Harput Ulemâsından Müderris-Müftü Mehmed Kemâleddin Efendi
Doç.
Dr. Ahmet KARATAŞ[16]
Artuklu ve Osmanlı
dönemlerinde büyük ehemmiyeti hâiz şehirler arasındayken bugün Elazığ’ın bir
mahallesi hâline dönüşen Harput yüzyıllar boyunca kıymetli devlet adamları,
âlimler, velîler, şâirler yetiştirmiştir. Kemâleddin Efendi’nin de fertlerinden
biri olduğu Har- putlu Imamzâde/ Müftügil/ Efendigil sülâlesi m. XVI. asırdan
itibâren âlimleriyle şöhret bulmuş, ilim neşri hususunda gösterdiği cehd ü
gayretle nâmı bugünlere gelmiş bir ocaktır. Meh- med Kemâleddin Efendi bu “hânedân-ı
ilm”in hem dinî eser veren hem de edebî kimliği olan son âlim ferdidir. Bu
ulemâ silsilesini şöyle sıralayabiliriz: Hoca Es'ad Efendi (v. 1134/1722) ^ İmamzâde
Ahmed Efendi (v. 1170/1757) ^ Müftü Mehmed Saîd Efendi (v. 1210/1804) ^
Müftü Hacı Ahmed Nazîf Efendi (v. 1261/1845) ^ Müftü Hacı Ömer
Na'îmî Efendi (v. 1299/1882) ^ Hacı Müderris Abdülhamid Efendi (v.
1320/1902) ^ Müderris Müftü Mehmed Kemâleddin Efendi.[17] Bu makalede
Kemâleddin Efendi’nin hayatı ve eserleri kaynakların imkân verdiği ölçüde
teferruatlı bir biçimde ele alınacaktır. [18]
1)
Doğumu-Âilesi-Yetişme
Devresi
Kemâleddin Efendi,
15 Ramazân 1283/ 21 Ocak 1867’de Harput’ta, Ağa Mahallesi, Hacı Hamîd Efendi
Sokağındaki 56 kapı numaralı konakta doğdu. Dedesi “Kasîde-i Bürde Şârihi”
olarak nâm salmış Harput müftüsü müderris Hacı Ömer Naîmî Efendi, babası şöhreti
Harput’u aşmış bir hâfız, müderris ve mutasavvıf olan Hacı Abdülhamid Hamdî
Efendi, annesi Mü’mine Hanım’dır. Kemâleddin Efendi evin en küçük çocuğudur.
Babası Abdülhamid Hamdî Efendi onun doğumuyla ilgili şu satırları yazmıştır:
“1283 hicrî yılı
mâh-ı Ramazân-ı şerîfinin on beşinci gecesi leyle-i isneyn ki, peder-i
büzürkvâr -sellemehullâhu Te'âlâ- ile Der-'aliyye’ye [İstanbul] def'a-i sâniye
olarak gidilüp[19] avdet
olunduktan kırk beş gün sonra mahdûmum Mehmed Kemâleddin bi-lutfihi Te' âlâ
zîb-i mehd-i vücûd oldu. Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak, âlim-i âmil, fâzıl-ı kâmil ve
zühd ü takvâ ile âreste ve salâh u felâh ile pîrâste eyleyüp bârrü’l-vâlideyn
ve ilm ü amelde sâlisü’l-Kemâleyn eyleye! Bicâhi seyyidi’l-mürselîn sallallâhu
Te'âlâ aleyhi ve selleme ve alâ âlihi ecma'în, âmîn. Târîh li-vâlidihi’l-faklr:
Çok şükr ola ihsanına ey Bârî-i enfâs[20]
Sen beytimizi beyt-i ulûm-ı şeref eyle
Verdin bana fazlınla Muhammed Kemâl’i
Lutfınla anı peyrev-i seyr-i selef eyle
Bu bir çıkıcak fazl ile târîhi de Hamdî Yâ Rabbi Kemâl’i
bana ni'me’l-halef eyle.
(1284-1= 1283)”
Yukarıdaki satır
ve mısrâlardan anlaşıldığına göre Abdülhamid Efendi oğlunun doğumuna çok
sevinmiş, onun ilmiyle âmil bir âlim, zâhid, müttaki, sâlih, ebeveynine
hürmetkâr, eslâfın yolunu takip eden bir mü’min olmasını arzulamış, ilimleri ve
yaptıkları iyi işlerle meşhur olmuş iki Kemâl’in üçüncüsü olması için duâ
etmiştir. Bu iki meşhur Kemâl’in kimler olduğunu kesin olarak bilemesek de
birinin Hanefî fakihi, tefsir, hadis ve kelâm âlimi İbnü’l- hümâm Kemâleddin
Mehmed es-Sivasî el-İskenderî (v. 861/1457), diğerinin ise Abdülhamid
Efendi’nin çağdaşı sûfî müellif Harirîzâde Mehmed Kemâleddin Efendi (v. 1299/1882)
olduğunu söyleyebiliriz. XVII. asrın önde gelen âlimlerinden Taşköprizâde
Kemâleddin Mehmed Efendi de (v. 1030/1621) bu ihtimâller arasında sayılabilir.
Kemâleddin
Efendi’nin Mehmed Saîd Mansûr isminde bir ağabeyi,[21] Nâfia (d. 2 Şevvâl 1268/ 20
Temmuz 1852), Tâhire (d. 20 Cemâziye’l-evvel 1271/ 8 Şubat 1855) ve Ayşe (d.
Rebîü’l-evvel 1279/ Eylül 1862) isimlerinde ablaları vardır.[22]
Kemâleddin
Efendi ilk tahsilini Harput’ta konaklarının karşısında, Ağa Câmii bitişiğinde
bulunan Cevheriyye Medresesi’nde yapmış, 1294/1877’de on bir yaşındayken
babasının Kâmil Paşa Medresesi’ndeki ders halkasına dâhil olmuştur.[23] Abdülhamid
Efendi oğlunun burada eğitime başlamasına şu beyitle tarih düşürmüştür:
Söyledim târîh-i tâmmın Hamdiyâ kıldım du'â
Sehl ola Rabbim Kemâleddîne tahsîl-i fünûn
1294 8(1877)=
Kemâleddin Efendi medrese eğitimi esnâsında sarf, nahiv,
belâğat, me'ânî, kavâid-i Fârisiyye, a'mâl-i erba'a (dört işlem), mantık,
hüsn-i hat, arûz gibi âlî (âlet) ilimleri yanında kıraat, usûl-ı fıkh, usûl-ı
hadis, ilmihâl, akâid, kelâm, tefsir, hadis, fıkıh, ferâiz, kısas-ı enbiyâ gibi
'âlî ilimler tahsil etmiştir. Öğrenim sürecinde sarfa dâir Emsile, Binâ,
Maksûd, İzzî, Merâh;[24] [25]
nahve dâir Avâmil, îzhâr, Kâfiye ve Molla Câmî okumuş,[26] yine îmtihânü’l-
ezkiyâ,[27] Dede Cöngü,[28] Muğni’l-lebîb[29] Mutavvel
ve Miftâhu’l-ulûm,[30] Îsâgûcî,[31] gibi âlet
ilimleriyle ilgili eserlerle birlikte Hâşiyetut-tecrîd,16
Şerhu’l-mevâkıf,17 Tavâli'ul-envâr,18 Nesefî,19
Tenk
ih Tavzîh20 Telvîh 21 Hidâve 22 Dürr-i Yetîm 23 Kadî Be zâvî24 Kessâf25 Buhârî26 Kadî
ı enKiı ı-, ı a vziıı , Let^nı^ ivmye^ ljizi i i i
eı izm, i\.ızızı ucyz1! vı, i\ejji4j, -izuu-uı ı, ı\.ızızı
Iyâz/
Şifâ-ı Şerîf27 Şemâil-i Şerîf28 İbn Melek,29
Mesâbîh/ Mişkât,30 Halebî/ Mülteka,31 Halebî/
16
Nâsırüddîn-i Tûsî’nin (v. 672/1274) Tecrîdü’l-kelâm (Tecrîdü’l-i'
tikad) adlı eserine Şemseddin el-İsfehânî’nin (v. 746/1345) yaptığı şerhin (Şerhu’l-kadîm)
Seyyid Şerîf Cürcânî tarafından yazılan hâşiyesidir. Cürcânî’nin Hâşiye-i
Tecrîd’i o kadar meşhur olmuştu ki Osmanlı’da bu eserin okutulduğu kademeye
Hâşiye-i Tecrîd Medreseleri denmekteydi. (bk. Mustafa Ergün, “Ders
Programları ve Ders Kitapları Tarihi-I: Medreselerde Okutulan Dersler ve Ders
Kitapları”, Afyonkarahisar Üniversitesi Anadolu Dil-Tarih ve Kültür
Araştırmaları Dergisi, sy. 1 [Afyon 1996], s. 24).
17
Kelâm âlimi Ebü’l-fazl Adudüddîn Icî (v. 756/1355) tarafından yazılan el-Mevâkıf
fî ilmi’l-kelâm adlı eserin Seyyid Şerif Cürcânî tarafından yapılan hacimli
şerhi olup Şerh-i Adudiyye adıyla da tanınmıştır.
18
Kadî Beyzâvî’nin (v. 685/1286) tam adı Tavâli' ü’l-envâr min metâli'
i’l-enzâr olan kelâma dâir eseridir. Bu eserin Şemseddin el-İsfehânî
tarafından yapılan şerhine Seyyid Şerîf Cürcânî’nin yazdığı Hâşiye alâ
Metâli'i’l-enzâr şerhi Tavâli'i’l- envâr adlı eser de medreselerin temel
kitapları arasında yer almıştır. (bk. Yusuf Şevki Yavuz, “Tavâli'u’l-envâr”, DİA,
İstanbul 2011, XL, 180-181; Sadrettin Gümüş, “Cürcânî, Seyyid Şerîf”, DİA,
İstanbul 1993, VIII, 134-136.)
19
Akaid-i Nesefî: İmam
Mâtürîdî’nin talebesi olan Ömer b. Muhammed en-Nesefî’nin (v. 537/1142) akaide
dâir eseridir. Bu eserin yanısıra buna Teftâzânî’nin yazdığı şerh de
medreselerin ders kitapları arasında yer almaktaydı. (Ayşe Hü- meyra Aslantürk,
“Nesefî, Necmeddin”, DİA, İstanbul 2006, XXXII, 571-573.)
20
Tenkihu’l-usûl:
Sadruşşerîa’nın (v. 747/1346) yazdığı Hanefî fıkıh usûlüne dâir eseridir.
Sadruşşerîa daha sonra bu eserini et-Tavzîh fî halliğavâmizi’t-Tenkih
adıyla şerhetmiştir. Her iki eser de medreselerde asırlarca okutulmuş, üzerine
bir çok şerh, hâşiye, ta’lîk yazılmış klasiklerdendir. (Geniş bilgi için bk.
Şükrü Özen, “Tenklhu’l-usûl”, DİA, İstanbul 2011, XL, 454-458.)
21
Sadrüşşerîa’nın Tenkihu’l-usûl’üne Teftâzânî’nin yazdığı tam adı et-Telvîh
ilâ keşfi hakaiki’t-Tenkih olan hâşiyedir.
22
Burhâneddin el-Merğinânî’nin (v. 593/1197) Hanefî fıkhına dâir meşhur
eseridir. Hidâye, Osmanlı medreselerinin temel kitaplarından olması
yanında kadı ve müftülerin de mürâcaat kitabıydı. (İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı
Devletinin İlmiye Teşkilâtı, Ankara 1988, s. 19; Cengiz Kallek,
“el-Hidâye”, DİA, İstanbul 1998, XVII, 471-473.)
23
Tam adı ed-Dürrü’l-yetîm fî ilmi’t-tecvîd olan eser, Birgivî’nin
tecvide dâir risâlesidir.
24
Nâsıruddîn Abdullah b. Ömer el-Beyzâvî (v. 685/1286) müfessir, kelâmcı
ve faklhtir. Onun Envârü’t-Tenzîl ve esrârüt- tevîl adlı tefsiri,
sahasının en meşhur eserlerindendir. Ellili Dâhil ve Sahn-ı Semân tarzı üst
seviye medreselerin temel kitaplarından olan ve müfessirin adıyla anılan bu
eser de Kemâleddin Efendi’nin gerek talebeliğinde gerekse hocalığında okuduğu,
mürâcaat ettiği ana kaynaklarından olmuştur.
25
Zemahşerî’nin (v. 538/1144) dirâyet metoduyla yazdığı tefsiridir. Tam
adı el-Keşşâf an hakaiki ğavâmizi’t-Tenzîl ve uyûni’l-ekavîlfî
vücûhi’t-t’evîl olan eser birçok yönüyle çok beğenilmiş ve ulemânın temel
kaynakları arasında yer almıştır. Kemâleddin Efendi bu eseri de ilk gençlik
döneminden itibaren okumuş, eserlerinde bu tefsirden hem istifâde etmiş hem de
buradaki bazı görüşlerden dolayı Zemahşerî’yi eleştirmiştir. (Eser hakkında
teferruatlı bilgi için bk. Ali Özek, “el-Keşşâf”, DİA, Ankara 2002, XXV,
329-330.)
26
Buhârî’nin (v. 256/870) el-Câmi u’s-sahîh adlı meşhur hadis
kitabı bütün İslâm dünyasında olduğu gibi elbette medreselerin de temel
eserleri arasında yer almakta ve Buhârî’nin adıyla anılmaktaydı.
27
Kadı Iyâz’ın (v. 544/1149) eş-Şifâ fî ta'rîfi şerefi’l-Mustafâ
adını verdiği Hz. Peygamber sevgisine dâir eseri zaman içerisinde büyük ilgi
görmüş, Kadı Iyâz ve Şifâ-i Şerîf adlarıyla medreselerin ana kaynakları
arasında yer almıştır. (Geniş bilgi için bk. M. Yaşar Kandemir, “eş-Şifâ”, DİA,
İstanbul 2010, XXXIX, 134-138.)
28
Tirmizî’nin (v. 279/892) tam adı eş-Şemâilü’n-nebeviyye
ve’l-hasâilü’l-Mustafaviyye olan ve Peygamberimizin şemâili hakkında bilgi
veren bu eseri medreselerde Şemâil-i Şerîf adıyla okutuluyordu. (bk. M.
Yaşar Kandemir, “eş-Şemâilü’n- nebeviyye”, DİA, İstanbul 2010, 500-501.)
29
İbn Melek: Ferişteoğlu
lakabıyla da tanınan Hanefî fıkıh âlimi İbn Melek’in (Tireli İzzeddîn
Abdullatîf er-Rûmî, v. 821/1418’den sonra) Radıyüddin es-Sâgânî’nin (v.
615/1253) Meşârıku’l-envârü’n-nebeviyye min sıhâhi’l-ahbâri’l- Mustafaviyye
adlı hadis kitabına yazdığı şerh olup eserin asıl adı Mebâriku’l-ezhâr fî
şerhi Meşârikı’l-envârdır. Eser Buhârî ve Müslim’den derlenen
2250 civarı hadisi ve bunların kısa açıklamaları ile bunlardan çıkarılan fıkhî
hükümleri ihtivâ etmektedir. (Mustafa Baktır, “İbn Melek”, DİA,
İstanbul 1999, XX, 175-176.)
30
Mesâbîhus-sünne: Ebû
Muhammed Hüseyin b. Mes'ûd el-Beğavî’nin (v. 516/1122) 4179 sahih ve hasen
hadisleri bir araya getirdiği eseridir. Bu eseri Hatîb et-Tebrîzî Mişkâtü’l-mesâbîh
adıyla yeniden tertip etmiştir. Her iki eser de medreselerin temel hadis
kitaplarındandır. (İbrahim Hatiboğlu, “Mesâbîhu’s-sünne”, DİA, Ankara
2004, XXIX, 258-260.)
31
Osmanlı ulemâsından İbrâhim b. Muhammed el-Halebî’nin (v. 956/1549)
Hanefî fıkhını anlattığı Mültekal-ebhur medreselerde okutulmasının
yanında kadı ve müftülerin de mürâcaat kaynaklarındandı. (Şükrü Selim Has,
“Mülteka’l- ebhur”, DİA, İstanbul 2006, XXXI, 549-552.)
Siyer,[32] Ferâizüs-sirâciyye,[33]
Dürrü’l-muhtâr,[34] Şerh-i Muhammedıyye[35] gibi temel Islâm ilimlerine dâir kaynakları okumuştur.
Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Kütüphanesi’ne bağışlanan yazmalar
arasında[36] Kemâleddin
Efendinin talebeliğinde okuduğu, müderrislik ve müftülük dönemlerinde ise
mürâcaat ettiği bu kaynaklar mevcut olup bunların bir kısmında derkenâr olarak
onun, babasının ve dedesinin notlarına rastlanmaktadır.
Çok kuvvetli bir hâfızaya sahip
olan Kemâleddin Efendi, eğitimi esnâsında dinî-edebî bir çok manzûme de
ezberlemiştir. Teftâzânî’nin belâğate dâir eseri olan Mutavvel’indeki
yüzlerce beyti, İmam Bûsîrî’nin (v. 695/1296) Kasîdetü’l-bürde ile Kasîdetü’l-mudariyye
fis-salâti alâ hayri’l-beriyye’sini, Osmanlı âlimlerinden Hızır Bey’in (v.
863/1459) Kasîde-i Nûniyye’sini, Ali b. Osmân el-Ûşî’nin (v. 575/1179) Yekülü’l-'abd
ve Bedü’l-emâlî olarak da bilinen Mâtürîdî akadini anlatan Emâlî
Kasidesini ezberlemiştir. Kemâleddin Efendi’nin ezberlediği manzum
metinler bunlarla sınırlı değildir. Hanefî fakihlerden İbn Vehbân’ın (Ebû
Muham- med Emînüddin, v. 768/1366) el-Manzûmetü’l-Vehbâniyye adlı 1040
beyitlik fıkıh kitâbı da Kemâleddin Efendi’nin ezberledikleri arasındadır.[37] Sunguroğlu
onun Mîzânü’l-adl adlı bir edebî eseri de ezberlediğini kaydeder.[38] Kemâleddin
Efendi babasından Kur’ân-ı Kerîm’in güzel ve çeşitli vecihlerde okunmasıyla
ilgili ilmü’l-edâ, vücûh-ı kırâat-i seb'a ve aşere talim etmiş; bu sırada
meşhur kırâat âlimi Ebû Muhammed Şâtıbî’nin (v. 590/1194) Kasîde-i Lâmiyye,
Hırzu’l-emânî ve vechü’t-tehâni’si ile İbnü’l-Cezerî’nin (v. 833/1429)
manzum Tayyibetün-neşr fi’l-kırâati’l-aşr adlı eserlerini de
ezberlemiştir.
Kemâleddin Efendi yukarıda saydığımız bazı eserleri okumaya
başladığı tarihi not etmiştir. Dürrü’l-muhtâr la ilgili kaydı şöyledir:
“Bin üç yüz üç senesinin Rebîü’l-âhirinin on dördüncü Çehârşenbe günü Dürrü’l-muhtâr
a bed’ ü mübâşeret eyledik. Hak Te'âlâ peder efendinin vücûduna 'âfiyet
verip bizleri 'âlim ve 'âmil ve ikmâline muvaffak eyleye. Âmîn. 14 Rebîü’l-âhir
[1]303/ 8 Kânûn-ı Sânî [1]301 [20 Ocak 1886].”[39] Bu kaydın yanındaki notta ise
aynı yılın Cemâziye’l-evvelinin 20’sinde de [18 Şubat 1886] mantık kitabı olan Tasavvurât’a
başladıklarını ifade etmektedir. Mutavvel’i okumaya başladığı yılı
da aşağıdaki iki tarih manzûmesi ile kaydetmiştir. Birinci manzûmede Kemâleddin
Efendi’nin babasına karşı duyduğu derin hürmeti yansıttığı beyitler özellikle
dikkate değerdir:
“Mutavvel’e
bed’ ü mübâşeret olundukda 'âcizâne söylediğim târîhdir:
Lutf u ihsânını Hak kıldı mezîd
Vâcıb oldu
bana şükr ü tahmîd
Vâlid-i mâcid hem üstâdım
Anda cem’ oldu
bütün hulk-ı hamîd
Kerr-i ezmân ile mümkün mü ola
Asl-ı dîne bu
gibi rükn-ı meşîd
Dânış ü fazlda mânendi 'adîm
Gelemez
ka'bına hem İbn 'Amîd
Bana başlatdı Mutavvel-i Telhîs
Bezl-i himmet
ile bu sâl-ı cedîd
Dü cihânda ola şâd ü mesrûr
Olmaya kaddi
nevâ’ible hamîd
Sâyesinde nice a'vâm u duhûr
Zindegânî
ederim yâ Rab ümîd
Dedi cevher gibi târîh Kemâl
Ola itmâmı da bâ fazl-ı Mecîd
(1305 [1888])
Dîger:
Lehul-hamd lutf-ı Hak’la Şerh-i Telhîs
Olundu bed’
olsun tîzce ikmâl
Kemâl târîh-i
cevher ferdi geldi
Mutavvel’e başladım hatm ola bu sâl
(1305
[1888]) [40]
Kitap okuma kayıtlarına son örnek
olarak Hidâye’yi verebiliriz. Abdülhamid Hamdî Efendinin aralarında
Kemâleddin Efendinin arkadaşlarının da bulunduğu icâzetli ulemâya okutmaya
başladığı bu eseri vefâtından sonra Kemâleddin Efendi h. 1320 Ramazân’ında (Aralık
1902) “Faslün fî Kıyâmi Ramazân” kısmından başlayarak okutmaya devam etmiş ve
43 ayda, 25 Rebîü’l-âhir 1324’te (18 Haziran 1906) ikmâle muvaffak olmuştur.[41]
Ahmet Turan Arslan hocamızın
merhum Orhan Karmış Hoca’dan naklettiğine göre yıllarca hatimle terâvih
kıldıran Hacı Abdülhamid Efendi 1307 Ramazân’ında (1890 Nisan-Mayıs)
ihtiyarlığı sebebiyle hatimle namaz kıldıramayacağını anlayınca Kemâleddin
Efendi’den namazı kıldırması için bir hâfız efendiyi bulmasını ister.
Kemâleddin Efendi etrafa haber salmasına, sorup soruşturmasına rağmen kimseyi
bulamayınca bu işi kendisi üstlenir ve her gün bir cüz ezberleyerek o akşamın
terâvihini o cüzle kıldırır, bu sûretle bir ay içerisinde Kur’an’ın tamamını
ezberleyerek hâfız olur.[42] Kemâleddin
Efendi bu yıldan itibaren kırk yıl fâsılasız bir şekilde Harput Ağa Câmii’nde
hatimle terâvih kıldırmıştır.[43] Terâvih
hatimle kılınmasına rağmen Kemâleddin Efendi’nin arkasında saf tutmak isteyen
cemaatin câmiyi hıncahınç doldurduğuna dâir bilgi dikkat çekicidir.[44]
Kâmil Paşa Medresesi’nde bir
yandan tahsiline devam ederken bir yandan da geleneğe uyarak alt sınıflardaki
talebeyi okutan Kemâleddin Efendi 6 Şa'bân 1312/ 2 Şubat 1895’te yirmi sekiz
yaşındayken babası Abdülhamid Efendiden “ilmü’l-edâ”dan tek başına, bir hafta
sonra da (12 Şa'bân 1312/ 8 Şubat 1895) diğer ilimlerden on beş arkadaşıyla
birlikte Sâre Hatun Câmii’nde yapılan Harput ve civarında bulunan vilâyet ve
kazâlardaki âlimlerin, devlet erkânının, şehrin eşrâfının da iştirâk ettiği
mutantan bir merâsimle icâzet-i ilmiyye almıştır.[45] Bu merâsimde
“silsile-i şerîf”i[46] devrin
meşhur âlimlerinden İbrâhim Lebîb Efendi (Uzun Hoca) okumuştur.[47]
Kaynaklarda
Kemâleddin Efendi’nin devrin şöhretli âlimlerinden olan muhaddis Şeyh Muhammed
Bedreddin el-Hasenî ed-Dımaşkı’den (v. 1850-1935) ilm-i hadis icâzeti aldığı belirtilmektedir.
Allâme Muhammed Bedreddin’in Harput’a geldiğine dâir bir bilgi bulunmadığına
göre[48] Kemâleddin
Efendi tahsîlini ikmâl için Şam’a gitmiş olmalıdır.
2)
Memuriyet
Hayatı-Müderrisliği
Abdülhamid Efendi “mahdûmu ve
vâris-i ulûmu”[49] Kemâleddin
Efendi’ye icâzet verdikten sonra ihtiyarlığı ve hastalığı sebebiyle Kâmil Paşa
Medresesi’nde talebeye yalnızca tefsir, hadis, fıkıh gibi 'âlî ilimleri
okutmuş, Arapça, Farsça, mantık, münâzara gibi bütün âlet ilimlerinin
tedrisâtını ise Kemâleddin Efendi’ye devretmiştir. Böylece Kemâleddin Efendi
babasının vefât ettiği h. 1320/ m. 1902’ye kadar, sekiz yıla yakın aşağıda
bahsedeceğimiz diğer medreselerdeki resmî hocalığı yanında bu medresedeki
vazifesini de devam ettirmiştir. Babasının vefâtı ile de i'lâm-ı şer'î ve
fermân-ı pâdişâhî ile Kâmil Paşa Medresesi’ne asâleten tâyin edilmiştir.[50]
Kemâleddin Efendi’nin r. 1315/ m.
1900’de 34 yaşındayken Ma'mûretü’l-azîz[51] Mekteb-i Rüşdiye-i
Askeriyye’ye Arapça hocası olarak vekâleten atanmasıyla hayatının kayıtlara geçen
resmî memuriyet devresi başlamıştır. 1316/1900’de aynı mektebin kavâid
hocalığına, 1318/1902’de Arapça hocalığına terfîan getirilmiştir. Aynı yıl
Kâmil Paşa Medresesine asâleten tayin edilmiş, 1324/1908’de dört ay El'azîz
merkez kadılığına vekâlet etmiştir. 1325/1909’da Ma'mûretü’l-azîz Mekteb-i
Sultânî’sinde Arapça hocası olmuş, aynı yıl yaklaşık bir ay İsti’nâf Mahkemesi
reisliğine vekâlet etmiş, sonra aynı mahkemenin âzâlığına tayin edilmiş, yine
bu yıl Mekteb-i Rüşdiye-i Askeriyye’de Arapça hocalığına devam etmiştir. 1326/1910’da
Mekteb-i Sultânî’de, 1327/1911’de Rüşdiye-i Askeriyye’de Arapça hocalıkları
yapmış, 1330-1331/1914- 1915’te Numûne Mektebi’nde Kırâat, Elif Bâ ve Arapça
hocalıklarında bulunmuştur. Ulaştığımız bir arşiv belgesindeki kayıtta
Kemâleddin Efendi’nin o yıllarda serbest avukatlık da yaptığı ifade
edilmektedir.[52] O ayrıca
muhtelif komisyonlara ve meclislere üye olmuş ve bunların bir kısmının
başkanlığını yürütmüştür.
17 Rebîü’l-âhir 1334/ 9 Şubat
1331/ 22 Şubat 1916’da aşağıda tafsilatlı bir şekilde görüleceği üzere önce
vekâleten çok kısa bir müddet sonra da asâleten Ma'mûretü’l-azîz merkez
müftüsü olmuştur. Aynı yıl Harput Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesi’nin kısm-ı
âlîsine (sahn) müderris olarak da atanmış,[53] burada Tefsir, Hadis, Usûl-ı
Fıkıh, Belâğat derslerini okutmuştur.[54] 1342/1924’te yürürlüğe konulan
Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu gereğince bütün Dârü’l-hilâfe medreseleri ile birlikte
Harput Dârü’l-hilâfe’sinin de hazırlık kısmı ilgâ edilmiş, diğer kısımları ise
İmam-Hatip Mektebine dönüştürülmüştür.[55] Bu dönüşümle birlikte Har- put
İmam-Hatip Mektebi’nde dersler ve müfredât değiştirilmiş, hoca sayısı da yarıya
düşürülmüştür. Kemâleddin Efendi bu mektepte de 21 Kasım 1925’ten azledildiği
7 Eylül 1926’ya kadar Edebiyat muallimliği yapmıştır. Diyânet İşleri
Başkanlığı Arşivi’ndeki hizmet cetvelinden anlaşıldığına göre Kemâleddin Efendi
müftülük vazifesi ile muallimlik ve müderrisliği azle- dildiği güne kadar
birlikte yürütmüştür.[56]
Kemâleddin Efendi 30 lira olan
son müftülük maaşını 1 Kasım 1926’da almıştır. Aşağıda teferruatlı bir şekilde
ele alınacağı üzere Kemâleddin Efendi Şark İstiklâl Mahkemesince suçlu bulunup
Samsun’a sürgüne mahkûm edilince Diyânet İşleri Başkanlığı onu müftülükten az-
letmiştir. Bunun üzerine Kemâleddin Efendi 20 Eylül 1926’da Başkanlığa
Samsun’dan bir dilekçe yazarak Memuriyet Kanunu’nun 49. maddesine istinâden en
az 6 ay hapis cezasına çarptırılanların memurluktan ihraç edilebileceklerini,
kendisinin ise belli bir süre ile (Örfî İdâre sona erinceye kadar) Samsunda
ikâmete mecbur kılındığını; binâenaleyh memurluktan atılmamasını ve maaşının
kısmen de olsa kendisine verilmesini istirham etmiştir. Ancak onun bu
istirhâmnâmesi dikkate alınmamıştır.
Kemâleddin Efendi sürgünden
dönünce ilgili mercilere mürâcaat ederek 20 Şubat 1928’de, 62 yaşındayken
emekliye ayrılmıştır. Emekliliği için esas alınan hizmet süresi 31 sene 7 ay 28
gündür. Bu süre göz önünde bulundurulduğunda üst derece emekli aylığı alması
gerekirken herhangi bir sebep belirtilmeksizin düşük kademe ile emekliliğe sevkedilerek
kendisine yalnızca 9 lira 96 kuruş emekli aylığı bağlanmıştır. Kayıtlara göre
Kemâleddin Efendi ilk emeklilik maaşını 10 Mayıs 1928’de almıştır.
Kemâleddin Efendi’nin torunu
Talat Turhan Bey’in bize anlattıklarına göre Efendi- gil âilesinin maaş dışında
da birtakım gelirleri ve tahsisâtı bulunmaktaydı. Kemâleddin Efendi’nin ağa
kızı olan ilk eşi Mutîa Hanım’ın köyü (Hanköyü) her yıl mahsûlün yarısını
Efendigil konağına gönderirlerdi. Mollaköy ve Hoş Köyü’nde de bu âileye âit
araziler vardı. Harput’a 2 km. kadar uzaklıktaki Buzluk civarında içinde başta
ceviz ve dut olmak üzere çeşit çeşit meyve ağaçlarının da bulunduğu 30
dönümlük bağ vardı. Ayrıca Kâmil Paşa Medresesi’ne ve Ağa Câmii’ne bağlı
akarlar da bu âileye gelirdi, hattâ bu “evkâf-ı müsmire” vesilesiyle Kemâleddin
Efendi devrin şartlarına göre iyi bir hayat sürmüştür.[57] Bu akarlardan gelenler Câmi ve
Medrese’ye de harcanırdı.
Kemâleddin Efendi’nin
memuriyetlerini ve aldığı maaşları gösteren ayrıntılı hizmet cetveli şöyledir:[58]
Diyânet İşleri Reisliği Sicil Kalemine
Mahsûs Hizmet Cedvelidir |
|||||||||||
Memurun İsim ve Şöhreti |
Tevellüd Târihi |
Hizmet-i Devlete Duhûlü Târihi |
Son Memuriyeti |
İstid'â Târihi |
|||||||
Sâbık El'azîz Müftîsi Kemâleddin Efendi |
1283 [1867] |
1 Kânûn-ı Sânî 315 [13 Ocak 1900] |
Müftîlik |
--- |
|||||||
'An |
İlâ |
Müddet-i Me’mûriyeti |
Müddet-i Ma'zûliyeti |
Ünvân-ı Me’mûriyeti |
Ma'âş-ı
Şehrîsi" [Kuruş] |
Mülâhazât |
|||||
Sene |
Ay |
Gün |
Sene |
Ay |
Gün |
|
|
|
|||
1 Kânûn-ı Sânî 315 [13 Ocak 1900] |
Gâye-i Mayıs 316" [13 Haziran 1900] |
- |
5 |
- |
- |
- |
- |
[Ma'mûretü’l- azîz] Askerî Rüşdiyesi Arabî Mu'allimliği
Vekâleti |
240 |
- |
|
1 Haziran 316 [14 Haziran 1900] |
Gâye-i Ağustos 318 [13 Eylül 1902] |
2 |
3 |
- |
- |
- |
- |
Askerî Rüş- diyesi Kavâid Mu'allimliği |
760 |
320 [kuruş] Kavâid Mu'allimliği |
|
1 Eylül 318 [14 Eylül 1902] |
15 Teşrîn-i Sânî 324 [28 Kasım 1908] |
6 |
2 |
15 |
- |
- |
- |
Rüşdiye-i As- keriyye Arabî Mu'allimliği |
750 |
- |
|
16 Teşrîn-i Sânî 324 [29 Kasım 1908] |
22 Mart
325 [4 Nisan 1909] |
- |
4 |
7 |
- |
- |
- |
Kadı Vekâleti |
1750 |
1000 [kuruş] Vekâlet |
|
23 Mart 325 [5 Nisan 1909] |
26 Mart
325 [8 Nisan 1909] |
- |
- |
- |
- |
- |
4 |
- |
- |
- |
|
27 Mart 325 [9 Nisan 1909] |
22 Nisan
325 [5 Mayıs 1909] |
- |
- |
26 |
- |
- |
- |
Arabî Mu'allimliği- İstînâf Reîs Vekâleti |
1350 |
750 [kuruş]
Mu'allimlik |
|
23 Nisan 325 [6 Mayıs 1909] |
2 Haziran 325 [15 Haziran 1909] |
- |
1 |
10 |
- |
- |
- |
Arabî Mu'allimliği- A'zâlık |
1750 |
750 [kuruş]
Mu'allimlik |
|
3 Haziran 325 [16 Haziran 1909] |
28 Eylül 326 [11 Ekim 1910] |
1 |
3 |
6 |
- |
- |
- |
Arabî Mu'allimliği- A'zâlık |
1150 |
750 [kuruş]
Mu'allimlik |
|
29 Eylül 326 [12 Ekim 1910] |
9 Teşrîn-i Evvel 326 [22 Ekim
1910] |
- |
- |
- |
- |
- |
11 |
- |
- |
- |
|
10 Teşrîn-i Evvel 326 [23 Ekim 1910] |
4 Mart 327 [17 Mart 1911] |
- |
4 |
25 |
- |
- |
- |
Arabî Mu'allimliği- Sultânî Mu'allimliği Vekâleti |
1800 |
750 [kuruş]
Mu'allimlik |
|
5 Mart 327 [18 Mart 1911] |
1 Teşrîn-i
Evvel 328 [14 Ekim 1912] |
1 |
6 |
27 |
- |
- |
- |
Rüşdiye-i As- keriyye Arabî Mu'allimliği |
750 |
- |
|
2 Teşrîn-i Evvel 328 [15 Ekim
1912] |
Gâye-i Ağustos 330 [13 Eylül
1914] |
- |
- |
- |
1 |
10 |
29 |
- |
- |
- |
|
1 Eylül 330 [14 Eylül 1914] |
Gâye-i Mart
331 [13 Nisan 1915] |
- |
7 |
- |
- |
- |
- |
Numûne Mektebi Kırâat ve Elif Bâ Mu'allimliği |
500 |
- |
|
1 Nisan 331 [14 Nisan 1915] |
20 Eylül 331 [3 Ekim 1915] |
- |
- |
- |
- |
5 |
20 |
- |
- |
- |
|
21 Eylül 331 [4 Ekim 1915] |
7 Şubat 331 [20 Şubat 1916] |
- |
4 |
17 |
- |
- |
- |
Numûne Mektebi Arabî Mu'allimliği Vekâleti |
460 |
- |
8 Şubat 331 [21 Şubat 1916] |
8 Şubat 331 [21 Şubat 1916] |
- |
- |
1 |
- |
- |
- |
Harput Medresesi Arabî Mu'allimliği |
400 |
- |
9 Şubat 331 [22 Şubat 1916] |
Gâye-i Mart 334 [31 Mart 1918] |
3 |
1 |
22 |
- |
- |
- |
El'azîz Müftîliği- Mu'allimlik |
1200 |
400 [kuruş]
Mu'allimlik |
1 Nisan 334 [1 Nisan 1918] |
Gâye-i Haziran 334 [30 Haziran
1918] |
- |
3 |
- |
- |
- |
- |
El'azîz Müftîliği- Mu'allimlik |
1400 |
- |
1 Temmuz 334 [1 Temmuz 1918] |
Gâye-i Eylül 336 [30 Eylül 1920] |
2 |
3 |
- |
- |
- |
- |
El'azîz Müftîliği- Mu'allimlik |
2400 |
- |
1 Teşrîn-i
Evvel 336 [1 Ekim 1920] |
Gâye-i Ağustos 341 [31 Ağustos 1925] |
4 |
11 |
- |
- |
- |
- |
El'azîz Müftîliği- Mu'allimlik |
2640 |
640 [kuruş]
Mu'allimlik |
1 Eylül 341 [1 Eylül 1925] |
21 Teşrîn-i Sânî 341 [21 Kasım 1925] |
- |
2 |
20 |
- |
- |
- |
El'azîz Müftîliği- Mu'allimlik |
2640 |
640 [kuruş] |
21 Teşrîn-i
Sânî 341 [21 Kasım 1925] |
1 Eylül
926 |
- |
9 |
11 |
- |
- |
- |
El'azîz Müftîliği- Mu'allimlik |
4200 |
1200[ku- ruş] İmâm ve Hatîb Mektebi Edebiyat Mu'allimliği |
1 Eylül
926*" |
7 Eylül
926 |
- |
- |
6 |
- |
- |
- |
El'azîz Müftîliği- Mu'allimlik |
3000 |
Azl edilmiş- dir. 11 Sene-i Mâlî 926 |
8 Eylül |
[20] Şubat 928 İnfisâli [Tekâüdü] |
19 |
68 |
213 |
1 |
15 |
64 |
- |
- |
- |
Kemâleddin Efendi, Harput Sâre
Hatun Câmii’nde vâizlik ve dersiâmlık yapan babasının vefât etmesi üzerine bu
vazifeleri üstlenmiş, medresedeki hocalığının yanında burada da uzun yıllar
halka va’z u nasihatlarda bulunmuş, belirli günlerde hadis dersleri vermiş,
Süyûtî’nin meşhur hadis kitabı el-Câmi' u’s-sağîri okumuş, okutmuştur.
Kemâleddin Efendi, bugün AÜ İlâhiyat Fakültesi Kütüphanesi Efendigil Yazmaları
arasında bulunan Câmiüs-sağîr nüshasının zahri- yesine düştüğü kayıtta
Sâre Hatun Câmii’ndeki bu va'z u tedrîsi 25 Muharrem 1333 (13 Aralık 1914)’te
tamamlamaya muvaffak olduğunu yazmıştır. Zahriyedeki notlardan bu okumaların
tekrarlanarak 1336/ 1918’e kadar devam ettiği anlaşılmaktadır.[59] [60] Kemâleddin
Efendi’nin câmi dersleri erbâbınca, hikmet dolu vaazları da halk tarafından ilgi
ile takip edilmiştir.
Kemâleddin Efendi
zaman içerisinde çeşitli pâyeler almıştır. Kendisine önce taşra rüûsluğu, sonra
Bursa “ruûs-ı hümâyûnu verilmiş, h. 1312/1895’te iki rütbe atlatılarak (tafra)
taltîf edilmiştir. 7 Cemâziye’l-evvel 1319/ 22 Ağustos 1901de İzmir pâyeliği
verilmiş,[61] 25 Safer
1335/ 21 Aralık 1916’da Mahreç, 28 Zilka'de 1335/ 15 Eylül 1917de Bilâd-ı Hamse
pâyeliklerine yüksel
tilmiştir. Kemâleddin Efendi en son da 13 Cemâziye’l-evvel 1336/ 24 Şubat
1918’de Osmanlı’nın İstanbul’la birlikte en itibarlı ilmiye rütbelerinden olan
Haremeyn-i Muhteremeyn pâyesine lâyık bulunmuştur.[62] Kendisine tevcih kılınan bu
son pâye ile ilgili aşağıdaki fermân hem üslûbu, hem muhtevâsı, hem de
Kemâleddin Efendi’ye gösterilen hürmet bakımından önemlidir:
Kıdvetü’l-ulemâi’l-muhakkıkîn
umdetü’l-fuzalâi’l-müdakkikîn ma'denü’l- fazli ve’l-yakîn nâşirü
ahkâmi’ş-şerî'ati ved-dîn vârisü ulûmi’l-enbiyâi ve’l-mürselîn el-muhtass
bi-mezîdi inâyeti’l-Meliki’l-Mu'în Bilâd-ı Hamse pâyelülerinden
Ma'mûretü’l-azîz vilâyeti Merkez Müftîsi Hacı Hamîd Efendi- zâde Mevlânâ
Kemâleddin Efendi zîde fezâilühû tevkî-i refî'-i hümâyûnum vâsıl olıcak ma'lûm
ola ki sen ki Mevlânâ-yı mûmâ-ileyhsin, beyne’l-emâsil ve’l-akrân fazl ü irfân
ve rüşd ü îkân ile ma'rûf olduğun ve sezâ-vâr-ı inâyet ve şâyeste-i mekremet-i
seniyye-i şâhânem bulunduğun cihetle bin üç yüz otuz altı senesi şehr-i
cemâziye’l-evvelisinin on üçüncü gününden i'tibâren uhde-i ehliyyet ve
dirâyetine terfî'an Haremeyn-i Muhteremeyn pâyesi tevcîhi bi’l- fi'l
Şeyhülislâm ve müfti’l-enâm olup birinci rütbe-i Osmânî ve Mecîdî nişân-ı
zî-şânlarını hâiz ve hâmil olan a'lemü’l-ulemâi’l-mütebahhirîn, efdalü’l-
fudalâi’l-müteverri'în, yenbû'u’l-fazli ve’l-yakîn Mevlânâ Mûsâ Kâzım Efendi
edâmallâhu Te'âlâ fezâilehûnun telhîsi üzerine şeref-efzâ-yı sünûh ve sudûr
olan irâde-i seniyye-i mülûkânem muktezâ-yı celîlinden olmağla mûcebince pâye-i
mezkûre mazhariyyetini mübeyyin dîvân-ı hümâyûnumdan iş bu fermân-ı
celîlü’l-unvân-ı pâdişâhânem ısdâr ve i'tâ olundu. Sâlifü’z-zikr pâyeye târîh-i
mezkûrdan i'tibâren nâil olup îfâ-yı şükr ve mahmedetle berâber temâdî-i
eyyâm-ı ömr ve şevket-i şâhânem da'avât-ı hayriyyesine muvâzabet eyleyesin.
Tahrîren fi’l-yevmi’l-hâmis min şehri Cemâziye’l-âhire li-seneti sit- te ve
selâsîn ve selâse-miete ve elf.
Aslına
mutâbıkdır. Vilâyet-i Ma'mûretü’l-azîz.[63]
3)
Ma'mûretü’l-azîz’deki
Müftülük Meselesi ve Kemâleddin Efendi’nin Müftülüğü
Arşiv belgelerinden anladığımıza göre 1900’lü yılların
başından Kemâleddin Efendi’nin müftülüğe atandığı 1916’ya kadar Elazığ’da bir
türlü çözülemeyen müftü meselesi vardır. O yıllarda müftülük makamında Beyzâde
Hacı Mehmed Nûri Efendi (1894-1903),[64] Mehmed Fâik Efendi
(1903-1908),[65] yeniden
Beyzâde Hacı Mehmed Nûri Efendi (1909-1910), kardeşi Beyzâde Hacı Bahâeddin
Efendi (1910-1912), tekrar Beyzâde Hacı Mehmed Nûri Efendi (1912-1916),[66] Ömer Fehmî
Efendi (1916)[67]
bulunmuşlardır. Müftülükteki azilleri ve yeni atamaları beğenmeyen halk, eşrâf
ve a’yân El'azîz’den Dersaâdet’e sürekli ihbâr, şikâyet dilekçeleri ve
tahkikat talepleri yollamıştır. Bu şikâyetleri ma’zûl müftülerin birbirleri
hakkın- daki ihbârları ve itirâz dilekçeleri takip etmiştir. Ancak bu talep ve
şikâyetler Bâb-ı Âlî ve Dâire-i Meşîhat tarafından dikkate alınsa da çoğunlukla
neticesiz kalmış, vilâyete “hüsn-i idâre-i maslahat” etmeleri yönünde
telkinlerde bulunulmuştur.[68]
1908’de Fâik
Efendi’nin yerine müftü olarak atanan Mehmed Nûri Efendi aynı yıl mebus
seçilmiş ve her iki işi aynı anda yürütmüştür. Yapılan itirâzlar neticesinde
Kanun-ı Esâsî’nin 74. maddesine binâen iki vazifeden sadece birini
yürütebileceği kendisine bildirilmesine rağmen Nûri Efendi başlangıçta her iki
vazifeyi birlikte sürdürme hususunda ısrarcı davranmıştır. Ancak şehirde
huzursuzluğun artması üzerine önce 5 Şa'bân 1327/ 22 Ağustos 1909’da mebusluktan
vazgeçip müftülüğü kabul etmiş, kısa bir müddet sonra ise tekrar Meclis’e devam
etme kararı alarak 18 Muharrem 1328/ 30 Ocak 1910’da müftülüğü kardeşi
Bahâeddin Efendi’ye bırakmıştır.[69] Nûri
Efendi’nin bu başına buyruk tavırları zaten kendisinden rahatsız olan şehir
halkının rahatsızlığını daha da arttırmış, müftülüğe kardeşinin vekâlet etmesinin
kanunî olmadığına, şehirde mukim ulemâdan birinin bu makama getirilmesi
gerektiğine dâir itirâz ve ihbâr dilekçeleri peşpeşe Bâb-ı Âlî ve Meşîhat’e
gönderilmiştir. Bunlar arasında Meşîhat’e gönderilen bir ihbâr mektubu ve bu
mektupla ilgili başlatılan tahkikata dâir yazışmalar dikkat çekicidir. “Mahmud
Hamdî” isminin/isimlerinin basılı olduğu mühürle “Kulüp nâmına” Meşîhat’e
gönderilen bu ihbârnâme muhtevâsı itibariyle merkezde çok ciddiye alınmış,
Meşîhat, Dâhiliye Nezâreti ve Ma'mûretü’l-azîz Vâliliği arasında birbirini
takip eden yazışmalar yapılmıştır. Mahmud Hamdî 22 Kânûn-ı evvel [1]325/ 4 Ocak
1910 tarihli bu telgrafnâmede Meşîhat’e hitâben özetle şunları söylemektedir:
Ma'mûretü’l-azîz mebusu ve müftüsü olan Mehmed Nûri Efendi Kânûn-ı Esâsî’nin
iki görevin aynı anda yürütüle- meyeceğine dâir maddesi gereği mebusluktan
istifâ edip müftülük görevini sürdürmekteyken Meclis-i Mebusân’ın ikinci yasama
dönemine katılarak müftülükten zâhiren ayrılmış fakat gerek Meşîhat’e gerek
devrin Ma'mûretü’l-azîz vâlisi Mehmed Ali Aynî Bey’e (v. 1945) istirhâmlarda
bulunarak müftülüğe kardeşi Bahâeddin Efendi’yi vekil bırakmıştır. Halbuki
Bahâeddin Efendi şehirde bakkallık yapan son derece câhil bir adamdır. Mehmed
Nûri Efendi’nin bu menfaatperestliği ve müsteb'idâne tavrına meydan
verilmemesi, “münhal ve mu'attal kalmış olan vilâyet müftülüğü için” âcilen
seçime gidilmesi, seçim neticesinde de mahallî ulemâdan “mehâsin-i ahlâk”,
“fazîlet-i kâmile” ve “liyâkât-ı sahîha” ashâbından bir zâtın vazifeye sür'atle
atanması gerekmektedir. Aksi takdirde halk arasında zaten var olan huzursuzluk
artacak, büyük ihtilâflar ve kargaşalar çıkacaktır:
Bihî
Hâk-i pâ-yı âlî-i cenâb-ı Meşîhat-penâhî’ye
Ma'rûz-ı bendeleridir
Meb'ûsluk ile dîger me’mûriyet
ictimâ' edemeyeceği Kânûn-ı Esâsî mâdde-i mahsûsası sarâhatinden olup ahîren
Meclis-i Millî karârıyla dahi te’kîd ettiğinden vilâyetimiz meb'ûslarından
Mehmed Efendi ma'lûm-ı 'âlî-i semûhîleri olduğu üzere bi’z-zarûre meb'ûsluk
âzâlığından isti'fâ ve tercîhen Ma'mûretü’l-azîz vilâyeti müftülüğünü kabûl
etmiş iken Meclis-i Meb'ûsân’ın bu ikinci senedeki ictimâ'ında yine eski
intihâbına binâen tekrâr meb'ûsluk a'zâlığını ihtiyâr ederek vilâyet
müftülüğünü zâhiren terk etmiş ve ma'a hâzâ mezkûr müftülüğün vazîfesini dîger
bir zât ihrâz etmemiş ve en doğrusu her iki me’mûriyetin de hakîkatde yine
kendisinde birleşmesi içün son derecede câhil ve bakkal esnâfından olan
birâderi Bahâ Efendi’yi vilâyet müftülüğüne vekîl edip makam-ı Meşîhat-ı
'Aliyye’nin tensîb ü tasdîkine de makrûn olmak üzere keyfiyeti vâli
vekâletinde bulunan Mehmed Ali Aynî Beg tarafından hâk-i pâ-yı semûhîlerine
arz ve îfâ-yı muktezâsını istirhâm ederek vâli vekilinin tasdîk-i asâletine
sa'y eylemesini de mezkûr ümniyye ve ârzûsunun husûl-pezîr olmasına ta'lîkan
va'd ederek der-'uhde eylemişdir. Binâenaleyh kânûn ve karâr-ı millînin
sarâhaten hilâfında olmakla berâber ulemâ-yı mahalliyeden fazîlet-i zâtiyye ve
mehâsin-i ahlâk ashâbından olan zevâtın hukükıyla berâber Şerî'at-i mutahhara-i
Muhammediyye’yi alenen izâ'a ve imhâ eden şu tedbîr-i müstebidâne ve
menfa'at-perestâneye meydân verilmemesi ve şu sûretle münhal ve mu'attal
kalmış olan vilâyet müftülüğü içün usûl-ı vech ile intihâb açılması hakkındaki
emrin tesrî'ine ve îdâre-i meşrû'a-i Meşrûtiyyet’in muktezâsı üzere bi-hakkin
fazîlet-i kâmile ve liyâkat-i sahîha ashâbından bir zâtın inâyeten ta'yîn
buyurulmasına müsâade ile ahâlî beyninde ihtilâf ve ihtilâl-i azîmin zuhûruna
sebeb-i müstakil olacağı tabîi bulunan husûs-ı mezkûrun netîce-i marziyyeye
iktirânı hakkında lutf u âtıfet-i cenâb-ı meşîhat-penâhîlerini intizâr ve
istirhâm eyleriz. Ol bâbda ve her hâlde emr ü fermân hazret-i men
lehü’l-emrindir.
Kulüp nâmına
Mahmûd Hamdî (mühür)
22 Kânûn-ı evvel [1]325 [4 Ocak 1910/ 22
Zilhicce 1327][70]
Devrin
Şeyhülislâm’ı Çelebizâde Hüseyin Hüsnü Efendi (v. 1330/1912)[71] 18 Muharrem
1328/ 17 Kânûn-ı Sânî 1325/ 30 Ocak 1910 tarihli bir yazı ile Dâhiliye
Nezâreti’ni bu telgrafnâmeden haberdâr etmiştir.[72] Bu yazışmaların bizi
ilgilendiren esas kısmı ise Dâhiliye Nezâreti ve Meşîhat’in Ma'mûretü’l-azîz
Vâliliği’nden konuyu etraflıca araştırmaları ve muhbiri bulmalarını istemesi
üzerine vâlilikten bu makamlara gönderilen cevâbî yazılarda saklıdır. Vâli
Mehmed Ali Aynî Bey Meşîhat’e gönderdiği 10 Şubat 1325/ 23 Şubat 1910 tarihli
yazıda Ma'mûretü’l-azîz’de yıllardır Bâb-ı Âlî’yi meşgul eden müftülük
meselesine çözüm bulmak amacıyla müftülük seçimleri yapılana kadar vâliliğin
Bahâeddin Efendi’nin vekâleten bu makamda kalmasını uygun gördüğünü Meşîhat’in
de bu kararı onayladığını hatırlattıktan sonra mevzuu yukarıda bahsi geçen
telgrafnâmeye getirmekte ve “muhbir-i mûmâileyh Mahmud Hamdî Efendi”yi
tanımadığım belirtmekte ancak bu muhbirin kuvvetle muhtemel Mehmed
Kemâleddin Efendi olduğunu söylemektedir:
Bihî
Ma'mûretü’l-azîz Vilâyeti Mektûbî Kalemi
Makâm-ı Âlî-i Meşîhat-penâhî’ye cevâben yazılan arîza
sûretidir
Merkez vilâyet müftîliği hakkında Mahmûd Hamdî imzâsıyla
huzûr-ı âlî-i Meşîhat-penâhî’lerine Ma'mûretü’l-azîz merkezinden çekilip
berâ-yı mütâla'a 19 Muharrem sene [1]328 târîh ve 217 numerolu emirnâme-i
'âlî-i cenâb-ı Meşîhat-penâhîleri’yle irsâl buyurulan telğrâfnâme
mütâla'a-güzâr-ı çâkerî oldu. Vilâyet müftîsi fazîletlü Mehmed Nûrî Efendi’nin
ahîren meb'ûsluğu tercîh ile Dersa'âdet’e azîmeti sebebiyle vekâlete Hacı
Bahâeddîn Efendi’nin ta'yîni iş bu müftîlik meselesinden dolayı burada
senelerce devâm eden ve Bâb-ı Âlî’yi işgâl eden râhatsızlığın adem-i
tekerrürüne sebeb olacağı nâib-i sâbık ile berâber müştereken arz edilmesi
üzerine Efendi-i mûmâileyhin o sûretle vekâlete ta'yîni tensîb buyurulduğu ve
ma'a hâzâ intihâbın icrâ etdi- rilmesi lâzım geleceği makâm-ı 'âlî-i
fetvâ-penâhîlerinden cevâben emr ü iş'âr buyurulmuşdu. Meselenin şu sûretle
tesviyesi takdîr-i çâkerânemdeki isâbeti mezkûr şikâyet telğrafnâmesinin
yalınız bir imzâyı muhtevî olmasıyla da ortaya çıkarmışdır. Fazla olarak altı
aydan beri burada bulunup memleketin eşrâf ve a'yânını yegân yegân tanıdığım
hâlde muhbir-i mûmâileyh Mahmûd Hamdî Efendi’yi hiç bilmiyorum. Yerlilerden
birkaç kişiye sorduğum hâlde onlardan da bir şey öğrenemedim. Yalınız meclis-i
idâre a'zâsından bir zât mûmâileyh Mahmûd Hamdî Efendi’nin ara sıra Îstînâf
Mahkemesi Kalemi’ne devâm eden ve ba'zen avukatlığa yeltenen pek ehemmiyetsiz
bir kimse olduğunu haber ve- rebilmişdir. Şu hâle göre mûmâileyhe müftîlik
arzûsını besleyen Mahkeme-i Îstînâf a'zâsından Kemâleddin Efendi’nin mezkûr
telğrafnâmeyi çekdirmiş olması îcâb ediyor. Vâkı'a Kemâleddin Efendi’nin ilim
ve kifâyetine diyecek yoksa da Mekteb-i Rüşdiye-i Askeriyye’de Mu'allimliği ve
ba'zı evkâf-ı müs- mireye tevliyeti hasebiyle esbâb-ı ma'îşeti mebzûl olduğu
hâlde böyle müftîlik hevesine düşmesine birçok kimseler ve ezcümle büyük
birâderi Meclis-i Îdâre-i Vilâyet a'zâsından ve müderrisînden Hacı Mehmed Sa'îd
Efendi şiddetle mu'ârız bulunmaktadır. Hulâsa re’y-i âcizânemce şimdilik
müftîlerin ahvâl-i intihâbı hakkında ahkâmı kat'î ve sarîh bir nizâm vaz'
edilinceye kadar Hacı Bahâeddin Efendi’nin müftîlik vekâletinde istihdâmı
buraca bu mes’elenin en az şikâyet ve en az râhatsızlığı îcâb edecek bir
sûret-i halli olduğunu tekrâr arz eylerim. Mebhûsün anh telğrafnâme dahi melfûfen
ve i'âdeten takdîm kılın- mışdır. Ol bâbda.
Fî 10 Şubat [1]325 [23 Şubat 1910][73]
Görüldüğü üzere Vâli Bey’in
yaptırdığı araştırmaya göre Kemâleddin Efendi akarı olan vakıflara sahip ve
zengin olmasına rağmen müftülük hevesine düşmüş, bu hevesinden dolayı
ağabeyinin bile tepkisini çekmiş, her ne kadar “ilim ve kifâyetine diyecek
yoksa da” “pek ehemmiyetsiz bir kimse”dir. Vâli Bey’in mührüyle aynı gün
Dâhiliye Nezâreti’ne gönderilen cevâbî yazıda da “Mahmud Hamdî”nin iki kişinin
de ismi olabileceği, o tegrafnâmede yazılan “Kulüp nâmına” ibâresinden
kastedilen kulübün hangisi olduğunun tespit edilemediği, Ma'mûretü’l-azîz’deki
Îttihâd Kulübü yetkililerinin böyle bir mürâcaattan haberlerinin bulunmadığı
söylenmekte; ismini bile yazmaya cesâret edemeyen bir şahsın yazdıklarının da
ciddiye alınmaması gerektiği belirtilmektedir:
Ma'mûretü’l-azîz Vilâyeti
Mektûbî Kalemi
Aded: 792
Bihî
Dâhiliye Nezâret-i
Celîlesine
-Hulâsa-
Merkez Vilâyet Müftîligi
Hakkında
Devletlu Efendim Hazretleri
Merkez vilâyet müftîligine vekâleten ta'yîn olunan Hacı
Bahâeddîn Efendi’nin sûret-i ta'yîni hakkında istîzâhâtı hâvî şeref-vârid olan
23 Kânûn-ı Sânî [1]325 târîh ve beş yüz doksan bir numerolu emirnâme-i 'âlî-i
cenâb-ı nezâret- penâhîlerinin arîza-i cevâbiyyesidir. Bu mesele hakkında
makâm-ı 'âlî-i Meşîhat-penâhîden alınan tahrîrâta cevâben yazılan arîza sûreti
tafsîlât-ı kâfiyeyi hâvî olmağla bir sûreti leffen takdîm kılındı. Ancak
ba'de’l-mütâla'a i'âde olunmak üzere irsâl buyurulan Mahmûd Hamdî imzâlı
varaka-i sahîfe-i ihbâriyede muhbir-i mûmâileyhin ta'yîn-i şahs ve hüviyet
etmemekle berâber bir de “kulüp nâmına” kaydını koyması câlib-i nazar-ı dikkat
olmuştur. Zîrâ Meşîhat-i celîleye takdîm etdiğim arîzada bahs eylediğim vechile
burada Mahmûd Hamdî nâmında ma'rûf bir kimse olmadığı gibi bunun mensûb olduğu
kulüp acabâ hangi kulüpdür? Eger İttihâd Kulübü ise orasının böyle bir
mürâca'atdan haberi yokdur. Başka isimsiz bir kulüp ise o da mûmâileyhin
hayâlhânesinde mevcûd olmak lâzımdır. Hulâsa ihbâr-ı vâki'in ehemmiyetsiz- liği
ancak bir ve nihâyet iki şahsın kendini göstermege dahi cesâret edemeyerek
böyle mechûlü’l-ahvâl bir kimseyi âlet-i ihbârât ittihâz eylemeleriyle dahi mü-
eyyed olduğunu ve mebhûsün anh varaka-i ihbâriyyenin melfûfen ve i'âdeten
takdîm kılındığını arz eylerim. Ol bâbda emr ü fermân hazret-i men lehü’l-
emrindir.
Fî [12] Safer sene 328 ve fî 10 Şubat sene
325 [23 Şubat 1910]
Ma'mûretü’l-azîz vâlisi
Bende
Mehmed Ali Aynî [mühür][74]
Devlet
dâireleri arasında yapılan bütün bu yazışmalardan sonra müftülük 6 yıl kadar
ağabey-kardeş arasında paylaşılmışsa da yeni tâyin ve azillerin, sükûnet
telkinleri ve “idâre-i maslahat” tavsiyelerinin Ma'mûretü’l-azîz’deki
huzursuzlukları azaltmadığı görülünce seçime gidilmiş; Kemâleddin Efendi, Şeyh
Bedreddin Efendi[75] ve Beyzâde
Hacı Mehmed Nûri Efendi ile beraber en çok oyu almıştır. Bunun üzerine Meşîhat
Dâiresi yeni müftü tayini için 5 Rebîü’l-evvel 1334/ 29 Kânûn-ı evvel 1331/ 11
Ocak 1916’da Ma'mûretü’l-azîz Vâliliği’ne bu üç isim hakkında görüş talep
ederek müftülük meselesini artık kat’î bir sûrette çözme kararı almıştır.[76] 12
Rebîü’l-âhir 1334/ 4 Şubat 1331/ 17 Şubat 1916’da Ma'mûretü’l-azîz vâlisi [Mehmed]
Sâbit Bey (Sarıoğlu, v. 1960) tarafından Meşîhate gönderilen şifreli telgrafta
Şeyh Bed- reddin Efendi’nin yaşının altmış beşi geçtiği, Mehmed Nûri Efendi’nin
o sıralar yürüttüğü “mebusluk hizmet-i vataniyesi”ne devamının daha münâsip
olduğu, Kemâleddin Efendi’nin ise asâleten müftülüğe atanmasında hiçbir beis
bulunmadığı, binâenaleyh Meşîhat’in tayin emri vererek karârı Vâliliğe
göndermesi hususunun arzedilmesi üzerine Kemâleddin Efendi 49 yaşındayken
Ma'mûretü’l-azîz vilâyeti merkez müftülüğüne tayin edilmiştir:
Kemâleddin
Efendi’nin büyük dedesi Mecmû'atü’l-fetâvâ sâhibi Mehmed Saîd Efendi’nin
40 yıl, onun oğlu Ahmed Efendi’nin 25 yıl, dede Ömer Naîmî Efendi’nin 20 yıl
müftülük yaptığı şehre Kemâleddin Efendi’nin de müftü olarak atanması hem ahâlî
hem de İstanbul’daki ilmî-edebî mahfil tarafından sevinçle karşılanmıştır.
Nitekim devrin önde gelen dinî-tasavvufî mecmûalarından Cerîde-i Sûfiyye
3 Şevvâl 1334/ 3 Ağustos 1916 tarihli 121. sayısında bu tayini “Bu ulûm-ı
şer'iyye hânedânının bir asır kadar makâm-ı iftâda dahi ahkâm-ı
dîniyyeyi neşr ve teblîğ eden hizmet ve nisbeti düşünülürse şimdi de
Kemâleddin Efendi’nin bu vazîfe-i mübecceleye ta'yînindeki isâbet
vâzıhan anlaşılır.” cümlesindeki gibi övgü dolu ibârelerle haber yapmış ve
bu vesileyle yazılan üç tarih manzûmesini neşretmiştir. Bunlardan ilki Harput
Kadısı Mehmed Ali Efendi’nin[77] [78] yazdığı
Arapça manzûme olup “kad ûtiye hayren” ibâresi Rûmî tarih olarak düşülmüştür:
1332
[r][79]
Şâiri belirtilmeyen diğer tarih beyti şudur:
Dolabımdan çıkup oldu târih
Beldede müftî dahi oldu Kemâl
1334 [h]
Son tarih beyti ise Kemâleddin Efendinin oğlu Ömer Naîmî Efendi’ye
âittir:
Geldi bir târih-i rengin hâtıra
Müftilik buldı kemâl-i nimetin
1334 [h][80]
Kemâleddin Efendi
savaşların, “sevkiyât”ın (Ermeni tehcîri), Millî Mücâdele’nin, başta Şeyh Saîd
olmak üzere Şark’ı kasıp kavuran çeşitli ayaklanmaların, toprak kayıplarının,
huzursuzlukların, Takrîr-i Sükûn döneminin, maddî ve manevî inkırâzların
yaşandığı, bir devletin batıp yeni bir devletin doğduğu netâmeli devrede
Osmanlı’nın Ma'mûretü’l-azîz’deki son, Cumhuriyet’in ilk müftüsü olarak 10 yıl,
6 ay, 20 gün görev yapmış, Şark istiklâl Mahkemesi’nin verdiği aşağıda
teferruatıyla anlatacağımız sürgün kararı sonrası 7 Eylül 1926’da müftülükten
azledilmiştir.
4)
Millî Mücâdele
Döneminde Kemâleddin Efendi
30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros
Mütârekesi ile “Ermeni illeri” arasında sayılan “Vilâyât-ı sitte”den biri de
Ma'mûretü’l-azîz’di. Antlaşma metnindeki 24. maddeye göre bu şehirlerde çıkacak
karışıklık itilâf Devletleri’nin oraları işgâl etmesine imkân tanımaktaydı.[81] Türlü
bahanelerle vatanın her parçasının elden gitmesine yol açacak olan bu mütâreke
ülkede millî bir direniş meydana getirmiş ve 15 Mayıs 1919’da Yunanlılar’ın
İzmir’i işgâl etmesiyle başlayıp 23 Nisan 1920’de Birinci Büyük Millet
Meclisi’nin açılmasına kadar devam eden döneme Kuvâ-yı Milliye/ Millî Mücâdele
Dönemi denmiştir. İtilâf Devletleri’nin mütâreke hükümlerini keyfî olarak
uygulamaya başlamaları birçok şehirde olduğu gibi zaten Türk, Kürt, Zaza,
Ermeni, Süryani, Nasturi gibi çeşitli dinî ve etnik kimlikleri barındırması hasebiyle
diken üstünde olan El'azîz’de de tepkiye sebep olmuş, Vilâyât-ı Şarkiyye
Müdâfaa-i Hukuk-ı Milliyye Cemiyeti Ma'mûretü’l-azîz Şubesi tarafından Sadârete
işgâl kuvvetlerinin bu maksatlı faaliyetlerinin İslâm hilâfetini kat’î olarak
yıkmayı ve müslüman ahâliyi yok etmeyi amaçladığını vurgulayan bir protesto
telgrafı gönderilmiştir. Bu telgrafta imzası bulunanlar arasında Kemâleddin
Efendi’nin de yaklnen tanıdığı ulemâdan ve eşrâftan zevât ile şeyhi Osman
Bedreddin Efendi (İmam Efendi) olmasına rağmen kendisi yoktur.[82] Bursa’nın
işgâlden kurtarılması vesilesiyle El'azizde düzenlenen resmî törende “Türkçe
bir duâ-yı beliğ” yapılmıştır. Fakat duâyı yapan zat mevcut müftü değil,
Kuvâ-yı Milliye hareketinin müdâfilerinden “müfti-i sâbık Fâik Efendi’dir.[83]
Kemâleddin
Efendi tevsîk edemediğimiz bir bilgiye göre Kuvâ-yı Milliye hareketini benimsediği
için Damad Ferid Hükümeti’ne şikâyet edilmiş fakat hakkında herhangi bir işlem
yapılmamıştır.[84] Ancak devrin
matbuâtında ve konuyla ilgili hazırlanmış şümullü kaynaklarda Kemâleddin
Efendi’nin Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının başta Müdâfaa-i Hukuk cemiyetleri
olmak üzere açıkça arka çıktığı ve yönettiği Milli Mücâdele hareketiyle ilgili
teşkilatlanmaları ve kongreleri desteklediğine dâir resmî bir bilgi ve kayıt
bulunmamaktadır.[85] Meselâ
Ma'mûretü’l-azîz Vilâyeti Müdâfaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti’nin reis ve
âzâları arasında Vâli Vekili Abdülkadir Bey, Belediye Reisi Mehmed Rif'at Bey,
Binbaşı Cemil Hüdâî Bey’le berâber şehrin bazı ulemâ ve eşrâfı bulunmaktayken
vilâyet müftüsü Kemâleddin Efendi’nin adı geçmemektedir.[86] Halbuki Millî Mücâdele
sürecinde başta Ankara, İzmir, Sivas, Amasya, Denizli, Niğde, Trabzon, Manisa,
Erzincan, Eskişehir, Maraş, Van, Mardin, Zonguldak olmak üzere onlarca
vilâyetin ve kasabanın müftüsü Mustafa Kemâl ve arkadaşlarını kayıtsız şartsız
destekleyen Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti’nin ya o şehirlerdeki reisleri yahut
âzâları idiler. Yine bu süreçte başta müftüler olmak üzere sayısı yüzleri bulan
din adamları hem mülkî ve idârî âmirlerle birlikte hareket ediyor hem de halka
Millî Mücâdele fikrini aşılamak, bu mücâdele lehine kamuoyu oluşturmak ve bu
çerçevede onları din-vatan müdâfaasına teşvik etmek üzere -silâhlı birlikler
oluşturmak ve cephe kurmak dâhil- canla başla çalışıyorlardı. Hattâ Şeyhülislâm
Dürrizâde Abdullah Efendi’nin (v. 1923) “Kuvâ-yı Bâğiyye” şeklinde tavsif ettiği
Kuvâ-yı Milliye hareketini topyekûn “hurûc ale’s-sultân” olarak görüp[87] bu hareketin
önde gelenlerinin öldürülmeleri yönünde verdiği fetvâya karşılık (11 Nisan
1920) Ankara Müftüsü Mehmed Rif’at Efendi (v. 1941) başkanlığındaki bir heyetin
hazırladığı “esâret altındaki Islâm halîfesini kurtarmak ve vatan topraklarını
düşmandan temizlemek” için Millî Mücâdele’yi desteklemenin vucûbiyetine dâir
yayımlanan meşhur Ankara Fetvâsı’nı (14 Nisan 1920) Mustafa Kemâl Paşa’nın
isteğiyle 153 müftü, âlim, müderris tasvip ve tasdik ederek imzalamasına rağmen
bu zevât arasında Ma'muretü’l-azîz vilâyet müftüsü Kemâleddin Efendi’nin bulunduğuna
dâir bir kayda bütün araştırmalarımıza rağmen rastlayamadık.[88] Aksine gerek
Sultan Vahidüddîn (VI. Mehmed, v. 1926) için cülûsiyye kaleme alması[89] gerek
bilâhere “hükûmet-i milliyenin meşrûiyyet ve teşekkülüne muhâlefeti ve makâm-ı
hilâfete sadâkat ve merbûtiyyeti mütezammın evrâk-ı muzırra” yazdığı ve
muhâfaza ettiği için Şark Istiklâl Mahkemesi tarafından hilâfet ve saltanat
taraftarı, inkılâpların muârızı sayılarak tutuklanıp yargılanması ve ceza
alması Kuvâ-yı Milliye hareketini desteklediğinden dolayı Damad Ferid’e şikâyet
edildiği iddiasıyla örtüşmemektedir. Kaldı ki Damad Ferid “saltanat ve
hilâfeti yıkmak isteyen Islâm düşmanı eşkıyâ çetesi, şerîat nizâmına
başkaldıran vatan hâinlerinin bir araya geldiği teşkilât” olarak gördüğü ve
öncü kadrolarını idama mahkûm ettirdiği Kuvâ-yı Milliye hareketini destekleyen
birine göz yumacak hoşgörüye sahip bir sadrazam değildir. Zira o, Kuvâ-yı
Milliye’yi destekleyen hattâ bu harekete sıcak bakan pek çok vâli, kaymakam,
komutan, mutasarrıf, defterdar gibi mülkî, askerî ve idârî birimlerdeki görevlilerle
birlikte vilâyet ve kazâ müftülerini de “irâde-i seniyye” ile azletmiş, bu
zevâtın bir kısmını da sürgüne göndermiştir.[90] Millî Mücâdele
sürecinin şâhitlerinden olan merhum Sunguroğlu’nun o dönem El'azîz’de Millî
Mücâdele ile ilgili faaliyetler ve mücâdeleyi destekleyen kişiler hakkında
bilgi verirken Kemâleddin Efendi’den hiç bahsetmediğini de ayrıca belirtmek
gerekir.[91]
Öte yandan
Cumhuriyet kurulduğunda Ankara hükümetinin Kemâleddin Efendi’yi azletmemek
sûretiyle müftülüğünün devamını uygun görmesi Kemâleddin Efendi’nin en azından
ilk iki yıl Cumhuriyet için tehlike oluşturmadığını göstermesi bakımından
dikkat çekici bir husustur. Merhum Sunguroğlu’nun kaydettiğine bakılırsa
Kemâleddin Efendi İstiklâl Mahkemesi’ne sunduğu müdâfaanâmede “Cumhuriyet
rejimine sâdık” bir ferd olduğunu hayatından örneklerle anlatmıştır.[92] Buna dâir
bildiğimiz en önemli örnek kızı Râşide Hanım’ı Cumhuriyet’in ilân edildiği 29
Ekim 1923’te Ankara Hükümeti’nin atadığı El'azîz Müdde-i Umûmîsi Mehmed Şefik
Bey [Turhan] ile evlendirmesidir.[93] Devrin
El'azîz matbuâtını incelediğimizde de Cumhuriyet’in ilân yıldönümünün resmî
olarak ilk kutlandığı 1925 yılında Kemâleddin Efendi’nin El'azîz’de vilâyet
müftüsü sıfatıyla devlet erkânının ve halkın huzurunda yüksek sesle Cumhuriyet’in
yükselmesi ve gelişmesi için Türkçe duâ ettiğini ve hâzirunun bu duâya coşkulu
âminlerle iştirâk ettiğini görürüz.[94] Ne var ki bütün bu karîneler
onun Cumhuriyet’in ve inkılâpların muârızı olarak ithâm edilmesini
engelleyememiş, tutuklanarak yargılanmaktan ve ceza almaktan onu
kurtaramamıştır.
5)
Şark İstiklâl
Mahkemesinde Bir Müftü: Kemâleddin Efendi
Millî Mücâdele esnâsında millî
menfaatler aleyhine çalışanları ve bozgunculuk yapanları Hıyânet-i Vataniyye
Kanunu gereği yargılama amacıyla ilk olarak 1339/1920’de kurulan İstiklâl
Mahkemeleri -Ankara’daki hâriç olmak üzere- iki defa kapatılmış, Cumhuriyet’in
ilânına gelen ağır tepkiler üzerine 1342/1923’te yeniden açılmıştı.
1342/1924’te hilâfetin ilgâsı ile alevlenen huzursuzluklar 19 Recep 1343/ 13 Şubat
1925’te zaten karışık olan doğuda Şeyh Saîd isyanının patlak vermesine yol
açtı. Bunun üzerine önce aralarında El'azîz, Diyarbekir, Erzurum’un da olduğu
doğudaki 13 vilâyette idâre-i örfiyye (sıkı yönetim) ilan edildi (30 Recep
1343/ 24 Şubat 1925). 8 Şa'bân 1343/ 4 Mart 1925’te de Takrîr-i Sükûn Kanunu
çıkarıldı ve Ankara ile birlikte İsyan Bölgesi (Şark) İstiklâl Mahkemesi
kuruldu. 18 Ramazân 1343/ 12 Nisan 1925’te Diyarbakır’da göreve başlayan Şark
İstiklâl Mahkemesi heyeti Şeyh Saîd ve arkadaşlarını 3 Zilka'de 1343 - 6
Zilhicce 1343/ 26 Mayıs 1925 - 28 Haziran 1925 tarihlerinde yargılayarak 4
Zilhicce/ 29 Haziran’da idam etti.[95] Mahkeme üyeleri
Diyarbekir’deki infazdan sonra başta El'azîz olmak üzere Urfa ve Malatya’yı da
dolaşmışlar, isyanla doğrudan yahut dolaylı bir şekilde alâkası olduğu iddia
edilen kişilerin yanısıra Takrîr-i Sükûn Kanunu’na muhâlefet ettiklerini
düşündükleri şahısları da yargılamışlardı. Bu mahkemenin yargıladıkları
kişiler arasında fes giyenler, Kürt Teâli Cemiyeti’ne üye olanlar, rüşvet
alanlar/ verenler, asker kaçakları, firâra göz yumanlar, görevi kötüye
kullananlar vs. de bulunmaktaydı. Şark İstiklâl Mahkemesi kapatıldığı 3 Ramazân
1345/ 7 Mart 1927’ye kadarki iki yıllık görev diliminde toplam 86 dava açmış,
956 dosya kapsamında 5000’den fazla kişiyi yargılamış, bunların 435’ini idâma
mahkûm etmiş, 1911’ine çeşitli cezalar vermiş, 96 kişiyi isyan bölgesi dışına
sürgün etmiş, 2663’ünü ise beraat ettirmiştir.[96] işte bu süreçte yargılanıp
sürgün cezası alan 96 kişiden biri de Mehmed Kemâleddin Efendi’dir.
Atatürk’e İzmir’de yapılması
planlanan suikast girişimini (14 Haziran 1926) takip eden günlerde Kemâleddin
Efendi’nin Ankara’da hem Ticâret Vekâleti Muhâsebe Kalemi’nde memurluk yapan
hem de Hukuk Mektebi’nde tahsilini sürdüren büyük oğlu Ömer Naîmî Efendi ile
orada Adliye Vekâleti Zât İşleri Sicil Kalemi memurlarından olan küçük oğlu
Abdül- hamid Efendi’nin birlikte kaldıkları eve -muhtemelen bir ihbâr
sebebiyle- Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin emriyle baskın yapılır ve evlerinde “câlib-i
dikkat bazı evrâk-ı muzırra” tespit edilir. Her iki kardeş için tutuklama
kararı çıkarılır. Abdülhamid Efendi hemen tutuklanır. Ömer Naîmî Efendi ise o
sıralar izinli olarak El'azîz’de olduğu için tutuklama emri El'azîz’e
bildirilir. Ömer Naîmî Efendi El'azîz’de babasıyla birlikte kaldığından
Kemâleddin Efendi’nin konağına baskın yapılır. Konakta Abdülhamid Efendi’nin
İzmir suikast girişiminin hemen ertesinde babasına gönderdiği bir mektup
bulunur. Mektupta “Keklik uçtu.” cümlesi yer almaktadır. Yetkililer bu
cümlenin bir şifre barındırdığı, “keklik”ten maksadın Atatürk olduğu kanaatine
varırlar. Ayrıca Kemâleddin Efendi’nin evrâkı arasında mevcut idâreden memnuniyetsizliği
vurgulayan, “hükûmet-i milliyenin meşrûiyyet ve teşekkülüne muhâlefeti ve
makâm-ı hilâfete sadâkat ve merbûtiyyeti” ihtivâ eden yazılar, çocuklarına
gönderdiği mektuplarda kayıtlı bulunan hilâfet ve şerîatin ilgâsını tenkid
eden “te’sîri hâvî” bir manzûme ile şapka takmak başta olmak üzere “teceddüd
aleyhine” kaleme alınmış evrâk tespit edilir. Şark İstiklâl Mahkemesi
savcılığının kararıyla bütün bu “suç malzemeleri”ne el konularak Ömer Naîmî
Efendi’yle birlikte esas fâil ve mes’ûl Kemâleddin Efendi de tutuklanır.
Ankara İstiklâl Mahkemesi tutuklu Abdülhamid Efendi’yi El'azîz’e göndererek
“dâvânın âidiyeti cihetiyle” yargılamayı Şark İstiklâl Mahkemesi’ne tevdî
eder. Kemâleddin Efendi Diyânet İşleri Başkanlığı’na gönderdiği 20 Eylül 1926
tarihli dilekçede bu süreci “İkinci mahdûm-ı bendelerinin mektubundaki bir fıkra
üzerine Sansürce iştibâh hâsıl olmağla bi’l-mürâcaa Şark İstiklâl Mahkemesi
tarafından muhâkeme edilerek...” ifadeleriyle özetlemektedir. Kemâleddin Efendi
şehrin önde gelen nüfuzlu kişilerinden olduğu için Harput’taki konağına her gün
her çeşit düşünceden ve kademeden onlarca insan girip çıkmaktadır. Esâsen o
netâmeli günlerde bu bile idâre-i örfiyye yetkililerinin şüphesini çekmek için
kâfi sebeptir.
Şark İstiklâl Mahkemesi 26 Safer
1345/ 04 Eylül 1926 tarihindeki “muhâkeme-i aleniyye” neticesinde Kemâleddin
Efendi’yi örfî idâre bölgesi dışında bulunan Samsun’a sürgüne göndererek
sıkıyönetimin devamı müddetince orada ikâmete mahkûm eder. Kemâleddin
Efendi’nin Hükümet aleyhindeki bir partiyi yahut siyâsi grubu desteklemediğini,
Cumhuriyete sâdık bir insan olduğunu çeşitli misallerle anlattığı müdâfaanâmesi
onu hapisten ve idamdan kurtarmışsa da berâat ettirememiş ve sürgünden
kurtaramamıştır.[97] Fıtraten saf
biri olan Abdülha- mid Efendi müdâfaasında babasına gönderdiği mektuptaki
“Keklik”ten maksadının Atatürk olmadığını, Harput’ta kendisi gibi ava meraklı
nahiye müdürü arkadaşını kastettiğini, cümlesinin herhangi bir kinâye, sanat,
söz oyunu içermediğini, müdde-i umûmînin iddia ettiği gibi bir “şifre”
taşımadığını,[98] hiçbir
siyâsî meseleyle alâkası bulunmadığını, kendi hâlinde bir insan olduğunu
söyler. Mahkeme heyeti “evrâk-ı da'vâ münderecât-ı umûmiyesine nazaran”
Abdülhamid Efendi’yi “mûcib-i mes’ûliyyet bir hâli görülemediğinden berâetine”
karar verir ve başka bir sebeple tutuklu değilse tahliye edilmesini ister.
Mahkeme Kemâleddin Efendi’nin
kendisi gibi ilmiyeden olan oğlu Ömer Naîmî’yi de sıkıyönetim bölgesi dışında
ikâmete mahkûm eder. Ancak onun Ankara’da hukuk okuduğunu göz önünde
bulundurarak tahsilini rahat bir şekilde devam ettirebilmesi için Ankara’da
mecbûrî ikâmetini kararlaştırır.
Kemâleddin
Efendi’nin evinde yapılan aramada çeşitli silahlar da bulunmuş, fakat bunlara
-av yahut müdâfaa amaçlı kayıtlı silahlar olarak kabul edildiğinden olsa gerek-
yalnızca el konulmuş, isyanla veya Cumhuriyet aleyhine bir tavırla
ilişkilendirilip Kemâleddin Efendi hakkında ayrıca yargılama yapılmamıştır.
Kemâleddin
Efendi’nin tutuklandığını haber veren gazete küpürü. Hâkimiyet-i Milliye,
12
Safer 1345/21 Ağustos 1926, nr. 1839, s. 1.[99]
Şark istiklâl Mahkemesinin
Kemâleddin Efendi ve iki oğlu hakkında verdiği kararın DİB
Arşivindeki sûreti.
Bu sûretin Şark İstiklâl Mahkemesi Karar
Defteri’ndeki orijinalinin bugünkü harflere aktarılmış şekli şöyledir:
Bihî
Evrak Nr. 713
Dâvâ Nr. 76
Karâr Nr. 610
Reis: Hacim Muhyiddin Bey
A'zâ: Ali Avni Bey
A'zâ: Lutfî Müfîd Bey
Hulâsa-i Karâr:
Hânelerinde hilâfet ve şerîatin ilgâsı ve şapka iksâsı gibi
teceddüd aleyhinde eş'âr ve mekâtib ve sâire zuhûr etmekle maznûn ve mevkuf
El'azîz merkez müftîsi Kemâleddîn Efendi ve mahdûmları Ticâret Vekâleti
Muhâsebe Kalemi ketebe- sinden ve Ankara Hukuk Mektebi talebesinden Ömer Naîmî
ve Adliye Vekâleti Zât İşleri Sicil Kalemi ketebesinden ve Ankara Meslek
Mektebi talebesinden Abdülhamîd Efendiler haklarında icrâ kılınan muhâkeme[-i
'aleniyye] neticesinde cereyân-ı tahkîkât ü muhâkemât ve evrâk-ı da'vâ
münderecât-ı umûmiyesine nazaran maznûnlardan Abdülhamîd Efendi’nin mûcib-i
mes’ûliyyet bir hâli görülemediğinden berâetine ve sebeb-i âherle mevkuf
değilse tahliye-i sebîline ve dîğer Kemâleddîn ve Ömer Naîmî Efendilerin de
idâre-i örfiyye mıntıkası dâhilinde ikâmetleri câiz olmadığından idâre-i
örfiyye devâmı müddetince mâdde-i mahsûsasına tevfikan idâre-i örfiyye
mıntıkası hâricine çıkarılmalarına Kemâleddîn Efendi’nin Samsun’da ve Ömer
Naîmî Efendi’nin de tahsîline devâm edebilmek üzere Ankara’da kalmalarına ve
hânelerinde zuhûr eden eslihanın müsâderesine 4 Eylül [1]926 târihinde vicâhen
bi’l-ittifâk karâr verildi.
A'zâ |
A'zâ |
Reis |
Bozok Meb'ûsu |
Kozan Meb'ûsu |
Giresun Meb'ûsu |
[Ali Avni] |
[Ali Sâib] |
[Hacim Muhyiddin][100] |
Kemâleddin Efendi’nin
Ma'mûretü’l-azîz’in en saygın simalarından biri olması, o sıralar müftülük
vazifesinin başında bulunması, mahkeme üyeleriyle olan tanışıklıkları,[101] damadının
şehrin müdde-i umûmisi olması ve bu âilenin gerek vilâyet merkezine gerekse
Harput’a sirâyet eden kanlı Kürt ayaklanmalarına direnen ahâli arasında yer
alması[102] gibi
vesileler de onun Şark İstikâl Mahkemesi’nde yargılanmasını engelleyememiştir.
Sürgün kararı çıkar çıkmaz yürürlüğe konmuş, Kemâleddin Efendi alelacele
Samsun’a, Ömer Naîmî Efendi Ankara’ya gönderilmiştir.
6)
Kemâleddin Efendi’nin
Yerine Atanacak El'aziz Müftüsü Meselesi
El'azîz vâlisi Cemâl Bey
([Bardakçı], v. 1981), Kemâleddin Efendi tutuklandıktan hemen sonra dâvâ
neticeleninceye kadar onun yerine Müftülük’te müsevvidlik yapan Kavâid-i
Lisân-ı Kürdî müellifi Müderris Ömer Avnî Efendi’yi vekâleten atamış (v.
1351/1932)[103] ve
Kemâleddin Efendi’nin durumunu özetleyen 7 Ağustos 1926 tarihli bir yazı ile
birlikte bu tayinden Diyânet İşleri Başkanlığı’nı haberdâr etmiştir:
Türkiye Cumhuriyeti Ma'mûretü’l-azîz Vilâyeti Kalemi
Diyânet İşleri Riyâset-i
Celîlesine
Müftî Vekâletinin müsevvide
tevdî' olunduğuna dâir
Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin emriyle Adliye Vekâleti Zât
İşleri Sicil Kalemi ketebesinden Abdülhamîd ve me’zûnen El'azîz’de bulunan
Ticâret Vekâleti Muhâsebe Kalemi ketebesinden birâderi Ömer Naîmî Efendilerin
Ankaradaki hânelerinde evrâk-ı muzırra zuhûr etmesine mebnî taht-ı tevkife
alınarak mûmâ ileyhimânın pederleri El'azîz müftîsi Kemâleddin Efendinin hânesi
teharrî edilmiş ve mevcûd olan evrâk meyânında hükûmet-i milliyenin meşrûiyyet
ve teşekkülüne muhâlefeti ve makâm-ı hilâfete sadâkat ve merbûtiyyeti mü-
tezammın Vilâyet ve makâm-ı Meşîhat’a hitâben yazılan üç kıt'a tahrîrât ve
tezkire müsveddesi ve mahdûmlarıyla te'âtî etdikleri mektûbda hilâfetin lağvı
hasebiyle te’sîri hâvî bir manzûmesiyle idâre-i hâzıra ile şapka iksâsına
adem-i memnûniyyeti muhtevî fıkarâta tesâdüf edildiği cihetle mûmâileyh dahi
taht-ı tevkife alınarak evrâkıyla birlikde Şark İstiklâl Mahkemesi müdde'i-i
umûmîliğine tevdî' edilmiş ve netîce-i muhâkemeye değin müftîlik vezâifinin
vekâleten îfâsı müftî müsevvidliğine teblîğ olunmuşdur efendim.
7.8.[1]926 El'azîz
vâlisi103
Şark İstiklâl Mahkemesi tek celsede dâvâyı neticelendirip
Kemâleddin Efendi’ye sürgün cezası verince de Vâli Cemâl Bey 7 Eylül 1926’da
onu müftülükten resmen azletmiş ve Ömer Avnî Efendi’nin müftülüğe vekâleten
devam etmesini kararlaştırmıştır. İki gün sonra (9 Eylül 1926) da Diyânet
İşleri Başkanlığı’na bir telgrafnâme göndererek Kemâleddin Efendi yerine “mücâz
[diplomalı] ve husûsî olarak âlî derecede tahsîl görmüş ve İstanbul Dârülfünûn
Medresesi müderrislikleri ile Seferîhisâr Mal ve Evkâf müdürlüklerinde
bulunmuş olan İsmetullah Efendi’nin atanmasını teklif ve temenni etmiştir.
Başkanlık, telgrafnâmenin “intihâb mazbataları geldiğinde tezekkür olunmak
üzere me’mûrîn kaleminde hıfzı”nı uygun bulmuştur:
9.9.[19]26
Diyânet
İşleri Riyâset-i Celîlesine
Şark İstiklâl Mahkeme-i 'aliyyesince İdâre-i 'Örfiyye
mıntıkası hâricine teb'îde mahkûm Vilâyet Müftîsi Kemâl Efendi’nin yerine mücâz
ve husûsî olarak âlî derecede tahsîl görmüş ve İstanbul Dârü’l-hilâfe Medresesi
müderrislikleriyle Seferîhisâr Mal ve Evkaf müdîrliklerinde bulunmuş olan
Seyyid İsmetullâh Efendi’nin ta'yîn buyurulması mütemennâdır efendim.
El’azîz
vâlisi Cemâl [Bardakçı]
Takdîm
İntihâb
mazbataları geldiğinde tezekkür olunmak üzere me’mûrîn kaleminde hıfzı.[104]
Cemâl Bey müftülük mürâcaat ve seçim süreci devam ederken
Dâhiliye Vekâleti’ne 3 Teşrîn-i Evvel 1926 tarihli bir rapor yazmış, dönemin
Dâhiliye Vekili Mehmed Cemil Bey ([Uybadın], v. 1957) bu raporu bir üst yazıyla
23 Teşrîn-i Evvel 1926’da Diyânet İşleri Başkanlığı’na göndererek “muktezâsının
îfâsına müsâade buyurulması’nı istemiştir. Raporda şehirdeki olağanüstü duruma
ve hükümetin Diyarbakır Kongresi’nde aldığı karara uygun olarak bu tarz
memuriyetlere Cumhuriyet’in prensiplerini özümsemiş, batı illerinde doğmuş,
aydın ve seçkin kişilerin atanmasının gerekli olduğu anlatılmakta, bu sebeple
müftülük için başvuran mahallî ulemânın mürâcaatlarının dikkate alınmaması
tavsiye edilmektedir. Kemâleddin Efendi’nin şehrin “en münevver ve en
güzîdesi” olmasına rağmen müftülükten uzaklaştırılmasını onun “mahallî”liğine
bağlayan Vâli Cemâl Bey, önceki müftülerden Beyzâde Nüri ve Fâik Efendilerin
de aynı âkıbete uğramalarının sebeplerinden biri olarak bunu görmektedir. “Şu
nâzik zamanda” müftülük makamını idâre edecek kişinin memleketin âlî menfaatlerini
müdrik olması gerekirken mahallî ulemânın idâre kabiliyetinden uzak, imam ve
hatipleri tayin etmekten âciz, kendi menfaatlerini düşünen, “asr-ı hâzır-ı
medeniyeti ihâtâ ve idâreye gayr-ı muktedir görünen” kişiler olduğunu
belirterek İsmetullah Efendi isminde ısrar etmiştir:
Türkiye Cumhûriyeti Dâhiliye Vekâleti
Müdîriyet-i Umûmiyesi
El'azîz Vilâyetinin 3 Teşrîn-i Evvel 926 târîh ve 132/82
numerolu tahrîrâtı sûretidir.
Şark İstiklâl Mahkemesi’nin hüküm ve karârıyla Samsun’da
ikâmete me’mûr edilen vilâyet müftîsi Kemâl Efendi’den inhilâl eden müftîliğe
Vâli-i Vilâyet Cemâl Beyefendi tarafından 5 Eylül sene [1]926 tarihli
telgrafnâme[105] ile mülgâ
İstanbul Dârü’l-hilâfe müderrislerinden olup husûsî sûretde 'âlî derecede
tahsîl görmüş mâliye ve evkaf me’mûriyetlerinde de bulunmuş olan Ismetullâh
Efendi’nin ta'yîni Diyânet İşleri Riyâset-i 'aliyyesine inhâ ve mahallî
ulemâsından tâlib olanların da istid'âları ayrı bir tahrîrâtla aynen takdîm
olunmakla iktifâ kılınmış idi. Riyâset-i müşârünileyhâdan henüz cevâben bir
iş'âr yoksa da tâlibler meyânına dâhil olan Baskil müftîsinin husûsî ta'kıbâtı
semeresi olmalıdır ki kanûnen icrâ kılınacak intihâba iştirâk edebileceğinin
tefhîmine dâir re’sen bir tahrîrât vürûd etmişdir. Arzdan âzâde olduğu üzere
vilâyetin vaz'iyyet-i fevkalâdeliği ve hükûmet-i seniyye-i Cumhûriyyemizin
prensibine tevfîkan Diyârbekir Kongresi’nin karâr-ı mahsûsu mukteziyâtından
olarak bu havâlî me’mûriyetin Cumhûriyet prensip ve mefhûmunu müdrik ve
vilâyât-ı ğarbiy- yede mütevellid zevât-ı mümtâze ve münevvere meyânından
intihâb ve ta'yîni lâzım ve lâbüd bulunmasına ve mahallî ulemâsının en münevver
ve güzîdesi olarak tanınmış bulunan müftî-i sâbıkın 'âkıbetine daha evvelce
müftîlikde ve Büyük Millet Meclis-i 'âlîsinin ilk devre-i ictimâ'iyyesi
meb'ûsluğunda bulunan Begzâde Nûrî Efendi’nin de uğramış ve her ikisi arasında
müftîlik eden ve mevcûd ulemâ-yı mahalliye meyânında ma'lûmâtıyla temeyyüz
eyleyen Fâik Efendi’nin dahi müştehir bulunduğu mesâvî-i idâre ve ahlâkıyla
müftîlikden uzaklaşdırılmış olmasına nazaran dîger tâliblerin vilâyet müftîlik
makamını idâre ve iştigâle ne derece lâyık olabilecekleri ve şu nâzik zamânda
mühim görülen müftîlik menâfi'-i 'âliyye-i memleketi ta'yîn ve idrâkden 'âciz
eimme ve hutabânın intihâbına ve istifâde-i şahsiyelerini düşünmekden başka
fikre sâhib olmayan ve asr-ı hâzır-ı medeniyyeti ihâta ve idâreye ğayr-ı
muktedir görünen kisve-i ilmiye sâhibi zevâta terk ve tevdî' etmek mâddeten ve
ma'nen muvâfık olamayacağı vârid ve Vâli Beyefendi’nin nokta-i nazarlarının
is'âf ve tervîci esbâbının istikmâli vekâlet-i celîlelerine ' âid bulunacağı
mütâlaa-i 'âcizânesiyle arz-ı hâle cür’et eyledim efendim hazretleri.
Aslına mutâbıkdır.[106]
Mahallî ulemânın şehrin önde gelen
kuramlarında uzun süre yahut suhûletle vazife yapamamalarının en önemli sebebi
halk arasında şuyû bulan dedikodulardır. Küçük bir mesele dedikodularla
büyütülürek aşılmaz bir engel hâline getirilir ve bunu merkeze birbiri ardına
yollanan ihbârnâmeler takip eder. Binâenaleyh Beyzâde ve Faik Efendiler’in
başına gelenler Kemâleddin Efendi’nin de başına gelmiş, artan dedikoduların
yol açtığı ihbâr ona müftülükten azil ve sürgün yolunu açmıştır.
Öte yandan Diyânet İşleri Me’mûrîn
ve Sicil Müdîriyeti, Başkanlığa arz ettiği 11 Teşrîn-i Sânî 1926 tarihli yazıda
memûriyet kanununa göre bir memurun en az altı ay hapis cezası almadığı sürece
azledilemeyeceğini, Kemâleddin Efendi hakkında bu kesin hükme göre
davranılmasının lüzumunu vurgulamıştır. Ancak Başkanlık “târîh-i teb'îdinden
itibaren mün'azildir” diyerek verilen azil kararından geri adım
atmamıştır.
Ankara ve Şark
istiklâl Mahkemeleri 7 Mart 1927’de kapatılınca bu mahkemelerin kararları
tartışmaya açılmıştır. Kemâleddin Efendinin Diyânet İşleri Başkanlığındaki
sicill-i ahvâl dosyasında Dâhiliye Vekâleti ile Diyânet Riyâseti arasında
mahkemelerin kapanmasından sonra Kemâleddin Efendi’nin cezasının ne kadar
süreceği, memurluğunun âkıbeti, müftülük maaşı, müftülüğe dönüp dönemeyeceği
gibi mevzularla ilgili yazışmaların kayıtları mevcuttur.[107] Fakat bu yazışmaların
neticesi de Kemâleddin Efendi lehine sonuçlanmamıştır. Dosyada Dâhiliye
Vekâleti’ne gönderilmek üzere hazırlanan bir notta mahkemeler kapatılmış
olsa da Takrîr-i Sükûn Kanunu hükümlerinin hâlâ yürürlükte olduğu, zaten
müftülük seçimi için karar alındığı ve bunu erteleme ihtimâli bulunmadığı
belirtilerek Kemâleddin Efendi’nin vazifesine dönmesinin yolu kesin olarak
kapatılmıştır. Sonuç olarak, Cemâl Efendi’nin teklifi de kabul edilmemiş,
gerekli süreç işledikten sonra 22 Ağustos 1927’de Har- put ulemâsından İbrahim
Hulûsi Efendi’nin oğlu Mustafa Kemâl Efendi (v. 1937)[108] vilâyet müftüsü olarak tayin
edilmiştir. Ancak Kemâleddin Efendi’nin 25 Teşrîn-i Evvel (Ekim) 1927 tarihinde
Samsun’da yazdığı bir şiirine “El'azîz Vilâyeti Merkez Müftîsi” kaydını düşerek
imzâ atması hem kendi ma'zûliyetini hem de Mustafa Kemâl Efendi’nin müftülüğe
tayinini kabul- lenemediğini göstermektedir.[109]
7)
Kemâleddin Efendi’nin
Samsun’daki Sürgün Günleri
Kemâleddin
Efendi’nin bir buçuk yıl kadar kaldığı Samsun’daki sıkıntılı günleri hakkında
yeterli bilgimiz bulunmamaktadır. Ancak beraberinde götürdüğü deftere[110] yazdığı
beyitler ve kısa bir manzûmesi onun oradaki durumu hakkında bize bazı ipuçları
vermektedir. Kemâleddin Efendi söz konusu manzûmede hayatını karartan kişinin
Kâmil adında birisi olduğunu belirtmekte ve “Hangi kabahati işledim de
darılttım seni ki beni derya kenârına kadar sürdün?” diyerek sitem etmektedir:
Kâmil oldu sebeb-i mahv-i Kemâl
İstemiş böyle
demek Rabb-ı Celâl
Hangi cürmümdü ki darıtdı seni
Sâhil-i bahre
kadar atdı beni
Etdi âlemlere rüsvâ beni Hak
Bu da bir
cilve-i Hakdır mutlak
Tevbe etdim sana yâ Rab tevbe
Yeter oldu bana
mesken kulübe[111]
Başka bir beytinde de
Mehâsinim ki me'âyib diye kabûl edilir
Beyân-ı
ma'zeret içün aceb daha ne denir
mısrâlarıyla müktesebâtının ve hizmetlerinin yok sayılıp
mücrim ilân edilmesine karşı çâresizliğini dile getirmektedir.[112]
Samsun’a götürdüğü
deftere yazdığı beyitleri incelediğimizde ruh hâlinin vefâsızlık, yalnızlık,
ayrılık, kadir bilmezliğin getirdiği hayal kırıklığı, ümitsizlik ile
teslimiyet, Allah’a tam bağlılık ve tevekkül arasında gidip geldiğini görürüz.
Altmış yaşından sonra başına gelen bu imtihân onu çok yormuş, merhamet
kapılarının yüzüne kapanması onu insanlardan soğutmuş ve o sürgün günlerinde
kaleminden aşağıdaki beyitler dökülmüştür:
Kimsenin kimseyeyokdur hayrı
Sevme bir
kimseyi Hak’dan ğayrı
Hemân Hakka dön ğâfil olma Kemâl
Sivâsı Hudânın hayâldir hayâl
Elzem oldu sana kesb-i hüsn-i hâl
Girdi
çünki altmışa sinnin Kemâl[113]
Yine de başına gelen bu felâketlerin ana sebebi olarak
kendisini görmektedir:
Kendi cürmümdür yıkan mutlak beni
Sanma haksız etti rüsvâ Hak beni[114]
Bu deftere kaydettiği Şeyhülislâm Yahyâ’nın
Zevâli ğussasın çeksün deyu nimet virüryohsa
Felek
ehl-i dilün sanman ki mesrûr olmağın ister[115]
beyti; Yenişehirli Avnî Bey’in
Haste-i cân ber-leb-i hicrâna cânân neylesin
Müsta'idd-i merg olan bîmâra Lokmân neylesin[116]
***
Gelince vakt-i hâcet geçmedim hâtırlarından
hîç
Anınçün ben de şimdi hâtır-ı ahbâbdan geçdim[117]
***
Sîmurg-i merhametden ben görmedim nişâne Ey hâce sen
görürsen benden selâm söyle[118]
beyitleri; Fıtnat Hanım’ın
Tab'-ı nâ-ehle muvâfıkdır sipihrin gerdişi Akrebe
vâbestedir seyr ile çarhı sâatin[119]
beyti; şâiri meçhul
Nâil olur câha ancak câhil-i bâ-cîm olan
Câhil-i bî-lâma irmez câhil-i bî-cîm olan şeklindeki beytin yanında kendisine âit
Rehâyâb olmaya âlâm u mihnetden bu dünyâda
Mekîn-i
künc-i halvet olmadan eslem tarîk olmaz
beyti onun ruh hâlini yansıtması bakımından dikkate
değerdir.[120]
Görüldüğü üzere o, kendisini sürgüne ve azle kadar götüren
süreçte uğradığı haksızlıklar karşısında kabarıp durulan duygularını şiirlerle
aktarmayı tercih etmiştir. Kâh kendi yazdığı
Cân âleminde bir cevelân etmek isterim
Bülbül isem de kat'-ı zebân etmek isterim
Bîzâr u bî-huzûrum İlâhî zamâneden
Dergâh-ı
izzetinde figân etmek isterim[121]
şeklindeki kıt’ayla, kâh İmam Şâfiî’nin
0' '' *00 '. o '
rj^i LJI U j^.03 ^jJuJI Ou OJlo bl
0 ' •> w . 0 S*. 111 » •* t
j^j"
^ijSj lij jjij—r! ^~J j~-^
şeklindeki beytini yazarak
tesellî aramış,[122] sürgündeki
ilk günlerinde kaybettiği ağabeyi Hacı Saîd Efendi’nin acısını bir şâirin
hapishânedeyken söylediği rivâyet edilen
» ,
o ö x.x0 * '
i..’ ■" ılı
‘.ı »T
ClL
JaJJI c5j^ û| jj^' JSJ
123
şeklindeki
beyitlerini deftere yazmak sûretiyle takdîr-i İlâhî’ye boyun eğdiğini
göstermiştir. Kemâleddin Efendi kendisine Harput’tan gönderilen bir
telgrafnâmenin arkasına da aşağıdaki manzûmeyi yazarak başına gelen bütün
musîbetlere rağmen Allah’tan gâfil olmaması yönünde gönlünü uyarmıştır:
Utan gönül! Yeter bırak sivâya meyl ü
rağbeti
Zamânı geldi tevbe et Huda’ya ver muhabbeti
Bu nâz ile hayâtını geçirme lu'b u lehv ile Çekersin âhiri ecel gelince
çok nedâmeti
Hudâya rabt-ı kalb edip sünûd-ı tâma sa'y kıl
Helâk eder seni bırak bu hâbı ya'nî ğafleti [123] [124]
Zira bu musîbetleri
takdîr eden O’dur, bu belâ ve mihnet O’na duyduğu derûnî muhabbet
sebebiyledir; öyleyse son arzusunun da O’nun cemâl-i bâ-kemâlini müşâhede
olmasına şaşılmamalıdır:
Derd-i ışk-ı yâr ile düşdüm belâ vü mihnete
Bana tîmâr eyleyüp girme tabîbim zahmete
Kûyına varıp aceb mi vaslın etsem ârzû
Tâlib-i dîdâr olan etmez kanâ'at cennete[125]
Maaş ve
tahsisatının kesilmesi sebebiyle maddeten de sıkıntıya düşen Kemâleddin
Efendi’nin memuriyetten de ihrâcı mevzubahis olunca Samsun’a gelir gelmez
Diyânet İşleri Başkanlığı’na dilekçe yazmak sûretiyle vaziyetini kısaca
anlatmış, hiç olmazsa memuriyetten ihraç edilmemesini, maaşının kısmen de olsa
burada verilmesini talep etmiş ancak bu talebi uygun görülmemiştir.
Bihî
Diyânet İşleri Riyâset-i
'Aliyyesine
ikinci mahdûm-ı
bendelerinin mektûbundaki bir fıkra üzerine Sansürce iştibâh hâsıl olmağla
bi’l-mürâcaa Şark İstiklâl Mahkemesi tarafından muhâkeme edilerek dâ'îniz
hakkında sûreti merbût karâr mûcebince adem-i mes’ûliyyet ve yalınız İdâre-i
Örfiyye hitâmına değin idâreten Samsunda ikâmetim tensîb buyuruldu. Merkez
müftîliği vekâleti de makâm-ı Vilâyet’in tezkiresiyle mü- sevvid Ömer Avnî
Efendi’ye tevdî' edildi. Min külli’l-vücûh dâ'înizi mutazarrır eden şu karâra
inkıyâden Samsun’a geldim. Me’mûriyet Kânûnu’nun kırk dokuzuncu maddesinde lâ
ekall altı ay hapsi ile mahkûm olanlar ancak me’mûriyetinden ihrâc
edilebileceği musarrah olduğuna ve evvel âhir hakk-ı bendegânemde erzân
buyurulagelen inâyet ve 'âtıfet-ı veliyyü’n-ni'amîlerinden emîn bulunduğumdan
me’mûriyet-i dâ'iyânemin şu sûretle idâmesine ve ma'âş-ı 'âcizânemin velev
kısmen olsun Samsun’da i'tâ buyurulmasına lutfen müsâ'ade-i mün'imânelerini
istirhâm eylerim.
20 Eylül [1]926
El'azîz Vilâyeti Merkez Müftîsi
Kemâleddin
Me’mûrîn Müdîriyet-i 'Aliyyesine
2 Teşrîn-i Evvel [1]926[126]
Kemâleddin
Efendi daha önce hiç gitmediği Samsun’da, tanımadığı insanlar arasında ikâmete
mahkûm edilmesine rağmen kısa sürede Samsunlu ulemâ tarafından benimsenmiş,
orada da azamî hürmet görmüştür. O, Samsun’da kendini halktan tecrid etmemiş,
namazlarını câmilerde cemaatle kılmaya özen göstererek onlarla kaynaşmayı
arzulamıştır.
7
Mart 1927’de Şark istiklâl Mahkemesi ilgâ edilip 23 Aralık 1927’de de Şark’ta
İdâre-i Ör- fiyye kaldırılınca Kemâleddin Efendi’nin cezası düşmüştür. Ancak
Takrîr-i Sükûn Kanunu’nun yürürlükte olması sebebiyle[127] hem sürgünü hem de
memuriyetinin devamı tartışılmış ve nihâyet mahkeme kararındaki “idâre-i
örfiyye devamı müddetince” ibâresi gereği sürgünden dönmesine, azledildiği
müftülüğe ise dönemeyeceğine, yeni bir resmî vazifeye de atanamayacağına karar
verilmiştir.
Kemâleddin
Efendi bir buçuk yıl kadar süren sürgünden sonra 1928’in başlarında Harput’a
dönebilmiştir. Bu bir buçuk yıllık zaman diliminde müftülükle birlikte
dersiâmlık ve müderrislik vazifesine de son verilen Kemâleddin Efendi’nin
mütevellisinde bulunduğu vakıflarla irtibatı koparılmış, köylerdeki arazileri
dağıtılmış, gelirlerine, tahsisat ve maaşlarına el konulmuştur. Uzun yıllardır
hocalığını yaptığı Kâmil Paşa Medresesi’nden aldığı âidat medreseler
kapatıldığından kesilmiş, medrese binası da İl Özel İdâresi tarafından
satılarak yıkılmıştır. Başına gelen bu felâket sebebiyle elde avuçta ne varsa
eridiği için Samsun’da maddeten de sıkıntıya düşmüş, yazmaları arasında
bulduğumuz 20 Nisan 1928 tarihli “Tevdî' İlm ü Haberi”nden (havâle makbuzu)
anlaşıldığına göre orada komisyoncu Yılancızâde Şükrü Bey’den 30 lira borç
almış ve Harput’a döner dönmez bu parayı tedârik ederek ona göndermiştir.[128] Kemâleddin
Efendi gerek Samsun’dayken gerek döndükten sonra memuriyetinin yanmaması için
yoğun çaba harcamış, yeniden vazife alma imkânı kalmayınca emeklilik dilekçesi
vermiş ve yukarıda da bahsedildiği üzere 10 Mayıs 1928’den itibaren vefâtına kadar
9 lira gibi düşük bir maaşla geçinmek zorunda kalmıştır.
Torunu
Talat Turhan Bey’in ifadelerine göre Kemâleddin Efendi mürâcaat ve fetvâ makamında
olmasına rağmen dinî meselelerden dolayı kapısını çalanlardan para almaya
tenezzül etmeyecek kadar müstağnîdir. İnsanlar onun bu tokgözlülüğünü
bildikleri için hallettikleri iş mukâbilinde para yahut mal teklifine cesâret
edemezlerdi. O, bu tavrını zaman içinde fakra düşmesine rağmen ömrünün sonuna
kadar devam ettirmiştir.
Sunguroğlu’nun
da belirttiği üzere İstiklâl Mahkemeleri ve Örfî İdâre’nin estirdiği korku
havası Harput ulemâsını evden çıkmaya çekinir hâle getirdiğinden[129] Kemâleddin
Efendi Harput’a dönüp emekli olduktan sonra münzevî bir hayat sürmeyi tercih
etmiştir. Zaten kısa bir müddet sonra da ağır bir hastalığın pençesine
düşmüştür.
Pîr
olduğumu şüphesiz ey nâzır-ı sâfım/ İsbât ediyor işte fotoğraf-ı tuhâfım
Bak sûret-i hâle n’ideyim oldu zarûrî/ Âlâm u
mihenden beni zannetme mu'âfım[130]
Devlet-i ’Aliyye-i
Osmâniyye tezkeresine göre Kemâleddin Efendi orta boylu, kara gözlü, buğday
tenli, “alâmet-i fârika-i sâbitesi tam” bir zâttı. Uzun süre katarakttan
muzdarip olmuş, orta yaşlardan itibaren de şekere bağlı göz tansiyonu ile
mücâdele etmek zorunda kalmıştı. El'azîz’de mütehassıs tabibler olmadığı için
h. 1335 sonlarında (Eylül 1917) İstanbul’a gelerek dönemin en meşhur göz
tabiblerinden Mehmed Esad Paşa ([Işık], v. 1355/1936)[131] tarafından tedâvi edilmiş ve
geçici de olsa iyileşmiştir. Bunun üzerine kendisi de bir şâir olan ve
“İhtiyârımla aceb ben hiç olur muydum tabîb/ Ger bileydim âlemin bunca devâsız
derdini”, “İtidâli itiyâd etmiş olanlar çok yaşar/ İbtilâdır öldüren vaktinden
önce âdemi” gibi bazı beyitleri hattatlar tarafından levha hâline getirilen
Mehmed Esad Paşa’ya aşağıdaki gazeli yazmıştır:
Bize Hakk’ın ulu bir nimeti Es" ad Paşa
Çünki ihyâ
ediyor milleti Es’ad Paşa
Açıyor gözleri Îsî-nefes câiz olup
Aldı hakkı ile
bu şöhreti Es’ad Paşa
Âlemin mürşididir dense sezâdır el-hak
Bize ibrâz
ediyor kudreti Es’ad Paşa
Hazretin kadrini takdîr edemez kör millet
Bilir elbet dahi
bu hikmeti Es’ad Paşa
Tâ ebed şükr-güzârı kalacak Müftî Kemâl
Çünkiyükletdi
ana minneti Es’ad Paşa (Muharrem 1336 [Ekim
1917])[132]
Ancak bir müddet sonra gözlerindeki
bu rahatsızlıklar tekrar nüksedince müftülük vazifesini vekâleten Harput
Medresesi müdürü Sâdık Efendi’ye bırakarak aldığı üç aylık izinle 26 Zilka’de
1337/ 23 Ağustos 1919da yeniden İstanbul’a gelmiştir. Dönemin El’azîz vâlisi
Ali Gâlib Bey (v. 1932) gerekli iznin sağlanması için Meşîhat’e gönderdiği 12
Ağustos 1335/ 12 Ağustos 1919 tarihli telgrafta “...erbâb-ı fi’l ve
kemâlât olan bu kıymetdâr vücûdun bir an evvel lüzûm-ı tedâvîsi mertebe-i
vücûbda görülmesine binâen...” şeklindeki ifadeleriyle hem Kemâleddin
Efendi’yi medh, hem de vaziyetin âciliyetine işâret etmektedir.[133] Kemâleddin
Efendi tedâvi sürecinin sonunda iyileşmiş, 20 Teşrîn-i Sânî 1335/ 20 Kasım
1919’da Meşîhat’e yazdığı dilekçeyle bir aylık yol izni istemiş ve Aralık 1919
sonlarında El'azîz’e dönmüştür. Fakat bu rahatsızlık müzmin hâle geldiği için
vefâtına kadar Kemâleddin Efendi’nin yakasını bırakmamıştır.
Kemâleddin Efendi sürgünden
döndükten birkaç yıl sonra da mesane kanserine yakalanmıştır. Tedâvi için iki
defa İstanbul’a geldiyse de iyileşemeden El'azîz’e dönmüştür. 1930’ların ilk
yıllarına tekabül eden birinci gelişinde o zamanlar Topkapı’da bulunan Gülhâne
Tabâbet-i Askeriyye Tatbîkât Mektebi ve Seririyâtı’nda (GATA) üç ay tedâvi görmüştür.
Hastanede kalma imkânı olmayınca İstanbul’daki tanıdıklarını da rahatsız etmemek
için Sultanahmet Soğukçeşme sokağında aylık 15 liraya kiraladığı evde
kalmıştır.[134] Tedâvi
süreci tamamlandığında El'azîz’e dönmek zorunda kalan Kemâleddin Efendi hastalığı
ağırlaşınca 1935’te yeniden İstanbul’a getirilerek başta İstiklâl Marşı
şâirimiz Mehmed Âkif Bey olmak üzere birçok meşhurun da tedâvi gördüğü Şişli
Sıhhat Yurdu’nda tedâvi edilmiştir. Buradaki günlerinde evi Teşvikiye Karakolu
bitişiğinde bulunan ahbâbı kuyumcu Hacı Saîd Efendi’nin misâfiri olmuştur.
Şişli Sıhhat Yurdu’ndaki tedâviden de müsbet bir netice alınamayınca yeniden
El'azîz’e götürülmüştür. Bu hastalık sebebiyle yıllarca ızdırap çeken ve bakıma
muhtaç hâle gelen Kemâleddin Efendi’ye ilk eşi Mutîa Hanım yatalak olduğu,
1930’da da vefât ettiği için kızları Fatma Râşide Hanım bakmıştır. Râşide
Hanım’ın savcı olan eşinin tayini sebebiyle babasıyla ilgilenmesi imkânsız hâle
gelince Kemâleddin Efendi 1934’te Refîka Hanım’la evlendirilmiştir. Fakat
vücudu her geçen gün zayıflayan ve durumu gittikçe ağırlaşan Kemâleddin Efendi
esîr-i firâş bir sûrette 8 Zilka'de 1354/ 2 Şubat 1936 Pazar günü 70
yaşındayken vefât etmiştir.[135] Cenâze
namazına binlerce insan katılmış ve na'şı El'azîz’den Harput’a kadar (yaklaşık
7 km., yokuş yukarı) bu kalabalık cemaatin omuzlarında çıkarılarak Meteris
mahallesindeki “Kürtler Türbesi” kabristanına, âile büyüklerinin yanına
defnedilmiştir.[136] Cenâzenin
teşyî edildiği gün hava çok soğuktur ve dilden dile aktarıldığına göre bu
soğuğa rağmen şehir o kadar kalabalığı o güne kadar bir arada görmemiştir.
Rivâyete göre on bin civârında
insanın iştirâk ettiği bu teşyî Kemâleddin Efendi’nin halk nezdindeki itibârını
göstermesi bakımından ehemmiyet arz etmektedir. Kemâleddin Efendi’nin torunu
Talat Turhan Bey “Kanaatimce dedemle ilgili en çok övünülecek taraf bu- dur.”
diyerek bölge halkının bu son hüsn-i şehâdetine dikkat çekmektedir.
Üsküdar
Mevlevîhânesi’nin son postnişîni Ahmed Remzî Dede [Akyürek, v. 1944- Kayseri],
Kemâleddin Efendi’nin vefâtına yazdığı şu manzûme ile târih düşmüştür:
Azm-i ukbâ eyliyor tekmîl-i enfâs eyleyen
Kalmıyor ehl-i
kemâle hemdem ü hemrâh âh
Bak azîzim EVazîz’in merd-i
pâk-i ekmeli Kim yetişmez öyle bir ehl-i hüner her gâh âh
Hallederdi Zeyd
ü Amr’in müşkilin müftî iken
Fıkh u tefsîri
mükemmel ârif ü âgâh âh
Üç lisânda şâir-i mâhir iken etti sükût Şimdi senden istiyor bir Fâtihâ
lillâh âh
Geldi bir kâmil dedi târihini mağfûr ola îrtihâl etti Kemâleddin-i ekmel
âh âh[137]
1354 = a a j^sî jjdjı jus
^ı jı^-j
Kemâleddin
Efendinin Harput’taki mezarı.
Kemâleddin
Efendi’nin DlBdeki dosyasında bulunan “Me’mûrîn ve Ketebe ve Müs- tahdemîn-i
Devlet-i 'Aliyye’nin Terceme-i Hâllerine Mahsûs Varaka”ya bizzat yazdığı kayda
göre XVII. asırdan XX. asra kadar fâsılasız din adamı yetiştiren ecdâdı
önceleri İmamzâde nâmıyla anılırmış. Âilede yetişen ulemâ arasında Harput’ta
uzun yıllar müftülük yapanlar çıktığı için âile bilâhere Müftügiller ve
Efendigiller şeklinde adlandırılmıştır. Kemâleddin Efendi resmî yazışmalarda,
kitap ve makalelerinde adını “Kemâleddin Harputî” olarak yazmıştır.
Soyadı Kanunu çıkınca (1934) ise âilece “Erdem” soyadını almışlardır.
El'azizde yayımlanan Turan Gazetesi 15 Kânûn-ı Evvel (Aralık) 1934 tarihli,
254 numaralı nüshasının ilk sayfasında halkı soyadına teşvik etmek maksadıyla
“Şehrimizde Soyadları” başlıklı bir haber yaparak şehrin eşrâfından
bazılarının aldıkları soyadlarını kaydetmiştir. Bu eşrâf arasında “Avukat
Naîmî ve pederi” de bulunmaktadır:
Ahmet Turan
Arslan’ın Ömer Naîmî Efendi’nin oğlu Esad Efendigil’den naklettiğine göre Ö.
Naîmî Efendi henüz babası sağken mahkemeye mürâcaat edip “Erdem” soyadını
“Efendi- gil” ile değiştirmiştir.[138] Ancak rahmetli Esad Bey’in bu
meseleyi yanlış hatırladığı kanaatindeyiz. Zira mahkeme kaydına göre Ömer
Naîmî ve kardeşi Abdülhamid Hamdî Efendiler soyadlarını babaları Kemâleddin
Efendi’nin vefâtından 18 yıl sonra, 05.04.1954’te “Efendigil” olarak
değiştirmişlerdir.[139] Zaten Ömer
Naîmî Efendi’nin 1938-1939’da Altan dergisinde yayımladığı yazılarında
“Erdem” soyadını kullandığını,[140] CHP’nin
17.11.1947’de gerçekleştirdiği Yedinci Büyük Kurultay’ına Elazığ’ı temsilen
“Naîmî Erdem” olarak katıldığını görmekteyiz.[141] 1948’de neşredilen
Resmî Gazetede bir dâvâ dosyası sebebiyle kendisinden bahsedilen Ömer
Naîmî Efendi’nin soyadı yine “Erdem” olarak kayıtlıdır.[142] Milliyet Gazetesi’nin
26.12.1950 nüshasında yayımlanan Elazığ Baro Başkanlığı seçimi ile ilgili
haberde Baro Başkanı seçilen Ömer Naîmî’nin soyadının burada da “Erdem” olarak
yazıldığı görülmektedir. Abdülhamid Efendi’nin oğlu Ahmet Ferit Yüksel Bey
babasıyla düştüğü bir anlaşmazlık sebebiyle mahkemeye mürâcaat ederek kendi
soyadını yeniden “Erdem” olarak değiştirmiştir. Bugün Abdül- hamid Efendi’nin
diğer çocuklarından olan torunları Efendigil’i taşırken Ahmed Bey’in çocukları
Erdem soyadını kullanmaktadır.
Kemâleddin Efendi
çoğu risâle hacminde şerh ve tercümelerden oluşan manzum-mensur dinî,
tasavvufî, edebî eserler kaleme almıştır. Bunların bir kısmı kitap, bir kısmı
tefrika şeklinde neşredilmiş, mühim bir yekûnu ise yazma olarak kalmış ve
maalesef kaybolmuştur. Kaynaklarda Kemâleddin Efendi’nin 40’a yakın eserinin
olduğu belirtilmekteyse de bunların bir kısmı müstakil başlıklar hâlinde
kaydedilmiş tahmîs, kasîde, gazel ve tarih kıt’alarından, bir kısmı da birer
sütunluk/sayfalık mecmûa yazılarından müteşekkildir.[143] Ayrı başlıklar hâlinde
kaydedilen şiirler bir araya getirildiğinde ancak küçük bir divançe olabilir.
Kemâleddin Efendi’nin eserlerini aşağıdaki tasnifle inceleyelim:[144]
a. 1) Kasîde-i Münferice'nin Tahmisiyle Beraber Türkçe Şerhi
Eser, büyük
sûfîlerden Ebü’l-fazl en-Nahvî’nin (v. 513/1119)[145] el-Kasîdetü’l-münferice
adlı manzûmesinin[146] Abdülhamid
Hamdî Efendi tarafından yapılan tahmîsine oğlu Kemâleddin Efendi’nin yazdığı
şerhtir. 123 sayfalık bu şerh 1317/1899’da Ma'mûretü’l-azîz Vilâyet
Matbaası’nda basılmıştır.
Kasîde-i Münferice’nin
beyit sayısı nüshalarına göre kırk ile elli arasında değişmektedir. Abdülhamid
Hamdî Efendi’nin yaptığı tahmîs 41 beyit üzerine olduğundan Kemâleddin
Efendi’nin şerhi de bu 41 beyti esas almıştır. Tahmîs
bendiyle
bitmektedir.
İbnülemîn, Kemâleddin Efendi’nin arzusu üzerine esere
sanatlı bir takrîz yazmıştır. İbnülemîn gibi gâyet müşkülpesend, ihtiyâtkâr ve titiz
tabiatlı bir zâtın takrîzde yer alan me- dihlerle dolu şu şiiri hayli
şaşırtıcıdır:
Ey fâzıl-ı ter-zebân var ol
Lütfun ile her zamân var ol
Yazdın bize bir eser ki ra'nâ
Şânında anın ne dense ahrâ
Her satır sahîfe-i ma'ârif Dîbâce-i nüsha-i avârif
Mîzâbe-i Ka'be-i hakikat
Ârâyiş-i gülbin-i fazilet
Gülzâr-ı edebde verd-i ra'nâ
Ezhâr-ı cinâna ğıbta-fermâ
Sen necm-i kemâl-i nûr-feşânsın Memdûh-ı efâzıl-ı zamânsın
Fahr eyler ise seninle şâyân
Sükkân-ı
harem-serây-ı irfân
Evsâf ü mehâsînin dü bâlâ
îsbâtına var mı bende yârâ
Medhinde ne rütbe etsem ıtrâ
Âlîsin o
rütbeden de a'dâ
Ta'rîfine bezl-i kudret etmem
Bir emr-i hatîre
cüret etmem
Mevcûd iken âfitâb heyhât
Da'vâ-yı vücûd
eyler mi zerrât
Bâk! olasın cihânda bin sâl
Ey menba'-ı
hüsn-i hulk u ifzâl[147]
Kemâleddin Efendi şerhinde önce her
benddeki kelimelerin gramer yapıları ve iştikakları üzerinde durmuş, bâblarını
yazmış ve mânâlarını vermiş, mısrâlardaki edebî sanatları belirtmiş, yeri
geldikçe de bu kelimelerin işâret ettiği âyet ve hadislere atıflarda
bulunmuştur. Sonra da o bendi “Hulâsa-i meâl” başlığıyla kısaca yorumlamıştır.
Bu yorumlarda yer yer tasavvufî mülâhazalar dikkat çekmektedir.[148]
Kemâleddin Efendi bu eseri önce
tefrikalar hâlinde neşredilmek üzere m. 1893-1896 yılları arasında İstanbul’da
yayımlanan Hazîne-i Fünûn mecmûasına yollamış, ancak mecmûaya gelen
yazıların çokluğu ve kısa süre sonra da mecmûanın kapanması sebebiyle eserin sadece
ilk kısımları (5. bende kadar) birkaç tefrika hâlinde yayımlanabilmiştir.[149] “Kasîde-i
Münferice’nin Tahmîs-i Cedîdiyle Berâber Tercemesidir” başlığıyla tefrika
edilen bu kısımlar mecmûanın aşağıdaki sayılarında yer almıştır:
III/ 34 (22 Şa'bân
1313), s. 365-366.
IV/ 6 (22 Zilhicce 1313), s. 77-78.
IV/ 9 (13 Muharrem 131[4]), s. 126.
IV/ 11-12 (27 Muharrem 131[4]), s. 159-160.
IV/ 13 (4 Safer 131[4]), s. 188-189.
Ma'mûretü’l-azîz Maârif Müdürlüğünden Kemâleddin Efendinin
eserinin yayımlanmasıyla ilgili Maârif Nezâreti’ne gönderilen yazı.
Ma'mûretü’l-azîz Vilâyeti
Ma'ârif Müdürlüğü
Aded: 17
Bihî
Huzûr-ı Sâmî-i Cenâb-ı
Nezâret-penâhî’ye
Devletlu Efendim Hazretleri
Nezâret-i celîle-i
âsafânelerinin 2 numero ve fî 17 Şubat [1]314 târihli ruhsatnâmesini hâiz olan Kasîde-i
Münfericenin Tahmîsi ile Berâber Türkçe Şerhi şârihi bulunan fazîletlü
Kemâl Efendi tarafından dört yüz nüshadan ibâret olmak üzere bu kere Vilâyet
Matbaası’nda tab' ettirildiği hakkındaki beyânnâmesiyle nüsah-i mezkûreden
ale’l-usûl i'tâ eylediği beş adedi leffen takdîm-i huzûr-ı sâmi-i cenâb-ı
nezâret-penâhîleri kılınmış olmağın ol bâbda
emr ü fermân hazret-i men lehü’l-emrindir. Fî 10 Muharrem
sene [1]318 ve fî
26 Nisan sene [1]1316 [10 Mayıs 1900]
Bende
Ma'mûretü’l-azîz Maârif Müdîri
Sâlih
?[150]
a.
2) el-Mülemma' Şerhu’n-na'ti’l-murassa'
bi’l-mücennesi’l-müsecca'
Kemâleddin
Efendinin müftülükten azledildikten sonra 1345/1927’de Ahmed Kâmil ve Şerîki
Matbaası’nda bastırdığı risâlesidir. Eser meşhur âlimlerden Aliyyü’l-kârî’nin
(v. 1014/1605) bir paragraftık müsecca Salavât-ı Şerîfe (na't) metninin
şerhinden ibâret olup 15 sayfadan oluşmaktadır. Kemâleddin Efendi Salavât-ı
Şerîfe’yi âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şeriflerden istifâde ile “icmâlen şerh
ve îzâh” etmektedir. Risâlenin ilk sayfalarında nûr-ı Muhammedî mevzuunu
tasavvufî açıdan yorumlamakta ve “ğulât-ı sûfiyyenin ittihâd ve hulûl”ü savunan
“vücûdiyye mezhebi”nin “vahdetçileri”ni sert ifadelerle eleştirmektedir.[151] İbn
Arabî’nin eserlerini okuyan, aşağıda görüleceği üzere onun eserlerinden
iktibaslarla risâleler yazan Kemâleddin Efendi’nin “vahdet-i vücûd ashâbı” diye
nitelediği tâifeyi “Cenâb-ı Allah avâlimin mecmûudur” düşüncesini savunduğu
iddiasıyla küfürle itham etmesi dikkat çekicidir.
Kemâleddin Efendi Harput Dârü’l-hilâfe Medresesi
müderrisiyken (1334-1342/1916- 1924) Hadis derslerine girdiği sahn kısmı ikinci
sınıf öğrencilerinin okuyup ezberlemelerini sağlamak amacıyla Rekaik
adını verdiği bir hadîs-i erbaîn risâlesi yazmış, bilâhere bu hadislerin
tercümelerini de ilâve ederek risâlesini genişletmiştir. Kemâleddin Efendi,
okuyucuyu kötülüklerden uzaklaştırmayı ve iyiliklere teşvik etmeyi hedefleyen
hadislerden kolaylıkla anlaşılabilecek ve ezberlenebilecek kırkını bir araya
getirmekle aynı zamanda Peygamberimiz’in pI^UI s^ ^U-iJl pj 4)1 âîxj Lj> 7,^^-j.jI ^>1 ^-
^>} Allah,
ümmetim içinde kırk hadis
ezberleyen kimseyi
kıyâmet günü fakîhler zümresinde diriltir.”[152] şeklindeki müjdesine de nâil
olmayı arzulamıştır. Risâlenin İstanbul ve Ankara Üniversiteleri
kütüphanelerinde bulunan iki yazma nüshası tarafımızdan tespit edilmiş olup
muhtevâ incelemesi, metin tenkidi ve tah- rici yapılarak neşredilmiştir.[153]
b.
2) Tesbîtü’l-mefhûm fî tahkîki’t-tebe'iyyeti beyne’l-'ilmi
ve’l-ma'lûm
Kemâleddin Efendi’nin El'azîz
müftüsü olduğu sıralarda o zamanlar El'azîze bağlı bir kaza olan Arapgir’in
müftüsü Hacı Ahmed Efendi’nin açıklamasını istediği “İlm-i İlâhî ma'lûma
tâbi'dir.” şeklindeki söz ile kaza, kader, insan fiillerinin yaratılışı, güç
yetirilemeyecek emir ve nehiyler (teklîf-i mâ lâ yutâk), Allah’ın sıfatları
gibi meseleleri izâh sadedinde 10 Safer 1344/30 Ağustos 1925’te tamamladığı bir
risâle olan Tesbîtü’l-mefhûm’un tespit edebildiğimiz tek nüshası 34
varak olup Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Kütüphanesi
Mustafa Con Yazmaları arasında (A, nr. 237) bulunmaktadır.
Kemâleddin Efendi
kelâm ilminin ana konuları arasında yer alan yukarıdaki meseleleri Mâtürîdî,
Eş'arî ve Mu'tezilîlerin düşünceleri çerçevesinde açıklamakla birlikte felsefî
ve bilhassa tasavvufî yorumlar yapmış, başta Muhyiddîn İbn Arabî olmak üzere
İmam A'zam, İbn Esîr, Fahreddin Râzî, İbn Teymiyye, Nevevî, Muhammed İbn Es‘ad
Tüsterî, Molla Câmî, Mevlâna Celâleddin-i Rûmî, Şemseddin Ahmed Hayâlî, İsmâil
Hakkı Bursevî, Gelenbevî gibi âlim ve âriflerin görüşlerine yer vermiştir.
Yorumlarını yer yer âyet ve hadisler, asr-ı saâdetten örnekler, vecîz sözler,
Türkçe, Arapça, Farsça beyitler ve kıt’alarla da zenginleştiren Kemâleddin
Efendi’nin bu risâlesi erbâbı tarafından büyük bir teveccühle karşılandığı için
mükerreren istinsâh edilmiştir.[154] Eserin iç
kapağına Kemâleddin Efendi aşağıdaki kıt’ayı yazmıştır:
Nâçîz eserim ki bu kitâbım
Kalsın sana yâdigâr benden
Oldukça musâdif-i nigâhın
Bir
hâtıradır ümîd senden (1345/1926)
b. 3) Mütenevvi Duâ ve
Nüshalar Mecmûası
Eser Ankara
Üniversitesi Ilâhiyat Fakültesinde Efendigil Yazmaları arasında bulunan bir
defterin (yz. nr. 89) boş sayfalarına Kemâleddin Efendi’nin kaydettiği duâlar,
vefkler, muskalar[155] ve evrâddan
oluşmaktadır. 240 sayfalık defterin 150 sayfasında Kemâleddin Efendi’nin
kayıtları vardır. Bu kayıtlar arasında kendisine âit duâ manzûmeleri, Nakşî
evrâdı, Râbıta-i Şerîfe, farklı şâirlerin münâcâtları, Peygamber Efendimiz’in
yaptığı bazı duâlar evrâd-ı zebânı olması bakımından dikkat çekicidir.
c. 1) Kasîde-i Tantarâniyye Şerhi
Kasîde-i
Tantarâniyye h. V. asırda yaşamış, Bağdat
Nizâmiye Medresesi’nin önemli müderrislerinden şâir Ebû Nasr Muînüddîn Ahmed
b. Abdirrezzâk et-Tantarânî’nin (v. 485/1092) devrin meşhur Selçuklu veziri
Nizâmülmülk için yazdığı otuz beş beyitlik medhiyesidir. Zengin cinas
örneklerini barındırdığı için Kasîde-i Mücennese olarak da anılan şiirin
ilk yirmi beş beytini oluşturan nesîb kısmında Tantarânî Hz. Peygamber
sevgisini dile getirdiği için şiir na't mecmûalarında da yer almış, üzerinde
çok sayıda tercüme ve şerh yapılmıştır.[156] “Fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâilâtün
fâ'ilün” vezniyle yazılan Kasîde-i Tantarâniyye
beytiyle bitmektedir.
Kemâleddin Efendi Kasîde-i
Tantarâniyyeyi tercüme ve şerh ederek Hazîne-i Fünûn mecmûasında
tefrikalar hâlinde yayımlamıştır. Hazîne-i Fünûn’da Hersekli Ârif
Hikmet, Mehmed Âkif, Fâik Esad, Tevfik Fikret, Rıza Tevfik, Ahmed Remzî, Ismâil
Safâ, Sâmih Rifat, Süleyman Nazîf, Muhyiddin Raif, Ahmed Râsim, Ibnülemîn
Mahmud Kemal gibi dönemin önemli isimlerinin yazı ve şiirlerinin yayımlandığını
ve mecmûanın yüksek bir tirajla (6.000 civârı) Osmanlı’nın en uzak bölgelerine
kadar ulaşan bir abonelik ağına sahip olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda[157] Kemâleddin
Efendi’nin şerh dizisinin 13 sayı boyunca yayımlanmasının Harput’taki
şöhretini perçinlediğini, bilhassa Istanbul’un edebî ve ilmî mahfillerinde
tanınmaya başlamasına vesile olduğunu söyleyebiliriz.
Kemâleddin Efendi Kasîde-i
Münferice’de olduğu gibi önce kelimelerin gramer yapılarını, bâblarını ve
sözlük anlamlarını belirtmiş, sonra da “Mahsûl-ı Beyt” başlığıyla beyitten anlaşılan
mânâyı kısaca açıklamıştır. Çoğu açıklamanın sonunda ise ilgili beyitte bulunan
edebî sanatları kaydetmiştir.
Hazîne-i
Fünûnda Kasîde-i Tantarâniyye nin tefrika
edildiği sayılar şunlardır:
I-
5.
beyitler, III/10 (10 Rebîü’l-evvel 1313), s. 82-85.
6-10.
beyitler, III/17 (28 Rebîü’l-âhir 1313), s. 142-144.
II-
15.
beyitler, III/16 (21 Rebîü’l-âhir 1313), s. 133-135.
16-18.
beyitler, III/18 (5 Cemâziye’l-evvel 1313), s. 147-148.
19-20.
beyitler, III/19 (12 Cemâziye’l-evvel 1313), s. 153-154.
21-22.
beyitler, III/20 (19 Cemâziye’l-evvel 1313), s. 160-161.
23-24.
beyitler, III/22 (4 Cemâziye’l-âhir 1313), s. 179-180.
25.
beyit, III/23 (11 Cemâziye’l-âhir 1313), s. 186-187.
26-28.
beyitler, III/26 (3 Receb 1313), s. 208-210.
29-30. beyitler,
III/28 (17 Receb 1313), s. 322-323.
31-32.
beyitler, III/29 (24 Receb 1313), s. 335-336.
33-34.
beyitler, III/30 (1 Şa'bân 1313), s. 343-344.
35. beyit, III/31 (8 Şa'bân 1313), s. 350.
c.
2) Kasîde-i Ferîde
Tercemesi
Kemâleddin Efendi
İranlı meşhur âlim, şâir ve Nakşî sûfilerden Nureddin Abdurrahmân Câmî (Molla
Câmî)’nin (v. 898/1492) 53 beyitlik bir kasîdesini tercüme etmiş ve
1328/1910’da haftalık Beyânü’l-hak gazetesinde 3 bölümde yayımlamıştır.[158] Kemâleddin
Efendi’nin “lafz-ı selîsi de ma'nâsı gibi cidden nefîs olan bir kasîde-i
ferîde” diye tavsif ettiği[159] şiir
beytiyle
başlamakta,
mısrâlarıyla da
bitmektedir. Kemâleddin Efendi yazdığı mukaddimede Molla Câmî’nin ilmî, edebî
ve tasavvufî kişiliği hakkında kısa malumât verdikten sonra gâyet mütevâzı
ifadelerle kasîdeyi tercüme etme hususunda gösterdiği cesâretten dolayı “bu
gibi âsâr-ı mübâreke-i sûfiyyenin hâl olmaksızın yalnız kal ile tamâmen keşf ve
izâhının müte'assir ve belki de müte'azzir bulunduğunu tasdîk ve takdîr eden
mütâli'în-i kirâmın lutfuna” sığınmaktadır.[160]
Beyânü’l-Hak’da kasîdenin tercümesinin tefrika edildiği sayılar şunlardır:
1-5.
beyitler, III/62 (21 Cemâziye’l-evvel 1328), s. 1251-1252.
6-22.
beyitler, III/67 (26 Cemâziye’l-âhir 1328), s. 1333-1335.
22-53.
beyitler, III/68 (4 Recep 1328), s. 1346-1348.
Kasîdede Molla Câmî
kısaca gönlüne Dost’a vâsıl olmayı istiyorsa dünyevî lezzetlere dal- mamayı,
gâfil olmamayı, fâni şeyler peşinde koşmamayı tavsiye etmekte, dâimâ ezelî,
ebedî ve bâki olan Allah’a yönelmesi hususunda çeşitli örnekler vererek onu
uyarmaktadır.
c.
3) Makame-i Sûfiyye
Tercemesi
Makame-i Sûfiyye Kemâleddin Efendi’nin çağdaşı Ma'mûretü’l-azîz müdde-i
umûmîlerinden sûfî Nakıbü’l-eşrâf Mehmed Emin Efendi’nin (v.?)[161] Muhyiddin
Ibn Arabî’nin eserlerinden ilhamla yazdığı Arapça, tahkiye tarzında, “makame”
türüne örnek müsecca bir metindir. Kemâleddin Efendi bu metni tercüme etmiş,
çeşitli notlarla zenginleştirerek bir bakıma şerhini yapmış ve metnin orijinalini
de ilâve ederek Osmanlı’nın en uzun soluklu tasavvufî mecmûası Cerîde-i
Sûfiyye’de 16 bölüm hâlinde yayımlamıştır. Bu tefrika, metinden hareketle
vücûd mertebeleri, nefis tezkiyesi, âlem-i mülk ve melekût, âlem-i anâsır, seyr
ü sülûk, makamât-ı seb'a, kabz, bast gibi mevzular hakkında malumât veren
Kemâleddin Efendi’nin tasavvufî bilgisini göstermesi bakımından oldukça
değerlidir.
Makame-i Sûfiyye’nin metni ve notlarla zenginleştirilmiş tercümesi Cerîde-i
Sûfiyye’nin aşağıdaki sayılarında neşredilmiştir:
nr. 24/16 (6 Rebîü’l-evvel 1331),
s. 3.
nr.
24/18 (4 Rebîü’l-âhir 1331), s. 3-4.
nr.
24/19 (18 Rebîü’l-âhir 1331), s. 2.
nr.
24/20 (3 Cemâziye’l-evvel 1331), s. 2-3.
nr.
24/21 (17 Cemâziye’l-evvel 1331), s. 4-5.
nr.
24/22 (1 Cemâziye’l-âhir 1331), s. 3-5.
nr.
24/23 (15 Cemâziye’l-âhir 1331), s. 3-4.
nr.
24/24 (29 Cemâziye’l-âhir 1331), s. 4-5.
nr. 49 (11 Receb 1331), s. 3-4.
nr. 50 (18 Receb 1331), s. 14-15.
nr. 51 (25 Receb 1331), s. 26-27.
nr. 52 (1 Şa'bân 1331), s. 39-40.
nr. 54 (17 Şa'bân 1331), s. 63-65.
nr. 55 (24 Şa'bân 1331), s. 76-77.
nr. 56 (24 Şa'bân 1331),[162] s. 87-88.
nr. 57 (8 Ramazân
1331), s. 100.
c.4) Mersiyye-i Ebüssuûd Tercemesi
Kemâleddin Efendi Ebussuûd
Efendinin Kanûnî Sultan Süleyman’ın vefâtı üzerine yazdığı 24 beyitlik Arapça
mersiyeyi Ibnülemîn Mahmud Kemâl Bey’in tavsiyesi üzerine tercüme etmiş ve bunu
Cerîde-i Sûfıyye’nin şu sayılarında yayımlamıştır:
nr. 65 (8 Zilka'de 1331), s.
185-186.
nr. 66
(15 Zilka'de 1331), s. 194-195.
Mersiye
beytiyle başlayıp
J
beytiyle
bitmektedir.
c.5) Levâmi-i Câmî Tercemesi
Kemâleddin Efendi, Molla Câmî’nin
Ibn Fârız’a (v. 632/1235) ait 41 beyitlik Arapça Kasîde-i Hamriyye
(Mîmiyye)’sinin manzum-mensur şerhi olan Farsça Levâmi'’ini tercüme
etmiştir. 158 rubâîden ve çoğu bunların izâhı mâhiyetindeki paragraflardan
(lâmi'a/levâmi') oluşan şerh 875/1470 yılında yazılmış, yine ona âit Levâyih
ve Şerh-i Rubâiyyât ile birlikte Mecmûa-i Monla Câmî Kuddise
Sırruhus-sâmî adıyla 1309’da İstanbul’da neşredilmiştir (s. 104-189).
Kemâleddin Efendi’nin tercümesi Cerîde-i
Sûfiyye’de 37 sayı boyunca tefrika edilmiştir. Tercümenin yayımlandığı
sayılar şunlardır:
nr. 71
(20 Zilhicce 1331), s. 240-241.
nr. 72
(27 Zilhicce 1331), s. 250-251.
nr. 73
(4 Muharrem 1332), s. 261-262.
nr. 74 (11 Muharrem 1332), s. 272-273.
nr. 76 (25 Muharrem 1332), s. 292-293.
nr. 78 (10 Safer 1332), s. 311.
nr. 79 (18 Safer 1332), s. 321-322.
nr. 80 (24 Safer 1332), s. 333-334.
nr. 81 (2 Rebîü’l-evvel 1332), s. 343-345.
nr. 82 (9 Rebîü’l-evvel 1332), s. 351-352.
nr. 84 (23 Rebîü’l-evvel 1332), s. 372-373.
nr. 87 (14 Rebîü’l-âhir 1332), s. 402.
nr. 90 (6 Cemâziye’l-evvel 1332), s. 430-432.
nr. 94 (4 Cemâziye’l-âhir 1332), s. 471.
nr. 95 (11 Cemâziye’l-âhir 1332), s. 479.
nr. 97 (8 Şa'bân 1332), s. 4.
nr. 98 (15 Şa'bân 1332), s. 14.
nr. 99 (22 Şa'bân 1332), s. 26-27.
nr. 100 (29 Şa'bân 1332), s. 38-39.
nr. 101 (7 Ramazân 1332), s. 52-53.
nr. 102 (14 Ramazân 1332), s. 104-105.
nr. 104 (22 Şevvâl 1332), s. 114-115.
nr. 105 (29 Zilka'de 1332), s. 119-120.
nr. 106 (21 Zilhicce 1332), s. 129.
nr. 110 (21 Cemâziye’l-âhir 1333), s.
161-163.
nr. 111 (23 Şa'bân 1333), s. 170-171.
nr. 112 (1 Şevvâl 1333), s. 178-179.
nr. 113 (24 Şevvâl 1333), s. 189-190.
nr. 114 (27 Zilka'de 1333), s. 195.
nr. 115 (24 Zilhicce 1333), s. 202-203.
nr. 116 (2 Safer 1334), s. 210-211.
nr. 117 (4 Rebîü’l-evvel 1334), s. 216-217.
nr. 118 (4 Rebîü’l-âhir 1334), s. 224-225.
nr. 121 (3 Şevvâl 1334), s. 239-240.
nr. 123 (26 Muharrem 1335), s.
255-256.
nr. 130 (20 Şevvâl 1335), s. 314.
nr. 132 (27 Safer 1336), s.
329-330.
Tercümede ana
hatlarıyla cem, cem'ü’l-cem, makâm-ı Ehadiyyet, merâtib-i vücûd gibi tasavvufî meselelerden,
Allah aşkından, O’nun esmâ, sıfât ve ef'âlinin tecelliyâtından bahsedilmektedir.
d) Gazete-Mecmûa
Yazıları ve Bir Takrîzi
d.
1) “Ahlâk-ı Eslâf”, Hazîne-i
Fünûn, IV/3-4 (11 Zilhicce 1313), s. 52; IV/11-12 (27 Muharrem 1314), s.
178-179.
Kemâleddin Efendi’nin Mısırlı âlim
ve sûfî Abdülvehhâb Şa'rânî’nin (v. 973/1565) ahlâka dâir konuları, hikmetli
öğütleri, selef-i sâlihînin hayatlarından ve sözlerinden örnekleri ihtivâ eden Tenbîhü’l-muğterrîn
evâhire’l-karni’l-âşir alâ mâ hâlefû fîhi selefehümü’t-tâhir
adlı eserinden yaptığı tercümedir. Yalnızca iki sayı yayımlanabilen bu tercüme
dizisinin “mâ ba'di var” kaydına rağmen devamı gelmemiştir.
d.2) “Manzum Bir Münâcât-ı
Fârisiyye’den Mütercem”, Beyânü’l-Hak,
nr. 78 (15 Ramazân 1328), s. 1510.
Bu yazı, şâirini ve aslını tespit
edemediğimiz bir Farsça şiirin tercümesinden ibârettir. Kemâleddin Efendi şiiri
Türkçe’ye aktarırken edebî ve akıcı bir üslup kullanmayı tercih etmiştir.
Tercüme “Yâ Rabbi! Mâsivâdan bîzâr olan cânıma merhamet buyur! Zâten lutf u
inâyetinden başka dest-gîrim yokdur. Mâde(m) ki beni şu harâbât-ı dünyâya,
dâr-ı ibtilâya mecbûrî olarak getirdin, benden sudûr edecek el' âl ve harekâtda
bârî beni ma'zûr tut!” cümleleriyle başlamakta ve “Seni istiyorum seni!
Takdîmine mütecâsir olduğum şu niyâz ve duâmın sûret-pezîr olması hakkında
hayr-hâhâne muâvenet gösterüp âmîn-hân olan zevât-ı muhte- remeyi de arzû ve
murâdâtını ale’t-ta'yîn evc-i icâbet ve husûle îsâl ve makrûn buyurmakla kâmrân
ve memnûn et İlâhî!” ifadeleriyle bitmektedir.
d.3) “Bir Nâme-i Belîğ-i
Hakaik-ihtivâ”, Cerîde-i Sûfiyye,
XXIV/19 (İstanbul 1330), s. 3-4.
Bu yazı, Vezir Cezzâr Ahmed
Paşa’nın oğlu Akkâ vâlisi Abdullah Paşa’nın (v. 1273/1856) “istid'â-yı
zürriyet, taleb-i duâ ve himmet” maksadıyla Mevlânâ Hâlid Bağdâdî’ye (v.
1242/1827) gönderdiği mektuba cevâben Bağdâdî’nin yazdığı Arapça mektubun
tercümesidir. Mevlânâ Hâlid Bağdâdî mektupta istenilen duâları yaptığını ancak
“sâhib-i himmet” olmadığını belirterek itikâda ve kelâma dâir meselelere
girmekte, mektup boyunca da kader-i İlâhî’nin kazâya dönüşme merhale ve
imkânlarından bahsetmektedir.
d.
4) “Bir Nâme-i Beliğ”,
Cerîde-i Sûfiyye, nr. 24/8 (6 Zilka'de 1330), s. 8-9.
Yazı, Nakşî
halîfelerinden Şâh Abdullah ed-Dihlevî’nin (v. 1240/1824), halîfelerinden
Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî’ye yazdığı Farsça mektubun tercümesidir. Mektupta
Dihlevî Hazretleri, Hâlid Bağdâdî’ye medihler, duâlar ve tavsiyeler etmekte,
tarîkatın Bağdâdî sayesinde etki alanını genişlettiğini belirtmektedir. “O
diyârdaki ulemâya, şürefâya, ümerâya lâzımdır ki sizin vücûd-ı mes'ûdunuzu
ğanîmet bileler. Sizden istifâde edeler. Ve size ta'zîm ve hürmetde kusûr
etmeyip muhâliflerinize, bedhâhlarınıza, hâsidlerinize mümâne'et edeler...
Sizin eliniz benim kendi elim olup sizi görmek dahi beni görmekdir.” şeklindeki
ifadelerle Mevlânâ Hâlid Hazretleri’nin manevî mevkiine işâret etmektedir.
Kemâleddin Efendi
babası Abdülhamid Efendi’den icâzet almış, kendisi gibi müderris olan ve
müftülük vazifesine son verilince yerine vekil tayin edilen dostlarından
Harputlu Ömer Avnî Efendi’nin 1328/1910’da Ma'mûretü’l-azîz’de neşrettiği Kavâid-i
Lisân-ı Kürdî adlı eserine 25 Eylül 1317/ 8 Ekim 1901 tarihinde edebî bir
takrîz yazmıştır. Kemâleddin Efendi yazısına Allah Teâlâ’nın bir hikmete
binâen insanları çeşitli milletlere ayırdığını, insanoğlunun da dinî ve
dünyevî her türlü ilerlemenin esası olan dile hizmet etmekle marifet ve medeniyet
âleminde mesâfe katedebileceğini belirterek başlamaktadır. Ömer Avnî Efendi’nin
Osmanlı’da Kürt aşîretlerin bulunduğu bölgelerde ibtidâî mekteplerin ders
programlarına “Kavâid-i Lisân-ı Kürdî” dersinin konması ümidi ile risâlesini
kaleme aldığını söyleyen Kemâleddin Efendi eseri orijinalliği ve iyi bir ders
kitabı olması hasebiyle övmekte, yazdığı bu risâle ile sahasında bir ilki
gerçekleştiren müellife takdir ve tebriklerini sunmaktadır.[163]
Kemâleddin Efendi
Arapça başta olmak üzere Türkçe ve Farsça şiirlere merakı olan, her üç dilde
şiirler yazabilen, Arapça ve Farsça şiirlerin manzum tercümelerini yapan bir
âlimdir. Ancak o, şiirlerini bir araya getirme fırsatı bulamamış, İbnülemîn’in
kaydına göre Samsun’a sürülürken bunların çoğu zâyi olmuştur.[164] Kemâleddin
Efendi’nin kasîde, gazel, tahmîs, kıt’a, tarih manzûmeleri, beyit vs.
şekillerle yazdığı şimdilik ulaşabildiğimiz otuz civarında şiirini başka bir
makalede ele almayı düşünüyoruz.
Ana hatlarıyla
ifade edecek olursak Kemâleddin Efendi klasik Türk edebiyatının mânâ ve şekil
çerçevesinde şiirler yazmış, XIX. asrın ikinci yarısı ile XX. asırda revaç bulan
şiir tartışmalarından uzak durarak Osmanlı şiir geleneğini devam ettirmiş bir
edîbtir. İbnülemîn’in onu “şâir” değil “nâzım” olarak tavsif etmesinde[165] Kemâleddin
Efendi’nin takipçisi olduğu bu geleneğin XX. asırda yeni söz söylemeye (bikr-i
mânâ/ bikr-i mazmûn) pek imkân tanımamış olmasının izlerini aramak lâzımdır.
Kemâleddin Efendi
irticâlen vezne uygun mısrâlar ve beyitler söyleyebilen bir geleneğin son
temsilcilerindendi. Meselâ, Kemâleddin Efendi’nin oğlu Ömer Naîmî’nin Süleyman
Ateş Hoca’ya anlattığına göre, Kemâleddin Efendi bir gün onunla oynarken
“Kemâleddin babam Hacı 'amimdir” mısrâını söyleyivermiş.[166] Ömer Naîmî bu mısrâı dedesi
Abdülhamid Hamdî’nin yanında tekrar edince Abdülhamid Hamdî bilbedâhe “Dahi
Abdülhamîd Hamdî dedemdir/ Hudâ bes mâsivâ cümle ademdir” beytini söylemiş.[167]
Kemâleddin Efendi bazı
çalışmalarını Ma"mûretü’l-azîz Gazetesinde neşretmiştir.[168] Ancak
gazetenin kütüphanelerimizde eksiksiz koleksiyonu olmadığı için söz konusu
yazılara ulaşamadık.
Aşağıda sıraladığımız risâleleri ne
çeşitli kütüphanelerdeki arama/taramalarımızda ne de Kemâleddin Efendi’nin oğlu
Ömer Naîmî Efendi’nin çocuklarının Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakülesi’ne
bağışladıkları 850’den fazla eserden oluşan Efendigil yazmaları arasında
bulabildik. Bu sebeple merhum İshak Sunguroğlu’nun başlıklarını kaydettiği bu
eserleri yazmakla yetiniyoruz:[169]
Avâidü’l-fuhûm
el-îrfânü’l-mahsûsü’l-muktebes
mine’l-Fütûhâti ve’l-Füsûs
el-Îzâhü’t-tâmfî
tercemeti’l-eş'âri’l-mevcûdetifîKâmûsi’l-â'lâm
en-Nükülü’l-mu'
tebere
Hallü’l-vezâif
îlâve-ı
Mecmû'a-i Fetâvâ
Kasîde-ı
Bürde Tahmîsi’nın Şerhi
Kavâ'id-i
Edebiyât
Kifâyetür-râzî
fî ecvibeti es’ileti’l-Kddî
Lâmiyyetü’l-Acem
Tercemesi
Lâmiyyetü’l-Arab
Tercemesi
Miftâh-ı
Harâbât
Mu'allakât-ı
Seb'a Şerhi
Mukatta'ât-ı
Mu’tebere Tercemesi
Nebzetün
mine’l-vuküffîma'âni’l-hurûfi ve’z-zurûf
Risâle-i
Murâkabe Tercemesi
Risâle-i
Vahdet-i Vücûd
Sicill-i
îftâ
Ta'lîm-i înşâ
Bunlar dışında kısa gazete yazıları
olduğunu düşündüğümüz Makdle-i Edebiyye, Mülâhaza-i Edebiyye, Ulviyyet-i
îslâm, Hayr-i Ümmet başlıklı makaleleri bulunmaktadır.[170]
Kemâleddin Efendi ilmî müktesebâtı
ile kendisinden hoşnud olmayanların bile takdirini kazanmış bir âlimdir.[171] Babasının
da destek ve nezâretiyle çok iyi bir medrese eğitimi almasının ve erken
yaşlarda hocalık yapmaya başlamasının iyi yetişmesinde etkisi büyüktür.
Türkçe’nin yanında Arapça ve Farsça’yı da çok iyi bilen, her üç dilde eserler
verebilen, eserlerini hazırlarken dinî hemen her disiplin hakkında ehil bir
insan olarak söz söyleyebilen, kendisinden ders alanların ve vaazlarını
dinleyenlerin ilmine ve hâfızasına hayran oldukları Kemâleddin Efendi devrinin
ulemâsının da takdir ve hürmetini kazanmıştır. İbnülemîn Bey’in onu “Hânedân-ı
ilmin vâris-i kâmili idi. Vücûdu ne kadar zaîf ise ilmi o kadar kavî idi.”
cümleleriyle tavsif[172] ve “Sen
necm-i kemâl-i nûr-feşânsın/ Memdûh-ı efâzıl-ı zamansın” mısrâlarıyla
medhetmesi,[173] Ahmed Remzî
Dede’nin bir daha böyle ehl-i hüner birinin yeti- şemeyeceğini belirterek
yazdığı “Hallederdi Zeyd ü Amfin müşkilin müftî iken/ Fıkh u tefsîri
mükemmel ârif ü âgâh âh” mısrâları onun ilmî seviyesini göstermesi
bakımından dikkate değerdir.
Kemâleddin Efendi’nin eserlerinin
temel kaynağı Kur’an ve hadistir. Bunların yanında İmam A'zam’dan İbn Arabî’ye,
Taberî’den Zemahşerî ve Beyzavî’ye, Enverî’den Molla Câmî’ye, Mevlânâ’dan Şeyh
Gâlib’e çok geniş dinî, ilmî ve edebî kaynaktan istifâde etmiştir. Kemâleddin
Efendi medrese eğitiminin klasik ezber sisteminin çarkı içinde kalmamıştır. O,
öğrendiğini nakleden kuru bir aktarıcı olmayı tercih etmeyen, istifâde ettiği
bilgi kaynaklarını yorumlayan, yeri geldiğinde eleştiren, kendi müktesebâtına
dayanarak bakış açıları sunan bir âlimdir. Ancak gerek bu yorumlarında gerekse
verdiği fetvâlarda çoğu zaman geleneksel çerçevenin içinde kalmayı, hatta onu
savunmayı tercih etmiştir. Meselâ Kemâleddin Efendi’nin babası Ab- dülhamid
Hamdî Efendi resim yapmanın ve asmanın haram olduğu kanaatindedir. Hattâ sırf
bu konuyla ilgili el-Burhânü’l-münevver fî tahrîmi’t-tasvîr ve hurmeti
iktinâi’l-musavver adlı 10 varaklık bir risâle yazmıştır.[174] Kendisine
hadis icâzeti veren hocası Bedreddin Dımaşkı de resim yapmayı, duvarları
bunlarla süslemeyi câiz görmemiştir.[175] Kemâleddin Efendi de babasının
ve hocasının izinden giderek aynı görüşü savunmuştur. Süleyman Ateş Hoca’nın
naklettiğine göre Kemâleddin Efendi bir gün oğlu Ömer Naîmî Efendi’nin evine
gitmiş, evin duvarlarında âile efrâdının fotoğraflarının ve bazı resimlerin
asılı olduğunu görünce üzülmüş ve “Oğlum burası müslüman evi mi, hıristiyan evi
mi? Bu ne hâl?” diye ona sitem etmiştir.[176]
Kemâleddin Efendi
resim hususundaki bu tavizsiz tavrına rağmen tütün içme mevzuunda önceleri
gâyet mütesâhildir. Hattâ Talat Turhan Bey’in kızı Fezâ Hanım’ın aktardığına göre
tütün içmeyi tiryâkilik derecesinde sevmektedir.[177] Ancak bir yazma nüshanın
zahriyesin- de rastladığımız aşağıdaki şiirinde hem bu tiryâkiliğin
bi’t-tecrübe nasıl bir illet olduğunu belirtmekte hem de tütün içmenin akıl
kârı bir iş olmadığını bunu içmede ısrar edenlere hatırlatmaktadır:
Âfiyetle yaşamak ister isen sen de bütün
Çokça müşkildir
fakat cehd et sakın içme tütün
Öyle azm et ki eğer boynun kesilse bir daha
Bir nefes almak bile vermek gibi ola........ [çetin][178]
Ey sebük-mağzân-ı millet dikkat ile dinleyin
Tecrübemle sâbit
oldu sözümü siz de tutun[179]
Akâid ve kelâm konularına dâir
yazdığı Tesbîtü’l-mefhûm adlı eserinde Mutezile düşüncesinin
tutarsızlıklarını anlatırken meşhur müfessir Zemahşerî’yi (v. 538/1144)
“allâme-i bî- karîn” olarak tavsif ettikten sonra onun Mutezile’nin
mutaassıplarından olduğunu söylemekte ve eserini “Tefsîr-i bî-nazîri olan Tefsîr-i
Keşşâf kavâid-i mezheb-i ehl-i i'tizâl ile mâl-â- mâldir.” cümlesiyle
eleştirmektedir (vr. 32b). el-Mülemma' isimli risâlesinde de
-eseri tanıttığımız kısımda bahsettiğimiz üzere- vahdet-i vücûd düşüncesini
savunan “ehl-i Hak” ile “ğulât-ı sûfiyye”nin ittihâd ve hulûl’u savunan,
vahdet-i şuhûd/ vahdet-i mevcûda kayan görüşlerini benimseyen “vahdetçi”lerin
birbirinden tefrîk edilmesi gerektiğini anlatmakta, bu sonuncuları “küfr-i
sarîh ve bâtıl” içinde olmakla nitelemektedir (s. 6-7).
Kemâleddin Efendi’nin makalemizin
ilk sayfalarında kaydettiğimiz medrese eğitimi esnâsında okuduğu kitaplar,
mütevellisinde bulunduğu ve müderrisliğini yaptığı Yusuf Kâmil Paşa
Medresesi’nden tevârüs edenler ve bu eserlerdeki izâhları ile şerhe yönelik
notları onun ilmî seviyesini göstermektedir. Eserlerinde ilk dönem İslâm
ulemâsının ictihâdlarını me’haz kabul etmesi, İbnü’l-Arabî’nin Füsûsü’l-hikem
ve Fütûhât-ı Mekkiye’sinden yaptığı iktibâslar, Molla Câmî ve Mevlânâ
etkisi, Enverî, Şeyh Gâlib, Ziyâ Paşa gibi şuarâdan şevâhidler getirmesi,
başta Ebussuûd ve Şeyhülislâm Yahyâ Efendi olmak üzere Osmanlı fukahâ ve
şeyhülislâmlarına dayanarak verdiği fetvâlar beslendiği kaynaklara
gösterebileceğimiz örnekler arasında sayılır.
Süleyman Ateş Hocamızın anlattığına
göre Ömer Naîmî Efendi aklına takılan dinî bir meseleyi mektupla o dönemin
meşhur âlimlerinden Mehmed Zihnî Efendi’ye (v. 1332/1913) sormuş, Mehmed Zihnî
Efendi de mektuba cevap vermiş. Bunu duyan Kemâleddin Efendi Naîmî Efendi’ye
“Oğlum, ta İstanbul’da Zihnî Efendi’ye sorana kadar bize sorsaydın ya!” diye
sitem etmiştir.
O, binbir zahmetle
elde ettiği ilmin vefâtıyla birlikte zâyi olacağını düşünerek üzülürmüş. Bir
gün hasta yatarken ziyaretine gelen Harput müftüsüne “Ölüp gideceğim, şu
kafamdaki bilgileri de birlikte götüreceğim. Bu beni çok üzüyor. Elimde olsaydı
da bunları birkaç kişiye dağıtabilseydim.” diye hayıflanmıştır.[180]
Kemâleddîn Efendinin dedelerinin
döneminden tekkelerin kapatıldığı zamana kadar Harput, şarkın önde gelen
tasavvufî muhitlerinden sayılmakta ve “evliyâlar diyarı” olarak anılmaktaydı.
Bugün de türbeleriyle ve asırlardır dilden dile dolaşan menâkıbıyla beldenin
her köşesinde mevcudiyetlerini devam ettiren Arap Baba, Fatih Ahmet Baba, Ahî
Musa, Ankuzu Baba, Zâhirî Baba, Tesbihli Baba, Nâdir Baba, Mansur Baba, Murat
Baba gibi zevât Harput’u ehemmiyeti azalmayan bir ziyaretgâh kılmaya devam
etmektedir. işte bu canlı tasavvufî muhîtin içinde yetişen Kemâleddin Efendi
de Harput’un ehl-i tarîk ulemâsından biridir. Babası Abdülhamid Hamdî
Efendi’nin Kâdiriyye tarîkatının müridlerinden, İdrisiyye/ Şâzeliyye’nin ise
mürşidlerinden olması hasebiyle[181] [182] ilk
tasavvufî terbiyeyi babasından aldığını söylemek yanlış olmaz. Bir müddet
sonra da Nakşî şeyhi Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî’nin halifelerinden Mahmud Sâminî
Paluvî Efendi’nin (v. 1315/1898) Harput’a yerleşmiş en şöhretli halifesi İmam
Efendi’ye (Osman Bedreddin Erzurumî) intisâb etmiştir.[183]
Kemâleddin Efendi şeyhine kuvvetli
bir hürmet ve muhabbet bağıyla bağlanmış, İmam Efendi’nin Harput’ta olduğu
zamanlarda ziyaretlerini aksatmamış, sohbetlerine iştirâk etmiş,[184] ayrı
kaldığı dönemlerde de ya mektup yahut diğer müridân vâsıtasıyla kendisinden
haber almaya çalışmıştır. Kemâleddin Efendi’nin İmam Efendi’ye yazdığı
mektupların ikisinden İmam Efendi’nin cevâbî mektupları sayesinde haberdârız.
15 yıl arayla yazılmış bu iki mektubun ortak konusu İmam Efendi’nin Kemâleddin
Efendi’nin görüp kendisine yazdığı rüyaları tabir etmesidir. Her iki mektupta
da dikkat çeken en mühim hususların başında İmam Efendi’nin Kemâleddin
Efendi’ye karşı oldukça saygılı bir dil kullanmasıdır. Ondan bahsederken “Fazîletlü,
hakk-ı efdalâneniz, zât-ı 'âlimâneniz, zât-ı fezâ’il-simât-ı efdalâneniz” gibi
tabirleri kullanırken kendisi hakkında ise “fakiriniz, hakk-ı 'âcizî, 'âcizâne,
arz ederim” gibi mütevâzı ibareleri tercih etmiştir. Mektuplarda dikkat çeken
bir diğer husus ise İmam Efendi’nin Kemâleddin Efendi’ye samimi ifadelerle
duâlar ve iltifâtlar etmesidir. Şeyh ile mürîdi arasındaki bu samimi ve
hürmetkâr üslup aralarındaki muhabbeti göstermesi bakımından da üzerinde
durmaya değerdir. İmam Efendi’nin mektuplarından ilki 5 Recep 1325/ 14 Ağustos
1907 tarihli olup kısmen sadeleştirilerek yayımlanmıştır.[185] 23 Ramazân 1340/ 20 Mayıs
1922 tarihli diğer mektuba ise Elazığ’da Cemaleddin Emiroğlu Hocaefendi’nin
hususi kitaplığındaki bir defterde rastladık.[186] İlk mektubun başlığı
“Harput’da Ulemâ-i Be-nâmdan Kasîde-i Bür’e Şârihizâde Fazîletlü
Kemâleddîn Efendi’ye” şeklindeyken ikinci mektup “El'azîz Müftîsi Fazîletlü
Kemâleddin Efendi Hazretleri’ne” başlığı taşımaktadır.
5 Recep 1325 tarihli mektubuna
Kemâleddin Efendi’yi medhederek başlayan İmam Efendi, onun rüyalarını tabir
etmeden önce “sâlih kimselerin rüyalarının peygamberliğin cüzlerinden bir cüz
olduğu”na dâir hadisi yazmış, böylelikle Kemâleddin Efendi’nin de bu sâlihler
zümresinden olduğuna işâret etmiştir. Kemâleddin Efendi’nin Allah Teâlâ’nın rüyada
görülüp görülemeyeceğine dâir sorusunu dinî-tasavvufî çeşitli kaynaklardan
deliller getirerek cevaplayan imam Efendi sonra da Kemâleddin Efendinin gördüğü
rüyaları tabir etmiştir. Birinci rüya Kemâleddin Efendi’nin hanımıyla beraber
İmam Efendi’yi yüksek bir köşkte ziyaret etmesi ancak “terakki-i manevîye yol
bulamaması”, hanımının Kemâleddin Efendi’ye önce “Buraya niçin geldik?” diye
sorması sonra da ona “Şeyh, muhabbetinizden memnun” demesidir. İmam Efendi
terakki-i manevîye yol bulması için tarîkatte sebâta devam etmesi ve daha çok
çalışması gerektiğine işâret olduğunu belirtmekte, Şeyh Efendi’nin muhabbetten
memnuniyetinin ise Allah yoluna sülûkdan ve o yolda tezkiyeden haz alarak rızâ
göstermesine telmih ve imâ olduğunu yazmaktadır.[187] İkinci rüya Kemâleddin
Efendi’nin babası olduğunu düşündüğümüz “Müderris Efendi” ile beraber bir
câmide İmam Efendi’nin arkasında namaza durmaları, fakat İmam Efendi’nin en son
safta bulunmasıdır. İmam Efendi câmide namaz kılmanın “salât-ı hakikinin kalpde
edâsına ve tarîkat-i 'aliyye- nin [Nakşîlik] esrârına ve salât-ı bâtının
ifadesine işâret” ettiğini ve Kemâleddin Efendi’nin “müşâhede ve mürâkabe-i
dâim ehli” olacağının müjdesini aldığını söylemektedir.[188] İmam Efendi’ye göre Kemâleddin
Efendi’nin rüyasında “Müderris Efendi”yi görmesi onun da ehl-i tarîk olması
hasebiyle Kemâleddin Efendi’nin bu sırrından nasibdâr olacağını göstermektedir.
Kendisinin hem imam hem de son safta olması ise “terbiye-i sâlikin elbette
makâm-ı tenezzülde” bulunmayı gerektirdiğine işâret etmektedir. İmam Efendi’nin
son safta olması sebebiyle kıblenin arka tarafta kalması görünüşte şerîate
muhâlif ise de hakikatte “kıble-i bâtın olan zât-ı baht-ı Mevlâ’ya
teveccüh”tür. Bu rüya ile Allah Teâlâ Kemâleddin Efendi’yi “tarîkat-i 'aliyyede
hâsıl olacak makâm ve mertebenin” bir kısmına ulaştırmış, bir kısmına da
ulaştıracağını müjdelemiştir.[189] Üçüncü rüya
Kemâleddin Efendi’nin İmam Efendi’yle beraber Abdülkerim Efendi’nin[190] konağına
gitmesi, dönüşte de İmam Efendi’nin Kemâleddin Efendi’yi bir eşeğe bindirmesi
ve beraberce yürümeleridir. İmam Efendi konağa girmenin arşullah ve beytullah
olan kalb, ma’rifet ve cennete girmeyi işâret ettiğini, harîm-i İlâhî olan
gönül sarayına vüsûl ile “mahrem-i Hazret-i Mevlâ” olunacağını söylemektedir.
Dönüşte eşeğe binmenin ise “Nefsin bineğindir, ona yumuşak davran!” hadisine
delâlet ettiğini anlatmaktadır.[191] Dördüncü
rüyada Kemâleddin Efendi Allah’ı görmek için mescide benzer bir yerde beklerken
babası Abdülhamid Efendi’ye benzeyen bir zât görmüştür. Mescidin kıble
duvarında bir set, doğu tarafında da dolap kapısı gibi pencere varmış. İmam
Efendi rüyayı tabir ederken Kemâleddin Efendi’nin babasını görmesinin güzel ve
mübârek bir şey olduğunu söylemekte ve Kemâleddin Efendi’yi Allah’ın “mazhar-ı
tecellî-i Zât ü Cemâl ederek iki âlemde mesrûr ve şâdân buyurmasını
dilemektedir. Mescidin “vahdet-i hakikiyye” olan kalbe, kıble duvarındaki
seddin vücuda, pencerenin de “kalbin âlem-i hakikate olan kapısına işâret”
ettiğini yazmaktadır. İmam Efendi’ye göre vücud “vuslat-ı Hakk’a ve müşâhede-i
cemâle” mâni gibiyse de bu perdenin altında o müşâhedeye nâil olmak
gerekmektedir. Beşinci rüya Kemâleddin Efendi’nin İmam Efendi, Çemişge- zek
müderrisi Hacı Tevfik[192] ve Ağın
müderrisi Hüseyin Efendilerle[193]
otururlarken İmam Efendi’nin elini öpmesidir. Efendi Hazretleri’nin sağ eli ise
şişmiş ve kabarmış olduğundan hazret ağlıyormuş. Kemâleddin Efendi de elin bu
hâlinden rahatsız olmuş ve istemeyerek öpmüş. İmam Efendi Kemâleddin Efendi’nin
şeyhinin elini öpmesini sırr-ı hakikatin vuslatının sür’atine delâlet
ettiğini, böylece Allah’a olan ahdini ve ikrârını yenilediğini belirtmektedir.
Elin şişmesi ve gözlerden yaş akması Allah yolunda zahmet çekilmez, cana kıyıl-
mazsa kurbiyyet-i Mevlâ’ya erişilmeyeceği anlamı taşımaktadır. Gözden yaş
akması zikir ve murâkabeye devam edilmesi gerektiğine de işâret etmektedir.
Şişkin olan eli “sabr-ı nefs ederek” öpmek ise Kemâleddin Efendi’nin saâdet-i
hâline ve güzel mânâlara muhatap kılındığına delâlettir. “Zirâ unsur-ı
zâhirimiz uyûb ve noksândan ibârettir. Zât-ı ârifâneleri o ayıp ve
noksanlıklara nazar buyurmayarak hüsn-i zan ve itikadınız mûcebince nefs
istikrâh etse bile yine o bîat ve hakikatten i'râz etmeyerek ve nefisle
mücâhede yolunu tutarak o ahd ve ikrâr üzere sâbit olduğunuzu Cenâb-ı Mevlâ
zât-ı fâdılânenize bildirmiştir.”[194] Altıncı rüyada ise
Kemâleddin Efendi kendini büyük bir denize düşmüş ve hemen boğulmuş şekilde
görmüştür. Ancak rüyanın devamında kurtulmuş ve bir çeşme başına gelmiştir.
İmam Efendi’ye göre o deniz dünyadır. İmam Efendi Kemâleddin Efendi’nin dünya
denizinde çok oyalanmayıp selâmete çıkmış olmasını kurbiyyet-i Hakk’a yol
bulduğuna yormaktadır. İmam Efendi’ye göre rüyadaki deniz “fenâ fillâh bahri”
de olabilir. Kişi önce fenâ fillâh denizinde boğulur, sonra da bâkilik
rütbesini elde ederek yavaş yavaş meâddan mebdee geçerek kurtulur. İmam
Efendi’ye göre çeşme başına gelmek ise Allah’ın akan su gibi olan ilminden
insan-ı kâmilin hem bizzat içip hayat bulması hem de sohbetlerine iştirâk
edenlerin susuzluğunu gidermesine işârettir. İmam Efendi mektubunu Kemâleddin
Efendi’ye duâlar ederek bitirmektedir.[195]
23
Ramazân 1340 tarihli mektup ise Kemâleddin Efendi’nin 3 Mayıs 1338/ 3 Mayıs
1922 tarihinde yazdığı mektuba cevaptır. İmam Efendi bu mektubuna da Kemâleddin
Efendi’ye duâlar ederek başlamaktadır. İlk mektuba göre daha kısa olan bu
mektupta İmam Efendi öncelikle hatm-i şerifler okuyan Kemâleddin Efendi’ye
teşekkür etmekte ve îfâ ettiği bu tür hayırlı hizmetler vesilesiyle “rızâ-ı
İlâhî, hoşnûdî-i Peygamberî ve evliyâ-yı Hakk’ın himmetlerine mazhar”
olacağını müjdelemektedir. İmam Efendi’nin kaydettiğine göre, Kemâleddin Efendi
rüyasında İmam Efendi’yle beraber cemaatin kalabalık olduğu bir vakitte Harput
Sâre Hatun Câmii’nde hatm-i şerîf okumak üzere bir araya gelmişler. İmam Efendi
orada aynı zamanda vaaz mukaddimesi okumuş. İmam Efendi’nin tabirine göre
câmide bulunmak “huzûr ehli”nden olduklarına işârettir. Bu sebeple de vaaz
mukaddimesi vâsıtasıyla hamd ve şükür vazifesi yerine getirilmiştir. Bu esnâda
cemaat arasında Hicâz’dan gelen iki hacı efendi varmış. Bu iki zât Peygamber
Efendimiz’in kendilerine İmam Efendi aracılığıyla verilmek üzere Kemâleddin
Efendi’ye hediye ve manevî rütbe gönderdiğini söylemişler. İmam Efendi’ye göre
bu iki zât Nakşî Hâlidî meşâyıhındandır. Hediyelerden biri iri taneli,
imâmesinin önündeki dizilerden onar tanesinin gümüş kaplı olduğu siyah kuka
tespihtir. İmam Efendi’ye göre tesbih Esmâ-i Hüsnâ adedine işâret olup kendi
aracılığı ile Kemâleddin Efendi’nin “mazhar-ı Esmâ-i Hüsnâ” olduğuna delâlet
etmektedir. İmam Efendi bu tabiri yaptıktan sonra Kemâleddin Efendi için şu
kıt’ayı yazmıştır:
Hamdü lillâh ol Kerîm-i Zü’n-nevâl
Ol 'atâsı çok Rahîm ü
Zü’l-cemâl
Lutf ile kıldı seni ol Lâ-yezâl
Mazhar-ı Esmâ-i Hüsnâ yâ Kemâl
İmâmenin önündeki dizilerden bir
kısmının gümüş kaplı olması “safâ-yı kalb ve rûh”a işârettir, zira orası
Hakk’ın “tecelliyât-ı sıfâtiyesinin mukaddimesi”dir. Rüyaya göre Kemâleddin
Efendi tesbihi edeben almak istememiş, bu Peygamber hediyesinin İmam Efendi’de
kalmasını arzu etmiştir. Ancak İmam Efendi tereddüd etmeden tesbihi Kemâleddin
Efendi’ye uzatmış ve “Al!” diye emretmiştir. İmam Efendi’ye göre tesbih manevî
bir mertebedir. Bu tarz mertebeler de mürşid eliyle müride ihsan edilir.
Kemâleddin Efendi’nin “Sizde kalsa daha iyi olur.” diyerek tesbihi almada
ihtiyâtkâr davranması manevî edebe, İmam Efendi’nin kararlılıkla “Al!” demesi
de “yakln-i tâm hâsıl etmeye” matûftur. Rüyaya göre hacı efendilerin
getirdikleri ikinci hediye ise sabundur. İmam Efendi sabunu kendisine almış,
tesbihi Kemâleddin Efendi’ye vermiştir. Tabire göre, tesbih mazhariyyet-i
Rabbânî’dir; sabun da O’nun füyûzâtındandır. Mazhariyyet Kemâleddin Efendi’ye
âit bir rütbe olduğundan tesbihin onda kalması, füyûzâtın ise mürşide âit
olması hakikate muvâfıktır. Zira İmam Efendi bu füyûzât-ı İlâhîyye ile bir çok
adamı manevî kir ve pastan arındırmaktadır.
Mektuptan anlaşıldığına göre
Kemâleddin Efendi bir başka rüya daha görmüştür. Buna göre babası merhum
Abdülhamid Hamdî Efendi “Kemâl! Bugünlerde bir hacı gelip sana kehribâr bir
tesbih getirecek, onu tereddüdsüz al, zira o Peygamberimiz tarafından sana
gönderilmiştir!” demektedir. İmam Efendi bu rüyanın diğerini tasdik ettiğini
belirttikten sonra Kemâleddin Efendi’nin mutasavvıf olan babasının onun manevî
hayatına katkıda bulunmaya devam ettiğini, Kemâleddin Efendi’nin rüyalarını
bütün teferruatıyla hatırladığını ifade etmesinin ise manevî terbiyeye işâret
olduğunu söylemektedir. İmam Efendi rüyaları bu şekilde tabir ettikten sonra
Kemâleddin Efendi’ye her sabah Esmâ-i Hüsnâ’yı birer defa okumasını, günlük
evrâdına 100 veya 200 “Allah” zikrini ilâve etmesini tavsiye etmekte ve cevabı
geciktirdiği için kusura bakmamasını rica edip Ramazân Bayramı’nı tebrikle
mektubunu bitirmektedir.
Kemâleddin Efendi ile şeyhi
arasında vuku bulan bazı hâdiseler halkın dilinde menkıbe hâline gelmiş ve
kerâmet olarak yorumlanmıştır. Bunlardan bir tanesi kısaca şöyledir: Kemâleddin
Efendi gözlerindeki rahatsızlık sebebiyle İstanbul’da tedavi gördüğü sıralarda
bir gece rüyasında şeyhi İmam Efendi’yi elinde bir fincan kahve ile hastane
odasında yanı- başında görür. İmam Efendi Kemâleddin Efendi’ye fincanı uzatarak
“Kahveyi özlemişsindir Hâfız!” der. Kemâleddin Efendi heyecan ve sevinçle kahvesini
içtikten sonra İmam Efendi “Kahvenin telvesini gözüne sür, bir şeyin kalmaz.”
der. Kemâleddin Efendi denileni yapar, İmam Efendi de fincanı alır gider.
Kemâleddin Efendi kapıya koşarak onu uğurlamak ister ama koridorda
kimsecikleri göremez. Bu esnâda uyanır ve gözlerindeki ağrının kesildiğini
hisseder. Kısa sürede de taburcu olur. El'azîz’e döndüğünde İmam Efendi’nin
elini öpmeye gidince İmam Efendi tebessüm ederek onu “Hoş geldin, maşaallah
telve gözüne iyi gelmiş!” sözleriyle karşılar.[196] Kemâleddin Efendi ile ilgili
anlatılan bir başka hâdise de yine rüya merkezlidir. Rivâyete göre Kemâleddin
Efendi İstanbulda bulunduğu sıralarda bir gece rüyasında Harput’ta olduğunu
görür. Kendisine İmam Efendi’nin bir oğlunun olduğunu ve adını Ziyâüddîn
koyduğunu söylerler. Ertesi gün El'azîz’e telgraf çeken Kemâleddin Efendi
telgrafta İmam Efendi’nin bir oğlunun olup olmadığını, olmuş ise ne zaman doğduğunu
ve ismini sorar. Gelen cevabı okuyunca rüyayı gördüğü gece İmam Efendi’nin bir
oğlunun dünyaya geldiğini, İmam Efendi o sıra Ağın’da olduğu için çocuğa henüz
bir isim verilmediğini öğrenir. Kemâleddin Efendi işlerini bitirip Harput’a
döndüğünde ziyaretinde bulunduğu İmam Efendi’ye çocuğuna hangi ismin
verildiğini sorduğunda aldığı cevap “Ziyâüddîn’dir.[197] [198]
Kemâleddin
Efendi’nin tasavvufla irtibatı sadece Nakşî mürîdi olmakla sınırlı kalmamıştır.
El'azîz müftüsüyken Konya’ya Hazret-i Mevlânâ’nın türbesini ziyarete gitmiş ve
“bende-i Mevlânâ” olmak için duâ etmiştir. Bu ziyaret esnâsında yazdığı
aşağıdaki kıt’a o niyâzın nazma dökülmüş hâlidir:
Dergeh-i Hazret-i Mevlânâya
Yüz sürenlere karışdım saf saf
Beni de bendeliğe etse kabûl
Tâ ebed müftehir
eyler ne şeref...198
Kemâleddin Efendi Arapça ve
Farsça’yı çok iyi bilmesi hasebiyle bazı tasavvuf klasiklerini incelemiş,
yukarıda teferruatlıca ele alındığı üzere tasavvufî mâhiyetteki kasîdelerin tercüme
ve şerhlerini yapmış, tasavvufî te’lif eserler kaleme almıştır. Muhyiddin İbn
Arabî’nin Fütûhât-ı Mekkiye ve Füsûsü’l-hikem’ini inceleyerek yazdığı el-îrfânü’l-mahsûsü’l-muktebes
mine’l-Fütûhât ve’l-Füsûs adlı eseri, Risâle-i Vahdet-i Vücûd’u,
Cerîde-i Sûfiyye’de tefrika hâlinde yayımladığı Makdmât-ı Sûfiyye
Tercümesi, İbn Arabî’nin görüşlerini benimsemesi ve savunması ile bilinen
Mısırlı sûfî Abdülvehhâb Şa'rânî’nin (v. 973/1565) Tenbîhü’l- muğterrîn
adlı eserinden yaptığı tercümelerden oluşan Ahlâk-ı Eslâfı bunlardandır.
Bunların yanında Abdullah ed-Dihlevî tarafından halifesi Hâlid el-Bağdâdî’ye
yazılmış olan Farsça mektup ile Hâlid el-Bağdâdî’nin Akkâ vâlisi Abdullah
Paşa’ya yazdığı Arapça mektubu tercüme edip yayımlaması[199] İmam Efendi’nin şeyhi Mahmud
Sâminî Efendi’yi medheden şiirler kaleme alması[200] hususen Nakşî-Hâlidî çizgiyle
olan alenî irtibatını göstermesi bakımından önemlidir.
Son olarak İmam
Efendi ölüm döşeğindeyken onun yanında bulunan ve şeyhinin vefât anına şâhit
olan Kemâleddin Efendi’nin,[201] medih
sadedinde yazdığı aşağıdaki kıt’a ile bu bahsi noktalayalım:
Allah ise muradın temîn edip huzûru
îhlâs ile be-her gün dergâh-ı Şeyhe gel git
Gülzâr-ı Sâminî’den bedrü’l-büdûr Bedrî
Mekşûf olur cihâna sa'y eyle sen
de seyr et
(Müftî-i
Vilâyet Kemâleddin Harputî)[202]
13)
Kemâleddin
Efendi’nin Çağdaşı Olan Âlimler, Din Büyükleri ve Edîblerle İrtibatı
Kemâleddin Efendi müderrislik ve
müftülük vazifesi sebebiyle hayatını her ne kadar Harput’ta geçirmişse de
şöhreti mahallî sınırları aşmış, gerek İstanbul merkezli dinî-tasavvufî
mecmûalarda yazdığı yazılar gerekse babası ve dedesi vâsıtası ile İstanbul
ulemâsıyla olan tanışıklığı onu memleket sathında tanınan ve hürmet edilen bir
âlim kılmıştır. Tespit edebildiğimiz dostluk ve irtibatları bu başlık altında
kaydetmeye çalışacağız.
Kemâleddin Efendi’nin yaklnen
tanıdığı, şiirlerine tahmîsler yazdığı, büyük kıymet verdiği dostlarının
başında İbnülemîn Mahmud Kemâl Bey gelmektedir. Kemâleddin Efendi’nin babası
Abdülhamid Hamdî Efendi İbnülemîn Bey’in çok saygı duyduğu hocasıdır. İbnülemîn
Bey babası Mehmed Emîn Paşa ile birlikte Malatya ziyareti sonrası Harput’a
gelmişler, Abdül- hamid Hamdî ve Kemâleddin Efendiler’in konağında
ağırlanmışlardır.[203] İbnülemîn
Bey bu samimi dostluğa binâen “hânedân-ı ilmin vâris-i kâmili” olarak tavsîf
ettiği Kemâledin Efendi’nin Kasîde-i Münfericenin Tahmîsiyle Berâber Türkçe
Şerhi adlı kitabına sanatlı ve eser sahibini iltifatlara garkeden bir
takrîz yazmıştır. Kemâleddin Efendi hem babasının hem kendisinin Son Asır
Türk Şâirleri’nde İbnülemîn’in ifadeleriyle neşredilen terceme-i hâlini ona
göndermiş, yine İbnülemîn’in isteği ile Ebussuûd Efendi’nin Kanuni’ye yazdığı
mersiyeyi tercüme ve neşr etmiştir.
Kemâleddin Efendi’nin yine babası
vâsıtasıyla çok iyi dostluklar kurduğu zevât arasında Giritli Sırrı Paşa (v.
1313/1895) dikkat çekmektedir. Saîd Paşa Diyarbekir vâliliğine atanırken
(1311/1893-1894) Ma'mûretü’l-azîz’e uğramış, Harput’ta Kemâleddin Efendiler’in
konağında misafir olmuştu. Kısa bir süre sonra da Kemâleddin Efendi babasıyla
beraber Paşa’yı ziyarete gitmişlerdi. Sırrı Paşa’nın bilhassa Abdülhamid Hamdî
Efendi’yle dostluğu o kadar kuvvetliydi ki yazdığı eserleri ona okutmadan
neşretmezdi. Abdülhamid Efendi de Paşa’nın gönderdiği eserleri dikkatle okur,
mütalaalarını yazar, bir takrîz ile ona yollardı.[204] Kemâleddin Efendi Sırrı
Paşa’nın vefâtını müteakip bir tarih manzûmesi yazmış ve Hazîne-i Fünûnda neşretmiştir.[205]
Kemâleddin Efendi’nin
gıyâben de olsa sevip saydığı, mektuplaştığı âriflerden biri de Mevlevî Ahmed
Remzî Dede’dir ([Akyürek], v. 1944). Ahmed Remzî Dede’nin Amasyalı Müftüzâde
Ahmed Emrî Bey’in ([Yetkin], v. 1973) bir gazelini 1353/1934’te taştîr etmesi
üzerine[206] taştîri
okuyan Kemâleddin Efendi Ahmed Remzî Dede’yi tebrik eden bir mektup yollamış,
Remzî Dede de bu mektuba “Sâbık El'azîz Vilâyeti Merkez Müftîsi Kemâleddin
Efendi Hazretlerine” başlıklı şu gazelle cevap vermiştir:
Aldım o keremnâmeyi ey hazret-i fâzıl
Her satrı
teveccühle dolu nükteyi şâmil
Taştîrimi takdîm ederek hazret-i Emrî
Te’sîs-i
muhâvâta olup bâ'is ü âmil
Tahsîninizi celbe sebeb oldu ğıyâbî
Meclûb olacak
yoksa da kendimde fezâil
Bilmem ne kadar etmeliyim arz-ı teşekkür
Oldum yine bir
ehl-i dilin kalbine dâhil
Maksad bu idi şi'r ile meşgûl olunursa
Yâd eyleyeler
şâ' iri hayr ile efâzıl
Takdîm edeyim hazretine başkaca taştîr
Tenşîte sebeb
olsun eyâ ârif-i kâmil (1934)207
Daha önce aynı Mecmûalarda
yayımladıkları yazılar ve şiirlerle birbirlerinden haberdâr olan bu iki zât,
söz konusu taştîr vesilesiyle muhâbereye başlamışlar, aralarındaki dostluk
Kemâleddin Efendi’nin vefâtına kadar sürmüştür. Kemâleddin Efendi’nin vefâtını
haber alan Remzî Dede bir tarih manzûmesi yazarak üzüntüsünü dile getirmiştir.[207] [208]
Kemâleddin Efendi’nin sevip
saydığı, selamlar yollayıp duâlar ettiği ve duâ beklediği manevî büyüklerden
biri de Bedîüzzamân Saîd Nursî’dir (v. 1960). Kemâleddin Efendi’nin Bedîüzzamân
ve Risâle-i Nûr’larla olan bağını Bedîüzzamân’ın önde gelen talebelerinden
El'azîzli Albay Hulusi Efendi ([Yahyagil], v. 1986) vâsıtasıyla öğrenmekteyiz.
Hulûsi Efendi Bedîüzzamân’a gönderdiği bir mektupta Kemâleddin Efendiden
“sâbık müftü” olarak bahsetmekte ve onun Sözler’le olan müsbet
alâkasına değinmektedir.[209] Başka bir
mektupta da Risâleler’i etrafındaki insanlara okuduğunu ifade ederek
Kemâleddin Efendi’yi “bu kudsî hizmete candan iştirâk eden zevât” arasında
saymakta ve şu satırları kayda geçirmektedir: “Müftü Kemâl Efendi, evvel
mektubu mütâlaa etmişti. İki gün evvel ziyaretine gittim. ‘Hiç kimsenin bu
güne kadar muktedir olmadığı dekâik ve hakâiki, Kur’an’dan bulup çıkarmışlar.’
diyerek takdirlerini beyân, selâm ve duâlarını tebliğ etmekliğimi söylediler.”[210]
Bedîüzzamân’nın Hulûsi Efendi’ye
gönderdiği bir mektuptan Kemâleddin Efendi’nin hasta olduğunu ve kendisinden
duâ etmesini istediğini anlıyoruz. Bedîüzzamân bu isteğe kayıtsız kalmamıştır:
“Sâbık Müftü Kemâl Efendi’ye de ki: Müjde! Her bir saat hastalıklı ömrü, bir
gün ibâdet hükmündedir. Şu zamanda hayatın en iyi sûreti böyledir. Biz dergâh-ı
Ilâhî’de onun hakkında en hayırlısını niyâz edip duâ ediyoruz ve edeceğiz.
Öylelerin duâsı makbûldür, bana duâ etsin.”[211] Bedîüzzamân, yine başka bir
mektupta “Risâlelerle alâkadâr olan zâtlar” ve “dostlar” arasında Kemâleddin
Efendi’yi de saymış ve Hulûsî Efendiden bu zevâta selâm ve duâ ettiğini ve
onlardan duâ beklediğini kendilerine iletmesini istemiştir.[212]
Kemâleddin Efendi’nin tanışıp fikir
teâtisinde bulunduğu kişilerden biri de Abdülhak Hâmid Tarhan’dır (v. 1937).
Kemâleddin Efendi son hastalığı sebebiyle 1935’te Şişli Sıhhat Yurdu’nda
yatmaktayken yan odada da Şâir-i A'zam Abdülhak Hâmid Bey vardır. Talat Turhan
Bey’in anlattığına göre Hâmid Bey vaktinin çoğunu Kemâleddin Efendi’nin
odasında geçirirmiş. Her gün neredeyse fâsılasız beş saat her konu hakkında
konuşurlarmış. Refâkatçi ve ziyâreçiler onların bilhassa din, dil, kültür,
şark-garp edebiyatı ve eski-yeni edebiyat etrafındaki konuşmalarını ilgi,
hayret ve hayranlıkla dinlerlermiş.
Kemâleddin Efendi
Samsun’da sürgündeyken eline Hüseyin Vassâf Bey’in (v. 1929) 1925’te
tamamladığı Sefîne-i Evliyâ-yı Ebrâr adlı eseri geçmiş ve bunun üzerine
Vassâf Bey’e manzûm bir takdirnâme yazmıştır. Takdirnâmedeki samîmî üslup bizi
her iki müellifin tanıştıkları düşüncesine götürmektedir. Zaten ikisinin de
yazıları ve şiirleri uzun yıllar başta Cerîde-i Sûfiyye olmak üzere aynı
mecmûalarda neşredilmiştir. Ancak ikisinin tanıştıklarına dâir daha somut bir
karîne bulamadık.[213] Söz konusu
takdirnâme şöyledir:
Hidmet-i ebrârı îfâ eyleyüp Vassâf Beg
Bir Sefîne yapdı
ki râğıb olan memnûn olur
Şübhesiz mersâ-yı kurb-ı Hakka vâsıfdır o zât
Rütbe-i
'ulviyyeti gitdikçe de efzûn olur
Dest-i ta'zîmegelince o kitâb-ı müstetâb
Kalbimiz bir
hiss-i rûhânî ile meşhûn olur
Çok teşekkür eyleyüp hasbî du'â eyler Kemâl
Gâibîdür bu du'â
ihlâsa da makrûn olur
Yâ Rab irfânda senâver ola Vassâf’ın senin
Bahr ü berr
üstündeki mâdâm şu gerdûn olur[214]
Kemâleddin Efendi’nin Harput’taki
konağı şeyhi imam Efendi’nin dergâhı ile beraber hem devlet erkânı, hem civar
vilâyetlerden gelen misâfirler hem de Harputlular tarafından ziyaret akınına
uğrardı.[215] Fetvâ
soranlar, maddî manevî ihtiyaçları için yardım isteyenler, hükümet ile işi
olanlar için Kemâleddin Efendi’nin konağı önemli bir mürâcaat makamıydı. Meselâ
Ömer Naîmî Efendi’nin bir yazısında belirttiğine göre Kemâleddin Efendi’nin
amcazâdelerinden şâir Hacı Hayri Bey (v. 1328/1910) atandığı Dersim (Tunceli)
Mutasarrıflığı vazifesinden Dersimliler’in yoğun şikâyetleri neticesinde
azledilip Harput’a dönünce haksızlığa uğradığına dâir dönemin El'azîz vâlisi
Nusret Paşa’ya hitâben yazdığı mektubu Kemâleddin Efendi’ye vermiş ve vâliye
onun teslim etmesini ricâ ederek bir anlamda ondan aracı olmasını istemişti.[216]
Kemâleddin Efendi,
babası ve dedesinden tevârüs ettiği şöhretin yanında gerek Harput’un sayılı
âlim ve âriflerinden olması gerekse uzun yıllar El'azîz müftülüğü yapması
hasebiyle Harput ve civârında çok tanınmış ve sevilmiştir. Buralarda yaşayan
çağdaşı âlim, müderris ve müftülerin ekseriyeti ile güçlü irtibatı ve
dostlukları varsa da bunları birer birer sıralamak unutulmuş hâtırâlar, yazıya
geçirilmemiş ve birbirine karışmış bilgiler sebebiyle akademik açıdan maalesef
mümkün değildir.
Kemâleddin Efendi iki evlilik
yapmıştır. İlk eşi Mutîa Hanım 1291/ 1875’te doğmuş olup kızkardeşinin de gelin
olarak gittiği Harput’un Hanköyü nâhiyesinin 6 ağasından biri olan Hacı Ahmed
Efendi ile Sâliha Hanım’ın kızlarıdır. Mutîa Hanım, Kemâleddin Efendi’nin başına
gelen ve bütün âile efrâdını etkileyen hâdiseler silsilesinin etkisiyle ağır
bir rahatsızlık geçirerek yatağa mahkûm hâle gelmiş, 2 Kasım 1930’da da vefât
etmiştir.[217] Mezarı
Harput’ta Kemâleddin Efendi’nin sağ ayak hizasındadır.
Kemâleddin Efendi Mutîa Hanım’ın
vefâtını şu satırlarla kayda geçirmiştir:
“1349 Arabî, 1346
Rûmî, 1930 Mîlâdî; Cemâziye’l-âhir’in onuncu, Teşrîn-i Evvel’in on yedinci ve
Teşrîn-i Sânî’nin birinci cumartesi günü li-hikmetin çoktan beri esîr-i firâş
olan zevce-i muhteremem Mutî'a Hanım sa'at yedi buçuk râddelerinde gâyet
suhûlet ve hüsn-i hâtime ile vefât etti. Rahmetullâhi aleyhâ rahmeten
vâsi'aten. Cenâb-ı Zü’l-celâl Peygamberi hürmetine vâsıl-ı ni'am-ı cinân ve
cemâl-i mazhar-ı kurb-ı Rabb-ı müte'âl eylesin. Âmîn.
Mutî'a Hanımı mağfûr ede Cenâb-ı Hudâ
Bu sâl içinde vedâ' etdi âleme hayfâ
Kemâl hâtır-ı
mahzûna geldi bir târîh
Mutî'a Hanıma
her dem na'îm ola me’vâ (1349)[218]
Kemâleddin Efendinin Mutîa Hanım’la
olan evliliğinden Ömer Naîmî, Abdülhamid Hamdî ve Mehmed Nizâmeddin adlarında
üç oğlu, Mümine ve Fatma Râşide isimli iki kızı dünyaya gelmiştir.[219]
ikinci evliliğini
ise mesâne illetiyle mücâdele ettiği vefâtına yakın dönemde, 14 Mart 1934’te
Harputlu Çinkogillerden Halil Efendi ile Mü’mine Hanım’ın kızları Refîka Hanım
ile yapmış, bu evlilikten çocukları olmamıştır.[220] Refika Hanım
1318/1900-1901’de dünyaya gelmiş, 9 Kasım 1971’de vefât ederek Harput’ta
Kemâleddin Efendi’nin sol ayak ucuna defnedilmiştir.
Kemâleddin
Efendi’nin hanımlarının badem ağacı gölgesindeki mezarları. Mu- tia Hanım’ın
“kitâbe-i seng-i mezâr”ı tahribat sebebiyle silinmek üzeredir. Kitâbe şöyledir:
“Hüve’l-Hallâku’l-Bâkı. Müftî Kemâleddin Efendi’nin zevcesi Mutî'a Hanım’ın
rûhuna el- Fâtiha. Sene 1349.”
b1) Ömer Naîmî [Erdem-Efendigil][221]
Kemâleddin
Efendi’nin kendisi gibi “ilmiye’den olan büyük oğlu Ömer Naîmî Efendi 5 Receb
1309/ 4 Şubat 1892’de Harput’ta doğmuştur.[222] Babası onun doğumuna
Yazdım Kemâl târih hamd eyleyüp Hudâya
Mahdûm Ömer ''ademden bezme
vücûda geldi (1309)
beytiyle tarih
düşürmüştür.[223]
Dedesi Abdülhamid Hamdî’nin bu torunu
ile ilgili doğum kaydı ve tarih beyti ise şöyle- dir: “Sene 1309 mâh-ı Receb-i
şerîfin beşinci günü yevm-i pencşembe hafîd-i sa'îd mahdûm Kemâl Efendi’nin
oğlu sâmi-i peder-i rahmet-mazhar Ömer Na'îmî Efendi züyûr-ı mehd-i vücûd ve
zîb-i kımât-ı şühûd oldu. Hayr-ı mukaddem Cenâb-ı Feyyâz-ı Kerîm âlim-i âmil ve
muhlis-i kâmil ve mefhar-i zümre-i efâzıl eyleyüp zümre-i sâlihîne idhâl ile
ma'a’l-vâlideyni ve’l-'ammi, tûl-ı ömr ile mu'ammer ve âfiyet-i tâmmeye mazhar
eyleye. Ve fiten-i âhir zamân ve mesâib-i melevândan hıfz ve himâyet eyleyüp
ilâ yevmi’l-kıyâme zürriyetinden ulemâ ve sulehâyı kat' etmeye. Ve rızk-ı
vâsi'-i helâl ile merzûk eyleye. Âmîn. Bi-câhi seyyidinâ Mu- hammedin
sallallâhu aleyhi ve selleme ve zürriyyetihi’l-ekremîn, rıdvânullâhi aleyhim ve
alâ cemî'i ashâbihi ve âlihi ecma'în. Ve’l-hamdülillâhi Rabbi’l-'âlemîn.
Târîh-i mücevher
li-ceddihi’l-faklr:
Çıkıp birisi hemân dedi cevher târih
Kemâl’e hayr-ı
halef ola yâ İlâhi Ömer”[224]
Harput’taki
medreselerde ve El'azîz Askerî Rüşdiyesi’nde tahsilini tamamlayan Ömer Naîmî
Efendi, 1339/1922’de babasından icâzetnâme almış, Elazığ’ın çeşitli okullarında
Ziraat ve Terbiye-i Bedeniyye, Tarih, Ferâiz, Nahiv, Malumât-ı Hukukiyye,
Belâğat-i Arabiyye, Mecelle, Edebiyat, Hitâbet ve İnşâd hocalığı yapmıştır.
Ömer Naîmî Efendi, kökü dört asır öncesine dayanan güçlü bir ilmî geleneğin
temsilcisi olan Efendigil sülâlesinin son din âlimidir.[225] Osmanlı’nın klasik
medrese sistemi ile yetiştiği için Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde lise öğretmenliği
bile kendisine çok görülmüştür.[226] Bunun
üzerine 30 yaşını geçmişken imtihâna girerek Ankara Hukuk Mektebinde okumaya
hak kazanmıştır. Ankara’da bir yandan okurken bir yandan da Ticâret
Vekâleti’nde kâtiplik ve tetkik memurluğu görevlerinde bulunmuş, mezuniyetini
müteâkip de 1928’de Sandıklı’ya (Afyonkarahisar) savcı ve 1930’da da terfî'an
Cizre’ye (Şırnak) hâkim olarak atanmıştır. Sandıklı’da savcı iken babası
Kemâleddin Efendi onun hasretine dayanamayarak şu gazeli yazmıştır:
Sa'y-i tahsîl-i emel mâni'-i kâm oldu bana
Nâ-murâd olmak
dahi ğayri murâd oldu bana
Nûr-ı aynım sana etmem bunu etsem de helâl
Hasret-i çeşmin
ile hâb harâm oldu bana
Ben de düşdüm heves-i âlem-i âba nâçâr
Gerdiş-i câm-ı
safâ halka-i dâm oldu bana
Âh ki sen gibi âhûyı şikâr edemedim
Yohsa çok murg
düşüp dâmıma râm oldu bana
Câmi'-i aşk-ı ruh-ı yâre duhûlümde Kemâl
Kûhken kamet
edip Kays imâm oldu bana[227]
Cizre’deki 4 aylık hâkimlik
mâcerâsından sonra 1930’dan 1954 Kasım’ına kadar 24 yıl boyunca Elazığ’da
avukatlık yaparak emekli olmuştur.[228] Onu emekliliğe sevk eden
âmiller arasında 1953’te hacca gitmesi ve dönüşte tansiyona bağlı olarak bir
gözünü kaybetmesi de bulunmaktadır.
Ömer Naîmî Efendi 1954-1956’da
Elazığ İmam-Hatip Okulu’nda Akâid, Arapça, Siyer ve Din derslerine girmiş ve
Elazığ’da fahri vâizlik yapmış, İstanbul’daki münhal Adalar yahut Sarıyer
müftülüklerinden birine atanma arzusunu 08.05.1956’da yazdığı bir dilekçe ile
Diyânet İşleri Başkanlığına bildirmesi neticesinde 1956’da Sarıyer’e müftü
olarak atanmıştır. Naîmî Efendi 1957-1962 arasında Beyoğlu müftülüğü yapmış,
1962’de Üsküdar Müftülüğü’ne tayin edilmişse de ağır şeker hastalığından
kaynaklanan rahatsızlıkları sebebiyle göreve başlayama- mıştır. Ömer Naîmî
Efendi 26 Mayıs 1966’da İstanbul’da, Moda’daki evinde vefât etmiş, Kuzguncuk
Nakkaştepe Mezarlığı’na defnedilmiştir.[229]
Ömer Naîmî Efendi
yukarıda da bahsedildiği üzere İstiklâl Mahkemesi’nde yargılanmış, talebeliği
sebebiyle bulunduğu Ankara’da ikamete mecbur edilerek bir müddet El'azîz’e
girişi yasaklanmıştır. Bununla birlikte affedildikten sonraki dönemde, bilhassa
Elazığda avukatlık ve Baro Başkanlığı yaptığı yıllarda Ömer Naîmî Efendi’yi CHP
delegesi ve inkılâpların harâretli bir müdâfii olarak görmekteyiz. 1934’te
Elazığ’da kurulan Halkevi’nin Başkan Yardımcılığı ve Kütüphane-Neşriyât Şubesi
Başkanlığına getirilen Ömer Naîmî Efendi Elazığ Halkevi’nin yayın organı olan
aylık Altan Dergisinin yayımlanmasını sağlamış, derginin yazar
kadrosunda yer almış ve son sayısına kadar dergide faal bir şekilde vazife icrâ
etmiştir.[230] Naîmî
Efendi’nin kızı Prof. Dr. Canan Karatay bir gazete röportajında babasının
çağdaşlığından bahsederken “29 Ekim balolarında babam beni kucağına alır,
dansı öyle açardı.” demektedir.[231] Ömer Naîmî
Efendi Cumhuriyet’in ilânının 15. yılına ithâfen mahallî gazete Turanda
yayımladığı “Cumhuriyet’in Elazığ’daki Nurları” başlıklı yazı[232] ve
Atatürk’ün vefâtı üzerine aynı gazetede yayımladığı “Atamız Öldü” yazısı[233] ile
Atatürk’ü ve inkılâplarını niçin sahiplenmek gerektiğini anlatmıştır. Yine
oldukça hissî bir üslupla kaleme aldığı “Atamın Mezarında” başlıklı şiirini
önce Turan’da sonra da Altan’da yayımlamış, bu şiirde Atatürk’ün
vefâtının ana-babasının ve yakın zamanda yitirdiği eşinin acısını bile
bastırdığını, onun yokluğunun meydana getirdiği boşluğu hiçbir şeyin dolduramayacağını
şu mısrâlarla dile getirmiştir:
Gözlerim çıksa benim ağlayarak kurtulsam
Ben de ayak dibinde kafilene katılsam
...
Atam bizi yarattın koydun nereye gittin
Türk milletini Atam matemlere gark ettin
...
Anam babam ölmüştü pek yakında âilem
Fakat bastırdı bunu senin ölümün Atam
...
On yedi milyon Türk’ü Türk eden o ataydı
Bizi bize
tanıtan yaratan o ataydı
Napolyonlar, Fatihler artık anılmayacak
Atamın gayrisine tarih yazılmayacak
...
Evet Atam ölmedi ölmedi ölmeyecek
Milletinin kalbine ruh olup da sinecek
...
Başta îsmet İnönü arkasında Türkiye
Ömer Naîmî
Efendinin Atatürk’ün vefâtı üzerine yazdığı şiirin tam metni.[234]
CHP’nin 17.11.1947’de
gerçekleştirdiği Yedinci Büyük Kurultay’ına Elazığ’ı temsilen katılan sekiz
delegeden biri de Ömer Naîmî Efendi’dir.[235] Naîmî Efendi Beyoğlu
Müftüsüyken onunla çalışma imkânı bulan Diyânet işleri Eski Başkanlarından
Tayyar Altıkulaç, Naîmî Efendi ile ilgili iki hususun aklında kaldığını,
bunlardan birinin onun işini ciddiyetle yapması, diğerinin ise başından eksik
etmediği fötr şapkası olduğunu söylemektedir.[236]
Ahmet Turan Arslan,
Efendigil Sülâlesi’ni tanıttığı tebliğinde Ömer Naîmî Efendi’nin “uzun zaman
Elazığ’ın cefâsını çekmesine rağmen kıymeti[nin] takdir edileme”diğini
belirtmektedir.[237] Ancak o
dönemi idrâk etmiş Elazığ’ın mütedeyyin ihtiyarları Naîmî Efendi’nin “Halk
Fırkası’nın gadrine uğramış bir Müftü Efendi”nin oğlu olmasına rağmen “icâzetli
din âlimi” kimliği ile Tek Parti döneminin yılmaz savunucusu olmasının şehrin
dindar halkı tarafından pek hoş karşılanmadığını belirtmektedirler. Hatta
Naîmî Efendi’nin istanbul’a tayinini istemesinin temelinde şehirde her geçen
gün artan ve kendisini bunaltan dedikoduların da etkisi vardır.[238]
A. Turan Arslan Hocamız, Ömer Naîmî
Efendi’nin oğlu merhum Esad Bey’in, babasına 1960 İhtilâli’ni takip eden
günlerde Milli Savunma Bakanının emir subayı olan yeğeni Talat Turhan
vasıtasıyla Diyânet İşleri Başkanlığı”nın teklif edildiğini fakat onun bu
görevi “siyâsî bir mevkî” olduğu düşüncesiyle kabul etmediğini kendisine
söylediğini kaydetmektedir.[239] Fakat
06.06.2015’te Talat Turhan Bey’le Kuzguncuk’taki evinde yaptığımız görüşmede
Talat Bey, dayısı Ömer Naîmî Efendi’ye asla böyle bir görev teklif etmediğini,
o günleri gâyet iyi hatırladığını, böyle bir husus vuku bulsaydı bunu unutmasının
mümkün olmayacağını belirtmiştir. Bu görüşmemizde orada bulunan Ömer Naîmî
Efendi’nin kızı Canan Karatay Hanımefendi de o yıllarda zaten babasının hasta
olduğunu ve bu sebeple böyle sorumluluğu büyük bir vazifeyi yürütemeyeceğini
ifade etmiştir.
1950’de Tek Parti iktidarının sona
ermesiyle birlikte dinî sâhada faaliyet ve hizmet imkânına kavuşan Ömer Naîmî
Efendi’nin geriye kalan ömrünü vâizlik, İmam-Hatip hocalığı ve müftülük ile
tamamladığını görmekteyiz. Talat Turhan Bey dayısının bu kararı almasında
1953’te hacca gitmesinin ve hac dönüşü Elazığ’daki mütedeyyin dostlarının
baskısının da çok etkili olduğunu söylemektedir.[240]
O günlerin şâhitlerinden hâfız
Abdullah Nâzırlı Hocaefendi ile yaptığımız görüşmede[241] Hocaefendi Ömer
Naîmî Efendi ile ilgili iki hâtırasını bize şu cümlelerle nakletti: “1955’te
El'aziz Şire Pazarı Câmii’nde imamdım. Naîmî Efendi İstasyon Mahallesi’deki
evinden kalkar, benim arkamda namaz kılmaya gelirdi. Ramazân-ı Şerîf’te de
okuduğum mukabeleye iştirâk ederdi. Ben cemaatin fıkhî seviyesinin çok yetersiz
olduğunu müşâhede edince fıkıh bilgisi çok kuvvetli olan Naîmî Efendiden
cemaate sohbetler yapmasını istirham etmiştim. O da beni kırmayarak bir Ramazân
boyunca teravih öncesi cemaate Ni'met-i İslâm’dan[242]
dersler yapmıştı. Ben Şire Pazarı Câmii’nde her perşembe ikindi namazını
müteakip Kasîde-i Bür’e’yi okurdum. Sesim güzeldi, cemaatimden bazı
kimseler gibi Ömer Naîmî Efendi de husûsen beni dinlemeye gelirdi. Yine 1995’in
bir perşembe günü ben kasîdeyi okurken Ömer Naîmî Efendiden bir Allaah!’ nidâsı
koptu. Bu nidâyı öyle bir feryâd, öyle bir hıçkırık takip etti ki câmiye
yıldırım düştü zannettim. Cemaat Efendi’nin başına toplanmış onu
sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Bu heyecan karşısında ben de okumayı bıraktım.”
Ömer Naîmî Efendi hafif kızıl
sakallı, boylu boslu, heybetli, bir gözü görmeyen, diğer gözünde de görmesini
zorlaştıran benek bulunan bir zâtmış. Elazığ’ın emekli vâizlerinden Cemâleddin
Emiroğlu Hocaefendi Naîmî Efendi’nin İmam-Hatip’te hocası olduğunu, kendilerine
en-Nahvü’l-vâzıh’ı[243] okuttuğunu ifade
etmektedir. Öğrenciler sınıfta önlerindeki kitaptan bir ibâreyi
çözemediklerinde “Benim bir gözüm kör, diğerinde de delik var! Buna rağmen
sürekli okuyorum, çalışıyorum. Siz ise esas vazifeniz olmasına rağmen dersinize
bakmadan buraya geliyorsunuz.” diye azarlarmış.[244]
Prof. Dr. Süleyman Ateş Hoca
hâtırâtında Ömer Naîmî Efendi’ye dâir şunları kaydetmektedir: “... Efendigil,
geniş kültüre sahip, nüktedân bir insandı. Türk edebiyatına son derece
vâkıftı. Derslerde anlattığı her konuyu şiirlerle süsler, her konuya Osmanlı
Türk edebiyatından bir şiir veya beyit okurdu. Ben de onun okuduğu şiirleri
hemen not eder ve o anda ezberlemiş olurdum.”[245]
Ömer Naîmî
Efendi’nin tarz-ı kadîm üzere yazılmış birkaç şiiri, El'azîz Halkevi tarafından
1937’de neşredilen Halkımıza Miras İşlerini Öğretir- Miras Nasıl ve Kimlere
Dağıtılır başlıklı 28 sayfalık kitapçığı[246] ve Elazığ Halkevi tarafından
çıkarılan Altan dergisinde yayımlanmış 10 yazısı mevcuttur.[247]
Ömer Naîmî
Efendi iki evlilik yapmış, ilk eşi Harputlu İspirzâdeler’den Kambur Hamdi
Efendi’nin kızı Nâciye Hanım vefât edince Fen Bilgisi öğretmeni Vasfiye
Hanım’la (v. 1994) evlenmiştir. Nâciye Hanım’dan beş, Vasfiye Hanım’dan dört
çocuğu dünyaya gelmiştir.
İlk eşinden olan
çocukları Müfîde (v. ?), Nebihe (Gürsoy, v. 1982), Bedihe (Emek, v. 2011),
Nezihe (Koloğlu, v. ?), Esad (Efendigil, v. 1999); ikinci eşinden olan
çocukları ise Kemâl (Efen- digil, v. 1967), Mutîa Canan (E. Karatay), Zehra
Candan (Uca) ve Ayşe Aydan (Sökmen)’dır.
Kemâleddin
Efendi torunu Müfîde’nin doğum tarihini şu cümlelerle kaydetmiştir:
1333 16
Şevvâl’de ve 1331 14 Ağustos Cum'a gecesi [m. 27 Ağustos 1915] seherde hamd
olsun hafîdem Müfîde Hanım dünyâya geldi. Cenâb-ı Hak dâreynde sa'îde ve
şerî'at-i Ahmediyye’ye hâdime eyleyüp ebeveyni ile berâber fitne-i âhir
zamândan masûn eyleye. Allâhümme’hfaznî ve ehlî ve evlâdî ve ahfâdî min şürûri
hâze’z-zamân ve mesâ’ibi’d-devrân ve belliğnâ ilâ hâtimeti enfâsinâ bi’l-'izzi
ve’s-sa'ati ve’l-îmân ve akrir emînen fi’d-dünyâ ve’l- âhireti
bi-hurmeti’l-Kur’ân ve men enzele aleyhi’l-Furkân. Yâ Rahîmü yâ Rahmân. Âmîn
ve’l- hamdü lillâhi Rabbi’l-'âlemîn.
Ve
kultü fî târîhi tilke’l-mevlûdeti bi’t-ta'miye:
Yeni hafîdeme târih yazdılar “üç”ler
Müfîde Hanımı
Rabbim bize 'atâ kıldı
(1330+3= 1333)[248]
Süleyman Ateş
Hocamız’ın Ömer Naîmî Efendi’den naklen anlattığına göre, Kemâleddin Efendi
torunu Bedihe’yi çok severmiş. Son zamanlarında hasta döşeğinde yattığı bir gün
Bedihe’nin kendisini ziyarete gelmesine o kadar çok sevinmiş ki, Bedihe başı ucunda
dedesini seyrederken ona irticâlen şu beyti okumuş:
Hoş ol dem ki ser-i bâlînime yâr gele
Pürsiş-i hâtır-ı bîmârıma dildâr gele
[249]
Ömer Naîmî
Efendi’nin 1942’de dünyaya gelen oğlu Kemâl Bey Talas Amerikan Ortaokulu’nu
bitirdikten sonra Robert Koleji’nden mezun olmuş, İstanbul İktisadi ve Ticari
İlimler Akademisi’nde okurken babasının vefât etmesi üzerine bunalıma girmiş ve
“Ben babasız yaşayamam.” diyerek 1967’de 25 yaşındayken intihar etmiştir.[250]
Hem
Süleyman Ateş hem Canan Karatay Ömer Naîmî Efendi’nin ahlâk-ı hamîdesini, ilminin
derinliğini, hâfızasının kuvvetliliğini, edebiyata olan vuküfunu ve hitâbetini
övgüyle anlatmaktadırlar. Süleyman Ateş Hocamız Naîmî Efendi’nin 1950’li
yılların ortalarında Tevfîkiye Câmii’nde (Elazığ) İsmâil Hakkı Bursevî’nin Rûhu’l-Beyân
adlı tefsirinden vaazlar verdiğini, Elazığ İmam-Hatip Lisesinde derslerine
geldiğini, onun sayesinde onlarca beyit ezberlediğini ve yeri geldikçe bunları
hâlâ tekrarladığını ifade etmektedir.[251] Canan Hocahanım babasının
hitâbet gücünü anlatırken Firuz Ağa Câmii’nde verdiği vaazlara İstanbul’un ücra
köşelerinden cemaatin geldiğini, câminin dolup taştığını söylemekte, edebiyat
sevgisini ondan aldığını belirterek babasının Kemâleddin Efendi’den duyarak
kendilerine sık sık okuduğu şu beyti hâlâ unutmadığını ifade etmektedir:
Nûr-ı aynım çalışıp kesb edegör sen yohsa
Pederin ilm ü kemâli sana kalmaz mîrâs (Sünbülzâde Vehbî)[252]
Ömer Naîmî
Efendi Ankara Hukuk Mektebinde öğrenciyken hocalar derse girmeden önce İslâm
hukuku ile ilgili malumâtı ondan alırlarmış. Daha başlangıçta Mektebe giriş
esnâsında yapılan mülâkata medrese mollası olduğunu gösteren başındaki sarıkla
katılan Ömer Naîmî Efendi’yi jüri önce küçümsemiş, ancak onun bilhassa fıkha
dâir sorulara verdiği cevaplar jüriyi hayrete düşürmüş, kendilerinin bile
bilmediği teferruatı kaynaklar göstererek anlatan Ömer Naîmî’yi dinleyen heyet
arasında bulunan Yusuf Kemal Bey [Tengirşenk, v. 1969] Ömer Naîmî Efendi
karşısındaki vaziyetlerini Fuzûlî’nin “Kâfir ağlar bizim ahvâl-i perîşânımıza”
mısrâı ile dile getirmiştir.[253]
Bugün
Elazığ İzzetpaşa Câmii’nde mahfuz sakal-ı şerîf Efendigil âilesine âittir. Ömer
Naîmî Efendi Elazığ’dayken her Ramazân’da ve bayram günlerinde sakal-ı şerîf
sandukasını tekbir ve salavâtlar eşliğinde kendisi ziyarete açarmış.
Dedesi Abdülhamid
Hamdî Efendinin yazdığı doğum kaydına göre Kemâleddin Efendinin kızı Mü’mine,
Zilka'de 1312/ Mayıs 1895’te dünyaya gelmiştir. ilgili kayıt şöyledir: “Sene
312 Zülka'detü’ş-şerîfe’de hafîdem Mü’mine binti Kemâleddin zîb-i mehd-i vücûd
oldu. Ce'alehallâhu mine’s-sâlihât ve’hfazhâ ve cemî'i evlâdinâ ve ahfâdinâ
min fiten-i âhiri’z- zamân bi-câhi’n-nebiyyi’l-ekrem sallallâhu Te'âlâ aleyhi
ve sellem.” Mü’mine, aynı varakta bulunan “Tüvüffiyet fî Cümâdi’l-ûlâ min
seneti 318 ma'sûme. Ce'alehallâhu Te'âlâ lenâ ec- ren ve zahren ve şâfi'aten
müşeffe'aten. Âmin.” şeklindeki kayda göre ancak 5 yıl yaşayabilmiş,
Cemâziye’l-evvel 1318/ Eylül 1900’de vefât etmiştir.[254]
b3) Fatma Râşide
[Turhan]
Dede Abdülhamid Hamdî Efendi’nin
kaydına göre Fatma Râşide Hanım 6 Şevvâl 1317/ 7 Şubat 1900 tarihinde
doğmuştur. Söz konusu kayıt şu şekildedir: “Sene 317 Şevvâl-i şerîfin altıncı
günü pazartesi bi-mennihi Te'âlâ Fâtıma Râşide binti Kemâleddin zîb-i mehd-i
vücûd oldu. Ce'alehallâhu Te'âlâ râşideten mehdiyyeten ve mine’s-sâlihâti
ve’h-fazahâ ve iyyânâ ve cemî'i evlâdinâ ve ahfâdinâ ve ehli beytinâ min fiteni
âhiri’z-zamâni ve min şürûri’l-insi ve’l- cânn. Bi-câhi nebiyyi âhiri’z-zamân
sallî ve sellim aleyhi’r-Rahmân mahtelefe’l-melevân ve alâ âlihi ve ashâbihi ve
ehli beytihi zevi’l-irşâdi ve’l-'irfân. Âmin” [255]
Kemâleddin Efendi
de kızının doğumuna şu beyitle tarih düşürmüştür:
Söyledim târihini cevher gibi
Râşidemiz doğdu
mehd-i 'âleme (1317)[256]
Canan Karatay’ın
aktardığına göre gençliğinde Râşide Hanım’ın güzelliği dillere destan imiş.
Harputlu anneler onu oğullarına istemek için konağa gelir giderlermiş. O günlerde
konaktaki hizmetkârlardan biri[257] de ona âşık
olmuş. Bu geliş gidişler, kahve pişirmeler, ağırlanıp uğurlanmalar ve “gelin
gideceği” söylentileri onu dilhûn etmekte, fakat bu onulmaz derdi kimselere
söyleyememektedir. Birgün bir şey almak için konağın odalarından birine girince
Râşide Hanım’ın namaz kıldığını görmüş ve artık gizleyemediği duygularını
bugün çeşitli kaynaklarda “anonim” olarak kaydedilen şu Harput türküsünü
yakarak dile getirmiştir:
Odasına vardım namaza durmuş
Kaşları gözleri kendine uymuş
Sanırım karşımda bir aydır doğmuş
Söyleyin ahbâblar nasıl edeyim
Nazlı yârdan
ayrılmışam nere gideyim.
Odasına vardım olur mu böyle
Ellerin koynunda merhamet eyle
Bir derdin olursa gel bana söyle
Söyleyin ahbâblar nasıl edeyim
Nazlı yârdan
ayrılmışam nere gideyim.
Odasına vardım kahve pişirir
Kınalı parmaklar fincan döşürür
O yârin bakışı beni şaşırır
Söyleyin ahbâblar nasıl edeyim
Nazlı yârdan
ayrılmışam nere gideyim...[258]
Ancak bu aşk türkülerde kalmış,
Râşide Hanım yukarıda da bahsedildiği üzere Cum- huriyet’in ilân edildiği gün
dönemin El'azîz savcısı Rize Çayeli eşrâfından Şerifoğullarına mensup Mehmed
Şefik Bey [Turhan] ile evlenmiştir. Eşinin vazifesi dolayısıyla memleketin
çeşitli yerlerinde bulunan, bilâhere Üsküdar-Kuzguncuk’a yerleşen Râşide Hanım
26 Mart 1989’da vefât etmiş ve Kuzguncuk Nakkaştepe mezarlığına defnedilmiştir.[259]
27 Mayıs 1960 askerî darbesinin
subaylarından olan Talat Aydemir’in 22 Şubat 1962’teki ihtilal girişimlerini
desteklediği ve ordu içinde “Genç Kemalistler Ordusu” adlı gizli örgütlenmeyi
organize ettiği gerekçesiyle önce Afyon’a sürgün edilen, sonra tutuklanıp hapse
atılan ve bu süreçte re’sen emekliliğe sevkedilen “ulusalcı-devrimci” Talat
Turhan Bey (d. 2 Eylül 1924), Kemâleddin Efendi’nin kızı Râşide Hanım’ın
oğludur.[260]
Râşide Hanım bir
Osmanlı âlimi müftü efendinin kızı olmasına rağmen Talat Bey’in ifadeleriyle
söyleyecek olursak “Kıyâfeti, fikirleri ve yaşantısı ile aydın bir Cumhuriyet
kadını olmayı tercih etmişti.” Bu tercihte elbette “Genç Cumhuriyet’in”
savcılarından birinin hanımı olmasının payı büyüktür.[261]
b4) Abdülhamid
Hamdî [Efendigil]
Âile arasında “Küçük Efendi” olarak
bilinen Abdülhamid Hamdî Efendi Kemâleddin Efendi’nin ikinci oğludur. Küçük
Abdülhamid, Kemâleddin Efendi’nin babası Abdülhamid Hamdî Efendi’nin 3 Safer
1320/ 12 Mayıs 1902’de vefât etmesinden 5,5 ay sonra 24 Şa'bân 1320/ 26 Kasım
1902’de dünyaya gelmiştir.[262] Kemâleddin
Efendi, babasının hâtırasını yaşatması ve hayrü’l-halefi olması niyâzıyla ona
Abdülhamid Hamdî adını vermiştir.
Kemâleddin
Efendi’nin bu oğluyla ilgili doğum kaydı şöyledir: “1320 senesi Şa'bânü’l-
mu'azzamın yigirmi [dördüncü][263] ve 1318
sene-i Rûmiyesi Teşrîn-i sânînin on üçüncü Çehârşenbe günü nehâren sâ'at dokuz
buçuk râddelerinde mahdûm-ı âcizânem müsemmâ bi-peder-i muhterem
kurretü’l-ayn-ı a'zam Abdülhamîd Hamdî Efendi lehü’l-hamd ve’l- minne
kadem-nihâde-i âlem-i vücûd oldu. Cenâb-ı Hak Habîb-i Ekrem’i ve Peygamber-i
Muhterem’i hürmetine mûmâ ileyhi mu'ammer ve âlim ve sâlih ve sâhib-i irfân
kâmil ey- leyüp ebeveynine mutî' ve münkâd ve dâreynde mesrûrü’l-fuâd eyleyüp
ve cedd-i muhteremleri Efendi Hazretleri’nin yerine kâ’im edüp ilmen amelen
ona nazîr bir üstâd-ı a'zam-ı bî-nazîr ederek Efendi merhûmu ğarîk-i rahmet ve
cennetü’l-a'lâda nazîr-i sa'âdet etsin. Âmin. Allâhümme salli alâ seyyidinâ ve
mevlâna ve alâ âlihi min külli lemhatin ve nefesin adede mâ vesi'ahu ilmullâh.
Abdülhamîd Efendi nâmı avdet etdi'. mısrâ'ı târîh-i tâmdır. 1320.”[264]
Abdülhamid
Efendi 1920’li yılların ortalarında Adliye Vekâleti Zât işleri Sicil Kalemi’nde
kâtiplik yapmış, Ankara Meslek Mektebi’nde tahsil görmüştür. Yukarıda
teferruatlı bir şekilde anlattığımız İstiklâl Mahkemesi sürecinden sonra kendi
kabuğuna çekilip mütevâzı bir hayat yaşayan Abdülhamid Efendi, babasının arzu
ve ümid ettiği “ilmiye” yolunu seçmemiş, bazı ilçelerde tapu müdürlüklerinde
bulunmuş, son olarak da Devlet Demir Yolları’nda işe girerek emekli oluncaya kadar
Haydarpaşa Garı’nda çalışmıştır. Abdülhamid Efendi 101 yaşındayken 1983’te
İstanbul’da vefât etmiş, na'şı Karacaahmed Mezarlığı bitişiğindeki Seyit Ahmed
Deresi Mezarlığı’na gömülmüştür.
Abdülhamid
Efendi iki evlilik yapmıştır. İlk hanımı Elazığ Mollaköy’lü Afîfe Hanım’dır.
Afîfe Hanım genç yaşta beyin kanaması geçirerek vefât etmiş, Mollaköy’e
defnedilmiştir. Bu evlilikten Ahmet Ferit Yüksel (Erdem, v. 1996), Sait
(Efendigil, v. 1959), Vecihe (v. 2004) dünyaya gelmiştir. Abdülhamid
Efendi’nin kaptan pilot olan oğlu A. F. Yüksel Erdem Bey 6 Şubat 1996’da
kullandığı yolcu uçağının Atlas Okyanusu’na düşmesi sebebiyle vefât etmiştir.
Diğer oğlu gemi kaptanı Sait Erdem Bey yakalandığı mide kanseri sebebiyle
henüz 33 yaşındayken hayata gözlerini yummuştur. Abdülhamid Efendi Afîfe
Hanım’ın vefâtı üzerine aslen Beyaz Rus olan Mahmûre (Solo) Hanım’la evlenmiş,
çiftin bu evlilikten çocukları olmamıştır. Mahmûre Hanım 1974’te vefât ederek
Seyit Ahmed Deresi Mezarlığı’na defnedilmiştir.
b5)
Mehmed Nizâmeddin
Mehmed
Nizâmeddin 16 Zilhicce 1323/ 10 Şubat 1906’da dünyaya gelmiştir. Kemâleddin
Efendi’nin onun doğumuyla ilgili kaydı şu şekildedir: “Bihamdihi Te'âlâ üçüncü
mahdûm Mehmed Nizâmeddin Efendi iş bu üçyüz yigirmi bir sene-i rûmiyesi Kânûn-ı
Sânî’si yigirmi sekizinci ve üçyüz yigirmi üç sene-i Arabiyye’si Zilhicce-i
şerîfesi on altıncı cumartesi günü fecrin tulû'ı zamânında âlem-i vücûda
kadem-nihâde oldu. Cenâb-ı Hak âlim ü kâmil ve ebeveynine mutî' ve münkâd
eyleye. Bi-hürmeti Nebiyyi’l-emîn.”[265] Ancak Nizâmeddin’le ilgili
başka herhangi bir resmî yahut gayr-ı resmî kayda rastlayamamamız, Efendigil
âilesinin bugün yaşayan büyüklerinin onun hakkında hiçbir bilgiye sahip
olmamaları ve Kemâleddin Efendi’nin ikinci oğlu Abdülhamid’in âile arasında
“Küçük Efendi” olarak anılması Nizâmeddin’in erken yaşta vefât ettiğini
göstermektedir.
Kemâleddin Efendi
Osmanlı Devleti’nin Ma'mûretü’l-azîz/El'azîz’deki son, Türkiye Cumhuriyeti’nin
de ilk müftüsüdür. O aynı zamanda dedelerinden tevârüs ettiği dört asırlık ilmî
muktesebâtı ömrü boyunca kemâl-i ciddiyetle çalışarak zenginleştirmiş, İslâmî
ilimlerin telif geleneği içinde çok önemli yeri olan şerh ve tercüme sâhasına
kıymetli katkılarda bulunmuş bir âlim, yüzlerce yıllık medrese sisteminin son
temsilcilerinden tanınmış bir müderristir. Taşra hayatının her türlü
zorluklarına ve imkânsızlıklarına rağmen tükenmeyen azmi ile bir yandan talebe
yetiştirip ilmî eserler verirken öte yandan memleketin şöhretli ulemâsı ile
irtibâtını koparmamaya azamî gayret sarfetmiştir. Harput’un zengin tasavvufî
ikliminden de nasibini almış olan Kemâleddin Efendi şiirleri, edebî yazıları,
fetvâları, sohbet ve vaazları ile de yaşadığı dönemde adından söz ettirmiştir.
Bir devrin bittiği yeni bir devrin başladığı zaman dilimine denk gelen ömrüne
savaşları, türlü istikrarsızlıkları, felâketleri sığdıran Kemâleddin Efendi
Cumhuriyet’le birlikte peyderpey çıkarılıp tatbik ettirilen inkılâp kanunlarına
istinâden önce azil ve sürgüne mahkûm edilmiş, sonra da yakalandığı ağır
hastalıkla mücâdele etmek zorunda kalarak sessiz sadâsız terk-i hayât
eylemiştir.
Bu makalede rahle-i
tedrisinden geçmiş, vaazlarına iştirâk etmiş, sohbet halkalarında bulunmuş
insanların da vefâtıyla birlikte neredeyse tamamen unutulan Harput’un bu büyük
âliminin, El'azîz’in bu muteber müftüsünün, kökü XVI. asra uzanan bir ulûm-ı
İslâm hânedânının âhir ömründe kıymeti bilinmeyen bu son vârisinin hayatı,
eserleri ve âile efrâdı üzerinde durulmuştur. Kemâleddin Efendi’nin maruz
bırakıldığı muâmele, değişen hayat tarzı, başkalaşan şartlar ve burada tadâd
etmeyi zâid bulduğumuz çeşitli gâileler onun evlâd ü ahfâdının farklı sahalara
meyletmeleri neticesini doğurmuş; onun vefâtıyla birlikte ne yazık ki bir devir
de nihâyete ermiştir.
Kemâleddin Efendi
gibi Harput’a değer katan nice müftü, âlim ve müderris bulunmaktadır. Son
zamanlarda yapılan bazı çalışmalara bu zevâtın birkaçı konu edilmekteyse de maalesef
bunların neredeyse tamamı tekrardan öteye geçmemektedir. Araştırmacıların akademik
bilgiye ulaşmalarının geçmişe göre daha kolaylaştığı bu çağda Harput ulemâsıyla
ilgili malumâtı hâlâ yalnızca merhum İshak Sunguroğlu’nun meşhur eserinden
özetlemeleri, başta çeşitli arşiv vesikaları olmak üzere yeni kaynaklara
ulaşmamaları, bu zevâtın artık giderek sayıları azalan hâtıra sahibi
torunlarıyla irtibâta geçmemeleri, Elazığ’ın o dönemi idrâk etmiş insanlarına
kulak vermemeleri, dönemin matbuâtını yok saymaları büyük bir eksikliktir. Bu
makalenin söz konusu ulemânın hayatlarının ve eserlerinin bahsettiğimiz zengin
kaynaklar esas alınarak teferruatlı bir biçimde incelenmesine vesile teşkil
etmesi en büyük temennimizdir.
Kaynaklar
Arşiv Belgeleri
Diyânet İşleri Başkanlığı, Kemâleddin Efendi
dosyası.
Diyânet İşleri Başkanlığı, Ömer Naîmî Efendi
dosyası.
BOA, BEO, dosya nr. 2367, gömlek nr. 177459.
BOA, BEO, dosya nr. 2378, gömlek nr. 178310.
BOA, BEO, dosya nr. 3113, gömlek nr. 233410.
BOA, BEO, dosya nr. 3573, gömlek nr. 267955.
BOA, DH. MKT., dosya nr. 1304, gömlek nr. 14.
BOA, DH. MKT., dosya nr. 2657, gömlek nr. 34.
BOA, DH.MKT., dosya nr. 1287, gömlek nr. 52.
BOA, DH.MKT., dosya nr. 1293, gömlek nr. 25.
BOA, DH.MKT., dosya nr. 1293, gömlek nr. 65.
BOA, DH.MKT., dosya nr. 2676, gömlek nr. 65.
BOA, DH.MKT., dosya nr. 2760, gömlek nr. 86.
BOA, DH.ŞFR., dosya nr. 60, gömlek nr. 286.
BOA, HSD.AFT., dosya nr. 5, gömlek nr. 62.
BOA, MF.MKT., dosya nr. 507, gömlek. 40.
BOA, DH.MUÎ., dosya nr. 21-3, gömlek nr. 8.
Îbnülemîn Mahmud Kemâl, Kâmilü’l-kemâl,
ÎÜ Nadir Eserler Kütüphanesi, Îbnülemîn Blm., nr. 3341.
Îbn Vehbân, Ebû Muhammed Emînüddin, el-Manzûmetü’l-Vehbâniyye,
Ankara Üniversitesi Îlâhiyat Fakültesi Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 35916.
Kemâleddin Harputî, Duâ Mecmûası, Ankara
Üniversitesi Îlâhiyat Fakültesi Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 89.
Kemâleddin Harputî, Tesbîtü’l-mefhûm fî
tahkîki’t-tebe’iyyeti beyn’l-'ilmi ve’l-ma’lûm, AÜDTCF Kütüphanesi, Mustafa
Con Blm., A, nr. 237.
Mecmûa, Ankara
Üniversitesi Îlâhiyat Fakültesi Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36143.
Mecmûa, Ankara
Üniversitesi Îlâhiyat Fakültesi Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 38182.
Mecmûa, Ankara
Üniversitesi Îlâhiyat Fakültesi Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36.
Süyûtî, Câmiü’s-sağîr, Ankara
Üniversitesi Îlâhiyat Fakültesi Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36447.
Süreli Yayınlar ve Salnameler
1325 Sene-i Hicriyyesine Mahsûs Sâlnâme-i
Ma’ mûretul-azîz, [Ma'mûretü’l-azîz]
Vilâyet Matbaası, ty.
Altan Dergisi
Beyânü’l-Hak Dergisi
Cerîde-i Sûfiyye Mecmûası
Cumhuriyet
Gazetesi
Hâkimiyet-i
Milliye Gazetesi
Hazîne-i Fünûn
Mecmûası
ilmiye Salnâmesi, Matbaa-i Âmire 1334.
Ma'mûretul-azîz
Gazetesi
Milliyet
Gazetesi
Posta Gazetesi
Sâlnâme-i
Nezâret-i Maârif-i Umûmiye, İstanbul 1321.
Satvet-i Milliye
Gazetesi
Turan
Gazetesi
Matbu
Çalışmalar
Ahmed
Hilmî, “Fâzıl-ı Şehîr Abdülhamîd Hamdî Efendi Rahmetullâh”, Cerîde-i
Sûfiyye, XXIV/7 (İstanbul 1330), s. 6-7.
Akandere,
Osman, “Damat Ferit Paşa’nın IV. Hükümeti Döneminde Kuvâ-yı Milliye İleri Gelenleri
Hakkında Verilen İdam Kararları”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi
Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, sy. 43 (Ankara 2009), s. 343-406.
Akgündüz, Ahmet, “Dede Cöngî”, DİA, İstanbul 1994,
IX, 76-77.
Akyürekli,
Mahmut, 1925 Diyarbakır-Elazığ Yargılamaları: Gerekçe ve Hükümleriyle Şark
İstiklal Mahkemesi Kararları, I-II, İstanbul 2014.
, Şark İstiklal Mahkemesi: 1925-1927, İstanbul 2013.
Albayrak, Sadık, Son Devir Osmanlı Ulemâsı, I-V,
İstanbul 1996.
Arslan,
Ahmet Turan, “Harput’ta Bir Âlim Sülâlesi: Efendigil Âilesi”, Dünü ve
Bugünüyle Harput: Sempozyum Tebliğleri, Elazığ 1999, II, 77-102.
Aslantürk, Ayşe Hümeyra, “Nesefî, Necmeddin”, DİA,
İstanbul 2006, XXXII, 571-573.
Atatürk, Mustafa Kemal, Nutuk, I-III, İstanbul 1969.
Ateş, Süleyman, Bir Ömür Böyle Geçti, I-II, İstanbul
ty.
Aybars, Ergün, İstiklâl Mahkemeleri, İzmir 1988.
Aydemir, Şevket Süreyya, Tek Adam, I-III, İstanbul
1999.
Aydoğmuş, Günerkan, Harput Kültüründe Din Âlimleri,
Elazığ 1998.
Baktır, Mustafa, “İbn Melek”, DİA, İstanbul 1999,
XX, 175-176.
Baytulluoğlu,
Hamdi, “Milli Mücâdele Başlıyor”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, I/22
(İstanbul 1969), s. 41-43.
Bedîüzzamân Saîd
Nursî, Barla Lahikası, İstanbul 2012.
Bican, Zekeriyya, Sekizinci
Şehir: İz Bırakanlar, I-II, Elazığ 2011.
Bingöl,
Abdülkuddûs, “Îsâgûcî”, DİA, İstanbul 2000, XXII, 488-489.
Bursalı Mehmed
Tâhir, Osmanlı Müellifleri, I-III, İstanbul 1333.
C.H.P. Yedinci
Büyük Kurultayı, [Ankara 1948].
Çelik, Recep, Milli
Mücâdelede Din Adamları, I-II, İstanbul 1999.
Çevik,
Mehmet - Haykır, Yavuz, “Elazığ Basınına Göre Cumhuriyet’in İlk Yıllarında
Elazığ’da Cumhuriyet Bayramı Kutlamaları (1925-1932)”, Türk Dünyası
Araştırmaları, sy. 211 (İstanbul 2014), s. 195-226.
Dârüi-hilâfe
Medreseleri Ders Cedvelleri ve Müfredât Programı, Ankara 1342.
Dârüi-hilâfetii-aliyye Medresesi Ders Programlarıyla
Müderrisin Kadrosu ve Medâris Kanûnu ve Nizâmnâmesi, İstanbul 1338.
Demirel, Yurdal, Tarık
Tahiroğlu’nun Hâtıralarıyla El'azizden Elazığ’a, Elazığ 2007.
Durmuş, İsmail -
Elmalı, Hüseyin, “İbnü’n-Nahvî”, DİA, Ankara 2000, XXI, 163-164.
Durmuş, İsmail,
“el-Avâmilü’l-mie”, DİA, İstanbul 1991, IV, 106-107.
_____ ,
“el-Emsile”, DİA, İstanbul 1995, XI, 166-167.
el-Aclûnî,
İsmâîl b. Muhammed, Keşfüi-hafâ ve müzîlü’l-ilbâs ammâ iştehere minei-ehâdis
alâ elsinetin-nâs (thk. Ahmed el-Kalâş), I-II, Beyrut 2000.
el-Ferfûr,
Muhammed Sâlih, el-Muhaddisul-ekber ve imâmul-asr el-allâmetuz-zâhid
es-seyyidüş- şerîf Muhammed Bedrüddîn el-Hasenî, Dımaşk 1986.
Elmalı,
Hüseyin, “İbnü’n-Nahvî, el-Kasîdetü’l-münferice’si ve Tercümesi”, Dokuz
Eylül Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 16 (İzmir 2002), s.
37-56.
_______ ,
“İzhârü’l-esrâr”, DİA, Ankara 2001, XXIII, 506-507.
el-Mâlih,
Muhammed Riyâd, Âlimul-ümme ve zâhidul-asr el-allâmetüi-muhaddisüi-ekber
Bedrüddîn el-Hasenî, Dımaşk 1977.
Emiroğlu,
Cemâleddin, İmam Efendi: Sohbetnâme, I-III, Elazığ 1983-1985.
Erdem, Ömer Naîmî,
“Atamın Mezarında”, Altan, sy. 44-47 (Elazığ, Şubat 1938), s. 53.
, “Harput Şâirleri:
Hacı Hayri”, Altan, sy. 24 (Elazığ, Mart 1937), s. 5-6.
, “Medenî Kanunun
Bâriz Vasıfları”, Altan, sy. 44-47 (Elazığ, Şubat 1939), s. 41-46.
, “Tetkikler:
Harput Şairleri”, Altan, sy. 39-42 (Elazığ, Eylül 1938), s. 39-40.
Ergün,
Mustafa, “Ders Programları ve Ders Kitapları Tarihi-I: Medreselerde Okutulan
Dersler ve Ders Kitapları”, Afyonkarahisar Üniversitesi Anadolu Dil-Tarih ve
Kültür Araştırmaları Dergisi, sy. 1 (Afyon 1996), s. 7-37.
Fuzûlî, Dîvân,
İstanbul 1268.
Gümüş, Sadrettin,
“Cürcânî, Seyyid Şerîf”, DİA, İstanbul 1993, VIII, 134-136.
Güz, Nurettin, Tek
Parti İdeolojisinin Yayın Organları Halkevleri Dergileri 1932-1950, Ankara
1995.
Has, Şükrü Selim,
“Mülteka’l-ebhur”, DİA, İstanbul 2006, XXXI, 549-552.
Hatiboğlu, İbrahim,
“Mesâbîhu’s-sünne”, DİA, Ankara 2004, XXIX, 258-260.
Haykır,
Yavuz - Çevik, Mehmet, “Tek Parti Döneminde Elazığ’da Cumhuriyet Bayramı
Kutlamaları (1934-1945)”, Turkish Studies, sy. IX/7 (Ankara 2014), s.
331-377.
,
“Elazığ (El'azîz) Halkevi Yayınları ve Altan Dergisi”, Türk Dünyası
Araştırmaları, sy. 171 (İstanbul 2007), s. 211-237.
Hindî,
Alâüddîn Alî el-Müttakî, Kenzü’l-'ummâl fî süneni’l-akvâl ve’l-efâl
(thk. Bekrî Hayyânî- Saffet es-Sekkâ), I-XVIII, Beyrut 1985.
Hüseyin
Vassâf, Kemâlü’l-kemâl: Bir Eski Zaman Efendisi İbnülemîn Mahmûd Kemâl
(haz. İsmail Kara-Fatih M. Şeker), İstanbul 2009.
İbn
Asâkir, Târîhu Medîneti Dımaşk (thk. Muhibbüddîn Ebî Saîd Ömer b. Ğarâme
el-Amravî), I-LXXX, Beyrut 1995-1996.
İnal, İbnülemîn
Mahmud Kemâl, Son Asır Türk Şairleri, İstanbul 1988.
İpşirli, Mehmet,
“Hüseyin Hüsnü Efendi”, DİA, İstanbul 1998, XVIII, 552-553.
, “Mahreç”, DİA,
Ankara 2003, XXVII, 387-388.
İzgi, Cevat,
“Halebî, Nûrüddîn”, DİA, İstanbul 1997, XV, 232-233.
Kallek, Cengiz,
“el-Hidâye”, DİA, İstanbul 1998, XVII, 471-473.
Kandemir, M. Yaşar,
“eş-Şemâilü’n-nebeviyye”, DİA, İstanbul 2010, 500-501.
, “eş-Şifâ”, DİA,
İstanbul 2010, XXXIX, 134-138.
Kara, Muzaffer
Ayhan, Atatürk’ün Yarbayı Talat Turhan İçin Ne Dediler, İstanbul 2004.
Karataş,
Ahmet, “Harput Ulemâsından Müderris-Müftü Mehmed Kemâleddin Efendi’nin Rekâik:
Hadîs-i Erbaîn Risâlesi”, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi,
sy. 48 (İstanbul 2015), s. 57-94.
Kemâleddin
Harputî, “Kasîde-i Ferîde Tercemesi: Mukaddime”, Beyânü’l-Hak, III/62
(21 Cemâziye’l-evvel 1328), s. 1251-1252.
, “Makâme-i
Sûfiyye”, Cerîde-i Sûfiyye, nr. 24/16 (6 Rebîü’l-evvel 1331), s. 3.
, Kasîde-i
Münferice’nin Tahmîsiyle Berâber Türkçe Şerhi, Ma'mûretü’l-azîz 1317.
Keskinbora, H.
Kadircan, Bilimde, Siyasette Milli Mücadelede Bir Işık: Esat Işık,
İstanbul 2010.
Kılıç, Hulusi,
“el-Kâfiye”, DİA, Ankara 2001, XXIII, 153-154.
Kınalızâde Hasan
Çelebi, Tezkiretüş-Şuarâ [haz. Aysun Sungurhan Eyduran], Ankara 2009.
Koca, Ferhat,
“Ferâizü’s-sirâciyye”, DİA, İstanbul 1995, XII, 367-368.
Kutay, Cemal, istiklâl Savaşının Maneviyat Ordusu,
I-II, İstanbul 1977.
, Kurtuluşun ve Cumhuriyetin Manevî
Mimarları, Ankara ty.
Küçük, Cevdet, “İstiklâl Mahkemeleri”, DİA, Ankara
2001, XXIII, 350-355.
, “Millî Mücâdele”, DİA, İstanbul 2005, XXX, 76-83.
Küçük, Hülya, Kurtuluş Savaşında Bektaşiler,
İstanbul 2003.
Kütükoğlu, Mübahat S.,
“Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesi ve Kuruluşu Arefesinde İstanbul Medreseleri”,
İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, VII/1-2 [İstanbul 1978], s. 1-212.
, “Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesi”, DİA,
İstanbul 1993, VIII, 507-508.
Mazıoğlu, Hasibe, Ahmet Remzi Akyürek ve Şiirleri,
Ankara 1987.
Mısıroğlu, Kadir, Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücâhidler,
İstanbul 1992.
“Milli Müdâfaa Döneminde Müdâfaa-i Hukuk
Teşkilatları” (yay. haz. Tarih Araştırmaları Grubu), Belgelerle Türk Tarihi
Dergisi, II/19 (İstanbul 1986), s. 9-10.
Osman Bedreddin Erzurumî, Gülzâr-ı Sâminî, I-II,
İstanbul 1993.
, Gülzâr-ı Sâminî: Mektûbât (haz. Ülker Yeniacun),
I-II, İstanbul 2006.
Özbalıkçı, M. Reşit, “Muğni’l-lebîb”, DİA, İstanbul
2005, XXX, 384-386.
Özek, Ali, “el-Keşşâf”, DİA, Ankara 2002, XXV,
329-330.
Özel, Ahmet, “Haskefî”, DİA, İstanbul 1997, XVI,
387-388.
_______ ,
“İbn Âbidîn,”, DİA, İstanbul 1999, XIX, 292-293.
Özen, Şükrü, “Tenkîhu’l-usûl”, DİA, İstanbul 2011,
XL, 454-458.
Pakalın, M. Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri
Sözlüğü, I-III, İstanbul 1971.
Resmî Gazete, 7 Nisan
1948.
Sarıkoyuncu, Ali, Milli Mücâdelede Din Adamları,
I-II, Ankara 2007.
Sertoğlu, Midhat, “Millî Mücadele’ye Yardım
Ettikleri İçin Cezalandırılmak İstenenlere Dair Yayınlanmamış Belgeler”, Hayat
Tarih Mecmûası, yıl 14, sy. 2 (Şubat, İstanbul 1978), s. 47-49.
Sunguroğlu, İshak, Harput Yollarında, I-IV, İstanbul
1958-1968.
Sünbülzâde Vehbî, Nuhbe-i Vehbî, İstanbul 1310.
Şeyhülislâm Yahyâ, Dîvân, İstanbul 1334.
Tahiroğlu, A. Tarık, “El'azîz Hatıraları
(1929-1938)”, Türk Halk Kültüründen Derlemeler 1999, Ankara 2002, s.
123-192.
Taşkın, Ünal vd., Elazığ Eğitim Tarihi, Elazığ 2010.
Turan, Ömer, “Milli Mücâdele Lehine Kamuoyu
Oluşumunda Din Adamları”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, XV/45
(Ankara 1999), s. 821-834.
Turhan,
Talat, “Said-i Nursî’den Günümüze CHP’yi Tasfiye Operasyonu”, Türk Solu,
sy. 75 (İstanbul, 7 Şubat 2005), http://www.turksolu.com.tr/75/Turhan75.htm.
Türkgeldi, Ali, Mondros ve Mudanya Mütârekelerinin
Tarihi, Ankara 1948.
Unan, Fahri, “Mevleviyet”, DİA, Ankara 2004, XXIX,
467-468.
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Devletinin ilmiye
Teşkilâtı, Ankara 1988.
Yavuz, Yusuf Şevki, “Tavâli'u’l-envâr”, DİA,
İstanbul 2011, XL, 180-181.
Yenişehirli Avnî, Dîvân, İstanbul 1302.
Zengin,
Zeki Salih, “Kurtuluş Savaşı Döneminde Medrese Öğretim Programları ve Ders
İçeriklerinin Düzenlenmesi Çalışmaları”, Ankara Üniversitesi İlâhiyat
Fakültesi Dergisi, XLIV/1 (Ankara 2003), s. 187-226.
_____ ,
“Kurtuluş Savaşı Döneminde ve Cumhuriyet’in Başlarında Türkiye’de Medreseler ve
Din Eğitimi, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, XLIII/2
(Ankara 2002), s. 277-313.
,“Tevhid-i
Tedrisat Kanunu’nun Hazırlanmasından Sonraki İlk Dönemde Uygulanışı ve Din
Eğitimi”, Dinî Araştırmalar, V/13 (Ankara 2002), s. 81-106.
Sözlü Tarih
Çalışması
Abdullah
Nâzırlı (d. 1920, Elazığ’ın manevî büyüklerinden, emekli Kur’an Kursu hocası.
Görüşme tarihleri: 28.08.2015-31.08.2015-Elazığ)
Cemâleddin
Emiroğlu (d. 1940, Elazığ’ın manevî büyüklerinden, emekli vâiz. Görüşme tarihimiz:
30.08.2015-Elazığ)
Dr.
Tayyar Altıkulaç (d. 1938, Diyânet İşleri Eski Başkanı. Görüşme tarihimiz:
22.06.2015- İstanbul)
Feza
Turhan Tosun (d. 1958, iş kadını, Talat Turhan Bey’in kızı. Görüşme tarihimiz:
06.06.2015- İstanbul)
Meral
Kurulay, (d. 1958, ilkokul müdîresi, Abdülhamid Efendi’nin torunu, Vecihe
Hanım’ın kızı. Görüşme tarihi: 10.08.2015-İstanbul)
Prof.
Dr. Mutia Canan Efendigil Karatay (d. 1943, kardiyolog ve dâhiliye mütehassısı,
Kemâleddin Efendi’nin torunu, Ömer Naîmî Eendi’nin kızı. Görüşme tarihleri:
05.06.2015-06.06.2015- İstanbul)
Prof.
Dr. Süleyman Ateş (d. 1933, Diyânet İşleri Eski Başkanı, Ömer Naîmî Efendi’nin
talebesi. Görüşme tarihi: 27.04.2015-İstanbul)
Talat
Turhan (d. 1924, emekli albay, Kemâleddin Efendi’nin torunu, F. Râşide Hanım’ın
oğlu. Görüşme tarihi: 06.06.2015, 07.11.2015-İstanbul)
[16] Marmara
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Türk-İslâm Edebiyatı Anabilim Dalı Öğretim
Üyesi.
Bu makalenin bir
yılı aşan hazırlık ve yazım aşamalarında şehirler dolaşmam, devlet kuramlarına
ve özel müesseselere defalarca mürâcaat edip müsbet neticeler almak için hayli
çaba harcamam gerekti. Bu sebeple okuyucuların affına sığınarak makalenin
sağlıklı bir şekilde neticelenmesinde katkıları bulunan herkese teşekkürlerimi
sunmak isterim. Bilhassa, Diyânet İşleri Başkanlığı makamına, konuyla bizzat
ilgilenerek DİB Arşivindeki özel belgelere ulaşmamı sağlayan değerli Dekanımız
Prof. Dr. Ali Köse Hocama, Efendigil âilesinin yazmalarından istifâde etmem
hususunda büyük kolaylıklar sağlayarak kıymetli desteklerini esirgemeyen Ankara
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. İsmail Hakkı Ünal ve Prof. Dr.
Mehmet Akkuş Hocalarıma, Diyânet İşleri eski Başkanlarından muhterem Prof. Dr.
Süleyman Ateş Hocama, Elazığ’ın manevî büyüklerinden Abdullah Nâzırlı ve
Cemâleddin Emiroğlu Hocaefendilere, Kemâleddin Efendi’nin torunlarından Türkiye
kamuoyunun yakından tanıdığı kıymetli bilim kadını Prof. Dr. M. Canan Efendigil
Karatay’a ve sayın Talat Turhan Beyefendi’ye, Talat Bey’in kızı Feza Turhan
Tosun Hanımefendi’ye, Kemâleddin Efendi’nin oğlu Abdülhamid Efendi’nin
torunlarından Meral Kurulay Hanımefendi’ye, muhterem hocalarım Prof. Dr.
Mustafa Uzun ve Prof. Dr. Ahmet Turan Arslana, kıymetli meslektaşlarım Yrd.
Doç. Dr. Kenan Özçelik ve Abdullah Uğur Beye, İstanbul Müftülüğü Eğitim Uzmanı
Dr. Ayhan Işık’a, Yrd. Doç. Dr. Yavuz Haykır’a, kardeşlerim Yahya Karataş ve
İbrahim Karataş’a, Elazığ İl Nüfus Müdürlüğü kısım şeflerinden sayın Yümnü Tek
Beye sonsuz şükranlarımı arz ederim.
[17] DİB Arşivi, Kemâleddin Efendi Dosyası, terceme-i hâl
varakaları; Mecmua-i Fetâvâ, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 37019,
vr. 130b. Bu zevât hakkında teferruatlı bilgi için bk. İshak
Sunguroğlu, Harput Yollarında, İstanbul 1959, II, 146-168.
[18] Bu konuda derli toplu bilgi veren ilk kaynak Kemâleddin
Efendi’yle baba dostu olan İbnülemîn Mahmud Kemâl İnal’dır (Son Asır Türk
Şairleri, İstanbul 1988, II, 853-855). İkinci kaynak ise Kemâleddin
Efendi’nin talebesi ve oğlu Ömer Naîmî Efendi’nin arkadaşı İshak Sunguroğlu’dur
(Harput Yollarında, II, 169-175). Merhum Sunguroğlu’nun aktardığı
bilgiler İbnülemîn Bey’e göre daha teferruatlıdır. Kemâleddin Efendi ile ilgili
yapılan neşriyâtın neredeyse tamamının (kitap bölümleri, ansiklopedi maddeleri,
makalelerden bölümler, yazılı-sözlü bildiriler, internet sitelerindeki
kayıtlar vs.) İbnülemîn ve Sunguroğlu’nun kaydettiği bilgilerin ya olduğu gibi
tekrarından ya bunların sadeleştirilerek aktarılmasından yahut özetinden
ibaret olması, geriye kalanların büyük bir kısmının da maalesef yanlış ve
kaynağı belirsiz malumât ihtivâ etmesi sebebiyle çalışmamızda bunlara yer
vermedik. Bu neşriyât arasında Ahmet Turan Arslan’ın tebliği (“Harput’ta Bir
Âlim Sülâlesi: Efendigil Âilesi”, Dünü ve Bugünüyle Harput: Sempozyum Tebliğleri,
Elazığ 1999, II, 77-102) ile Günerkan Aydoğmuş’un kaydettiği bazı bilgileri (Harput
Kültüründe Din Âlimleri, Elazığ 1998, s. 57-59) Kemâleddin Efendi’nin
biyografisine katkı sağladığı için istisnâ kabul etmemiz gerekir.
[19] Abdülhamid Efendi’nin bu tarih kaydı başka bir yazmada da
mevcuttur. Orada “gidilüp” kelimesi “gidüp” şeklinde. bk. Mecmûa, AÜİF
Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36, vr. 147a.
[20] Diğer yazmada “ihsânına” kelimesi yok (Mecmûa, AÜİF
Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36, vr. 147").
[21] Harput’ta “Deli Hacı” olarak anılan Mehmed Saîd Mansûr
Efendi 25 Rebîü’l-âhir 1274/13 Aralık 1857de dünyaya gelmiştir (Doğum kaydı
için bk. Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36, s. 147).
Eğitimini tamamladıktan sonra Sâre Hatun Medresesi müderris ve vâizliğine
atanmış, yaptığı tesirli vaazlarla büyük şöhret kazanmıştır. Hattâ mebus olduğu
1913-1918 seçim devresinde Sadrazam Talat Paşa’nın isteği ile Meclis-i Mebûsân
kürsüsünde bile vaaz vermiştir. Âlim, fâzıl, zekî, natûk bir zât olan Saîd Efendi
28 Rebîü’l-âhir 1345/ 4 Kasım 1926’da Harput’ta vefât etmiştir. O sıralar
Samsun’da sürgünde bulunan Kemâleddin Efendi ağabeyinin vefâtına bir tarih
manzûmesi yazmış, bu manzûme merhum Sunguroğlu’nun kaydına göre Saîd Efendi’nin
mezartaşına hakkedilmiştir. Ancak yaptığımız incelemede söz konusu şiirin
yazılı olduğunu zannettiğimiz ayak kısmındaki şâhidenin mezardan koptuğunu ve
yazısının tamamen silinmiş olduğunu gördük. (Saîd Efendi hakkında daha
teferruatlı bilgi için bk. İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II,
163-168.)
[22] Mecmûa, AÜİF
Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36143, vr.nr. yok. Kemâleddin Efendi’nin
ablalarından ikisi babalarının sağlığında vefât etmişlerdir. Hamdî Efendi aynı
varağa bu çocuklarının vefât tarihlerini de kaydetmiştir. Ancak “Tüvüffiyet
rahimehallâhu Te'âlâ...” şeklinde başlayan her iki vefât kaydında da maalesef
isim yoktur. Kemâleddin Efendi de 1311’de vefât eden ablası için “Bir âh ile
cevher gibi târîhini yazdım/ Lâyık idi ki hemşîremiz cennete gitdi” beytini
tarih olarak düşürmüştür (Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr.
36, s. 149).
[23] Osmanlı’nın son sadrazamlarından Yusuf Kâmil Paşa (v.
1293/1876) Harput’ta bulunan yıkık bir medresenin yeniden yapılması için
Sadâret’e gönderilen resmî yazıyı ilgili Bakanlıklara (Evkaf ve Mâliye) havâle
etse de çeşitli bahanelerle işin akîm kalacağını düşünerek bizzat kendisi
medresenin yapımını üstlenmiş ve Harput’ta kendi ismine izâfetle “çok güzel,
bol ziyâlı ve sıhhî bir medrese” (Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 20)
inşâ ettirmiş, muntazam bir kütüphane de meydana getirerek medresenin başına
İbnülemîn’in ifadeleriyle “Türklüğün medâr-ı iftihârı olan büyük âlimlerden”
Abdülhamid Hamdî Efendi’yi atamıştır. Abdülhamid Hamdî Efendi’nin vefâtından
sonra müderrislik ve mütevellî vazifesini “allâme-i müşârünileyhin mahdum-ı
sânîsi üdebâ-yı fuzalâdan Kemâleddin Efendi” üstlenmiş, “babasının isrini
takip, medrese ve kütüphânenin maddî ve manevî ma'mûriyetini idâme” ettirmiştir
(İbnülemîn Mahmud Kemâl, Kâmilü’l-kemâl, İÜ Nadir Eserler Kütüphanesi,
İbnülemîn Blm., nr. 3341, vr. 126a; a.mlf., Son Sadrazamlar, İstanbul
1982, I, 245). Yusuf Kâmil Paşa husûsî kütüphanesini Harput’taki medreseye
bağışladığını vasiyet etmesine rağmen vefât sonrası Paşa’nın kethüdâsı “Bu
kadar kitabın Harput’a kadar gönderilmesi dünyanın parasına mütevakkıfdır.
Şimdi hâl müsâid değildir.” diyerek buna mâni olmuştur. (İbnülemîn, “binlerce
cilt nefis ve nâdir kitabı ihtivâ eden” bu kütüphanenin âkıbeti hakkında
malumâtı bulunmadığını beyan etmektedir [daha teferruatlı bilgiler için bk.
İbnülemîn, Kâmilü’l-kemâl, 124b-127a]). Tevhid-i
Tedrisât Kanunu (1342/1924) sonrası yayımlanan genelge ile medreselerin
kapatılması kararı alınınca bu medrese de kapanmış, 1926’da da Muhâsebe-i
Husûsiye (İl Özel İdaresi) tarafından satılmış ve yıktırılmıştır (İbnülemîn
Mahmud Kemâl İnal, Son Asır Türk Şairleri, II, 854).
[24] Mecmûa, AÜİF
Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36, s. 147.
[25] Emsile: “Nasara”
fiilinin çekimleri ve bunların Türkçe izâhını ihtivâ eden müellifi bilinmeyen
bir eserdir. Emsile Osmanlı medreselerinde Arapça derslerinde ilk
okutulan ve ezberletilen eserdi. Binâ: Tam adı Binâü’l-ef âl olan
bu kitap fiil kalıplarından bahsetmektedir. Öğrencilere Emsile’den
sonra müellifi bilinmeyen bu eser okutulurdu. Maksûd: Fiillerin vezinlerinden
ve kalıplarından bahseden bu eserin de müellifi meçhuldür. Öğrenciler Arapça
derslerinde Emsile ve Binâdan sonra bu eseri okuyup ezberlemeye
geçerlerdi. îzzî: İzzeddin ez-Zencânî’nin (v. 655/1257’den sonra)
yazdığı el-îzzî fi’t-Tasrîf adlı sarf (kelime bilgisi) ilminden bahseden
bu eser medreselerde okutulan kitapların dördüncüsünü oluştururdu. Merâh:
Ahmed b. Ali b. Mes'ûd’un (v. 700/1300 civarı) tam adı Merâhu’l-ervâh
olan bu eser geniş muhtevâlı bir sarf kitabıdır. Osmanlı medrese kültüründe
“sarf cümlesi” olarak tanımlanan bu beş eserde talebeye basitten mürekkebe
doğru sarf ilmi öğretilmekteydi. Medrese talebeleri arasında bu eserler şu
tekerleme ile anılırdı: Emsile evlek evlek/ Binâ ballı börek/ Maksûd
karış kuruş/ îzzîde kırıldı kiriş/ Kıçın varsa Merâh’a giriş.”
(bk. İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 13; İsmail Durmuş,
“el-Emsile”, DîA, İstanbul 1995, XI, 166-167.)
[26] Avâmil: Abdülkâhir
el-Cürcânî (v. 474/1081) asıl adı el-Avâmilü’l-mie olan bu eserinde
Arapça’da terkib ve kelimelerin i'râbına tesir eden 100 âmili birer örnek ile
ele almıştır. Birgivî’nin de (Takıyyüddin Mehmed, v. 981/1573) aynı adlı eseri
medreselerde Cürcânî’ninkiyle birlikte okutulduğundan Cürcânî’nin eserine el-Avâmilü’l-atîk,
Birgivî’ninkine el-Avâmilul-cedîd denilmiştir (İsmail Durmuş,
“el-Avâmilü’l-mie”, DîA, İstanbul 1991, IV, 106-107). îzhâr:
Birgivî’nin tam ismi îzhârü’l-esrâr olan bu eseri Avâmil’in
mufassal şerhi mâhiyetindedir. (Geniş bilgi için bk. Hüseyin Elmalı,
“İzhârü’l-esrâr”, DîA, Ankara 2001, XXIII, 506-507.) Kâfiye:
Osmanlı medreselerinin nahivle ilgili en önemli eserlerinden biri olan el-Kâfiye
Cemâlüddin İbnü’l-Hâcib (v. 646/1249) tarafından kaleme alnmıştır. (Ayrıntılı
bilgi için bk. Hulusi Kılıç, “el-Kâfiye”, DîA, Ankara 2001, XXIII,
153-154.) Molla Câmî: Çok yönlü bir âlim ve sûfi olan Abdurrahmân
Câmî’nin (v. 898/1492) İbn Hâcib’in Kâfiye’sine yazdığı el-Fevâidü’z-ziyâiyye
adlı şerhtir. Ancak eser medreselerde şârihine izâfeten Molla Câmî diye
meşhur olmuştur. “Nahiv cümlesi” yahut “nahiv mecmûası” olarak nitelendirilen
bu dört eser sarf kitaplarıyla birlikte medreselerde sırasıyla okutulur,
ezberletilirdi.
[27] Birgivî’nin nahve dâir Arapça eseridir. İbnü’l-Hâcib’in el-KâfiyeSinin
Kadî Beyzâvî tarafından yapılan Lübbü’l-elbâb fî ilmi’l-i'râb adlı
muhtasarının şerhidir. (Emrullah Yüksel, “Birgivî”, DîA, İstanbul 1992,
VI, 193.) Medreselerde umûmiyetle Molla Câmî’den sonra okutulurdu.
[28] Zencânî’nin yukarıda bahsetiğimiz el-îzzî adlı sarf
ilmine dâir eserine Teftâzânî’nin yaptığı şerhe Dede Cöngî (Kemâlüddin İbrâhim
b. Bahşî, v. 975/1567) tarafından yazılan hâşiyedir. Eserin asıl adı Hâşiye
alâ Şerhi’l-îzzî fi’t- tasrîf li’t-Teftâzânî olup medrese talebe ve ulemâsı
arasında Dede Cöngü şeklinde adlandırılmıştır. (Teferruatlı bilgi için
bk. Ahmet Akgündüz, “Dede Cöngî”, DîA, İstanbul 1994, IX, 76-77.)
[29] İbn Hişâm en-Nahvî’nin (v. 761/1360) tam adı Muğni’l-lebîb
an kütübi’l-e' ârib olan ve nahvin bütün konularını ihtivâ eden mufassal
eseridir. (Teferruatlı bilgi için bk. M. Reşit Özbalıkçı, “Muğni’l-lebîb”, DîA,
İstanbul 2005, XXX, 384386.)
[30] el-Mutavvel fi’l-me'ânî ve’l-beyân: Sa’deddin Teftâzânî’nin (v. 792/1390) Hatîb Kazvînî’nin
(v. 739/1338) Telhîsü’l- miftâh’ına yaptığı şerhtir. Telhîsü’l-miftâh
ise Ebû Yakub Sekkâkî’ye âit (v. 626/1229) Miftâhu’l-ulûm adlı kitabının
belâğata dâir üçüncü bölümünün muhtasarıdır. Miftâhu’l-ulûm: Sekkâkî’nin
sarf, nahiv ve belâğat olmak üzere üç bölümden oluşan meşhur kitabıdır.
Medreselerde talebelerin seviyesine göre her üç eser de sırasıyla okutulurdu.
Seyyid Şerîf Cürcânî’nin (v. 816/1413) Hâşiye ale’l-Mutavvel’i de
hocanın isteğine göre okutulan kitaplardandı.
[31] Furfûriyûs (Porphyrios)’un (v. 304) Aristo’nun Kategoriler
adlı mantık kitabının anlaşılmasını sağlamak amacıyla yazdığı Eisagoge
adlı eserinin İslâm kültür dünyasında meşhur olmuş adıdır. (Geniş bilgi için
bk. Abdülkuddûs Bingöl, “Îsâgûcî”, DîA, İstanbul 2000, XXII, 488-489.)
[32] Ebü’l-ferec Nûrüddîn Ali Halebî’nin (v. 1044/1635) es-Sîretü’l-Halebiyye:
İnsânü’l-'uyûn fî sîreti’l-emîni’l-me’mûn isimli Peygamber Efendimiz’in
hayatını anlatan eseri Halebî veya Siyer-i Halebî diye meşhur
olmuştur. (Cevat İzgi, “Halebî, Nûrüddîn”, DİA, İstanbul 1997, XV,
232-233.)
[33] Hanefî fıkıh âlimlerinden Muhammed es-Secâvendî’nin (v.
596/1200) miras hukukuna dâir eseridir. Eserle ilgili onlarca şerh, muhtasar
ve tercüme bulunmaktadır. Eser bazı müellifler tarafından manzûme hâline
getirilmiştir. (Daha geniş bilgi için bk. Ferhat Koca, “Ferâizü’s-sirâciyye”, DİA,
İstanbul 1995, XII, 367-368.)
[34] Hanefî fıkıh âlimi Haskefî ed-Dımeşkl’nin (v. 1088/1677)
Abdullah et-Timurtaşî’nin (v. 1004/1595) Tenvîrü’l-ebsâr adlı eserine
yazdığı şerhtir. Bu şerhe XIX. asır âlimlerinden İbn Âbidîn de (Muhammed Emîn
b. Ömer, v. 1252/1836) Reddü’l-muhtâr adını verdiği beş ciltlik bir
hâşiye yazmıştır. Hanefî fıkhının esaslarını izâh eden her iki eser de medreselerin
temel kaynaklarındandır. (Teferruatlı bilgi için bk. Ahmet Özel, “Haskefî”, DİA,
İstanbul 1997, XVI, 387-388; a.mlf., “İbn Âbidîn,”, DİA, İstanbul 1999,
XIX, 292-293.)
[35] İsmâil Hakkı Bursevî’nin (v. 1137/1725) Yazıcızâde Mehmed
Efendi’nin (v. 855/1451) Muhammediye’sine yaptığı şerh olan eser Ferâhu’r-rûh
olarak da bilinir.
[36] Kâmil Paşa Medresesi 1926’da yıkıldıktan sonra (yk.bk. 7.
dipnot), Medrese’nin ilmî vârisi olan Kemâleddin Efendi zengin kitap
koleksiyonunu konağında şahsî kitaplarıyla birlikte muhâfaza etmiştir.
Kemâleddin Efendi’nin vefâtından sonra bu eserler oğlu Ömer Naîmî Efendi’de
kalmıştır. Gerek medreseden intikâl eden, gerekse büyük babalarından itibaren
silsile silsile Ömer Naîmî Efendi’ye kadar ulaşan 900’e yakın yazma, 3000 kadar
da matbu kitap onun da vefâtından sonra 17.07.1972’de Kemâleddin Efendi’nin
kızı Râşide Hanım ve torunlarının muvâfakatı ile Ankara Üniversitesi İlâhiyat
Fakültesi’ne bağışlanmıştır. Efendigil âilesi bu kitapları önce Beyazıt Devlet
Kütüphanesi’ne bağışlamak istemişlerdir. Ancak Beyazıt Devlet Kütüphanesi
yetkilileri kitapları âilenin tek tek sayması ve tasnif etmesi karşılığında
alabileceklerini söylemişler, âilenin böyle bir imkânı olmadığından Ankara
Milli Kütüphane’ye mürâcaat edilmiş, onlar da aynısını söyleyince âile Ankara
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’ne başvurmuştur. İlâhiyat Dekanlığı “Siz
bağışlayın yeter. Biz onları sayar, tasnif ederiz.” deyince, kitaplar 1972’de
oraya bağışlanmıştır. (Canan Karatay’la yaptığımız görüşmeden. 05.06.2015.) Bu
kitaplar kurulan bir komisyon tarafından incelenmiş ve kitaplara “Efendigil
Âilesi Bağışı 1972” yazılı mühür vurulmuştur. Ancak bu eserler kütüphanede özel
bir koleksiyon şeklinde muhâfaza edilmek yerine diğer eserlerin arasına genel
tasnife göre dağıtıldığı için Efendigil âilesine âit bir kitabı tespit
edebilmek ancak kitapları tek tek inceleyip “Efendigil” mührünü bulma
neticesinde mümkün olabilmektedir. Bu da Efendigil Koleksiyonu’ndan istifâdeyi
hayli zorlaştırmaktadır.
TDV
İslam Araştırmaları Merkezi Kütüphanesi’ndeki (İSAM, İstanbul) araştırmalarımız
sırasında rastladığımız Siyelkûtî 'ale’l-Celâl (Demirbaş Nr. 022512,
GNL. 297.4 İCİ.A) adlı Arapça risâlenin (İstanbul 1271) ilk sayfasında yer alan
“Min kütübi’l-faklr ilâ rahmeti Rabbihi’l-kadîr el-Hâc ' Ömer en-Na'îmî
el-Müftî bi-Harput sâbıkan” kaydı ve mührü, eserin ilk ve son sayfalarındaki
“Harputlu Efendigil Âilesi Bağışı 1972” kaşesi ve yine son sayfadaki “Mübâdele:
AÜ İlâhiyat Fakültesi, 11 Ağustos 1993” şeklindeki bilgi notu Efendigil
Koleksiyonu’nun maalesef AÜ İlâhiyat Fakültesi bünyesinde bütünüyle muhâfaza edilemediği,
muhtemelen kütüphanenin genel koleksiyonunda mevcut olduğu için mükerrer duruma
düşen Efendigil eserlerinin başka yerlere verildiğini göstermektedir. Girişimlerimize
rağmen bu eserleri ve gönderildiği yerleri tespit etmemiz resmî kurumlarda her adımda
karşımıza çıkan mevzuât sebebiyle şimdilik mümkün olamamıştır.
Netice
itibariyle AÜ İlâhiyat Fakültesi Türk-İslâm Edebiyatı Anabilim Dalı Başkanı
Prof. Dr. Mehmet Akkuş Hocamızın himâyelerinde AÜ İlâhiyat Fakültesi
Kütüphanesi’nde hâlihazırda mevcut olan Efendigil Âilesi’nin kitaplarını
yeniden tespit, tertip ve muhtevâlarını belirleme çalışmalarımız devam
etmektedir. Zaman alacak bu çalışmamızı bitirdiğimizde elde ettiğimiz bilgileri
kitap olarak yayımlamayı düşünüyoruz.
[37] İshak
Sunguroğlu’nun “Manzume-i Vehabbin” dediği eser bu olsa gerektir (bk. Harput
Yollarında, II, 170). el-Manzûmetü’l-Vehbâniyye’nin Efendigil
Yazmaları arasında bulunan nüshası 42 varaktır (Ankara Üniversitesi İlâhiyat
Fakültesi Yazmaları, nr. 35916).
[38] İshak
Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 170. Yaptığımız araştırmalarda
Sunguroğlu’nun “meşhur” kay- dıyla zikrettiği bu isimde manzum bir eserin
varlığına ve medreselerde okutulduğuna dâir bilgiye ulaşamadık. Kataloglarda
iki zâtın Mîzânü’l-adl adıyla eser yazdıkları kayıtlıdır. Bunlardan biri
Amasyalı Hoca Abdülkerim Efendi’nin (v. 1303/1886) 1275/1859’da kaleme aldığı Mîzânü’l-adl
fi’l-mantık adlı mantık risâlesidir ve 1276/1860’da İstanbul’da
basılmıştır. Diğeri Harputlu âlim Hacı İbrahim Lebîb Efendi’nin (v. 1320/1902) 1303/1886’da
Ma'mûretü’l-azîz’de basılan Mîzânü’l-adl
adlı matematik risâlesidir.
[39] Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36, s. 156.
[40] Mecmûa, AÜÎF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36, s. 148.
[41] Îshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 171.
[42] Ahmet
Turan Arslan, “Harput’ta Bir Âlim Sülâlesi: Efendigil Âilesi”, Dünü ve
Bugünüyle Harput: Sempozyum Tebliğleri, II, 87. Günerkan Aydoğmuş bu
hâdisenin Kemâleddin Efendi on yaşındayken gerçekleştiğini kaydetmektedir (bk.
Harput Kültüründe Din Âlimleri, s. 57).
[43] Îshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 170.
[44] bk.
İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, I, 275. Kemâleddin Efendi’nin Ağa
Câmii’nde teravih kıldırdığı Ramazânların ikindi namazı sonralarında da ağabeyi
Hacı Mehmed Saîd Efendi vaaz verirmiş (a.g.e., I, 298).
[45] İcâzetler
için bk. DİB Arşivi, Kemâleddin Efendi dosyası.
[46] Hz.
Peygamber’le başlayıp Hz. Ali ile devam eden, Ebû Hanîfe, İmâm Gazzâlî,
Fahreddin Râzî, Celâleddin Devvânî ve daha birçok zevâttan sonra Kemâleddin
Efendi’nin dedelerine kadar gelen ve icâzeti veren baba Abdülhamîd Efendi ile
nihâyete eren ulemâ silsiledir. Kemâleddin Efendi’nin Diyânet İşleri Başkanlığı
Arşivi’ndeki husûsi dosyasında bulunan icâzetlerini ayrı bir çalışmada ele
almayı düşünüyoruz.
[47] İshak
Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 34.
[48] Hayatı
hakkında teferruatlı bilgi için bk. Muhammed Sâlih el-Ferfûr, el-Muhaddisü’l-ekber
ve imâmü’l- asr el-allâmetü’z-zâhid es-seyyidü’ş-şerîf Muhammed Bedrüddîn
el-Hasenî, Dımaşk 1986; Muhammed Riyâd el-Mâlih, Âlimü’l-ümme ve zâhidü’l-asr
el-allâmetü’l-muhaddisü’l-ekber Bedrüddîn el-Hasenî, Dımaşk 1977.
[49] İbnülemîn
Mahmud Kemâl İnal, Son Asır Türk Şairleri, İstanbul 1988, I, 533.
[50] İshak
Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 171. Kemâleddin Efendi’nin aşağıda
neşrettiğimiz hizmet cetvelinde Kâmil Paşa Medresesi’ndeki resmî vazifesi yer
almamaktadır.
[51] 1867’ye kadar Harput olarak anılan şehir, 1830’lardan itibaren
eteklerindeki Mezra denilen ovaya doğru yayılmış, Sultan Abdülaziz’in tahta
çıkışının (1862) beşinci yılında onun ismine izâfeten Ma'mûretü’l- azîz olarak
adlandırılmıştır. Resmî olarak bu isim kullanılmışsa da halk ibareyi kısaltarak
El'azîz demeyi tercih etmiş
ve XIX. asrın sonlarından 1937’ye kadar şehir devlet ricâli tarafından da bu
isimle anılmıştır. 1937’de Atatürk’ün şehri ziyareti esnâsında El'azîz’in Elazık’a
çevrilmesi uygun görülmüş, 18.12.1937’de Bakanlar Kurulu kararıyla bu isim
değişikliği tescillenmiş, bilâhare söyleniş kolaylığı sebebiyle Elazığ olarak
değiştirilmiştir. Makalemizde şehrin isimlerini kullanırken belgeleri,
alıntıları ve aktardığımız bu kronolojiyi esas aldık.
[52] Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), DH.MUİ.,
dosya nr. 21-3, gömlek nr. 8, belge nr. 13.
[53] 10 Zilka'de 1332/29 Eylül
1914’te Islâh-ı Medâris Nizâmnâmesi ile önce İstanbul’daki medreseler Dârü’l-
hilâfeti’l-aliyye adıyla birleştirilmiş, sonra bu uygulama peyderpey taşrada da
gerçekleştirilmiştir. Buna binâen Harput’ta 1333/1915’te kurulan Dârü’l-hilâfe
Medresesi diğer Dârü’l-hilâfe’ler gibi üç sene ihzârî (hazırlık), üç sene
ibtidâ-i hâriç (tâlî kısm-ı evvel), üç sene de ibtidâ-i dâhil (tâlî kısm-ı
sânî) olmak üzere dokuz yıllıktı (Aslında kuruluş nizâmnâmesine göre bu
medreseler her bir kısmı dörder yıl sürecek üç dönemden ibâretti. Ancak
1335/1917’de Musa Kâzım Efendi’nin şeyhülislâmlığı sırasında bu devreler üçer
yıla indirildi). Dokuzuncu sınıfı bitirenler ise iki yıllık sahn (kısm-ı âlî)
bölümüne devam ederlerdi. Öğrenciler sahndan sonra da öğrenimlerine devam etmek
isterlerse imtihâna alınır, başarılı oldukları takdirde İstanbul’daki Süleymâniye
Medresesi’ne (Medresetü’l-mütehassisîn) gelirler ve üç yıllık müfredâta tâbi
olurlardı. Buna göre, ibtidâ-i hâriç kısmını bitirenler köy câmilerinde
imam-hatip, köy okullarında muallim; ibtidâ-i dâhili bitirenler şehir
câmilerinde imam-hatip, ibtidâî ve numûne mekteplerinin ulûm-ı dîniyye
dersleri muallimi ve hâfız-ı kütüp; sahnı bitirenler Meşîhat, Evkaf ve müftülüklerde
memur, ibtidâ-i dâhil ve hâriç medreselerinde idâreci, muallim, müderris, tabur
imamı ve bunlara muâdil işlerle memur olurlardı. Süleymâniye’den mezun olanlar
ise müftü, kürsü şeyhi, Dârü’l-hilâfe medreselerinde müderris, idâreci, sefâret
ve alay imamı yahut dengi görevlere memur olarak atanırlardı. (Daha teferruatlı
bilgi için bk. Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesi Ders Programlarıyla
Müderrisin Kadrosu ve Medâris Kanûnu ve Nizâmnâmesi, İstanbul 1338, 3-5, 7,
33-36. maddeler [s. 19, 28-29]; Mübahat S. Kütükoğlu, “Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye
Medresesi ve Kuruluşu Arefesinde İstanbul Medreseleri”, İslâm Tetkikleri
Enstitüsü Dergisi, VII/1-2 [İstanbul 1978], s. 3, 12; Zeki Salih Zengin,
“Kurtuluş Savaşı Döneminde ve Cumhuriyet’in Başlarında Türkiye’de Medreseler
ve Din Eğitimi”, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, XLIII/2
[Ankara 2002], s. 281; a.mlf., “Kurtuluş Savaşı Döneminde Medrese Öğretim
Programları ve Ders İçeriklerinin Düzenlenmesi Çalışmaları”, Ankara
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, XLIV/1 [Ankara 2003], s. 192-193;
Mübahat S. Kütükoğlu, “Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesi”, DİA, İstanbul
1993, VIII, 507. Ayrıca bk. Ünal Taşkın vd., Elazığ Eğitim Tarihi,
Elazığ 2010, s. 69.)
[54] İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında,
II, 172.
[55] Zeki Salih Zengin, “Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun
Hazırlanmasından Sonraki İlk Dönemde Uygulanışı ve Din Eğitimi”, Dinî
Araştırmalar, V/13 (Ankara 2002), s. 85. Harput Dârü’l-hilâfesi ve
İmam-Hatip Mektebi’nin âkıbeti için bk. İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında,
II, 78-79.
[56] Kemâleddin Efendi’nin memuriyetleri ile ilgili
faydalandığımız ana kaynak onun Diyânet İşleri Başkanlığı’nda bulunan husûsî
dosyasıdır. Ancak dosya tasnif edilmediği için gömlek ve belge numaraları
bulunmamaktadır. Ayrıca bk. 1325 Sene-i Hicriyyesine Mahsûs Sâlnâme-i Ma'
mûretü’l-azîz, [Ma'mûretü’l-azîz] Vilâyet Matbaası, ty., s. 62; İshak Sunguroğlu,
Harput Yollarında, II, 172.
[57] bk. BOA, DH.MUİ., dosya nr. 21-3, gömlek nr. 8, belge nr.
13.
[58] Orijinal nüsha için bk. EK I.
** Gâye:
Son. Gâye-i Mayıs: Mayıs sonu.
*** Çizelgede
1 Eylül yerine sehven 12 Eylül yazılmıştır.
[60] AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36447, vr. 1a.
[61] İlmiye Salnâmesi,
Matbaa-i Âmire 1334, s. 90.
[62] Edirne,
Bursa, Şam, Mısır ve Filibe’den oluşan mevleviyet derecesidir (kadılık/
müderrislik statüsü). Bu dereceler hakkında teferruatlı bilgi için bk. İsmail
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, s.
91-103; M. Zeki Pakalın, “İzmir Pâye-i Mücerredi”, Osmanlı Tarih Deyimleri
ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1971, II, 109; “Haremeyn Pâyesi”, a.g.e.,
I, 746-747; Mehmet İpşirli, “Mahreç”, DİA, Ankara 2003, XXVII, 387-388;
Fahri Unan, “Mevleviyet”, DİA, Ankara 2004, XXIX, 467-468.
[63] DİB Arşivi, Kemâleddin Efendi Dosyası.
[64] Beyzâde Hacı Mehmed Nûri Efendi (v. 1357/1938) hakkında
teferruatlı bilgi için bk. İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II,
115-120.
[65] Fâik Efendi hakkında teferruatlı bilgi için bk. İshak
Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 221-229.
[66] BOA, HSD.AFT., dosya nr. 5, gömlek nr. 62.
[67] Bu görevde vekâleten bulunan Ömer Fehmî Efendi o sıralar
asâleten Harput müftüsüdür. İlmiye Salnamesi, s. 250. Hakkında bilgi
için bk. İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 420-421.
[68] Bazı örnekler için bk. BOA, BEO, dosya nr. 2367, gömlek nr.
177459; DH.MKT., dosya nr. 1293, gömlek nr. 25; DH.MKT., dosya nr. 1293, gömlek
nr. 65; DH.MKT., dosya nr. 2760, gömlek nr. 86; DH.MUİ., dosya nr. 21-3, gömlek
nr. 8; BEO, dosya nr. 2378, gömlek nr. 178310; BEO, dosya nr. 3113, gömlek nr.
233410; DH.MKT., dosya nr. 2676, gömlek nr. 65; DH.MKT., dosya nr. 1287, gömlek
nr. 52; DH. MKT., dosya nr. 2657, gömlek nr. 34; BEO, dosya nr. 3573, gömlek
nr. 267955; DH. MKT., dosya nr. 1304, gömlek nr. 14.
[69] İshak Sunguroğlu, Mehmed Fâik Efendi II. Meşrutiyet’in
ilânı esnâsında azledilince müftülüğün Beyzâde Nûri Efendi’ye teklif edildiğini
ancak onun bu vazifeyi kabul etmeyip mebusluğu tercih ettiğini yazmaktaysa da
(bk. Harput Yollarında, II, 116) Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulunan
12 Safer 1328/ 23 Şubat 1910 tarihli dosyadaki belgeler durumun yukarıda bizim
anlattığımız gibi olduğunu ortaya koymaktadır (ayrıca bk. DH. MKT., dosya nr.
1304, gömlek nr. 14; DH.MUİ., dosya nr. 21-3, gömlek nr. 8; Dâire-i
Meşîhat’ten Dâhiliye Nezâreti’ne gönderilen 20 Şevvâl 1327/ 22 Teşrîn-i Evvel
1325/ 4 Kasım 1909 tarihli belge; M. Nûri Efendi’nin “Dâhiliye Nâzırı Tal'at
Beyefendi Hazretlerine” hitâben yazdığı 19 Teşrîn-i Evvel 1325/ 1 Kasım 1909
tarihli telgraf metni).
[70] BOA, DH.MUÎ., dosya nr. 21-3, gömlek nr. 8, belge nr. 10.
[71] 1327/1910’da şeyhülislâm olan Hüseyin Hüsnü Efendi
kendisini atayan kabinenin birtakım icraatlarını eleştirdiği ve muhâlif
mebuslarla işbirliği yaptığı gerekçesiyle görevden alınmıştır. Şeyhülislâmlık
makamında sadece 6 ay kalabilen Hüseyin Hüsnü Efendi’nin istifâya mecbur
bırakılmak sûretiyle vazifeden el çektirilmesinden sonra Musa Kâzım Efendi (v.
1338/1920) şeyhülislâm yapılmıştır. Daha teferruatlı bilgi bk. Mehmet îpşirli,
“Hüseyin Hüsnü Efendi”, DİA, İstanbul 1998, XVIII, 552-553.
[72] BOA, DH.MUÎ., dosya nr. 21-3, gömlek nr. 8, belge nr. 11.
[73] BOA,
DH.MUÎ., dosya nr. 21-3, gömlek nr. 8, belge nr. 13.
[74] BOA, DH.MUİ., dosya nr. 21-3, gömlek nr. 8, belge nr. 14
[75] İmam Efendi, Osman Bedreddin (1266-1340/ 1850-1924).
Teferruatlı bilgi için aş.bk. 183. dipnot.
[76] BOA, DH.ŞFR., dosya nr. 60, gömlek nr. 286.
[77] Bu telgrafın çekildiği dönemde Şeyhülislâmlık makamında
Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi (v. 1339/1921) bulunmaktadır.
[78] Hakkında bilgi için bk. İshak Sunguroğlu, Harput
Yollarında, II, 403.
[79] { Ij* ^jî J,} ( Hayır verilmiştir.)
ibaresi şu ayetten muktebestir: { IjiS Ij* ^<jl Jü <u^Jl oj; jj ^l-L j
4-*S^Jl ^£ ^»IJJI IjJjl Jl JSU Uj } “(Allah)
hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse ona pek çok hayır verilmiş
demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alır.” (el-Bakara 2/269)
[80] Ceride-i Sûfiyye, sy.
121 (3 Şevvâl 1334), s. 241.
[81] Mütârekenin ilgili maddesi şöyleydi: “Vilâyât-ı sittede
iğtişâş zuhûrunda mezkûr vilâyetlerin herhangi bir kısmının işgâli hakkını
İtilâf Devletleri muhâfaza ederler.” Ali Türkgeldi, Mondros ve Mudanya
Mütârekelerinin Tarihi, Ankara 1948, s. 73.
[82] Daha teferruatlı bilgi için bk. Hamdi Baytulluoğlu, “Milli
Mücâdele Başlıyor”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, I/22 (İstanbul
1969), s. 41-43.
[83] Satvet-i Milliye, nr.
25 (26 Muharrem 1340), s. 2.
[84] Zekeriyya Bican, Sekizinci Şehir: İz Bırakanlar,
Elazığ 2011, II, 194. Bu bilgiye şüpheyle yaklaşmamızın sebebi, müellifin bu
bilginin kaynağını vermemesi, araştırmalarımıza rağmen bununla ilgili herhangi
bir arşiv belgesine rastlaya- mamız ve adı geçen eserde Kemâleddin Efendi’yle
ilgili iki küçük paragraftık yazının neredeyse her cümlesinde bilgi hatalarının
bulunmasıdır. Hattâ bu başlık altında paylaşılan fotoğraf bile Kemâleddin
Efendi’ye âit değildir.
[85] Makalemizin ana konusu Milli Mücâdele’de ulemânın rolü
olmadığı için bu konuyla ilgili teferruatlı kaynak gösterme yoluna gitmedik.
Konuyla ilgili yapılan bir çok çalışma arasında şu eserlere bakılabilir: Cemal
Kutay, Kurtuluşun ve Cumhuriyet’in Manevî Mimarları, Ankara ty.; a.
mlf., İstiklâl Savaşının Maneviyat Ordusu, I-II, İstanbul 1977; Kadir
Mısıroğlu, Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücâhidler, İstanbul 1992; Recep
Çelik, Milli Mücâdelede Din Adamları, I-II, İstanbul 1999; Ali
Sarıkoyuncu, Milli Mücâdelede Din Adamları, I-II, Ankara 2007; Hülya Küçük,
Kurtuluş Savaşında Bektaşiler, İstanbul 2003, s. 45-96; Ömer Turan,
“Milli Mücâdele Lehine Kamuoyu Oluşumunda Din Adamları”, Atatürk Araştırma
Merkezi Dergisi, XV/45 (Ankara 1999), s. 821-834; Cevdet Küçük, “Millî
Mücâdele”, DİA, İstanbul 2005, XXX, 76-83.
[86] “Milli Müdâfaa Döneminde Müdâfaa-i Hukuk Teşkilatları”
(yay. haz. Tarih Araştırmaları Grubu), Belgelerle Türk Tarihi Dergisi,
II/19 (İstanbul 1986), s. 9-10; Satvet-i Milliye, nr. 22 (5 Muharrem
1340), s. 1; Mustafa Kemâl Paşa Müdâfaa-i Hukuk Cemiyetleri etrafındaki
teşkilatlanmaları il il takip etmiştir. Buna binâen 1 Haziran 1919da El'azîz
vâli vekili Hüsnü Bey’e telgraf çekerek orada Vilâyât-ı Şarkıyye Müdâfaa-i
Hukuk Cemiyeti’nin şûbesi olup olmadığını ve varsa kimlerden oluştuğunu sormuş,
Vâli de 18 Haziran 1919’da gönderdiği cevapta şehirde cemiyetin bir şubesinin
bulunduğunu, yöneticilerinin de eşrâftan kimseler olduğunu söylemiş, ama isim
belirtmemiştir (bk. M. Kemal Atatürk, Nutuk, İstanbul 1969, III,
901-902 [vesika nr. 3-4]).
[87] Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, İstanbul 1999, I,
272-273.
[88] Gerek her iki fetvâ metni gerekse Şevket Süreyya Aydemir’in
“fetvâlar harbi” dediği bu süreçle ilgili teferruatlı bilgiler için 84.
dipnotta Milli Mücâdele’de ulemânın rolü ile ilgili verdiğimiz kaynaklara
bakılabilir.
Cumhurbaşkanlığı
Arşivi’ndeki bir belgeye göre (CA, Dol.3, Kutu 24-4, Dos.51-5. Fih.1-1) Mustafa
Kemâl Paşa müftülerin Ankara Fetvâsı’nı nasıl karşıladığını sıkı sıkıya takip
etmiş Başkumandan sıfatıyla Şer'iyye Vekâleti’ne “Anadolu ulemâ-yı kirâmının
dinî esâsât ve delâile müsteniden tastîr ettiği fetvâya vaz'-ı imzâ etmeyen
ulemâdan el-yevm... müftülük makamını işgâl edenler var mıdır ve kimlerdir,
lütfen iş'âr buyurulmasını ricâ ederim.” şeklinde yazı göndermiş ve kendisine
Vekâlet tarafından imza atmayanların “ekall-i kalîl” (çok az) oldukları ve
onların da artık yerinde bulunmadıkları cevâbı verilmiştir. (bk. Ömer Turan,
“Milli Mücâdele Lehine Kamuoyu Oluşumunda Din Adamları”, s. 831-832) Şer'iyye
Vekâleti’nin “ekall-i kalîl” zümresindeki müftülerin isimlerini Mustafa Kemâl’e
tek tek bildirip bildirmediğini, bu yazışmaların hangi tarihlerde vuku
bulduğunu, devamının olup olmadığını Cumhurbaşkanlığı Arşivi kapalı olduğu için
bilmiyoruz. Basına yansıyan haberlere göre (6 Temmuz 2015) Restorasyon
Atölyesi’nde fizik- sel/kimyasal bakım ve onarımları, dijital ortama aktarılma
gibi işlemleri tamamlanan bu arşivdeki belgelere yazılım arayüzleri
hazırlanınca ulaşılabilecek. Bu mücbir sebep dolayısıyla yukarıdaki bilgileri
Prof. Dr. Ömer Turan’ın makalesinden aktarmakla iktifâ etmek zorunda kaldık.
[89] Cerîde-i Sûfiyye, nr.
148 (22 Zilka'de 1336), s. 462.
[90] Midhat Sertoğlu, “Millî Mücadele’ye Yardım Ettikleri İçin
Cezalandırılmak İstenenlere Dair Yayınlanmamış Belgeler”, Hayat Tarih
Mecmûası, yıl 14, sy 2 (Şubat, İstanbul 1978), s. 47-49; Osman Akandere,
“Damat Ferit Paşa’nın IV. Hükümeti Döneminde Kuvâ-yı Milliye İleri Gelenleri
Hakkında Verilen İdam Kararları”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi
Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, sy. 43 (Ankara 2009), s. 366-369.
[91] İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, I, 182-189.
[92] İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 174.
[93] Talat Turhan Bey ile yaptığımız görüşmeden. Ayrıca bk.
Muzaffer Ayhan Kara, Atatürk’ün Yarbayı Talat Turhan İçin Ne Dediler,
İstanbul 2004, s. 201.
[94] “Müftî-i Vilâyet Kemâl Efendi tarafından hükûmet-i
Cumhûriyemiz’in teâlîsini mutazammın Türkçe bir duâ okunduktan sonra makâm-ı
Vilâyetde merâsim-i tebrîkiyye îfâ kılındı.” (Ma' mûretüTazîz Gazetesi,
nr. 1978 [16 Rebîü’l- âhir 1344/ 5 Teşrîn-i Sânî 1341], s. 1.) 1926’da yapılan
kutlamalarda Kemâleddin Efendi sürgünde olduğundan “Türkçe belîğ duayı müftü
vekili müderris Ömer Efendi yapmıştır (Ma'mûretüTazîz Gazetesi, nr. 2029
[27 Rebîü’l-âhir 1345/ 3 Teşrîn-i Sânî 1926], s. 1). 1926’dan sonraki kutlama
etkinliklerinde ise duâ merasimi artık yer almayacaktır. (Teferruatlı bilgi
için bk. Mehmet Çevik-Yavuz Haykır, “Elazığ Basınına Göre Cumhuriyet’in İlk
Yıllarında Elazığ’da Cumhuriyet Bayramı Kutlamaları (1925-1932)”, Türk
Dünyası Araştırmaları, sy. 211 [İstanbul 2014], s. 195-226.)
[95] Şark’ta Şeyh Saîd hâdisesinin yankısı uzun süre devam
etmiştir. Elazığ’da bazı yaşlılar bu hâdisenin patlak verdiği yılda doğmuşlarsa
doğum tarihlerini söylemek yerine “Şeyh Meselesi çocuğuyum” derler. Birinin o
yıllarda doğduğunu söylemek istediklerinde de “Şeyh Meselesi çocuğudur”
cümlesini kullanırlar.
[96] Mahmut Akyürekli, 1925 Diyarbakır-Elazığ Yargılamaları:
Gerekçe ve Hükümleriyle Şark İstiklal Mahkemesi Kararları, İstanbul 2014,
I, 6. Daha teferruatlı bilgi için bk. Ergün Aybars, İstiklâl Mahkemeleri,
İzmir 1988, s. 293-352; Mahmut Akyürekli, Şark İstiklal Mahkemesi:
1925-1927, İstanbul 2013, s. 13-26; Cevdet Küçük, “İstiklâl Mahkemeleri”, DİA,
Ankara 2001, XXIII, 350-355.
[97] İshak Sunguroğlu, Kemâleddin Efendi’nin 760 kelimeden
müteşekkil müdâfaanâmesinin kendi evrâkı arasında bulunduğunu söylemekteyse de
buna ulaşmamız mümkün olmadı. bk. Harput Yollarında, II, 174.
[98] İbnülemîn bu meseleyi “... mektupta bedî sanatını hâvî
olarak latîfeten yazdığı bir cümle nasılsa Sansür tarafından sû-i te’vîl
edilerek...” ibareleriyle özetlemektedir. İbnülemîn Mahmud Kemal İnal, Son
Asır Türk Şairleri, II, 854.
[99] Bu küpürdeki haber ile DİB Arşivi’ndeki 7 Ağustos 1926
tarihli Vâlilik yazısı maznûnların tutuklanma sırası konusunda çelişmektedir.
Biz Vâlilik yazısı ile de örtüştüğü için Talat Turhan Bey’in anlattıklarını
esas aldık. Vâlilik Yazısı için aş.bk. “Kemâleddin Efendi’nin Yerine Atanacak
El'azîz Müftüsü Meselesi”.
[100] Şark İstiklâl Mahkemesi Karar Defteri, s. 900-901. Şark
İstiklâl Mahkemesi kararları Mahmut Akyürekli tarafından çok yakın bir tarihte
neşredildi. Ancak eserde Kemâleddin Efendi ile ilgili karar yazısı başta olmak
üzere birçok okuma hatası bulunmaktadır. Bu kayıt için bk. Mahmut Akyürekli, Gerekçe
ve Hükümleriyle Şark İstiklâl Mahkemesi Kararları, İstanbul 2014, II, 893.
Mahkeme reisi ve azâları hakkında bilgi için de bk. Mahmut Akyürekli, Şark
İstiklal Mahkemesi: 1925-1927, s. 135-141; a.mlf., 1925
Diyarbakır-Elazığ Yargılamaları: Gerekçe ve Hükümleriyle Şark İstiklal
Mahkemesi Kararları, I, 16-19.
[101] Sunguroğlu’nun kaydettiği bir anekdota göre İstiklâl
Mahkemesi’nin celalli âzâlarından Ali Sâib Bey Harput’a çıktığı bir gün
Kemâleddin Efendi’nin evinde kahvaltı yapmış, birlikte Harput’u gezmişler, Ali
Sâib Bey Harput ulemâsından Koç Ali Efendi’ye dersiâmlık verilmesi için o zaman
müftü olan Kemâleddin Efendi’den Ankara’ya bir teklif yazısı yazmasını istemiş
Kemâleddin Efendi de bu isteği yerine getirmiştir (a.g.e., II, 404). Ne
var ki kısa süre sonra Kemâleddin Efendi’yi yargılayıp sürgün kararını
imzalayanlar arasında Ali Sâib Bey de bulunacaktır.
[102] Talat Turhan Bey’in anlattığına göre Şubat 1925’teki bu
ayaklanmalar sırasında şehrin ileri gelenleri Kemâleddin Efendi’nin konağına
sığınmışlardır. Şehri kısa süreliğine de olsa teslim alan ve talan eden âsiler
Kemâleddin Efendi’nin konağına do- kunmamışlardır. Talat Turhan Bey bunu her
kesimden insanın dedesine duydukları saygıya bağlamaktadır.
[103] Hayatı hakkında bilgi için bk. İshak Sunguroğlu, Harput
Yollarında, II, 415-416; Sadık Albayrak, Son Devir Osmanlı Ulemâsı,
İstanbul 1996, IV, 207. Her iki yazar da aynı isimden bahsetmelerine rağmen
tarihler, bazı isim ve vazifelerde tutarsızlıklar bulunmaktadır.
[104] DİB
Arşivi, Kemâleddin Efendi Dosyası.
[105] Söz konusu telgrafnâme 9 Eylül 1926 tarihlidir (bk. DİB
Arşivi).
[106] DİB Arşivi, Kemâleddin Efendi Dosyası.
[107] bk. DİB Arşivi, Kemâleddin Efendi Dosyası, 16 Mayıs 1927,
25 Mayıs 1927, 30 Mayıs 1927 tarihli yazışmalar.
[108] Hakkında bilgi için bk. İshak Sunguroğlu, Harput
Yollarında, II, 214-215.
[109] Şiir için bk. Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar
Blm., nr. 38187, vr. nr. yok.
[110] AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Bölümü’nde bulunan (nr. 36)
defter sarf, kelâm, tefsîr, fıkıh, mantık gibi ilimlere dâir bazı notların ve
fevâidin olduğu bir mecmûadır. Kemâleddin Efendi söz konusu şiirlerini bu
defterin boş kısımlarına dağınık bir şekilde kaydetmiştir.
[111] Mecmûa, AÜİF
Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36, s. 98 (eser yazma olmasına rağmen varak
değil sayfa esas alınarak numaralandırılmıştır). Kemâleddin Efendi’nin
bahsettiği “Kâmil”in kim olduğunu tespit edemedik.
[112] Mecmûa, AÜİF
Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36143, vikaye varağı.
[113] Mecmûa, AÜİF
Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36, s. 2.
[114] a.g.e., s. 153.
[115] Şeyhülislâm Yahyâ, Dîvân, İstanbul 1334, s. 120
(“olmağın” kelimesi “olduğın” şeklinde.).
[116] Yenişehirli Avnî, Dîvân, İstanbul 1302, s. 144.
[117] a.g.e., s. 129.
[118] a.g.e., s. 175.
[119] Fıtnat Hanım, Dîvân, İstanbul 1286, s. 16
(“Gazeliyât” kısmı).
[120] Mecmûa, AÜİF
Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36, s. 140. Kemâleddin Efendi şâirlerini tespit
ettiğimiz yukarıdaki beyitleri de bu sayfaya yazmıştır. Diğer beyitlerde isim
yokken kendi beytinin altında “li-muharririhi Kemâleddin” kaydı vardır.
[121] Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi,
Yazmalar Blm., nr. 38182, vr. nr. yok. İshak Sunguroğlu’nda ilk mısrâ “Ben
lâ-mekânda tayy-ı mekân etmek isterim” şeklindedir (Harput Yollarında,
II, 174).
[122] “Dünya seni daralttığında “Elem neşrah” sûresini
hatırla. Zorluğun iki kolaylık arasında olduğunu idrâk et ve rahatla...” Mecmûa,
AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36, s. 103.
[123] “Yâd et kardeşim! Kader bizi ayırırsa, senin hâtıran ile
sabahı ve akşamı geçiren kardeşini yâd et... Uzak düştükten sonra kardeşlik
hakkını unutma sakın. Zira ne senin gibi biri ne de benim gibisi unutulur...”
İbn Asâkir, Târîhu Medîneti Dımaşk (thk. Muhibbüddîn Ebî Saîd Ömer b.
Ğarâme el-Amravî), Beyrut 1995, XII, 82.
[124] Kemâleddin Efendi bu beyitleri Samsun’da iken kendisine
Harput’tan gönderilen bir telgrafnâmenin arkasına yazmıştır. Telgrafnâme AÜİF
Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36’daki Mecmûada bulunmaktadır.
[125] Kemâleddin Efendi’nin defterine kaydettiği bu mısrâlar
kendisi gibi müderris olan XVI. asır şuarâsından Nişancızâde Ahmed Ramazan
Efendi’ye âittir (bk. Kınalızâde Hasan Çelebi, Tezkiretü’ş-Şuarâ [haz.
Aysun Sungurhan Eyduran], Ankara 2009, s. 119-120). (Tezkirede ikinci
mısrâdaki “tabîbim” kelimesi “tabîbâ” şeklinde kayıtlı.)
[126] DİB Arşivi, Kemâleddin Efendi Dosyası.
[127] 4 Mart 1925’te iki yıllığına çıkarılan bu kanun bilâhere
iki yıl daha uzatılmış ve 4 Mart 1929’da yürürlükten kaldırılmıştır.
[128] Mecmûa, AÜİF
Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36.
[129] İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 404.
[130] Bir
fotoğrafın üzerine yazdığını söylediği kıt’a. Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi,
Yazmalar Blm., nr. 38182, vr. nr. yok.
[131] Hayatı hakkında teferruatlı bilgi için bk. H. Kadircan
Keskinbora, Bilimde, Siyasette Milli Mücadelede Bir Işık: Esat Işık,
İstanbul 2010.
[132] Ankara Üniversitesi Kütüphanesi Yazmaları, nr. 38182, vr.
nr. yok.
[133] DİB Arşivi, Kemâleddin Efendi dosyası.
[134] Talat Turhan Bey’in anlattığına göre Kemâleddin Efendi’yi
GATA’ya sevkeden El'azîz’deki doktor ona İstanbul’daki doktora teslim edilmek
üzere bir mektup vermiş. Kemâleddin Efendi İstanbul’a gelince doktora mektubu
takdim etmiş. Mektupta şöyle yazıyormuş: “Bir kaz gönderdim, yol!” Kemâleddin
Efendi’nin ilmî müktesebâtına ve yaşına büyük hürmet gösteren doktor durumdan
Efendi’yi haberdâr ederek mektubu yırtıp atmıştır.
[135] Vefât tarihi mezar taşına zuhûl eseri olsa gerek 1355
olarak hakkedilmiştir.
[136] Kemâleddin Efendi’nin kabrinin bulunduğu yer başlangıçta
âile mezarlığı şeklindeyken bugün başkalarının da defnedildiği umûmî bir
mezarlık hâline gelmiştir. Oranın “Kürtler Türbesi” olarak anıldığını İbnülemîn
Bey kaydetmektedir (Son Asır Türk Şâirleri, I, 533).
[137] İshak
Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, s. 175; Hasibe Mazıoğlu, Ahmet
Remzi Akyürek ve Şiirleri, Ankara 1987, s.
271.
Mazıoğlu’nun eserinde üçüncü beyit yoktur.
[138] Ahmet Turan Arslan, “Harput’ta Bir Âlim Sülâlesi: Efendigil
Ailesi”, s. 92.
[139] bk. Elazığ Nüfus Müdürlüğü Kemâleddin Efendi’nin hüviyet
kaydı.
[140] bk. Ömer Naîmî Erdem, “Medenî Kanunun Bâriz Vasıfları”, Altan,
sy. 44-47 (Elazığ, Şubat 1939), s. 41-46; a.mlf., “Atamın Mezarında”, a.g.e.,
s. 53; a.mlf., “Tetkikler: Harput Şairleri”, a.g.e., sy. 39-42 (Elazığ,
Eylül 1938), s. 39-40.
[141] C.H.P. Yedinci Büyük Kurultayı, [Ankara 1948], s. 6.
[142] Resmî Gazete, 7 Nisan
1948, s. 964 (Elazığ Asliye Hukuk Mahkemesi’nin ilâmından).
[143] bk. İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II,
172-173.
[144] Kemâleddin Efendi’nin ulaşabildiğimiz bütün eserlerini
bugünkü harflere aktararak açıklayıcı ilâvelerle yayımlama çalışmalarımız devam
etmektedir. Bu çalışmaların ilki için bk. Ahmet Karataş, “Harput Ulemâsından
Müderris- Müftü Mehmed Kemâleddin Efendi’nin Rekâik: Hadîs-i Erbaîn Risâlesi”, Marmara
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 48 (İstanbul 2015), s. 57-94.
[145] Fakîh, nahiv âlimi ve şâir olan İbnü’n-Nahvî aynı zamanda
İmam Gazzâlî’nin muakkiblerinden bir sûfîdir. Daha teferruatlı bilgi için bk.
Hüseyin Elmalı, “İbnü’n-Nahvî, el-Kasîdetü’l-münferice’si ve Tercümesi”, Dokuz
Eylül Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 16 (İzmir 2002), s.
38-40; İsmail Durmuş-Hüseyin Elmalı, “İbnü’n-Nahvî”, DİA, Ankara 2000,
XXI, 163-164.
[146] İbnü’n-Nahvî’nin, el-Ferec ba'deş-şidde, Ümmü’l-ferec,
el-Fütûh adlarıyla da anılan Kasîde-i Münfericesini mallarının
gaspedilmesi üzerine yazdığı, kasîde yazıldıktan sonra gördüğü rüya sebebiyle
korkuya kapılan gaspçının aldığı malları İbnü’n-Nahvî’ye iâde ettiği
anlatılır. Allah’a teslimiyetten, O’nun ihsânının ve lutfunun sonsuzluğundan,
kuvvet ve kudretinden bahseden muhtevâsı, anlatılagelen rüya hâdisesi ve bunu
duâ niyetine okuyanın duâsının mutlaka kabul edileceğine dâir oluşan inanç
Kasîde-i Münferice’yi asırlar boyu okunan, tahmîs, tesbî', taştîr, taklid- leri
yazılan, muâraza, tazmîn, tercüme ve şerh edilen bir vird hâline getirmiştir.
bk. Hüseyin Elmalı, “İbnü’n-Nahvî, el-Kasîdetü’l-münferice’si ve Tercümesi”, s.
41-56.
[147] Kemâleddin Harputî, Kasîde-i Münferice’nin Tahmisiyle
Berâber Türkçe Şerhi, s. 5. Takrîzi yazdığı dönemde 30 yaşında olan
İbnülemîn Son Asır Türk Şâirleri’nde bunu “evâil-i şebâb”da yazdığını
vurgulayarak ifrâta varan övgülerini gençliğine bağlıyor gibidir (a.g.e.,
II, 854).
[148] Meselâ bk. 33. bend, s. 99.
[149] Kemâleddin Efendi Hazîne-i Fünûn'da Kasîde-i
Tantarâniyye’nin şerhini tefrikalar halinde yayımlamıştır. Yayımlanan son
kısmın altına Hazîne-i Fünûn imzalı “Kemâleddin Efendi Hazretleri’nin
bundan böyle dahi ba'zı âsâr-ı fâzılâneleriyle sahîfelerimizi tezyîn
buyuracaklarını ümîd ederiz.” şeklindeki not konulunca Kemâleddin Efendi
mecmûaya Kasîde-i Münferice şerhini göndermiştir. Fakat ilk bölüm
dışında gönderdiği cüzlerin devam eden sayılarda yayımlanmaması üzerine dergi
idâresine bir mektup yollamış, idâre 49-50. sayıda “Muhâberât-ı Aleniyye”
başlığı altında Kemâleddin Efendi’ye “Eserleriniz önümüzdeki hafta
neşredilecektir. Mâba'dlarını sür'at-i mümkine ile irsâl buyurmanızı ricâ
ederiz.” diye cevap vermesine rağmen (s. 495) sonraki iki sayıda da
gönderilenleri neşrede- memiştir. Birlikte çıkan 51-52. sayısında yayın müdürü
mecmûanın bu sayılarla üçüncü yılını doldurduğunu, neşredilmeyen yazıların
gelecek sayılarda çıkacağını belirterek “ashâb-ı âsârın gücenmemelerini
bilhassa” ricâ etmiştir (s. 509). Dördüncü senenin ilk sayısında Kemâleddin
Efendi’den yine alenen özür dileyen mecmûa idâresi söz konusu yazıları gelecek
sayılarda yayımlayacağı sözünü vermiştir (IV/1, s. 18). Ancak tefrikalar
bitmeden mecmûa 4. yılında 20. sayısını da neşredip yayın hayatına son
vermiştir (24 Rebîü’l-evvel 131[4]).
[150] BOA, MF.MKT., dosya nr: 507, gömlek nr. 40. Dosyada ayrıca
yukarıdaki belgede ifade edilen beyânnâme ve eserin beş nüshasının yerine
ulaştığına dâir yazı da mevcuttur.
[151] bk. s. 6-7.
[152] el-Müttakl el-Hindî, Alâüddîn Alî, Kenzul-'ummâl fî
süneni’l-akvâl vel-efâl (thk. Bekrî Hayyânî-Saffet es-Sekka), Beyrut 1985;
X, 158 (hadis nr. 28817, 28818); el-Aclûnî, İsmâîl b. Muhammed, Keşfü’l-hafâ
ve müzîlü’l-ilbâs ammâ iştehere mine’l-ehâdîs alâ elsineti’n-nâs (thk.
Ahmed el-Kalâş), Beyrut 2000, II, 322 (hadis nr. 2465).
[153] Ahmet Karataş, “Harput Ulemâsından Müderris-Müftü Mehmed
Kemâleddin Efendi’nin Rekaik: Hadîs-i Erbaîn Risâlesi”, Marmara Üniversitesi
İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 48 (İstanbul 2015), s. 57-94.
[154] İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 173.
[155] Defterde “nüsha” kelimesi tercih edilmiştir.
[156] Daha geniş bilgi için bk. İsmail Durmuş, “Kasîde-i
Tantarâniyye”, DİA, İstanbul 2010, XXXIX, 576-577.
[157] bk. Orhan Okay, “Hazîne-i Fünûn”, DİA, İstanbul
1998, XVII, 135.
[158] İshak Sunguroğlu Kasîde-iFerîde
Tercemesi’ninMa'mûretü’l-azîzGazetesinde neşredildiğini söylemekteyse de
tarih ve sayı vermemektedir (Harput Yollarında, II, 172). Gazetenin
Milli Kütüphane ve TBMM Kütüphanesinde bulunan sayılarında söz konusu tefrikaya
rastlamadık. Kütüphanelerimizde Ma'mûretü’l-azîz Gazetesinin eksiksiz
koleksiyonu ise maalesef bulunmamaktadır.
[159] Kemâleddin Harputî, “Kasîde-i Ferîde Tercemesi: Mukaddime”,
Beyânü’l-Hak, III/62 (21 Cemâziye’l-evvel 1328), s. 1251.
[160] Beyânul-hak, nr.
III/62 (21 Cemâziye’l-evvel 1328), s. 1251.
[161] Hz. Peygamber soyundan gelen Mehmed Emin Efendi Seyyid Hacı
Hâfız Mahmud Efendi’nin oğludur. Uzun süre Harput Ishak Ağa Medresesi
müderrisliğinde bulunmuş, savcılık, vilâyet ve ziraat meclisi âzâlığı
yapmıştır. Hindistanlı meşhur tefsir, kelâm, dil, belâğat ve mantık âlimi
Abdülhakîm Siyelkûtî’nin (v. 1067/1657) Zübdetü’l-efkâr ma hâşiye
yazmıştır. Kemâleddin Harputî, “Makame-i Sûfiyye”, Cerîde-i Sûfiyye, nr.
24/16 (6 Rebîü’l-evvel 1331), s. 3; Ishak Sunguroğlu, Harput Yollarında,
II, 231.
[162] Mecmûanın
bu sayısı 1 Ramazân 1331 tarihinde çıkmış olmasına rağmen kapakta sehven bir
önceki haftanın tarihi bulunmaktadır.
[163] Araştırmalarımıza rağmen esere rastlayamadık. Kürtçe ile
ilgili çalışmalar üzerine yoğunlaşan bazı araştırmacılar da bu eseri
bulamadıklarını, eser hakkında bilgi veren Sadık Albayrak’ın da esere nerede
rastladığını hatırlayamadığını yazmaktadırlar (bk. Mehmet Bayrak, “Harputlu
Ömer Avni Efendi ve Kavâid-i Lisân-ı Kürdî”, http://www.kovarabir.
com. Erişim tarihi: 04.06.2015). Kemâleddin Efendi’nin takrîzini Sadık Albayrak
eserine almıştır (Son Devir Osmanlı Ulemâsı, IV, 207-209), biz de söz
konusu yazıyla ilgili bilgiler için bu eserden faydalandık.
[164] İbnülemîn Mahmud Kemâl İnal, Son Asır Türk Şairleri,
II, 854.
[165] a.g.e., s. 854.
[166] “Hacı” Kemâleddin Efendi’nin “Deli Hacı” olarak bilinen
ağabeyi Mehmed Saîd Efendi’dir.
[167] Süleyman Ateş’le yaptığımız görüşmeden (27.04.2015).
[168] İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, 172.
[169] a.g.e., II, 172-173.
[170] Süleyman Ateş Hocamız, Ömer Naîmî Efendi’nin kendisine
Kemâleddin Efendi’nin bir gazetede neşredilmiş “Hayât-ı Tayyibe” başlıklı yazısını
gösterdiğini söylediler. Yaptığımız taramalarda bu yazıya rastlayamadık.
[171] bk. BOA, DH.MUİ., dosya nr. 21-3, gömlek nr. 8, belge nr.
13: “Vâkıa, Kemâleddin Efendi’nin ilim ve kifâyetine diyecek yoksa da...”
[172] İbnülemîn, Son Asır Türk Şâirleri, II, 854.
[173] Kemâleddin Harputî, Kasîde-i Münferice Tahmisinin Şerhi,
s. 5.
[174] AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36884.
[175] Muhammed Sâlih el-Ferfûr, el-Muhaddisü’l-ekber ve
imâmü’l-asr el-allâmetü’z-zâhid es-seyyidü’ş-şerîf Muhammed Bedrüddîn el-Hasenî,
s. 60-61.
[176] Süleyman Ateş ile görüşmemizden (27.04.2015).
[177] 07.11.2015’te yaptığımız görüşmeden. Fezâ Hanım, Kemâleddin
Efendi’nin kızı Râşide Hanım’la birlikte tütün sardıklarını, Râşide Hanım’ın
da bu sarmalar esnasında gizlice aldığı birer ikişer dalla sigara içmeye
başladığını ve ilerleyen dönemde vefâtına kadar günde üç paket tüketen bir
tiryâkiye dönüştüğünü ifade ettiler.
[178] Kemâleddin Efendi kafiyeyi oluşturacak kelimeyi yazmamış, o
kısmı noktalarla boş bırakmıştır.
[179] Mecmûa, AÜİF
Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 89, arka kapak zahriyesi.
[180] Günerkan Aydoğmuş, Harput Kültüründe Din Âlimleri,
s. 59.
[181] Mecmûa, AÜİF
Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 38182, vr. nr. yok. Kemâleddin Efendi’nin
tazmîn ettiği mısrâ Fuzûlî’nindir. (bk. Fuzûlî, Dîvân, İstanbul 1268, s.
81)
[182] Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul
1333, I, 288; Ahmed Hilmî, “Fâzıl-ı Şehîr Abdülhamîd Hamdî Efendi Rahmetullâh”,
Cerîde-i Sûfiyye, XXIV/7 (İstanbul 1330), s. 6-7; İshak Sunguroğlu, Harput
Yollarında, II, 160.
[183] Aslen Erzurumlu olan Osman Bedreddin Efendi
1274/1857-1858’de doğmuştur. 93 Harbi’ne tabur imamı olarak iştirâk ettiği için
İmam Efendi diye meşhur olmuştur. Savaşta Ruslar’a esir düşmüş, kurtulduktan
sonra 1299/1882’de taburuyla El'azîz’in Palu kasabasına gelmiş ve orada
Nakşî-Hâlidî şeyhi Mahmûd Sâminî’den inâbe almıştır. Emekliye ayrıldığı
1326/1909’a kadar Palu, Dersim, Çemişgezek mıntıkalarında taburuyla vazife
yapmış, 1909’da Harput’a yerleşmiş ve 18 Rebîü’l-evvel 1343/17 Ekim 1924’te
burada vefât etmiştir. Mezarı Efendigil âile kabristanı yakınlarında olup
ziyaretgâhdır. İmam Efendi Harput’ta ilim ve irşâd ile meşgul olmuş, Mahmûd
Sâminî Efendi’nin halifesi olarak yaptığı tasavvufî sohbetleriyle nâm salmış,
halkın yanısıra ilim ve devlet ricâlinin de hürmetini kazanmıştır. “Bedrî”
mahlasıyla şiirler de yazan İmam Efendi’nin Gülzâr-ı Sâminî ve Mektûbât
adlı mensûr eserleri mevcut olup bu eserler bugünkü harflerle yayımlanmıştır.
(Daha teferruatlı bilgi için bk. Cemâleddin Emiroğlu, İmam Efendi: Sohbetnâme,
I-III, Elazığ 1983-1985; Osman Bedreddin Erzurumî, Gülzâr-ı Sâminî:
Sohbetler, İstanbul 1993, I, 1739; İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında,
II, 268-271; Günerkan Aydoğmuş, Harput Kültüründe Din Âlimleri, s.
129-149.)
[184] İmam Efendi’nin sohbetlerini kaydeden müridlerinden birinin
yazdıklarına göre Kemâleddin Efendi bir gün İmam Efendi’nin meclisindeyken
Hicaz yolunda Kesrikli Hacı İbrahim Efendi ile şâir Köse Seferzâde Hacı Reşid
Efendi arasında geçen bir münâzaradan bahsetmiş, İmam Efendi bu münâzarada Hacı
Reşid Efendi’nin verdiği cevaba gülmüş, Kemâleddin Efendi meclisten ayrıldıktan
sonra da onun Hacı Reşid Efendiden naklettiği “garip ve tuhaf” sözünü hayretle
tekrarlamıştır. (Cemâleddin Emiroğlu, İmam Efendi: Sohbetnâme, I,
84-85.)
[185] Osman Bedreddin Erzurumî, Gülzâr-ı Sâminî: Mektûbât
(haz. Ülker Yeniacun), İstanbul 2006, I, 634-651.
[186] Mektup, defterin 43-45. sayfalarında bulunmaktadır.
[187] a.g.e., I, 637-638.
[188] a.g.e., I, 639.
[189] a.g.e., I, 642.
[190] Harputlu Sungurzâde Hacı Abdülkerim Efendi’nin (v.
1341/1923) hayatı hakkında geniş bilgi için bk. İshak Sungu- roğlu, Harput
Yollarında, II, 298-309.
[191] Osman Bedreddin Erzurumî, Gülzâr-ı Sâminî: Mektûbât,
I, 645.
[192] Hacı Tevfik Efendi (v. 1370/1951) hakkında teferruatlı
bilgi için bk. İshak Sunguroğlu, Harput Yolarında, II, 239-241.
[193] Ağın’da “Büyük Hoca” olarak bilinen Müderris Hüseyin Efendi
(v. 1354/1935) hakkında geniş bilgi için bk. Güner- kan Aydoğmuş, Harput
Kültüründe Din Âlimleri, s. 39-46.
[194] Osman Bedreddin Erzurumî, Gülzâr-ı Sâminî: Mektûbât,
I, 647-649.
[195] a.g.e., I, 649-651.
[196] Günerkan
Aydoğmuş, Harput Kültüründe Din Âlimleri, s. 59, 146-147. Aydoğmuş
menkıbenin devamında İmam Efendi’nin oğlu Ziyâüddîn Uz’dan naklen Kemâleddin
Efendi’nin bu hâdiseden sonra İmam Efendi’ye intisâb ettiğini kaydetmekteyse
de yukarıdaki mektuptan ve Kemâleddin Efendi’nin gözlerindeki rahatsızlığın geç
yaşlarda ortaya çıkmış olmasından hareketle bu bilginin tashih edilmesi
gerektiği kanaatindeyiz.
[197] Günerkan Aydoğmuş, Harput Kültüründe Din Âlimleri,
s. 147.
[198] Mecmûa, Ankara
Üniversitesi Kütüphanesi Yazmaları, nr. 38182, vr. nr. yok.
[199] “Bir Nâme-i Belîğ”, Cerîde-i Sûfiyye, XXIV/8
(İstanbul 1330), s. 8-9; “Bir Nâme-i Belîğ-i Hakâik-ihtivâ” Cerîde-i
Sûfiyye, XXIV/19 (İstanbul 1330), s. 3-4.
[200] Cerîde-i Sûfiyye,
XXIV/10 (İstanbul 1330), s. 8; İmam Efendi, Gülzâr-ı Sâminî: Mektûbât,
İstanbul 2006, II, 694.
[201] a.g.e., s. 140
[202] Gülzâr-ı Sâminî: Mektûbât, II, 690. Üçüncü mısrâdaki Sâminî İmam Efendi’nin şeyhi
olan Mahmud Saminîdir, Bedrî ise asıl adı Osman Bedrüddîn olan İmam Efendi’nin
şiirlerinde kullandığı mahlasıdır.
[203] bk. İbnülemîn, Son Asır Türk Şâirleri, I, 534;
Hüseyin Vassâf, Kemâlü’l-kemâl: Bir Eski Zaman Efendisi îbnülemîn Mahmûd
Kemâl (haz. İsmail Kara-Fatih M. Şeker), İstanbul 2009, s. 72, 107.
[204] Kemâleddin Harputî, Tesbîtü’l-mefhûm fî
tahkiki’t-tebe’iyyeti beyne’l-’ilmi ve’l-ma’lûm, AÜDTCF Kütüphanesi,
Mustafa Con Blm., A, nr. 237, vr. 26b-27a; İbnülemîn, Son
Asır Türk Şâirleri, I, 532.
[205] Hazîne-i Fünûn, III/37
(13 Ramazân 1313), s. 392.
[206] Söz konusu taştîr için bk. Hasibe Mazıoğlu, Ahmet Remzi
Akyürek ve Şiirleri, Ankara 1987, s. 136-138.
[207] Hasibe Mazıoğlu, Ahmet Remzi Akyürek ve Şiirleri, s.
54-55.
[208] Remzî Dede’nin Kemâleddin Efendi’nin vefâtına dâir yazdığı
manzûme için yk.bk. “Hastalığı ve Vefâtı”.
[209] Bedîüzzamân Saîd Nursî, Barla Lahikası, İstanbul
2012, s. 108.
[210] a.g.e., s. 114-115.
[211] a.g.e., s. 284-285.
[212] a.g.e., s. 233; 314.
Kemâleddin Efendi’nin torunu Talat Turhan Bey dedesi ile Bedîüzzamân arasındaki
muhabbet ve hürmet bağından bağımsız olarak Bedîüzzamân’la ilgili farklı
düşüncelere sahiptir. Türk Solunda yazdığı bir yazıda onun
“Cumhuriyet’in temel ilkelerine, laikliğe, CHP’ye ve masonluğa düşman” olduğunu
ifade ederek Sözler, Şuâlar ve Barla Lahikasında “Atatürk’e olan
kinini kustuğunu söylemekte ve savunmakta olduğu “ittihâd-ı İslâm” düşüncesini
gerçekleştirmek için ABD emperyalizmini desteklediği kanaatini taşımaktadır.
(Talat Turhan, “Said-i Nursî’den Günümüze CHP’yi Tasfiye Operasyonu”, Türk
Solu, sy. 75 (İstanbul, 7 Şubat 2005), http://www.turksolu. com.tr/75/Turhan75.htm.)
[213] Merhum İshak Sunguroğlu Kemâleddin Efendi’nin “Cilvegâh-ı
melâhet olmuşsun/ Mefharet-bahş-ı fıtrat olmuşsun” matla'lı nazîresini Hüseyin
Vassâf Bey’in bir gazeline yazdığını söylemekteyse de Kemâleddin Efendi bizzat
yazdığı notta bu nazîreyi “De'âvî Nâzırı Selâmî Tâhir Bey’in gazeline”
yazdığını belirtmektedir. bk. Mecûma, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm.,
nr. 38187, vr. nr. yok. (Sunguroğlu, yukarıdaki matla'ın ikinci mısrâ'ındaki
“fıtrat” kelimesini “fikret” şeklinde okumuştur.) a.mlf., Harput Yollarında,
II, 174.
[214] Mecûma, AÜİF
Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 38187, vr. nr. yok.
[215] bk. A. Tarık Tahiroğlu, “El'azîz Hatıraları (1929-1938)”, Türk
Halk Kültüründen Derlemeler 1999, Ankara 2002, s. 155, 180.
[216] Naîmî Erdem, “Harput Şâirleri: Hacı Hayri”, Altan,
sy. 24 (Elazığ, Mart 1937), s. 5.
[217] DİB Arşivindeki 11.11. 1965 tarihli resmî nüfus kayıt
belgesine göre Mutîa Hanım’ın vefât tarihi 2 Mart 1932’dir. Muhtemelen devrin
şartları icabı Mutîa Hanım vefât edince vefât kaydı Nüfus İdâresi’ne
bildirilmemiş, Kemâleddin Efendi ikinci evliliği sebebiyle resmî nikâh kıymak
istediğinde de önce Mutîa Hanım’ın vefâtı kütüğe işlenmiş, sonra ikinci evlilik
işlemleri başlatılmıştır.
[218] Mecmûa, AÜİF
Kütüphanesi, nr. 36143, vr. nr. yok.
[219] Mecmûa, AÜİF
Kütüphanesi, nr. 36, s. 149; Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, nr. 36143, vr.
nr. yok.
[220] bk. Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr.
36143, vr. nr. yok; Elazığ Nüfus İl Müdürlüğü Kemâleddin Efendi’nin hüviyet
kaydı. Bu bilgilerin bir kısmı için ayrıca bk. Kemâleddin Efendi’nin torunu
Bedihe Emek’in ifadelerinden naklen Yurdal Demirel, Tarık Tahiroğlu’nun
Hâtıralarıyla El'azizden Elazığ’a, Elazığ 2007, s. 297.
[221] Soyadı ile ilgili yk.bk. “Soyadı Mevzuu”
[222] Dedesi Abdülhamid Hamdî ile babası Kemâleddin Efendi’nin
tarih kayıtları için bk. Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr.
36143, vr. nr. yok; Mecmûa, AÜİF Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36, s.
149. DİB Arşivi’ndeki resmî nüfus kayıt belgesine göre ise doğum tarihi
1308/1891’dir.
[223] Mecmûa, AÜİF
Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36, s. 149.
[224] Mecmûa, AÜİF
Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36143, vr. nr. yok.
[225] Ömer Naîmî Efendi’nin yetiştiği devrenin medreselerin de
kapatıldığı zamana denk gelmesi ecdâdı gibi çoğu medreselerde ders kitabı
olarak okutulan dinî eserler yazmasına imkân tanımamış olmalıdır.
Araştırmalarımız sırasında birkaç tarih kıt’ası ile Beyânü’l-Hakta
neşredilen ve doğru cevabı bulanlara 1 yıllık dergi aboneliğinin hediye
edildiği Arapça lugazı dışında eski usûl yazılarına rastlayamadık (Beyânü’l-hak,
nr. 117 [20 Receb 1329], s. 2148. Lugazin halli a.g.e., nr. 124 [25
Şa'bân 1329], s. 1510).
[226] Cumhuriyet’in ilk yıllarında El'azîz’deki Erkek Muallim
Mektebi Türkçe ve Edebiyat öğretmenliğine tayini Maarif Vekâleti tarafından
yetişme tarzının müsâit olmaması gerekçesiyle reddedilmiştir. (Ahmet Turan
Arslan, “Harput’ta Bir Âlim Sülâlesi: Efendigil Âilesi”, s. 90.)
[227] Süleyman Ateş, Bir Ömür Böyle Geçti, I, 106-107.
[228] Ömer Naîmî Efendi bu 24 yılın 12 yılında avukatlıkla
beraber Elazığ Baro Başkanlığı’nı da yürütmüştür. Süleyman Ateş Hocamız’ın
naklettiğine göre Kemâleddin Efendi Ömer Naîmî Efendi’nin avukatlık yapmasına
râzı olmamış, kendisini dinlememesi üzerine ona gücenmiştir. Kemâleddin Efendi
sitemlerini meclislerde de dile getirmiş olsa gerek Elazığda ihtiyarlar
arasında bu mesele bilinir. Dedem Hacı Şevket Karataş (d. 1933) Kemâleddin
Efendi’nin oğluna “Oğlum seni medreselerde yetiştirdik ki âlim olasın. Avukat
olup da hırsızı, arsızı, katili mi savunacaksın?” diyerek onun avukatlığı
seçmesine karşı çıktığını duyduğunu bana nakletmişti.
[229] Hayatı hakkında teferruatlı bilgi için bk. Ahmet Turan
Arslan, “Harput’ta Bir Âlim Sülâlesi: Efendigil Âilesi”, s. 9092. Vefâtı ile
ilgili ilanlar için bk. Cumhuriyet, 27.05.1966, s. 2; Milliyet,
27.05.1966, s. 2.
[230] Ünal Taşkın vd., Elazığ Eğitim Tarihi, s. 109, 114.
Kütüphane-Neşriyât Şubesi’nin yayımladığı Altan Dergisinin 22. sayısına
kadar künyede yazı işleri yahut sorumlu müdür ismi bulunmamaktadır; ancak 22.
sayıdan itibaren Ömer Naîmî Efendi’nin adı neşriyât müdürü olarak yer almıştır.
bk. Nurettin Güz, Tek Parti İdeolojisinin Yayın Organları Halkevleri
Dergileri 1932-1950, Ankara 1995, s. 69. Ayrıca bk. Yavuz Haykır, “Elazığ
(El'azîz) Halkevi Yayınları ve Altan Dergisi”, Türk Dünyası Araştırmaları,
sy. 171 (İstanbul 2007), s. 128, 131, 141.
[231] bk. 4 Aralık 2012 tarihli Posta Gazetesi. http://www.posta.com.tr/saglik/haberdetayarticleID=151081.
[232] Turan Gazetesi, sy.
588 (29 Birinci Teşrîn 1938), s. 1-2.
[233] Turan Gazetesi, sy.
593 (12 İkinci Teşrîn 1938), s. 1.
[234] Altan, sy. 44-47
(Şubat 1939), s. 53.
[235] C.H.P. Yedinci Büyük Kurultayı, s. 6.
[236] Tayyar Altıkulaç ile yaptığımız görüşmeden (22.06.2015).
[237] Ahmet Turan Arslan, “Harput’ta Bir Âlim Sülâlesi: Efendigil
Âilesi”, s. 92.
[238] Elazığ’ın manevî büyüklerinden emekli vâiz Cemâleddin
Emiroğlu Hocaefendi ile yaptığımız görüşmeden (30.08.2015).
[239] Ahmet Turan Arslan, “Harput’ta Bir Âlim Sülâlesi: Efendigil
Âilesi”, s. 92. Ömer Naîmî Efendi’in kabul etmediği göreve Ömer Nasuhi Bilmen
getirilmiştir.
[240] 07.11.2015’te yaptığımız görüşmeden.
[241] 28.08.2015-Elazığ.
[242] Mehmed Zihnî Efendi’nin hazırladığı mufassal ilmihâl.
[243] Tam adı en-Nahvü’l-vâzıh fî kavâ'
idi’l-luğati’l-Arabiyye olan, Ali Cârim ve Mustafa Emîn’in orta dereceli
mektepler için hazırladıkları Arapça nahiv kitabı.
[244] Hocaefendi ile yaptığımız görüşmeden (30.08.2015).
[245] Süleyman Ateş, Bir Ömür Böyle Geçti, s. 99.
Hocamızla yaptığımız görüşmede söz konusu şiirleri yeri geldikçe bi’l- bedâhe
okuduğuna şâhit olduk.
[246] El'azîz Halkevi’nin Köylü ve Halk Neşriyâtı serisinin ilk
yayımı olan kitapçık Naîmî Efendi’nin Altan dergisinde neşrettiği eski
hukuk ve yeni medenî kanuna göre mirasla ilgili iki yazısının genişletilmiş
hâlinden ibârettir.
[247] Bu yazıların beşi akrabası şâir Harputlu Hayri Bey (v.
1328/1910), biri şâir Harputlu Rahmî Bey (v. 1301/1884), ikisi miras mevzuu,
biri medenî kanunun vasıfları hakkındadır. Bunlar dışında bir de yukarıda
mevzubahis olan Atatürk şiiri bulunmaktadır.
[248] Mecmûa, AÜİF
Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36143, vr.nr. yok. Gerek Canan Karatay
Hanımefendi gerekse Talat Turhan Bey “Müfîde”den haberdâr olmadıklarını ifade
ettiler. Bu durumda Müfîde bebekken vefât etmiş olmalıdır.
[249] Süleyman Ateş Hocamızla yaptığımız görüşmeden (27.04.2015).
[250] Canan Karatay’la görüşmemizden (05.06.2015).
[251] Ömer Naîmî Efendi 1957’de Beyoğlu Müftülüğüne atanınca İmam-Hatip’ten
öğrencisi Süleyman Ateş Hoca’yı Beyoğlu Ağa Câmii’ne imam yapmak istemiş, o
sıralarda Elazığ’da bulunan Süleyman Ateş çok hürmet ettiği hocası Muharrem
Hilmî Efendi’ye ([Kösetürkmen], v. 1964) danışmış, Muharrem Efendi’nin
İstanbul’daki hayat şartlarının kendisini zorlayacağını söylemesi üzerine Ömer
Naîmî’nin teklifini kabul etmemiştir. Süleyman Ateş sonraki dönemlerde Ömer
Naîmî Efendi’yle irtibatını kesmemiş, 1964’te onu Acıbadem’deki evinde
(Acıbadem Banka Evleri, nr. 10) ziyaret etmiş, hayır duâsını almıştır. Süleyman
Ateş Ömer Naîmî Efendi ile ilgili hâtırâtının bir kısmını Bir Ömür Böyle
Geçti adlı kitabında anlatmaktadır (bk. a.g.e., İstanbul ty., I,
98-109). Bu hâtırât arasında Ömer Naîmî’nin babası ve dedesiyle ilgili
anlattıkları da bulunmaktadır.
[252] Sünbülzâde Vehbî, Nuhbe-i Vehbî, İstanbul 1310, s.
28.
[253] Canan Karatay ile yaptığımız görüşmeden (06.06.2015).
[254] Mecmûa, AÜİF
Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36143, vr.nr. yok.
[255] Mecmûa, AÜİF
Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36143, vr. nr. yok.
[256] Mecmûa, AÜİF
Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36, s. 149. Fatma Râşide Hanım’ın adı âile
arasında “Reşide” olarak telaffuz edilmektedir.
[257] Talat Turhan Bey’in kızı Râşide Feza Hanım (Turhan Tosun,
d. 1958) bu hizmetkârın bilâhere hacca da giden Yusuf Efendi olduğu
kanaatindedir. (Görüşme tarihimiz 06.06.2015.)
[258] Canan Karatay Hanımefendi ile yaptığımız görüşmeden.
(05.06.2015)
[259] Vefât ilanı için bk. Cumhuriyet, 27.03.1989, s. 2; Milliyet,
27.03.1989, s. 10.
[260] Talat Turhan Bey’in hayatı, mücâdelesi ve eserleri için bk.
http://www.talatturhan.com.
[261] Talat Turhan Bey’le 7 Kasım 2015’te yaptığımız görüşmeden.
[262] Mecmûa, AÜİF
Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36143, vr. nr. yok. DİB Arşivi’ndeki resmî
nüfus kayıt belgesine göre Abdülhamid Efendi’nin doğum tarihi
1318/1900-1901’dir. Mezar taşına hakkedilen tarih ise 1892’dir.
[263] “dördüncü” yerine “altıncı” yazılmış sonra silinmiş.
[264] Mecmûa, AÜİF
Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36143, vr. nr. yok.
[265] Metinde “ğarîk-i rahmet” terkibi “ğarîka-i ğarîk-i rahmet”
şeklinde yazılıysa da bunun sehiv olduğu kanaatindeyiz. Mecmûa, AÜİF
Kütüphanesi, Yazmalar Blm., nr. 36, s. 149.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar