getirilmiştir. Aynı yıl Kâmil Paşa Medresesine asâleten tayin edilmiş, 1324/1908’de dört ay El'azîz merkez kadılığına vekâlet etmiştir. 1325/1909’da Ma'mûretü’l-azîz Mekteb-i Sultânî’sinde Arapça hocası olmuş, aynı yıl yaklaşık bir ay İsti’nâf Mahkemesi reisliğine vekâlet etmiş, sonra aynı mahkemenin âzâlığına tayin edilmiş, yine bu yıl Mekteb-i Rüşdiye-i Askeriyye’de Arapça hocalığına devam etmiştir. 1326/1910’da Mekteb-i Sultânî’de, 1327/1911’de Rüşdiye-i Askeriyye’de Arapça hocalıkları yapmış, 1330-1331/1914- 1915’te Numûne Mektebi’nde Kırâat, Elif Bâ ve Arapça hocalıklarında bulunmuştur. Ulaştığı­mız bir arşiv belgesindeki kayıtta Kemâleddin Efendi’nin o yıllarda serbest avukatlık da yap­tığı ifade edilmektedir.[52] O ayrıca muhtelif komisyonlara ve meclislere üye olmuş ve bunların bir kısmının başkanlığını yürütmüştür.

17 Rebîü’l-âhir 1334/ 9 Şubat 1331/ 22 Şubat 1916’da aşağıda tafsilatlı bir şekilde görü­leceği üzere önce vekâleten çok kısa bir müddet sonra da asâleten Ma'mûretü’l-azîz mer­kez müftüsü olmuştur. Aynı yıl Harput Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesi’nin kısm-ı âlîsine (sahn) müderris olarak da atanmış,[53] burada Tefsir, Hadis, Usûl-ı Fıkıh, Belâğat derslerini okutmuştur.[54] 1342/1924’te yürürlüğe konulan Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu gereğince bütün Dârü’l-hilâfe medreseleri ile birlikte Harput Dârü’l-hilâfe’sinin de hazırlık kısmı ilgâ edilmiş, diğer kısımları ise İmam-Hatip Mektebine dönüştürülmüştür.[55] Bu dönüşümle birlikte Har- put İmam-Hatip Mektebi’nde dersler ve müfredât değiştirilmiş, hoca sayısı da yarıya düşürül­müştür. Kemâleddin Efendi bu mektepte de 21 Kasım 1925’ten azledildiği 7 Eylül 1926’ya ka­dar Edebiyat muallimliği yapmıştır. Diyânet İşleri Başkanlığı Arşivi’ndeki hizmet cetvelinden anlaşıldığına göre Kemâleddin Efendi müftülük vazifesi ile muallimlik ve müderrisliği azle- dildiği güne kadar birlikte yürütmüştür.[56]

Kemâleddin Efendi 30 lira olan son müftülük maaşını 1 Kasım 1926’da almıştır. Aşağıda teferruatlı bir şekilde ele alınacağı üzere Kemâleddin Efendi Şark İstiklâl Mahkemesince suç­lu bulunup Samsun’a sürgüne mahkûm edilince Diyânet İşleri Başkanlığı onu müftülükten az- letmiştir. Bunun üzerine Kemâleddin Efendi 20 Eylül 1926’da Başkanlığa Samsun’dan bir di­lekçe yazarak Memuriyet Kanunu’nun 49. maddesine istinâden en az 6 ay hapis cezasına çarp­tırılanların memurluktan ihraç edilebileceklerini, kendisinin ise belli bir süre ile (Örfî İdâre sona erinceye kadar) Samsunda ikâmete mecbur kılındığını; binâenaleyh memurluktan atıl­mamasını ve maaşının kısmen de olsa kendisine verilmesini istirham etmiştir. Ancak onun bu istirhâmnâmesi dikkate alınmamıştır.

Kemâleddin Efendi sürgünden dönünce ilgili mercilere mürâcaat ederek 20 Şubat 1928’de, 62 yaşındayken emekliye ayrılmıştır. Emekliliği için esas alınan hizmet süresi 31 sene 7 ay 28 gündür. Bu süre göz önünde bulundurulduğunda üst derece emekli aylığı alması gerekirken herhangi bir sebep belirtilmeksizin düşük kademe ile emekliliğe sevkedilerek kendisine yal­nızca 9 lira 96 kuruş emekli aylığı bağlanmıştır. Kayıtlara göre Kemâleddin Efendi ilk emekli­lik maaşını 10 Mayıs 1928’de almıştır.

Kemâleddin Efendi’nin torunu Talat Turhan Bey’in bize anlattıklarına göre Efendi- gil âilesinin maaş dışında da birtakım gelirleri ve tahsisâtı bulunmaktaydı. Kemâleddin Efendi’nin ağa kızı olan ilk eşi Mutîa Hanım’ın köyü (Hanköyü) her yıl mahsûlün yarısını Efendigil konağına gönderirlerdi. Mollaköy ve Hoş Köyü’nde de bu âileye âit araziler var­dı. Harput’a 2 km. kadar uzaklıktaki Buzluk civarında içinde başta ceviz ve dut olmak üze­re çeşit çeşit meyve ağaçlarının da bulunduğu 30 dönümlük bağ vardı. Ayrıca Kâmil Paşa Medresesi’ne ve Ağa Câmii’ne bağlı akarlar da bu âileye gelirdi, hattâ bu “evkâf-ı müsmire” vesilesiyle Kemâleddin Efendi devrin şartlarına göre iyi bir hayat sürmüştür.[57] Bu akarlardan gelenler Câmi ve Medrese’ye de harcanırdı.

Kemâleddin Efendi’nin memuriyetlerini ve aldığı maaşları gösteren ayrıntılı hizmet cet­veli şöyledir:[58]

 

Diyânet İşleri Reisliği Sicil Kalemine Mahsûs Hizmet Cedvelidir

Memurun İsim ve Şöhreti

Tevellüd Târihi

Hizmet-i Dev­lete Duhûlü Târihi

Son Memuriyeti

İstid'â Târihi

Sâbık El'azîz Müftîsi Kemâleddin Efendi

1283 [1867]

1 Kânûn-ı Sânî 315 [13 Ocak 1900]

Müftîlik

---

'An

İlâ

Müddet-i Me’mûriyeti

Müddet-i Ma'zûliyeti

Ünvân-ı Me’mûriyeti

Ma'âş-ı Şehrîsi" [Kuruş]

Mülâhazât

Sene

Ay

Gün

Sene

Ay

Gün

 

 

 

1 Kânûn-ı Sânî

315 [13 Ocak 1900]

Gâye-i Mayıs 316" [13 Haziran 1900]

-

5

-

-

-

-

[Ma'mûretü’l- azîz] Askerî Rüşdiyesi Arabî Mu'allimliği Vekâleti

240

-

1 Haziran 316 [14 Haziran 1900]

Gâye-i Ağustos 318

[13 Eylül 1902]

2

3

-

-

-

-

Askerî Rüş- diyesi Kavâid Mu'allimliği

760

320 [kuruş] Kavâid Mu'allimliği

1 Eylül 318 [14 Eylül 1902]

15 Teşrîn-i Sânî 324 [28 Kasım 1908]

6

2

15

-

-

-

Rüşdiye-i As- keriyye Arabî Mu'allimliği

750

-

16 Teşrîn-i Sânî 324 [29 Kasım 1908]

22 Mart 325 [4 Nisan 1909]

-

4

7

-

-

-

Kadı Vekâleti

1750

1000 [kuruş] Vekâlet

23 Mart 325 [5 Nisan 1909]

26 Mart 325 [8 Nisan 1909]

-

-

-

-

-

4

-

-

-

27 Mart 325 [9 Nisan 1909]

22 Nisan 325 [5 Mayıs 1909]

-

-

26

-

-

-

Arabî Mu'allimliği- İstînâf Reîs Vekâleti

1350

750 [kuruş] Mu'allimlik

23 Nisan 325 [6 Mayıs 1909]

2 Haziran 325 [15 Haziran 1909]

-

1

10

-

-

-

Arabî Mu'allimliği- A'zâlık

1750

750 [kuruş] Mu'allimlik

3 Haziran 325 [16 Haziran 1909]

28 Eylül 326 [11 Ekim 1910]

1

3

6

-

-

-

Arabî Mu'allimliği- A'zâlık

1150

750 [kuruş] Mu'allimlik

29 Eylül 326 [12 Ekim 1910]

9 Teşrîn-i Evvel 326

[22 Ekim 1910]

-

-

-

-

-

11

-

-

-

10 Teşrîn-i Evvel 326 [23 Ekim 1910]

4 Mart 327 [17 Mart 1911]

-

4

25

-

-

-

Arabî Mu'allimliği- Sultânî Mu'allimliği Vekâleti

1800

750 [kuruş] Mu'allimlik

5 Mart 327 [18 Mart 1911]

1 Teşrîn-i Evvel

328 [14 Ekim 1912]

1

6

27

-

-

-

Rüşdiye-i As- keriyye Arabî Mu'allimliği

750

-

2 Teşrîn-i Evvel 328

[15 Ekim 1912]

Gâye-i Ağustos 330

[13 Eylül 1914]

-

-

-

1

10

29

-

-

-

1 Eylül 330 [14 Eylül 1914]

Gâye-i Mart 331 [13 Nisan 1915]

-

7

-

-

-

-

Numûne Mektebi Kırâat ve Elif Bâ Mu'allimliği

500

-

1 Nisan 331 [14 Nisan 1915]

20 Eylül 331 [3 Ekim 1915]

-

-

-

-

5

20

-

-

-


 

21 Eylül 331 [4 Ekim 1915]

7 Şubat 331 [20 Şubat 1916]

-

4

17

-

-

-

Numûne Mek­tebi Arabî Mu'allimliği Vekâleti

460

-

8 Şubat 331 [21 Şubat 1916]

8 Şubat 331 [21 Şubat 1916]

-

-

1

-

-

-

Harput Med­resesi Arabî Mu'allimliği

400

-

9 Şubat 331 [22 Şubat 1916]

Gâye-i Mart 334 [31 Mart 1918]

3

1

22

-

-

-

El'azîz Müftîliği- Mu'allimlik

1200

400 [kuruş] Mu'allimlik

1 Nisan 334 [1 Nisan 1918]

Gâye-i Haziran 334

[30 Haziran 1918]

-

3

-

-

-

-

El'azîz Müftîliği- Mu'allimlik

1400

-

1 Temmuz 334 [1 Temmuz 1918]

Gâye-i Eylül 336 [30 Eylül 1920]

2

3

-

-

-

-

El'azîz Müftîliği- Mu'allimlik

2400

-

1 Teşrîn-i Evvel

336 [1 Ekim 1920]

Gâye-i Ağustos 341

[31 Ağustos 1925]

4

11

-

-

-

-

El'azîz Müftîliği- Mu'allimlik

2640

640 [kuruş] Mu'allimlik

1 Eylül 341 [1 Eylül 1925]

21 Teşrîn-i Sânî 341 [21 Kasım 1925]

-

2

20

-

-

-

El'azîz Müftîliği- Mu'allimlik

2640

640 [kuruş]

21 Teşrîn-i Sânî

341 [21 Kasım 1925]

1 Eylül 926

-

9

11

-

-

-

El'azîz Müftîliği- Mu'allimlik

4200

1200[ku- ruş] İmâm ve Hatîb Mektebi Edebiyat Mu'allimliği

1 Eylül 926*"

7 Eylül 926

-

-

6

-

-

-

El'azîz Müftîliği- Mu'allimlik

3000

Azl edilmiş- dir. 11 Sene-i Mâlî 926

8 Eylül

[20] Şubat 928 İnfisâli [Tekâüdü]

19

68

213

1

15

64

-

-

-

 

Kemâleddin Efendi, Harput Sâre Hatun Câmii’nde vâizlik ve dersiâmlık yapan babasının vefât etmesi üzerine bu vazifeleri üstlenmiş, medresedeki hocalığının yanında burada da uzun yıllar halka va’z u nasihatlarda bulunmuş, belirli günlerde hadis dersleri vermiş, Süyûtî’nin meş­hur hadis kitabı el-Câmi' u’s-sağîri okumuş, okutmuştur. Kemâleddin Efendi, bugün AÜ İlâhiyat Fakültesi Kütüphanesi Efendigil Yazmaları arasında bulunan Câmiüs-sağîr nüshasının zahri- yesine düştüğü kayıtta Sâre Hatun Câmii’ndeki bu va'z u tedrîsi 25 Muharrem 1333 (13 Ara­lık 1914)’te tamamlamaya muvaffak olduğunu yazmıştır. Zahriyedeki notlardan bu okumaların tekrarlanarak 1336/ 1918’e kadar devam ettiği anlaşılmaktadır.[59] [60] Kemâleddin Efendi’nin câmi dersleri erbâbınca, hikmet dolu vaazları da halk tarafından ilgi ile takip edilmiştir.

Kemâleddin Efendi zaman içerisinde çeşitli pâyeler almıştır. Kendisine önce taşra rüûsluğu, sonra Bursa “ruûs-ı hümâyûnu verilmiş, h. 1312/1895’te iki rütbe atlatılarak (tafra) taltîf edil­miştir. 7 Cemâziye’l-evvel 1319/ 22 Ağustos 1901de İzmir pâyeliği verilmiş,[61] 25 Safer 1335/ 21 Aralık 1916’da Mahreç, 28 Zilka'de 1335/ 15 Eylül 1917de Bilâd-ı Hamse pâyeliklerine yüksel­
tilmiştir. Kemâleddin Efendi en son da 13 Cemâziye’l-evvel 1336/ 24 Şubat 1918’de Osmanlı’nın İstanbul’la birlikte en itibarlı ilmiye rütbelerinden olan Haremeyn-i Muhteremeyn pâyesine lâyık bulunmuştur.[62] Kendisine tevcih kılınan bu son pâye ile ilgili aşağıdaki fermân hem üslûbu, hem muhtevâsı, hem de Kemâleddin Efendi’ye gösterilen hürmet bakımından önemlidir:

Kıdvetü’l-ulemâi’l-muhakkıkîn umdetü’l-fuzalâi’l-müdakkikîn ma'denü’l- fazli ve’l-yakîn nâşirü ahkâmi’ş-şerî'ati ved-dîn vârisü ulûmi’l-enbiyâi ve’l-mürselîn el-muhtass bi-mezîdi inâyeti’l-Meliki’l-Mu'în Bilâd-ı Hamse pâyelülerinden Ma'mûretü’l-azîz vilâyeti Merkez Müftîsi Hacı Hamîd Efendi- zâde Mevlânâ Kemâleddin Efendi zîde fezâilühû tevkî-i refî'-i hümâyûnum vâsıl olıcak ma'lûm ola ki sen ki Mevlânâ-yı mûmâ-ileyhsin, beyne’l-emâsil ve’l-akrân fazl ü irfân ve rüşd ü îkân ile ma'rûf olduğun ve sezâ-vâr-ı inâyet ve şâyeste-i mekremet-i seniyye-i şâhânem bulunduğun cihetle bin üç yüz otuz altı senesi şehr-i cemâziye’l-evvelisinin on üçüncü gününden i'tibâren uhde-i ehliyyet ve dirâyetine terfî'an Haremeyn-i Muhteremeyn pâyesi tevcîhi bi’l- fi'l Şeyhülislâm ve müfti’l-enâm olup birinci rütbe-i Osmânî ve Mecîdî nişân-ı zî-şânlarını hâiz ve hâmil olan a'lemü’l-ulemâi’l-mütebahhirîn, efdalü’l- fudalâi’l-müteverri'în, yenbû'u’l-fazli ve’l-yakîn Mevlânâ Mûsâ Kâzım Efendi edâmallâhu Te'âlâ fezâilehûnun telhîsi üzerine şeref-efzâ-yı sünûh ve sudûr olan irâde-i seniyye-i mülûkânem muktezâ-yı celîlinden olmağla mûcebince pâye-i mezkûre mazhariyyetini mübeyyin dîvân-ı hümâyûnumdan iş bu fermân-ı celîlü’l-unvân-ı pâdişâhânem ısdâr ve i'tâ olundu. Sâlifü’z-zikr pâyeye târîh-i mezkûrdan i'tibâren nâil olup îfâ-yı şükr ve mahmedetle berâber temâdî-i eyyâm-ı ömr ve şevket-i şâhânem da'avât-ı hayriyyesine muvâzabet eyleyesin. Tahrîren fi’l-yevmi’l-hâmis min şehri Cemâziye’l-âhire li-seneti sit- te ve selâsîn ve selâse-miete ve elf.

Aslına mutâbıkdır. Vilâyet-i Ma'mûretü’l-azîz.[63]

3)    Ma'mûretü’l-azîz’deki Müftülük Meselesi ve Kemâleddin Efendi’nin Müftülüğü

Arşiv belgelerinden anladığımıza göre 1900’lü yılların başından Kemâleddin Efendi’nin müftülüğe atandığı 1916’ya kadar Elazığ’da bir türlü çözülemeyen müftü meselesi vardır. O yıllarda müftülük makamında Beyzâde Hacı Mehmed Nûri Efendi (1894-1903),[64] Mehmed Fâik Efendi (1903-1908),[65] yeniden Beyzâde Hacı Mehmed Nûri Efendi (1909-1910), karde­şi Beyzâde Hacı Bahâeddin Efendi (1910-1912), tekrar Beyzâde Hacı Mehmed Nûri Efendi (1912-1916),[66] Ömer Fehmî Efendi (1916)[67] bulunmuşlardır. Müftülükteki azilleri ve yeni atamaları beğenmeyen halk, eşrâf ve a’yân El'azîz’den Dersaâdet’e sürekli ihbâr, şikâyet di­lekçeleri ve tahkikat talepleri yollamıştır. Bu şikâyetleri ma’zûl müftülerin birbirleri hakkın- daki ihbârları ve itirâz dilekçeleri takip etmiştir. Ancak bu talep ve şikâyetler Bâb-ı Âlî ve Dâire-i Meşîhat tarafından dikkate alınsa da çoğunlukla neticesiz kalmış, vilâyete “hüsn-i idâre-i maslahat” etmeleri yönünde telkinlerde bulunulmuştur.[68]

1908’de Fâik Efendi’nin yerine müftü olarak atanan Mehmed Nûri Efendi aynı yıl mebus seçilmiş ve her iki işi aynı anda yürütmüştür. Yapılan itirâzlar neticesinde Kanun-ı Esâsî’nin 74. maddesine binâen iki vazifeden sadece birini yürütebileceği kendisine bildirilmesine rağ­men Nûri Efendi başlangıçta her iki vazifeyi birlikte sürdürme hususunda ısrarcı davranmış­tır. Ancak şehirde huzursuzluğun artması üzerine önce 5 Şa'bân 1327/ 22 Ağustos 1909’da mebusluktan vazgeçip müftülüğü kabul etmiş, kısa bir müddet sonra ise tekrar Meclis’e de­vam etme kararı alarak 18 Muharrem 1328/ 30 Ocak 1910’da müftülüğü kardeşi Bahâeddin Efendi’ye bırakmıştır.[69] Nûri Efendi’nin bu başına buyruk tavırları zaten kendisinden rahat­sız olan şehir halkının rahatsızlığını daha da arttırmış, müftülüğe kardeşinin vekâlet etmesi­nin kanunî olmadığına, şehirde mukim ulemâdan birinin bu makama getirilmesi gerektiği­ne dâir itirâz ve ihbâr dilekçeleri peşpeşe Bâb-ı Âlî ve Meşîhat’e gönderilmiştir. Bunlar arasın­da Meşîhat’e gönderilen bir ihbâr mektubu ve bu mektupla ilgili başlatılan tahkikata dâir ya­zışmalar dikkat çekicidir. “Mahmud Hamdî” isminin/isimlerinin basılı olduğu mühürle “Ku­lüp nâmına” Meşîhat’e gönderilen bu ihbârnâme muhtevâsı itibariyle merkezde çok ciddi­ye alınmış, Meşîhat, Dâhiliye Nezâreti ve Ma'mûretü’l-azîz Vâliliği arasında birbirini takip eden yazışmalar yapılmıştır. Mahmud Hamdî 22 Kânûn-ı evvel [1]325/ 4 Ocak 1910 tarih­li bu telgrafnâmede Meşîhat’e hitâben özetle şunları söylemektedir: Ma'mûretü’l-azîz mebu­su ve müftüsü olan Mehmed Nûri Efendi Kânûn-ı Esâsî’nin iki görevin aynı anda yürütüle- meyeceğine dâir maddesi gereği mebusluktan istifâ edip müftülük görevini sürdürmektey­ken Meclis-i Mebusân’ın ikinci yasama dönemine katılarak müftülükten zâhiren ayrılmış fa­kat gerek Meşîhat’e gerek devrin Ma'mûretü’l-azîz vâlisi Mehmed Ali Aynî Bey’e (v. 1945) istirhâmlarda bulunarak müftülüğe kardeşi Bahâeddin Efendi’yi vekil bırakmıştır. Halbu­ki Bahâeddin Efendi şehirde bakkallık yapan son derece câhil bir adamdır. Mehmed Nûri Efendi’nin bu menfaatperestliği ve müsteb'idâne tavrına meydan verilmemesi, “münhal ve mu'attal kalmış olan vilâyet müftülüğü için” âcilen seçime gidilmesi, seçim neticesinde de mahallî ulemâdan “mehâsin-i ahlâk”, “fazîlet-i kâmile” ve “liyâkât-ı sahîha” ashâbından bir zâtın vazifeye sür'atle atanması gerekmektedir. Aksi takdirde halk arasında zaten var olan hu­zursuzluk artacak, büyük ihtilâflar ve kargaşalar çıkacaktır:

Bihî

Hâk-i pâ-yı âlî-i cenâb-ı Meşîhat-penâhî’ye

Ma'rûz-ı bendeleridir

Meb'ûsluk ile dîger me’mûriyet ictimâ' edemeyeceği Kânûn-ı Esâsî mâdde-i mahsûsası sarâhatinden olup ahîren Meclis-i Millî karârıyla dahi te’kîd ettiğinden vilâyetimiz meb'ûslarından Mehmed Efendi ma'lûm-ı 'âlî-i semûhîleri olduğu üzere bi’z-zarûre meb'ûsluk âzâlığından isti'fâ ve tercîhen Ma'mûretü’l-azîz vilâyeti müftülüğünü kabûl etmiş iken Meclis-i Meb'ûsân’ın bu ikinci senedeki ictimâ'ında yine eski intihâbına binâen tekrâr meb'ûsluk a'zâlığını ihtiyâr ederek vilâyet müftülüğünü zâhiren terk etmiş ve ma'a hâzâ mezkûr müftülüğün vazîfesini dîger bir zât ihrâz etmemiş ve en doğrusu her iki me’mûriyetin de hakîkatde yine kendisinde birleşmesi içün son derecede câhil ve bakkal esnâfından olan birâderi Bahâ Efendi’yi vilâyet müftülüğüne vekîl edip makam-ı Meşîhat-ı 'Aliyye’nin tensîb ü tasdîkine de makrûn ol­mak üzere keyfiyeti vâli vekâletinde bulunan Mehmed Ali Aynî Beg tarafın­dan hâk-i pâ-yı semûhîlerine arz ve îfâ-yı muktezâsını istirhâm ederek vâli vekilinin tasdîk-i asâletine sa'y eylemesini de mezkûr ümniyye ve ârzûsunun husûl-pezîr olmasına ta'lîkan va'd ederek der-'uhde eylemişdir. Binâenaleyh kânûn ve karâr-ı millînin sarâhaten hilâfında olmakla berâber ulemâ-yı mahalliyeden fazîlet-i zâtiyye ve mehâsin-i ahlâk ashâbından olan zevâtın hukükıyla berâber Şerî'at-i mutahhara-i Muhammediyye’yi alenen izâ'a ve imhâ eden şu tedbîr-i müstebidâne ve menfa'at-perestâneye meydân veril­memesi ve şu sûretle münhal ve mu'attal kalmış olan vilâyet müftülüğü içün usûl-ı vech ile intihâb açılması hakkındaki emrin tesrî'ine ve îdâre-i meşrû'a-i Meşrûtiyyet’in muktezâsı üzere bi-hakkin fazîlet-i kâmile ve liyâkat-i sahîha ashâbından bir zâtın inâyeten ta'yîn buyurulmasına müsâade ile ahâlî beynin­de ihtilâf ve ihtilâl-i azîmin zuhûruna sebeb-i müstakil olacağı tabîi bulunan husûs-ı mezkûrun netîce-i marziyyeye iktirânı hakkında lutf u âtıfet-i cenâb-ı meşîhat-penâhîlerini intizâr ve istirhâm eyleriz. Ol bâbda ve her hâlde emr ü fermân hazret-i men lehü’l-emrindir.

Kulüp nâmına

Mahmûd Hamdî (mühür)

22 Kânûn-ı evvel [1]325                         [4 Ocak 1910/ 22 Zilhicce 1327][70]

Devrin Şeyhülislâm’ı Çelebizâde Hüseyin Hüsnü Efendi (v. 1330/1912)[71] 18 Muhar­rem 1328/ 17 Kânûn-ı Sânî 1325/ 30 Ocak 1910 tarihli bir yazı ile Dâhiliye Nezâreti’ni bu telgrafnâmeden haberdâr etmiştir.[72] Bu yazışmaların bizi ilgilendiren esas kısmı ise Dâhiliye Nezâreti ve Meşîhat’in Ma'mûretü’l-azîz Vâliliği’nden konuyu etraflıca araştırmaları ve muh­biri bulmalarını istemesi üzerine vâlilikten bu makamlara gönderilen cevâbî yazılarda saklı­dır. Vâli Mehmed Ali Aynî Bey Meşîhat’e gönderdiği 10 Şubat 1325/ 23 Şubat 1910 tarihli yazı­da Ma'mûretü’l-azîz’de yıllardır Bâb-ı Âlî’yi meşgul eden müftülük meselesine çözüm bulmak amacıyla müftülük seçimleri yapılana kadar vâliliğin Bahâeddin Efendi’nin vekâleten bu ma­kamda kalmasını uygun gördüğünü Meşîhat’in de bu kararı onayladığını hatırlattıktan son­ra mevzuu yukarıda bahsi geçen telgrafnâmeye getirmekte ve “muhbir-i mûmâileyh Mahmud Hamdî Efendi”yi tanımadığım belirtmekte ancak bu muhbirin kuvvetle muhtemel Mehmed Kemâleddin Efendi olduğunu söylemektedir:
Bihî

Ma'mûretü’l-azîz Vilâyeti Mektûbî Kalemi

Makâm-ı Âlî-i Meşîhat-penâhî’ye cevâben yazılan arîza sûretidir

Merkez vilâyet müftîliği hakkında Mahmûd Hamdî imzâsıyla huzûr-ı âlî-i Meşîhat-penâhî’lerine Ma'mûretü’l-azîz merkezinden çekilip berâ-yı mütâla'a 19 Muharrem sene [1]328 târîh ve 217 numerolu emirnâme-i 'âlî-i cenâb-ı Meşîhat-penâhîleri’yle irsâl buyurulan telğrâfnâme mütâla'a-güzâr-ı çâkerî oldu. Vilâyet müftîsi fazîletlü Mehmed Nûrî Efendi’nin ahîren meb'ûsluğu tercîh ile Dersa'âdet’e azîmeti sebebiyle vekâlete Hacı Bahâeddîn Efendi’nin ta'yîni iş bu müftîlik meselesinden dolayı burada senelerce devâm eden ve Bâb-ı Âlî’yi işgâl eden râhatsızlığın adem-i tekerrürüne sebeb olacağı nâib-i sâbık ile berâber müştereken arz edilmesi üzerine Efendi-i mûmâileyhin o sûretle vekâlete ta'yîni tensîb buyurulduğu ve ma'a hâzâ intihâbın icrâ etdi- rilmesi lâzım geleceği makâm-ı 'âlî-i fetvâ-penâhîlerinden cevâben emr ü iş'âr buyurulmuşdu. Meselenin şu sûretle tesviyesi takdîr-i çâkerânemdeki isâbeti mezkûr şikâyet telğrafnâmesinin yalınız bir imzâyı muhtevî olmasıyla da orta­ya çıkarmışdır. Fazla olarak altı aydan beri burada bulunup memleketin eşrâf ve a'yânını yegân yegân tanıdığım hâlde muhbir-i mûmâileyh Mahmûd Hamdî Efendi’yi hiç bilmiyorum. Yerlilerden birkaç kişiye sorduğum hâlde onlardan da bir şey öğrenemedim. Yalınız meclis-i idâre a'zâsından bir zât mûmâileyh Mahmûd Hamdî Efendi’nin ara sıra Îstînâf Mahkemesi Kalemi’ne devâm eden ve ba'zen avukatlığa yeltenen pek ehemmiyetsiz bir kimse olduğunu haber ve- rebilmişdir. Şu hâle göre mûmâileyhe müftîlik arzûsını besleyen Mahkeme-i Îstînâf a'zâsından Kemâleddin Efendi’nin mezkûr telğrafnâmeyi çekdirmiş olması îcâb ediyor. Vâkı'a Kemâleddin Efendi’nin ilim ve kifâyetine diyecek yoksa da Mekteb-i Rüşdiye-i Askeriyye’de Mu'allimliği ve ba'zı evkâf-ı müs- mireye tevliyeti hasebiyle esbâb-ı ma'îşeti mebzûl olduğu hâlde böyle müftîlik hevesine düşmesine birçok kimseler ve ezcümle büyük birâderi Meclis-i Îdâre-i Vilâyet a'zâsından ve müderrisînden Hacı Mehmed Sa'îd Efendi şiddetle mu'ârız bulunmaktadır. Hulâsa re’y-i âcizânemce şimdilik müftîlerin ahvâl-i intihâbı hakkında ahkâmı kat'î ve sarîh bir nizâm vaz' edilinceye kadar Hacı Bahâeddin Efendi’nin müftîlik vekâletinde istihdâmı buraca bu mes’elenin en az şikâyet ve en az râhatsızlığı îcâb edecek bir sûret-i halli olduğunu tekrâr arz eylerim. Mebhûsün anh telğrafnâme dahi melfûfen ve i'âdeten takdîm kılın- mışdır. Ol bâbda.

Fî 10 Şubat [1]325 [23 Şubat 1910][73]

Görüldüğü üzere Vâli Bey’in yaptırdığı araştırmaya göre Kemâleddin Efendi akarı olan vakıflara sahip ve zengin olmasına rağmen müftülük hevesine düşmüş, bu hevesinden dola­yı ağabeyinin bile tepkisini çekmiş, her ne kadar “ilim ve kifâyetine diyecek yoksa da” “pek ehemmiyetsiz bir kimse”dir. Vâli Bey’in mührüyle aynı gün Dâhiliye Nezâreti’ne gönderilen cevâbî yazıda da “Mahmud Hamdî”nin iki kişinin de ismi olabileceği, o tegrafnâmede yazı­lan “Kulüp nâmına” ibâresinden kastedilen kulübün hangisi olduğunun tespit edilemediği, Ma'mûretü’l-azîz’deki Îttihâd Kulübü yetkililerinin böyle bir mürâcaattan haberlerinin bu­lunmadığı söylenmekte; ismini bile yazmaya cesâret edemeyen bir şahsın yazdıklarının da ciddiye alınmaması gerektiği belirtilmektedir:

Ma'mûretü’l-azîz Vilâyeti Mektûbî Kalemi

Aded: 792

Bihî

Dâhiliye Nezâret-i Celîlesine

-Hulâsa-

Merkez Vilâyet Müftîligi Hakkında

Devletlu Efendim Hazretleri

Merkez vilâyet müftîligine vekâleten ta'yîn olunan Hacı Bahâeddîn Efendi’nin sûret-i ta'yîni hakkında istîzâhâtı hâvî şeref-vârid olan 23 Kânûn-ı Sânî [1]325 târîh ve beş yüz doksan bir numerolu emirnâme-i 'âlî-i cenâb-ı nezâret- penâhîlerinin arîza-i cevâbiyyesidir. Bu mesele hakkında makâm-ı 'âlî-i Meşîhat-penâhîden alınan tahrîrâta cevâben yazılan arîza sûreti tafsîlât-ı kâfiyeyi hâvî olmağla bir sûreti leffen takdîm kılındı. Ancak ba'de’l-mütâla'a i'âde olunmak üzere irsâl buyurulan Mahmûd Hamdî imzâlı varaka-i sahîfe-i ihbâriyede muhbir-i mûmâileyhin ta'yîn-i şahs ve hüviyet etmemekle berâber bir de “kulüp nâmına” kaydını koyması câlib-i nazar-ı dikkat olmuştur. Zîrâ Meşîhat-i celîleye takdîm etdiğim arîzada bahs eylediğim vechile burada Mahmûd Hamdî nâmında ma'rûf bir kimse olmadığı gibi bunun mensûb ol­duğu kulüp acabâ hangi kulüpdür? Eger İttihâd Kulübü ise orasının böyle bir mürâca'atdan haberi yokdur. Başka isimsiz bir kulüp ise o da mûmâileyhin hayâlhânesinde mevcûd olmak lâzımdır. Hulâsa ihbâr-ı vâki'in ehemmiyetsiz- liği ancak bir ve nihâyet iki şahsın kendini göstermege dahi cesâret edemeyerek böyle mechûlü’l-ahvâl bir kimseyi âlet-i ihbârât ittihâz eylemeleriyle dahi mü- eyyed olduğunu ve mebhûsün anh varaka-i ihbâriyyenin melfûfen ve i'âdeten takdîm kılındığını arz eylerim. Ol bâbda emr ü fermân hazret-i men lehü’l- emrindir.

Fî [12] Safer sene 328 ve fî 10 Şubat sene 325 [23 Şubat 1910]

Ma'mûretü’l-azîz vâlisi

Bende

Mehmed Ali Aynî [mühür][74]

Devlet dâireleri arasında yapılan bütün bu yazışmalardan sonra müftülük 6 yıl kadar ağabey-kardeş arasında paylaşılmışsa da yeni tâyin ve azillerin, sükûnet telkinleri ve “idâre-i maslahat” tavsiyelerinin Ma'mûretü’l-azîz’deki huzursuzlukları azaltmadığı görülünce seçi­me gidilmiş; Kemâleddin Efendi, Şeyh Bedreddin Efendi[75] ve Beyzâde Hacı Mehmed Nûri Efendi ile beraber en çok oyu almıştır. Bunun üzerine Meşîhat Dâiresi yeni müftü tayini için 5 Rebîü’l-evvel 1334/ 29 Kânûn-ı evvel 1331/ 11 Ocak 1916’da Ma'mûretü’l-azîz Vâliliği’ne bu üç isim hakkında görüş talep ederek müftülük meselesini artık kat’î bir sûrette çözme kararı almıştır.[76] 12 Rebîü’l-âhir 1334/ 4 Şubat 1331/ 17 Şubat 1916’da Ma'mûretü’l-azîz vâlisi [Meh­med] Sâbit Bey (Sarıoğlu, v. 1960) tarafından Meşîhate gönderilen şifreli telgrafta Şeyh Bed- reddin Efendi’nin yaşının altmış beşi geçtiği, Mehmed Nûri Efendi’nin o sıralar yürüttüğü “mebusluk hizmet-i vataniyesi”ne devamının daha münâsip olduğu, Kemâleddin Efendi’nin ise asâleten müftülüğe atanmasında hiçbir beis bulunmadığı, binâenaleyh Meşîhat’in tayin emri vererek karârı Vâliliğe göndermesi hususunun arzedilmesi üzerine Kemâleddin Efendi 49 yaşındayken Ma'mûretü’l-azîz vilâyeti merkez müftülüğüne tayin edilmiştir:

Kemâleddin Efendi’nin büyük dedesi Mecmû'atü’l-fetâvâ sâhibi Mehmed Saîd Efendi’nin 40 yıl, onun oğlu Ahmed Efendi’nin 25 yıl, dede Ömer Naîmî Efendi’nin 20 yıl müftülük yaptığı şehre Kemâleddin Efendi’nin de müftü olarak atanması hem ahâlî hem de İstanbul’daki ilmî-edebî mahfil tarafından sevinçle karşılanmıştır. Nitekim devrin ön­de gelen dinî-tasavvufî mecmûalarından Cerîde-i Sûfiyye 3 Şevvâl 1334/ 3 Ağustos 1916 ta­rihli 121. sayısında bu tayini “Bu ulûm-ı şer'iyye hânedânının bir asır kadar makâm-ı iftâda dahi ahkâm-ı dîniyyeyi neşr ve teblîğ eden hizmet ve nisbeti düşünülürse şim­di de Kemâleddin Efendi’nin bu vazîfe-i mübecceleye ta'yînindeki isâbet vâzıhan anla­şılır.” cümlesindeki gibi övgü dolu ibârelerle haber yapmış ve bu vesileyle yazılan üç tarih manzûmesini neşretmiştir. Bunlardan ilki Harput Kadısı Mehmed Ali Efendi’nin[77] [78] yazdığı Arapça manzûme olup “kad ûtiye hayren” ibâresi Rûmî tarih olarak düşülmüştür:

 

1332 [r][79]

Şâiri belirtilmeyen diğer tarih beyti şudur:

Dolabımdan çıkup oldu târih

Beldede müftî dahi oldu Kemâl

                                                                                          1334 [h]

Son tarih beyti ise Kemâleddin Efendinin oğlu Ömer Naîmî Efendi’ye âittir:

Geldi bir târih-i rengin hâtıra

Müftilik buldı kemâl-i nimetin

                                                                              1334 [h][80]

Kemâleddin Efendi savaşların, “sevkiyât”ın (Ermeni tehcîri), Millî Mücâdele’nin, başta Şeyh Saîd olmak üzere Şark’ı kasıp kavuran çeşitli ayaklanmaların, toprak kayıplarının, hu­zursuzlukların, Takrîr-i Sükûn döneminin, maddî ve manevî inkırâzların yaşandığı, bir devle­tin batıp yeni bir devletin doğduğu netâmeli devrede Osmanlı’nın Ma'mûretü’l-azîz’deki son, Cumhuriyet’in ilk müftüsü olarak 10 yıl, 6 ay, 20 gün görev yapmış, Şark istiklâl Mahkemesi’nin verdiği aşağıda teferruatıyla anlatacağımız sürgün kararı sonrası 7 Eylül 1926’da müftülükten azledilmiştir.

4)      Millî Mücâdele Döneminde Kemâleddin Efendi

30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütârekesi ile “Ermeni illeri” arasında sayılan “Vilâyât-ı sitte”den biri de Ma'mûretü’l-azîz’di. Antlaşma metnindeki 24. maddeye göre bu şehirlerde çıkacak karışıklık itilâf Devletleri’nin oraları işgâl etmesine imkân tanımaktaydı.[81] Türlü bahanelerle vatanın her parçasının elden gitmesine yol açacak olan bu mütâreke ülke­de millî bir direniş meydana getirmiş ve 15 Mayıs 1919’da Yunanlılar’ın İzmir’i işgâl etmesiyle başlayıp 23 Nisan 1920’de Birinci Büyük Millet Meclisi’nin açılmasına kadar devam eden dö­neme Kuvâ-yı Milliye/ Millî Mücâdele Dönemi denmiştir. İtilâf Devletleri’nin mütâreke hü­kümlerini keyfî olarak uygulamaya başlamaları birçok şehirde olduğu gibi zaten Türk, Kürt, Zaza, Ermeni, Süryani, Nasturi gibi çeşitli dinî ve etnik kimlikleri barındırması hasebiyle di­ken üstünde olan El'azîz’de de tepkiye sebep olmuş, Vilâyât-ı Şarkiyye Müdâfaa-i Hukuk-ı Milliyye Cemiyeti Ma'mûretü’l-azîz Şubesi tarafından Sadârete işgâl kuvvetlerinin bu mak­satlı faaliyetlerinin İslâm hilâfetini kat’î olarak yıkmayı ve müslüman ahâliyi yok etmeyi amaç­ladığını vurgulayan bir protesto telgrafı gönderilmiştir. Bu telgrafta imzası bulunanlar arasın­da Kemâleddin Efendi’nin de yaklnen tanıdığı ulemâdan ve eşrâftan zevât ile şeyhi Osman Bedreddin Efendi (İmam Efendi) olmasına rağmen kendisi yoktur.[82] Bursa’nın işgâlden kur­tarılması vesilesiyle El'azizde düzenlenen resmî törende “Türkçe bir duâ-yı beliğ” yapılmış­tır. Fakat duâyı yapan zat mevcut müftü değil, Kuvâ-yı Milliye hareketinin müdâfilerinden “müfti-i sâbık Fâik Efendi’dir.[83]

Kemâleddin Efendi tevsîk edemediğimiz bir bilgiye göre Kuvâ-yı Milliye hareketini be­nimsediği için Damad Ferid Hükümeti’ne şikâyet edilmiş fakat hakkında herhangi bir işlem yapılmamıştır.[84] Ancak devrin matbuâtında ve konuyla ilgili hazırlanmış şümullü kaynaklar­da Kemâleddin Efendi’nin Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının başta Müdâfaa-i Hukuk ce­miyetleri olmak üzere açıkça arka çıktığı ve yönettiği Milli Mücâdele hareketiyle ilgili teşkilat­lanmaları ve kongreleri desteklediğine dâir resmî bir bilgi ve kayıt bulunmamaktadır.[85] Meselâ Ma'mûretü’l-azîz Vilâyeti Müdâfaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti’nin reis ve âzâları arasında Vâli Vekili Abdülkadir Bey, Belediye Reisi Mehmed Rif'at Bey, Binbaşı Cemil Hüdâî Bey’le berâber şehrin bazı ulemâ ve eşrâfı bulunmaktayken vilâyet müftüsü Kemâleddin Efendi’nin adı geçmemektedir.[86] Halbuki Millî Mücâdele sürecinde başta Ankara, İzmir, Sivas, Amasya, Denizli, Niğde, Trabzon, Manisa, Erzincan, Eskişehir, Maraş, Van, Mardin, Zonguldak olmak üzere onlarca vilâyetin ve kasabanın müftüsü Mustafa Kemâl ve arkadaşlarını kayıtsız şartsız destekleyen Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti’nin ya o şehirlerdeki reisleri yahut âzâları idiler. Yine bu süreçte başta müftüler olmak üzere sayısı yüzleri bulan din adamları hem mülkî ve idârî âmirlerle birlikte hareket ediyor hem de halka Millî Mücâdele fikrini aşılamak, bu mücâdele lehine kamuoyu oluşturmak ve bu çerçevede onları din-vatan müdâfaasına teşvik etmek üzere -silâhlı birlikler oluşturmak ve cephe kurmak dâhil- canla başla çalışıyorlardı. Hattâ Şeyhülislâm Dürrizâde Abdullah Efendi’nin (v. 1923) “Kuvâ-yı Bâğiyye” şeklinde tavsif etti­ği Kuvâ-yı Milliye hareketini topyekûn “hurûc ale’s-sultân” olarak görüp[87] bu hareketin önde gelenlerinin öldürülmeleri yönünde verdiği fetvâya karşılık (11 Nisan 1920) Ankara Müftüsü Mehmed Rif’at Efendi (v. 1941) başkanlığındaki bir heyetin hazırladığı “esâret altındaki Islâm halîfesini kurtarmak ve vatan topraklarını düşmandan temizlemek” için Millî Mücâdele’yi desteklemenin vucûbiyetine dâir yayımlanan meşhur Ankara Fetvâsı’nı (14 Nisan 1920) Mus­tafa Kemâl Paşa’nın isteğiyle 153 müftü, âlim, müderris tasvip ve tasdik ederek imzalamasına rağmen bu zevât arasında Ma'muretü’l-azîz vilâyet müftüsü Kemâleddin Efendi’nin bulun­duğuna dâir bir kayda bütün araştırmalarımıza rağmen rastlayamadık.[88] Aksine gerek Sultan Vahidüddîn (VI. Mehmed, v. 1926) için cülûsiyye kaleme alması[89] gerek bilâhere “hükûmet-i milliyenin meşrûiyyet ve teşekkülüne muhâlefeti ve makâm-ı hilâfete sadâkat ve merbûtiyyeti mütezammın evrâk-ı muzırra” yazdığı ve muhâfaza ettiği için Şark Istiklâl Mahkemesi tara­fından hilâfet ve saltanat taraftarı, inkılâpların muârızı sayılarak tutuklanıp yargılanması ve ceza alması Kuvâ-yı Milliye hareketini desteklediğinden dolayı Damad Ferid’e şikâyet edil­diği iddiasıyla örtüşmemektedir. Kaldı ki Damad Ferid “saltanat ve hilâfeti yıkmak isteyen Islâm düşmanı eşkıyâ çetesi, şerîat nizâmına başkaldıran vatan hâinlerinin bir araya geldiği teşkilât” olarak gördüğü ve öncü kadrolarını idama mahkûm ettirdiği Kuvâ-yı Milliye hare­ketini destekleyen birine göz yumacak hoşgörüye sahip bir sadrazam değildir. Zira o, Kuvâ-yı Milliye’yi destekleyen hattâ bu harekete sıcak bakan pek çok vâli, kaymakam, komutan, mu­tasarrıf, defterdar gibi mülkî, askerî ve idârî birimlerdeki görevlilerle birlikte vilâyet ve kazâ müftülerini de “irâde-i seniyye” ile azletmiş, bu zevâtın bir kısmını da sürgüne göndermiştir.[90] Millî Mücâdele sürecinin şâhitlerinden olan merhum Sunguroğlu’nun o dönem El'azîz’de Millî Mücâdele ile ilgili faaliyetler ve mücâdeleyi destekleyen kişiler hakkında bilgi verirken Kemâleddin Efendi’den hiç bahsetmediğini de ayrıca belirtmek gerekir.[91]

Öte yandan Cumhuriyet kurulduğunda Ankara hükümetinin Kemâleddin Efendi’yi az­letmemek sûretiyle müftülüğünün devamını uygun görmesi Kemâleddin Efendi’nin en azın­dan ilk iki yıl Cumhuriyet için tehlike oluşturmadığını göstermesi bakımından dikkat çeki­ci bir husustur. Merhum Sunguroğlu’nun kaydettiğine bakılırsa Kemâleddin Efendi İstiklâl Mahkemesi’ne sunduğu müdâfaanâmede “Cumhuriyet rejimine sâdık” bir ferd olduğunu ha­yatından örneklerle anlatmıştır.[92] Buna dâir bildiğimiz en önemli örnek kızı Râşide Hanım’ı Cumhuriyet’in ilân edildiği 29 Ekim 1923’te Ankara Hükümeti’nin atadığı El'azîz Müdde-i Umûmîsi Mehmed Şefik Bey [Turhan] ile evlendirmesidir.[93] Devrin El'azîz matbuâtını in­celediğimizde de Cumhuriyet’in ilân yıldönümünün resmî olarak ilk kutlandığı 1925 yı­lında Kemâleddin Efendi’nin El'azîz’de vilâyet müftüsü sıfatıyla devlet erkânının ve halkın huzurunda yüksek sesle Cumhuriyet’in yükselmesi ve gelişmesi için Türkçe duâ ettiğini ve hâzirunun bu duâya coşkulu âminlerle iştirâk ettiğini görürüz.[94] Ne var ki bütün bu karîneler onun Cumhuriyet’in ve inkılâpların muârızı olarak ithâm edilmesini engelleyememiş, tutuk­lanarak yargılanmaktan ve ceza almaktan onu kurtaramamıştır.

5)    Şark İstiklâl Mahkemesinde Bir Müftü: Kemâleddin Efendi

Millî Mücâdele esnâsında millî menfaatler aleyhine çalışanları ve bozgunculuk yapan­ları Hıyânet-i Vataniyye Kanunu gereği yargılama amacıyla ilk olarak 1339/1920’de kuru­lan İstiklâl Mahkemeleri -Ankara’daki hâriç olmak üzere- iki defa kapatılmış, Cumhuriyet’in ilânına gelen ağır tepkiler üzerine 1342/1923’te yeniden açılmıştı. 1342/1924’te hilâfetin ilgâsı ile alevlenen huzursuzluklar 19 Recep 1343/ 13 Şubat 1925’te zaten karışık olan doğuda Şeyh Saîd isyanının patlak vermesine yol açtı. Bunun üzerine önce aralarında El'azîz, Diyarbekir, Erzurum’un da olduğu doğudaki 13 vilâyette idâre-i örfiyye (sıkı yönetim) ilan edildi (30 Re­cep 1343/ 24 Şubat 1925). 8 Şa'bân 1343/ 4 Mart 1925’te de Takrîr-i Sükûn Kanunu çıkarıl­dı ve Ankara ile birlikte İsyan Bölgesi (Şark) İstiklâl Mahkemesi kuruldu. 18 Ramazân 1343/ 12 Nisan 1925’te Diyarbakır’da göreve başlayan Şark İstiklâl Mahkemesi heyeti Şeyh Saîd ve arkadaşlarını 3 Zilka'de 1343 - 6 Zilhicce 1343/ 26 Mayıs 1925 - 28 Haziran 1925 tarihlerin­de yargılayarak 4 Zilhicce/ 29 Haziran’da idam etti.[95] Mahkeme üyeleri Diyarbekir’deki infaz­dan sonra başta El'azîz olmak üzere Urfa ve Malatya’yı da dolaşmışlar, isyanla doğrudan ya­hut dolaylı bir şekilde alâkası olduğu iddia edilen kişilerin yanısıra Takrîr-i Sükûn Kanunu’na muhâlefet ettiklerini düşündükleri şahısları da yargılamışlardı. Bu mahkemenin yargıladık­ları kişiler arasında fes giyenler, Kürt Teâli Cemiyeti’ne üye olanlar, rüşvet alanlar/ verenler, asker kaçakları, firâra göz yumanlar, görevi kötüye kullananlar vs. de bulunmaktaydı. Şark İstiklâl Mahkemesi kapatıldığı 3 Ramazân 1345/ 7 Mart 1927’ye kadarki iki yıllık görev dili­minde toplam 86 dava açmış, 956 dosya kapsamında 5000’den fazla kişiyi yargılamış, bunla­rın 435’ini idâma mahkûm etmiş, 1911’ine çeşitli cezalar vermiş, 96 kişiyi isyan bölgesi dışına sürgün etmiş, 2663’ünü ise beraat ettirmiştir.[96] işte bu süreçte yargılanıp sürgün cezası alan 96 kişiden biri de Mehmed Kemâleddin Efendi’dir.

Atatürk’e İzmir’de yapılması planlanan suikast girişimini (14 Haziran 1926) takip eden günlerde Kemâleddin Efendi’nin Ankara’da hem Ticâret Vekâleti Muhâsebe Kalemi’nde me­murluk yapan hem de Hukuk Mektebi’nde tahsilini sürdüren büyük oğlu Ömer Naîmî Efen­di ile orada Adliye Vekâleti Zât İşleri Sicil Kalemi memurlarından olan küçük oğlu Abdül- hamid Efendi’nin birlikte kaldıkları eve -muhtemelen bir ihbâr sebebiyle- Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin emriyle baskın yapılır ve evlerinde “câlib-i dikkat bazı evrâk-ı muzırra” tes­pit edilir. Her iki kardeş için tutuklama kararı çıkarılır. Abdülhamid Efendi hemen tutuklanır. Ömer Naîmî Efendi ise o sıralar izinli olarak El'azîz’de olduğu için tutuklama emri El'azîz’e bildirilir. Ömer Naîmî Efendi El'azîz’de babasıyla birlikte kaldığından Kemâleddin Efendi’nin konağına baskın yapılır. Konakta Abdülhamid Efendi’nin İzmir suikast girişiminin hemen ertesinde babasına gönderdiği bir mektup bulunur. Mektupta “Keklik uçtu.” cümlesi yer al­maktadır. Yetkililer bu cümlenin bir şifre barındırdığı, “keklik”ten maksadın Atatürk oldu­ğu kanaatine varırlar. Ayrıca Kemâleddin Efendi’nin evrâkı arasında mevcut idâreden mem­nuniyetsizliği vurgulayan, “hükûmet-i milliyenin meşrûiyyet ve teşekkülüne muhâlefeti ve makâm-ı hilâfete sadâkat ve merbûtiyyeti” ihtivâ eden yazılar, çocuklarına gönderdiği mek­tuplarda kayıtlı bulunan hilâfet ve şerîatin ilgâsını tenkid eden “te’sîri hâvî” bir manzûme ile şapka takmak başta olmak üzere “teceddüd aleyhine” kaleme alınmış evrâk tespit edilir. Şark İstiklâl Mahkemesi savcılığının kararıyla bütün bu “suç malzemeleri”ne el konularak Ömer Naîmî Efendi’yle birlikte esas fâil ve mes’ûl Kemâleddin Efendi de tutuklanır. Anka­ra İstiklâl Mahkemesi tutuklu Abdülhamid Efendi’yi El'azîz’e göndererek “dâvânın âidiyeti ci­hetiyle” yargılamayı Şark İstiklâl Mahkemesi’ne tevdî eder. Kemâleddin Efendi Diyânet İşleri Başkanlığı’na gönderdiği 20 Eylül 1926 tarihli dilekçede bu süreci “İkinci mahdûm-ı bendele­rinin mektubundaki bir fıkra üzerine Sansürce iştibâh hâsıl olmağla bi’l-mürâcaa Şark İstiklâl Mahkemesi tarafından muhâkeme edilerek...” ifadeleriyle özetlemektedir. Kemâleddin Efendi şehrin önde gelen nüfuzlu kişilerinden olduğu için Harput’taki konağına her gün her çeşit dü­şünceden ve kademeden onlarca insan girip çıkmaktadır. Esâsen o netâmeli günlerde bu bile idâre-i örfiyye yetkililerinin şüphesini çekmek için kâfi sebeptir.

Şark İstiklâl Mahkemesi 26 Safer 1345/ 04 Eylül 1926 tarihindeki “muhâkeme-i aleniyye” neticesinde Kemâleddin Efendi’yi örfî idâre bölgesi dışında bulunan Samsun’a sürgüne gönde­rerek sıkıyönetimin devamı müddetince orada ikâmete mahkûm eder. Kemâleddin Efendi’nin Hükümet aleyhindeki bir partiyi yahut siyâsi grubu desteklemediğini, Cumhuriyete sâdık bir insan olduğunu çeşitli misallerle anlattığı müdâfaanâmesi onu hapisten ve idamdan kurtar­mışsa da berâat ettirememiş ve sürgünden kurtaramamıştır.[97] Fıtraten saf biri olan Abdülha- mid Efendi müdâfaasında babasına gönderdiği mektuptaki “Keklik”ten maksadının Atatürk olmadığını, Harput’ta kendisi gibi ava meraklı nahiye müdürü arkadaşını kastettiğini, cümle­sinin herhangi bir kinâye, sanat, söz oyunu içermediğini, müdde-i umûmînin iddia ettiği gi­bi bir “şifre” taşımadığını,[98] hiçbir siyâsî meseleyle alâkası bulunmadığını, kendi hâlinde bir insan olduğunu söyler. Mahkeme heyeti “evrâk-ı da'vâ münderecât-ı umûmiyesine nazaran” Abdülhamid Efendi’yi “mûcib-i mes’ûliyyet bir hâli görülemediğinden berâetine” karar verir ve başka bir sebeple tutuklu değilse tahliye edilmesini ister.

Mahkeme Kemâleddin Efendi’nin kendisi gibi ilmiyeden olan oğlu Ömer Naîmî’yi de sı­kıyönetim bölgesi dışında ikâmete mahkûm eder. Ancak onun Ankara’da hukuk okuduğu­nu göz önünde bulundurarak tahsilini rahat bir şekilde devam ettirebilmesi için Ankara’da mecbûrî ikâmetini kararlaştırır.

Kemâleddin Efendi’nin evinde yapılan aramada çeşitli silahlar da bulunmuş, fakat bun­lara -av yahut müdâfaa amaçlı kayıtlı silahlar olarak kabul edildiğinden olsa gerek- yalnızca el konulmuş, isyanla veya Cumhuriyet aleyhine bir tavırla ilişkilendirilip Kemâleddin Efendi hakkında ayrıca yargılama yapılmamıştır.

Kemâleddin Efendi’nin tutuklandığını haber veren gazete küpürü. Hâkimiyet-i Milliye, 12
Safer 1345/21 Ağustos 1926, nr. 1839, s. 1.[99]

Şark istiklâl Mahkemesinin Kemâleddin Efendi ve iki oğlu hakkında verdiği kararın DİB
Arşivindeki sûreti.

Bu sûretin Şark İstiklâl Mahkemesi Karar Defteri’ndeki orijinalinin bugünkü harflere ak­tarılmış şekli şöyledir:

Bihî

Evrak Nr. 713

Dâvâ Nr. 76

Karâr Nr. 610

Reis: Hacim Muhyiddin Bey

A'zâ: Ali Avni Bey

A'zâ: Lutfî Müfîd Bey

Hulâsa-i Karâr:

Hânelerinde hilâfet ve şerîatin ilgâsı ve şapka iksâsı gibi teceddüd aleyhinde eş'âr ve mekâtib ve sâire zuhûr etmekle maznûn ve mevkuf El'azîz merkez müftîsi Kemâleddîn Efendi ve mahdûmları Ticâret Vekâleti Muhâsebe Kalemi ketebe- sinden ve Ankara Hukuk Mektebi talebesinden Ömer Naîmî ve Adliye Vekâleti Zât İşleri Sicil Kalemi ketebesinden ve Ankara Meslek Mektebi talebesinden Abdülhamîd Efendiler haklarında icrâ kılınan muhâkeme[-i 'aleniyye] neticesin­de cereyân-ı tahkîkât ü muhâkemât ve evrâk-ı da'vâ münderecât-ı umûmiyesine nazaran maznûnlardan Abdülhamîd Efendi’nin mûcib-i mes’ûliyyet bir hâli görülemediğinden berâetine ve sebeb-i âherle mevkuf değilse tahliye-i sebîline ve dîğer Kemâleddîn ve Ömer Naîmî Efendilerin de idâre-i örfiyye mıntıka­sı dâhilinde ikâmetleri câiz olmadığından idâre-i örfiyye devâmı müddetince mâdde-i mahsûsasına tevfikan idâre-i örfiyye mıntıkası hâricine çıkarılmalarına Kemâleddîn Efendi’nin Samsun’da ve Ömer Naîmî Efendi’nin de tahsîline devâm edebilmek üzere Ankara’da kalmalarına ve hânelerinde zuhûr eden eslihanın müsâderesine 4 Eylül [1]926 târihinde vicâhen bi’l-ittifâk karâr verildi.

A'zâ

A'zâ

Reis

Bozok Meb'ûsu

Kozan Meb'ûsu

Giresun Meb'ûsu

[Ali Avni]

[Ali Sâib]

[Hacim Muhyiddin][100]

 

Kemâleddin Efendi’nin Ma'mûretü’l-azîz’in en saygın simalarından biri olması, o sıralar müftülük vazifesinin başında bulunması, mahkeme üyeleriyle olan tanışıklıkları,[101] damadı­nın şehrin müdde-i umûmisi olması ve bu âilenin gerek vilâyet merkezine gerekse Harput’a sirâyet eden kanlı Kürt ayaklanmalarına direnen ahâli arasında yer alması[102] gibi vesileler de onun Şark İstikâl Mahkemesi’nde yargılanmasını engelleyememiştir. Sürgün kararı çı­kar çıkmaz yürürlüğe konmuş, Kemâleddin Efendi alelacele Samsun’a, Ömer Naîmî Efendi Ankara’ya gönderilmiştir.

6)    Kemâleddin Efendi’nin Yerine Atanacak El'aziz Müftüsü Meselesi

El'azîz vâlisi Cemâl Bey ([Bardakçı], v. 1981), Kemâleddin Efendi tutuklandıktan he­men sonra dâvâ neticeleninceye kadar onun yerine Müftülük’te müsevvidlik yapan Kavâid-i Lisân-ı Kürdî müellifi Müderris Ömer Avnî Efendi’yi vekâleten atamış (v. 1351/1932)[103] ve Kemâleddin Efendi’nin durumunu özetleyen 7 Ağustos 1926 tarihli bir yazı ile birlikte bu ta­yinden Diyânet İşleri Başkanlığı’nı haberdâr etmiştir:
Türkiye Cumhuriyeti Ma'mûretü’l-azîz Vilâyeti Kalemi

Diyânet İşleri Riyâset-i Celîlesine

Müftî Vekâletinin müsevvide tevdî' olunduğuna dâir

Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin emriyle Adliye Vekâleti Zât İşleri Sicil Kalemi ketebesinden Abdülhamîd ve me’zûnen El'azîz’de bulunan Ticâret Vekâleti Muhâsebe Kalemi ketebesinden birâderi Ömer Naîmî Efendilerin Ankaradaki hânelerinde evrâk-ı muzırra zuhûr etmesine mebnî taht-ı tevkife alınarak mûmâ ileyhimânın pederleri El'azîz müftîsi Kemâleddin Efendinin hânesi teharrî edilmiş ve mevcûd olan evrâk meyânında hükûmet-i milliyenin meşrûiyyet ve teşekkülüne muhâlefeti ve makâm-ı hilâfete sadâkat ve merbûtiyyeti mü- tezammın Vilâyet ve makâm-ı Meşîhat’a hitâben yazılan üç kıt'a tahrîrât ve tezkire müsveddesi ve mahdûmlarıyla te'âtî etdikleri mektûbda hilâfetin lağvı hasebiyle te’sîri hâvî bir manzûmesiyle idâre-i hâzıra ile şapka iksâsına adem-i memnûniyyeti muhtevî fıkarâta tesâdüf edildiği cihetle mûmâileyh dahi taht-ı tevkife alınarak evrâkıyla birlikde Şark İstiklâl Mahkemesi müdde'i-i umûmîliğine tevdî' edilmiş ve netîce-i muhâkemeye değin müftîlik vezâifinin vekâleten îfâsı müftî müsevvidliğine teblîğ olunmuşdur efendim.

7.8.[1]926                El'azîz vâlisi103

Şark İstiklâl Mahkemesi tek celsede dâvâyı neticelendirip Kemâleddin Efendi’ye sürgün cezası verince de Vâli Cemâl Bey 7 Eylül 1926’da onu müftülükten resmen azletmiş ve Ömer Avnî Efendi’nin müftülüğe vekâleten devam etmesini kararlaştırmıştır. İki gün sonra (9 Eylül 1926) da Diyânet İşleri Başkanlığı’na bir telgrafnâme göndererek Kemâleddin Efendi yerine “mücâz [diplomalı] ve husûsî olarak âlî derecede tahsîl görmüş ve İstanbul Dârülfünûn Med­resesi müderrislikleri ile Seferîhisâr Mal ve Evkâf müdürlüklerinde bulunmuş olan İsmetullah Efendi’nin atanmasını teklif ve temenni etmiştir. Başkanlık, telgrafnâmenin “intihâb mazba­taları geldiğinde tezekkür olunmak üzere me’mûrîn kaleminde hıfzı”nı uygun bulmuştur:

9.9.[19]26

Diyânet İşleri Riyâset-i Celîlesine

Şark İstiklâl Mahkeme-i 'aliyyesince İdâre-i 'Örfiyye mıntıkası hâricine teb'îde mahkûm Vilâyet Müftîsi Kemâl Efendi’nin yerine mücâz ve husûsî olarak âlî derecede tahsîl görmüş ve İstanbul Dârü’l-hilâfe Medresesi müderrislikleriy­le Seferîhisâr Mal ve Evkaf müdîrliklerinde bulunmuş olan Seyyid İsmetullâh Efendi’nin ta'yîn buyurulması mütemennâdır efendim.

El’azîz vâlisi Cemâl [Bardakçı]

Takdîm

İntihâb mazbataları geldiğinde tezekkür olunmak üzere me’mûrîn kaleminde hıfzı.[104]

Cemâl Bey müftülük mürâcaat ve seçim süreci devam ederken Dâhiliye Vekâleti’ne 3 Teşrîn-i Evvel 1926 tarihli bir rapor yazmış, dönemin Dâhiliye Vekili Mehmed Cemil Bey ([Uybadın], v. 1957) bu raporu bir üst yazıyla 23 Teşrîn-i Evvel 1926’da Diyânet İşle­ri Başkanlığı’na göndererek “muktezâsının îfâsına müsâade buyurulması’nı istemiştir. Ra­porda şehirdeki olağanüstü duruma ve hükümetin Diyarbakır Kongresi’nde aldığı karara uy­gun olarak bu tarz memuriyetlere Cumhuriyet’in prensiplerini özümsemiş, batı illerinde doğ­muş, aydın ve seçkin kişilerin atanmasının gerekli olduğu anlatılmakta, bu sebeple müftü­lük için başvuran mahallî ulemânın mürâcaatlarının dikkate alınmaması tavsiye edilmekte­dir. Kemâleddin Efendi’nin şehrin “en münevver ve en güzîdesi” olmasına rağmen müftü­lükten uzaklaştırılmasını onun “mahallî”liğine bağlayan Vâli Cemâl Bey, önceki müftüler­den Beyzâde Nüri ve Fâik Efendilerin de aynı âkıbete uğramalarının sebeplerinden biri ola­rak bunu görmektedir. “Şu nâzik zamanda” müftülük makamını idâre edecek kişinin memle­ketin âlî menfaatlerini müdrik olması gerekirken mahallî ulemânın idâre kabiliyetinden uzak, imam ve hatipleri tayin etmekten âciz, kendi menfaatlerini düşünen, “asr-ı hâzır-ı medeniye­ti ihâtâ ve idâreye gayr-ı muktedir görünen” kişiler olduğunu belirterek İsmetullah Efendi is­minde ısrar etmiştir:

Türkiye Cumhûriyeti Dâhiliye Vekâleti Müdîriyet-i Umûmiyesi

El'azîz Vilâyetinin 3 Teşrîn-i Evvel 926 târîh ve 132/82 numerolu tahrîrâtı sûretidir.

Şark İstiklâl Mahkemesi’nin hüküm ve karârıyla Samsun’da ikâmete me’mûr edi­len vilâyet müftîsi Kemâl Efendi’den inhilâl eden müftîliğe Vâli-i Vilâyet Cemâl Beyefendi tarafından 5 Eylül sene [1]926 tarihli telgrafnâme[105] ile mülgâ İstan­bul Dârü’l-hilâfe müderrislerinden olup husûsî sûretde 'âlî derecede tahsîl gör­müş mâliye ve evkaf me’mûriyetlerinde de bulunmuş olan Ismetullâh Efendi’nin ta'yîni Diyânet İşleri Riyâset-i 'aliyyesine inhâ ve mahallî ulemâsından tâlib olanların da istid'âları ayrı bir tahrîrâtla aynen takdîm olunmakla iktifâ kılın­mış idi. Riyâset-i müşârünileyhâdan henüz cevâben bir iş'âr yoksa da tâlibler meyânına dâhil olan Baskil müftîsinin husûsî ta'kıbâtı semeresi olmalıdır ki kanûnen icrâ kılınacak intihâba iştirâk edebileceğinin tefhîmine dâir re’sen bir tahrîrât vürûd etmişdir. Arzdan âzâde olduğu üzere vilâyetin vaz'iyyet-i fevkalâdeliği ve hükûmet-i seniyye-i Cumhûriyyemizin prensibine tevfîkan Diyârbekir Kongresi’nin karâr-ı mahsûsu mukteziyâtından olarak bu havâlî me’mûriyetin Cumhûriyet prensip ve mefhûmunu müdrik ve vilâyât-ı ğarbiy- yede mütevellid zevât-ı mümtâze ve münevvere meyânından intihâb ve ta'yîni lâzım ve lâbüd bulunmasına ve mahallî ulemâsının en münevver ve güzîdesi olarak tanınmış bulunan müftî-i sâbıkın 'âkıbetine daha evvelce müftîlikde ve Büyük Millet Meclis-i 'âlîsinin ilk devre-i ictimâ'iyyesi meb'ûsluğunda bulu­nan Begzâde Nûrî Efendi’nin de uğramış ve her ikisi arasında müftîlik eden ve mevcûd ulemâ-yı mahalliye meyânında ma'lûmâtıyla temeyyüz eyleyen Fâik Efendi’nin dahi müştehir bulunduğu mesâvî-i idâre ve ahlâkıyla müftîlikden uzaklaşdırılmış olmasına nazaran dîger tâliblerin vilâyet müftîlik makamını idâre ve iştigâle ne derece lâyık olabilecekleri ve şu nâzik zamânda mühim gö­rülen müftîlik menâfi'-i 'âliyye-i memleketi ta'yîn ve idrâkden 'âciz eimme ve hutabânın intihâbına ve istifâde-i şahsiyelerini düşünmekden başka fikre sâhib olmayan ve asr-ı hâzır-ı medeniyyeti ihâta ve idâreye ğayr-ı muktedir görünen kisve-i ilmiye sâhibi zevâta terk ve tevdî' etmek mâddeten ve ma'nen muvâfık olamayacağı vârid ve Vâli Beyefendi’nin nokta-i nazarlarının is'âf ve tervîci esbâbının istikmâli vekâlet-i celîlelerine ' âid bulunacağı mütâlaa-i 'âcizânesiyle arz-ı hâle cür’et eyledim efendim hazretleri.

Aslına mutâbıkdır.[106]

Mahallî ulemânın şehrin önde gelen kuramlarında uzun süre yahut suhûletle vazife ya­pamamalarının en önemli sebebi halk arasında şuyû bulan dedikodulardır. Küçük bir mese­le dedikodularla büyütülürek aşılmaz bir engel hâline getirilir ve bunu merkeze birbiri ardı­na yollanan ihbârnâmeler takip eder. Binâenaleyh Beyzâde ve Faik Efendiler’in başına gelen­ler Kemâleddin Efendi’nin de başına gelmiş, artan dedikoduların yol açtığı ihbâr ona müftü­lükten azil ve sürgün yolunu açmıştır.

Öte yandan Diyânet İşleri Me’mûrîn ve Sicil Müdîriyeti, Başkanlığa arz ettiği 11 Teşrîn-i Sânî 1926 tarihli yazıda memûriyet kanununa göre bir memurun en az altı ay hapis ceza­sı almadığı sürece azledilemeyeceğini, Kemâleddin Efendi hakkında bu kesin hükme göre davranılmasının lüzumunu vurgulamıştır. Ancak Başkanlık “târîh-i teb'îdinden itibaren mün'azildir” diyerek verilen azil kararından geri adım atmamıştır.

Ankara ve Şark istiklâl Mahkemeleri 7 Mart 1927’de kapatılınca bu mahkemelerin ka­rarları tartışmaya açılmıştır. Kemâleddin Efendinin Diyânet İşleri Başkanlığındaki sicill-i ahvâl dosyasında Dâhiliye Vekâleti ile Diyânet Riyâseti arasında mahkemelerin kapanma­sından sonra Kemâleddin Efendi’nin cezasının ne kadar süreceği, memurluğunun âkıbeti, müftülük maaşı, müftülüğe dönüp dönemeyeceği gibi mevzularla ilgili yazışmaların kayıtla­rı mevcuttur.[107] Fakat bu yazışmaların neticesi de Kemâleddin Efendi lehine sonuçlanmamış­tır. Dosyada Dâhiliye Vekâleti’ne gönderilmek üzere hazırlanan bir notta mahkemeler kapa­tılmış olsa da Takrîr-i Sükûn Kanunu hükümlerinin hâlâ yürürlükte olduğu, zaten müftü­lük seçimi için karar alındığı ve bunu erteleme ihtimâli bulunmadığı belirtilerek Kemâleddin Efendi’nin vazifesine dönmesinin yolu kesin olarak kapatılmıştır. Sonuç olarak, Cemâl Efendi’nin teklifi de kabul edilmemiş, gerekli süreç işledikten sonra 22 Ağustos 1927’de Har- put ulemâsından İbrahim Hulûsi Efendi’nin oğlu Mustafa Kemâl Efendi (v. 1937)[108] vilâyet müftüsü olarak tayin edilmiştir. Ancak Kemâleddin Efendi’nin 25 Teşrîn-i Evvel (Ekim) 1927 tarihinde Samsun’da yazdığı bir şiirine “El'azîz Vilâyeti Merkez Müftîsi” kaydını düşerek imzâ atması hem kendi ma'zûliyetini hem de Mustafa Kemâl Efendi’nin müftülüğe tayinini kabul- lenemediğini göstermektedir.[109]

7)     Kemâleddin Efendi’nin Samsun’daki Sürgün Günleri

Kemâleddin Efendi’nin bir buçuk yıl kadar kaldığı Samsun’daki sıkıntılı günleri hakkın­da yeterli bilgimiz bulunmamaktadır. Ancak beraberinde götürdüğü deftere[110] yazdığı beyit­ler ve kısa bir manzûmesi onun oradaki durumu hakkında bize bazı ipuçları vermektedir. Kemâleddin Efendi söz konusu manzûmede hayatını karartan kişinin Kâmil adında birisi ol­duğunu belirtmekte ve “Hangi kabahati işledim de darılttım seni ki beni derya kenârına ka­dar sürdün?” diyerek sitem etmektedir:

Kâmil oldu sebeb-i mahv-i Kemâl

İstemiş böyle demek Rabb-ı Celâl

Hangi cürmümdü ki darıtdı seni

Sâhil-i bahre kadar atdı beni

Etdi âlemlere rüsvâ beni Hak

Bu da bir cilve-i Hakdır mutlak

Tevbe etdim sana yâ Rab tevbe

Yeter oldu bana mesken kulübe[111]

Başka bir beytinde de

Mehâsinim ki me'âyib diye kabûl edilir

Beyân-ı ma'zeret içün aceb daha ne denir

mısrâlarıyla müktesebâtının ve hizmetlerinin yok sayılıp mücrim ilân edilmesine karşı çâresizliğini dile getirmektedir.[112]

Samsun’a götürdüğü deftere yazdığı beyitleri incelediğimizde ruh hâlinin vefâsızlık, yal­nızlık, ayrılık, kadir bilmezliğin getirdiği hayal kırıklığı, ümitsizlik ile teslimiyet, Allah’a tam bağlılık ve tevekkül arasında gidip geldiğini görürüz. Altmış yaşından sonra başına gelen bu imtihân onu çok yormuş, merhamet kapılarının yüzüne kapanması onu insanlardan soğut­muş ve o sürgün günlerinde kaleminden aşağıdaki beyitler dökülmüştür:

Kimsenin kimseyeyokdur hayrı

Sevme bir kimseyi Hak’dan ğayrı

Hemân Hakka dön ğâfil olma Kemâl

Sivâsı Hudânın hayâldir hayâl

Elzem oldu sana kesb-i hüsn-i hâl

Girdi çünki altmışa sinnin Kemâl[113]

Yine de başına gelen bu felâketlerin ana sebebi olarak kendisini görmektedir:

Kendi cürmümdür yıkan mutlak beni

Sanma haksız etti rüsvâ Hak beni[114]

Bu deftere kaydettiği Şeyhülislâm Yahyâ’nın

Zevâli ğussasın çeksün deyu nimet virüryohsa

Felek ehl-i dilün sanman ki mesrûr olmağın ister[115]

beyti; Yenişehirli Avnî Bey’in

Haste-i cân ber-leb-i hicrâna cânân neylesin

Müsta'idd-i merg olan bîmâra Lokmân neylesin[116]

***

Gelince vakt-i hâcet geçmedim hâtırlarından hîç

Anınçün ben de şimdi hâtır-ı ahbâbdan geçdim[117]

***

Sîmurg-i merhametden ben görmedim nişâne Ey hâce sen görürsen benden selâm söyle[118]

beyitleri; Fıtnat Hanım’ın

Tab'-ı nâ-ehle muvâfıkdır sipihrin gerdişi Akrebe vâbestedir seyr ile çarhı sâatin[119]

beyti; şâiri meçhul

Nâil olur câha ancak câhil-i bâ-cîm olan

Câhil-i bî-lâma irmez câhil-i bî-cîm olan şeklindeki beytin yanında kendisine âit

Rehâyâb olmaya âlâm u mihnetden bu dünyâda

Mekîn-i künc-i halvet olmadan eslem tarîk olmaz

beyti onun ruh hâlini yansıtması bakımından dikkate değerdir.[120]

Görüldüğü üzere o, kendisini sürgüne ve azle kadar götüren süreçte uğradığı haksızlıklar karşısında kabarıp durulan duygularını şiirlerle aktarmayı tercih etmiştir. Kâh kendi yazdığı

Cân âleminde bir cevelân etmek isterim

Bülbül isem de kat'-ı zebân etmek isterim

Bîzâr u bî-huzûrum İlâhî zamâneden

Dergâh-ı izzetinde figân etmek isterim[121]

şeklindeki kıt’ayla, kâh İmam Şâfiî’nin

0'     ''        *00              '. o '

rj^i LJI U j^.03 ^jJuJI Ou OJlo bl

0 ' •> w . 0 S*. 111          » •* t

j^j" ^ijSj lij jjij—r! ^~J j~-^

şeklindeki beytini yazarak tesellî aramış,[122] sürgündeki ilk günlerinde kaybettiği ağabeyi Hacı Saîd Efendi’nin acısını bir şâirin hapishânedeyken söylediği rivâyet edilen

» , o ö x.x0                        *         '

i..’ ■" ılı ‘.ı »T

ClL JaJJI c5j^ û| jj^' JSJ

123

şeklindeki beyitlerini deftere yazmak sûretiyle takdîr-i İlâhî’ye boyun eğdiğini göstermiştir. Kemâleddin Efendi kendisine Harput’tan gönderilen bir telgrafnâmenin arkasına da aşağıda­ki manzûmeyi yazarak başına gelen bütün musîbetlere rağmen Allah’tan gâfil olmaması yö­nünde gönlünü uyarmıştır:

Utan gönül! Yeter bırak sivâya meyl ü rağbeti

Zamânı geldi tevbe et Huda’ya ver muhabbeti

Bu nâz ile hayâtını geçirme lu'b u lehv ile Çekersin âhiri ecel gelince çok nedâmeti

Hudâya rabt-ı kalb edip sünûd-ı tâma sa'y kıl

Helâk eder seni bırak bu hâbı ya'nî ğafleti [123] [124]

Zira bu musîbetleri takdîr eden O’dur, bu belâ ve mihnet O’na duyduğu derûnî muhab­bet sebebiyledir; öyleyse son arzusunun da O’nun cemâl-i bâ-kemâlini müşâhede olmasına şaşılmamalıdır:

Derd-i ışk-ı yâr ile düşdüm belâ vü mihnete

Bana tîmâr eyleyüp girme tabîbim zahmete

Kûyına varıp aceb mi vaslın etsem ârzû

Tâlib-i dîdâr olan etmez kanâ'at cennete[125]

Maaş ve tahsisatının kesilmesi sebebiyle maddeten de sıkıntıya düşen Kemâleddin Efendi’nin memuriyetten de ihrâcı mevzubahis olunca Samsun’a gelir gelmez Diyânet İşle­ri Başkanlığı’na dilekçe yazmak sûretiyle vaziyetini kısaca anlatmış, hiç olmazsa memuriyet­ten ihraç edilmemesini, maaşının kısmen de olsa burada verilmesini talep etmiş ancak bu ta­lebi uygun görülmemiştir.

Bihî

Diyânet İşleri Riyâset-i 'Aliyyesine

ikinci mahdûm-ı bendelerinin mektûbundaki bir fıkra üzerine Sansürce iştibâh hâsıl olmağla bi’l-mürâcaa Şark İstiklâl Mahkemesi tarafından muhâkeme edi­lerek dâ'îniz hakkında sûreti merbût karâr mûcebince adem-i mes’ûliyyet ve yalınız İdâre-i Örfiyye hitâmına değin idâreten Samsunda ikâmetim tensîb buyuruldu. Merkez müftîliği vekâleti de makâm-ı Vilâyet’in tezkiresiyle mü- sevvid Ömer Avnî Efendi’ye tevdî' edildi. Min külli’l-vücûh dâ'înizi muta­zarrır eden şu karâra inkıyâden Samsun’a geldim. Me’mûriyet Kânûnu’nun kırk dokuzuncu maddesinde lâ ekall altı ay hapsi ile mahkûm olanlar ancak me’mûriyetinden ihrâc edilebileceği musarrah olduğuna ve evvel âhir hakk-ı bendegânemde erzân buyurulagelen inâyet ve 'âtıfet-ı veliyyü’n-ni'amîlerinden emîn bulunduğumdan me’mûriyet-i dâ'iyânemin şu sûretle idâmesine ve ma'âş-ı 'âcizânemin velev kısmen olsun Samsun’da i'tâ buyurulmasına lutfen müsâ'ade-i mün'imânelerini istirhâm eylerim.

20 Eylül [1]926

El'azîz Vilâyeti Merkez Müftîsi

Kemâleddin

Me’mûrîn Müdîriyet-i 'Aliyyesine

2 Teşrîn-i Evvel [1]926[126]

Kemâleddin Efendi daha önce hiç gitmediği Samsun’da, tanımadığı insanlar arasında ikâmete mahkûm edilmesine rağmen kısa sürede Samsunlu ulemâ tarafından benimsenmiş, orada da azamî hürmet görmüştür. O, Samsun’da kendini halktan tecrid etmemiş, namazları­nı câmilerde cemaatle kılmaya özen göstererek onlarla kaynaşmayı arzulamıştır.

7 Mart 1927’de Şark istiklâl Mahkemesi ilgâ edilip 23 Aralık 1927’de de Şark’ta İdâre-i Ör- fiyye kaldırılınca Kemâleddin Efendi’nin cezası düşmüştür. Ancak Takrîr-i Sükûn Kanunu’nun yürürlükte olması sebebiyle[127] hem sürgünü hem de memuriyetinin devamı tartışılmış ve nihâyet mahkeme kararındaki “idâre-i örfiyye devamı müddetince” ibâresi gereği sürgünden dönmesine, azledildiği müftülüğe ise dönemeyeceğine, yeni bir resmî vazifeye de atanamaya­cağına karar verilmiştir.

Kemâleddin Efendi bir buçuk yıl kadar süren sürgünden sonra 1928’in başlarında Harput’a dönebilmiştir. Bu bir buçuk yıllık zaman diliminde müftülükle birlikte dersiâmlık ve müderrislik vazifesine de son verilen Kemâleddin Efendi’nin mütevellisinde bulunduğu vakıflarla irtibatı koparılmış, köylerdeki arazileri dağıtılmış, gelirlerine, tahsisat ve maaşları­na el konulmuştur. Uzun yıllardır hocalığını yaptığı Kâmil Paşa Medresesi’nden aldığı âidat medreseler kapatıldığından kesilmiş, medrese binası da İl Özel İdâresi tarafından satılarak yı­kılmıştır. Başına gelen bu felâket sebebiyle elde avuçta ne varsa eridiği için Samsun’da mad­deten de sıkıntıya düşmüş, yazmaları arasında bulduğumuz 20 Nisan 1928 tarihli “Tevdî' İlm ü Haberi”nden (havâle makbuzu) anlaşıldığına göre orada komisyoncu Yılancızâde Şükrü Bey’den 30 lira borç almış ve Harput’a döner dönmez bu parayı tedârik ederek ona göndermiştir.[128] Kemâleddin Efendi gerek Samsun’dayken gerek döndükten sonra memuriye­tinin yanmaması için yoğun çaba harcamış, yeniden vazife alma imkânı kalmayınca emekli­lik dilekçesi vermiş ve yukarıda da bahsedildiği üzere 10 Mayıs 1928’den itibaren vefâtına ka­dar 9 lira gibi düşük bir maaşla geçinmek zorunda kalmıştır.

Torunu Talat Turhan Bey’in ifadelerine göre Kemâleddin Efendi mürâcaat ve fetvâ maka­mında olmasına rağmen dinî meselelerden dolayı kapısını çalanlardan para almaya tenezzül etmeyecek kadar müstağnîdir. İnsanlar onun bu tokgözlülüğünü bildikleri için hallettikleri iş mukâbilinde para yahut mal teklifine cesâret edemezlerdi. O, bu tavrını zaman içinde fakra düşmesine rağmen ömrünün sonuna kadar devam ettirmiştir.

Sunguroğlu’nun da belirttiği üzere İstiklâl Mahkemeleri ve Örfî İdâre’nin estirdiği kor­ku havası Harput ulemâsını evden çıkmaya çekinir hâle getirdiğinden[129] Kemâleddin Efendi Harput’a dönüp emekli olduktan sonra münzevî bir hayat sürmeyi tercih etmiştir. Zaten kısa bir müddet sonra da ağır bir hastalığın pençesine düşmüştür.

Pîr olduğumu şüphesiz ey nâzır-ı sâfım/ İsbât ediyor işte fotoğraf-ı tuhâfım

Bak sûret-i hâle n’ideyim oldu zarûrî/ Âlâm u mihenden beni zannetme mu'âfım[130]

8)      Hastalıkları ve Vefatı

Devlet-i ’Aliyye-i Osmâniyye tezkeresine göre Kemâleddin Efendi orta boylu, kara göz­lü, buğday tenli, “alâmet-i fârika-i sâbitesi tam” bir zâttı. Uzun süre katarakttan muzdarip ol­muş, orta yaşlardan itibaren de şekere bağlı göz tansiyonu ile mücâdele etmek zorunda kal­mıştı. El'azîz’de mütehassıs tabibler olmadığı için h. 1335 sonlarında (Eylül 1917) İstanbul’a gelerek dönemin en meşhur göz tabiblerinden Mehmed Esad Paşa ([Işık], v. 1355/1936)[131] ta­rafından tedâvi edilmiş ve geçici de olsa iyileşmiştir. Bunun üzerine kendisi de bir şâir olan ve “İhtiyârımla aceb ben hiç olur muydum tabîb/ Ger bileydim âlemin bunca devâsız derdi­ni”, “İtidâli itiyâd etmiş olanlar çok yaşar/ İbtilâdır öldüren vaktinden önce âdemi” gibi ba­zı beyitleri hattatlar tarafından levha hâline getirilen Mehmed Esad Paşa’ya aşağıdaki gaze­li yazmıştır:

Bize Hakk’ın ulu bir nimeti Es" ad Paşa

Çünki ihyâ ediyor milleti Es’ad Paşa

Açıyor gözleri Îsî-nefes câiz olup

Aldı hakkı ile bu şöhreti Es’ad Paşa

Âlemin mürşididir dense sezâdır el-hak

Bize ibrâz ediyor kudreti Es’ad Paşa

Hazretin kadrini takdîr edemez kör millet

Bilir elbet dahi bu hikmeti Es’ad Paşa

Tâ ebed şükr-güzârı kalacak Müftî Kemâl

Çünkiyükletdi ana minneti Es’ad Paşa (Muharrem 1336 [Ekim 1917])[132]

Ancak bir müddet sonra gözlerindeki bu rahatsızlıklar tekrar nüksedince müftülük va­zifesini vekâleten Harput Medresesi müdürü Sâdık Efendi’ye bırakarak aldığı üç aylık izinle 26 Zilka’de 1337/ 23 Ağustos 1919da yeniden İstanbul’a gelmiştir. Dönemin El’azîz vâlisi Ali Gâlib Bey (v. 1932) gerekli iznin sağlanması için Meşîhat’e gönderdiği 12 Ağustos 1335/ 12 Ağustos 1919 tarihli telgrafta “...erbâb-ı fil ve kemâlât olan bu kıymetdâr vücûdun bir an evvel lüzûm-ı tedâvîsi mertebe-i vücûbda görülmesine binâen...” şeklindeki ifadeleriyle hem Kemâleddin Efendi’yi medh, hem de vaziyetin âciliyetine işâret etmektedir.[133] Kemâleddin Efendi tedâvi sürecinin sonunda iyileşmiş, 20 Teşrîn-i Sânî 1335/ 20 Kasım 1919’da Meşîhat’e yazdığı dilekçeyle bir aylık yol izni istemiş ve Aralık 1919 sonlarında El'azîz’e dönmüştür. Fa­kat bu rahatsızlık müzmin hâle geldiği için vefâtına kadar Kemâleddin Efendi’nin yakasını bı­rakmamıştır.

Kemâleddin Efendi sürgünden döndükten birkaç yıl sonra da mesane kanserine ya­kalanmıştır. Tedâvi için iki defa İstanbul’a geldiyse de iyileşemeden El'azîz’e dönmüş­tür. 1930’ların ilk yıllarına tekabül eden birinci gelişinde o zamanlar Topkapı’da bulunan Gülhâne Tabâbet-i Askeriyye Tatbîkât Mektebi ve Seririyâtı’nda (GATA) üç ay tedâvi gör­müştür. Hastanede kalma imkânı olmayınca İstanbul’daki tanıdıklarını da rahatsız etme­mek için Sultanahmet Soğukçeşme sokağında aylık 15 liraya kiraladığı evde kalmıştır.[134] Tedâvi süreci tamamlandığında El'azîz’e dönmek zorunda kalan Kemâleddin Efendi hasta­lığı ağırlaşınca 1935’te yeniden İstanbul’a getirilerek başta İstiklâl Marşı şâirimiz Mehmed Âkif Bey olmak üzere birçok meşhurun da tedâvi gördüğü Şişli Sıhhat Yurdu’nda tedâvi edilmiştir. Buradaki günlerinde evi Teşvikiye Karakolu bitişiğinde bulunan ahbâbı kuyum­cu Hacı Saîd Efendi’nin misâfiri olmuştur. Şişli Sıhhat Yurdu’ndaki tedâviden de müsbet bir netice alınamayınca yeniden El'azîz’e götürülmüştür. Bu hastalık sebebiyle yıllarca ızdırap çeken ve bakıma muhtaç hâle gelen Kemâleddin Efendi’ye ilk eşi Mutîa Hanım yatalak ol­duğu, 1930’da da vefât ettiği için kızları Fatma Râşide Hanım bakmıştır. Râşide Hanım’ın savcı olan eşinin tayini sebebiyle babasıyla ilgilenmesi imkânsız hâle gelince Kemâleddin Efendi 1934’te Refîka Hanım’la evlendirilmiştir. Fakat vücudu her geçen gün zayıflayan ve durumu gittikçe ağırlaşan Kemâleddin Efendi esîr-i firâş bir sûrette 8 Zilka'de 1354/ 2 Şu­bat 1936 Pazar günü 70 yaşındayken vefât etmiştir.[135] Cenâze namazına binlerce insan katıl­mış ve na'şı El'azîz’den Harput’a kadar (yaklaşık 7 km., yokuş yukarı) bu kalabalık cemaa­tin omuzlarında çıkarılarak Meteris mahallesindeki “Kürtler Türbesi” kabristanına, âile bü­yüklerinin yanına defnedilmiştir.[136] Cenâzenin teşyî edildiği gün hava çok soğuktur ve dil­den dile aktarıldığına göre bu soğuğa rağmen şehir o kadar kalabalığı o güne kadar bir ara­da görmemiştir.

Rivâyete göre on bin civârında insanın iştirâk ettiği bu teşyî Kemâleddin Efendi’nin halk nezdindeki itibârını göstermesi bakımından ehemmiyet arz etmektedir. Kemâleddin Efendi’nin torunu Talat Turhan Bey “Kanaatimce dedemle ilgili en çok övünülecek taraf bu- dur.” diyerek bölge halkının bu son hüsn-i şehâdetine dikkat çekmektedir.

Üsküdar Mevlevîhânesi’nin son postnişîni Ahmed Remzî Dede [Akyürek, v. 1944- Kayseri], Kemâleddin Efendi’nin vefâtına yazdığı şu manzûme ile târih düşmüştür:

Azm-i ukbâ eyliyor tekmîl-i enfâs eyleyen

Kalmıyor ehl-i kemâle hemdem ü hemrâh âh

Bak azîzim EVazîz’in merd-i pâk-i ekmeli Kim yetişmez öyle bir ehl-i hüner her gâh âh

Hallederdi Zeyd ü Amr’in müşkilin müftî iken

Fıkh u tefsîri mükemmel ârif ü âgâh âh

Üç lisânda şâir-i mâhir iken etti sükût Şimdi senden istiyor bir Fâtihâ lillâh âh

Geldi bir kâmil dedi târihini mağfûr ola îrtihâl etti Kemâleddin-i ekmel âh âh[137]

1354 = a a j^sî jjdjı jus ^ı jı^-j

Kemâleddin Efendinin Harput’taki mezarı.

9)     Soyadı Mevzuu

Kemâleddin Efendi’nin DlBdeki dosyasında bulunan “Me’mûrîn ve Ketebe ve Müs- tahdemîn-i Devlet-i 'Aliyye’nin Terceme-i Hâllerine Mahsûs Varaka”ya bizzat yazdığı kay­da göre XVII. asırdan XX. asra kadar fâsılasız din adamı yetiştiren ecdâdı önceleri İmamzâde nâmıyla anılırmış. Âilede yetişen ulemâ arasında Harput’ta uzun yıllar müftülük yapanlar çık­tığı için âile bilâhere Müftügiller ve Efendigiller şeklinde adlandırılmıştır. Kemâleddin Efen­di resmî yazışmalarda, kitap ve makalelerinde adını “Kemâleddin Harputî” olarak yazmış­tır. Soyadı Kanunu çıkınca (1934) ise âilece “Erdem” soyadını almışlardır. El'azizde yayımla­nan Turan Gazetesi 15 Kânûn-ı Evvel (Aralık) 1934 tarihli, 254 numaralı nüshasının ilk say­fasında halkı soyadına teşvik etmek maksadıyla “Şehrimizde Soyadları” başlıklı bir haber ya­parak şehrin eşrâfından bazılarının aldıkları soyadlarını kaydetmiştir. Bu eşrâf arasında “Avu­kat Naîmî ve pederi” de bulunmaktadır:

Ahmet Turan Arslan’ın Ömer Naîmî Efendi’nin oğlu Esad Efendigil’den naklettiğine göre Ö. Naîmî Efendi henüz babası sağken mahkemeye mürâcaat edip “Erdem” soyadını “Efendi- gil” ile değiştirmiştir.[138] Ancak rahmetli Esad Bey’in bu meseleyi yanlış hatırladığı kanaatinde­yiz. Zira mahkeme kaydına göre Ömer Naîmî ve kardeşi Abdülhamid Hamdî Efendiler soyad­larını babaları Kemâleddin Efendi’nin vefâtından 18 yıl sonra, 05.04.1954’te “Efendigil” ola­rak değiştirmişlerdir.[139] Zaten Ömer Naîmî Efendi’nin 1938-1939’da Altan dergisinde yayım­ladığı yazılarında “Erdem” soyadını kullandığını,[140] CHP’nin 17.11.1947’de gerçekleştirdiği Yedinci Büyük Kurultay’ına Elazığ’ı temsilen “Naîmî Erdem” olarak katıldığını görmekteyiz.[141] 1948’de neşredilen Resmî Gazetede bir dâvâ dosyası sebebiyle kendisinden bahsedilen Ömer Naîmî Efendi’nin soyadı yine “Erdem” olarak kayıtlıdır.[142] Milliyet Gazetesi’nin 26.12.1950 nüshasında yayımlanan Elazığ Baro Başkanlığı seçimi ile ilgili haberde Baro Başkanı seçilen Ömer Naîmî’nin soyadının burada da “Erdem” olarak yazıldığı görülmektedir. Abdülhamid Efendi’nin oğlu Ahmet Ferit Yüksel Bey babasıyla düştüğü bir anlaşmazlık sebebiyle mahke­meye mürâcaat ederek kendi soyadını yeniden “Erdem” olarak değiştirmiştir. Bugün Abdül- hamid Efendi’nin diğer çocuklarından olan torunları Efendigil’i taşırken Ahmed Bey’in ço­cukları Erdem soyadını kullanmaktadır.

10)     Eserleri

Kemâleddin Efendi çoğu risâle hacminde şerh ve tercümelerden oluşan manzum-mensur dinî, tasavvufî, edebî eserler kaleme almıştır. Bunların bir kısmı kitap, bir kısmı tefrika şeklin­de neşredilmiş, mühim bir yekûnu ise yazma olarak kalmış ve maalesef kaybolmuştur. Kay­naklarda Kemâleddin Efendi’nin 40’a yakın eserinin olduğu belirtilmekteyse de bunların bir kısmı müstakil başlıklar hâlinde kaydedilmiş tahmîs, kasîde, gazel ve tarih kıt’alarından, bir kısmı da birer sütunluk/sayfalık mecmûa yazılarından müteşekkildir.[143] Ayrı başlıklar hâlinde kaydedilen şiirler bir araya getirildiğinde ancak küçük bir divançe olabilir. Kemâleddin Efendi’nin eserlerini aşağıdaki tasnifle inceleyelim:[144]

a)    Neşredilen Risâleler

a.      1) Kasîde-i Münferice'nin Tahmisiyle Beraber Türkçe Şerhi

Eser, büyük sûfîlerden Ebü’l-fazl en-Nahvî’nin (v. 513/1119)[145] el-Kasîdetü’l-münferice adlı manzûmesinin[146] Abdülhamid Hamdî Efendi tarafından yapılan tahmîsine oğlu Kemâleddin Efendi’nin yazdığı şerhtir. 123 sayfalık bu şerh 1317/1899’da Ma'mûretü’l-azîz Vilâyet Matbaası’nda basılmıştır.

Kasîde-i Münferice’nin beyit sayısı nüshalarına göre kırk ile elli arasında değişmekte­dir. Abdülhamid Hamdî Efendi’nin yaptığı tahmîs 41 beyit üzerine olduğundan Kemâleddin Efendi’nin şerhi de bu 41 beyti esas almıştır. Tahmîs

bendiyle bitmektedir.

İbnülemîn, Kemâleddin Efendi’nin arzusu üzerine esere sanatlı bir takrîz yazmıştır. İbnülemîn gibi gâyet müşkülpesend, ihtiyâtkâr ve titiz tabiatlı bir zâtın takrîzde yer alan me- dihlerle dolu şu şiiri hayli şaşırtıcıdır:

Ey fâzıl-ı ter-zebân var ol

Lütfun ile her zamân var ol

Yazdın bize bir eser ki ra'nâ

Şânında anın ne dense ahrâ

Her satır sahîfe-i ma'ârif Dîbâce-i nüsha-i avârif

Mîzâbe-i Ka'be-i hakikat

Ârâyiş-i gülbin-i fazilet

Gülzâr-ı edebde verd-i ra'nâ

Ezhâr-ı cinâna ğıbta-fermâ

Sen necm-i kemâl-i nûr-feşânsın Memdûh-ı efâzıl-ı zamânsın

Fahr eyler ise seninle şâyân

Sükkân-ı harem-serây-ı irfân

Evsâf ü mehâsînin dü bâlâ îsbâtına var mı bende yârâ

Medhinde ne rütbe etsem ıtrâ

Âlîsin o rütbeden de a'dâ

Ta'rîfine bezl-i kudret etmem

Bir emr-i hatîre cüret etmem

Mevcûd iken âfitâb heyhât

Da'vâ-yı vücûd eyler mi zerrât

Bâk! olasın cihânda bin sâl

Ey menba'-ı hüsn-i hulk u ifzâl[147]

Kemâleddin Efendi şerhinde önce her benddeki kelimelerin gramer yapıları ve iştikakları üzerinde durmuş, bâblarını yazmış ve mânâlarını vermiş, mısrâlardaki edebî sanatları belirt­miş, yeri geldikçe de bu kelimelerin işâret ettiği âyet ve hadislere atıflarda bulunmuştur. Sonra da o bendi “Hulâsa-i meâl” başlığıyla kısaca yorumlamıştır. Bu yorumlarda yer yer tasavvufî mülâhazalar dikkat çekmektedir.[148]

Kemâleddin Efendi bu eseri önce tefrikalar hâlinde neşredilmek üzere m. 1893-1896 yıl­ları arasında İstanbul’da yayımlanan Hazîne-i Fünûn mecmûasına yollamış, ancak mecmûaya gelen yazıların çokluğu ve kısa süre sonra da mecmûanın kapanması sebebiyle eserin sa­dece ilk kısımları (5. bende kadar) birkaç tefrika hâlinde yayımlanabilmiştir.[149] “Kasîde-i Münferice’nin Tahmîs-i Cedîdiyle Berâber Tercemesidir” başlığıyla tefrika edilen bu kısımlar mecmûanın aşağıdaki sayılarında yer almıştır:

III/ 34 (22 Şa'bân 1313), s. 365-366.

IV/ 6 (22 Zilhicce 1313), s. 77-78.

IV/ 9 (13 Muharrem 131[4]), s. 126.

IV/ 11-12 (27 Muharrem 131[4]), s. 159-160.

IV/ 13 (4 Safer 131[4]), s. 188-189.

Ma'mûretü’l-azîz Maârif Müdürlüğünden Kemâleddin Efendinin eserinin yayımlan­masıyla ilgili Maârif Nezâreti’ne gönderilen yazı.

Ma'mûretü’l-azîz Vilâyeti Ma'ârif Müdürlüğü

Aded: 17

Bihî

Huzûr-ı Sâmî-i Cenâb-ı Nezâret-penâhî’ye

Devletlu Efendim Hazretleri

Nezâret-i celîle-i âsafânelerinin 2 numero ve fî 17 Şubat [1]314 târihli ruhsatnâmesini hâiz olan Kasîde-i Münfericenin Tahmîsi ile Berâber Türk­çe Şerhi şârihi bulunan fazîletlü Kemâl Efendi tarafından dört yüz nüshadan ibâret olmak üzere bu kere Vilâyet Matbaası’nda tab' ettirildiği hakkındaki beyânnâmesiyle nüsah-i mezkûreden ale’l-usûl i'tâ eylediği beş adedi leffen takdîm-i huzûr-ı sâmi-i cenâb-ı nezâret-penâhîleri kılınmış olmağın ol bâbda

emr ü fermân hazret-i men lehü’l-emrindir. Fî 10 Muharrem sene [1]318 ve fî

26 Nisan sene [1]1316 [10 Mayıs 1900]

Bende

Ma'mûretü’l-azîz Maârif Müdîri

Sâlih ?[150]

a.      2) el-Mülemma' Şerhu’n-na'ti’l-murassa' bi’l-mücennesi’l-müsecca'

Kemâleddin Efendinin müftülükten azledildikten sonra 1345/1927’de Ahmed Kâmil ve Şerîki Matbaası’nda bastırdığı risâlesidir. Eser meşhur âlimlerden Aliyyü’l-kârî’nin (v. 1014/1605) bir paragraftık müsecca Salavât-ı Şerîfe (na't) metninin şerhinden ibâret olup 15 sayfadan oluşmaktadır. Kemâleddin Efendi Salavât-ı Şerîfe’yi âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şeriflerden istifâde ile “icmâlen şerh ve îzâh” etmektedir. Risâlenin ilk sayfalarında nûr-ı Muhammedî mevzuunu tasavvufî açıdan yorumlamakta ve “ğulât-ı sûfiyyenin ittihâd ve hulûl”ü savunan “vücûdiyye mezhebi”nin “vahdetçileri”ni sert ifadelerle eleştirmektedir.[151] İbn Arabî’nin eserlerini okuyan, aşağıda görüleceği üzere onun eserlerinden iktibaslarla risâleler yazan Kemâleddin Efendi’nin “vahdet-i vücûd ashâbı” diye nitelediği tâifeyi “Cenâb-ı Allah avâlimin mecmûudur” düşüncesini savunduğu iddiasıyla küfürle itham etmesi dikkat çekicidir.

b)    Neşredilmeyen Risâleler

b.      1) Rekaik: Hadîs-i Erbaîn

Kemâleddin Efendi Harput Dârü’l-hilâfe Medresesi müderrisiyken (1334-1342/1916- 1924) Hadis derslerine girdiği sahn kısmı ikinci sınıf öğrencilerinin okuyup ezberlemelerini sağlamak amacıyla Rekaik adını verdiği bir hadîs-i erbaîn risâlesi yazmış, bilâhere bu hadisle­rin tercümelerini de ilâve ederek risâlesini genişletmiştir. Kemâleddin Efendi, okuyucuyu kö­tülüklerden uzaklaştırmayı ve iyiliklere teşvik etmeyi hedefleyen hadislerden kolaylıkla anla­şılabilecek ve ezberlenebilecek kırkını bir araya getirmekle aynı zamanda Peygamberimiz’in pI^UI s^ ^U-iJl pj 4)1 âîxj Lj> 7,^^-j.jI ^>1                                                                                          ^- ^>} Allah, ümmetim içinde kırk hadis

ezberleyen kimseyi kıyâmet günü fakîhler zümresinde diriltir.”[152] şeklindeki müjdesine de nâil olmayı arzulamıştır. Risâlenin İstanbul ve Ankara Üniversiteleri kütüphanelerinde bulunan iki yazma nüshası tarafımızdan tespit edilmiş olup muhtevâ incelemesi, metin tenkidi ve tah- rici yapılarak neşredilmiştir.[153]

b.      2) Tesbîtü’l-mefhûm fî tahkîki’t-tebe'iyyeti beyne’l-'ilmi ve’l-ma'lûm

Kemâleddin Efendi’nin El'azîz müftüsü olduğu sıralarda o zamanlar El'azîze bağlı bir ka­za olan Arapgir’in müftüsü Hacı Ahmed Efendi’nin açıklamasını istediği “İlm-i İlâhî ma'lûma tâbi'dir.” şeklindeki söz ile kaza, kader, insan fiillerinin yaratılışı, güç yetirilemeyecek emir ve nehiyler (teklîf-i mâ lâ yutâk), Allah’ın sıfatları gibi meseleleri izâh sadedinde 10 Safer 1344/30 Ağustos 1925’te tamamladığı bir risâle olan Tesbîtü’l-mefhûm’un tespit edebildiğimiz tek nüshası 34 varak olup Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Kütüphanesi Mustafa Con Yazmaları arasında (A, nr. 237) bulunmaktadır.

Kemâleddin Efendi kelâm ilminin ana konuları arasında yer alan yukarıdaki meseleleri Mâtürîdî, Eş'arî ve Mu'tezilîlerin düşünceleri çerçevesinde açıklamakla birlikte felsefî ve bilhas­sa tasavvufî yorumlar yapmış, başta Muhyiddîn İbn Arabî olmak üzere İmam A'zam, İbn Esîr, Fahreddin Râzî, İbn Teymiyye, Nevevî, Muhammed İbn Es‘ad Tüsterî, Molla Câmî, Mevlâna Celâleddin-i Rûmî, Şemseddin Ahmed Hayâlî, İsmâil Hakkı Bursevî, Gelenbevî gibi âlim ve âriflerin görüşlerine yer vermiştir. Yorumlarını yer yer âyet ve hadisler, asr-ı saâdetten örnek­ler, vecîz sözler, Türkçe, Arapça, Farsça beyitler ve kıt’alarla da zenginleştiren Kemâleddin Efendi’nin bu risâlesi erbâbı tarafından büyük bir teveccühle karşılandığı için mükerreren istinsâh edilmiştir.[154] Eserin iç kapağına Kemâleddin Efendi aşağıdaki kıt’ayı yazmıştır:

Nâçîz eserim ki bu kitâbım

Kalsın sana yâdigâr benden

Oldukça musâdif-i nigâhın

Bir hâtıradır ümîd senden (1345/1926)

b.    3) Mütenevvi Duâ ve Nüshalar Mecmûası

Eser Ankara Üniversitesi Ilâhiyat Fakültesinde Efendigil Yazmaları arasında bulunan bir defterin (yz. nr. 89) boş sayfalarına Kemâleddin Efendi’nin kaydettiği duâlar, vefkler, muska­lar[155] ve evrâddan oluşmaktadır. 240 sayfalık defterin 150 sayfasında Kemâleddin Efendi’nin kayıtları vardır. Bu kayıtlar arasında kendisine âit duâ manzûmeleri, Nakşî evrâdı, Râbıta-i Şerîfe, farklı şâirlerin münâcâtları, Peygamber Efendimiz’in yaptığı bazı duâlar evrâd-ı zebânı olması bakımından dikkat çekicidir.

c)     Tefrikaları

c.     1) Kasîde-i Tantarâniyye Şerhi

Kasîde-i Tantarâniyye h. V. asırda yaşamış, Bağdat Nizâmiye Medresesi’nin önemli müder­rislerinden şâir Ebû Nasr Muînüddîn Ahmed b. Abdirrezzâk et-Tantarânî’nin (v. 485/1092) devrin meşhur Selçuklu veziri Nizâmülmülk için yazdığı otuz beş beyitlik medhiyesidir. Zen­gin cinas örneklerini barındırdığı için Kasîde-i Mücennese olarak da anılan şiirin ilk yirmi beş beytini oluşturan nesîb kısmında Tantarânî Hz. Peygamber sevgisini dile getirdiği için şiir na't mecmûalarında da yer almış, üzerinde çok sayıda tercüme ve şerh yapılmıştır.[156] “Fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâilâtün fâ'ilün” vezniyle yazılan Kasîde-i Tantarâniyye

beytiyle bitmektedir.

Kemâleddin Efendi Kasîde-i Tantarâniyyeyi tercüme ve şerh ederek Hazîne-i Fünûn mecmûasında tefrikalar hâlinde yayımlamıştır. Hazîne-i Fünûn’da Hersekli Ârif Hikmet, Mehmed Âkif, Fâik Esad, Tevfik Fikret, Rıza Tevfik, Ahmed Remzî, Ismâil Safâ, Sâmih Rifat, Süleyman Nazîf, Muhyiddin Raif, Ahmed Râsim, Ibnülemîn Mahmud Kemal gibi dönemin önemli isimlerinin yazı ve şiirlerinin yayımlandığını ve mecmûanın yüksek bir tirajla (6.000 civârı) Osmanlı’nın en uzak bölgelerine kadar ulaşan bir abonelik ağına sahip olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda[157] Kemâleddin Efendi’nin şerh dizisinin 13 sayı boyunca ya­yımlanmasının Harput’taki şöhretini perçinlediğini, bilhassa Istanbul’un edebî ve ilmî mah­fillerinde tanınmaya başlamasına vesile olduğunu söyleyebiliriz.

Kemâleddin Efendi Kasîde-i Münferice’de olduğu gibi önce kelimelerin gramer yapıları­nı, bâblarını ve sözlük anlamlarını belirtmiş, sonra da “Mahsûl-ı Beyt” başlığıyla beyitten an­laşılan mânâyı kısaca açıklamıştır. Çoğu açıklamanın sonunda ise ilgili beyitte bulunan edebî sanatları kaydetmiştir.

Hazîne-i Fünûnda Kasîde-i Tantarâniyye nin tefrika edildiği sayılar şunlardır:

I-      5. beyitler, III/10 (10 Rebîü’l-evvel 1313), s. 82-85.

6-10. beyitler, III/17 (28 Rebîü’l-âhir 1313), s. 142-144.

II-       15. beyitler, III/16 (21 Rebîü’l-âhir 1313), s. 133-135.

16-18. beyitler, III/18 (5 Cemâziye’l-evvel 1313), s. 147-148.

19-20. beyitler, III/19 (12 Cemâziye’l-evvel 1313), s. 153-154.

21-22. beyitler, III/20 (19 Cemâziye’l-evvel 1313), s. 160-161.

23-24. beyitler, III/22 (4 Cemâziye’l-âhir 1313), s. 179-180.

25. beyit, III/23 (11 Cemâziye’l-âhir 1313), s. 186-187.

26-28. beyitler, III/26 (3 Receb 1313), s. 208-210.

29-30. beyitler, III/28 (17 Receb 1313), s. 322-323.

31-32. beyitler, III/29 (24 Receb 1313), s. 335-336.

33-34. beyitler, III/30 (1 Şa'bân 1313), s. 343-344.

35. beyit, III/31 (8 Şa'bân 1313), s. 350.

c.      2) Kasîde-i Ferîde Tercemesi

Kemâleddin Efendi İranlı meşhur âlim, şâir ve Nakşî sûfilerden Nureddin Abdurrahmân Câmî (Molla Câmî)’nin (v. 898/1492) 53 beyitlik bir kasîdesini tercüme etmiş ve 1328/1910’da haftalık Beyânü’l-hak gazetesinde 3 bölümde yayımlamıştır.[158] Kemâleddin Efendi’nin “lafz-ı selîsi de ma'nâsı gibi cidden nefîs olan bir kasîde-i ferîde” diye tavsif ettiği[159] şiir

beytiyle başlamakta,

mısrâlarıyla da bitmektedir. Kemâleddin Efendi yazdığı mukaddimede Molla Câmî’nin ilmî, edebî ve tasavvufî kişiliği hakkında kısa malumât verdikten sonra gâyet mütevâzı ifadeler­le kasîdeyi tercüme etme hususunda gösterdiği cesâretten dolayı “bu gibi âsâr-ı mübâreke-i sûfiyyenin hâl olmaksızın yalnız kal ile tamâmen keşf ve izâhının müte'assir ve belki de müte'azzir bulunduğunu tasdîk ve takdîr eden mütâli'în-i kirâmın lutfuna” sığınmaktadır.[160]

Beyânü’l-Hak’da kasîdenin tercümesinin tefrika edildiği sayılar şunlardır:

1-5. beyitler, III/62 (21 Cemâziye’l-evvel 1328), s. 1251-1252.

6-22. beyitler, III/67 (26 Cemâziye’l-âhir 1328), s. 1333-1335.

22-53. beyitler, III/68 (4 Recep 1328), s. 1346-1348.

Kasîdede Molla Câmî kısaca gönlüne Dost’a vâsıl olmayı istiyorsa dünyevî lezzetlere dal- mamayı, gâfil olmamayı, fâni şeyler peşinde koşmamayı tavsiye etmekte, dâimâ ezelî, ebedî ve bâki olan Allah’a yönelmesi hususunda çeşitli örnekler vererek onu uyarmaktadır.

c.      3) Makame-i Sûfiyye Tercemesi

Makame-i Sûfiyye Kemâleddin Efendi’nin çağdaşı Ma'mûretü’l-azîz müdde-i umûmîle­rinden sûfî Nakıbü’l-eşrâf Mehmed Emin Efendi’nin (v.?)[161] Muhyiddin Ibn Arabî’nin eserle­rinden ilhamla yazdığı Arapça, tahkiye tarzında, “makame” türüne örnek müsecca bir metin­dir. Kemâleddin Efendi bu metni tercüme etmiş, çeşitli notlarla zenginleştirerek bir bakıma şerhini yapmış ve metnin orijinalini de ilâve ederek Osmanlı’nın en uzun soluklu tasavvufî mecmûası Cerîde-i Sûfiyye’de 16 bölüm hâlinde yayımlamıştır. Bu tefrika, metinden hare­ketle vücûd mertebeleri, nefis tezkiyesi, âlem-i mülk ve melekût, âlem-i anâsır, seyr ü sülûk, makamât-ı seb'a, kabz, bast gibi mevzular hakkında malumât veren Kemâleddin Efendi’nin tasavvufî bilgisini göstermesi bakımından oldukça değerlidir.

Makame-i Sûfiyye’nin metni ve notlarla zenginleştirilmiş tercümesi Cerîde-i Sûfiyye’nin aşağıdaki sayılarında neşredilmiştir:

nr. 24/16 (6 Rebîü’l-evvel 1331), s. 3.

nr. 24/18 (4 Rebîü’l-âhir 1331), s. 3-4.

nr. 24/19 (18 Rebîü’l-âhir 1331), s. 2.

nr. 24/20 (3 Cemâziye’l-evvel 1331), s. 2-3.

nr. 24/21 (17 Cemâziye’l-evvel 1331), s. 4-5.

nr. 24/22 (1 Cemâziye’l-âhir 1331), s. 3-5.

nr. 24/23 (15 Cemâziye’l-âhir 1331), s. 3-4.

nr. 24/24 (29 Cemâziye’l-âhir 1331), s. 4-5.

nr. 49 (11 Receb 1331), s. 3-4.

nr. 50 (18 Receb 1331), s. 14-15.

nr. 51 (25 Receb 1331), s. 26-27.

nr. 52 (1 Şa'bân 1331), s. 39-40.

nr. 54 (17 Şa'bân 1331), s. 63-65.

nr. 55 (24 Şa'bân 1331), s. 76-77.

nr. 56 (24 Şa'bân 1331),[162] s. 87-88.

nr. 57 (8 Ramazân 1331), s. 100.

c.4) Mersiyye-i Ebüssuûd Tercemesi

Kemâleddin Efendi Ebussuûd Efendinin Kanûnî Sultan Süleyman’ın vefâtı üzerine yazdı­ğı 24 beyitlik Arapça mersiyeyi Ibnülemîn Mahmud Kemâl Bey’in tavsiyesi üzerine tercüme etmiş ve bunu Cerîde-i Sûfıyye’nin şu sayılarında yayımlamıştır:

nr. 65 (8 Zilka'de 1331), s. 185-186.

nr. 66 (15 Zilka'de 1331), s. 194-195.

Mersiye

beytiyle başlayıp

J beytiyle bitmektedir.

c.5) Levâmi-i Câmî Tercemesi

Kemâleddin Efendi, Molla Câmî’nin Ibn Fârız’a (v. 632/1235) ait 41 beyitlik Arapça Kasîde-i Hamriyye (Mîmiyye)’sinin manzum-mensur şerhi olan Farsça Levâmi'’ini tercüme etmiştir. 158 rubâîden ve çoğu bunların izâhı mâhiyetindeki paragraflardan (lâmi'a/levâmi') oluşan şerh 875/1470 yılında yazılmış, yine ona âit Levâyih ve Şerh-i Rubâiyyât ile birlikte Mecmûa-i Monla Câmî Kuddise Sırruhus-sâmî adıyla 1309’da İstanbul’da neşredilmiştir (s. 104-189).

Kemâleddin Efendi’nin tercümesi Cerîde-i Sûfiyye’de 37 sayı boyunca tefrika edilmiştir. Tercümenin yayımlandığı sayılar şunlardır:

nr. 71 (20 Zilhicce 1331), s. 240-241.

nr. 72 (27 Zilhicce 1331), s. 250-251.

nr. 73 (4 Muharrem 1332), s. 261-262.

nr. 74 (11 Muharrem 1332), s. 272-273.

nr. 76 (25 Muharrem 1332), s. 292-293.

nr. 78 (10 Safer 1332), s. 311.

nr. 79 (18 Safer 1332), s. 321-322.

nr. 80 (24 Safer 1332), s. 333-334.

nr. 81 (2 Rebîü’l-evvel 1332), s. 343-345.

nr. 82 (9 Rebîü’l-evvel 1332), s. 351-352.

nr. 84 (23 Rebîü’l-evvel 1332), s. 372-373.

nr. 87 (14 Rebîü’l-âhir 1332), s. 402.

nr. 90 (6 Cemâziye’l-evvel 1332), s. 430-432.

nr. 94 (4 Cemâziye’l-âhir 1332), s. 471.

nr. 95 (11 Cemâziye’l-âhir 1332), s. 479.

nr. 97 (8 Şa'bân 1332), s. 4.

nr. 98 (15 Şa'bân 1332), s. 14.

nr. 99 (22 Şa'bân 1332), s. 26-27.

nr. 100 (29 Şa'bân 1332), s. 38-39.

nr. 101 (7 Ramazân 1332), s. 52-53.

nr. 102 (14 Ramazân 1332), s. 104-105.

nr. 104 (22 Şevvâl 1332), s. 114-115.

nr. 105 (29 Zilka'de 1332), s. 119-120.

nr. 106 (21 Zilhicce 1332), s. 129.

nr. 110 (21 Cemâziye’l-âhir 1333), s. 161-163.

nr. 111 (23 Şa'bân 1333), s. 170-171.

nr. 112 (1 Şevvâl 1333), s. 178-179.

nr. 113 (24 Şevvâl 1333), s. 189-190.

nr. 114 (27 Zilka'de 1333), s. 195.

nr. 115 (24 Zilhicce 1333), s. 202-203.

nr. 116 (2 Safer 1334), s. 210-211.

nr. 117 (4 Rebîü’l-evvel 1334), s. 216-217.

nr. 118 (4 Rebîü’l-âhir 1334), s. 224-225.

nr. 121 (3 Şevvâl 1334), s. 239-240.

nr. 123 (26 Muharrem 1335), s. 255-256.

nr. 130 (20 Şevvâl 1335), s. 314.

nr. 132 (27 Safer 1336), s. 329-330.

Tercümede ana hatlarıyla cem, cem'ü’l-cem, makâm-ı Ehadiyyet, merâtib-i vücûd gibi tasavvufî meselelerden, Allah aşkından, O’nun esmâ, sıfât ve ef'âlinin tecelliyâtından bahse­dilmektedir.

d)    Gazete-Mecmûa Yazıları ve Bir Takrîzi

d.      1) “Ahlâk-ı Eslâf”, Hazîne-i Fünûn, IV/3-4 (11 Zilhicce 1313), s. 52; IV/11-12 (27 Mu­harrem 1314), s. 178-179.

Kemâleddin Efendi’nin Mısırlı âlim ve sûfî Abdülvehhâb Şa'rânî’nin (v. 973/1565) ahlâka dâir konuları, hikmetli öğütleri, selef-i sâlihînin hayatlarından ve sözlerinden örnekleri ihtivâ eden Tenbîhü’l-muğterrîn evâhire’l-karni’l-âşir alâ mâ hâlefû fîhi selefehümü’t-tâhir adlı ese­rinden yaptığı tercümedir. Yalnızca iki sayı yayımlanabilen bu tercüme dizisinin “mâ ba'di var” kaydına rağmen devamı gelmemiştir.

d.2) “Manzum Bir Münâcât-ı Fârisiyye’den Mütercem”, Beyânü’l-Hak, nr. 78 (15 Ramazân 1328), s. 1510.

Bu yazı, şâirini ve aslını tespit edemediğimiz bir Farsça şiirin tercümesinden ibârettir. Kemâleddin Efendi şiiri Türkçe’ye aktarırken edebî ve akıcı bir üslup kullanmayı tercih et­miştir. Tercüme “Yâ Rabbi! Mâsivâdan bîzâr olan cânıma merhamet buyur! Zâten lutf u inâyetinden başka dest-gîrim yokdur. Mâde(m) ki beni şu harâbât-ı dünyâya, dâr-ı ibtilâya mecbûrî olarak getirdin, benden sudûr edecek el' âl ve harekâtda bârî beni ma'zûr tut!” cümle­leriyle başlamakta ve “Seni istiyorum seni! Takdîmine mütecâsir olduğum şu niyâz ve duâmın sûret-pezîr olması hakkında hayr-hâhâne muâvenet gösterüp âmîn-hân olan zevât-ı muhte- remeyi de arzû ve murâdâtını ale’t-ta'yîn evc-i icâbet ve husûle îsâl ve makrûn buyurmakla kâmrân ve memnûn et İlâhî!” ifadeleriyle bitmektedir.

d.3) “Bir Nâme-i Belîğ-i Hakaik-ihtivâ”, Cerîde-i Sûfiyye, XXIV/19 (İstanbul 1330), s. 3-4.

Bu yazı, Vezir Cezzâr Ahmed Paşa’nın oğlu Akkâ vâlisi Abdullah Paşa’nın (v. 1273/1856) “istid'â-yı zürriyet, taleb-i duâ ve himmet” maksadıyla Mevlânâ Hâlid Bağdâdî’ye (v. 1242/1827) gönderdiği mektuba cevâben Bağdâdî’nin yazdığı Arapça mektubun tercümesi­dir. Mevlânâ Hâlid Bağdâdî mektupta istenilen duâları yaptığını ancak “sâhib-i himmet” ol­madığını belirterek itikâda ve kelâma dâir meselelere girmekte, mektup boyunca da kader-i İlâhî’nin kazâya dönüşme merhale ve imkânlarından bahsetmektedir.

d.      4) “Bir Nâme-i Beliğ”, Cerîde-i Sûfiyye, nr. 24/8 (6 Zilka'de 1330), s. 8-9.

Yazı, Nakşî halîfelerinden Şâh Abdullah ed-Dihlevî’nin (v. 1240/1824), halîfelerinden Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî’ye yazdığı Farsça mektubun tercümesidir. Mektupta Dihlevî Haz­retleri, Hâlid Bağdâdî’ye medihler, duâlar ve tavsiyeler etmekte, tarîkatın Bağdâdî sayesinde etki alanını genişlettiğini belirtmektedir. “O diyârdaki ulemâya, şürefâya, ümerâya lâzımdır ki sizin vücûd-ı mes'ûdunuzu ğanîmet bileler. Sizden istifâde edeler. Ve size ta'zîm ve hürmetde kusûr etmeyip muhâliflerinize, bedhâhlarınıza, hâsidlerinize mümâne'et edeler... Sizin eliniz benim kendi elim olup sizi görmek dahi beni görmekdir.” şeklindeki ifadelerle Mevlânâ Hâlid Hazretleri’nin manevî mevkiine işâret etmektedir.

d.     5) Bir Takrîz Yazısı

Kemâleddin Efendi babası Abdülhamid Efendi’den icâzet almış, kendisi gibi müderris olan ve müftülük vazifesine son verilince yerine vekil tayin edilen dostlarından Harputlu Ömer Avnî Efendi’nin 1328/1910’da Ma'mûretü’l-azîz’de neşrettiği Kavâid-i Lisân-ı Kürdî ad­lı eserine 25 Eylül 1317/ 8 Ekim 1901 tarihinde edebî bir takrîz yazmıştır. Kemâleddin Efen­di yazısına Allah Teâlâ’nın bir hikmete binâen insanları çeşitli milletlere ayırdığını, insanoğ­lunun da dinî ve dünyevî her türlü ilerlemenin esası olan dile hizmet etmekle marifet ve me­deniyet âleminde mesâfe katedebileceğini belirterek başlamaktadır. Ömer Avnî Efendi’nin Osmanlı’da Kürt aşîretlerin bulunduğu bölgelerde ibtidâî mekteplerin ders programları­na “Kavâid-i Lisân-ı Kürdî” dersinin konması ümidi ile risâlesini kaleme aldığını söyleyen Kemâleddin Efendi eseri orijinalliği ve iyi bir ders kitabı olması hasebiyle övmekte, yazdığı bu risâle ile sahasında bir ilki gerçekleştiren müellife takdir ve tebriklerini sunmaktadır.[163]

e)    Şiirleri

Kemâleddin Efendi Arapça başta olmak üzere Türkçe ve Farsça şiirlere merakı olan, her üç dilde şiirler yazabilen, Arapça ve Farsça şiirlerin manzum tercümelerini yapan bir âlimdir. Ancak o, şiirlerini bir araya getirme fırsatı bulamamış, İbnülemîn’in kaydına göre Samsun’a sürülürken bunların çoğu zâyi olmuştur.[164] Kemâleddin Efendi’nin kasîde, gazel, tahmîs, kıt’a, tarih manzûmeleri, beyit vs. şekillerle yazdığı şimdilik ulaşabildiğimiz otuz civarında şiirini başka bir makalede ele almayı düşünüyoruz.

Ana hatlarıyla ifade edecek olursak Kemâleddin Efendi klasik Türk edebiyatının mânâ ve şekil çerçevesinde şiirler yazmış, XIX. asrın ikinci yarısı ile XX. asırda revaç bulan şiir tar­tışmalarından uzak durarak Osmanlı şiir geleneğini devam ettirmiş bir edîbtir. İbnülemîn’in onu “şâir” değil “nâzım” olarak tavsif etmesinde[165] Kemâleddin Efendi’nin takipçisi olduğu bu geleneğin XX. asırda yeni söz söylemeye (bikr-i mânâ/ bikr-i mazmûn) pek imkân tanımamış olmasının izlerini aramak lâzımdır.

Kemâleddin Efendi irticâlen vezne uygun mısrâlar ve beyitler söyleyebilen bir gelene­ğin son temsilcilerindendi. Meselâ, Kemâleddin Efendi’nin oğlu Ömer Naîmî’nin Süleyman Ateş Hoca’ya anlattığına göre, Kemâleddin Efendi bir gün onunla oynarken “Kemâleddin ba­bam Hacı 'amimdir” mısrâını söyleyivermiş.[166] Ömer Naîmî bu mısrâı dedesi Abdülhamid Hamdî’nin yanında tekrar edince Abdülhamid Hamdî bilbedâhe “Dahi Abdülhamîd Hamdî dedemdir/ Hudâ bes mâsivâ cümle ademdir” beytini söylemiş.[167]

f)      Ulaşamadığımız Eserleri

Kemâleddin Efendi bazı çalışmalarını Ma"mûretü’l-azîz Gazetesinde neşretmiştir.[168] An­cak gazetenin kütüphanelerimizde eksiksiz koleksiyonu olmadığı için söz konusu yazılara ulaşamadık.

Aşağıda sıraladığımız risâleleri ne çeşitli kütüphanelerdeki arama/taramalarımızda ne de Kemâleddin Efendi’nin oğlu Ömer Naîmî Efendi’nin çocuklarının Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakülesi’ne bağışladıkları 850’den fazla eserden oluşan Efendigil yazmaları arasında bulabildik. Bu sebeple merhum İshak Sunguroğlu’nun başlıklarını kaydettiği bu eserleri yaz­makla yetiniyoruz:[169]

Avâidü’l-fuhûm

el-îrfânü’l-mahsûsü’l-muktebes mine’l-Fütûhâti ve’l-Füsûs

el-Îzâhü’t-tâmfî tercemeti’l-eş'âri’l-mevcûdetifîKâmûsi’l-â'lâm

en-Nükülü’l-mu' tebere

Hallü’l-vezâif

îlâve-ı Mecmû'a-i Fetâvâ

Kasîde-ı Bürde Tahmîsi’nın Şerhi

Kavâ'id-i Edebiyât

Kifâyetür-râzî fî ecvibeti es’ileti’l-Kddî

Lâmiyyetü’l-Acem Tercemesi

Lâmiyyetü’l-Arab Tercemesi

Miftâh-ı Harâbât

Mu'allakât-ı Seb'a Şerhi

Mukatta'ât-ı Mu’tebere Tercemesi

Nebzetün mine’l-vuküffîma'âni’l-hurûfi ve’z-zurûf

Risâle-i Murâkabe Tercemesi

Risâle-i Vahdet-i Vücûd

Sicill-i îftâ

Ta'lîm-i înşâ

Bunlar dışında kısa gazete yazıları olduğunu düşündüğümüz Makdle-i Edebiyye, Mülâhaza-i Edebiyye, Ulviyyet-i îslâm, Hayr-i Ümmet başlıklı makaleleri bulunmaktadır.[170]

11)     İlmî-Edebî Şahsiyeti

Kemâleddin Efendi ilmî müktesebâtı ile kendisinden hoşnud olmayanların bile takdiri­ni kazanmış bir âlimdir.[171] Babasının da destek ve nezâretiyle çok iyi bir medrese eğitimi al­masının ve erken yaşlarda hocalık yapmaya başlamasının iyi yetişmesinde etkisi büyüktür. Türkçe’nin yanında Arapça ve Farsça’yı da çok iyi bilen, her üç dilde eserler verebilen, eser­lerini hazırlarken dinî hemen her disiplin hakkında ehil bir insan olarak söz söyleyebilen, kendisinden ders alanların ve vaazlarını dinleyenlerin ilmine ve hâfızasına hayran oldukla­rı Kemâleddin Efendi devrinin ulemâsının da takdir ve hürmetini kazanmıştır. İbnülemîn Bey’in onu “Hânedân-ı ilmin vâris-i kâmili idi. Vücûdu ne kadar zaîf ise ilmi o kadar kavî idi.” cümleleriyle tavsif[172] ve “Sen necm-i kemâl-i nûr-feşânsın/ Memdûh-ı efâzıl-ı zamansın” mısrâlarıyla medhetmesi,[173] Ahmed Remzî Dede’nin bir daha böyle ehl-i hüner birinin yeti- şemeyeceğini belirterek yazdığı “Hallederdi Zeyd ü Amfin müşkilin müftî iken/ Fıkh u tefsîri mükemmel ârif ü âgâh âh” mısrâları onun ilmî seviyesini göstermesi bakımından dikkate de­ğerdir.

Kemâleddin Efendi’nin eserlerinin temel kaynağı Kur’an ve hadistir. Bunların yanında İmam A'zam’dan İbn Arabî’ye, Taberî’den Zemahşerî ve Beyzavî’ye, Enverî’den Molla Câmî’ye, Mevlânâ’dan Şeyh Gâlib’e çok geniş dinî, ilmî ve edebî kaynaktan istifâde etmiştir. Kemâleddin Efendi medrese eğitiminin klasik ezber sisteminin çarkı içinde kalmamıştır. O, öğrendiğini nakleden kuru bir aktarıcı olmayı tercih etmeyen, istifâde ettiği bilgi kaynaklarını yorumla­yan, yeri geldiğinde eleştiren, kendi müktesebâtına dayanarak bakış açıları sunan bir âlimdir. Ancak gerek bu yorumlarında gerekse verdiği fetvâlarda çoğu zaman geleneksel çerçevenin içinde kalmayı, hatta onu savunmayı tercih etmiştir. Meselâ Kemâleddin Efendi’nin babası Ab- dülhamid Hamdî Efendi resim yapmanın ve asmanın haram olduğu kanaatindedir. Hattâ sırf bu konuyla ilgili el-Burhânü’l-münevver fî tahrîmi’t-tasvîr ve hurmeti iktinâi’l-musavver adlı 10 varaklık bir risâle yazmıştır.[174] Kendisine hadis icâzeti veren hocası Bedreddin Dımaşkı de resim yapmayı, duvarları bunlarla süslemeyi câiz görmemiştir.[175] Kemâleddin Efendi de ba­basının ve hocasının izinden giderek aynı görüşü savunmuştur. Süleyman Ateş Hoca’nın nak­lettiğine göre Kemâleddin Efendi bir gün oğlu Ömer Naîmî Efendi’nin evine gitmiş, evin du­varlarında âile efrâdının fotoğraflarının ve bazı resimlerin asılı olduğunu görünce üzülmüş ve “Oğlum burası müslüman evi mi, hıristiyan evi mi? Bu ne hâl?” diye ona sitem etmiştir.[176]

Kemâleddin Efendi resim hususundaki bu tavizsiz tavrına rağmen tütün içme mevzuun­da önceleri gâyet mütesâhildir. Hattâ Talat Turhan Bey’in kızı Fezâ Hanım’ın aktardığına gö­re tütün içmeyi tiryâkilik derecesinde sevmektedir.[177] Ancak bir yazma nüshanın zahriyesin- de rastladığımız aşağıdaki şiirinde hem bu tiryâkiliğin bi’t-tecrübe nasıl bir illet olduğunu be­lirtmekte hem de tütün içmenin akıl kârı bir iş olmadığını bunu içmede ısrar edenlere hatır­latmaktadır:

Âfiyetle yaşamak ister isen sen de bütün

Çokça müşkildir fakat cehd et sakın içme tütün

Öyle azm et ki eğer boynun kesilse bir daha

Bir nefes almak bile vermek gibi ola........ [çetin][178]

Ey sebük-mağzân-ı millet dikkat ile dinleyin

Tecrübemle sâbit oldu sözümü siz de tutun[179]

Akâid ve kelâm konularına dâir yazdığı Tesbîtü’l-mefhûm adlı eserinde Mutezile düşün­cesinin tutarsızlıklarını anlatırken meşhur müfessir Zemahşerî’yi (v. 538/1144) “allâme-i bî- karîn” olarak tavsif ettikten sonra onun Mutezile’nin mutaassıplarından olduğunu söylemek­te ve eserini “Tefsîr-i bî-nazîri olan Tefsîr-i Keşşâf kavâid-i mezheb-i ehl-i i'tizâl ile mâl-â- mâldir.” cümlesiyle eleştirmektedir (vr. 32b). el-Mülemma' isimli risâlesinde de -eseri tanıt­tığımız kısımda bahsettiğimiz üzere- vahdet-i vücûd düşüncesini savunan “ehl-i Hak” ile “ğulât-ı sûfiyye”nin ittihâd ve hulûl’u savunan, vahdet-i şuhûd/ vahdet-i mevcûda kayan gö­rüşlerini benimseyen “vahdetçi”lerin birbirinden tefrîk edilmesi gerektiğini anlatmakta, bu sonuncuları “küfr-i sarîh ve bâtıl” içinde olmakla nitelemektedir (s. 6-7).

Kemâleddin Efendi’nin makalemizin ilk sayfalarında kaydettiğimiz medrese eğitimi esnâsında okuduğu kitaplar, mütevellisinde bulunduğu ve müderrisliğini yaptığı Yusuf Kâmil Paşa Medresesi’nden tevârüs edenler ve bu eserlerdeki izâhları ile şerhe yönelik notları onun ilmî seviyesini göstermektedir. Eserlerinde ilk dönem İslâm ulemâsının ictihâdlarını me’haz kabul etmesi, İbnü’l-Arabî’nin Füsûsü’l-hikem ve Fütûhât-ı Mekkiye’sinden yaptığı iktibâslar, Molla Câmî ve Mevlânâ etkisi, Enverî, Şeyh Gâlib, Ziyâ Paşa gibi şuarâdan şevâhidler ge­tirmesi, başta Ebussuûd ve Şeyhülislâm Yahyâ Efendi olmak üzere Osmanlı fukahâ ve şeyhülislâmlarına dayanarak verdiği fetvâlar beslendiği kaynaklara gösterebileceğimiz örnek­ler arasında sayılır.

Süleyman Ateş Hocamızın anlattığına göre Ömer Naîmî Efendi aklına takılan dinî bir meseleyi mektupla o dönemin meşhur âlimlerinden Mehmed Zihnî Efendi’ye (v. 1332/1913) sormuş, Mehmed Zihnî Efendi de mektuba cevap vermiş. Bunu duyan Kemâleddin Efendi Naîmî Efendi’ye “Oğlum, ta İstanbul’da Zihnî Efendi’ye sorana kadar bize sorsaydın ya!” di­ye sitem etmiştir.

O, binbir zahmetle elde ettiği ilmin vefâtıyla birlikte zâyi olacağını düşünerek üzülürmüş. Bir gün hasta yatarken ziyaretine gelen Harput müftüsüne “Ölüp gideceğim, şu kafamdaki bilgileri de birlikte götüreceğim. Bu beni çok üzüyor. Elimde olsaydı da bunları birkaç kişiye dağıtabilseydim.” diye hayıflanmıştır.[180]

12)     Tasavvufî Şahsiyeti

Kemâleddîn Efendinin dedelerinin döneminden tekkelerin kapatıldığı zamana ka­dar Harput, şarkın önde gelen tasavvufî muhitlerinden sayılmakta ve “evliyâlar diyarı” ola­rak anılmaktaydı. Bugün de türbeleriyle ve asırlardır dilden dile dolaşan menâkıbıyla belde­nin her köşesinde mevcudiyetlerini devam ettiren Arap Baba, Fatih Ahmet Baba, Ahî Mu­sa, Ankuzu Baba, Zâhirî Baba, Tesbihli Baba, Nâdir Baba, Mansur Baba, Murat Baba gibi zevât Harput’u ehemmiyeti azalmayan bir ziyaretgâh kılmaya devam etmektedir. işte bu can­lı tasavvufî muhîtin içinde yetişen Kemâleddin Efendi de Harput’un ehl-i tarîk ulemâsından biridir. Babası Abdülhamid Hamdî Efendi’nin Kâdiriyye tarîkatının müridlerinden, İdrisiyye/ Şâzeliyye’nin ise mürşidlerinden olması hasebiyle[181] [182] ilk tasavvufî terbiyeyi babasından aldığı­nı söylemek yanlış olmaz. Bir müddet sonra da Nakşî şeyhi Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî’nin ha­lifelerinden Mahmud Sâminî Paluvî Efendi’nin (v. 1315/1898) Harput’a yerleşmiş en şöhretli halifesi İmam Efendi’ye (Osman Bedreddin Erzurumî) intisâb etmiştir.[183]

Kemâleddin Efendi şeyhine kuvvetli bir hürmet ve muhabbet bağıyla bağlanmış, İmam Efendi’nin Harput’ta olduğu zamanlarda ziyaretlerini aksatmamış, sohbetlerine iştirâk etmiş,[184] ayrı kaldığı dönemlerde de ya mektup yahut diğer müridân vâsıtasıyla kendisinden haber almaya çalışmıştır. Kemâleddin Efendi’nin İmam Efendi’ye yazdığı mektupların ikisinden İmam Efendi’nin cevâbî mektupları sayesinde haberdârız. 15 yıl arayla yazılmış bu iki mek­tubun ortak konusu İmam Efendi’nin Kemâleddin Efendi’nin görüp kendisine yazdığı rüya­ları tabir etmesidir. Her iki mektupta da dikkat çeken en mühim hususların başında İmam Efendi’nin Kemâleddin Efendi’ye karşı oldukça saygılı bir dil kullanmasıdır. Ondan bahse­derken “Fazîletlü, hakk-ı efdalâneniz, zât-ı 'âlimâneniz, zât-ı fezâ’il-simât-ı efdalâneniz” gi­bi tabirleri kullanırken kendisi hakkında ise “fakiriniz, hakk-ı 'âcizî, 'âcizâne, arz ederim” gibi mütevâzı ibareleri tercih etmiştir. Mektuplarda dikkat çeken bir diğer husus ise İmam Efendi’nin Kemâleddin Efendi’ye samimi ifadelerle duâlar ve iltifâtlar etmesidir. Şeyh ile mürîdi arasındaki bu samimi ve hürmetkâr üslup aralarındaki muhabbeti göstermesi bakı­mından da üzerinde durmaya değerdir. İmam Efendi’nin mektuplarından ilki 5 Recep 1325/ 14 Ağustos 1907 tarihli olup kısmen sadeleştirilerek yayımlanmıştır.[185] 23 Ramazân 1340/ 20 Mayıs 1922 tarihli diğer mektuba ise Elazığ’da Cemaleddin Emiroğlu Hocaefendi’nin hususi kitaplığındaki bir defterde rastladık.[186] İlk mektubun başlığı “Harput’da Ulemâ-i Be-nâmdan Kasîde-i Bür’e Şârihizâde Fazîletlü Kemâleddîn Efendi’ye” şeklindeyken ikinci mektup “El'azîz Müftîsi Fazîletlü Kemâleddin Efendi Hazretleri’ne” başlığı taşımaktadır.

5 Recep 1325 tarihli mektubuna Kemâleddin Efendi’yi medhederek başlayan İmam Efendi, onun rüyalarını tabir etmeden önce “sâlih kimselerin rüyalarının peygamberliğin cüzlerinden bir cüz olduğu”na dâir hadisi yazmış, böylelikle Kemâleddin Efendi’nin de bu sâlihler zümresinden olduğuna işâret etmiştir. Kemâleddin Efendi’nin Allah Teâlâ’nın rü­yada görülüp görülemeyeceğine dâir sorusunu dinî-tasavvufî çeşitli kaynaklardan deliller getirerek cevaplayan imam Efendi sonra da Kemâleddin Efendinin gördüğü rüyaları tabir etmiştir. Birinci rüya Kemâleddin Efendi’nin hanımıyla beraber İmam Efendi’yi yüksek bir köşkte ziyaret etmesi ancak “terakki-i manevîye yol bulamaması”, hanımının Kemâleddin Efendi’ye önce “Buraya niçin geldik?” diye sorması sonra da ona “Şeyh, muhabbetinizden memnun” demesidir. İmam Efendi terakki-i manevîye yol bulması için tarîkatte sebâta de­vam etmesi ve daha çok çalışması gerektiğine işâret olduğunu belirtmekte, Şeyh Efendi’nin muhabbetten memnuniyetinin ise Allah yoluna sülûkdan ve o yolda tezkiyeden haz ala­rak rızâ göstermesine telmih ve imâ olduğunu yazmaktadır.[187] İkinci rüya Kemâleddin Efendi’nin babası olduğunu düşündüğümüz “Müderris Efendi” ile beraber bir câmide İmam Efendi’nin arkasında namaza durmaları, fakat İmam Efendi’nin en son safta bulunmasıdır. İmam Efendi câmide namaz kılmanın “salât-ı hakikinin kalpde edâsına ve tarîkat-i 'aliyye- nin [Nakşîlik] esrârına ve salât-ı bâtının ifadesine işâret” ettiğini ve Kemâleddin Efendi’nin “müşâhede ve mürâkabe-i dâim ehli” olacağının müjdesini aldığını söylemektedir.[188] İmam Efendi’ye göre Kemâleddin Efendi’nin rüyasında “Müderris Efendi”yi görmesi onun da ehl-i tarîk olması hasebiyle Kemâleddin Efendi’nin bu sırrından nasibdâr olacağını gös­termektedir. Kendisinin hem imam hem de son safta olması ise “terbiye-i sâlikin elbette makâm-ı tenezzülde” bulunmayı gerektirdiğine işâret etmektedir. İmam Efendi’nin son saf­ta olması sebebiyle kıblenin arka tarafta kalması görünüşte şerîate muhâlif ise de hakikat­te “kıble-i bâtın olan zât-ı baht-ı Mevlâ’ya teveccüh”tür. Bu rüya ile Allah Teâlâ Kemâleddin Efendi’yi “tarîkat-i 'aliyyede hâsıl olacak makâm ve mertebenin” bir kısmına ulaştırmış, bir kısmına da ulaştıracağını müjdelemiştir.[189] Üçüncü rüya Kemâleddin Efendi’nin İmam Efendi’yle beraber Abdülkerim Efendi’nin[190] konağına gitmesi, dönüşte de İmam Efendi’nin Kemâleddin Efendi’yi bir eşeğe bindirmesi ve beraberce yürümeleridir. İmam Efendi ko­nağa girmenin arşullah ve beytullah olan kalb, ma’rifet ve cennete girmeyi işâret ettiğini, harîm-i İlâhî olan gönül sarayına vüsûl ile “mahrem-i Hazret-i Mevlâ” olunacağını söyle­mektedir. Dönüşte eşeğe binmenin ise “Nefsin bineğindir, ona yumuşak davran!” hadisine delâlet ettiğini anlatmaktadır.[191] Dördüncü rüyada Kemâleddin Efendi Allah’ı görmek için mescide benzer bir yerde beklerken babası Abdülhamid Efendi’ye benzeyen bir zât gör­müştür. Mescidin kıble duvarında bir set, doğu tarafında da dolap kapısı gibi pencere var­mış. İmam Efendi rüyayı tabir ederken Kemâleddin Efendi’nin babasını görmesinin gü­zel ve mübârek bir şey olduğunu söylemekte ve Kemâleddin Efendi’yi Allah’ın “mazhar-ı tecellî-i Zât ü Cemâl ederek iki âlemde mesrûr ve şâdân buyurmasını dilemektedir. Mesci­din “vahdet-i hakikiyye” olan kalbe, kıble duvarındaki seddin vücuda, pencerenin de “kal­bin âlem-i hakikate olan kapısına işâret” ettiğini yazmaktadır. İmam Efendi’ye göre vücud “vuslat-ı Hakk’a ve müşâhede-i cemâle” mâni gibiyse de bu perdenin altında o müşâhedeye nâil olmak gerekmektedir. Beşinci rüya Kemâleddin Efendi’nin İmam Efendi, Çemişge- zek müderrisi Hacı Tevfik[192] ve Ağın müderrisi Hüseyin Efendilerle[193] otururlarken İmam Efendi’nin elini öpmesidir. Efendi Hazretleri’nin sağ eli ise şişmiş ve kabarmış olduğundan hazret ağlıyormuş. Kemâleddin Efendi de elin bu hâlinden rahatsız olmuş ve istemeyerek öpmüş. İmam Efendi Kemâleddin Efendi’nin şeyhinin elini öpmesini sırr-ı hakikatin vus­latının sür’atine delâlet ettiğini, böylece Allah’a olan ahdini ve ikrârını yenilediğini belirt­mektedir. Elin şişmesi ve gözlerden yaş akması Allah yolunda zahmet çekilmez, cana kıyıl- mazsa kurbiyyet-i Mevlâ’ya erişilmeyeceği anlamı taşımaktadır. Gözden yaş akması zikir ve murâkabeye devam edilmesi gerektiğine de işâret etmektedir. Şişkin olan eli “sabr-ı nefs ederek” öpmek ise Kemâleddin Efendi’nin saâdet-i hâline ve güzel mânâlara muhatap kı­lındığına delâlettir. “Zirâ unsur-ı zâhirimiz uyûb ve noksândan ibârettir. Zât-ı ârifâneleri o ayıp ve noksanlıklara nazar buyurmayarak hüsn-i zan ve itikadınız mûcebince nefs istikrâh etse bile yine o bîat ve hakikatten i'râz etmeyerek ve nefisle mücâhede yolunu tutarak o ahd ve ikrâr üzere sâbit olduğunuzu Cenâb-ı Mevlâ zât-ı fâdılânenize bildirmiştir.”[194] Altıncı rü­yada ise Kemâleddin Efendi kendini büyük bir denize düşmüş ve hemen boğulmuş şekil­de görmüştür. Ancak rüyanın devamında kurtulmuş ve bir çeşme başına gelmiştir. İmam Efendi’ye göre o deniz dünyadır. İmam Efendi Kemâleddin Efendi’nin dünya denizinde çok oyalanmayıp selâmete çıkmış olmasını kurbiyyet-i Hakk’a yol bulduğuna yormaktadır. İmam Efendi’ye göre rüyadaki deniz “fenâ fillâh bahri” de olabilir. Kişi önce fenâ fillâh de­nizinde boğulur, sonra da bâkilik rütbesini elde ederek yavaş yavaş meâddan mebdee geçe­rek kurtulur. İmam Efendi’ye göre çeşme başına gelmek ise Allah’ın akan su gibi olan ilmin­den insan-ı kâmilin hem bizzat içip hayat bulması hem de sohbetlerine iştirâk edenlerin susuzluğunu gidermesine işârettir. İmam Efendi mektubunu Kemâleddin Efendi’ye duâlar ederek bitirmektedir.[195]

23 Ramazân 1340 tarihli mektup ise Kemâleddin Efendi’nin 3 Mayıs 1338/ 3 Mayıs 1922 tarihinde yazdığı mektuba cevaptır. İmam Efendi bu mektubuna da Kemâleddin Efendi’ye duâlar ederek başlamaktadır. İlk mektuba göre daha kısa olan bu mektupta İmam Efendi ön­celikle hatm-i şerifler okuyan Kemâleddin Efendi’ye teşekkür etmekte ve îfâ ettiği bu tür ha­yırlı hizmetler vesilesiyle “rızâ-ı İlâhî, hoşnûdî-i Peygamberî ve evliyâ-yı Hakk’ın himmet­lerine mazhar” olacağını müjdelemektedir. İmam Efendi’nin kaydettiğine göre, Kemâleddin Efendi rüyasında İmam Efendi’yle beraber cemaatin kalabalık olduğu bir vakitte Harput Sâre Hatun Câmii’nde hatm-i şerîf okumak üzere bir araya gelmişler. İmam Efendi orada aynı za­manda vaaz mukaddimesi okumuş. İmam Efendi’nin tabirine göre câmide bulunmak “huzûr ehli”nden olduklarına işârettir. Bu sebeple de vaaz mukaddimesi vâsıtasıyla hamd ve şükür vazifesi yerine getirilmiştir. Bu esnâda cemaat arasında Hicâz’dan gelen iki hacı efendi var­mış. Bu iki zât Peygamber Efendimiz’in kendilerine İmam Efendi aracılığıyla verilmek üzere Kemâleddin Efendi’ye hediye ve manevî rütbe gönderdiğini söylemişler. İmam Efendi’ye gö­re bu iki zât Nakşî Hâlidî meşâyıhındandır. Hediyelerden biri iri taneli, imâmesinin önündeki dizilerden onar tanesinin gümüş kaplı olduğu siyah kuka tespihtir. İmam Efendi’ye göre tesbih Esmâ-i Hüsnâ adedine işâret olup kendi aracılığı ile Kemâleddin Efendi’nin “mazhar-ı Esmâ-i Hüsnâ” olduğuna delâlet etmektedir. İmam Efendi bu tabiri yaptıktan sonra Kemâleddin Efendi için şu kıt’ayı yazmıştır:

Hamdü lillâh ol Kerîm-i Zü’n-nevâl

Ol 'atâsı çok Rahîm ü Zü’l-cemâl

Lutf ile kıldı seni ol Lâ-yezâl

Mazhar-ı Esmâ-i Hüsnâ yâ Kemâl

İmâmenin önündeki dizilerden bir kısmının gümüş kaplı olması “safâ-yı kalb ve rûh”a işârettir, zira orası Hakk’ın “tecelliyât-ı sıfâtiyesinin mukaddimesi”dir. Rüyaya göre Kemâleddin Efendi tesbihi edeben almak istememiş, bu Peygamber hediyesinin İmam Efendi’de kalmasını arzu etmiştir. Ancak İmam Efendi tereddüd etmeden tesbihi Kemâleddin Efendi’ye uzatmış ve “Al!” diye emretmiştir. İmam Efendi’ye göre tesbih manevî bir mertebedir. Bu tarz mertebe­ler de mürşid eliyle müride ihsan edilir. Kemâleddin Efendi’nin “Sizde kalsa daha iyi olur.” di­yerek tesbihi almada ihtiyâtkâr davranması manevî edebe, İmam Efendi’nin kararlılıkla “Al!” demesi de “yakln-i tâm hâsıl etmeye” matûftur. Rüyaya göre hacı efendilerin getirdikleri ikin­ci hediye ise sabundur. İmam Efendi sabunu kendisine almış, tesbihi Kemâleddin Efendi’ye vermiştir. Tabire göre, tesbih mazhariyyet-i Rabbânî’dir; sabun da O’nun füyûzâtındandır. Mazhariyyet Kemâleddin Efendi’ye âit bir rütbe olduğundan tesbihin onda kalması, füyûzâtın ise mürşide âit olması hakikate muvâfıktır. Zira İmam Efendi bu füyûzât-ı İlâhîyye ile bir çok adamı manevî kir ve pastan arındırmaktadır.

Mektuptan anlaşıldığına göre Kemâleddin Efendi bir başka rüya daha görmüştür. Buna gö­re babası merhum Abdülhamid Hamdî Efendi “Kemâl! Bugünlerde bir hacı gelip sana kehribâr bir tesbih getirecek, onu tereddüdsüz al, zira o Peygamberimiz tarafından sana gönderilmiş­tir!” demektedir. İmam Efendi bu rüyanın diğerini tasdik ettiğini belirttikten sonra Kemâleddin Efendi’nin mutasavvıf olan babasının onun manevî hayatına katkıda bulunmaya devam ettiğini, Kemâleddin Efendi’nin rüyalarını bütün teferruatıyla hatırladığını ifade etmesinin ise manevî terbiyeye işâret olduğunu söylemektedir. İmam Efendi rüyaları bu şekilde tabir ettikten sonra Kemâleddin Efendi’ye her sabah Esmâ-i Hüsnâ’yı birer defa okumasını, günlük evrâdına 100 ve­ya 200 “Allah” zikrini ilâve etmesini tavsiye etmekte ve cevabı geciktirdiği için kusura bakmama­sını rica edip Ramazân Bayramı’nı tebrikle mektubunu bitirmektedir.

Kemâleddin Efendi ile şeyhi arasında vuku bulan bazı hâdiseler halkın dilinde menkı­be hâline gelmiş ve kerâmet olarak yorumlanmıştır. Bunlardan bir tanesi kısaca şöyledir: Kemâleddin Efendi gözlerindeki rahatsızlık sebebiyle İstanbul’da tedavi gördüğü sıralarda bir gece rüyasında şeyhi İmam Efendi’yi elinde bir fincan kahve ile hastane odasında yanı- başında görür. İmam Efendi Kemâleddin Efendi’ye fincanı uzatarak “Kahveyi özlemişsindir Hâfız!” der. Kemâleddin Efendi heyecan ve sevinçle kahvesini içtikten sonra İmam Efendi “Kahvenin telvesini gözüne sür, bir şeyin kalmaz.” der. Kemâleddin Efendi denileni yapar, İmam Efendi de fincanı alır gider. Kemâleddin Efendi kapıya koşarak onu uğurlamak is­ter ama koridorda kimsecikleri göremez. Bu esnâda uyanır ve gözlerindeki ağrının kesildi­ğini hisseder. Kısa sürede de taburcu olur. El'azîz’e döndüğünde İmam Efendi’nin elini öp­meye gidince İmam Efendi tebessüm ederek onu “Hoş geldin, maşaallah telve gözüne iyi gelmiş!” sözleriyle karşılar.[196] Kemâleddin Efendi ile ilgili anlatılan bir başka hâdise de yi­ne rüya merkezlidir. Rivâyete göre Kemâleddin Efendi İstanbulda bulunduğu sıralarda bir gece rüyasında Harput’ta olduğunu görür. Kendisine İmam Efendi’nin bir oğlunun olduğu­nu ve adını Ziyâüddîn koyduğunu söylerler. Ertesi gün El'azîz’e telgraf çeken Kemâleddin Efendi telgrafta İmam Efendi’nin bir oğlunun olup olmadığını, olmuş ise ne zaman doğ­duğunu ve ismini sorar. Gelen cevabı okuyunca rüyayı gördüğü gece İmam Efendi’nin bir oğlunun dünyaya geldiğini, İmam Efendi o sıra Ağın’da olduğu için çocuğa henüz bir isim verilmediğini öğrenir. Kemâleddin Efendi işlerini bitirip Harput’a döndüğünde ziyaretin­de bulunduğu İmam Efendi’ye çocuğuna hangi ismin verildiğini sorduğunda aldığı cevap “Ziyâüddîn’dir.[197] [198]

Kemâleddin Efendi’nin tasavvufla irtibatı sadece Nakşî mürîdi olmakla sınırlı kalmamış­tır. El'azîz müftüsüyken Konya’ya Hazret-i Mevlânâ’nın türbesini ziyarete gitmiş ve “bende-i Mevlânâ” olmak için duâ etmiştir. Bu ziyaret esnâsında yazdığı aşağıdaki kıt’a o niyâzın naz­ma dökülmüş hâlidir:

Dergeh-i Hazret-i Mevlânâya

Yüz sürenlere karışdım saf saf

Beni de bendeliğe etse kabûl

Tâ ebed müftehir eyler ne şeref...198

Kemâleddin Efendi Arapça ve Farsça’yı çok iyi bilmesi hasebiyle bazı tasavvuf klasikle­rini incelemiş, yukarıda teferruatlıca ele alındığı üzere tasavvufî mâhiyetteki kasîdelerin ter­cüme ve şerhlerini yapmış, tasavvufî te’lif eserler kaleme almıştır. Muhyiddin İbn Arabî’nin Fütûhât-ı Mekkiye ve Füsûsü’l-hikem’ini inceleyerek yazdığı el-îrfânü’l-mahsûsü’l-muktebes mine’l-Fütûhât ve’l-Füsûs adlı eseri, Risâle-i Vahdet-i Vücûd’u, Cerîde-i Sûfiyye’de tefri­ka hâlinde yayımladığı Makdmât-ı Sûfiyye Tercümesi, İbn Arabî’nin görüşlerini benimse­mesi ve savunması ile bilinen Mısırlı sûfî Abdülvehhâb Şa'rânî’nin (v. 973/1565) Tenbîhü’l- muğterrîn adlı eserinden yaptığı tercümelerden oluşan Ahlâk-ı Eslâfı bunlardandır. Bunla­rın yanında Abdullah ed-Dihlevî tarafından halifesi Hâlid el-Bağdâdî’ye yazılmış olan Farsça mektup ile Hâlid el-Bağdâdî’nin Akkâ vâlisi Abdullah Paşa’ya yazdığı Arapça mektubu ter­cüme edip yayımlaması[199] İmam Efendi’nin şeyhi Mahmud Sâminî Efendi’yi medheden şiir­ler kaleme alması[200] hususen Nakşî-Hâlidî çizgiyle olan alenî irtibatını göstermesi bakımın­dan önemlidir.

Son olarak İmam Efendi ölüm döşeğindeyken onun yanında bulunan ve şeyhinin vefât anına şâhit olan Kemâleddin Efendi’nin,[201] medih sadedinde yazdığı aşağıdaki kıt’a ile bu bah­si noktalayalım:

Allah ise muradın temîn edip huzûru

îhlâs ile be-her gün dergâh-ı Şeyhe gel git

Gülzâr-ı Sâminî’den bedrü’l-büdûr Bedrî

Mekşûf olur cihâna sa'y eyle sen de seyr et

(Müftî-i Vilâyet Kemâleddin Harputî)[202]

13)    Kemâleddin Efendi’nin Çağdaşı Olan Âlimler, Din Büyükleri ve Edîblerle İrtibatı

Kemâleddin Efendi müderrislik ve müftülük vazifesi sebebiyle hayatını her ne kadar Harput’ta geçirmişse de şöhreti mahallî sınırları aşmış, gerek İstanbul merkezli dinî-tasavvufî mecmûalarda yazdığı yazılar gerekse babası ve dedesi vâsıtası ile İstanbul ulemâsıyla olan ta­nışıklığı onu memleket sathında tanınan ve hürmet edilen bir âlim kılmıştır. Tespit edebildi­ğimiz dostluk ve irtibatları bu başlık altında kaydetmeye çalışacağız.

Kemâleddin Efendi’nin yaklnen tanıdığı, şiirlerine tahmîsler yazdığı, büyük kıymet verdi­ği dostlarının başında İbnülemîn Mahmud Kemâl Bey gelmektedir. Kemâleddin Efendi’nin ba­bası Abdülhamid Hamdî Efendi İbnülemîn Bey’in çok saygı duyduğu hocasıdır. İbnülemîn Bey babası Mehmed Emîn Paşa ile birlikte Malatya ziyareti sonrası Harput’a gelmişler, Abdül- hamid Hamdî ve Kemâleddin Efendiler’in konağında ağırlanmışlardır.[203] İbnülemîn Bey bu sa­mimi dostluğa binâen “hânedân-ı ilmin vâris-i kâmili” olarak tavsîf ettiği Kemâledin Efendi’nin Kasîde-i Münfericenin Tahmîsiyle Berâber Türkçe Şerhi adlı kitabına sanatlı ve eser sahibini il­tifatlara garkeden bir takrîz yazmıştır. Kemâleddin Efendi hem babasının hem kendisinin Son Asır Türk Şâirleri’nde İbnülemîn’in ifadeleriyle neşredilen terceme-i hâlini ona göndermiş, yine İbnülemîn’in isteği ile Ebussuûd Efendi’nin Kanuni’ye yazdığı mersiyeyi tercüme ve neşr etmiştir.

Kemâleddin Efendi’nin yine babası vâsıtasıyla çok iyi dostluklar kurduğu zevât arasında Giritli Sırrı Paşa (v. 1313/1895) dikkat çekmektedir. Saîd Paşa Diyarbekir vâliliğine atanırken (1311/1893-1894) Ma'mûretü’l-azîz’e uğramış, Harput’ta Kemâleddin Efendiler’in konağın­da misafir olmuştu. Kısa bir süre sonra da Kemâleddin Efendi babasıyla beraber Paşa’yı ziya­rete gitmişlerdi. Sırrı Paşa’nın bilhassa Abdülhamid Hamdî Efendi’yle dostluğu o kadar kuv­vetliydi ki yazdığı eserleri ona okutmadan neşretmezdi. Abdülhamid Efendi de Paşa’nın gön­derdiği eserleri dikkatle okur, mütalaalarını yazar, bir takrîz ile ona yollardı.[204] Kemâleddin Efendi Sırrı Paşa’nın vefâtını müteakip bir tarih manzûmesi yazmış ve Hazîne-i Fünûnda neşretmiştir.[205]

Kemâleddin Efendi’nin gıyâben de olsa sevip saydığı, mektuplaştığı âriflerden biri de Mevlevî Ahmed Remzî Dede’dir ([Akyürek], v. 1944). Ahmed Remzî Dede’nin Amasyalı Müftüzâde Ahmed Emrî Bey’in ([Yetkin], v. 1973) bir gazelini 1353/1934’te taştîr etmesi üze­rine[206] taştîri okuyan Kemâleddin Efendi Ahmed Remzî Dede’yi tebrik eden bir mektup yol­lamış, Remzî Dede de bu mektuba “Sâbık El'azîz Vilâyeti Merkez Müftîsi Kemâleddin Efendi Hazretlerine” başlıklı şu gazelle cevap vermiştir:

Aldım o keremnâmeyi ey hazret-i fâzıl

Her satrı teveccühle dolu nükteyi şâmil

Taştîrimi takdîm ederek hazret-i Emrî

Te’sîs-i muhâvâta olup bâ'is ü âmil

Tahsîninizi celbe sebeb oldu ğıyâbî

Meclûb olacak yoksa da kendimde fezâil

Bilmem ne kadar etmeliyim arz-ı teşekkür

Oldum yine bir ehl-i dilin kalbine dâhil

Maksad bu idi şi'r ile meşgûl olunursa

Yâd eyleyeler şâ' iri hayr ile efâzıl

Takdîm edeyim hazretine başkaca taştîr

Tenşîte sebeb olsun eyâ ârif-i kâmil (1934)207

Daha önce aynı Mecmûalarda yayımladıkları yazılar ve şiirlerle birbirlerinden haberdâr olan bu iki zât, söz konusu taştîr vesilesiyle muhâbereye başlamışlar, aralarındaki dostluk Kemâleddin Efendi’nin vefâtına kadar sürmüştür. Kemâleddin Efendi’nin vefâtını haber alan Remzî Dede bir tarih manzûmesi yazarak üzüntüsünü dile getirmiştir.[207] [208]

Kemâleddin Efendi’nin sevip saydığı, selamlar yollayıp duâlar ettiği ve duâ beklediği manevî büyüklerden biri de Bedîüzzamân Saîd Nursî’dir (v. 1960). Kemâleddin Efendi’nin Bedîüzzamân ve Risâle-i Nûr’larla olan bağını Bedîüzzamân’ın önde gelen talebelerinden El'azîzli Albay Hulusi Efendi ([Yahyagil], v. 1986) vâsıtasıyla öğrenmekteyiz. Hulûsi Efen­di Bedîüzzamân’a gönderdiği bir mektupta Kemâleddin Efendiden “sâbık müftü” olarak bah­setmekte ve onun Sözler’le olan müsbet alâkasına değinmektedir.[209] Başka bir mektupta da Risâleler’i etrafındaki insanlara okuduğunu ifade ederek Kemâleddin Efendi’yi “bu kudsî hiz­mete candan iştirâk eden zevât” arasında saymakta ve şu satırları kayda geçirmektedir: “Müf­tü Kemâl Efendi, evvel mektubu mütâlaa etmişti. İki gün evvel ziyaretine gittim. ‘Hiç kimse­nin bu güne kadar muktedir olmadığı dekâik ve hakâiki, Kur’an’dan bulup çıkarmışlar.’ diye­rek takdirlerini beyân, selâm ve duâlarını tebliğ etmekliğimi söylediler.”[210]

Bedîüzzamân’nın Hulûsi Efendi’ye gönderdiği bir mektuptan Kemâleddin Efendi’nin has­ta olduğunu ve kendisinden duâ etmesini istediğini anlıyoruz. Bedîüzzamân bu isteğe kayıtsız kalmamıştır: “Sâbık Müftü Kemâl Efendi’ye de ki: Müjde! Her bir saat hastalıklı ömrü, bir gün ibâdet hükmündedir. Şu zamanda hayatın en iyi sûreti böyledir. Biz dergâh-ı Ilâhî’de onun hakkında en hayırlısını niyâz edip duâ ediyoruz ve edeceğiz. Öylelerin duâsı makbûldür, ba­na duâ etsin.”[211] Bedîüzzamân, yine başka bir mektupta “Risâlelerle alâkadâr olan zâtlar” ve “dostlar” arasında Kemâleddin Efendi’yi de saymış ve Hulûsî Efendiden bu zevâta selâm ve duâ ettiğini ve onlardan duâ beklediğini kendilerine iletmesini istemiştir.[212]

Kemâleddin Efendi’nin tanışıp fikir teâtisinde bulunduğu kişilerden biri de Abdülhak Hâmid Tarhan’dır (v. 1937). Kemâleddin Efendi son hastalığı sebebiyle 1935’te Şişli Sıhhat Yurdu’nda yatmaktayken yan odada da Şâir-i A'zam Abdülhak Hâmid Bey vardır. Talat Tur­han Bey’in anlattığına göre Hâmid Bey vaktinin çoğunu Kemâleddin Efendi’nin odasında ge­çirirmiş. Her gün neredeyse fâsılasız beş saat her konu hakkında konuşurlarmış. Refâkatçi ve ziyâreçiler onların bilhassa din, dil, kültür, şark-garp edebiyatı ve eski-yeni edebiyat etrafın­daki konuşmalarını ilgi, hayret ve hayranlıkla dinlerlermiş.

Kemâleddin Efendi Samsun’da sürgündeyken eline Hüseyin Vassâf Bey’in (v. 1929) 1925’te tamamladığı Sefîne-i Evliyâ-yı Ebrâr adlı eseri geçmiş ve bunun üzerine Vassâf Bey’e manzûm bir takdirnâme yazmıştır. Takdirnâmedeki samîmî üslup bizi her iki müellifin tanıştıkları dü­şüncesine götürmektedir. Zaten ikisinin de yazıları ve şiirleri uzun yıllar başta Cerîde-i Sûfiyye olmak üzere aynı mecmûalarda neşredilmiştir. Ancak ikisinin tanıştıklarına dâir daha somut bir karîne bulamadık.[213] Söz konusu takdirnâme şöyledir:

Hidmet-i ebrârı îfâ eyleyüp Vassâf Beg

Bir Sefîne yapdı ki râğıb olan memnûn olur

Şübhesiz mersâ-yı kurb-ı Hakka vâsıfdır o zât

Rütbe-i 'ulviyyeti gitdikçe de efzûn olur

Dest-i ta'zîmegelince o kitâb-ı müstetâb

Kalbimiz bir hiss-i rûhânî ile meşhûn olur

Çok teşekkür eyleyüp hasbî du'â eyler Kemâl

Gâibîdür bu du'â ihlâsa da makrûn olur

Yâ Rab irfânda senâver ola Vassâf’ın senin

Bahr ü berr üstündeki mâdâm şu gerdûn olur[214]

Kemâleddin Efendi’nin Harput’taki konağı şeyhi imam Efendi’nin dergâhı ile beraber hem devlet erkânı, hem civar vilâyetlerden gelen misâfirler hem de Harputlular tarafından ziyaret akınına uğrardı.[215] Fetvâ soranlar, maddî manevî ihtiyaçları için yardım isteyenler, hükümet ile işi olanlar için Kemâleddin Efendi’nin konağı önemli bir mürâcaat makamıydı. Meselâ Ömer Naîmî Efendi’nin bir yazısında belirttiğine göre Kemâleddin Efendi’nin amcazâdelerinden şâir Hacı Hayri Bey (v. 1328/1910) atandığı Dersim (Tunceli) Mutasarrıflığı vazifesinden Dersimliler’in yoğun şikâyetleri neticesinde azledilip Harput’a dönünce haksızlığa uğradığına dâir dönemin El'azîz vâlisi Nusret Paşa’ya hitâben yazdığı mektubu Kemâleddin Efendi’ye ver­miş ve vâliye onun teslim etmesini ricâ ederek bir anlamda ondan aracı olmasını istemişti.[216]

Kemâleddin Efendi, babası ve dedesinden tevârüs ettiği şöhretin yanında gerek Harput’un sayılı âlim ve âriflerinden olması gerekse uzun yıllar El'azîz müftülüğü yapması hasebiyle Harput ve civârında çok tanınmış ve sevilmiştir. Buralarda yaşayan çağdaşı âlim, müderris ve müftülerin ekseriyeti ile güçlü irtibatı ve dostlukları varsa da bunları birer birer sıralamak unutulmuş hâtırâlar, yazıya geçirilmemiş ve birbirine karışmış bilgiler sebebiyle akademik açıdan maalesef mümkün değildir.

14)     Âilesi

a) Hanımları

Kemâleddin Efendi iki evlilik yapmıştır. İlk eşi Mutîa Hanım 1291/ 1875’te doğmuş olup kızkardeşinin de gelin olarak gittiği Harput’un Hanköyü nâhiyesinin 6 ağasından biri olan Hacı Ahmed Efendi ile Sâliha Hanım’ın kızlarıdır. Mutîa Hanım, Kemâleddin Efendi’nin ba­şına gelen ve bütün âile efrâdını etkileyen hâdiseler silsilesinin etkisiyle ağır bir rahatsızlık geçirerek yatağa mahkûm hâle gelmiş, 2 Kasım 1930’da da vefât etmiştir.[217] Mezarı Harput’ta Kemâleddin Efendi’nin sağ ayak hizasındadır.

Kemâleddin Efendi Mutîa Hanım’ın vefâtını şu satırlarla kayda geçirmiştir:

“1349 Arabî, 1346 Rûmî, 1930 Mîlâdî; Cemâziye’l-âhir’in onuncu, Teşrîn-i Evvel’in on yedinci ve Teşrîn-i Sânî’nin birinci cumartesi günü li-hikmetin çoktan beri esîr-i firâş olan zevce-i muhteremem Mutî'a Hanım sa'at yedi buçuk râddelerinde gâyet suhûlet ve hüsn-i hâtime ile vefât etti. Rahmetullâhi aleyhâ rahmeten vâsi'aten. Cenâb-ı Zü’l-celâl Peygamberi hürmetine vâsıl-ı ni'am-ı cinân ve cemâl-i mazhar-ı kurb-ı Rabb-ı müte'âl eylesin. Âmîn.

Mutî'a Hanımı mağfûr ede Cenâb-ı Hudâ

Bu sâl içinde vedâ' etdi âleme hayfâ

Kemâl hâtır-ı mahzûna geldi bir târîh

Mutî'a Hanıma her dem na'îm ola me’vâ (1349)[218]

Kemâleddin Efendinin Mutîa Hanım’la olan evliliğinden Ömer Naîmî, Abdülhamid Hamdî ve Mehmed Nizâmeddin adlarında üç oğlu, Mümine ve Fatma Râşide isimli iki kızı dünyaya gelmiştir.[219]

ikinci evliliğini ise mesâne illetiyle mücâdele ettiği vefâtına yakın dönemde, 14 Mart 1934’te Harputlu Çinkogillerden Halil Efendi ile Mü’mine Hanım’ın kızları Refîka Hanım ile yapmış, bu evlilikten çocukları olmamıştır.[220] Refika Hanım 1318/1900-1901’de dünyaya gelmiş, 9 Kasım 1971’de vefât ederek Harput’ta Kemâleddin Efendi’nin sol ayak ucuna defnedilmiştir.

Kemâleddin Efendi’nin hanımlarının badem ağacı gölgesindeki mezarları. Mu- tia Hanım’ın “kitâbe-i seng-i mezâr”ı tahribat sebebiyle silinmek üzeredir. Kitâbe şöyledir: “Hüve’l-Hallâku’l-Bâkı. Müftî Kemâleddin Efendi’nin zevcesi Mutî'a Hanım’ın rûhuna el- Fâtiha. Sene 1349.”

b) Çocukları

b1) Ömer Naîmî [Erdem-Efendigil][221]

Kemâleddin Efendi’nin kendisi gibi “ilmiye’den olan büyük oğlu Ömer Naîmî Efendi 5 Receb 1309/ 4 Şubat 1892’de Harput’ta doğmuştur.[222] Babası onun doğumuna

Yazdım Kemâl târih hamd eyleyüp Hudâya

Mahdûm Ömer ''ademden bezme vücûda geldi (1309)

beytiyle tarih düşürmüştür.[223]

Dedesi Abdülhamid Hamdî’nin bu torunu ile ilgili doğum kaydı ve tarih beyti ise şöyle- dir: “Sene 1309 mâh-ı Receb-i şerîfin beşinci günü yevm-i pencşembe hafîd-i sa'îd mahdûm Kemâl Efendi’nin oğlu sâmi-i peder-i rahmet-mazhar Ömer Na'îmî Efendi züyûr-ı mehd-i vücûd ve zîb-i kımât-ı şühûd oldu. Hayr-ı mukaddem Cenâb-ı Feyyâz-ı Kerîm âlim-i âmil ve muhlis-i kâmil ve mefhar-i zümre-i efâzıl eyleyüp zümre-i sâlihîne idhâl ile ma'a’l-vâlideyni ve’l-'ammi, tûl-ı ömr ile mu'ammer ve âfiyet-i tâmmeye mazhar eyleye. Ve fiten-i âhir zamân ve mesâib-i melevândan hıfz ve himâyet eyleyüp ilâ yevmi’l-kıyâme zürriyetinden ulemâ ve sulehâyı kat' etmeye. Ve rızk-ı vâsi'-i helâl ile merzûk eyleye. Âmîn. Bi-câhi seyyidinâ Mu- hammedin sallallâhu aleyhi ve selleme ve zürriyyetihi’l-ekremîn, rıdvânullâhi aleyhim ve alâ cemî'i ashâbihi ve âlihi ecma'în. Ve’l-hamdülillâhi Rabbi’l-'âlemîn.

Târîh-i mücevher li-ceddihi’l-faklr:

Çıkıp birisi hemân dedi cevher târih

Kemâl’e hayr-ı halef ola yâ İlâhi Ömer”[224]

Harput’taki medreselerde ve El'azîz Askerî Rüşdiyesi’nde tahsilini tamamlayan Ömer Naîmî Efendi, 1339/1922’de babasından icâzetnâme almış, Elazığ’ın çeşitli okullarında Ziraat ve Terbiye-i Bedeniyye, Tarih, Ferâiz, Nahiv, Malumât-ı Hukukiyye, Belâğat-i Arabiyye, Me­celle, Edebiyat, Hitâbet ve İnşâd hocalığı yapmıştır. Ömer Naîmî Efendi, kökü dört asır önce­sine dayanan güçlü bir ilmî geleneğin temsilcisi olan Efendigil sülâlesinin son din âlimidir.[225] Osmanlı’nın klasik medrese sistemi ile yetiştiği için Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde lise öğ­retmenliği bile kendisine çok görülmüştür.[226] Bunun üzerine 30 yaşını geçmişken imtihâna girerek Ankara Hukuk Mektebinde okumaya hak kazanmıştır. Ankara’da bir yandan okur­ken bir yandan da Ticâret Vekâleti’nde kâtiplik ve tetkik memurluğu görevlerinde bulunmuş, mezuniyetini müteâkip de 1928’de Sandıklı’ya (Afyonkarahisar) savcı ve 1930’da da terfî'an Cizre’ye (Şırnak) hâkim olarak atanmıştır. Sandıklı’da savcı iken babası Kemâleddin Efendi onun hasretine dayanamayarak şu gazeli yazmıştır:

Sa'y-i tahsîl-i emel mâni'-i kâm oldu bana

Nâ-murâd olmak dahi ğayri murâd oldu bana

Nûr-ı aynım sana etmem bunu etsem de helâl

Hasret-i çeşmin ile hâb harâm oldu bana

Ben de düşdüm heves-i âlem-i âba nâçâr

Gerdiş-i câm-ı safâ halka-i dâm oldu bana

Âh ki sen gibi âhûyı şikâr edemedim

Yohsa çok murg düşüp dâmıma râm oldu bana

Câmi'-i aşk-ı ruh-ı yâre duhûlümde Kemâl

Kûhken kamet edip Kays imâm oldu bana[227]

Cizre’deki 4 aylık hâkimlik mâcerâsından sonra 1930’dan 1954 Kasım’ına kadar 24 yıl bo­yunca Elazığ’da avukatlık yaparak emekli olmuştur.[228] Onu emekliliğe sevk eden âmiller ara­sında 1953’te hacca gitmesi ve dönüşte tansiyona bağlı olarak bir gözünü kaybetmesi de bu­lunmaktadır.

Ömer Naîmî Efendi 1954-1956’da Elazığ İmam-Hatip Okulu’nda Akâid, Arapça, Siyer ve Din derslerine girmiş ve Elazığ’da fahri vâizlik yapmış, İstanbul’daki münhal Adalar yahut Sa­rıyer müftülüklerinden birine atanma arzusunu 08.05.1956’da yazdığı bir dilekçe ile Diyânet İşleri Başkanlığına bildirmesi neticesinde 1956’da Sarıyer’e müftü olarak atanmıştır. Naîmî Efendi 1957-1962 arasında Beyoğlu müftülüğü yapmış, 1962’de Üsküdar Müftülüğü’ne tayin edilmişse de ağır şeker hastalığından kaynaklanan rahatsızlıkları sebebiyle göreve başlayama- mıştır. Ömer Naîmî Efendi 26 Mayıs 1966’da İstanbul’da, Moda’daki evinde vefât etmiş, Kuz­guncuk Nakkaştepe Mezarlığı’na defnedilmiştir.[229]

Ömer Naîmî Efendi yukarıda da bahsedildiği üzere İstiklâl Mahkemesi’nde yargılanmış, talebeliği sebebiyle bulunduğu Ankara’da ikamete mecbur edilerek bir müddet El'azîz’e girişi yasaklanmıştır. Bununla birlikte affedildikten sonraki dönemde, bilhassa Elazığda avukatlık ve Baro Başkanlığı yaptığı yıllarda Ömer Naîmî Efendi’yi CHP delegesi ve inkılâpların harâretli bir müdâfii olarak görmekteyiz. 1934’te Elazığ’da kurulan Halkevi’nin Başkan Yardımcılığı ve Kütüphane-Neşriyât Şubesi Başkanlığına getirilen Ömer Naîmî Efendi Elazığ Halkevi’nin ya­yın organı olan aylık Altan Dergisinin yayımlanmasını sağlamış, derginin yazar kadrosunda yer almış ve son sayısına kadar dergide faal bir şekilde vazife icrâ etmiştir.[230] Naîmî Efendi’nin kızı Prof. Dr. Canan Karatay bir gazete röportajında babasının çağdaşlığından bahseder­ken “29 Ekim balolarında babam beni kucağına alır, dansı öyle açardı.” demektedir.[231] Ömer Naîmî Efendi Cumhuriyet’in ilânının 15. yılına ithâfen mahallî gazete Turanda yayımladığı “Cumhuriyet’in Elazığ’daki Nurları” başlıklı yazı[232] ve Atatürk’ün vefâtı üzerine aynı gazetede yayımladığı “Atamız Öldü” yazısı[233] ile Atatürk’ü ve inkılâplarını niçin sahiplenmek gerektiği­ni anlatmıştır. Yine oldukça hissî bir üslupla kaleme aldığı “Atamın Mezarında” başlıklı şiirini önce Turan’da sonra da Altan’da yayımlamış, bu şiirde Atatürk’ün vefâtının ana-babasının ve yakın zamanda yitirdiği eşinin acısını bile bastırdığını, onun yokluğunun meydana getirdiği boşluğu hiçbir şeyin dolduramayacağını şu mısrâlarla dile getirmiştir:

Gözlerim çıksa benim ağlayarak kurtulsam

Ben de ayak dibinde kafilene katılsam

...

Atam bizi yarattın koydun nereye gittin

Türk milletini Atam matemlere gark ettin

...

Anam babam ölmüştü pek yakında âilem

Fakat bastırdı bunu senin ölümün Atam

...

On yedi milyon Türk’ü Türk eden o ataydı

Bizi bize tanıtan yaratan o ataydı

Napolyonlar, Fatihler artık anılmayacak

Atamın gayrisine tarih yazılmayacak

...

Evet Atam ölmedi ölmedi ölmeyecek

Milletinin kalbine ruh olup da sinecek

...

Başta îsmet İnönü arkasında Türkiye

 

 

Ömer Naîmî Efendinin Atatürk’ün vefâtı üzerine yazdığı şiirin tam metni.[234]

CHP’nin 17.11.1947’de gerçekleştirdiği Yedinci Büyük Kurultay’ına Elazığ’ı temsilen ka­tılan sekiz delegeden biri de Ömer Naîmî Efendi’dir.[235] Naîmî Efendi Beyoğlu Müftüsüyken onunla çalışma imkânı bulan Diyânet işleri Eski Başkanlarından Tayyar Altıkulaç, Naîmî Efendi ile ilgili iki hususun aklında kaldığını, bunlardan birinin onun işini ciddiyetle yapma­sı, diğerinin ise başından eksik etmediği fötr şapkası olduğunu söylemektedir.[236]

Ahmet Turan Arslan, Efendigil Sülâlesi’ni tanıttığı tebliğinde Ömer Naîmî Efendi’nin “uzun zaman Elazığ’ın cefâsını çekmesine rağmen kıymeti[nin] takdir edileme”diğini belirtmektedir.[237] Ancak o dönemi idrâk etmiş Elazığ’ın mütedeyyin ihtiyarları Naîmî Efendi’nin “Halk Fırkası’nın gadrine uğramış bir Müftü Efendi”nin oğlu olmasına rağmen “icâzetli din âlimi” kimliği ile Tek Parti döneminin yılmaz savunucusu olmasının şehrin din­dar halkı tarafından pek hoş karşılanmadığını belirtmektedirler. Hatta Naîmî Efendi’nin istanbul’a tayinini istemesinin temelinde şehirde her geçen gün artan ve kendisini bunaltan dedikoduların da etkisi vardır.[238]

A. Turan Arslan Hocamız, Ömer Naîmî Efendi’nin oğlu merhum Esad Bey’in, babasına 1960 İhtilâli’ni takip eden günlerde Milli Savunma Bakanının emir subayı olan yeğeni Talat Turhan vasıtasıyla Diyânet İşleri Başkanlığı”nın teklif edildiğini fakat onun bu görevi “siyâsî bir mevkî” olduğu düşüncesiyle kabul etmediğini kendisine söylediğini kaydetmektedir.[239] Fa­kat 06.06.2015’te Talat Turhan Bey’le Kuzguncuk’taki evinde yaptığımız görüşmede Talat Bey, dayısı Ömer Naîmî Efendi’ye asla böyle bir görev teklif etmediğini, o günleri gâyet iyi hatırla­dığını, böyle bir husus vuku bulsaydı bunu unutmasının mümkün olmayacağını belirtmiştir. Bu görüşmemizde orada bulunan Ömer Naîmî Efendi’nin kızı Canan Karatay Hanımefendi de o yıllarda zaten babasının hasta olduğunu ve bu sebeple böyle sorumluluğu büyük bir va­zifeyi yürütemeyeceğini ifade etmiştir.

1950’de Tek Parti iktidarının sona ermesiyle birlikte dinî sâhada faaliyet ve hizmet imkânına kavuşan Ömer Naîmî Efendi’nin geriye kalan ömrünü vâizlik, İmam-Hatip hocalı­ğı ve müftülük ile tamamladığını görmekteyiz. Talat Turhan Bey dayısının bu kararı almasın­da 1953’te hacca gitmesinin ve hac dönüşü Elazığ’daki mütedeyyin dostlarının baskısının da çok etkili olduğunu söylemektedir.[240]

O günlerin şâhitlerinden hâfız Abdullah Nâzırlı Hocaefendi ile yaptığımız görüşmede[241] Hocaefendi Ömer Naîmî Efendi ile ilgili iki hâtırasını bize şu cümlelerle nakletti: “1955’te El'aziz Şire Pazarı Câmii’nde imamdım. Naîmî Efendi İstasyon Mahallesi’deki evinden kalkar, benim arkamda namaz kılmaya gelirdi. Ramazân-ı Şerîf’te de okuduğum mukabeleye iştirâk ederdi. Ben cemaatin fıkhî seviyesinin çok yetersiz olduğunu müşâhede edince fıkıh bilgi­si çok kuvvetli olan Naîmî Efendiden cemaate sohbetler yapmasını istirham etmiştim. O da beni kırmayarak bir Ramazân boyunca teravih öncesi cemaate Ni'met-i İslâm’dan[242] dersler yapmıştı. Ben Şire Pazarı Câmii’nde her perşembe ikindi namazını müteakip Kasîde-i Bür’e’yi okurdum. Sesim güzeldi, cemaatimden bazı kimseler gibi Ömer Naîmî Efendi de husûsen beni dinlemeye gelirdi. Yine 1995’in bir perşembe günü ben kasîdeyi okurken Ömer Naîmî Efendiden bir Allaah!’ nidâsı koptu. Bu nidâyı öyle bir feryâd, öyle bir hıçkırık takip etti ki câmiye yıldırım düştü zannettim. Cemaat Efendi’nin başına toplanmış onu sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Bu heyecan karşısında ben de okumayı bıraktım.”

Ömer Naîmî Efendi hafif kızıl sakallı, boylu boslu, heybetli, bir gözü görmeyen, diğer gözünde de görmesini zorlaştıran benek bulunan bir zâtmış. Elazığ’ın emekli vâizlerinden Cemâleddin Emiroğlu Hocaefendi Naîmî Efendi’nin İmam-Hatip’te hocası olduğunu, kendi­lerine en-Nahvü’l-vâzıh’ı[243] okuttuğunu ifade etmektedir. Öğrenciler sınıfta önlerindeki kitap­tan bir ibâreyi çözemediklerinde “Benim bir gözüm kör, diğerinde de delik var! Buna rağmen sürekli okuyorum, çalışıyorum. Siz ise esas vazifeniz olmasına rağmen dersinize bakmadan buraya geliyorsunuz.” diye azarlarmış.[244]

Prof. Dr. Süleyman Ateş Hoca hâtırâtında Ömer Naîmî Efendi’ye dâir şunları kaydet­mektedir: “... Efendigil, geniş kültüre sahip, nüktedân bir insandı. Türk edebiyatına son dere­ce vâkıftı. Derslerde anlattığı her konuyu şiirlerle süsler, her konuya Osmanlı Türk edebiya­tından bir şiir veya beyit okurdu. Ben de onun okuduğu şiirleri hemen not eder ve o anda ez­berlemiş olurdum.”[245]

Ömer Naîmî Efendi’nin tarz-ı kadîm üzere yazılmış birkaç şiiri, El'azîz Halkevi tarafın­dan 1937’de neşredilen Halkımıza Miras İşlerini Öğretir- Miras Nasıl ve Kimlere Dağıtılır baş­lıklı 28 sayfalık kitapçığı[246] ve Elazığ Halkevi tarafından çıkarılan Altan dergisinde yayımlan­mış 10 yazısı mevcuttur.[247]

Ömer Naîmî Efendi iki evlilik yapmış, ilk eşi Harputlu İspirzâdeler’den Kambur Hamdi Efendi’nin kızı Nâciye Hanım vefât edince Fen Bilgisi öğretmeni Vasfiye Hanım’la (v. 1994) evlenmiştir. Nâciye Hanım’dan beş, Vasfiye Hanım’dan dört çocuğu dünyaya gelmiştir.

İlk eşinden olan çocukları Müfîde (v. ?), Nebihe (Gürsoy, v. 1982), Bedihe (Emek, v. 2011), Nezihe (Koloğlu, v. ?), Esad (Efendigil, v. 1999); ikinci eşinden olan çocukları ise Kemâl (Efen- digil, v. 1967), Mutîa Canan (E. Karatay), Zehra Candan (Uca) ve Ayşe Aydan (Sökmen)’dır.

Kemâleddin Efendi torunu Müfîde’nin doğum tarihini şu cümlelerle kaydetmiştir:

1333 16 Şevvâl’de ve 1331 14 Ağustos Cum'a gecesi [m. 27 Ağustos 1915] seherde hamd olsun hafîdem Müfîde Hanım dünyâya geldi. Cenâb-ı Hak dâreynde sa'îde ve şerî'at-i Ahmediyye’ye hâdime eyleyüp ebeveyni ile berâber fitne-i âhir zamândan masûn eyleye. Allâhümme’hfaznî ve ehlî ve evlâdî ve ahfâdî min şürûri hâze’z-zamân ve mesâ’ibi’d-devrân ve belliğnâ ilâ hâtimeti enfâsinâ bi’l-'izzi ve’s-sa'ati ve’l-îmân ve akrir emînen fi’d-dünyâ ve’l- âhireti bi-hurmeti’l-Kur’ân ve men enzele aleyhi’l-Furkân. Yâ Rahîmü yâ Rahmân. Âmîn ve’l- hamdü lillâhi Rabbi’l-'âlemîn.

Ve kultü fî târîhi tilke’l-mevlûdeti bi’t-ta'miye:

Yeni hafîdeme târih yazdılar “üç”ler

Müfîde Hanımı Rabbim bize 'atâ kıldı

(1330+3= 1333)[248]

Süleyman Ateş Hocamız’ın Ömer Naîmî Efendi’den naklen anlattığına göre, Kemâleddin Efendi torunu Bedihe’yi çok severmiş. Son zamanlarında hasta döşeğinde yattığı bir gün Bedihe’nin kendisini ziyarete gelmesine o kadar çok sevinmiş ki, Bedihe başı ucunda dedesi­ni seyrederken ona irticâlen şu beyti okumuş:

Hoş ol dem ki ser-i bâlînime yâr gele

Pürsiş-i hâtır-ı bîmârıma dildâr gele [249]

Ömer Naîmî Efendi’nin 1942’de dünyaya gelen oğlu Kemâl Bey Talas Amerikan Ortaokulu’nu bitirdikten sonra Robert Koleji’nden mezun olmuş, İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okurken babasının vefât etmesi üzerine bunalıma girmiş ve “Ben ba­basız yaşayamam.” diyerek 1967’de 25 yaşındayken intihar etmiştir.[250]

Hem Süleyman Ateş hem Canan Karatay Ömer Naîmî Efendi’nin ahlâk-ı hamîdesini, il­minin derinliğini, hâfızasının kuvvetliliğini, edebiyata olan vuküfunu ve hitâbetini övgüy­le anlatmaktadırlar. Süleyman Ateş Hocamız Naîmî Efendi’nin 1950’li yılların ortalarında Tevfîkiye Câmii’nde (Elazığ) İsmâil Hakkı Bursevî’nin Rûhu’l-Beyân adlı tefsirinden vaazlar verdiğini, Elazığ İmam-Hatip Lisesinde derslerine geldiğini, onun sayesinde onlarca beyit ez­berlediğini ve yeri geldikçe bunları hâlâ tekrarladığını ifade etmektedir.[251] Canan Hocahanım babasının hitâbet gücünü anlatırken Firuz Ağa Câmii’nde verdiği vaazlara İstanbul’un ücra köşelerinden cemaatin geldiğini, câminin dolup taştığını söylemekte, edebiyat sevgisini on­dan aldığını belirterek babasının Kemâleddin Efendi’den duyarak kendilerine sık sık okudu­ğu şu beyti hâlâ unutmadığını ifade etmektedir:

Nûr-ı aynım çalışıp kesb edegör sen yohsa

Pederin ilm ü kemâli sana kalmaz mîrâs (Sünbülzâde Vehbî)[252]

Ömer Naîmî Efendi Ankara Hukuk Mektebinde öğrenciyken hocalar derse girme­den önce İslâm hukuku ile ilgili malumâtı ondan alırlarmış. Daha başlangıçta Mektebe gi­riş esnâsında yapılan mülâkata medrese mollası olduğunu gösteren başındaki sarıkla katılan Ömer Naîmî Efendi’yi jüri önce küçümsemiş, ancak onun bilhassa fıkha dâir sorulara verdi­ği cevaplar jüriyi hayrete düşürmüş, kendilerinin bile bilmediği teferruatı kaynaklar göstere­rek anlatan Ömer Naîmî’yi dinleyen heyet arasında bulunan Yusuf Kemal Bey [Tengirşenk, v. 1969] Ömer Naîmî Efendi karşısındaki vaziyetlerini Fuzûlî’nin “Kâfir ağlar bizim ahvâl-i perîşânımıza” mısrâı ile dile getirmiştir.[253]

Bugün Elazığ İzzetpaşa Câmii’nde mahfuz sakal-ı şerîf Efendigil âilesine âittir. Ömer Naîmî Efendi Elazığ’dayken her Ramazân’da ve bayram günlerinde sakal-ı şerîf sandukasını tekbir ve salavâtlar eşliğinde kendisi ziyarete açarmış.

b2) Mü’mine

Dedesi Abdülhamid Hamdî Efendinin yazdığı doğum kaydına göre Kemâleddin Efendinin kızı Mü’mine, Zilka'de 1312/ Mayıs 1895’te dünyaya gelmiştir. ilgili kayıt şöyledir: “Sene 312 Zülka'detü’ş-şerîfe’de hafîdem Mü’mine binti Kemâleddin zîb-i mehd-i vücûd ol­du. Ce'alehallâhu mine’s-sâlihât ve’hfazhâ ve cemî'i evlâdinâ ve ahfâdinâ min fiten-i âhiri’z- zamân bi-câhi’n-nebiyyi’l-ekrem sallallâhu Te'âlâ aleyhi ve sellem.” Mü’mine, aynı varakta bulunan “Tüvüffiyet fî Cümâdi’l-ûlâ min seneti 318 ma'sûme. Ce'alehallâhu Te'âlâ lenâ ec- ren ve zahren ve şâfi'aten müşeffe'aten. Âmin.” şeklindeki kayda göre ancak 5 yıl yaşayabil­miş, Cemâziye’l-evvel 1318/ Eylül 1900’de vefât etmiştir.[254]

b3) Fatma Râşide [Turhan]

Dede Abdülhamid Hamdî Efendi’nin kaydına göre Fatma Râşide Hanım 6 Şevvâl 1317/ 7 Şubat 1900 tarihinde doğmuştur. Söz konusu kayıt şu şekildedir: “Sene 317 Şevvâl-i şerîfin altıncı günü pazartesi bi-mennihi Te'âlâ Fâtıma Râşide binti Kemâleddin zîb-i mehd-i vücûd oldu. Ce'alehallâhu Te'âlâ râşideten mehdiyyeten ve mine’s-sâlihâti ve’h-fazahâ ve iyyânâ ve cemî'i evlâdinâ ve ahfâdinâ ve ehli beytinâ min fiteni âhiri’z-zamâni ve min şürûri’l-insi ve’l- cânn. Bi-câhi nebiyyi âhiri’z-zamân sallî ve sellim aleyhi’r-Rahmân mahtelefe’l-melevân ve alâ âlihi ve ashâbihi ve ehli beytihi zevi’l-irşâdi ve’l-'irfân. Âmin” [255]

Kemâleddin Efendi de kızının doğumuna şu beyitle tarih düşürmüştür:

Söyledim târihini cevher gibi

Râşidemiz doğdu mehd-i 'âleme (1317)[256]

Canan Karatay’ın aktardığına göre gençliğinde Râşide Hanım’ın güzelliği dillere des­tan imiş. Harputlu anneler onu oğullarına istemek için konağa gelir giderlermiş. O günler­de konaktaki hizmetkârlardan biri[257] de ona âşık olmuş. Bu geliş gidişler, kahve pişirmeler, ağırlanıp uğurlanmalar ve “gelin gideceği” söylentileri onu dilhûn etmekte, fakat bu onul­maz derdi kimselere söyleyememektedir. Birgün bir şey almak için konağın odalarından birine girince Râşide Hanım’ın namaz kıldığını görmüş ve artık gizleyemediği duyguları­nı bugün çeşitli kaynaklarda “anonim” olarak kaydedilen şu Harput türküsünü yakarak di­le getirmiştir:

Odasına vardım namaza durmuş

Kaşları gözleri kendine uymuş

Sanırım karşımda bir aydır doğmuş

Söyleyin ahbâblar nasıl edeyim

Nazlı yârdan ayrılmışam nere gideyim.

Odasına vardım olur mu böyle

Ellerin koynunda merhamet eyle

Bir derdin olursa gel bana söyle

Söyleyin ahbâblar nasıl edeyim

Nazlı yârdan ayrılmışam nere gideyim.

Odasına vardım kahve pişirir

Kınalı parmaklar fincan döşürür

O yârin bakışı beni şaşırır

Söyleyin ahbâblar nasıl edeyim

Nazlı yârdan ayrılmışam nere gideyim...[258]

Ancak bu aşk türkülerde kalmış, Râşide Hanım yukarıda da bahsedildiği üzere Cum- huriyet’in ilân edildiği gün dönemin El'azîz savcısı Rize Çayeli eşrâfından Şerifoğullarına mensup Mehmed Şefik Bey [Turhan] ile evlenmiştir. Eşinin vazifesi dolayısıyla memleke­tin çeşitli yerlerinde bulunan, bilâhere Üsküdar-Kuzguncuk’a yerleşen Râşide Hanım 26 Mart 1989’da vefât etmiş ve Kuzguncuk Nakkaştepe mezarlığına defnedilmiştir.[259]

27 Mayıs 1960 askerî darbesinin subaylarından olan Talat Aydemir’in 22 Şubat 1962’teki ihtilal girişimlerini desteklediği ve ordu içinde “Genç Kemalistler Ordusu” adlı gizli örgütlen­meyi organize ettiği gerekçesiyle önce Afyon’a sürgün edilen, sonra tutuklanıp hapse atılan ve bu süreçte re’sen emekliliğe sevkedilen “ulusalcı-devrimci” Talat Turhan Bey (d. 2 Eylül 1924), Kemâleddin Efendi’nin kızı Râşide Hanım’ın oğludur.[260]

Râşide Hanım bir Osmanlı âlimi müftü efendinin kızı olmasına rağmen Talat Bey’in ifa­deleriyle söyleyecek olursak “Kıyâfeti, fikirleri ve yaşantısı ile aydın bir Cumhuriyet kadını ol­mayı tercih etmişti.” Bu tercihte elbette “Genç Cumhuriyet’in” savcılarından birinin hanımı olmasının payı büyüktür.[261]

b4) Abdülhamid Hamdî [Efendigil]

Âile arasında “Küçük Efendi” olarak bilinen Abdülhamid Hamdî Efendi Kemâleddin Efendi’nin ikinci oğludur. Küçük Abdülhamid, Kemâleddin Efendi’nin babası Abdülhamid Hamdî Efendi’nin 3 Safer 1320/ 12 Mayıs 1902’de vefât etmesinden 5,5 ay sonra 24 Şa'bân 1320/ 26 Kasım 1902’de dünyaya gelmiştir.[262] Kemâleddin Efendi, babasının hâtırasını yaşat­ması ve hayrü’l-halefi olması niyâzıyla ona Abdülhamid Hamdî adını vermiştir.

Kemâleddin Efendi’nin bu oğluyla ilgili doğum kaydı şöyledir: “1320 senesi Şa'bânü’l- mu'azzamın yigirmi [dördüncü][263] ve 1318 sene-i Rûmiyesi Teşrîn-i sânînin on üçüncü Çehârşenbe günü nehâren sâ'at dokuz buçuk râddelerinde mahdûm-ı âcizânem müsemmâ bi-peder-i muhterem kurretü’l-ayn-ı a'zam Abdülhamîd Hamdî Efendi lehü’l-hamd ve’l- minne kadem-nihâde-i âlem-i vücûd oldu. Cenâb-ı Hak Habîb-i Ekrem’i ve Peygamber-i Muhterem’i hürmetine mûmâ ileyhi mu'ammer ve âlim ve sâlih ve sâhib-i irfân kâmil ey- leyüp ebeveynine mutî' ve münkâd ve dâreynde mesrûrü’l-fuâd eyleyüp ve cedd-i muhte­remleri Efendi Hazretleri’nin yerine kâ’im edüp ilmen amelen ona nazîr bir üstâd-ı a'zam-ı bî-nazîr ederek Efendi merhûmu ğarîk-i rahmet ve cennetü’l-a'lâda nazîr-i sa'âdet etsin. Âmin. Allâhümme salli alâ seyyidinâ ve mevlâna ve alâ âlihi min külli lemhatin ve nefe­sin adede mâ vesi'ahu ilmullâh. Abdülhamîd Efendi nâmı avdet etdi'. mısrâ'ı târîh-i tâmdır. 1320.”[264]

Abdülhamid Efendi 1920’li yılların ortalarında Adliye Vekâleti Zât işleri Sicil Kalemi’nde kâtiplik yapmış, Ankara Meslek Mektebi’nde tahsil görmüştür. Yukarıda teferruatlı bir şekilde anlattığımız İstiklâl Mahkemesi sürecinden sonra kendi kabuğuna çekilip mütevâzı bir hayat yaşayan Abdülhamid Efendi, babasının arzu ve ümid ettiği “ilmiye” yolunu seçmemiş, bazı il­çelerde tapu müdürlüklerinde bulunmuş, son olarak da Devlet Demir Yolları’nda işe girerek emekli oluncaya kadar Haydarpaşa Garı’nda çalışmıştır. Abdülhamid Efendi 101 yaşındayken 1983’te İstanbul’da vefât etmiş, na'şı Karacaahmed Mezarlığı bitişiğindeki Seyit Ahmed Dere­si Mezarlığı’na gömülmüştür.

Abdülhamid Efendi iki evlilik yapmıştır. İlk hanımı Elazığ Mollaköy’lü Afîfe Hanım’dır. Afîfe Hanım genç yaşta beyin kanaması geçirerek vefât etmiş, Mollaköy’e defnedilmiştir. Bu evlilikten Ahmet Ferit Yüksel (Erdem, v. 1996), Sait (Efendigil, v. 1959), Vecihe (v. 2004) dün­yaya gelmiştir. Abdülhamid Efendi’nin kaptan pilot olan oğlu A. F. Yüksel Erdem Bey 6 Şu­bat 1996’da kullandığı yolcu uçağının Atlas Okyanusu’na düşmesi sebebiyle vefât etmiştir. Di­ğer oğlu gemi kaptanı Sait Erdem Bey yakalandığı mide kanseri sebebiyle henüz 33 yaşınday­ken hayata gözlerini yummuştur. Abdülhamid Efendi Afîfe Hanım’ın vefâtı üzerine aslen Be­yaz Rus olan Mahmûre (Solo) Hanım’la evlenmiş, çiftin bu evlilikten çocukları olmamıştır. Mahmûre Hanım 1974’te vefât ederek Seyit Ahmed Deresi Mezarlığı’na defnedilmiştir.

b5) Mehmed Nizâmeddin

Mehmed Nizâmeddin 16 Zilhicce 1323/ 10 Şubat 1906’da dünyaya gelmiştir. Kemâleddin Efendi’nin onun doğumuyla ilgili kaydı şu şekildedir: “Bihamdihi Te'âlâ üçüncü mahdûm Mehmed Nizâmeddin Efendi iş bu üçyüz yigirmi bir sene-i rûmiyesi Kânûn-ı Sânî’si yigirmi sekizinci ve üçyüz yigirmi üç sene-i Arabiyye’si Zilhicce-i şerîfesi on altıncı cumartesi günü fec­rin tulû'ı zamânında âlem-i vücûda kadem-nihâde oldu. Cenâb-ı Hak âlim ü kâmil ve ebevey­nine mutî' ve münkâd eyleye. Bi-hürmeti Nebiyyi’l-emîn.”[265] Ancak Nizâmeddin’le ilgili başka herhangi bir resmî yahut gayr-ı resmî kayda rastlayamamamız, Efendigil âilesinin bugün ya­şayan büyüklerinin onun hakkında hiçbir bilgiye sahip olmamaları ve Kemâleddin Efendi’nin ikinci oğlu Abdülhamid’in âile arasında “Küçük Efendi” olarak anılması Nizâmeddin’in erken yaşta vefât ettiğini göstermektedir.

Sonuç

Kemâleddin Efendi Osmanlı Devleti’nin Ma'mûretü’l-azîz/El'azîz’deki son, Türkiye Cumhuriyeti’nin de ilk müftüsüdür. O aynı zamanda dedelerinden tevârüs ettiği dört asırlık ilmî muktesebâtı ömrü boyunca kemâl-i ciddiyetle çalışarak zenginleştirmiş, İslâmî ilimle­rin telif geleneği içinde çok önemli yeri olan şerh ve tercüme sâhasına kıymetli katkılarda bu­lunmuş bir âlim, yüzlerce yıllık medrese sisteminin son temsilcilerinden tanınmış bir müder­ristir. Taşra hayatının her türlü zorluklarına ve imkânsızlıklarına rağmen tükenmeyen azmi ile bir yandan talebe yetiştirip ilmî eserler verirken öte yandan memleketin şöhretli ulemâsı ile irtibâtını koparmamaya azamî gayret sarfetmiştir. Harput’un zengin tasavvufî ikliminden de nasibini almış olan Kemâleddin Efendi şiirleri, edebî yazıları, fetvâları, sohbet ve vaazla­rı ile de yaşadığı dönemde adından söz ettirmiştir. Bir devrin bittiği yeni bir devrin başladı­ğı zaman dilimine denk gelen ömrüne savaşları, türlü istikrarsızlıkları, felâketleri sığdıran Kemâleddin Efendi Cumhuriyet’le birlikte peyderpey çıkarılıp tatbik ettirilen inkılâp kanun­larına istinâden önce azil ve sürgüne mahkûm edilmiş, sonra da yakalandığı ağır hastalıkla mücâdele etmek zorunda kalarak sessiz sadâsız terk-i hayât eylemiştir.

Bu makalede rahle-i tedrisinden geçmiş, vaazlarına iştirâk etmiş, sohbet halkalarında bulunmuş insanların da vefâtıyla birlikte neredeyse tamamen unutulan Harput’un bu bü­yük âliminin, El'azîz’in bu muteber müftüsünün, kökü XVI. asra uzanan bir ulûm-ı İslâm hânedânının âhir ömründe kıymeti bilinmeyen bu son vârisinin hayatı, eserleri ve âile efrâdı üzerinde durulmuştur. Kemâleddin Efendi’nin maruz bırakıldığı muâmele, değişen hayat tar­zı, başkalaşan şartlar ve burada tadâd etmeyi zâid bulduğumuz çeşitli gâileler onun evlâd ü ahfâdının farklı sahalara meyletmeleri neticesini doğurmuş; onun vefâtıyla birlikte ne yazık ki bir devir de nihâyete ermiştir.

Kemâleddin Efendi gibi Harput’a değer katan nice müftü, âlim ve müderris bulunmak­tadır. Son zamanlarda yapılan bazı çalışmalara bu zevâtın birkaçı konu edilmekteyse de ma­alesef bunların neredeyse tamamı tekrardan öteye geçmemektedir. Araştırmacıların akade­mik bilgiye ulaşmalarının geçmişe göre daha kolaylaştığı bu çağda Harput ulemâsıyla ilgili malumâtı hâlâ yalnızca merhum İshak Sunguroğlu’nun meşhur eserinden özetlemeleri, baş­ta çeşitli arşiv vesikaları olmak üzere yeni kaynaklara ulaşmamaları, bu zevâtın artık giderek sayıları azalan hâtıra sahibi torunlarıyla irtibâta geçmemeleri, Elazığ’ın o dönemi idrâk et­miş insanlarına kulak vermemeleri, dönemin matbuâtını yok saymaları büyük bir eksikliktir. Bu makalenin söz konusu ulemânın hayatlarının ve eserlerinin bahsettiğimiz zengin kaynak­lar esas alınarak teferruatlı bir biçimde incelenmesine vesile teşkil etmesi en büyük temenni­mizdir.

Kaynaklar

Arşiv Belgeleri

Diyânet İşleri Başkanlığı, Kemâleddin Efendi dosyası.

Diyânet İşleri Başkanlığı, Ömer Naîmî Efendi dosyası.

BOA, BEO, dosya nr. 2367, gömlek nr. 177459.

BOA, BEO, dosya nr. 2378, gömlek nr. 178310.

BOA, BEO, dosya nr. 3113, gömlek nr. 233410.

BOA, BEO, dosya nr. 3573, gömlek nr. 267955.

BOA, DH. MKT., dosya nr. 1304, gömlek nr. 14.

BOA, DH. MKT., dosya nr. 2657, gömlek nr. 34.

BOA, DH.MKT., dosya nr. 1287, gömlek nr. 52.

BOA, DH.MKT., dosya nr. 1293, gömlek nr. 25.

BOA, DH.MKT., dosya nr. 1293, gömlek nr. 65.

BOA, DH.MKT., dosya nr. 2676, gömlek nr. 65.

BOA, DH.MKT., dosya nr. 2760, gömlek nr. 86.

BOA, DH.ŞFR., dosya nr. 60, gömlek nr. 286.

BOA, HSD.AFT., dosya nr. 5, gömlek nr. 62.

BOA, MF.MKT., dosya nr. 507, gömlek. 40.

BOA, DH.MUÎ., dosya nr. 21-3, gömlek nr. 8.

Yazma Eserler

Îbnülemîn Mahmud Kemâl, Kâmilü’l-kemâl, ÎÜ Nadir Eserler Kütüphanesi, Îbnülemîn Blm., nr. 3341.

Îbn Vehbân, Ebû Muhammed Emînüddin, el-Manzûmetü’l-Vehbâniyye, Ankara Üniversitesi Îlâhiyat Fakültesi Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 35916.

Kemâleddin Harputî, Duâ Mecmûası, Ankara Üniversitesi Îlâhiyat Fakültesi Kütüphanesi, Yaz­malar Blm., nr. 89.

Kemâleddin Harputî, Tesbîtü’l-mefhûm fî tahkîki’t-tebe’iyyeti beyn’l-'ilmi ve’l-ma’lûm, AÜDTCF Kütüphanesi, Mustafa Con Blm., A, nr. 237.

Mecmûa, Ankara Üniversitesi Îlâhiyat Fakültesi Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36143.

Mecmûa, Ankara Üniversitesi Îlâhiyat Fakültesi Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 38182.

Mecmûa, Ankara Üniversitesi Îlâhiyat Fakültesi Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36.

Süyûtî, Câmiü’s-sağîr, Ankara Üniversitesi Îlâhiyat Fakültesi Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36447.

Süreli Yayınlar ve Salnameler

1325 Sene-i Hicriyyesine Mahsûs Sâlnâme-i Ma’ mûretul-azîz, [Ma'mûretü’l-azîz] Vilâyet Mat­baası, ty.

Altan Dergisi

Beyânü’l-Hak Dergisi

Cerîde-i Sûfiyye Mecmûası

Cumhuriyet Gazetesi

Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi

Hazîne-i Fünûn Mecmûası

ilmiye Salnâmesi, Matbaa-i Âmire 1334.

Ma'mûretul-azîz Gazetesi

Milliyet Gazetesi

Posta Gazetesi

Sâlnâme-i Nezâret-i Maârif-i Umûmiye, İstanbul 1321.

Satvet-i Milliye Gazetesi

Turan Gazetesi

Matbu Çalışmalar

Ahmed Hilmî, “Fâzıl-ı Şehîr Abdülhamîd Hamdî Efendi Rahmetullâh”, Cerîde-i Sûfiyye, XXIV/7 (İstanbul 1330), s. 6-7.

Akandere, Osman, “Damat Ferit Paşa’nın IV. Hükümeti Döneminde Kuvâ-yı Milliye İleri Gelen­leri Hakkında Verilen İdam Kararları”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, sy. 43 (Ankara 2009), s. 343-406.

Akgündüz, Ahmet, “Dede Cöngî”, DİA, İstanbul 1994, IX, 76-77.

Akyürekli, Mahmut, 1925 Diyarbakır-Elazığ Yargılamaları: Gerekçe ve Hükümleriyle Şark İstiklal Mahkemesi Kararları, I-II, İstanbul 2014.

, Şark İstiklal Mahkemesi: 1925-1927, İstanbul 2013.

Albayrak, Sadık, Son Devir Osmanlı Ulemâsı, I-V, İstanbul 1996.

Arslan, Ahmet Turan, “Harput’ta Bir Âlim Sülâlesi: Efendigil Âilesi”, Dünü ve Bugünüyle Harput: Sempozyum Tebliğleri, Elazığ 1999, II, 77-102.

Aslantürk, Ayşe Hümeyra, “Nesefî, Necmeddin”, DİA, İstanbul 2006, XXXII, 571-573.

Atatürk, Mustafa Kemal, Nutuk, I-III, İstanbul 1969.

Ateş, Süleyman, Bir Ömür Böyle Geçti, I-II, İstanbul ty.

Aybars, Ergün, İstiklâl Mahkemeleri, İzmir 1988.

Aydemir, Şevket Süreyya, Tek Adam, I-III, İstanbul 1999.

Aydoğmuş, Günerkan, Harput Kültüründe Din Âlimleri, Elazığ 1998.

Baktır, Mustafa, “İbn Melek”, DİA, İstanbul 1999, XX, 175-176.

Baytulluoğlu, Hamdi, “Milli Mücâdele Başlıyor”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, I/22 (İstanbul 1969), s. 41-43.

Bedîüzzamân Saîd Nursî, Barla Lahikası, İstanbul 2012.

Bican, Zekeriyya, Sekizinci Şehir: İz Bırakanlar, I-II, Elazığ 2011.

Bingöl, Abdülkuddûs, “Îsâgûcî”, DİA, İstanbul 2000, XXII, 488-489.

Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, I-III, İstanbul 1333.

C.H.P. Yedinci Büyük Kurultayı, [Ankara 1948].

Çelik, Recep, Milli Mücâdelede Din Adamları, I-II, İstanbul 1999.

Çevik, Mehmet - Haykır, Yavuz, “Elazığ Basınına Göre Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Elazığ’da Cumhuriyet Bayramı Kutlamaları (1925-1932)”, Türk Dünyası Araştırmaları, sy. 211 (İs­tanbul 2014), s. 195-226.

Dârüi-hilâfe Medreseleri Ders Cedvelleri ve Müfredât Programı, Ankara 1342.

Dârüi-hilâfetii-aliyye Medresesi Ders Programlarıyla Müderrisin Kadrosu ve Medâris Kanûnu ve Nizâmnâmesi, İstanbul 1338.

Demirel, Yurdal, Tarık Tahiroğlu’nun Hâtıralarıyla El'azizden Elazığ’a, Elazığ 2007.

Durmuş, İsmail - Elmalı, Hüseyin, “İbnü’n-Nahvî”, DİA, Ankara 2000, XXI, 163-164.

Durmuş, İsmail, “el-Avâmilü’l-mie”, DİA, İstanbul 1991, IV, 106-107.

_____ , “el-Emsile”, DİA, İstanbul 1995, XI, 166-167.

el-Aclûnî, İsmâîl b. Muhammed, Keşfüi-hafâ ve müzîlü’l-ilbâs ammâ iştehere minei-ehâdis alâ elsinetin-nâs (thk. Ahmed el-Kalâş), I-II, Beyrut 2000.

el-Ferfûr, Muhammed Sâlih, el-Muhaddisul-ekber ve imâmul-asr el-allâmetuz-zâhid es-seyyidüş- şerîf Muhammed Bedrüddîn el-Hasenî, Dımaşk 1986.

Elmalı, Hüseyin, “İbnü’n-Nahvî, el-Kasîdetü’l-münferice’si ve Tercümesi”, Dokuz Eylül Üniversite­si İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 16 (İzmir 2002), s. 37-56.

_______ , “İzhârü’l-esrâr”, DİA, Ankara 2001, XXIII, 506-507.

el-Mâlih, Muhammed Riyâd, Âlimul-ümme ve zâhidul-asr el-allâmetüi-muhaddisüi-ekber Bedrüddîn el-Hasenî, Dımaşk 1977.

Emiroğlu, Cemâleddin, İmam Efendi: Sohbetnâme, I-III, Elazığ 1983-1985.

Erdem, Ömer Naîmî, “Atamın Mezarında”, Altan, sy. 44-47 (Elazığ, Şubat 1938), s. 53.

, “Harput Şâirleri: Hacı Hayri”, Altan, sy. 24 (Elazığ, Mart 1937), s. 5-6.

, “Medenî Kanunun Bâriz Vasıfları”, Altan, sy. 44-47 (Elazığ, Şubat 1939), s. 41-46.

, “Tetkikler: Harput Şairleri”, Altan, sy. 39-42 (Elazığ, Eylül 1938), s. 39-40.

Ergün, Mustafa, “Ders Programları ve Ders Kitapları Tarihi-I: Medreselerde Okutulan Dersler ve Ders Kitapları”, Afyonkarahisar Üniversitesi Anadolu Dil-Tarih ve Kültür Araştırmaları Dergisi, sy. 1 (Afyon 1996), s. 7-37.

Fuzûlî, Dîvân, İstanbul 1268.

Gümüş, Sadrettin, “Cürcânî, Seyyid Şerîf”, DİA, İstanbul 1993, VIII, 134-136.

Güz, Nurettin, Tek Parti İdeolojisinin Yayın Organları Halkevleri Dergileri 1932-1950, Ankara 1995.

Has, Şükrü Selim, “Mülteka’l-ebhur”, DİA, İstanbul 2006, XXXI, 549-552.

Hatiboğlu, İbrahim, “Mesâbîhu’s-sünne”, DİA, Ankara 2004, XXIX, 258-260.

Haykır, Yavuz - Çevik, Mehmet, “Tek Parti Döneminde Elazığ’da Cumhuriyet Bayramı Kutlama­ları (1934-1945)”, Turkish Studies, sy. IX/7 (Ankara 2014), s. 331-377.

, “Elazığ (El'azîz) Halkevi Yayınları ve Altan Dergisi”, Türk Dünyası Araştırmaları, sy. 171 (İstanbul 2007), s. 211-237.

Hindî, Alâüddîn Alî el-Müttakî, Kenzü’l-'ummâl fî süneni’l-akvâl ve’l-efâl (thk. Bekrî Hayyânî- Saffet es-Sekkâ), I-XVIII, Beyrut 1985.

Hüseyin Vassâf, Kemâlü’l-kemâl: Bir Eski Zaman Efendisi İbnülemîn Mahmûd Kemâl (haz. İsma­il Kara-Fatih M. Şeker), İstanbul 2009.

İbn Asâkir, Târîhu Medîneti Dımaşk (thk. Muhibbüddîn Ebî Saîd Ömer b. Ğarâme el-Amravî), I-LXXX, Beyrut 1995-1996.

İnal, İbnülemîn Mahmud Kemâl, Son Asır Türk Şairleri, İstanbul 1988.

İpşirli, Mehmet, “Hüseyin Hüsnü Efendi”, DİA, İstanbul 1998, XVIII, 552-553.

, “Mahreç”, DİA, Ankara 2003, XXVII, 387-388.

İzgi, Cevat, “Halebî, Nûrüddîn”, DİA, İstanbul 1997, XV, 232-233.

Kallek, Cengiz, “el-Hidâye”, DİA, İstanbul 1998, XVII, 471-473.

Kandemir, M. Yaşar, “eş-Şemâilü’n-nebeviyye”, DİA, İstanbul 2010, 500-501.

, “eş-Şifâ”, DİA, İstanbul 2010, XXXIX, 134-138.

Kara, Muzaffer Ayhan, Atatürk’ün Yarbayı Talat Turhan İçin Ne Dediler, İstanbul 2004.

Karataş, Ahmet, “Harput Ulemâsından Müderris-Müftü Mehmed Kemâleddin Efendi’nin Rekâik: Hadîs-i Erbaîn Risâlesi”, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 48 (İstanbul 2015), s. 57-94.

Kemâleddin Harputî, “Kasîde-i Ferîde Tercemesi: Mukaddime”, Beyânü’l-Hak, III/62 (21 Cemâziye’l-evvel 1328), s. 1251-1252.

, “Makâme-i Sûfiyye”, Cerîde-i Sûfiyye, nr. 24/16 (6 Rebîü’l-evvel 1331), s. 3.

, Kasîde-i Münferice’nin Tahmîsiyle Berâber Türkçe Şerhi, Ma'mûretü’l-azîz 1317.

Keskinbora, H. Kadircan, Bilimde, Siyasette Milli Mücadelede Bir Işık: Esat Işık, İstanbul 2010.

Kılıç, Hulusi, “el-Kâfiye”, DİA, Ankara 2001, XXIII, 153-154.

Kınalızâde Hasan Çelebi, Tezkiretüş-Şuarâ [haz. Aysun Sungurhan Eyduran], Ankara 2009.

Koca, Ferhat, “Ferâizü’s-sirâciyye”, DİA, İstanbul 1995, XII, 367-368.

Kutay, Cemal, istiklâl Savaşının Maneviyat Ordusu, I-II, İstanbul 1977.

, Kurtuluşun ve Cumhuriyetin Manevî Mimarları, Ankara ty.

Küçük, Cevdet, “İstiklâl Mahkemeleri”, DİA, Ankara 2001, XXIII, 350-355.

, “Millî Mücâdele”, DİA, İstanbul 2005, XXX, 76-83.

Küçük, Hülya, Kurtuluş Savaşında Bektaşiler, İstanbul 2003.

Kütükoğlu, Mübahat S., “Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesi ve Kuruluşu Arefesinde İstanbul Med­reseleri”, İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, VII/1-2 [İstanbul 1978], s. 1-212.

, “Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesi”, DİA, İstanbul 1993, VIII, 507-508.

Mazıoğlu, Hasibe, Ahmet Remzi Akyürek ve Şiirleri, Ankara 1987.

Mısıroğlu, Kadir, Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücâhidler, İstanbul 1992.

“Milli Müdâfaa Döneminde Müdâfaa-i Hukuk Teşkilatları” (yay. haz. Tarih Araştırmaları Gru­bu), Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, II/19 (İstanbul 1986), s. 9-10.

Osman Bedreddin Erzurumî, Gülzâr-ı Sâminî, I-II, İstanbul 1993.

, Gülzâr-ı Sâminî: Mektûbât (haz. Ülker Yeniacun), I-II, İstanbul 2006.

Özbalıkçı, M. Reşit, “Muğni’l-lebîb”, DİA, İstanbul 2005, XXX, 384-386.

Özek, Ali, “el-Keşşâf”, DİA, Ankara 2002, XXV, 329-330.

Özel, Ahmet, “Haskefî”, DİA, İstanbul 1997, XVI, 387-388.

_______ , “İbn Âbidîn,”, DİA, İstanbul 1999, XIX, 292-293.

Özen, Şükrü, “Tenkîhu’l-usûl”, DİA, İstanbul 2011, XL, 454-458.

Pakalın, M. Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I-III, İstanbul 1971.

Resmî Gazete, 7 Nisan 1948.

Sarıkoyuncu, Ali, Milli Mücâdelede Din Adamları, I-II, Ankara 2007.

Sertoğlu, Midhat, “Millî Mücadele’ye Yardım Ettikleri İçin Cezalandırılmak İstenenlere Dair Yayın­lanmamış Belgeler”, Hayat Tarih Mecmûası, yıl 14, sy. 2 (Şubat, İstanbul 1978), s. 47-49.

Sunguroğlu, İshak, Harput Yollarında, I-IV, İstanbul 1958-1968.

Sünbülzâde Vehbî, Nuhbe-i Vehbî, İstanbul 1310.

Şeyhülislâm Yahyâ, Dîvân, İstanbul 1334.

Tahiroğlu, A. Tarık, “El'azîz Hatıraları (1929-1938)”, Türk Halk Kültüründen Derlemeler 1999, Ankara 2002, s. 123-192.

Taşkın, Ünal vd., Elazığ Eğitim Tarihi, Elazığ 2010.

Turan, Ömer, “Milli Mücâdele Lehine Kamuoyu Oluşumunda Din Adamları”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, XV/45 (Ankara 1999), s. 821-834.

Turhan, Talat, “Said-i Nursî’den Günümüze CHP’yi Tasfiye Operasyonu”, Türk Solu, sy. 75 (İstan­bul, 7 Şubat 2005), http://www.turksolu.com.tr/75/Turhan75.htm.

Türkgeldi, Ali, Mondros ve Mudanya Mütârekelerinin Tarihi, Ankara 1948.

Unan, Fahri, “Mevleviyet”, DİA, Ankara 2004, XXIX, 467-468.

Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Devletinin ilmiye Teşkilâtı, Ankara 1988.

Yavuz, Yusuf Şevki, “Tavâli'u’l-envâr”, DİA, İstanbul 2011, XL, 180-181.

Yenişehirli Avnî, Dîvân, İstanbul 1302.

Zengin, Zeki Salih, “Kurtuluş Savaşı Döneminde Medrese Öğretim Programları ve Ders İçerik­lerinin Düzenlenmesi Çalışmaları”, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, XLIV/1 (Ankara 2003), s. 187-226.

_____ , “Kurtuluş Savaşı Döneminde ve Cumhuriyet’in Başlarında Türkiye’de Medreseler ve Din Eğitimi, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, XLIII/2 (Ankara 2002), s. 277-313.

,“Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun Hazırlanmasından Sonraki İlk Dönemde Uygulanışı ve Din Eğitimi”, Dinî Araştırmalar, V/13 (Ankara 2002), s. 81-106.

Sözlü Tarih Çalışması

Abdullah Nâzırlı (d. 1920, Elazığ’ın manevî büyüklerinden, emekli Kur’an Kursu hocası. Görüş­me tarihleri: 28.08.2015-31.08.2015-Elazığ)

Cemâleddin Emiroğlu (d. 1940, Elazığ’ın manevî büyüklerinden, emekli vâiz. Görüşme tarihi­miz: 30.08.2015-Elazığ)

Dr. Tayyar Altıkulaç (d. 1938, Diyânet İşleri Eski Başkanı. Görüşme tarihimiz: 22.06.2015- İstanbul)

Feza Turhan Tosun (d. 1958, iş kadını, Talat Turhan Bey’in kızı. Görüşme tarihimiz: 06.06.2015- İstanbul)

Meral Kurulay, (d. 1958, ilkokul müdîresi, Abdülhamid Efendi’nin torunu, Vecihe Hanım’ın kızı. Görüşme tarihi: 10.08.2015-İstanbul)

Prof. Dr. Mutia Canan Efendigil Karatay (d. 1943, kardiyolog ve dâhiliye mütehassısı, Kemâleddin Efendi’nin torunu, Ömer Naîmî Eendi’nin kızı. Görüşme tarihleri: 05.06.2015-06.06.2015- İstanbul)

Prof. Dr. Süleyman Ateş (d. 1933, Diyânet İşleri Eski Başkanı, Ömer Naîmî Efendi’nin talebesi. Görüşme tarihi: 27.04.2015-İstanbul)

Talat Turhan (d. 1924, emekli albay, Kemâleddin Efendi’nin torunu, F. Râşide Hanım’ın oğlu. Gö­rüşme tarihi: 06.06.2015, 07.11.2015-İstanbul)



[16] Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Türk-İslâm Edebiyatı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.

Bu makalenin bir yılı aşan hazırlık ve yazım aşamalarında şehirler dolaşmam, devlet kuramlarına ve özel müesseselere defalarca mürâcaat edip müsbet neticeler almak için hayli çaba harcamam gerekti. Bu sebeple okuyucuların affına sığına­rak makalenin sağlıklı bir şekilde neticelenmesinde katkıları bulunan herkese teşekkürlerimi sunmak isterim. Bilhassa, Diyânet İşleri Başkanlığı makamına, konuyla bizzat ilgilenerek DİB Arşivindeki özel belgelere ulaşmamı sağlayan değerli Dekanımız Prof. Dr. Ali Köse Hocama, Efendigil âilesinin yazmalarından istifâde etmem hususunda büyük kolaylıklar sağlayarak kıymetli desteklerini esirgemeyen Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. İsmail Hakkı Ünal ve Prof. Dr. Mehmet Akkuş Hocalarıma, Diyânet İşleri eski Başkanlarından muhterem Prof. Dr. Süleyman Ateş Hoca­ma, Elazığ’ın manevî büyüklerinden Abdullah Nâzırlı ve Cemâleddin Emiroğlu Hocaefendilere, Kemâleddin Efendi’nin torunlarından Türkiye kamuoyunun yakından tanıdığı kıymetli bilim kadını Prof. Dr. M. Canan Efendigil Karatay’a ve sayın Talat Turhan Beyefendi’ye, Talat Bey’in kızı Feza Turhan Tosun Hanımefendi’ye, Kemâleddin Efendi’nin oğlu Abdülhamid Efendi’nin torunlarından Meral Kurulay Hanımefendi’ye, muhterem hocalarım Prof. Dr. Mustafa Uzun ve Prof. Dr. Ahmet Turan Arslana, kıymetli meslektaşlarım Yrd. Doç. Dr. Kenan Özçelik ve Abdullah Uğur Beye, İstan­bul Müftülüğü Eğitim Uzmanı Dr. Ayhan Işık’a, Yrd. Doç. Dr. Yavuz Haykır’a, kardeşlerim Yahya Karataş ve İbrahim Karataş’a, Elazığ İl Nüfus Müdürlüğü kısım şeflerinden sayın Yümnü Tek Beye sonsuz şükranlarımı arz ederim.

[17] DİB Arşivi, Kemâleddin Efendi Dosyası, terceme-i hâl varakaları; Mecmua-i Fetâvâ, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 37019, vr. 130b. Bu zevât hakkında teferruatlı bilgi için bk. İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, İstanbul 1959, II, 146-168.

[18] Bu konuda derli toplu bilgi veren ilk kaynak Kemâleddin Efendi’yle baba dostu olan İbnülemîn Mahmud Kemâl İnal’dır (Son Asır Türk Şairleri, İstanbul 1988, II, 853-855). İkinci kaynak ise Kemâleddin Efendi’nin talebesi ve oğlu Ömer Naîmî Efendi’nin arkadaşı İshak Sunguroğlu’dur (Harput Yollarında, II, 169-175). Merhum Sunguroğlu’nun aktardığı bilgiler İbnülemîn Bey’e göre daha teferruatlıdır. Kemâleddin Efendi ile ilgili yapılan neşriyâtın neredeyse tamamının (kitap bölümleri, ansiklopedi maddeleri, makalelerden bölümler, yazılı-sözlü bildiriler, internet sitelerin­deki kayıtlar vs.) İbnülemîn ve Sunguroğlu’nun kaydettiği bilgilerin ya olduğu gibi tekrarından ya bunların sadeleş­tirilerek aktarılmasından yahut özetinden ibaret olması, geriye kalanların büyük bir kısmının da maalesef yanlış ve kaynağı belirsiz malumât ihtivâ etmesi sebebiyle çalışmamızda bunlara yer vermedik. Bu neşriyât arasında Ahmet Turan Arslan’ın tebliği (“Harput’ta Bir Âlim Sülâlesi: Efendigil Âilesi”, Dünü ve Bugünüyle Harput: Sempozyum Teb­liğleri, Elazığ 1999, II, 77-102) ile Günerkan Aydoğmuş’un kaydettiği bazı bilgileri (Harput Kültüründe Din Âlimleri, Elazığ 1998, s. 57-59) Kemâleddin Efendi’nin biyografisine katkı sağladığı için istisnâ kabul etmemiz gerekir.

[19]  Abdülhamid Efendi’nin bu tarih kaydı başka bir yazmada da mevcuttur. Orada “gidilüp” kelimesi “gidüp” şeklinde. bk. Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36, vr. 147a.

[20]  Diğer yazmada “ihsânına” kelimesi yok (Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36, vr. 147").

[21]  Harput’ta “Deli Hacı” olarak anılan Mehmed Saîd Mansûr Efendi 25 Rebîü’l-âhir 1274/13 Aralık 1857de dünyaya gelmiştir (Doğum kaydı için bk. Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36, s. 147). Eğitimini tamamladıktan sonra Sâre Hatun Medresesi müderris ve vâizliğine atanmış, yaptığı tesirli vaazlarla büyük şöhret kazanmıştır. Hattâ mebus olduğu 1913-1918 seçim devresinde Sadrazam Talat Paşa’nın isteği ile Meclis-i Mebûsân kürsüsünde bile vaaz vermiştir. Âlim, fâzıl, zekî, natûk bir zât olan Saîd Efendi 28 Rebîü’l-âhir 1345/ 4 Kasım 1926’da Harput’ta vefât etmiş­tir. O sıralar Samsun’da sürgünde bulunan Kemâleddin Efendi ağabeyinin vefâtına bir tarih manzûmesi yazmış, bu manzûme merhum Sunguroğlu’nun kaydına göre Saîd Efendi’nin mezartaşına hakkedilmiştir. Ancak yaptığımız ince­lemede söz konusu şiirin yazılı olduğunu zannettiğimiz ayak kısmındaki şâhidenin mezardan koptuğunu ve yazısının tamamen silinmiş olduğunu gördük. (Saîd Efendi hakkında daha teferruatlı bilgi için bk. İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 163-168.)

[22] Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36143, vr.nr. yok. Kemâleddin Efendi’nin ablalarından ikisi babala­rının sağlığında vefât etmişlerdir. Hamdî Efendi aynı varağa bu çocuklarının vefât tarihlerini de kaydetmiştir. Ancak “Tüvüffiyet rahimehallâhu Te'âlâ...” şeklinde başlayan her iki vefât kaydında da maalesef isim yoktur. Kemâleddin Efendi de 1311’de vefât eden ablası için “Bir âh ile cevher gibi târîhini yazdım/ Lâyık idi ki hemşîremiz cennete gitdi” beytini tarih olarak düşürmüştür (Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36, s. 149).

[23]  Osmanlı’nın son sadrazamlarından Yusuf Kâmil Paşa (v. 1293/1876) Harput’ta bulunan yıkık bir medresenin yeniden yapılması için Sadâret’e gönderilen resmî yazıyı ilgili Bakanlıklara (Evkaf ve Mâliye) havâle etse de çeşitli bahaneler­le işin akîm kalacağını düşünerek bizzat kendisi medresenin yapımını üstlenmiş ve Harput’ta kendi ismine izâfetle “çok güzel, bol ziyâlı ve sıhhî bir medrese” (Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 20) inşâ ettirmiş, muntazam bir kü­tüphane de meydana getirerek medresenin başına İbnülemîn’in ifadeleriyle “Türklüğün medâr-ı iftihârı olan büyük âlimlerden” Abdülhamid Hamdî Efendi’yi atamıştır. Abdülhamid Hamdî Efendi’nin vefâtından sonra müderrislik ve mütevellî vazifesini “allâme-i müşârünileyhin mahdum-ı sânîsi üdebâ-yı fuzalâdan Kemâleddin Efendi” üstlenmiş, “babasının isrini takip, medrese ve kütüphânenin maddî ve manevî ma'mûriyetini idâme” ettirmiştir (İbnülemîn Mahmud Kemâl, Kâmilü’l-kemâl, İÜ Nadir Eserler Kütüphanesi, İbnülemîn Blm., nr. 3341, vr. 126a; a.mlf., Son Sad­razamlar, İstanbul 1982, I, 245). Yusuf Kâmil Paşa husûsî kütüphanesini Harput’taki medreseye bağışladığını vasiyet etmesine rağmen vefât sonrası Paşa’nın kethüdâsı “Bu kadar kitabın Harput’a kadar gönderilmesi dünyanın parasına mütevakkıfdır. Şimdi hâl müsâid değildir.” diyerek buna mâni olmuştur. (İbnülemîn, “binlerce cilt nefis ve nâdir kitabı ihtivâ eden” bu kütüphanenin âkıbeti hakkında malumâtı bulunmadığını beyan etmektedir [daha teferruatlı bilgiler için bk. İbnülemîn, Kâmilü’l-kemâl, 124b-127a]). Tevhid-i Tedrisât Kanunu (1342/1924) sonrası yayımlanan genelge ile medreselerin kapatılması kararı alınınca bu medrese de kapanmış, 1926’da da Muhâsebe-i Husûsiye (İl Özel İdare­si) tarafından satılmış ve yıktırılmıştır (İbnülemîn Mahmud Kemâl İnal, Son Asır Türk Şairleri, II, 854).

[24]  Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36, s. 147.

[25]  Emsile: “Nasara” fiilinin çekimleri ve bunların Türkçe izâhını ihtivâ eden müellifi bilinmeyen bir eserdir. Emsile Os­manlı medreselerinde Arapça derslerinde ilk okutulan ve ezberletilen eserdi. Binâ: Tam adı Binâü’l-ef âl olan bu ki­tap fiil kalıplarından bahsetmektedir. Öğrencilere Emsile’den sonra müellifi bilinmeyen bu eser okutulurdu. Maksûd: Fiillerin vezinlerinden ve kalıplarından bahseden bu eserin de müellifi meçhuldür. Öğrenciler Arapça derslerinde Emsile ve Binâdan sonra bu eseri okuyup ezberlemeye geçerlerdi. îzzî: İzzeddin ez-Zencânî’nin (v. 655/1257’den son­ra) yazdığı el-îzzî fi’t-Tasrîf adlı sarf (kelime bilgisi) ilminden bahseden bu eser medreselerde okutulan kitapların dördüncüsünü oluştururdu. Merâh: Ahmed b. Ali b. Mes'ûd’un (v. 700/1300 civarı) tam adı Merâhu’l-ervâh olan bu eser geniş muhtevâlı bir sarf kitabıdır. Osmanlı medrese kültüründe “sarf cümlesi” olarak tanımlanan bu beş eserde talebeye basitten mürekkebe doğru sarf ilmi öğretilmekteydi. Medrese talebeleri arasında bu eserler şu tekerleme ile anılırdı: Emsile evlek evlek/ Binâ ballı börek/ Maksûd karış kuruş/ îzzîde kırıldı kiriş/ Kıçın varsa Merâh’a giriş.” (bk. İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 13; İsmail Durmuş, “el-Emsile”, DîA, İstanbul 1995, XI, 166-167.)

[26] Avâmil: Abdülkâhir el-Cürcânî (v. 474/1081) asıl adı el-Avâmilü’l-mie olan bu eserinde Arapça’da terkib ve kelimelerin i'râbına tesir eden 100 âmili birer örnek ile ele almıştır. Birgivî’nin de (Takıyyüddin Mehmed, v. 981/1573) aynı adlı eseri medreselerde Cürcânî’ninkiyle birlikte okutulduğundan Cürcânî’nin eserine el-Avâmilü’l-atîk, Birgivî’ninkine el-Avâmilul-cedîd denilmiştir (İsmail Durmuş, “el-Avâmilü’l-mie”, DîA, İstanbul 1991, IV, 106-107). îzhâr: Birgivî’nin tam ismi îzhârü’l-esrâr olan bu eseri Avâmil’in mufassal şerhi mâhiyetindedir. (Geniş bilgi için bk. Hüseyin Elmalı, “İzhârü’l-esrâr”, DîA, Ankara 2001, XXIII, 506-507.) Kâfiye: Osmanlı medreselerinin nahivle ilgili en önemli eser­lerinden biri olan el-Kâfiye Cemâlüddin İbnü’l-Hâcib (v. 646/1249) tarafından kaleme alnmıştır. (Ayrıntılı bilgi için bk. Hulusi Kılıç, “el-Kâfiye”, DîA, Ankara 2001, XXIII, 153-154.) Molla Câmî: Çok yönlü bir âlim ve sûfi olan Abdurrahmân Câmî’nin (v. 898/1492) İbn Hâcib’in Kâfiye’sine yazdığı el-Fevâidü’z-ziyâiyye adlı şerhtir. Ancak eser medreselerde şârihine izâfeten Molla Câmî diye meşhur olmuştur. “Nahiv cümlesi” yahut “nahiv mecmûası” olarak nitelendirilen bu dört eser sarf kitaplarıyla birlikte medreselerde sırasıyla okutulur, ezberletilirdi.

[27] Birgivî’nin nahve dâir Arapça eseridir. İbnü’l-Hâcib’in el-KâfiyeSinin Kadî Beyzâvî tarafından yapılan Lübbü’l-elbâb fî ilmi’l-i'râb adlı muhtasarının şerhidir. (Emrullah Yüksel, “Birgivî”, DîA, İstanbul 1992, VI, 193.) Medreselerde umûmiyetle Molla Câmî’den sonra okutulurdu.

[28] Zencânî’nin yukarıda bahsetiğimiz el-îzzî adlı sarf ilmine dâir eserine Teftâzânî’nin yaptığı şerhe Dede Cöngî (Kemâlüddin İbrâhim b. Bahşî, v. 975/1567) tarafından yazılan hâşiyedir. Eserin asıl adı Hâşiye alâ Şerhi’l-îzzî fi’t- tasrîf li’t-Teftâzânî olup medrese talebe ve ulemâsı arasında Dede Cöngü şeklinde adlandırılmıştır. (Teferruatlı bilgi için bk. Ahmet Akgündüz, “Dede Cöngî”, DîA, İstanbul 1994, IX, 76-77.)

[29] İbn Hişâm en-Nahvî’nin (v. 761/1360) tam adı Muğni’l-lebîb an kütübi’l-e' ârib olan ve nahvin bütün konularını ihtivâ eden mufassal eseridir. (Teferruatlı bilgi için bk. M. Reşit Özbalıkçı, “Muğni’l-lebîb”, DîA, İstanbul 2005, XXX, 384­386.)

[30] el-Mutavvel fi’l-me'ânî ve’l-beyân: Sa’deddin Teftâzânî’nin (v. 792/1390) Hatîb Kazvînî’nin (v. 739/1338) Telhîsü’l- miftâh’ına yaptığı şerhtir. Telhîsü’l-miftâh ise Ebû Yakub Sekkâkî’ye âit (v. 626/1229) Miftâhu’l-ulûm adlı kitabının belâğata dâir üçüncü bölümünün muhtasarıdır. Miftâhu’l-ulûm: Sekkâkî’nin sarf, nahiv ve belâğat olmak üzere üç bö­lümden oluşan meşhur kitabıdır. Medreselerde talebelerin seviyesine göre her üç eser de sırasıyla okutulurdu. Seyyid Şerîf Cürcânî’nin (v. 816/1413) Hâşiye ale’l-Mutavvel’i de hocanın isteğine göre okutulan kitaplardandı.

[31] Furfûriyûs (Porphyrios)’un (v. 304) Aristo’nun Kategoriler adlı mantık kitabının anlaşılmasını sağlamak amacıyla yaz­dığı Eisagoge adlı eserinin İslâm kültür dünyasında meşhur olmuş adıdır. (Geniş bilgi için bk. Abdülkuddûs Bingöl, “Îsâgûcî”, DîA, İstanbul 2000, XXII, 488-489.)

[32]  Ebü’l-ferec Nûrüddîn Ali Halebî’nin (v. 1044/1635) es-Sîretü’l-Halebiyye: İnsânü’l-'uyûn fî sîreti’l-emîni’l-me’mûn isimli Peygamber Efendimiz’in hayatını anlatan eseri Halebî veya Siyer-i Halebî diye meşhur olmuştur. (Cevat İzgi, “Halebî, Nûrüddîn”, DİA, İstanbul 1997, XV, 232-233.)

[33]  Hanefî fıkıh âlimlerinden Muhammed es-Secâvendî’nin (v. 596/1200) miras hukukuna dâir eseridir. Eserle ilgili on­larca şerh, muhtasar ve tercüme bulunmaktadır. Eser bazı müellifler tarafından manzûme hâline getirilmiştir. (Daha geniş bilgi için bk. Ferhat Koca, “Ferâizü’s-sirâciyye”, DİA, İstanbul 1995, XII, 367-368.)

[34]  Hanefî fıkıh âlimi Haskefî ed-Dımeşkl’nin (v. 1088/1677) Abdullah et-Timurtaşî’nin (v. 1004/1595) Tenvîrü’l-ebsâr adlı eserine yazdığı şerhtir. Bu şerhe XIX. asır âlimlerinden İbn Âbidîn de (Muhammed Emîn b. Ömer, v. 1252/1836) Reddü’l-muhtâr adını verdiği beş ciltlik bir hâşiye yazmıştır. Hanefî fıkhının esaslarını izâh eden her iki eser de med­reselerin temel kaynaklarındandır. (Teferruatlı bilgi için bk. Ahmet Özel, “Haskefî”, DİA, İstanbul 1997, XVI, 387-388; a.mlf., “İbn Âbidîn,”, DİA, İstanbul 1999, XIX, 292-293.)

[35]  İsmâil Hakkı Bursevî’nin (v. 1137/1725) Yazıcızâde Mehmed Efendi’nin (v. 855/1451) Muhammediye’sine yaptığı şerh olan eser Ferâhu’r-rûh olarak da bilinir.

[36]  Kâmil Paşa Medresesi 1926’da yıkıldıktan sonra (yk.bk. 7. dipnot), Medrese’nin ilmî vârisi olan Kemâleddin Efendi zengin kitap koleksiyonunu konağında şahsî kitaplarıyla birlikte muhâfaza etmiştir. Kemâleddin Efendi’nin vefâtından sonra bu eserler oğlu Ömer Naîmî Efendi’de kalmıştır. Gerek medreseden intikâl eden, gerekse büyük babalarından itibaren silsile silsile Ömer Naîmî Efendi’ye kadar ulaşan 900’e yakın yazma, 3000 kadar da matbu kitap onun da vefâtından sonra 17.07.1972’de Kemâleddin Efendi’nin kızı Râşide Hanım ve torunlarının muvâfakatı ile Ankara Üni­versitesi İlâhiyat Fakültesi’ne bağışlanmıştır. Efendigil âilesi bu kitapları önce Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne bağış­lamak istemişlerdir. Ancak Beyazıt Devlet Kütüphanesi yetkilileri kitapları âilenin tek tek sayması ve tasnif etmesi karşılığında alabileceklerini söylemişler, âilenin böyle bir imkânı olmadığından Ankara Milli Kütüphane’ye mürâcaat edilmiş, onlar da aynısını söyleyince âile Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’ne başvurmuştur. İlâhiyat Dekanlığı “Siz bağışlayın yeter. Biz onları sayar, tasnif ederiz.” deyince, kitaplar 1972’de oraya bağışlanmıştır. (Canan Karatay’la yaptığımız görüşmeden. 05.06.2015.) Bu kitaplar kurulan bir komisyon tarafından incelenmiş ve kitaplara “Efendigil Âilesi Bağışı 1972” yazılı mühür vurulmuştur. Ancak bu eserler kütüphanede özel bir koleksiyon şeklinde muhâfaza edilmek yerine diğer eserlerin arasına genel tasnife göre dağıtıldığı için Efendigil âilesine âit bir kitabı tespit edebilmek ancak kitapları tek tek inceleyip “Efendigil” mührünü bulma neticesinde mümkün olabilmektedir. Bu da Efendigil Koleksiyonu’ndan istifâdeyi hayli zorlaştırmaktadır.

TDV İslam Araştırmaları Merkezi Kütüphanesi’ndeki (İSAM, İstanbul) araştırmalarımız sırasında rastladığımız Siyelkûtî 'ale’l-Celâl (Demirbaş Nr. 022512, GNL. 297.4 İCİ.A) adlı Arapça risâlenin (İstanbul 1271) ilk sayfasında yer alan “Min kütübi’l-faklr ilâ rahmeti Rabbihi’l-kadîr el-Hâc ' Ömer en-Na'îmî el-Müftî bi-Harput sâbıkan” kay­dı ve mührü, eserin ilk ve son sayfalarındaki “Harputlu Efendigil Âilesi Bağışı 1972” kaşesi ve yine son sayfadaki “Mübâdele: AÜ İlâhiyat Fakültesi, 11 Ağustos 1993” şeklindeki bilgi notu Efendigil Koleksiyonu’nun maalesef AÜ İlâhiyat Fakültesi bünyesinde bütünüyle muhâfaza edilemediği, muhtemelen kütüphanenin genel koleksiyonunda mevcut olduğu için mükerrer duruma düşen Efendigil eserlerinin başka yerlere verildiğini göstermektedir. Girişim­lerimize rağmen bu eserleri ve gönderildiği yerleri tespit etmemiz resmî kurumlarda her adımda karşımıza çıkan mevzuât sebebiyle şimdilik mümkün olamamıştır.

Netice itibariyle AÜ İlâhiyat Fakültesi Türk-İslâm Edebiyatı Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mehmet Akkuş Hoca­mızın himâyelerinde AÜ İlâhiyat Fakültesi Kütüphanesi’nde hâlihazırda mevcut olan Efendigil Âilesi’nin kitaplarını yeniden tespit, tertip ve muhtevâlarını belirleme çalışmalarımız devam etmektedir. Zaman alacak bu çalışmamızı bitirdiğimizde elde ettiğimiz bilgileri kitap olarak yayımlamayı düşünüyoruz.

[37] İshak Sunguroğlu’nun “Manzume-i Vehabbin” dediği eser bu olsa gerektir (bk. Harput Yollarında, II, 170). el-Manzûmetü’l-Vehbâniyye’nin Efendigil Yazmaları arasında bulunan nüshası 42 varaktır (Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Yazmaları, nr. 35916).

[38] İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 170. Yaptığımız araştırmalarda Sunguroğlu’nun “meşhur” kay- dıyla zikrettiği bu isimde manzum bir eserin varlığına ve medreselerde okutulduğuna dâir bilgiye ulaşa­madık. Kataloglarda iki zâtın Mîzânü’l-adl adıyla eser yazdıkları kayıtlıdır. Bunlardan biri Amasyalı Hoca Abdülkerim Efendi’nin (v. 1303/1886) 1275/1859’da kaleme aldığı Mîzânü’l-adl fi’l-mantık adlı mantık risâlesidir ve 1276/1860’da İstanbul’da basılmıştır. Diğeri Harputlu âlim Hacı İbrahim Lebîb Efendi’nin (v. 1320/1902) 1303/1886’da Ma'mûretü’l-azîz’de basılan Mîzânü’l-adl adlı matematik risâlesidir.

[39] Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36, s. 156.

[40] Mecmûa, AÜÎF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36, s. 148.

[41]  Îshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 171.

[42] Ahmet Turan Arslan, “Harput’ta Bir Âlim Sülâlesi: Efendigil Âilesi”, Dünü ve Bugünüyle Harput: Sempoz­yum Tebliğleri, II, 87. Günerkan Aydoğmuş bu hâdisenin Kemâleddin Efendi on yaşındayken gerçekleş­tiğini kaydetmektedir (bk. Harput Kültüründe Din Âlimleri, s. 57).

[43]  Îshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 170.

[44] bk. İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, I, 275. Kemâleddin Efendi’nin Ağa Câmii’nde teravih kıldırdığı Ramazânların ikindi namazı sonralarında da ağabeyi Hacı Mehmed Saîd Efendi vaaz verirmiş (a.g.e., I, 298).

[45] İcâzetler için bk. DİB Arşivi, Kemâleddin Efendi dosyası.

[46] Hz. Peygamber’le başlayıp Hz. Ali ile devam eden, Ebû Hanîfe, İmâm Gazzâlî, Fahreddin Râzî, Celâleddin Devvânî ve daha birçok zevâttan sonra Kemâleddin Efendi’nin dedelerine kadar gelen ve icâzeti veren baba Abdülhamîd Efendi ile nihâyete eren ulemâ silsiledir. Kemâleddin Efendi’nin Diyânet İşleri Başkan­lığı Arşivi’ndeki husûsi dosyasında bulunan icâzetlerini ayrı bir çalışmada ele almayı düşünüyoruz.

[47] İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 34.

[48] Hayatı hakkında teferruatlı bilgi için bk. Muhammed Sâlih el-Ferfûr, el-Muhaddisü’l-ekber ve imâmü’l- asr el-allâmetü’z-zâhid es-seyyidü’ş-şerîf Muhammed Bedrüddîn el-Hasenî, Dımaşk 1986; Muhammed Riyâd el-Mâlih, Âlimü’l-ümme ve zâhidü’l-asr el-allâmetü’l-muhaddisü’l-ekber Bedrüddîn el-Hasenî, Dı­maşk 1977.

[49] İbnülemîn Mahmud Kemâl İnal, Son Asır Türk Şairleri, İstanbul 1988, I, 533.

[50] İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 171. Kemâleddin Efendi’nin aşağıda neşrettiğimiz hizmet cetve­linde Kâmil Paşa Medresesi’ndeki resmî vazifesi yer almamaktadır.

[51]  1867’ye kadar Harput olarak anılan şehir, 1830’lardan itibaren eteklerindeki Mezra denilen ovaya doğru yayılmış, Sultan Abdülaziz’in tahta çıkışının (1862) beşinci yılında onun ismine izâfeten Ma'mûretü’l- azîz olarak adlandırılmıştır. Resmî olarak bu isim kullanılmışsa da halk ibareyi kısaltarak El'azîz demeyi tercih etmiş ve XIX. asrın sonlarından 1937’ye kadar şehir devlet ricâli tarafından da bu isimle anılmıştır. 1937’de Atatürk’ün şehri ziyareti esnâsında El'azîz’in Elazık’a çevrilmesi uygun görülmüş, 18.12.1937’de Bakanlar Kurulu kararıyla bu isim değişikliği tescillenmiş, bilâhare söyleniş kolaylığı sebebiyle Elazığ olarak değiştirilmiştir. Makalemizde şehrin isimlerini kullanırken belgeleri, alıntıları ve aktardığımız bu kronolojiyi esas aldık.

[52] Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), DH.MUİ., dosya nr. 21-3, gömlek nr. 8, belge nr. 13.

[53]  10 Zilka'de 1332/29 Eylül 1914’te Islâh-ı Medâris Nizâmnâmesi ile önce İstanbul’daki medreseler Dârü’l- hilâfeti’l-aliyye adıyla birleştirilmiş, sonra bu uygulama peyderpey taşrada da gerçekleştirilmiştir. Buna binâen Harput’ta 1333/1915’te kurulan Dârü’l-hilâfe Medresesi diğer Dârü’l-hilâfe’ler gibi üç sene ihzârî (hazırlık), üç sene ibtidâ-i hâriç (tâlî kısm-ı evvel), üç sene de ibtidâ-i dâhil (tâlî kısm-ı sânî) olmak üzere dokuz yıllıktı (Aslında kuruluş nizâmnâmesine göre bu medreseler her bir kısmı dörder yıl sü­recek üç dönemden ibâretti. Ancak 1335/1917’de Musa Kâzım Efendi’nin şeyhülislâmlığı sırasında bu devreler üçer yıla indirildi). Dokuzuncu sınıfı bitirenler ise iki yıllık sahn (kısm-ı âlî) bölümüne devam ederlerdi. Öğrenciler sahndan sonra da öğrenimlerine devam etmek isterlerse imtihâna alınır, başarılı oldukları takdirde İstanbul’daki Süleymâniye Medresesi’ne (Medresetü’l-mütehassisîn) gelirler ve üç yıl­lık müfredâta tâbi olurlardı. Buna göre, ibtidâ-i hâriç kısmını bitirenler köy câmilerinde imam-hatip, köy okullarında muallim; ibtidâ-i dâhili bitirenler şehir câmilerinde imam-hatip, ibtidâî ve numûne mektep­lerinin ulûm-ı dîniyye dersleri muallimi ve hâfız-ı kütüp; sahnı bitirenler Meşîhat, Evkaf ve müftülük­lerde memur, ibtidâ-i dâhil ve hâriç medreselerinde idâreci, muallim, müderris, tabur imamı ve bunlara muâdil işlerle memur olurlardı. Süleymâniye’den mezun olanlar ise müftü, kürsü şeyhi, Dârü’l-hilâfe medreselerinde müderris, idâreci, sefâret ve alay imamı yahut dengi görevlere memur olarak atanırlardı. (Daha teferruatlı bilgi için bk. Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesi Ders Programlarıyla Müderrisin Kadrosu ve Medâris Kanûnu ve Nizâmnâmesi, İstanbul 1338, 3-5, 7, 33-36. maddeler [s. 19, 28-29]; Mübahat S. Kütükoğlu, “Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesi ve Kuruluşu Arefesinde İstanbul Medreseleri”, İslâm Tet­kikleri Enstitüsü Dergisi, VII/1-2 [İstanbul 1978], s. 3, 12; Zeki Salih Zengin, “Kurtuluş Savaşı Döne­minde ve Cumhuriyet’in Başlarında Türkiye’de Medreseler ve Din Eğitimi”, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, XLIII/2 [Ankara 2002], s. 281; a.mlf., “Kurtuluş Savaşı Döneminde Medrese Öğretim Programları ve Ders İçeriklerinin Düzenlenmesi Çalışmaları”, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Der­gisi, XLIV/1 [Ankara 2003], s. 192-193; Mübahat S. Kütükoğlu, “Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesi”, DİA, İstanbul 1993, VIII, 507. Ayrıca bk. Ünal Taşkın vd., Elazığ Eğitim Tarihi, Elazığ 2010, s. 69.)

[54] İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 172.

[55]  Zeki Salih Zengin, “Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun Hazırlanmasından Sonraki İlk Dönemde Uygulanışı ve Din Eğiti­mi”, Dinî Araştırmalar, V/13 (Ankara 2002), s. 85. Harput Dârü’l-hilâfesi ve İmam-Hatip Mektebi’nin âkıbeti için bk. İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 78-79.

[56]  Kemâleddin Efendi’nin memuriyetleri ile ilgili faydalandığımız ana kaynak onun Diyânet İşleri Başkanlığı’nda bulu­nan husûsî dosyasıdır. Ancak dosya tasnif edilmediği için gömlek ve belge numaraları bulunmamaktadır. Ayrıca bk. 1325 Sene-i Hicriyyesine Mahsûs Sâlnâme-i Ma' mûretü’l-azîz, [Ma'mûretü’l-azîz] Vilâyet Matbaası, ty., s. 62; İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 172.

[57] bk. BOA, DH.MUİ., dosya nr. 21-3, gömlek nr. 8, belge nr. 13.

[58]  Orijinal nüsha için bk. EK I.

* Ma'âş-ı şehrî: Aylık maaş.

** Gâye: Son. Gâye-i Mayıs: Mayıs sonu.

*** Çizelgede 1 Eylül yerine sehven 12 Eylül yazılmıştır.

[60]  AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36447, vr. 1a.

[61] İlmiye Salnâmesi, Matbaa-i Âmire 1334, s. 90.

[62]  Edirne, Bursa, Şam, Mısır ve Filibe’den oluşan mevleviyet derecesidir (kadılık/ müderrislik statüsü). Bu dereceler hak­kında teferruatlı bilgi için bk. İsmail İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, s. 91-103; M. Zeki Pakalın, “İzmir Pâye-i Mücerredi”, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1971, II, 109; “Haremeyn Pâyesi”, a.g.e., I, 746-747; Mehmet İpşirli, “Mahreç”, DİA, Ankara 2003, XXVII, 387-388; Fahri Unan, “Mevleviyet”, DİA, Ankara 2004, XXIX, 467-468.

[63]  DİB Arşivi, Kemâleddin Efendi Dosyası.

[64]  Beyzâde Hacı Mehmed Nûri Efendi (v. 1357/1938) hakkında teferruatlı bilgi için bk. İshak Sunguroğlu, Harput Yolla­rında, II, 115-120.

[65]  Fâik Efendi hakkında teferruatlı bilgi için bk. İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 221-229.

[66]  BOA, HSD.AFT., dosya nr. 5, gömlek nr. 62.

[67]  Bu görevde vekâleten bulunan Ömer Fehmî Efendi o sıralar asâleten Harput müftüsüdür. İlmiye Salnamesi, s. 250. Hakkında bilgi için bk. İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 420-421.

[68]  Bazı örnekler için bk. BOA, BEO, dosya nr. 2367, gömlek nr. 177459; DH.MKT., dosya nr. 1293, gömlek nr. 25; DH.MKT., dosya nr. 1293, gömlek nr. 65; DH.MKT., dosya nr. 2760, gömlek nr. 86; DH.MUİ., dosya nr. 21-3, gömlek nr. 8; BEO, dosya nr. 2378, gömlek nr. 178310; BEO, dosya nr. 3113, gömlek nr. 233410; DH.MKT., dosya nr. 2676, gömlek nr. 65; DH.MKT., dosya nr. 1287, gömlek nr. 52; DH. MKT., dosya nr. 2657, gömlek nr. 34; BEO, dosya nr. 3573, gömlek nr. 267955; DH. MKT., dosya nr. 1304, gömlek nr. 14.

[69]  İshak Sunguroğlu, Mehmed Fâik Efendi II. Meşrutiyet’in ilânı esnâsında azledilince müftülüğün Beyzâde Nûri Efendi’ye teklif edildiğini ancak onun bu vazifeyi kabul etmeyip mebusluğu tercih ettiğini yazmaktaysa da (bk. Harput Yollarında, II, 116) Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulunan 12 Safer 1328/ 23 Şubat 1910 tarihli dosyadaki belgeler durumun yukarıda bizim anlattığımız gibi olduğunu ortaya koymaktadır (ayrıca bk. DH. MKT., dosya nr. 1304, göm­lek nr. 14; DH.MUİ., dosya nr. 21-3, gömlek nr. 8; Dâire-i Meşîhat’ten Dâhiliye Nezâreti’ne gönderilen 20 Şevvâl 1327/ 22 Teşrîn-i Evvel 1325/ 4 Kasım 1909 tarihli belge; M. Nûri Efendi’nin “Dâhiliye Nâzırı Tal'at Beyefendi Hazretlerine” hitâben yazdığı 19 Teşrîn-i Evvel 1325/ 1 Kasım 1909 tarihli telgraf metni).

[70]  BOA, DH.MUÎ., dosya nr. 21-3, gömlek nr. 8, belge nr. 10.

[71]  1327/1910’da şeyhülislâm olan Hüseyin Hüsnü Efendi kendisini atayan kabinenin birtakım icraatlarını eleştirdiği ve muhâlif mebuslarla işbirliği yaptığı gerekçesiyle görevden alınmıştır. Şeyhülislâmlık makamında sadece 6 ay kalabi­len Hüseyin Hüsnü Efendi’nin istifâya mecbur bırakılmak sûretiyle vazifeden el çektirilmesinden sonra Musa Kâzım Efendi (v. 1338/1920) şeyhülislâm yapılmıştır. Daha teferruatlı bilgi bk. Mehmet îpşirli, “Hüseyin Hüsnü Efendi”, DİA, İstanbul 1998, XVIII, 552-553.

[72]  BOA, DH.MUÎ., dosya nr. 21-3, gömlek nr. 8, belge nr. 11.

[73]  BOA, DH.MUÎ., dosya nr. 21-3, gömlek nr. 8, belge nr. 13.

[74]  BOA, DH.MUİ., dosya nr. 21-3, gömlek nr. 8, belge nr. 14

[75]  İmam Efendi, Osman Bedreddin (1266-1340/ 1850-1924). Teferruatlı bilgi için aş.bk. 183. dipnot.

[76]  BOA, DH.ŞFR., dosya nr. 60, gömlek nr. 286.

[77]  Bu telgrafın çekildiği dönemde Şeyhülislâmlık makamında Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi (v. 1339/1921) bulunmak­tadır.

[78]  Hakkında bilgi için bk. İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 403.

[79]  { Ij* ^jî J,} ( Hayır verilmiştir.) ibaresi şu ayetten muktebestir: { IjiS Ij* ^<jl Jü <u^Jl oj; jj ^l-L j 4-*S^Jl ^£ ^»IJJI IjJjl Jl JSU Uj } “(Allah) hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alır.” (el-Bakara 2/269)

[80]  Ceride-i Sûfiyye, sy. 121 (3 Şevvâl 1334), s. 241.

[81]  Mütârekenin ilgili maddesi şöyleydi: “Vilâyât-ı sittede iğtişâş zuhûrunda mezkûr vilâyetlerin herhangi bir kısmının işgâli hakkını İtilâf Devletleri muhâfaza ederler.” Ali Türkgeldi, Mondros ve Mudanya Mütârekelerinin Tarihi, Ankara 1948, s. 73.

[82]  Daha teferruatlı bilgi için bk. Hamdi Baytulluoğlu, “Milli Mücâdele Başlıyor”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, I/22 (İs­tanbul 1969), s. 41-43.

[83]  Satvet-i Milliye, nr. 25 (26 Muharrem 1340), s. 2.

[84]  Zekeriyya Bican, Sekizinci Şehir: İz Bırakanlar, Elazığ 2011, II, 194. Bu bilgiye şüpheyle yaklaşmamızın sebebi, müel­lifin bu bilginin kaynağını vermemesi, araştırmalarımıza rağmen bununla ilgili herhangi bir arşiv belgesine rastlaya- mamız ve adı geçen eserde Kemâleddin Efendi’yle ilgili iki küçük paragraftık yazının neredeyse her cümlesinde bilgi hatalarının bulunmasıdır. Hattâ bu başlık altında paylaşılan fotoğraf bile Kemâleddin Efendi’ye âit değildir.

[85]  Makalemizin ana konusu Milli Mücâdele’de ulemânın rolü olmadığı için bu konuyla ilgili teferruatlı kaynak gösterme yoluna gitmedik. Konuyla ilgili yapılan bir çok çalışma arasında şu eserlere bakılabilir: Cemal Kutay, Kurtuluşun ve Cumhuriyet’in Manevî Mimarları, Ankara ty.; a. mlf., İstiklâl Savaşının Maneviyat Ordusu, I-II, İstanbul 1977; Kadir Mısıroğlu, Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücâhidler, İstanbul 1992; Recep Çelik, Milli Mücâdelede Din Adamları, I-II, İstanbul 1999; Ali Sarıkoyuncu, Milli Mücâdelede Din Adamları, I-II, Ankara 2007; Hülya Küçük, Kurtuluş Savaşında Bektaşiler, İstanbul 2003, s. 45-96; Ömer Turan, “Milli Mücâdele Lehine Kamuoyu Oluşumunda Din Adamları”, Ata­türk Araştırma Merkezi Dergisi, XV/45 (Ankara 1999), s. 821-834; Cevdet Küçük, “Millî Mücâdele”, DİA, İstanbul 2005, XXX, 76-83.

[86]  “Milli Müdâfaa Döneminde Müdâfaa-i Hukuk Teşkilatları” (yay. haz. Tarih Araştırmaları Grubu), Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, II/19 (İstanbul 1986), s. 9-10; Satvet-i Milliye, nr. 22 (5 Muharrem 1340), s. 1; Mustafa Kemâl Paşa Müdâfaa-i Hukuk Cemiyetleri etrafındaki teşkilatlanmaları il il takip etmiştir. Buna binâen 1 Haziran 1919da El'azîz vâli vekili Hüsnü Bey’e telgraf çekerek orada Vilâyât-ı Şarkıyye Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti’nin şûbesi olup olmadığını ve varsa kimlerden oluştuğunu sormuş, Vâli de 18 Haziran 1919’da gönderdiği cevapta şehirde cemiyetin bir şubesinin bulunduğunu, yöneticilerinin de eşrâftan kimseler olduğunu söylemiş, ama isim belirtmemiştir (bk. M. Kemal Ata­türk, Nutuk, İstanbul 1969, III, 901-902 [vesika nr. 3-4]).

[87]  Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, İstanbul 1999, I, 272-273.

[88]  Gerek her iki fetvâ metni gerekse Şevket Süreyya Aydemir’in “fetvâlar harbi” dediği bu süreçle ilgili teferruatlı bilgiler için 84. dipnotta Milli Mücâdele’de ulemânın rolü ile ilgili verdiğimiz kaynaklara bakılabilir.

Cumhurbaşkanlığı Arşivi’ndeki bir belgeye göre (CA, Dol.3, Kutu 24-4, Dos.51-5. Fih.1-1) Mustafa Kemâl Paşa müftü­lerin Ankara Fetvâsı’nı nasıl karşıladığını sıkı sıkıya takip etmiş Başkumandan sıfatıyla Şer'iyye Vekâleti’ne “Anadolu ulemâ-yı kirâmının dinî esâsât ve delâile müsteniden tastîr ettiği fetvâya vaz'-ı imzâ etmeyen ulemâdan el-yevm... müftülük makamını işgâl edenler var mıdır ve kimlerdir, lütfen iş'âr buyurulmasını ricâ ederim.” şeklinde yazı gön­dermiş ve kendisine Vekâlet tarafından imza atmayanların “ekall-i kalîl” (çok az) oldukları ve onların da artık yerinde bulunmadıkları cevâbı verilmiştir. (bk. Ömer Turan, “Milli Mücâdele Lehine Kamuoyu Oluşumunda Din Adamları”, s. 831-832) Şer'iyye Vekâleti’nin “ekall-i kalîl” zümresindeki müftülerin isimlerini Mustafa Kemâl’e tek tek bildirip bildirmediğini, bu yazışmaların hangi tarihlerde vuku bulduğunu, devamının olup olmadığını Cumhurbaşkanlığı Arşivi kapalı olduğu için bilmiyoruz. Basına yansıyan haberlere göre (6 Temmuz 2015) Restorasyon Atölyesi’nde fizik- sel/kimyasal bakım ve onarımları, dijital ortama aktarılma gibi işlemleri tamamlanan bu arşivdeki belgelere yazılım arayüzleri hazırlanınca ulaşılabilecek. Bu mücbir sebep dolayısıyla yukarıdaki bilgileri Prof. Dr. Ömer Turan’ın maka­lesinden aktarmakla iktifâ etmek zorunda kaldık.

[89]  Cerîde-i Sûfiyye, nr. 148 (22 Zilka'de 1336), s. 462.

[90]  Midhat Sertoğlu, “Millî Mücadele’ye Yardım Ettikleri İçin Cezalandırılmak İstenenlere Dair Yayınlanmamış Belgeler”, Hayat Tarih Mecmûası, yıl 14, sy 2 (Şubat, İstanbul 1978), s. 47-49; Osman Akandere, “Damat Ferit Paşa’nın IV. Hü­kümeti Döneminde Kuvâ-yı Milliye İleri Gelenleri Hakkında Verilen İdam Kararları”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, sy. 43 (Ankara 2009), s. 366-369.

[91]  İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, I, 182-189.

[92]  İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 174.

[93]  Talat Turhan Bey ile yaptığımız görüşmeden. Ayrıca bk. Muzaffer Ayhan Kara, Atatürk’ün Yarbayı Talat Turhan İçin Ne Dediler, İstanbul 2004, s. 201.

[94]  “Müftî-i Vilâyet Kemâl Efendi tarafından hükûmet-i Cumhûriyemiz’in teâlîsini mutazammın Türkçe bir duâ okun­duktan sonra makâm-ı Vilâyetde merâsim-i tebrîkiyye îfâ kılındı.” (Ma' mûretüTazîz Gazetesi, nr. 1978 [16 Rebîü’l- âhir 1344/ 5 Teşrîn-i Sânî 1341], s. 1.) 1926’da yapılan kutlamalarda Kemâleddin Efendi sürgünde olduğundan “Türk­çe belîğ duayı müftü vekili müderris Ömer Efendi yapmıştır (Ma'mûretüTazîz Gazetesi, nr. 2029 [27 Rebîü’l-âhir 1345/ 3 Teşrîn-i Sânî 1926], s. 1). 1926’dan sonraki kutlama etkinliklerinde ise duâ merasimi artık yer almayacaktır. (Teferruatlı bilgi için bk. Mehmet Çevik-Yavuz Haykır, “Elazığ Basınına Göre Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Elazığ’da Cumhuriyet Bayramı Kutlamaları (1925-1932)”, Türk Dünyası Araştırmaları, sy. 211 [İstanbul 2014], s. 195-226.)

[95]  Şark’ta Şeyh Saîd hâdisesinin yankısı uzun süre devam etmiştir. Elazığ’da bazı yaşlılar bu hâdisenin patlak verdiği yılda doğmuşlarsa doğum tarihlerini söylemek yerine “Şeyh Meselesi çocuğuyum” derler. Birinin o yıllarda doğduğunu söylemek istediklerinde de “Şeyh Meselesi çocuğudur” cümlesini kullanırlar.

[96]  Mahmut Akyürekli, 1925 Diyarbakır-Elazığ Yargılamaları: Gerekçe ve Hükümleriyle Şark İstiklal Mahkemesi Kararları, İstanbul 2014, I, 6. Daha teferruatlı bilgi için bk. Ergün Aybars, İstiklâl Mahkemeleri, İzmir 1988, s. 293-352; Mahmut Akyürekli, Şark İstiklal Mahkemesi: 1925-1927, İstanbul 2013, s. 13-26; Cevdet Küçük, “İstiklâl Mahkemeleri”, DİA, Ankara 2001, XXIII, 350-355.

[97]  İshak Sunguroğlu, Kemâleddin Efendi’nin 760 kelimeden müteşekkil müdâfaanâmesinin kendi evrâkı arasında bu­lunduğunu söylemekteyse de buna ulaşmamız mümkün olmadı. bk. Harput Yollarında, II, 174.

[98]  İbnülemîn bu meseleyi “... mektupta bedî sanatını hâvî olarak latîfeten yazdığı bir cümle nasılsa Sansür tarafından sû-i te’vîl edilerek...” ibareleriyle özetlemektedir. İbnülemîn Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, II, 854.

[99]  Bu küpürdeki haber ile DİB Arşivi’ndeki 7 Ağustos 1926 tarihli Vâlilik yazısı maznûnların tutuklanma sırası konusun­da çelişmektedir. Biz Vâlilik yazısı ile de örtüştüğü için Talat Turhan Bey’in anlattıklarını esas aldık. Vâlilik Yazısı için aş.bk. “Kemâleddin Efendi’nin Yerine Atanacak El'azîz Müftüsü Meselesi”.

[100]  Şark İstiklâl Mahkemesi Karar Defteri, s. 900-901. Şark İstiklâl Mahkemesi kararları Mahmut Akyürekli tarafından çok yakın bir tarihte neşredildi. Ancak eserde Kemâleddin Efendi ile ilgili karar yazısı başta olmak üzere birçok okuma hatası bulunmaktadır. Bu kayıt için bk. Mahmut Akyürekli, Gerekçe ve Hükümleriyle Şark İstiklâl Mahkemesi Kararları, İstanbul 2014, II, 893. Mahkeme reisi ve azâları hakkında bilgi için de bk. Mahmut Akyürekli, Şark İstiklal Mahkemesi: 1925-1927, s. 135-141; a.mlf., 1925 Diyarbakır-Elazığ Yargılamaları: Gerekçe ve Hükümleriyle Şark İstik­lal Mahkemesi Kararları, I, 16-19.

[101]  Sunguroğlu’nun kaydettiği bir anekdota göre İstiklâl Mahkemesi’nin celalli âzâlarından Ali Sâib Bey Harput’a çıktığı bir gün Kemâleddin Efendi’nin evinde kahvaltı yapmış, birlikte Harput’u gezmişler, Ali Sâib Bey Harput ulemâsından Koç Ali Efendi’ye dersiâmlık verilmesi için o zaman müftü olan Kemâleddin Efendi’den Ankara’ya bir teklif yazısı yazmasını istemiş Kemâleddin Efendi de bu isteği yerine getirmiştir (a.g.e., II, 404). Ne var ki kısa süre sonra Kemâleddin Efendi’yi yargılayıp sürgün kararını imzalayanlar arasında Ali Sâib Bey de bulunacaktır.

[102]  Talat Turhan Bey’in anlattığına göre Şubat 1925’teki bu ayaklanmalar sırasında şehrin ileri gelenleri Kemâleddin Efendi’nin konağına sığınmışlardır. Şehri kısa süreliğine de olsa teslim alan ve talan eden âsiler Kemâleddin Efendi’nin konağına do- kunmamışlardır. Talat Turhan Bey bunu her kesimden insanın dedesine duydukları saygıya bağlamaktadır.

[103]  Hayatı hakkında bilgi için bk. İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 415-416; Sadık Albayrak, Son Devir Osmanlı Ulemâsı, İstanbul 1996, IV, 207. Her iki yazar da aynı isimden bahsetmelerine rağmen tarihler, bazı isim ve vazife­lerde tutarsızlıklar bulunmaktadır.

[104]  DİB Arşivi, Kemâleddin Efendi Dosyası.

[105]  Söz konusu telgrafnâme 9 Eylül 1926 tarihlidir (bk. DİB Arşivi).

[106]  DİB Arşivi, Kemâleddin Efendi Dosyası.

[107]  bk. DİB Arşivi, Kemâleddin Efendi Dosyası, 16 Mayıs 1927, 25 Mayıs 1927, 30 Mayıs 1927 tarihli yazışmalar.

[108]  Hakkında bilgi için bk. İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 214-215.

[109]  Şiir için bk. Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 38187, vr. nr. yok.

[110]  AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Bölümü’nde bulunan (nr. 36) defter sarf, kelâm, tefsîr, fıkıh, mantık gibi ilimlere dâir bazı notların ve fevâidin olduğu bir mecmûadır. Kemâleddin Efendi söz konusu şiirlerini bu defterin boş kısımlarına dağınık bir şekilde kaydetmiştir.

[111]  Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36, s. 98 (eser yazma olmasına rağmen varak değil sayfa esas alına­rak numaralandırılmıştır). Kemâleddin Efendi’nin bahsettiği “Kâmil”in kim olduğunu tespit edemedik.

[112]  Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36143, vikaye varağı.

[113]  Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36, s. 2.

[114]  a.g.e., s. 153.

[115]  Şeyhülislâm Yahyâ, Dîvân, İstanbul 1334, s. 120 (“olmağın” kelimesi “olduğın” şeklinde.).

[116]  Yenişehirli Avnî, Dîvân, İstanbul 1302, s. 144.

[117]  a.g.e., s. 129.

[118]  a.g.e., s. 175.

[119]  Fıtnat Hanım, Dîvân, İstanbul 1286, s. 16 (“Gazeliyât” kısmı).

[120]  Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36, s. 140. Kemâleddin Efendi şâirlerini tespit ettiğimiz yukarıdaki beyitleri de bu sayfaya yazmıştır. Diğer beyitlerde isim yokken kendi beytinin altında “li-muharririhi Kemâleddin” kaydı vardır.

[121]  Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 38182, vr. nr. yok. İshak Sunguroğlu’nda ilk mısrâ “Ben lâ-mekânda tayy-ı mekân etmek isterim” şeklindedir (Harput Yollarında, II, 174).

[122]  “Dünya seni daralttığında “Elem neşrah” sûresini hatırla. Zorluğun iki kolaylık arasında olduğunu idrâk et ve rahat­la...” Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36, s. 103.

[123]  “Yâd et kardeşim! Kader bizi ayırırsa, senin hâtıran ile sabahı ve akşamı geçiren kardeşini yâd et... Uzak düştükten sonra kardeşlik hakkını unutma sakın. Zira ne senin gibi biri ne de benim gibisi unutulur...” İbn Asâkir, Târîhu Medîneti Dımaşk (thk. Muhibbüddîn Ebî Saîd Ömer b. Ğarâme el-Amravî), Beyrut 1995, XII, 82.

[124]  Kemâleddin Efendi bu beyitleri Samsun’da iken kendisine Harput’tan gönderilen bir telgrafnâmenin arkasına yaz­mıştır. Telgrafnâme AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36’daki Mecmûada bulunmaktadır.

[125]  Kemâleddin Efendi’nin defterine kaydettiği bu mısrâlar kendisi gibi müderris olan XVI. asır şuarâsından Nişancızâde Ahmed Ramazan Efendi’ye âittir (bk. Kınalızâde Hasan Çelebi, Tezkiretü’ş-Şuarâ [haz. Aysun Sungurhan Eyduran], Ankara 2009, s. 119-120). (Tezkirede ikinci mısrâdaki “tabîbim” kelimesi “tabîbâ” şeklinde kayıtlı.)

[126]  DİB Arşivi, Kemâleddin Efendi Dosyası.

[127]  4 Mart 1925’te iki yıllığına çıkarılan bu kanun bilâhere iki yıl daha uzatılmış ve 4 Mart 1929’da yürürlükten kaldırıl­mıştır.

[128]  Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36.

[129]  İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 404.

[130]  Bir fotoğrafın üzerine yazdığını söylediği kıt’a. Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 38182, vr. nr. yok.

[131]  Hayatı hakkında teferruatlı bilgi için bk. H. Kadircan Keskinbora, Bilimde, Siyasette Milli Mücadelede Bir Işık: Esat Işık, İstanbul 2010.

[132]  Ankara Üniversitesi Kütüphanesi Yazmaları, nr. 38182, vr. nr. yok.

[133]  DİB Arşivi, Kemâleddin Efendi dosyası.

[134]  Talat Turhan Bey’in anlattığına göre Kemâleddin Efendi’yi GATA’ya sevkeden El'azîz’deki doktor ona İstanbul’daki doktora teslim edilmek üzere bir mektup vermiş. Kemâleddin Efendi İstanbul’a gelince doktora mektubu takdim etmiş. Mektupta şöyle yazıyormuş: “Bir kaz gönderdim, yol!” Kemâleddin Efendi’nin ilmî müktesebâtına ve yaşına büyük hürmet gösteren doktor durumdan Efendi’yi haberdâr ederek mektubu yırtıp atmıştır.

[135]  Vefât tarihi mezar taşına zuhûl eseri olsa gerek 1355 olarak hakkedilmiştir.

[136]  Kemâleddin Efendi’nin kabrinin bulunduğu yer başlangıçta âile mezarlığı şeklindeyken bugün başkalarının da def­nedildiği umûmî bir mezarlık hâline gelmiştir. Oranın “Kürtler Türbesi” olarak anıldığını İbnülemîn Bey kaydet­mektedir (Son Asır Türk Şâirleri, I, 533).

[137]  İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, s. 175; Hasibe Mazıoğlu, Ahmet Remzi Akyürek ve Şiirleri, Ankara 1987, s.

271. Mazıoğlu’nun eserinde üçüncü beyit yoktur.

[138]  Ahmet Turan Arslan, “Harput’ta Bir Âlim Sülâlesi: Efendigil Ailesi”, s. 92.

[139]  bk. Elazığ Nüfus Müdürlüğü Kemâleddin Efendi’nin hüviyet kaydı.

[140]  bk. Ömer Naîmî Erdem, “Medenî Kanunun Bâriz Vasıfları”, Altan, sy. 44-47 (Elazığ, Şubat 1939), s. 41-46; a.mlf., “Atamın Mezarında”, a.g.e., s. 53; a.mlf., “Tetkikler: Harput Şairleri”, a.g.e., sy. 39-42 (Elazığ, Eylül 1938), s. 39-40.

[141]  C.H.P. Yedinci Büyük Kurultayı, [Ankara 1948], s. 6.

[142]  Resmî Gazete, 7 Nisan 1948, s. 964 (Elazığ Asliye Hukuk Mahkemesi’nin ilâmından).

[143]  bk. İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 172-173.

[144]  Kemâleddin Efendi’nin ulaşabildiğimiz bütün eserlerini bugünkü harflere aktararak açıklayıcı ilâvelerle yayımlama çalışmalarımız devam etmektedir. Bu çalışmaların ilki için bk. Ahmet Karataş, “Harput Ulemâsından Müderris- Müftü Mehmed Kemâleddin Efendi’nin Rekâik: Hadîs-i Erbaîn Risâlesi”, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 48 (İstanbul 2015), s. 57-94.

[145]  Fakîh, nahiv âlimi ve şâir olan İbnü’n-Nahvî aynı zamanda İmam Gazzâlî’nin muakkiblerinden bir sûfîdir. Daha teferruatlı bilgi için bk. Hüseyin Elmalı, “İbnü’n-Nahvî, el-Kasîdetü’l-münferice’si ve Tercümesi”, Dokuz Eylül Üni­versitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 16 (İzmir 2002), s. 38-40; İsmail Durmuş-Hüseyin Elmalı, “İbnü’n-Nahvî”, DİA, Ankara 2000, XXI, 163-164.

[146]  İbnü’n-Nahvî’nin, el-Ferec ba'deş-şidde, Ümmü’l-ferec, el-Fütûh adlarıyla da anılan Kasîde-i Münfericesini malları­nın gaspedilmesi üzerine yazdığı, kasîde yazıldıktan sonra gördüğü rüya sebebiyle korkuya kapılan gaspçının aldı­ğı malları İbnü’n-Nahvî’ye iâde ettiği anlatılır. Allah’a teslimiyetten, O’nun ihsânının ve lutfunun sonsuzluğundan, kuvvet ve kudretinden bahseden muhtevâsı, anlatılagelen rüya hâdisesi ve bunu duâ niyetine okuyanın duâsının mutlaka kabul edileceğine dâir oluşan inanç Kasîde-i Münferice’yi asırlar boyu okunan, tahmîs, tesbî', taştîr, taklid- leri yazılan, muâraza, tazmîn, tercüme ve şerh edilen bir vird hâline getirmiştir. bk. Hüseyin Elmalı, “İbnü’n-Nahvî, el-Kasîdetü’l-münferice’si ve Tercümesi”, s. 41-56.

[147]  Kemâleddin Harputî, Kasîde-i Münferice’nin Tahmisiyle Berâber Türkçe Şerhi, s. 5. Takrîzi yazdığı dönemde 30 yaşın­da olan İbnülemîn Son Asır Türk Şâirleri’nde bunu “evâil-i şebâb”da yazdığını vurgulayarak ifrâta varan övgülerini gençliğine bağlıyor gibidir (a.g.e., II, 854).

[148]  Meselâ bk. 33. bend, s. 99.

[149]  Kemâleddin Efendi Hazîne-i Fünûn'da Kasîde-i Tantarâniyye’nin şerhini tefrikalar halinde yayımlamıştır. Yayım­lanan son kısmın altına Hazîne-i Fünûn imzalı “Kemâleddin Efendi Hazretleri’nin bundan böyle dahi ba'zı âsâr-ı fâzılâneleriyle sahîfelerimizi tezyîn buyuracaklarını ümîd ederiz.” şeklindeki not konulunca Kemâleddin Efendi mecmûaya Kasîde-i Münferice şerhini göndermiştir. Fakat ilk bölüm dışında gönderdiği cüzlerin devam eden sa­yılarda yayımlanmaması üzerine dergi idâresine bir mektup yollamış, idâre 49-50. sayıda “Muhâberât-ı Aleniyye” başlığı altında Kemâleddin Efendi’ye “Eserleriniz önümüzdeki hafta neşredilecektir. Mâba'dlarını sür'at-i mümkine ile irsâl buyurmanızı ricâ ederiz.” diye cevap vermesine rağmen (s. 495) sonraki iki sayıda da gönderilenleri neşrede- memiştir. Birlikte çıkan 51-52. sayısında yayın müdürü mecmûanın bu sayılarla üçüncü yılını doldurduğunu, neşre­dilmeyen yazıların gelecek sayılarda çıkacağını belirterek “ashâb-ı âsârın gücenmemelerini bilhassa” ricâ etmiştir (s. 509). Dördüncü senenin ilk sayısında Kemâleddin Efendi’den yine alenen özür dileyen mecmûa idâresi söz konusu yazıları gelecek sayılarda yayımlayacağı sözünü vermiştir (IV/1, s. 18). Ancak tefrikalar bitmeden mecmûa 4. yılında 20. sayısını da neşredip yayın hayatına son vermiştir (24 Rebîü’l-evvel 131[4]).

[150]  BOA, MF.MKT., dosya nr: 507, gömlek nr. 40. Dosyada ayrıca yukarıdaki belgede ifade edilen beyânnâme ve eserin beş nüshasının yerine ulaştığına dâir yazı da mevcuttur.

[151]  bk. s. 6-7.

[152]  el-Müttakl el-Hindî, Alâüddîn Alî, Kenzul-'ummâl fî süneni’l-akvâl vel-efâl (thk. Bekrî Hayyânî-Saffet es-Sekka), Beyrut 1985; X, 158 (hadis nr. 28817, 28818); el-Aclûnî, İsmâîl b. Muhammed, Keşfü’l-hafâ ve müzîlü’l-ilbâs ammâ iştehere mine’l-ehâdîs alâ elsineti’n-nâs (thk. Ahmed el-Kalâş), Beyrut 2000, II, 322 (hadis nr. 2465).

[153]  Ahmet Karataş, “Harput Ulemâsından Müderris-Müftü Mehmed Kemâleddin Efendi’nin Rekaik: Hadîs-i Erbaîn Risâlesi”, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 48 (İstanbul 2015), s. 57-94.

[154]  İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 173.

[155]  Defterde “nüsha” kelimesi tercih edilmiştir.

[156]  Daha geniş bilgi için bk. İsmail Durmuş, “Kasîde-i Tantarâniyye”, DİA, İstanbul 2010, XXXIX, 576-577.

[157]  bk. Orhan Okay, “Hazîne-i Fünûn”, DİA, İstanbul 1998, XVII, 135.

[158]  İshak Sunguroğlu Kasîde-iFerîde Tercemesi’ninMa'mûretü’l-azîzGazetesinde neşredildiğini söylemekteyse de tarih ve sayı vermemektedir (Harput Yollarında, II, 172). Gazetenin Milli Kütüphane ve TBMM Kütüphanesinde bulunan sayılarında söz konusu tefrikaya rastlamadık. Kütüphanelerimizde Ma'mûretü’l-azîz Gazetesinin eksiksiz koleksi­yonu ise maalesef bulunmamaktadır.

[159]  Kemâleddin Harputî, “Kasîde-i Ferîde Tercemesi: Mukaddime”, Beyânü’l-Hak, III/62 (21 Cemâziye’l-evvel 1328), s. 1251.

[160]  Beyânul-hak, nr. III/62 (21 Cemâziye’l-evvel 1328), s. 1251.

[161]  Hz. Peygamber soyundan gelen Mehmed Emin Efendi Seyyid Hacı Hâfız Mahmud Efendi’nin oğludur. Uzun süre Harput Ishak Ağa Medresesi müderrisliğinde bulunmuş, savcılık, vilâyet ve ziraat meclisi âzâlığı yapmıştır. Hindis­tanlı meşhur tefsir, kelâm, dil, belâğat ve mantık âlimi Abdülhakîm Siyelkûtî’nin (v. 1067/1657) Zübdetü’l-efkâr ma hâşiye yazmıştır. Kemâleddin Harputî, “Makame-i Sûfiyye”, Cerîde-i Sûfiyye, nr. 24/16 (6 Rebîü’l-evvel 1331), s. 3; Ishak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 231.

[162]  Mecmûanın bu sayısı 1 Ramazân 1331 tarihinde çıkmış olmasına rağmen kapakta sehven bir önceki haftanın tarihi bulunmaktadır.

[163]  Araştırmalarımıza rağmen esere rastlayamadık. Kürtçe ile ilgili çalışmalar üzerine yoğunlaşan bazı araştırmacılar da bu eseri bulamadıklarını, eser hakkında bilgi veren Sadık Albayrak’ın da esere nerede rastladığını hatırlayamadığını yazmaktadırlar (bk. Mehmet Bayrak, “Harputlu Ömer Avni Efendi ve Kavâid-i Lisân-ı Kürdî”, http://www.kovarabir. com. Erişim tarihi: 04.06.2015). Kemâleddin Efendi’nin takrîzini Sadık Albayrak eserine almıştır (Son Devir Osman­lı Ulemâsı, IV, 207-209), biz de söz konusu yazıyla ilgili bilgiler için bu eserden faydalandık.

[164]  İbnülemîn Mahmud Kemâl İnal, Son Asır Türk Şairleri, II, 854.

[165]  a.g.e., s. 854.

[166]  “Hacı” Kemâleddin Efendi’nin “Deli Hacı” olarak bilinen ağabeyi Mehmed Saîd Efendi’dir.

[167]  Süleyman Ateş’le yaptığımız görüşmeden (27.04.2015).

[168]  İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 172.

[169]  a.g.e., II, 172-173.

[170]  Süleyman Ateş Hocamız, Ömer Naîmî Efendi’nin kendisine Kemâleddin Efendi’nin bir gazetede neşredilmiş “Hayât-ı Tayyibe” başlıklı yazısını gösterdiğini söylediler. Yaptığımız taramalarda bu yazıya rastlayamadık.

[171]  bk. BOA, DH.MUİ., dosya nr. 21-3, gömlek nr. 8, belge nr. 13: “Vâkıa, Kemâleddin Efendi’nin ilim ve kifâyetine diyecek yoksa da...”

[172]  İbnülemîn, Son Asır Türk Şâirleri, II, 854.

[173]  Kemâleddin Harputî, Kasîde-i Münferice Tahmisinin Şerhi, s. 5.

[174]  AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36884.

[175]  Muhammed Sâlih el-Ferfûr, el-Muhaddisü’l-ekber ve imâmü’l-asr el-allâmetü’z-zâhid es-seyyidü’ş-şerîf Muhammed Bedrüddîn el-Hasenî, s. 60-61.

[176]  Süleyman Ateş ile görüşmemizden (27.04.2015).

[177]  07.11.2015’te yaptığımız görüşmeden. Fezâ Hanım, Kemâleddin Efendi’nin kızı Râşide Hanım’la birlikte tütün sar­dıklarını, Râşide Hanım’ın da bu sarmalar esnasında gizlice aldığı birer ikişer dalla sigara içmeye başladığını ve ilerleyen dönemde vefâtına kadar günde üç paket tüketen bir tiryâkiye dönüştüğünü ifade ettiler.

[178]  Kemâleddin Efendi kafiyeyi oluşturacak kelimeyi yazmamış, o kısmı noktalarla boş bırakmıştır.

[179]  Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 89, arka kapak zahriyesi.

[180]  Günerkan Aydoğmuş, Harput Kültüründe Din Âlimleri, s. 59.

[181]  Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 38182, vr. nr. yok. Kemâleddin Efendi’nin tazmîn ettiği mısrâ Fuzûlî’nindir. (bk. Fuzûlî, Dîvân, İstanbul 1268, s. 81)

[182]  Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333, I, 288; Ahmed Hilmî, “Fâzıl-ı Şehîr Abdülhamîd Hamdî Efendi Rahmetullâh”, Cerîde-i Sûfiyye, XXIV/7 (İstanbul 1330), s. 6-7; İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 160.

[183]  Aslen Erzurumlu olan Osman Bedreddin Efendi 1274/1857-1858’de doğmuştur. 93 Harbi’ne tabur imamı olarak iştirâk ettiği için İmam Efendi diye meşhur olmuştur. Savaşta Ruslar’a esir düşmüş, kurtulduktan sonra 1299/1882’de taburuyla El'azîz’in Palu kasabasına gelmiş ve orada Nakşî-Hâlidî şeyhi Mahmûd Sâminî’den inâbe almıştır. Emek­liye ayrıldığı 1326/1909’a kadar Palu, Dersim, Çemişgezek mıntıkalarında taburuyla vazife yapmış, 1909’da Harput’a yerleşmiş ve 18 Rebîü’l-evvel 1343/17 Ekim 1924’te burada vefât etmiştir. Mezarı Efendigil âile kabristanı yakınla­rında olup ziyaretgâhdır. İmam Efendi Harput’ta ilim ve irşâd ile meşgul olmuş, Mahmûd Sâminî Efendi’nin halifesi olarak yaptığı tasavvufî sohbetleriyle nâm salmış, halkın yanısıra ilim ve devlet ricâlinin de hürmetini kazanmıştır. “Bedrî” mahlasıyla şiirler de yazan İmam Efendi’nin Gülzâr-ı Sâminî ve Mektûbât adlı mensûr eserleri mevcut olup bu eserler bugünkü harflerle yayımlanmıştır. (Daha teferruatlı bilgi için bk. Cemâleddin Emiroğlu, İmam Efendi: Sohbetnâme, I-III, Elazığ 1983-1985; Osman Bedreddin Erzurumî, Gülzâr-ı Sâminî: Sohbetler, İstanbul 1993, I, 17­39; İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 268-271; Günerkan Aydoğmuş, Harput Kültüründe Din Âlimleri, s. 129-149.)

[184]  İmam Efendi’nin sohbetlerini kaydeden müridlerinden birinin yazdıklarına göre Kemâleddin Efendi bir gün İmam Efendi’nin meclisindeyken Hicaz yolunda Kesrikli Hacı İbrahim Efendi ile şâir Köse Seferzâde Hacı Reşid Efendi arasında geçen bir münâzaradan bahsetmiş, İmam Efendi bu münâzarada Hacı Reşid Efendi’nin verdiği cevaba gülmüş, Kemâleddin Efendi meclisten ayrıldıktan sonra da onun Hacı Reşid Efendiden naklettiği “garip ve tuhaf” sözünü hayretle tekrarlamıştır. (Cemâleddin Emiroğlu, İmam Efendi: Sohbetnâme, I, 84-85.)

[185]  Osman Bedreddin Erzurumî, Gülzâr-ı Sâminî: Mektûbât (haz. Ülker Yeniacun), İstanbul 2006, I, 634-651.

[186]  Mektup, defterin 43-45. sayfalarında bulunmaktadır.

[187]  a.g.e., I, 637-638.

[188]  a.g.e., I, 639.

[189]  a.g.e., I, 642.

[190]  Harputlu Sungurzâde Hacı Abdülkerim Efendi’nin (v. 1341/1923) hayatı hakkında geniş bilgi için bk. İshak Sungu- roğlu, Harput Yollarında, II, 298-309.

[191]  Osman Bedreddin Erzurumî, Gülzâr-ı Sâminî: Mektûbât, I, 645.

[192]  Hacı Tevfik Efendi (v. 1370/1951) hakkında teferruatlı bilgi için bk. İshak Sunguroğlu, Harput Yolarında, II, 239-241.

[193]  Ağın’da “Büyük Hoca” olarak bilinen Müderris Hüseyin Efendi (v. 1354/1935) hakkında geniş bilgi için bk. Güner- kan Aydoğmuş, Harput Kültüründe Din Âlimleri, s. 39-46.

[194]  Osman Bedreddin Erzurumî, Gülzâr-ı Sâminî: Mektûbât, I, 647-649.

[195]  a.g.e., I, 649-651.

[196]  Günerkan Aydoğmuş, Harput Kültüründe Din Âlimleri, s. 59, 146-147. Aydoğmuş menkıbenin devamında İmam Efendi’nin oğlu Ziyâüddîn Uz’dan naklen Kemâleddin Efendi’nin bu hâdiseden sonra İmam Efendi’ye intisâb etti­ğini kaydetmekteyse de yukarıdaki mektuptan ve Kemâleddin Efendi’nin gözlerindeki rahatsızlığın geç yaşlarda ortaya çıkmış olmasından hareketle bu bilginin tashih edilmesi gerektiği kanaatindeyiz.

[197]  Günerkan Aydoğmuş, Harput Kültüründe Din Âlimleri, s. 147.

[198]  Mecmûa, Ankara Üniversitesi Kütüphanesi Yazmaları, nr. 38182, vr. nr. yok.

[199]  “Bir Nâme-i Belîğ”, Cerîde-i Sûfiyye, XXIV/8 (İstanbul 1330), s. 8-9; “Bir Nâme-i Belîğ-i Hakâik-ihtivâ” Cerîde-i Sûfiyye, XXIV/19 (İstanbul 1330), s. 3-4.

[200]  Cerîde-i Sûfiyye, XXIV/10 (İstanbul 1330), s. 8; İmam Efendi, Gülzâr-ı Sâminî: Mektûbât, İstanbul 2006, II, 694.

[201]  a.g.e., s. 140

[202]  Gülzâr-ı Sâminî: Mektûbât, II, 690. Üçüncü mısrâdaki Sâminî İmam Efendi’nin şeyhi olan Mahmud Saminîdir, Bedrî ise asıl adı Osman Bedrüddîn olan İmam Efendi’nin şiirlerinde kullandığı mahlasıdır.

[203]  bk. İbnülemîn, Son Asır Türk Şâirleri, I, 534; Hüseyin Vassâf, Kemâlü’l-kemâl: Bir Eski Zaman Efendisi îbnülemîn Mahmûd Kemâl (haz. İsmail Kara-Fatih M. Şeker), İstanbul 2009, s. 72, 107.

[204]  Kemâleddin Harputî, Tesbîtü’l-mefhûm fî tahkiki’t-tebe’iyyeti beyne’l-’ilmi ve’l-ma’lûm, AÜDTCF Kütüphanesi, Mustafa Con Blm., A, nr. 237, vr. 26b-27a; İbnülemîn, Son Asır Türk Şâirleri, I, 532.

[205]  Hazîne-i Fünûn, III/37 (13 Ramazân 1313), s. 392.

[206]  Söz konusu taştîr için bk. Hasibe Mazıoğlu, Ahmet Remzi Akyürek ve Şiirleri, Ankara 1987, s. 136-138.

[207]  Hasibe Mazıoğlu, Ahmet Remzi Akyürek ve Şiirleri, s. 54-55.

[208]  Remzî Dede’nin Kemâleddin Efendi’nin vefâtına dâir yazdığı manzûme için yk.bk. “Hastalığı ve Vefâtı”.

[209]  Bedîüzzamân Saîd Nursî, Barla Lahikası, İstanbul 2012, s. 108.

[210]  a.g.e., s. 114-115.

[211]  a.g.e., s. 284-285.

[212]  a.g.e., s. 233; 314. Kemâleddin Efendi’nin torunu Talat Turhan Bey dedesi ile Bedîüzzamân arasındaki muhabbet ve hürmet bağından bağımsız olarak Bedîüzzamân’la ilgili farklı düşüncelere sahiptir. Türk Solunda yazdığı bir yazıda onun “Cumhuriyet’in temel ilkelerine, laikliğe, CHP’ye ve masonluğa düşman” olduğunu ifade ederek Sözler, Şuâlar ve Barla Lahikasında “Atatürk’e olan kinini kustuğunu söylemekte ve savunmakta olduğu “ittihâd-ı İslâm” düşüncesini gerçekleştirmek için ABD emperyalizmini desteklediği kanaatini taşımaktadır. (Talat Turhan, “Said-i Nursî’den Günümüze CHP’yi Tasfiye Operasyonu”, Türk Solu, sy. 75 (İstanbul, 7 Şubat 2005), http://www.turksolu. com.tr/75/Turhan75.htm.)

[213]  Merhum İshak Sunguroğlu Kemâleddin Efendi’nin “Cilvegâh-ı melâhet olmuşsun/ Mefharet-bahş-ı fıtrat olmuş­sun” matla'lı nazîresini Hüseyin Vassâf Bey’in bir gazeline yazdığını söylemekteyse de Kemâleddin Efendi bizzat yazdığı notta bu nazîreyi “De'âvî Nâzırı Selâmî Tâhir Bey’in gazeline” yazdığını belirtmektedir. bk. Mecûma, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 38187, vr. nr. yok. (Sunguroğlu, yukarıdaki matla'ın ikinci mısrâ'ındaki “fıtrat” kelimesini “fikret” şeklinde okumuştur.) a.mlf., Harput Yollarında, II, 174.

[214]  Mecûma, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 38187, vr. nr. yok.

[215]  bk. A. Tarık Tahiroğlu, “El'azîz Hatıraları (1929-1938)”, Türk Halk Kültüründen Derlemeler 1999, Ankara 2002, s. 155, 180.

[216]  Naîmî Erdem, “Harput Şâirleri: Hacı Hayri”, Altan, sy. 24 (Elazığ, Mart 1937), s. 5.

[217]  DİB Arşivindeki 11.11. 1965 tarihli resmî nüfus kayıt belgesine göre Mutîa Hanım’ın vefât tarihi 2 Mart 1932’dir. Muhtemelen devrin şartları icabı Mutîa Hanım vefât edince vefât kaydı Nüfus İdâresi’ne bildirilmemiş, Kemâleddin Efendi ikinci evliliği sebebiyle resmî nikâh kıymak istediğinde de önce Mutîa Hanım’ın vefâtı kütüğe işlenmiş, sonra ikinci evlilik işlemleri başlatılmıştır.

[218]  Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, nr. 36143, vr. nr. yok.

[219]  Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, nr. 36, s. 149; Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, nr. 36143, vr. nr. yok.

[220]  bk. Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36143, vr. nr. yok; Elazığ Nüfus İl Müdürlüğü Kemâleddin Efendi’nin hüviyet kaydı. Bu bilgilerin bir kısmı için ayrıca bk. Kemâleddin Efendi’nin torunu Bedihe Emek’in ifa­delerinden naklen Yurdal Demirel, Tarık Tahiroğlu’nun Hâtıralarıyla El'azizden Elazığ’a, Elazığ 2007, s. 297.

[221]  Soyadı ile ilgili yk.bk. “Soyadı Mevzuu”

[222]  Dedesi Abdülhamid Hamdî ile babası Kemâleddin Efendi’nin tarih kayıtları için bk. Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36143, vr. nr. yok; Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36, s. 149. DİB Arşivi’ndeki resmî nüfus kayıt belgesine göre ise doğum tarihi 1308/1891’dir.

[223]  Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36, s. 149.

[224]  Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36143, vr. nr. yok.

[225]  Ömer Naîmî Efendi’nin yetiştiği devrenin medreselerin de kapatıldığı zamana denk gelmesi ecdâdı gibi çoğu med­reselerde ders kitabı olarak okutulan dinî eserler yazmasına imkân tanımamış olmalıdır. Araştırmalarımız sırasında birkaç tarih kıt’ası ile Beyânü’l-Hakta neşredilen ve doğru cevabı bulanlara 1 yıllık dergi aboneliğinin hediye edildiği Arapça lugazı dışında eski usûl yazılarına rastlayamadık (Beyânü’l-hak, nr. 117 [20 Receb 1329], s. 2148. Lugazin halli a.g.e., nr. 124 [25 Şa'bân 1329], s. 1510).

[226]  Cumhuriyet’in ilk yıllarında El'azîz’deki Erkek Muallim Mektebi Türkçe ve Edebiyat öğretmenliğine tayini Maarif Vekâleti tarafından yetişme tarzının müsâit olmaması gerekçesiyle reddedilmiştir. (Ahmet Turan Arslan, “Harput’ta Bir Âlim Sülâlesi: Efendigil Âilesi”, s. 90.)

[227]  Süleyman Ateş, Bir Ömür Böyle Geçti, I, 106-107.

[228]  Ömer Naîmî Efendi bu 24 yılın 12 yılında avukatlıkla beraber Elazığ Baro Başkanlığı’nı da yürütmüştür. Süleyman Ateş Hocamız’ın naklettiğine göre Kemâleddin Efendi Ömer Naîmî Efendi’nin avukatlık yapmasına râzı olmamış, kendisini dinlememesi üzerine ona gücenmiştir. Kemâleddin Efendi sitemlerini meclislerde de dile getirmiş olsa gerek Elazığda ihtiyarlar arasında bu mesele bilinir. Dedem Hacı Şevket Karataş (d. 1933) Kemâleddin Efendi’nin oğluna “Oğlum seni medreselerde yetiştirdik ki âlim olasın. Avukat olup da hırsızı, arsızı, katili mi savunacaksın?” diyerek onun avukatlığı seçmesine karşı çıktığını duyduğunu bana nakletmişti.

[229]  Hayatı hakkında teferruatlı bilgi için bk. Ahmet Turan Arslan, “Harput’ta Bir Âlim Sülâlesi: Efendigil Âilesi”, s. 90­92. Vefâtı ile ilgili ilanlar için bk. Cumhuriyet, 27.05.1966, s. 2; Milliyet, 27.05.1966, s. 2.

[230]  Ünal Taşkın vd., Elazığ Eğitim Tarihi, s. 109, 114. Kütüphane-Neşriyât Şubesi’nin yayımladığı Altan Dergisinin 22. sayısına kadar künyede yazı işleri yahut sorumlu müdür ismi bulunmamaktadır; ancak 22. sayıdan itibaren Ömer Naîmî Efendi’nin adı neşriyât müdürü olarak yer almıştır. bk. Nurettin Güz, Tek Parti İdeolojisinin Yayın Organları Halkevleri Dergileri 1932-1950, Ankara 1995, s. 69. Ayrıca bk. Yavuz Haykır, “Elazığ (El'azîz) Halkevi Yayınları ve Altan Dergisi”, Türk Dünyası Araştırmaları, sy. 171 (İstanbul 2007), s. 128, 131, 141.

[231]  bk. 4 Aralık 2012 tarihli Posta Gazetesi. http://www.posta.com.tr/saglik/haberdetayarticleID=151081.

[232]   Turan Gazetesi, sy. 588 (29 Birinci Teşrîn 1938), s. 1-2.

[233]   Turan Gazetesi, sy. 593 (12 İkinci Teşrîn 1938), s. 1.

[234]  Altan, sy. 44-47 (Şubat 1939), s. 53.

[235]  C.H.P. Yedinci Büyük Kurultayı, s. 6.

[236]  Tayyar Altıkulaç ile yaptığımız görüşmeden (22.06.2015).

[237]  Ahmet Turan Arslan, “Harput’ta Bir Âlim Sülâlesi: Efendigil Âilesi”, s. 92.

[238]  Elazığ’ın manevî büyüklerinden emekli vâiz Cemâleddin Emiroğlu Hocaefendi ile yaptığımız görüşmeden (30.08.2015).

[239]  Ahmet Turan Arslan, “Harput’ta Bir Âlim Sülâlesi: Efendigil Âilesi”, s. 92. Ömer Naîmî Efendi’in kabul etmediği göreve Ömer Nasuhi Bilmen getirilmiştir.

[240]  07.11.2015’te yaptığımız görüşmeden.

[241]  28.08.2015-Elazığ.

[242]  Mehmed Zihnî Efendi’nin hazırladığı mufassal ilmihâl.

[243]  Tam adı en-Nahvü’l-vâzıh fî kavâ' idi’l-luğati’l-Arabiyye olan, Ali Cârim ve Mustafa Emîn’in orta dereceli mektepler için hazırladıkları Arapça nahiv kitabı.

[244]  Hocaefendi ile yaptığımız görüşmeden (30.08.2015).

[245]  Süleyman Ateş, Bir Ömür Böyle Geçti, s. 99. Hocamızla yaptığımız görüşmede söz konusu şiirleri yeri geldikçe bi’l- bedâhe okuduğuna şâhit olduk.

[246]  El'azîz Halkevi’nin Köylü ve Halk Neşriyâtı serisinin ilk yayımı olan kitapçık Naîmî Efendi’nin Altan dergisinde neşrettiği eski hukuk ve yeni medenî kanuna göre mirasla ilgili iki yazısının genişletilmiş hâlinden ibârettir.

[247]  Bu yazıların beşi akrabası şâir Harputlu Hayri Bey (v. 1328/1910), biri şâir Harputlu Rahmî Bey (v. 1301/1884), ikisi miras mevzuu, biri medenî kanunun vasıfları hakkındadır. Bunlar dışında bir de yukarıda mevzubahis olan Atatürk şiiri bulunmaktadır.

[248]  Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36143, vr.nr. yok. Gerek Canan Karatay Hanımefendi gerekse Talat Turhan Bey “Müfîde”den haberdâr olmadıklarını ifade ettiler. Bu durumda Müfîde bebekken vefât etmiş olmalıdır.

[249]  Süleyman Ateş Hocamızla yaptığımız görüşmeden (27.04.2015).

[250]  Canan Karatay’la görüşmemizden (05.06.2015).

[251]  Ömer Naîmî Efendi 1957’de Beyoğlu Müftülüğüne atanınca İmam-Hatip’ten öğrencisi Süleyman Ateş Hoca’yı Be­yoğlu Ağa Câmii’ne imam yapmak istemiş, o sıralarda Elazığ’da bulunan Süleyman Ateş çok hürmet ettiği hocası Muharrem Hilmî Efendi’ye ([Kösetürkmen], v. 1964) danışmış, Muharrem Efendi’nin İstanbul’daki hayat şartlarının kendisini zorlayacağını söylemesi üzerine Ömer Naîmî’nin teklifini kabul etmemiştir. Süleyman Ateş sonraki dö­nemlerde Ömer Naîmî Efendi’yle irtibatını kesmemiş, 1964’te onu Acıbadem’deki evinde (Acıbadem Banka Evleri, nr. 10) ziyaret etmiş, hayır duâsını almıştır. Süleyman Ateş Ömer Naîmî Efendi ile ilgili hâtırâtının bir kısmını Bir Ömür Böyle Geçti adlı kitabında anlatmaktadır (bk. a.g.e., İstanbul ty., I, 98-109). Bu hâtırât arasında Ömer Naîmî’nin babası ve dedesiyle ilgili anlattıkları da bulunmaktadır.

[252]  Sünbülzâde Vehbî, Nuhbe-i Vehbî, İstanbul 1310, s. 28.

[253]  Canan Karatay ile yaptığımız görüşmeden (06.06.2015).

[254]  Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36143, vr.nr. yok.

[255]  Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36143, vr. nr. yok.

[256]  Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36, s. 149. Fatma Râşide Hanım’ın adı âile arasında “Reşide” olarak telaffuz edilmektedir.

[257]  Talat Turhan Bey’in kızı Râşide Feza Hanım (Turhan Tosun, d. 1958) bu hizmetkârın bilâhere hacca da giden Yusuf Efendi olduğu kanaatindedir. (Görüşme tarihimiz 06.06.2015.)

[258]  Canan Karatay Hanımefendi ile yaptığımız görüşmeden. (05.06.2015)

[259]  Vefât ilanı için bk. Cumhuriyet, 27.03.1989, s. 2; Milliyet, 27.03.1989, s. 10.

[260]  Talat Turhan Bey’in hayatı, mücâdelesi ve eserleri için bk. http://www.talatturhan.com.

[261]  Talat Turhan Bey’le 7 Kasım 2015’te yaptığımız görüşmeden.

[262]  Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36143, vr. nr. yok. DİB Arşivi’ndeki resmî nüfus kayıt belgesine göre Abdülhamid Efendi’nin doğum tarihi 1318/1900-1901’dir. Mezar taşına hakkedilen tarih ise 1892’dir.

[263]  “dördüncü” yerine “altıncı” yazılmış sonra silinmiş.

[264]  Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36143, vr. nr. yok.

[265]  Metinde “ğarîk-i rahmet” terkibi “ğarîka-i ğarîk-i rahmet” şeklinde yazılıysa da bunun sehiv olduğu kanaatindeyiz. Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36, s. 149.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar