EL-HASÂİSU'L-KÜBRÂ PEYGAMBER EFENDİMİZ VE MU'CİZELERİ 5
15 GELEN ELÇİLER,
BU SIRADA VUKUA GELEN MUCİZELER VE BUNLARIN SIRAYLA ANLATILMASI
Sakif Heyetinin Gelişi Sırasında Vukua Gelen Mucizeler
Beyhekî ve Ebû Nuaym'in Mûsâ bin Ukbe tarikiyle
Zühri'den naklettiklerine göre, o şöyle demiştir: "Sakîf
Kabîlesi'ni (Tâiflileri) tem-silen Urve bin Mes'ûd gelip Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huzuruna çıktı ve resmen müslüman oldu. Sonra
kavmine dönmesi için izin
istedi. Peygamberimiz kendisine dedi ki:
"Onların seni öldürmelerinden
korkarım." Urve ise şu cevabı verdi: Yâ
Resûlallah, onlar beni uyurken görseler, uyandırmağa cesaret edemezler." Bu şekilde ayrılıp kavmine gitti ve onları müslümanlığa davet etti... Onlardan hiç de
beklemediği bir muhalefetle karşılaştı...
Hattâ kötü sözler işitip üzüldü... Birgün, seher vakti kalkıp sabah namazı
için hazırlandı. Evin damına çıkarak Ezan okumaya başladı...
Ezan'ın dinin temeli olan şehâdet cümlelerini
"okurken, ansızın bir ok gelip kendisini cansız yere serdi. Oracıkta şehîd oldu... Onun bu şekilde
şehid edilişi haberi Hazret-i Peygamber'e ulaştığı .zaman, şöyle buyurdular: "Urvenin meseli,
Sahib-i Yâsîn'in meselidir... O da kavmini Allah'a davet etmiş ve kavmi tarafından Öldürülmüştü."
Urve bin Mes ud'un
öldürülmesinden sonra Sakîf ten sayıları yirmiye
yaklaşan bir heyet geldi, içlerine Kinâne bin Abd-i Yâlîl
ile Osman bin Ebû'l-As da vardı... Hepsi de müslümanlığı kabul ettiler...."
İbn-i Sa'd'ın Vâkıdî'den naklettiği bir habere göre, Urve bin
Mes'ûd, Ezan okuduğu sırada atılan bir
okla yaralandığı zaman; "Şehâdet ederim ki Muhammed Allah'ın Resulüdür! O bana, bunu önceden haber
vermiş ve "kavmin seni öldürür" buyurmuştu, demiştir...."
Yine Ebû Nuaym'in Vakıdl'den naklettiği bir haber. Deniliyor ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Tâiften döndüğü sırada Urve bin Mes'ûd, Gaylân bin Mesleme'ye şöyle demişti:
"Ey Gaylân, Allah'ın, Resulü
Muhammed'e ne kadar büyük bir başarı verdiğini görüyorsun. Bütün insanlar,
ister istemez kendisine tabî olmuş durumda... Bizler
ise, Arab'ın dâhileri arasında anılırız... Böyleyken biz, İslâm'ın câhili olabilir miyiz? Muhammed'in davetinden
bu derece uzakta kalabilir miyiz? Bak, ben sana vaktiyle yaşadığım bir hali haber vereyim. Şimdiye
kadar ben bunu, senden başka hiçbir kimseye söylemiş de değilim. Şöyle ki: Bir zamanlar ben ticâret için Necrân'a
gitmiştim. O sıralarda, henüz Muhammed Peygamberliğini ilân etmiş değildi... Necran metropoliti benim
arkadaşım idi. Kendisiyle konuşurken bana demişti ki:
"Bak Urve, sizin Mekke Haremi'nde bir Peygamberin çıkacağı zaman hayli yaklaşmış bulunmaktadır. ve bu Peygamber, bütüp Peygamberlerin sonu olacaktır. Kavmiyle arasında çetin
mücâdeleler de geçecektir... Bu Peygamber,
ortaya çıkıp insanları Allah'a davet ettiği zaman, muhakkak sen O'na îmân edip tabî olmalısın!"
İşte metropolit'in bana söyledikleri aynen bunlar
idi. Fakat ben onun bu sözlerim, Sakîf ten veya başka kabileden hiçbir kimseye
söylemiş değilim. Şimdi ilk defa sana söylüyorum ve ben sana söylemekle kalmıyorum, derhal kendisine gidip tabî
olacağını!"
Urve, Gaylân'a bunları söyledikten
sonra derhal yola çıkarak Hazret-i Peygamber'e gelmiş ve müslüman
olmuştur...."
Beyhekî'nin rivayetine göre Vehb şöyle
demiştir; "Ben, Câbir'e sordum ve dedim ki: Tâifli'ler gelip Peygamberimiz1 e bîat ettikleri
zaman, bâzı şartlar ileri sürmüşler. Bunların ne olduğunu bana açıklar mısın?"
Câbir'in bana verdiği
cevab ise aynen şu olmuştur: "Onlar Hazret-i Peygamber'e,
zekât vermiyeceklerini ve cihâda katılmayacaklarim şart koşmuş lar di...
Fakat Peygamberimiz bu sırada
aynen şöyle buyurmuşlardı:
"Hakkiyle müslüman oldukları
takdirde, çok geçmez zekât da verirler, cihâda da katılırlar!" (ve çok geçmedi, aynen Peygamberimiz'in haber verdikleri gibi
oldu...") [1]
Müslim, Osman bin Ebûl-As'ın şöyle dediğini rivayet eder:
"Ben, Peygamber Efendimiz'e:
"Ey Allah'ın Resulü, Şeytan benimle namazını
ve kıraatim arasına girip engelleme yapıyor, bu husuta bana neyi tavsiye
edersiniz?" diye mürâcâtta bulundum. Peygamberimiz de buyurdu ki: "O
Hanzeb adındaki şeytanın
vesvesesini hissettiğin zaman, ondan Allah'a sığınmaksın! Sonra sol tarafına
da üç defa tükürmelisin." Ben de aynen Hazret-i Peygamberin dediğini yaptım ve çok şükür, Allah da benden onun
vesvesesini giderdi." -
Yine Osman bin
Ebû'l-As'tanEbû Nuaym, biraz farklı olarak şöyle rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beni Taife gönderdiği zaman, Şeytan
bana musallat olup acâib vesveseler verdi. Artık namazımı nasıl ve ne kadar
kıldığımı bilemez olmuştum...
Dönüşümde hâlimi Hazret-i Peygamber'e arz ettim. O da bana dedi ki:
"Bu, şeytandır. Bana biraz yaklaş bakayım!"
Ben de kendisine yaklaştım. Bana: "Haydi ağzim aç!" dedi ve mübarek
eliyle göğüsüme vurdu, ağzımın
içine de tükrüğünden çalarak: "Ey Allah'ın düşmanı,
dışarı çık!" diye seslendi ve bunu üç defa tekrarladı.
Bundan sonra bana: "Haydi işine bak!" buyurdu... Artak bana, bir daha şeytan musallat olamadı, vesvesesiyle bana te'sir
edemedi..." (Bir daha okuduğumu da unutmadım.)
Beyhekî ve Ebû Nuaym de, yine Osman bin
Ebû'l-As'tan şöyle rivayet ederler: "Ben, çatlayıp
helak olacak derecede hastalandım... Kalkıp Hazret-i Peygamber'e giderek hâlimi arz
ettim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de bana buyurdu ki:
"Sağ elinle ağrıyan
yerini tut ve yedi defa: "Allah'ın adıyla! Duyduğum acılardan Allah'ın izzetine ve kudretine sığimrım!"
diyerek dua et!"
Ben de aynen Hazret-i Peygamber'in tavsiye ettiği gibi yaptım. Allah da bütün acılarımı giderip
beni şifâya kavuşturdu! Artık ben, gerek kendi ev halkımdan olsun,
gerekse başkaları olsun, her hastayım diyene, Hazret-i Peygamber'in bana öğrettiği bu duayı tavsiye
etmeye de devam ettim..." [2]
Hanife Oğullarimn Gelişi Sırasında Vukua Gelen
Fevkalâdelikler
Buhârî ve Müslim İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet ederler: Müseyli-metil'l-Kezzâb, kavminden pekçok sayıda adamla birlikte Medine'ye
geldi ve pervasızca dedi ki: "Eğer Muhammed, kendinden sonra yetkiyi bana
bırakmayı kabul ederse O'na tabî olurum!" Derken Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de yanında Kays bin Şemmâs'ın oğlu Sabit ile birlikte çıkageldi. Elinde yaprakları soyulmuş hurma
dalı parçası vardı. Bunu göstererek buyurdu ki: "Ey Müseylime, sen benden
şu dal parçasını istemiş olsan, sana bunu dahi vermem! Sen,
senin, hakkındaki Allah'ın emrini geçersiz kılamazsın! Eğer îslâm'dan dönüp kâfir olursan, Allah'ın senin hakkındaki
emri ölümdür! ve senin akibetin hakkında bana bâzı şeyler de gösterilmiş bulunmaktadır. Ben, seninle daha fazla konuşacak da değilim, İşte
Sabit bin Kays, o sana Benim hakkımda gerekenleri söyler....''
Peygamberimiz bunları söyledikten
sonra çekip gitti... Ben daha sonraları, Hazret-i Peygamber'in: "...Senin hakkında bana bâzı söyler gösterildi"
buyurmasının manası ne idi? diye bazılarına sordum.
Ebû Hürey-re'nin bu hususta bana verdiği cevab şu olmuştur: "Peygamber Efendimiz bir
defasında buyurdular ki: "Ben rü'yâmda, elimde iki altın bilezik gördüm
ve bu hususta tasalandım. ve bana rü'yamda vahyedildi ki: "Haydi onlara
üfle!" Ben de üfledim ve her iki bilezik elimden
uçtu gitti... Ben bunları, benden sonra çıkacak iki yalancı ile tev'vîl ettim.."
İşte ey İbn-i Abbâs, Peygamberimiz'in haber verdiği
bu iki yalancıdan birisi Esved el-Ansî, diğeri de
Müseylimetü'I-Kezzâb'tır.."
Ben, Ebû Hüreyre'nin
bu cevabim alınca, vaktiyle Hazret-i Peygamber'in irâd buyurduğu o sözün manâsını da
gayet açık olarak anlamış oldum...."
(Nitekim Buharî ve Müslim bunu ayrıca Ebû Hüreyre'den rivayet etmişlerdir... ve o yalancı Müseylime, Yemame savaşında Vahşi tarafından katledilmiştir...).
İbn-i Adiyy Muhammed bin Câbir'in şöyle
dediğini haber verir: Ben babamdan işittim, babam da dedem
Sinan bin Talk el-Yemâmî'den dinlemiştir. Şöyle ki: Dedem Sinan, Hanîfe Oğullarından Resûlüllah'a gelen ilk heyette bulunmuştur. Resûlüllah'a geldiği zaman, Resûlüllah efendimiz başim yıkamakta imiş. Dedeme demiş ki: "Haydi
- Yemâmeli'lerin
kardeşi Sinan başim sen de yıka!" Bunun üzerine
dedem, Resulüllah'tan artakalan su ile başim yıkamıştır.
Sonra Resûlüllah'ın huzurunda müslüman olmuştur. Bunu bizzat kendisi anlatan
dedem dermiş ki: "Sonra Peygamber Efendimiz bana bir mektub yazıp verdi. Ben de
Resûlüllah'a şu ricada bulundum: "Ey Allah'ın Resulü, bana gömleğinizden bir parça veriniz, onunla ünsiyet
duyayım! (Yanımda Allah Resulünün bir hâtırasıdır, diyerek teselli
olayım.)." Benim bu ricamı kırmayan Resûlüllah Efendimiz, bana gömleğinden bir parça verdi."
Olayı nakleden Muhammed bin Câbir der ki:
"Babam bana dedem Sinan'dan nakleder ve derdi ki: Dedem, bu Resûlüllah'ın gömleğinin parçasını,
kıymetli bir hatıra olarak saklar, hastalara şifa
olsun diye onu yıkar ve suyunu içirirmiş...."[3]
Abdül-Kays Heyetinin Gelişi ve Bu Sırada Vukua Gelen
Bazı Fevkalâdelikler
Ebû Ya'lâ ve Beyhekî Mezyede el-Asrî'den
nakleder. O demiştir ki: Birgün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabı ile konuşurken: "Şu taraftan bir topluluk
gelecek, onlar doğudakilerin en hayırlılarıdır!"
Derken Ömer yerinden kalkıp doğu tarafına doğru gitti. Binitli on üç kişilik
bir topulukla karşılaştı ve onlara, kimler
olduklarim sordu. Onlar da;
Abdü'l-Kays Oğullan olduklarim söylediler..." [4]
İbn-i Sa'd Urue'nin şöyle dediğini nakleder: Abdü'l-Kays heyetinin geldiği günün sabahında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Doğudan bir kafile gelecek, bunlar İslâm'a girmeleri için zorlanmış değillerdir! Azıkları
tükenmiş olarak yola devam etmekteler ve yakında burada
olurlar...." Sonra Resûl-i Ekrem şu
duada bulundular: "Allah'ım Abdü'l-Kays Oğullarim mağfiret eyle! Onlar İslâm için geliyorlar, Benden bir
mal istemiyorlar! Onlar, doğuda yaşıyanların en hayırlılarıdır!"
Çok geçmeden yirmi
kadar adam geldi. Başlarında Abdullah bin Avf el-Eşecc
vardı. Bu sırada Resûlüllah Mescid'de bulunuyordu. Gelip kendisine selam
verdiler, O da onları selamla karşıladı ve Abdullah bin
Avfın kim olduğunu sordu. Abdullah
da "Benim, yâ resûlellah" dedi. Abdullah, şişman ve çirkin görünüşlü idi. Resûlüllah kendisine baktı ve şöyle buyurdu:
"Erkeklerin cild ve bedenlerine
bakarak güzellik veya çirkinlikleri hakkında hüküm verilemez! Kişinin güzellik ve çirkinliği; dili ve kalbi iledir!"
Sonra Abdullah'ın şahsına hitaben: "Sende Allah'ın sevdiği iki
haslet bulunmaktadır" buyurdu. Abdullah: "Bu iki haslet nelerdir, yâ
Resûlallah" diye sordu. Resûlüllah da: "Akıllı ve ağır başlı olman, bir de yumuşak davranmandn*" buyurdu.
Abdullah tekrar sordu: "Ey Allah'ın Resulü,
bendeki bu iki haslet, cibilli ve fıtrî midir?" Resûlüllah Efendimiz
de şu cevabı verdiler: "Evet, cibillî ve fıtrîdir,
yâni Allah'ın seni bu fitratta yaratmış olmasıdır.."
Hâkim'in Enes'ten rivayeti de
şöyledir: Abdü'l-Kays Oğullarimn heyeti geldiği zaman Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendilerine buyurdu ki:
"Sizin şu ve şu isınılerde hurmalarimz
vardır ve meşhurdur... Bunların renkleri de, şöyle ve şöyledir...." Bu^ırada onlardan biri:
"Anam-babam sana feda olsun ey Allah'ın Resulü, eğer sen bizını kabilemizde doğup büyümüş olsaydın,
bu söylediklerini bundan
daha iyi bilemezdin! Ben şehâdet ederim ki Sen,
Allah'ın resulüsün!" dedi... Peygamber Efendimiz de şu karşıhğı verdiler: "Siz
gelip benim yanımda oturduğunuz zaman, sizin ülkeniz bana gösterildi... ve sizin
hurmalarimz arasında el-Berenî adındaki hurmanız,
hepsinden daha hayırlıdır. Kendisi hastalık yapmaz ve diğer hastalıktan da
giderir...."
Ahmed ve Taberânî el-Vâzi'den şöyle
naklederler: Resûlüllah'a gelen heyet içinde ben
de vardım, Abdullah'ın kafilesinde idim. içimizde bir arkadaşımız
ise hasta idi. Zaman zaman kendisini sar'a tutuyor, baygınlık geçiriyordu...
Onun durumunu Resûlüllah'a arz ettik... ve onun için duâ buyurmasını rica
ettik. Peygamberimiz: "Onu bana getiriniz"
buyurdu. Biz de getirdik. Cübbesinin bir kenânnı tutarak kaldırdı ve hasta.olan
arkadaşımızın arkasını vurmaya başladı....
Vururken de: "Çık dışarı, ey Allah'ın düşmanı!"
diyerek sesleniyordu... Arkadaşımız da bakıyor ve bakışı, eskisi gibi düzelmiş
bulunuyordu... Sonra Peygamberimiz onu yere oturttu, mübarek eliyle onun yüzünü
mesh etti ve onun için bir müddet duada bulundu... Bundan sonra arkadaşımız, sıhhatine iyice kavuşmuş oldu... O kadar ki, heyetin
içinde hiç birimiz ondan daha sıhhatli olduğumuzu söyleyemezdik...."
Yine Ahmed, Şihab bin Abbâd'tan nakleder. O, Abdü'l-Kays heyeti
içinde bulunanlardan bâzısından şöyle işitmiş:" Başkanımız Abdullah bir
Avf el-Eşecc demiştir ki: Ey Allah'ın Resulü, bizını yerin havası çok ağır ve
fenadır. Eğer bizler bu içkilerden içmezsek benizlerimiz sapsarı kesilir.
Karınlarımız da şişer... Bize bu hususta mümkinse ruhsat verseniz! Çok değil,
şöyle iki avucunun içi kadarına izin verseniz yeteri"
Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz de
şöyle buyurmuştu: "Ey Eşecc, eğer az miktarına izin verirsem, çok miktarim
da içersiniz! ve içkinin etkisiyle sarhoş olursunuz... Bu takdirde de,
küçük-büyük tanımaz, birbirinizi yaralar, bacağim sakat
bırakırsınız!...."
Bizim heyetin içinde, el-Hâris adında biri
vardı ve bir içki meclisinde bacağından yaralanıp sakatlanmıştı... Haris
bizzat kendisi demiştir ki: Ben bu sırada, yâni Resûlüllah'ın, "...Sonra
da bacağından sakat kalır..." dediği sırada, elbisemle bacağımdaki yarayı
örtüyor, burasını elimle tutuyordum... Aynı zamanda kendi kendime: "Ne
kadar örtüp gizlemiye çalışsam da, Allah bunu Resulüne bildirmiş bulunuyor...
Baksana, içkinin ve sarhoşluğun kötülüklerini sayarken, bizzat benim durumuma
da işaret buyurup: "Sonra, amcası oğlu olsa bile bacağından kılıçla vurup
yaralar!..." diyor şeklinde içimden geçirip söylendim...."[5]
Amir Oğulları Heyetinde Vukua Gelenler
Beyhekî, İbn-i İshak'ın şöyle dediğini naklede): Amîr Oğullarimn heyeti Resulüllah'a
geldiği zaman, içlerinde Amir bin Tufeyl ile Erbed bin Kay s
Hâlid bin Cafer ve Hayyan bin Müslim bin Mâlik de
vardı... Bunlar aslında kavimlerinin reisleri ve şeytanları
idiler... Amir'in gelişi
hiç de iyi niyetle değildi. Onun maksadı, Peygamber Efendimiz'e kötülük yapmaktı. Hitekim bu niyetini yolda gelirken
Erbed'e de açıklamıştı... ve demişti
ki: "Bak Erbed, tam Muhammed'in yanına vardığımızda, ben onu lafa
tutacağım, tam bu sırada sen de kılıcim çekip kendisini
haklı-yacaksm! Bu iş,
sana düşmektedir, sakın ihmâl ve dikkatsizlik
yapma!" Erbed de bunu kabul etmişti...
Böylece Resûlüllah'ın huzuruna geldiler ve Amir dedi ki:
"Ey Mu-hammed, beni kendine sâdık bir dost edin!" Peygamberimiz de
dedi ki: "Eğer, gerçekten Allah'ın birliğine, O'ndan başka hiçbir ilah
olmadığına inanırsan, seni kendime dost edinirim!" Peygamber Efendimiz'in
bu şekilde kendisine karşı şart koşmasına sinirlenen Amir bin Tufeyl, geri
dönerken şu tehdidleri savuruyordu: "Ey Muhammed, madem beni kendine dost
kabul etmedim, haberin olsun ben de burayı kırmızı atlara binmiş süvarilerimle
doldurup çiğnetirim!" İşte o, böyle tehdidler savunarak dönüp
gitti... Peygamberimiz de kendisine beddüâ ederek: "Allah'ım,
Amir bin Tufeyl'i helak eyle!" buyurdu... Yolda giderlerken Amir Erbed'e
dedi ki:'Yazık sana ey Erbed, benim sana olan emir ve tenbihim
nerede kaldı?" Erbed de ona şu cevabı vermiş: "Ey Amir,
ben tam senin bana emrettiğini yapacağım sırada, vallahi Muhammed'le benim aramda sen
bulunuyordun! Kılıcımı vursaydım, sana vurmuş olacaktım, Bunun böyle olmasını
elbette sen dahi istemezdin!"
Onlar, kendi
ülkelerine doğru giderlerken, yolda Amir boynundan
hastalandı. Selûl Oğullarından bir kadımın evinde misafir kaldılar... Derken
Amir'in hastalığı ağırlaştı ve Allah orada onu helak etti... Sonra diğerleri ülkelerine
döndüler... Kavminin adamları Erbed'e
sordular: "Arkanızda neler, ne gibi haberler var?" dediler... Erbed
de: "Vallahi Muhammed bizi bir şeye ibâdet etmeye çağırdı... Fakat o şey şimdi-bu-rada olsa, ben onu;
kılıcımla bir vuruşta katlederdim!" diye konuştu... Bundan bir veya iki
gün sonra devesini satmak için yola çıkmıştı ki, Yüceler Yücesi Allah, bir
yıldırım göndererek Erbed'i devesiyle birlikte yakıp helak eyledi...."
Beyhekî'nin
rivayetine göre Müemmel bin Cemîl şöyle demiştir: Amir bin tufeyl Peygamberimiz'(e
geldiği zaman Peygamberimiz kendisine: "Ey Amir, müslüman ol!"
diye emretti. Amir de şu karşılığı verdi: "Köyler ve çöller benim,
şehirler senin olmak şartiyle müslüman olurum!" Peygamberimiz bunu red
eyledi, Amir de müslüman olmadan dönüp gitti... Giderken de şu tehdidi
savuruyordu: "Vallahi yâ Muhammed, burasını atlı
askerlerle doldurup çiğneteceğim! Şu hurmalarimzın her birine bir at bağlıyacağım!..." Onun
bu şekilde tehdidler savurarak ayrılmasından
sonra Peygamberimiz: "Allah'ım, Amir'i
helak eyle. Kavmine de hidâyetler ver!" diyerek dua etti... Amir, yolda
giderken hastalandı, Selûl oğullarından bir kadımın evindeyken boğazı şişmeye
başladı... Kalkıp atına atladı, mızrağim eline alarak atim sürdü... "Ben,
boğazı şişerek, bir kadımın evinde mi öleceğim?" diyerek biraz gitti,
sonra atından yere yuvarlanarak Öldü...."
Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'in
şöyle dediğini nakleder; Erbed bin Kays ile Amir bin Tufeyl Resûlüllah'a
geldikleri zaman, Amir dedi ki: "Yâ Muhammed, eğer Senden sonra idareyi
bana bırakınsan, bu şartla müslüman olurum!" Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) de ona dedi ki:
"Bu hususta, sana veya senin kavmine iş düşmez!"
Durumdan sinirlenen âmir: "Ey Muhammed, vallahi ben senin bu yurdunu
atlar ve askerlerle doldurup harâb ederim!" diyerek tehdid etmeye
kalkıştı. Peygamberimiz de kendisine: "Allah, seni bundan meneder!" diyerek karşılık verdi... Erbed'le birlikte yola çıkan Amir,
Erbed'e dedi ki: "Bak Erbed, ben diyorum ki, hemen geri dönelim, ben
Muhammed'i lafa tutayım, sen de bu sırada kılıcim çekip onun hakkında
geliver!" Erbed, onun bu teklifini kabul etti. îkisi de geri döndüler. Amir, Peygamberimiz'e kendisiyle
konuşacakları olduğunu söylüyerek, oturduğu yerden kalkmasını ve biraz yürümelerini teklif
etti. ve yürümeye başladılar... Bu sırada fırsatın eline
geçtiğini zanneden Erbed, kılıcim kimndan sıyırıp tam vuracağı sırada elinin
kuruduğunu ve tutmadığim hissetti. Amir'in kensinine olan emrini
yerine getiremedi... Dönüp Amirle birlikte yola koyuldular...
Amir kendisine çıkıştı ve niçin emrini yerine getirmediğini sordu... Erbed de
dedi ki: "Bak Amir, benim o sırada elim kurudu ve tutmadı... Yoksa, ben
senin emrini yerine getirmemeyi düşünmüş değilim!" İkisi birlikte giderlerken,
Rakm denilen yere geldiklerinde, Allah bir yıldırım gönderdi, Erbed'i yakarak
kül etti... Amir'e de bir boğaz yarası -hastalığı verdi, o da kısa bir zaman
içinde bu yüzden ölüp gitti... ve Yüce Allah, şu âyetlerini inzal buyurdu:
"Allah, her
dişinin neyi yüklendiğini, rahimlerin neyi eksiltip artırdığim, bilir. Onun yanında herşey bir miktar iledir. O,
gizliyi ve aşikâreyi bilendir, büyüktür ve yücedir.."
"Aranızdan sözü gizleyen de, onu açık söyleyen de, geceley'n gizlenen
de gündüzün görünen de birdir. (O, hepsini ve herşeyi bilir ve görür) Onların her birini, önünden ve arkasından izleyen melekler vardır. Onu Allah'ın
emrinden korurlar. Bir millet, kendi durumlarım değiştirmedikçe, Allah onların
durumlarım değiştirmez. Allah da bir kavme kötülük
istedi mi, artık onu geri çevirecek olan da yoktur. Zâten onların, O'ndan başka
koruyup kollayanları bulunmamaktadır. O'dur ki size, korku ve ümid içinde
şimşeği gösterir, yağmur yüklü ağır ağır bulutları yayar.'
"Gök gürültüsü O'nu Överek, melekler
de O'ndan korkarak O'nu tesbîn ederler. ve Allah, yıldırımlar gönderir de
onlarla dilediğini çarpar. Allah, pek kuvvetli olduğu halde, onlar hâlâ O'nun
hakkında mücâdele ederler.." [6]
Amr bin el-Âs'ın Gelişi ve Müslüman Oluşu
İbn-i Sa'd, Beyhekî ve Ebû Nuaym Amr
bin el-Âs'tan şöyle rivayet ederler: "Ben, İslâm'a karşı inatçı ve çok zıd
idim. Bedir'de Hazret-i
Peygam-ber'e karşı savaşan müşrikler
arasında ben de vardım ve kurtulmuştum... Uhud'da da bulundum ve kurtuldum... Hendek Savaşı'nda da böyle oldu... Sonra kendi kendime dedim ki:
"Daha ne kadar muhalefet edeceksin? Muhammed, mutlaka Kureyş'e karşı üstün gelecektir!" Hu-deybiye'de bulunduğum ve Resûlülİah'ın Kureyş ile sulh andlaşması imzaladığı sırada da kendi kendime şöyle
diyordum: "Gelecek sene Muhammed ashabı ile birlikte Mekke'ye girecek.
Artık senin için ne Mekke, ne de Tâif durulacak yer değildir. En iyisi çıkıp gitmektir...." İşte kendi kendime böyle diyordum
ve henüz İslâm'dan çok uzak bulunuyordum...
Hattâ bütün Kureyş müslüman olsa, ben yine müslüman olmam
diyordum. Derken kavmimden bâzı adamları toplayıp kendileriyle bir komışma
yaptım. Onlara dedim ki: "Benim, sizin aranızdaki itibar ve mevkiim
nasıldır?" Dediler ki: "Hepimizin itibar ettiği, mühim işlerde görüşüne mürâcât
ettiği bir zatsın." Bunun üzerine ben
dedim ki: Sizin de gördüğünüz gibi, Muhammed gün geçtikçe kuvvetleniyor, davası yükseldikçe yükseliyor, hemde hiç
umulmadık derecede... Ben bu durumda diyorum ki: En iyisi kalkıp Necâşi'nin ülkesine gidelim, orada
neticeyi bekliyelim, Eğer Muhammed dediğim
gibi, tam mânâsı ile hâkim olursa orada
kalalım! Çünkü Muhammed'in eli altında kalmak-tansa Necâşfnin
eli altında bulunmak daha sevimlidir... Yok eğer Kureyş Muhammed'e karşı üstünlük sağlayacak olursa, bu takdirde zâten
mes'ele yok demektir....11 Arkadaşlarım
benim bu teklifime katıldılar, "Çok yerinde konuştun" dediler. Ben de kendilerine: "Hemen hazırlanın, Habeş Kralına
vereceğimiz hediyeleri de unutmayalım! Biliyorsunuz Necâşî'nin çok sevdiği bir şey
de, bizını buranın katıklı ekmeğidir. Bundan çok miktarda götürelim!" dedim ve çok miktarda katıklı ekmek
ha-zırlıyarak yola çıktık... Hızla ilerliyerek Necâşî'nin
ülkesine vardık ve destur »alıp onun huzuruna çıktık. Biz tam onun huzurunda
iken, Muhammed'in elçisi Amr bin Ümeyye el-Damrî de Necâşî'nin huzuruna kabul edildi... Muhammed onu, yazdığı bir mektubla göndermiş ve
bu mektubda Necâşî'ye Ebû Süfyân kızı Ümmü
Habîbe'yi kendisine nikah-layıvermesini istiyormuş [7] Peygamber'in elçisi bu maksatla girdi ve çıktı... Ben arkadaşlarıma
dedim ki: Gördünüz, Peygamber'in
elçisi girip işini gördü ve çıktı... Bir fırsatim bulup veya Necâşî'den izin koparıp onun kellesini uçursaydım, herhalde
Kureyşin yanındaki itibarım bir kat daha artar ve bu sebeble
Kureyş beni mükâfatlandırırdı...."
Peygamber'in elçisi çıktıktan sonra biz, tekrar Necaşî'nin huzuruna girdik. Her zamanki gibi kendisine secde
ettik... O da bana dedi ki: Dostum merhaba! Bana ülkenizden hediye getirdiniz
mi?" Ben cevab verdim: "Evet, size çok miktarda ülkemizin etli ekmeğinden getirdik." Sonra kendisine hediyemizi
takdim ettik. O da oradakilere bundan verip taksını etti... Artanim da bir yere
konularak saklanmasını emretti... Ben, kendisinin bizlerden hoşnud olduğunu görünce dedim ki: "Efendim, az önce huzurunuzdan ayrılan adam, bizını düşmanımız
olan ve bizleri öldürüp
perişan eden birinin elçisidir! izin verirseniz peşinden gidip kendisini
Öldürmek isterim!" Necâşî, benim bu sözlerimden beklemediğim derecede gadaba gelip burnumun üzerine bir yumruk
attı. O kadar kuvvetli vurdu ki, ben burnumun kırıldığim zannettim... Burnum, şiddetli
bir şekilde kanamaya başladı... Elbisemle kanımı
siliyor ve çok sıkılıyordum... Utancımdan ve korkumdan yer varılsa
girecektim... Utanarak dedim ki: "Efendim, sizin o sözümden hoşlanmıyacağimzı bilseydim, kat'iyyen
onu söylemezdim!" O
da bana dedi ki:
"Ey Amr, sen
vaktiyle Mûsa'ya ve isa'ya Allah'ın vahyini getirmiş bulunan Cibril'in kendisine
vahiy getirmekte olduğu bir zât'ın, elçisini, öldürebilmen için onu sana teslim etmemi istiyorsun!
Buna nasıl cesaret edebiliyorsun?"
İşte bu sıradadır ki, Allah benim kalbimi
ve İslâm'a karşı olan durumumu değiştirdi. Kendi kendime dedim ki:
Bak Amr, bu hakikati Arab biliyor, Acem biliyor, Habeş'liler biliyor da bir sen kalkıp ona muhalefet
ediyorsun...." içimden böyle geçirip Kral'a dedim ki: "Efendi Hazretleri,
siz şahsen buna şehâdet ediyor musunuz?" O da "Evet, şe-hadet
ediyorum, dedi ve ekledi: Ey Amr, gel bana bu hususta itaat et ve Muhammed'e
tabî ol! Allah'a yemin ederim ki O, hak üzere bulunmakta ve hak Peygamber'dir!
Vaktiyle Mûsâ, kendisine muhalefet edenlere karşı
nasıl gâlib geldi ve Fir'avn'i
tepeledi ise, hiç şüphen olmasın ki Muhammed dahî kendisine
muhalefet edenlere karşı üstün gelecektir!" Onun bunları söylemesinden sonra kalbim İslâm'a iyice ısındı... ve ben Necâşîye dedim ki:
"Ey Melik, şimdi sen, Peygamber Muhammed
adına benden bîât
alabilir misin?" Necâşî: "Evet, alabilirim" dedi. Ben de Bunun
üzerine, İslâm'ı kabul etmek üzere ona bîat ettim
ve bu şekilde müslüman
oldum..."
Beyhekî'nin tahricine göre Amr bin Dîhar
şöyle demiştir: Amr bin el-Âs Habeşistan'dan döndüğü zaman, bir müddet evinden
dışarı çıkmadı. Kureyş'ten
bâzıları: "Amr, acaba niçin evinden çıkmıyor? dediler... Amr de
onlara şu haberi yolladı: "Habeş meliki Ashama, resmen
Mu-hammed'in Peygamber olduğunu söylüyor!" İbn-i Asâkir ise,
yine Amr bin dinarın şöyle dediğini haber veriyor: Amr bin el-Âs'ın Habeşistan'dan gelişi sırasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bu gece size,
muhacir ve Hakim bir adam gelecek!" ve
o gece, Amr bin el-Âs geldi ve Hazret-i Peygamberin huzurunda müslüman olduğunu ilân etti..." [8]
Devs Kabilesi Heyetinin Gelişi Sırasında Görülen
Mucizeler
İbn-i Sa'd Vâkıdî'den, o Velîd bin Müslim'den, o da Münir bin
U-beydullah'tan şöyle nakleder: Devs'li Ümmü Şerîk'in
kocası Ebûl-Akr, Devs'ten
hicret edenlerle birlikte hicret edip Ebû Hüreyre ile birlikte Resûlüllah'ın huzurunda müsülüman oldu... Hanımı Ümmü Şerîk ise, başından geçenleri şöyle
anlatır: Kocam Ebû'l-Akr'ın yakınları gelip bana sordular: "Sen de kocan
gibi, Muhammed'in dînini kabul ettin mi?" Ben de kendilerine "Evet, ben.de onun
dîni üzerinde bulunuyorum!" dedim... Onlar bunu öğrenince çok kızdılar ve: "Vallahi sana
çok şiddetli bir şekilde
azap ve işkence edeceğiz!" dediler. Sonra beni yürümesi kötü bir deveye bindirerek yola çıktılar... Yoldan bana
yiyecek olarak sâdece ekmek ve bal veriyorlar, fakat bir damla su
vermiyorlardı. Öğle vakti yaklaşırken bir yere indiler, çadırlarim kurup
içinde istirahata çekildiler. Beni ise, kızgın öğle güneşinin altında dışarıda bıraktılar...
Nihayet ben Güneş'in ve susuzluğun te'siriyle kendimden geçmişim. Aklım çalışmıyor, gözüm görmüyor, kulağım da söylenenleri işitmiyordu... Onlar, bu şekilde
bana üç gün işkence ettiler... Üçüncü günü bana: "Üzerinde bulunduğun dîni, yâni müslümanlığı terk et!" diyerek
baskı yapıyorlardı. Fakat ben oların bu söylediklerini ancak, kelime
kelime duyabiliyor, tam bir cümle halinde söylediklerini
anlamıyordum. Bu derece perişan olmuştum. Fakat herşeye rağmen niçin işkence ettiklerinin şuurunda olduğumdan, sözle kendilerine cevap vermeye gücüm yetmese
de, şehâdet parmağımla semâya işarette
bulunarak "Allah'ın Vahdâdiyetini" ifâde etmek istiyordum... Allah'a
yemin ederim ki çok perişan bir halde idim ve bütün gücümü ve şuurumu kaybetmek üzere bulunuyordum. Tam bu sırada,
göğsümün üzerinde bir su kovası belirdi. Alıp içtim. Sonra kova
çekildi... Baktım, su kovası semâya doğru çekiliyor... Sonra ikinci defâ bana su kovası sarkıtıldı. Ben de alıp içtim.
Sonra kova yine çekilmeye başladı... Ben suya henüz
kanmadığımdan kovayı tutmak istedimse de, o yine semaya doğru
çekildi... Sonra üçüncü defa su kovası sarkıtıldı. Ben de alıp içtim, bu defa suya kandım, başıma, yüzüme ve elbisem üzerine
bolca su döktüm ve iyice serinlemiş de
oldum... Onlar çadırlarından çıkıp benim bu hâlimi görünce şaşırdılar ve: "Bu nedir?" diye sormaktan
kendilerini alamadılar... Ben de kendilerine: "Bu, Allah'tandır, O'nun
bana rızık olarak gönderdiği birşeydir!" karşılığim verdim. Onlar önce buna inanmadılar, koşarak
gidip su kırba ve kablarim birer biren kontrol ettiler. Hepsinin olduğu gibi durduğunu, hiçbirinin ipinin çözülmemiş
olduğunu gözleriyle gördüler... Sonra iyice düşünüp insafa
geldiler ve dediler ki:
"Ey Ümmü Şerîk, gerçekten bu sana, kendisine inandığın Rab'binden gelmiş bir rızıktır. Senin RabTain, bizim de Rab'bimizdir.
Böylece hiçbir yaratılmışın gücünün yetmiyeceği bir şekilde sana imdâd eyleyen Allah, hiç şüphe
etmiyoruz ki İslâm'ı da bizler için seçip emreden
Allah'tır! Senin inandığın gibi, bizler de inanarak müslümanlığı kabul ediyoruz!"
İşte onlar orada, bu şekilde müslüman oldular ve
müslüman olduklarim bizzat Hazret-i Peygamberce izhâr edip O'nun huzurunda
îlân etmeleri için Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hicret ettiler... Bana da bundan sonra çok itibâr
ve hürmette bulundular. Allah'ın bana olan lütfunu da itiraf ettiler..."
Ümmü Şerîk,
kendisini Hazret-i Peygamber'e hibe eden kadındır. Hiçbir mehir istemeden Hazret-i
Peygamber ile
nikahlanabileceğini bildirmişti... Hazret-i Âişe de bu olay
üzerine şu sözleri sarfetmişti: "Bir kadın, hiçbir mehir
istemeden kendisini hibe ettiğini söylediği zaman, bence o kadında bir hayır yoktur!"
İşte bunun üzerine de Allah şu âyetini indirmişti: "...Kendisini mehirsiz
olarak Peygamber'e hibe eden ve Peygamber'in de kendisini almak istediği
inanmış bir kadım; diğer mü'ıninlere değil, sırf sana mahsûh olmak üzere helâl
kıldık..." (Ahzâb, 50. âyetten) Bu âyet indiği zaman Hazret-i
Ayşe, Peygamberimiz'e hitaben: "Allah, senin arzunu yerine
getirmekte ne kadar çabuk davranıyor!" demişti...
(Fakat, İbn-i Abbâs ve
Mücâhid gibi zâtların belirttikleri veçhile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); kendisini O'na hibe
eden kadınlardan hiç biri ile, ne Ümmü Şerîk ne diğerleri ile, asla evlenmiş
değildir...)
Yine İbn-i
Sa'd Arim bin Fadl'dan, o Hammâd bin
Zeyd'den, o da Yahya bin Saîd'den şöyle nakleder: Ümmü Şerîk, yurdundan hicret
ederek yola çıktığı zaman, yanında hanımı ile birlikte yolculuk eden bir
yahûdî de vardı... Ümmü Şerik oruçlu idi. Kendisiyle birlikte yolculuk eden
yahûdî, hanımına, Ümmü Şerîk'e iftar zamanında su vermemesi için sıkısıkı
tenbihte bulundu... Bu şekilde akşamlayıp gece istirahatına çekildiler. Ümmü
Şerîk, geceleyin göğsünün üzerine küçük bir su kovası konulmuş olduğunu gördü,
alıp bundan içti... Oradaki yahûdî, hanımına seslenerek: "Hanım, ben bu
kadımın su içerken ses çıkardığim duydum! O suyu nereden bulmuştur?"
dedi... Karısı da yahûdîye cevap verdi: "Vallahi ben ona su vermiş
değilim!"
Ümmü Şerîk'in, yanında bir tulum vardı.
Bâzıları bu tulumu ariyet olarak alır ve birtakım bereketlere nail olurdu...
Bir gün adamın biri gelip, onu satın almak istedi. Ümmü Şerîk de onu, yine
ariyet olarak (bir müddet kullandıktan sonra teslim edilmek üzere)
verebileceğini söyledi... Sonra Ümmü Şerik, bu tulumu üfleyerek şişirdi ve
güneş görecek bir yere astı... Bir müddet sonra tulumun yağ ile dolduğunu
gördüler... Bu yüzden denilir ki: "Allah'ın âyet ve mucizelerinden biri
de, Ümmü Şerîk'in tulumudur!" (Bu olayla ilgili bâzı rivayet yolları,
ileride "Yiyeceklerin bereketlenip çoğalması" bölümünde
gelecektir...)[9]
Zeyyad El-Hilali'nin Gelişinde Vukua Gelenler
İbn-i Sa'd Hişam bin Muhammed'den, o
Cafer bin Kilâb el-Caferi'den, o da Amir Oğulları'ndan
bâzı yaşlılardan şöyle naklederler: Abdullah bin Mâlik'in oğlu Zeyyâd, Peygamberimize geldiğinde, Peygamber Efendimiz onun için dua etti, mübarek
elini onun başına koydu ve yüzünden aşağıya doğru çekti... Bu şekilde onun yüzünde bir güzellik ve
bereket meydana geldi... Hilâl Oğulları
bu hususta derlerdi ki: "Biz, onun yüzündeki güzelliği devamlı
tanırdık." Nitekim bu hususta şâir, Zeyyâd'ın oğlu Ali'yi överek şu sözleri söylemiştir:
"Ey Mescid'in yanında kendisi
için Hazret-i Peygamber'in dua ettiği ve mübarek eliyle başından
çenesine kadar yüzünü sıvadığı zâtın oğlu! Ne mutlu sana! Öylesine bir zât ki, Peygamberimiz onun yüzünü eliyle
sıvadıktan sonra, yüzünün nuru ve güzelliği, tâ kabre girinceye kadar hiç
eksilmemiştir." [10]
Ebû Sebra’nın Gelişinde Vukua Gelenler
Yine İbn-i Sa'd, Hişam bin Muhammed'den, o Velid bin Abdullah
el-Cu'ft'den, o da babasının üstadlarından naklen şöyle der: "Ebû Sebra Yezîd
bin Mâlik, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldiğinde, yanında Sebra ve Azız adındaki iki oğlu da
vardı... Peygamber Efendimiz'e dedi ki: "Yâ Resûlallah,
benim elimin üzerinde bir ur var, elimin
hareketine ve hayvanımın yularim rahatlıkla tutmama
engel oluyor." Peygamber E-fendimiz,
bir tas getirilmesini emretti, tası getirdiler, onu eline alarak Ebû Sebra'nın eli üzerindeki sertliğe vurmaya başladı...
Hem vuruyor, hem de eliyle orasını oğuyordu... Derken Ebû Sebra'nın bu şikayetinin gittiği görüldü..." [11]
Cerir'in Gelişinde Vukua Gelen Bazı Fevkalâdelikler
Beyhekî, Cerîr-i Becelî'nin şöyle dediğini nakleder: Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldiğim zaman, Önce üzerimdeki elbiseyi değiştirip en güzel elbisemi
giydim. Sonra Mescid'e girdim. Bu sırada Peygamber Efendimiz, hutbe okumakta idi... İnsanlar gözlerini
bana çevirerek süzdüler... Ben, yanıbaşımda oturana dedim ki:
"Resûlüllah Efendimiz, benim hakkımda birşey söyledi mi?" O da:
"Evet, seni en güzel bir şekilde andı. Hutbesini
okurken bir ara buyurdular ki: "Az sonra, şu
kapıdan hayırlı ve uğurlu
bir adam gelip içeri girecek, onun yüzünde meleğin
dokunmasından kalan bir iz bulunacak!" İşte Resûlüllah, senin hakkında
bunları söyledi..."
Buharî ve Müslim'in ise Cerîr'den rivayetleri
şöyledir; "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana buyurdu ki: "Ey
Cerîr, şu Zi'l-Halasa putunu gidip tahrîb ederek, beni rahata kavuşturamaz mısın?" Ben de dedim ki: "Ey
Allah'ın Resulü, ben ata bindiğim zaman üzerinde duramayıp düşüyorum." Bunun üzerine
Rasulullah göğsümün üzerine vurup sıvadı... ve şu duada bulundu: "Ey Allah'ım, Cerîr'i biniti
üzerinde sabit kıl, üzerinde bulunduğu doğru yolda da sabit ve dâim
eyle!"
Ben, Resûlüllah Efendimizin benim hakkımdaki bu duasından sonra atıma
binerek Zi'l-Halasa'nın yolunu tuttum. Emrimde de yüz elli atlı asker
vardı... Sür'atle oraya vardık ve Zi'l-Halasa putunu yakıp kül
ettik..."[12]
15-1 Tayy Heyetinin Gelişi ve Bu Sırada Vukua Gelen
Ayetler
Beyhekî İbn-i İshak'tan şöyle rivayet eder: Tayy Heyeti geldiği zaman, içlerinde Zeydü'l-Hayr da vardı. Hep birlikte Resûlüllah'ın huzurunda
müslüman oldular... Resûlüllah Efendimiz, bu sırada Zeyd'in adım "Zeydü'l-Hayr" olarak değiştirdi... Sonra kabilelerine döndüler... Onlar
giderken, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Zeyd, Medine'nin sıtmasından halâs
bulamıyacak!" Necid taraflarında yollarına devam e-derlerken, bir su başına
vardıklarında Zeyd hastalandı ve orada vefat etti..."
Tayy kabilesinden olan
Adiyy bin Hâtim'den de Buharfnin şöyle
bir rivayeti bulunmaktadır: Adiyy diyor ki: "Birgün ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huzurunda idim. Adamın biri gelip
fakirlikten şikayette bulundu...
Bir diğeri gelip yol emniyetinin
bulunmayışından şikayette bulundu... Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdular ki:
"Ey Adiyy, eğer Ömrün uzun olursa, devesine binmiş bir kadımın Hîra'dan (Kûfe'den) kalkıp Mekke'ye vardığim ve Kabe'yi tavaf ederek
yurduna döndüğünü, bu esnada Allah korkusundan başka hiçbir korkusunun bulunmadığim kendi gözlerinle
göreceksin!' (iyice yerleşip kuvvetlenen İslâm sayesinde; can, mal ve namus emniyetinin bu
derece gerçekleştiğine şahit olacaksın!)"
Ben, Resûlüllah Efendimiz'in bu mübarek tebliğlerini kendi ağızlarından duyunca, ister istemez içimden şöyle
geçti: "Ortalığı fesada veren, kasıp-kavuran Tayy kabilesinin eş-kiyâsı;
acaba o zaman nereye gidecekler?" Resûlüllah Efendimiz ise, sözüne devam, ederek buyurdular
ki: "Eğer Ömrün uzun olursa, Iran Kra-lı'nın hazînelerinin de müslümanların eline
geçtiğini, oraların dahi fet-hedildiğini gözlerinle görürsün!"
Ben bunun üzerine: "Ey Allah'ın Resulü, Hürmüz oğlu Basra'nın hazînesini
mi?" diye sordum. Peygamberimiz de: "Evet, Hürmüz oğlu Kisrâ'nın hazînesi" buyurdu... ve yine sözüne
devam ederek: "Yine ömrün uzun olduğu
taktirde, malın da son derece çoğalıp bereketlendiğini görürsün! O derece ki, adamcağız iki a-vucunu altın veya gümüş ile
doldurup evinden çıkar ve bunu kendisinden kabul edebilecek olan birisini arar... Fakat kabul eden
kimseyi bulamaz..."
Adiyy bin Hatim, Resûlüllah Efendimiz'in
gelecek hakkındaki bu sözleri
üzerine derdi ki: "Ben, aynen Resûlüllah Efendimizin haber verdikleri
şekilde, tek başına devesine binip de Kabe'ye gelip tavaf ettikten
sonra, Mekke'den yine tek başına yola çıkıp memleketi
olan Hîra'ya (Kûfe'ye) giden ve bu esnada Allah korkusundan başka
hiçbir korku aklına gelmeyen İslâm kadımının,
bu mutlak emniyet günlerini gözlerimle görüp yaşadım...
Keza Iran Krah'nın hazînelerini
ele geçiren İslâm as-keleri arasında, bizzat kendim
dahî bulundum. Bunun da aynen gerçekleştiğine gözlerimle şahit oldum... Eğer sizlerin benden sonra ömrünüz uzun olursa,
Resûlüllah Efendimiz'in haber verdikleri üçüncü hâlin gerçekleştiğine de şahit olursunuz."
Beyhekî der ki: "Resûlüllah
Efendimiz'in haber verdikleri üçüncü hâl de, Râşid Halîfelerden Ömer bin Abdü'l-Azîz'in zamanında gerçekleştirilmiştir..."
Beyhekî bunu söyledikden sonra,
Abdurrahmân bin Zeyd'in torunu Ömer bin Esîd'ten şu haberi nakleder: "Ömer bin Abdü'l-Azîz, ancak iki
buçuk sene hilâfette kalabilmiştir... Bununla beraber adaletli ve is-tikâmetli
idâresinin bereketi, huzur ve emniyeti her tarafta kemâliyle hissedilmiştir...
Henüz o sağken, kişi bize büyük ve çok miktardaki bir mal ile
gelir ve bunu, istediğimiz şekilde ve istediğimiz yere harcamak üzere bize
vermek isterdi de, içimizden onun bu malim kabul
eden olmazdı... Adamcağız da dönerken: "Gerçekten Ömer bin Abdü'l-Azîz, insanları, başkalarimn malına ihtiyâç duymayacak kadar zengin kılmıştır!"
demekten kendisini alamazdı..." [13]
Tarık bin Abdullah'ın Gelişinde Vukua Gelenler
Beyhekî, Târik bin Abdullah'tan
nakleder. O der ki: Biz, Medine'ye giderken Medine'nin bahçelerine yaklaştığımızda, hayvanlarımızdan i-nerek elbiselerimizi
giydik... Bu sırada eski elbiseli bir adama rastladık. Bize selam verdikten
sonra, nereye gittiğimizi
sordu. Biz de: "Medine'ye gidiyoruz" dedik. "Orada ne
yapacaksınız?" diye sordu. Biz de:
"Medine'nin hurmasından satın alacağız" dedik. O, "Şu deveyi bana satar mısınız?" dedi. Biz de: "Şu kadar hurmaya satarız" dedik. O da "Peki,
satın aldım" dedi ve o devenin yularından tutarak çekip gitti... Biz,
kendisinden hiçbir şey almamıştık...
Biz, ne yaptık, diye bu alışverişe şaştık...
Devemizi satın alan adamdan
hiçbir şey almadığımız gibi, kendisini de
tanımıyorduk... Kafilemiz içinde bir kadın da vardı. Bu kadın bize dedi ki:
"Telaşlanıp da kendi kendinizi ayıplamayimz!
Zira sizin devenizi satın alan adamın, hiç de insanlardan herhangi birini aldatacak
hâli yoktu! Yüzü Ay'ın ondürdüne benziyordu... Allah'a yemin ederim ki, böyle bir sîmâ, sizin hakkınızı üzerine geçirmez, hiçbir kimseye hiçbir haksızlık
yapmaz!... Derken bir adam geldi ve kendisinin Allah Resûlü'nün elçisi olduğunu söyledi. Dedi ki: "Resûlüllah Efendimiz, sizden deve satın almışlar, İşte, devenizin bedeli olan hurma. Ölçünüz ve harhangi
bir eksiğiniz olup olmadığim kontrol ediniz! Yâni eksiksiz
olarak teslim alimz! Sonra afiyetle yiyip hepiniz hurmaya doyunuz!... [14]
Hadramevt Heyetinin Gelişinde Vukua Gelen Ayetler
Beyhekî ve Târih'inde Buhârî Vâil bin Hucr'dan şöyle
naklederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in zuhuru haberi, bize ulaştığı zaman, ben kalkıp Hazret-i Peygamber'e gittim. O'nun ashabından bâzılarimn bana haber verdiklerine
göre, benim gelişimi Hazret-i Peygamber kendilerine üç gün önce
haber vermiştir..." [15]
İbn-i Sa'd'ın çıkardığı bir habere göre,
Zührî, îkrile, Asım ve diğerleri demiştir ki: Hadramevt Heyeti gelip Resûlüllah
Efendimizin huzurunda müslüman oldular... İçlerinden Muhres dedi ki:
"Yâ Resûlallah, Allah'a benim için dua ediver de dilimdeki şu kekemelik zâü olsun!" Onun bu ricası
üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun için dua ediverdi, onun
dilindeki kekemelik de zail oldu..
' Yine İbn-i Sa'd'ın
Hişam bin Muhammed
tarikiyle olan rivayeti ise şöyledir: Muhres bin Ma'dikerb, kendi kabilesinden
gelen heyet içinde Resûlüllah'a gelip müslüman oldu... Kabilesine dönüşü sırasında yolda bir rahatsızlık geçirdi. Ağzı bir
tarafa kayarak yıkılmıştı... İçlerinden bir grup Resûlüllah'a dönerek durumu haber verdiler ve: "Ey Allah'ın
Resulü, kabilemizin efendisi olan Muhres, el-Lakva denilen hastalığa mübtelâ oldu. Tedavisi için
bize bir yol gösterir misiniz?" dediler... Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de kendilerine şu tarifte
bulundu: "îğneyi alıp ateşte
iyice kızdırimz. Sonra bunu, göz
kapağimn ucuna birkaç defa vurunuz, inşallah onun şifâsı bundadır... Sonra sizler, benim yanımdan
çıktıktan sonra ne dediğinizi Allah bilir...." Bunun üzerine onlar, tekrar yola çıkıp Muhres'e kısa zamanda ulaştılar
ve bunu aynen yaptılar... Muhres de o hastalıktan şifâ buldu..." [16]
Eş'arilerin Heyetinin Gelişi Sırasında Görülen
Mucizeler
İbn-i Sa'd ve Beyhekî Enes'den rivayet ederler: O
demiştir ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"Ashabım, sizin yanimza
bir kavim gelecek; onların kalbleri sizin kainlerinizden daha
yufkadır!" Peygamber
Efendimiz böyle buyurduktan
sonra, Eşarîler'in heyeti geldi. Onların içinde Ebû
Mûsa da vardı...."
Abdurrazzâk'ın rivayetine göre de Muammer şöyle demiştir: Bana
ulaşan bir habere göre, günün birinde Peygamber Efendimiz ashabı
ile birlikte oturuyormuş.
Buyurmuş ki: "Allah'ım, gemilerine binip
de bize gelmeye çalışanları, muradlarına erdir!" Bir müddet geçtikten
sonra da: "Allah, kendilerini korudu, onlar da denizi geçtiler"
buyurdu... Onların Medine'ye yaklaştığı sırada da: "Başlarında
sâlih bir kişi olduğu halde, nihayet geldiler" buyurdu..."
Gemiye binerek yola çıkıp bu gelenler, Eş'ariler idi... Başlarında ise, Amr bin el-Hamık vardı. Geldikleri
zaman Peygamberimiz kendilerine:
"Hangi yolu takiben geldiniz?" diye sordu. Onlar da: "Zebid'den
geldik" dediler... Efendimiz de "Allah, Zebîd'i mübarek kılsın!"
diyerek duada bulundu. Onlar, "Aynı zamanda kima'dan geldik" dediler. Peygamberimiz ise, ilk duasını tekrarladı. Onlar yine, "Rima'dan"
dediler. Peygamberimiz de ayni duasını tekrarladı... Nihayet üçüncüsünde: "Allah,
Rima'ı da mübarek kılsın!" buyurdular..." (Bunu, Beyhekî de rivayet etmiştir.) [17]
İbn-i Sâ'd, Ayyâd el-Eş'arî'den,
aşağıdaki âyet-i celile ile ilgili olarak şu haberi
nakletmiştir: Ayet-i Celüeler (meâlen):
"...Allah, yakında öyle bir toplum getirir
ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler..." (Mâide, 54).
İşte bu âyet-i
celîle ile ilgili olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); Ebû Mûsâ el-Eş'arî'ye
işaretle: "Onlar, İşte bu adamın
kavmidir!" buyurdu." [18]
Abdurrahman bin Ebû Akilin Gelişinde Vukua Gelen
Mucize
Beyhekî, Abdurrahmân bin Ebû Akilin
şöyle dediğini nakleder:
Resulüllah'a giden bir heyet içinde ben de vardım... Ona vardığımız ve
develerimizi kapimn yakimnda ıhtırdığımız zaman, bize O'ndan daha sevimsiz
kimse yoktu... O'nun huzurundan ayrıldığımız zaman ise, O'ndan daha sevgili hiç
kimse yoktu... O'nun huzurunda iken içimizden biri dedi ki: "Ey Allah'ın
Resulü, siz de Süleyman Peygamberin
mülkü gibi Allah'tan mülk isteseniz olmaz mı?" Resûlüllah Efendimiz ise,
onun bu sözünü gülümseme ile
karşıladı ve şöyle buyurdu: "Ümid edilir
ki sizin Peygamberiniz Süleyman'ın mülkünden (ve
kendisinden) daha faziletlidir! Unutmayimz ki Allah, her Peygambere, kabul buyuracağı bir dua vermiştir.
Onlardan bâzıları, bu kabul edilecek olan duasını, dünyası hakkında kullanmıştır,
bâzıları da kendisine isyan eden kavminin aleyhinde kullanmış, Allah da o kavmi helak
etmiştir... Fakat bana gelince;
"Gerçekten
Allah, bana da mutlaka kabul buyuracağı bir dua vermiştir. Ben ise bu duamı, kıyamet gününde ümmetim için
Rab*bimin indinde şefaatta bulunmak üzere saklamış bulunuyorum!"
[19]
Maiz bin Malik’in Gelişinde Görülen Fevkalâdelik
Beyhekî, Mâiz bin Mâlik'in torunu Cad
bin Abdurrahmân'ın şöyle dediğini haber vermektedir: Mâiz bin
Mâlik, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldiği zaman, Peygamberimiz ona bir mektub yazıp
verdi ve bu mektubta, Mâiz'in, kavminin en son müslüman olan ferdi olduğunu, kendisinin a-leyhine, kendi
elinden başkasının suç işleyemiyeceğini bildirdi... Bunun üzerine
Maiz, bîat ederek müslüman oldu..." [20]
Müzeyne Heyetinin Gelişinde Görülen Mucize
Ahmed, Taberânî ve Beyhekî Nûmân bir Mukrin'den şöyle
rivayet ederler: Ben, Muzeyne ve Cüheyne kabilelerine mensub dört yüz kişi
ile,birlikte Peygamber (s.a.y.)'e gittim... Peygamberimiz, bize gerekli e-mirleri
verdikten sonra Ömer'e hitaben: "Yâ Ömer, onlara katık ver!" buyurdu... Ömer: "Yanımda arta kalmış bir miktar hurmadan başka
birşey yoktur" dedi. Peygamberimiz aynı emrini tekrarladı. Ömer de bizi, deponun yanına götürüp: "Haydi, buradaki hurmadan alıp
yiyiniz!" dedi... Orada ise, yere çökmüş bir deve görüntüsü
kadar hurma yığim bulunmakta idi.
Biz ise dört yüz kişi idik... Hepimiz sırayla girip ihtiyacımız
kadar hurma aldık. En sona kalan ben idim. İhtiyacım kadar ben de aldıktan
sonra, dönüp arkama baktım, O hurma yığimndan hiçbir eksilme görmedim...." (Hafız Ebû Nuaym'in Değin bin Saîd'den sevkettiği bir haber de, bu
mealdedir...." [21]
Sühaym Oğullarimn Gelişinde Görülen Mucize
el-Reşâtî Ebû
Ubeyde'den şöyle rivayet eder: Sühaym Oğulları'nın temsilcileri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e
geldikleri zaman, aralarında Ek'as bin Seleme de vardı... Hepsi müslüman
oldular... Dönecekleri sırada Hazret-i Peygamber kendilerine şu emri verdi:
"Kavminize döndüğünüz zaman, onları İslama davet
ediniz." Ayrıca kendilerine içinde su bulunan bir su kabı hediye etti. Bu
kabdaki sudan bir miktar alıp mübarek ağzında çalkaladıktan sonra, yine kabın
içine dökmüş idi... Sonra buyurdu ki: ."Bu suyu, kendi
yurtlarındaki mescidîerine saçsınlar... Dâima başlarim yukarıda ve dik tutsunlar! Çünkü
Allah, onların başlarim yükseltmiş
bulunuyor!"
Onlar da Öyle yaptılar: O suyu mescidîerine döküp
saçtılar ver dâima başlarım da dik tuttular... Müseylemetü'l-Kezzâb, yalancı
peygamberlik dâvasına kalkışıp niceleri için fitne ve belâ
olduğu zaman, bu Süheym Oğulları'ndan bir tek kişi ona katılmamıştır. Hiçbir zaman bu
kabileden, bir haricî de zuhur etmemiştir...." (Şüphesiz
bu, onlar için büyük bir menkıbe, büyük bir şeref ve fazilettir...) [22]
Şeybân Heyeti'nin Gelişinde Görülen Mucize
İbn-i Sa'd, Kayla bint-i Mahrame'den şu
haberi nakletmiştir: Şey-ban Heyeti ResûlüUah'a gittiği zaman, aralarında ben de vardım. Huzuruna
vardığımız sırada Hazret-i
Peygamber, dizlerini karnına dayamış ve
kolları ile de dizlerini kavuşturmuş bir şekilde oturmakta idi... O'nu, çok huşulu
bir şekilde oturur görünce, beni bir korku ve heyecan kapladı...
Yanındaki biri, benim bu hâlimi farkederek: Yâ Resûlellah, zavallıyı
korkuttunuz" dedi. Halbuki ben bu sırada Hazret-i Peygamber'in arka tarafında bulunuyordum. Peygamberimiz ise bana bakmaksızın: "Ey zavallı, sakin ol!" buyurdu... O,
böyle buyurur buyurmaz
Allah, bütün üzerimdeki korkuyu giderdi...." [23]
Uzre Heyetinin Gelişinde Vukua Gelenler
İbn-i Sa'd Tabakât'ında, Ebû Sa'd da Şerafü'l-Mustafa'sında
Müdlic bin Mikdâd'tan, o da Zümel bin Amr'ın babası Amr'dan şöyle naklederler: Zümel bin
Amr Hazret-i Peygambere geldiği zaman, kendi kabilelerine ait puttan duyduğu sesi anlattı... Hazret-i Peygamber de ona: "Bu senin
duyduğun ses, cinlerden bir mü'ıninin sesidir" buyurdu. Zümel
de müslüman oldu...."
İbn-i Asâkir ise, yine Zümel'den şöyle nakleder: Bizını kabilenin Hammâm adında bir putu
vardı. Peygamberimiz "in zuhurundan sonra
bu puttan şöyle bir ses duyduk: "Ey haramzade
saçmalar! Hakk zahir oldu, Hammam'ın sonu geldi... İslâm gelip şirki defetti!"
Biz bu sesten ürperip korkmuştuk... Aradan birkaç gün geçtikten sonra, yine bir
ses daha işittik. Bu ses de diyordu ki: "Ey târik, ey târik! Gönderildi Ne-biyy-i Sâdık! O'na verildi Vahy-i Nâtik! O
vahiyle çınladı Arz-ı Tıhame! O'na yardım edenlere va'dedümiştir selâmet, O'nu yardımsız bırakanlara ise vardır
nedamet! Şu sizinle olan vedam, kıyamete kadar sürecektir
elbet!" içinden böyle
sesler gelen putumuz, sonra yüzüstü yere düşüp
parçalandı... Ben de bu olaydan sonra kabilemden bazıları ile birlikte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelip müslüman oldum...
Kendisine bu duyduğumuz sesten de haber verdik. O da buyurdu ki: "Bu
sizin duyduğunuz ses, cinlerin kelâmmdandır.."
[24]
Necran Heyetinin Gelişi ve Bu Sırada Vukua Gelen
Mucizeler
İbn-i İshâk, Beyhekî ve Taberanî Kürz bin Alkama'dan şöyle rivayet ederler: "Necrân'lı nasranîler bir
heyet hâlinde Hazret-i Peygamb'er'e geldiler. Atmış aded
binitli idiler. Aralarında Ebû Harise bin Alkarna da vardı. Ebû Harise; onların
âlimi ve imamı idi... Rum Hükümdarları bu adama çok büyük itibar da bulunmuş çok miktarda mal ve bahşişler
vererek onu zengin etmişlerdi... Onun istediği kadar ve istediği yerlere kiliseler yapmış, ona büyük hizmetlerde bulunmuşlardı... Çünkü onun dindeki ameli, ibâdet ve içtihadı çok üstündü... Bir heyet halinde yola
çıktıkları vakit, Ebû Harise; katırına kasılmış, kardeşi Kurs bin Alkarna da onun yanıbaşmda
yürüyordu... Derken Ebû Hârise'nin katırı tökezledi, Kürz de Peygamberimizi kasdederek: "O uzak adam
tökezlesin!" dedi... Ebû Harise ise buna razı olmadı ve
kardeşine hitaben:
"Sen tö-kezleyesin!" dedi. Kardeşi ona: "Niçin böyle
söylersin?" diye sordu. Ebû Harise de: "Vallahi O, hepimizin
gelmesini beklediğimiz Peygamberdir!" diye cevab verdi. Bu cevaba
şaşıran Kurs ise: "Peki, madem bunun böyle olduğunu biliyorsun, niçin O'na tabî olmuyorsun?" diye
sordu... Ebû Harise de bu soruya, ancak şu şekilde mukabele etti:
"Bak kardeşim,
bize bunca itibâr, izzet ve ikramlarda bulunanlar, şimdi O'na muhalif bulunmaktadırlar. Eğer biz, kendiliğimizden kalkıp bu Peygamber'e tabî olsak, bize verdikleri neleri varsa hepsini
geri alırlar....
Kendilerinin âlimi ve imamı bulunan kardeşinin bu sözlerinden çok
etkilenmiş olan Kürz bin Alkarna, kardeşinin bu şekilde İslâm'a muhalif kalmasına karşılık müslüman olmayı kafasına koydu ve sonunda
müslüman oldu...."
(İbn-i Sa'd'ın
rivayetine göre, Ebû Hârise'nin o
sözleri üzerine, kardeşi Kürz; derhal orada kardeşine karşı yemin etmiş ve mutlaka Muhammed'e gidip müslüman
olacağını söylemiştir. Yâni bunu kardeşinden gizlememiştir...."
Buhârî Huzeyfetübnü'l-Yemân'dan şöyle rivayet eder: Necrân'dan el-Seyyid ve el-Akıb
adındaki iki zât Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e gelerek, kendisi ile karşılıklı lânetleşmeyi göze
alıp kabul ettiler... İçlerinden
biri diğerine dedi ki, sakın O'nunla lânetleşmeyi göze alma! Eğer hakîkaten O, bir Peygamber ise, onunla lânetleştiğimiz takdirde ne kendimiz, ne de neslimiz asla felah
bulmaz!" Bunun üzerine lânetleşmeyi kabul etmekten vazgeçtiler ve Hazret-i Peygamber'e: "Bizden ne istersen onu
Sana verip, Seninle sulh yapmağa hazırız"
dediler... ve iki bin elbise
vermeleri şartıyla sulh yaptılar..." [25] Ebû Nuaym Katâde'den şöyle rivayet eder; "Bize anlatıldığına göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Eğer azâb olsa idi, muhakkak Necrânlüar'ın üzerine inerdi... Eğer onlar Benimle lânetleşmiş olsalardı, Yeryüzünde onlardan eser
kalmazdı...."
Ahmed ve Ebû Nuaym, İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet ederler: Bir gün Ebû Cehl gadaba gelip:
"Eğer Munammed'i Kabe'nin yanında namaz
kılarken görecek olursam, O'nun
boynunu çiğneyeceğim!" Peygamber Efendimiz de buyurdular ki: "Eğer o böyle bir şey
yapmış olsa, melekler onu
göz önünde parçalarlar! Eğer yahhudıler de gerçekten ö-lümü temenni etmeyi kabul etmiş olsalardı, hepsi ölürlerdi... Keza benimle
mübâhele (karşılıklı lânetleşme) işini kabul edenler bundan
vazgeçmeselerdi, Necrân'a döndükleri zaman, orada hiçbir şey kalmamış olduklarim görürlerdi...."
(imam-ı Ahmed'in bu rivayeti; İsmail bin Yezîd tarîkile Kurra'dan, o da Abdü'l-Kerîm
bin Mâlik ei - Cezerî'den; bu da ikrime tarikiyle İbn-i Abbâs'tandır...
Keza bu haberi bu şekilde Buharî, Tirmizî ve Nesâi de Abdürrezzâk
tarîkiyle Mua'ınmer'den, o da Abdü'l-Kerîm bin Mâlik'ten rivayet etmişlerdir... Ayrıca Tİrmizî, bu rivayetin
"Hasen" ve "Sahih" olduğunu da bildirmiştir...)
Hatîb, "El-Müttefak
ve'l-Müfterak"adlı kitabında, içinde birtakım mechûl râvîler bulunan bir
sened ile Kays bin el-Rabî'den nakleder: "Necrân Heyeti içinde
bulunanlardan Şümerdel bin Kubâs
el-Ka'bi dedi ki: Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hitaben: "Ey Allah'ın Resulü, anam babam Sana
feda olsun, ben tabiblik yaparak bâzı hastaları tedavi ediyorum. Benim için
helâl olan nedir? diye sordum. Peygamber aleyhisselam da: "Damara neşter vurarak kan alırsın" "buyurdu... ve ilâve
etti: "Kanı kesmek için, mecbur kalmadıkça dağlamazsın... Yaptığın ilaçlar içine, bir nevi sütleğen olan şübrum'u
da katmayasın! Yeri geldikçe Senami-ki'yi kullan... Fakat, bir hastanın
hastalığimn ne olduğunu bilmeden, hastalığı iyice tanımadan, tedavide
bulunmayasm!"
Hazret-i Peygamber'in bu sözlerini dinledikten
sonra O'nun dizlerini öptüm ve kendisine: "Seni hak Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, Sen tıbbı benden daha
iyi biliyorsun!" demekten kendimi alamadım...."[26]
Cüraş Heyetinin Gelişinde Vukua Gelen Mucize
Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i İshak'ın şöyle didiğini rivayet ederler: Esed oğullarimn heyeti gelip müslüman olduğu zaman, onların içinde Surad bin Abdullah da vardı.
Bu sırada Peygamberimiz kendisine, diğer müslüman olanların başında gidip müşriklerle mücâhede
etmesini emretmiş ve onu emîr tâyin etmişti.
Surad bin Abdullah da yanındaki askerlerle birlikte gidip Cüraş'ı
kuşatmıştı... Burasını bir aya
yakın kuşattığı halde bir netice alamadığim görmüş ve geri çekilir gibi yapmıştı...
Onların Keser dedikleri dağa kadar çekilmiş. Cüraşlılar
da kendisini oraya kadar tâkib etmişler ve onu bozguna uğradı
sanmışlar...
Tam ona yetiştikleri sırada, Surad bin Abdullah askerlerine geri dönüp saldırmalarım emretmiş ve çok şiddetli bir savaş
vermiştir... Cüraş'lılar, daha önce Hazret-i Peygamber'in yanına durumu gözetmeleri
için iki kişi göndermişti... İşte tam bu savaşın şiddetlendiği
sırada Hazret-i Peygamber bu iki kişiye hitaben:
"Şeker denilen yer, neresidir?" dedi... Onlar da "Bizim Cüraş diyarında bir dağ vardır, fakat onun adı "şeker" değil, "Keşer"dir dediler... Peygamberimiz de kendilerine: "O,
"Keser" değil, "Şeker"dir" buyurdu. Onlar
sordular: "Peki ona ne olmuştur?" Peygamberimiz cevap verdi: "Şimdi orada, Allah'ın develeri boğazlanıyor!"
Cü-raş'h bu iki adam da kalkıp Ebû Bekir ile Osman'ın yanına
oturdular. Onlar da bunlara dediler ki: "Siz anlıyamadımz, Peygamberimiz, sizin kavminizin uğradığı bir hâli size haber veriyordu..." Bu ikisi ayrıca onlara derhal Hazret-i Peygamber'e gitmelerim ve kavimlerinin başına çöken halin bertaraf
olması için, O'nun dua edivermesini rica etmelerini söylediler...
Onlar da kalkıp Hazret-i
Peygamber'e gittiler ve bu
şekilde ricada bulundular... Peygamberimiz derhal: "Allah'ım, onların başındaki
bu hâli, onların üzerinden kaldır!" diye duada bulundu... Cüraş'lı
bu iki kişi de bundan sonra derhal yola çıkıp kavimlerine
gittiler... Gördüler ki, Hazret-i Peygamber'in onlara o sözü söylediği zaman ve günde
kavimleri, Surad bin Abdullah'ın askerleri karşısında
büyük bir zâyiât vermişlerdir...
Bu iki kişi bunu, yâni Hazret-i Peygamber'in kendilerine bu olup biteni
haber verdiğini, kavimlerine haber verdikleri zaman; Cüraş Heyeti
de müslü-inan olmak için yola çıkarıldı... Heyet,
topluca Hazret-i Peygamber'e gelip, O'nun huzurunda
müslüman oldu...." [27]
15-2 Muaviye bin Hayda’nın Gelişinde Görülen
Fevkalâdelik
Beyhekî, Muâviye bin Hayda'nın şöyle dediğini haber vermektedir: Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldiğim zaman, O'nun şu sözleri ile karşılaştım: "Ben Yüce
Allah'a sizin ülkenize kuraklık ve kalblerinize korku vermek suretiyle, size
karşı bana ve dînine yardımcı olması için dualar etmiştim...." Bunun üzerine ben
de şu şekilde mukabele etmiştim: "Ey Allah'ın
Resulü, ben de, sana inanmamak ve uymamak için çok ağır yeminler etmiştim... Fakat Allah'ın bize verdiği kuraklık, kıtlık ve
korku sebebiyle dayanamayıp huzuruna gelmiş bulunuyorum..."
İbn-i Sa'd da, Zâmil bin Amr
el-Cüzâml'nin şöyle dediğini haber verir: Ferve bin Amr, Rumların
Ummân'daki valisi idi... Ferve Müslümanlığı kabul etti ve bir mektub
yazarak bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bildirdi... Bundan haberder olan Rum Meliki,
Ferve bin Amr'ı yanına çağırdı ve kendisine derhal Muhammed'in dininden dönmesini teklif etti... Ona:
"Eğer müslümanhktan dönersen, seni Kral yapacağım!" dedi... Ferve ise Rum Melikinin bu teklifine
karşı şu
cevabı verdi: "Ben, hak bildiğim Muhammed'in dîninden dönmem! Ey Melik, sen de biliyorsun
ki, Peygamber Îsâ dahî O'imn geleceğim haber verip müjdelemiştir. Fakat sen, Krallığım elimden kaçacak diye
korkuyorsun!...
Rum Kralı, Ferve'yi bu spzlerinden ve
teklifini kabul etmeyişinden dolayı zindana attırdı, sonra onu zindandan
çıkartarak astırdı..." [28]
Fezâre Heyetinin Gelişinde Vukua Gelen Fevkalâdelik
İbn-i Sa'd ve Beyhekî Ebû Vecze'nin şöyle dediğini naklederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Tebük seferinden döndüğü zaman ki bu, Hicret'in dokuzuncu yılı idi, Fezâre heyeti gelmişti... Sayılan on küsur kadardı... İçlerinden
biri dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, yurdumuzda kıtlık var... Hayvanlarımız
helak oldu, bahçelerimiz kurudu, çoluk çocuğumuz aç kaldılar... Allah'a dua
ediveriniz de o bize, rahmetini yağdırsın, bolluk ve bereketler
versin!" Peygamber Efendimiz de
derhal minbere çıkarak şöyle duada bulundular:
"Allah'ım, beldelerini sula, bütün
canlıları suya kandır! Rahmetini yay, ölü hale gelmiş yerleri dirilt! Allah'ım rahmetini (yağmurunu) bol ve bereketli olarak
yağdır, öyle bir yağdır ki, çok ve kandırıcı olsun, gecikmeden gelsin ve
zararlı değil faydalı olsun! Hakkımızda hakkıyla rahmet olsun, azâb ve âfet
olmasın; yıkıntılara, batmalara ve felâketlere sebeb olmasın... Allah'ım, yağmurunu yağdır, bize düşmanlarımıza
karşı yardım eyle!"
Bunun üzerine Ebû
Lübâbe ayağa kalkıp: "Ey Allah'ın resulü,
sergiliklerimiz hurmalarla dolu, yağmur yağarsa hurmaların hali ne
o-lacak?" dedi. Peygamber Efendimiz de bunun üzerine şöyle
duada bulundular:
"Allah'ım yağmurunu bolca yağdır! O derece yağdır ki Ebû Lübâbe yerinden fırlayıp
hurma bahçesine koşsun
ve bahçedeki hurma sergili-liğinin oluğunu, sırtındaki elbisesiyle tıkamaya mecbur
kalsın!...
Derken yağmur da yağmaya başladı... ve o kadar yağdı
ki, tam altı gün hava kapalı kaldı... Ebû Lübâbe de hızla bahçesine giderek
izârıyla hurma sergiliğinin
oluğunu kapamıya mecbur kaldı... Sonra
denildi ki: "Mallar perişan, yollar harab oldu!" Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yine minbere çıktı ve şu şekilde dua buyurdular:
"Allah'ım, üzerimize değil,
etrafımıza yağdır! Tepe ve dağbaşlarına, vadilerin içine
ve ağaçlıklara yağdır!" Resûlüllah'ın bu şekilde
dua buyurmasından sonra hava güzelce açıldı ve Medine semaları gayet berraklaştı...."
[29]
Kab bin Mürre’nin Gelişinde Görülen Fevkalâdelik
Ebû Nuaym Ka'b bin Mürre'den şöyle
nakleder: Resulüllah Efendimiz, Mudar kabilesi aleyhine dua etmişti... Ben, resulüllah'a gidip mürâcât ettim ve dedim
ki: "Ey Allah'ın Resulü, Allah gerçekten sana yardım etmiş, sana lütfetmiş ve senin duanı kabul buyurmuştur! Şimdi kavminiz kuraklıktan helak olmuştur... Onlar için dua
edivermenizi rica ediyorum!" Benim bu ricam üzerine Hazret-i Peygamber derhal dua buyurdular ve: "Allah'ım, bol,
bereketli, kandıran, zarar vermeyen yağmurunu ihsan eyle!"
dediler... Bundan sonra bir hafta geçmedi, bol ve afetsiz yağmur yağdı...."
Ebû Nuaym'in İbn-i Abbâs'tan olan rivayeti ise şöyledir: Mudar kabilesinden bâzı kimseler Hazret-i Peygamber'e gelip, kuraklık ve kıtlıktan şikayet ettiler... ve Cenâb-ı Hakk'a dua edivermesi için ricada bulundular... Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz de, derhal dua buyurup: "Allah'ım,
bol, bereketli, kandıran, zarar vermeyen yağmurunu ihsan eyle!" dediler...
Hava bulutlarla kapanıp onların üzerine tam bir hafta yağmur yağdı...." [30]
Mürre bin Kays Oğulları Heyetinin Gelişinde Vukua
Gelen Fevkalâdelik
İbn-i Sa'd ve Beyhekî Vakıdî'nin üstadlarından şöyle bir haber nakletmişlerdir:
Mürre Oğulları heyetinin Resulüllah Efendimiz'e
gelişi sırasında, Resulüllah henüz Tebük Seferi'nden dönmüşlerdi... Onlara buyurdu ki: "Beldeler ne
haldedir?" Onlar da: "Vallahi kuraklık sebebiyle develerimizin
ilikleri eridi..." dediler... ve Resulüllah'tan dua edi-vermesini rica ettiler...
Resulüllah Efendimiz de ellerini kaldırıp: "Ey Allah'ım,
onlara bol yağmurlar ver!" diyerek dua ettiler... Onlar yurtlarına döndükleri zaman, Resûlüllah'ın dua ettiği gün oraya yağmur yağmış olduğunu öğrendiler...
Aynı gün resûlüllah'ın dua edivermiş olduğunu da onlara duyurdular... Bunun
üzerine bir heyet seçip Resulüllah'a gönderdiler.
Bu sırada Resulüllah Efendimiz Veda Haccı'nı yapmak üzere hazırlanmakta idi.
Onlar gelip dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, senin bizını için dua
ediverdiğin gün, yurdumuza bol
yağmurlar yağmış... O kadar ki, ekinlerimiz iki
kat kuvvetli ve bereketli olmuştur... Develerimiz, çökertildikleri yerden kalkmadan karınlarim doyuracak
kadar otlaklarımız bereketlenmiştir. Davarlarımızda
evlerimizin etrafından uzaklaşmadan karınlarim doyurur olmuşlardır...."
Bu, bolluk ve bereket
haberini alan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bu bolluk ve bereketi
lütfeden Allah'a hamdolsun!" buyurarak, Allah'a hamd ve senada
bulunmuştur...." [31]
Darîlerin Heyetinin Gelişinde Görülen Fevkalâdelikler
İbn-i Sa'd Zührî tarhikiyle şöyle bir
haber nakleder: "Dârî'lerin heyeti Resûlüllah Efendimiz'e, O'nun Tebük'ten
dönüşü sırasında geldi, sayıları on kadardı...
Temim el-Dârî de onların içinde idi. Hepsi derhal müslüman oldular... Temim-i
Dârî dedi ki: Ey Allah'ın Resulü, bizını Rumlardan bâzı komşularımız
var... Onların yakimmızda Hubrâ ve Beyt-i Aynûn adında iki kasabaları
bulunmaktadır. Eğer Allah, Şam'ın fethini sana nasîb ederse, bu iki kasabayı bana
hediye et.." Peygamberimiz de: "Peki, hibe ediyorum"
buyurdu... ve bunu bir yazıya alarak Temîm-i Dârî'ye teslim etti...
Vaktaki Ebû Bekir iş
başına geçti, Pey-gamberimiz'e vekâleten o
iki kasabayı Temim'e verdi..." [32]
Müslim Fâtımd bint-i Kays'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Temîm-i Dârî, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldiği zaman, şöyle bir olaydan bahsetmiş ve demiştir ki:
"Ben denizde yolculuk ederken gemimiz istikâmet şaşırıp bir adaya yanaştık...
Adaya indik ve su aramaya başladık... Saçları yerde
sürünen bir adamla karşılaştık. Ben ona,
"Kimsin?" diye sordum, o da dedi ki: "Ben, Cessâse'yim."
Kendisine, hâlinden haber vermesini istedik. O da dedi ki: "Haber, az
ilerideki adamdadır. Ona gidiniz!" Biz, o adamın yanına gittiğimizde onun bağlı olduğunu gördük. Bize kimler olduğumuzu sordu. Biz de Arabtan
bâzı kimseler olduğumuzu
söyledik. O dedi ki: "Peki, şu Araplar içinden Peygamber olarak ortaya çıkan adamın durumu nedir? O, ne
yaptı?" Biz de dedik ki: "în-sanlar O'na inandı, O'nu tasdik etti ve
O'na tabî oldular." Bunun üzerine o, "Bu, onlar için çok hayırlıdır"
dedi. Sonra Şam tarafındaki Ayn-i Züğar beldesinin hâlini sordu, biz
de haber verdik... Sonra Şam yakimndaki
Beysan Hurmalığı'nın hâlini sordu: Hurmalarimn meyve verip vermediğini öğrenmek istedi... Biz de meyve
verdiğini haber verdik. Bunun
üzerine son derece heyecanlanan ve yerinden sıçrayan o adam, Neredeyse
arkasındaki duvarı delip çıkacak şekilde kendini
çarptı... ve şöyle haykırdı: "Eğer bana izin verilmiş olsa, Tayle
hariç bütün beldeleri çiğneyip harab ederdim!"'
Ben bunları anlattıktan sonra, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bana, bunu insanlara anlatmamı söyledi ve bu vesile ile orada
buyurdu ki: "İşte onun istisna ettiği Taybe, şu yurdumuz Medine'dir,
kendisi de deccâldir!" [33]
Haris bin Abdi Kulal’in Gelişi Sırasında Vukua Gelen
Fevkalâdelikler
Hemedâni "El-Ensâb" adlı
kitabında şöyle nakleder: Harîs bin Abd-i Külâl el-Hımyerî,
müslüman olmak üzere Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelmek için yola çıktığı zaman, onun gelişinden
önce Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "İşte şu
yoldan yakında bir adam gelecek, güzel yüzlü ve güzel atlı olacak!"
"Sonra Haris gelmiş
ve derhal müslüman olmuştur. Peygamber Efendimiz kendisine güzel itibarda
bulunmuş, onun boynuna sarılmış ve
altına ridâsını sermiştir...."
[34]
Bekka Oğullarimn Gelişinde Vukua Gelen Fevkalâdelik
İbn-i Sa'd ve Îbn4 Şâhîn, Ca'd bin Abdullah bin Mâiz el-Bekkâi'nin
babasından naklen şöyle
dediğini naklederler: Hicretin dokuzuncu
yılında Bekkâ oğullarimn heyeti Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldi. Bunlar, üç kişi
idiler: Muâviye bin Sevr, bunun oğlu Bişr bir de el-Necî bin Abdullah... Yanlarına Abd-i Amr'i
de almışlardı. Muâviye dedi ki: "Ey Allah'ın Elçisi, ben
senin mübarek elinle mesh etmeni, bir bereket sayarım! Şu iki oğlumun yüzlerini meshetmeni rica ediyorum." Peygamberimiz de mesnetti. ve onlara
birkaç dişi keçi hediye etti, bunların
bereketlenmesi için ayrıca dua da buyurdular... Ca'd bin Abdullah derki: Biz
kabilemize döndük, bu keçilerin
çok bereketini gördük. Kabilemizde kıtlık olduğu
zaman bile, bir sıkıntı çekmedik...."
Buhârî, Beğavi ve İbn-i Mende Sâid bin el-Alâ
tarikiyle Bişr bin Muâviye'den şöyle rivayet ederler: "Dedem Bişr bin Muâviye, ResûlüHah Efendimiz'e babası Muâviye
ile birlikte gittiği
zaman, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun başım ve yüzünü mübarek eliyle meshetmiştir... ve onun için hayır duada bulunmuştur.., Bu sebeble dedem Bişr'in yüzü, atın alnındaki beyazlık gibi parlardı...
Kendisi de eliyle neye dokunsa, dokunduğu yerde hastalık ve arızadan eser kalmazdı..."
[35]
Tücib Heyetinin Gelişinde Görülen Fevkalâdelik
İbn-i Sa'd Vahidî tarikiyle Amr bin
Züheyr'in oğlu Abdullah'tan o da Ebûl-Huveyris'ten şöyle nakleder: Hicretin dokuzuncu yılında tücib
heyeti Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldi îçlerinde bir genç de vardı... Bu genç Peygamberimiz'e dedi ki: "Ey
Allah'ın Resulü, benim hacetimi görüver!" Peygamberimiz kendisine, "Hacetin
nedir" diye sordu. O da, "Allah'a dua ediver de Allah beni affetsin,
bana merhamet eylesin, benim zenginliğimi kalbimde kılsın!" dedi... Peygamber Efendimiz de onun için bu şekilde
dua ediverdi... Sonra bu heyet, kabilelerine döndü. Peygamberimiz Veda Haccı için çıktıklarında, onlarla Minâ'da karşılaştığı zaman, o gencin hâlinden
sordu...Onlar da dediler ki: "Allah'ın
verdiği rızık ve nasibe, ondan daha fazla kanâat edenim görmedik." Bunun
üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Öldüğü zaman, helak olurcasına değil de, tam ve şerefli bir ölümle
ölmesini ümîd ederim!" buyurdular." [36]
Selâman Heyetinin Gelişinde Görülen Fevkalâdelik
Ebû Nuaym Vâkıdî tarikiyle onun üstadlanndan şöyle
nakleder: Onuncu Hicret yılimn Şevval ayında Selâmân
Heyeti Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldi... Peygamberimiz kendilerine:
"Beldelerinizin hâli nedir?" diye sordu...
Onlar da, kuraklık hüküm sürdüğünü bildirdiler ve Hazret-i Peygamberden dua ricasında bulundular... Peygamberimiz de: "Allah'ım,
bunların yurdlanna yağmur
ihsan eyle!" diyerek duada bulundu... Onlar, Peygamberimiz'e hitaben: "Ey
Allah'ın elçisi, dua ederken ellerini kaldır! Çünkü bu şekilde dua etmek, daha
te'sirli ve daha güzeldir!" dediler... Peygamberimiz de tebessüm etti ve duasını ellerini kaldırarak yaptı... Ellerini o kadar
kaldırdı ki, koltuk altimn beyazları göründü... Selâmân Heyeti, kabilelerine döndükleri
zaman Peygambe-rimiz'in kendileri için dua ediverdiği günde yurtlarına yağmur yağmış olduğunu öğrendiler..." [37]
Muhârib Heyetinin Gelişinde Görülen Fevkalâdelik
İbn-i Sa'd Vakıdî tarikiyle Muhammed bin Salih'ten, o da
Ebû veceze el-Sa'dî'den
şöyle nakleder: Muhârib heyeti, Hicrî onuncu
yılında ve Veda HaccıBirasında geldi... Sayılan on kadardı, içlerinde
el-Harîs'in oğulları ve Oğlu Huzeyme de vardı... Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Huzeyme'nin yüzünü okşayıp meshetmişti. Bundan Huzeyme'nin yüzünde nûr gibi bir nişan kaldı...." [38]
Cinlerin Heyetinin Gelişinde Vukua Gelenler
Ebû Nuaym der ki: Cinlerin heyet
halinde gelişleri ve müslüman oluşları,
aynen insanların heyetler halinde gelişi ve müslüman oluşu gibi olmuştur... Bölük bölük ve
kabile kabile gelip müslüman olmuşlardır...
Gerek Mekke devri'nde, gerekse Hicretten sonraki Medine devrinde, bu böyle olmuştur."[39]
Hafız Ebû Nuaym, Amr bin Gaylân el-Sekafl
tarikiyle İbn-i Mesûd'tan şöyle nakleder:
"Medine'deki Mescid-i Nebevi'nin Suffe kısmında
barınan "Ehl-i Suffe; Allah ve O'nun dini uğrunda yerlerinden ve
yurtlarından hicret etmiş bulunan
kimselerdi. Ensardan her biri, onlardan birini alıp, ona yedirir-içirir, onu
evine götürüp bir müddet bakardı. .. Ben ise bir ara terkedilmiştim... Sevgili Peygamberimiz elimden tutarak beni Ümmü Seleme'nin odasına götürdü.
Sonra birlikte Medine Kabristanına gittik. Elimdeki asâ ile yere bir çizgi
çekip: "Ben, senin yanına gelinceye kadar bu çizginin ortasından hiç
ayrılma!" buyurdu. Sonra
yürüyüp ilerledi. Hurma ağaçlarimn
arasına daldığı zaman hâla gözümden kaybolmamıştı....
Bu sırada siyah dişi
develer topluluğu gibi bâzı varlıkların, O'nun yanına üşüştüklerini gördüm... ve bundan
müthiş koktum. Hattâ Hevâzinli bâzı esmer
adamların Peygamberimiz'e pusu kurup onu öldürmek istedikleri zannma kapıldım da, Medine evlerine
koraşak imdâd kuvvetleri
getirmem gerektiğini bile düşünmüştüm...
Fakat Resulullah Efendimizin bana olan: "Ben, yanına gelinceye kadar bu
çizginin ortasından ayrılma!" emrini hatırlayıp yerimden ayrılmadım...
Baktım Peygamber Efendimiz onları
elindeki asâ ile durduruyor ve "Şuraya oturunuz!" diyerek oturtuyordu. Onlar da
oturup Peygamberimiz'i dinlemeye başladılar... Tâ şafak
atması öncesine kadar devam
ettiler. Bu sırada kalkıp gittiler... Peygamberimiz de dönüp yanıma geldi ve bana: "Bunlar, cinlerin
heyeti idi. Gelip beni dinlediler ve bana bâzı şeyler sordular, yiyecek
talebinde bulundular... Ben de kendilerine, her örtülü kemiği, sığır ve deve dışkılarım
yiyebileceklerini, bunları, ilk yenildiği zamanki gibi bulacaklarim bildirdim."
buyurdu..." [40]
Ebû Nuaym, Ebû Hüreyre'nin şöyle didiğini rivayet eder: Bir gün ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile dışarı çıkmıştım, Peygamberimiz bana: "Bir miktar
istincâda kullanacağım taş toplayıp ver!
Fakat kemik ve tezek getirme!" buyurdu... Ben "Ey Allah'ın resulü,
kemik ve tezeğin durumu nedir?" diye sordum. O da buyurdu ki:
"Nusaybin Cinleri bana geldikleri zaman, ki onlar ne güzel bir heyetti,
bana katık talebinde bulunmuşlardı. Ben de kendilerine kemik ve tezekleri
buldukları zaman, kendileri için bir yiyecek olarak bulacaklarim bildirmiştim."
Yine Ebû Nuaym, Ebû Saîd el-Hudrî'den şöyle
rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Şu Medine'de,
müslümanhğı kabul etmiş olan
cinlerden bir grup vardır. Her kim şu mamurelerde onlardan
bâzılarim görecek olursa, üç gün onlar için izin tanısın. Üç gixn sonra hala çekip gitmediğini görürse, onu öldürsün. Zira o, müslüman olmuş bir
cinnî değil, bir şeytandır."
Yine Ebû Nuaym, İbn-i Ömer'den şu haberi rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'e el-Cezîre'den
cinler heyeti geldiği zaman, bir müddet Efendimiz'in yanında
kaldılar. Ayrılıp gidecekleri zaman kendileri için katık talebinde
bulundular. Peygamberimiz de onlara:'Yolda giderken rastladığimz her kemiği, taze et olarak bulacaksınız, rastladığimz her tezeği de hurma olarak ele geçirmiş
olacaksınız!" buyurdu ve bu yüzden kemik ve
tezekle taharetlenmeyi yasakladı...."
Ahmet, Bezzâr, Ebû Ya'lâ, Ebû Nuaym ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan şu haberi rivayet ederler: Hayber'den bir adam
tek başına yola çıktı... Giderken peşine
iki adam takılmış. Bir diğeri de bu iki adamın peşinden gelip onlara: "Geri
dönün diyorum size!" diye bağırmakta imiş. Nihayet bu bağıran kişi, o iki adama yetişip onları geri çevirmiştir... Sonra tek başına yolculuk eden adama yetişip demiştir ki: "Bak
kardeşim, bu senin peşinden gelmekte olan iki adam, iki şeytan idi... Nihayet
ben onlara yetişip senin peşinden gelmemeleri için
onları uyarıp geri çevirdim. Sen yoluna devam edip Resûlüllah'a vardığın zaman, kendisine benden selâm
söyle! ve kendisine haber ver ki, ben burada O'na göndereceğim vergileri toplamakla meşgulüm. Gönderilecek kadar
toplar toplamaz göndereceğim."
Tek başına Hayber'den yola çıkan adam, Peygamber Efendimiz'e geldiği zaman, başından geçenleri haber verdi. Peygamberimiz de bunun üzerine, herhangi
bir kimsenin tek başına yola çıkmasını yasakladı..."[41].
Ebû'ş-Şeyh ve Ebû Nuaym Kesir bin Abdullah'tan, o da babası vâsıtasiyle dedesinden rivayet
eder. Bu rivayete göre,
Bilâl bin el-Hâris demiştir ki: "Biz Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte seferde idik. Nihayet Arc kasabasına
yaklaştığımızda, bâzı adamların kavga ve gürültülerini duydum. Fakat kendilerini
göremedim... Tabii ne oluyor acaba diye, hayret ettim. Peygamberimiz ise bize bunu şöyle açıkladılar: Yanıma sokulan cinlerin mü'ıninleri ile müşrikleri kavga
ediyorlar ve kendilerini, bir yere yerleştirmemi
istiyorlardı... Ben de,
Arz'ın yüksek yerlerine mü'ıninlerini, çukur ve kuytu yerlerine de müşriklerini
havale ettim." Peygamberimiz böyle
dedi ve bunu bize gülümseyerek açıkladı,..
Kesîr bir Abdullah ayrıca demiştir ki: Ben bundan sonra, kasaba
veya yüksek yerlerde bir rahatsızlığa uğrayanların,
hep bu rahatsızlıklardan iyi olduklarim, çukur ve kuytu yerlerde bir musibete uğrayanların ise, hemen hemen hiç iyi olmadıklarim görmüşümdür..." [42]
Hâkim bin Fâtek'in Gelişi Sırasında Vukua Gelenler
El-Taberânl, Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir, Ebû Hüreyre'den şu haberi rivayet ederler. Ebû
Hüreyre demiştir ki: "Bir ^ün Harîm bin Fâtek, Hazret-i Ömer'in yanında bulunuyordu. Söz
sırasında: "Ben size, İslâm'ı kabul edişimin başlangıcim anlatayım
mi?" dedi. Ömer kendisine: "Peki
anlat" dedi. O da şöyle anlattı: Ben, kaybolan hayvanlarımı
aramaya çıkmıştım... Akşama kadar aradım,
gecenin karanlığı çökünce olduğum yerde gecelemek zorunda kaldım. Uykuya'
varmazdan önce, o zamanki câhiliye âdetimiz veçhile ve sesınıin
çıktığı kadar şöyle bağırdım:
Ben, şu vâdînin
azizine (sahibine), onun kavminin kötülerinin şerrinden sığimrım!"
Ey delikanlı, Allah'a sığın Allah'a! O,
celâl ve azamet sahibidir, nîmet ve lutufiar sahibidir! Sen, sana sâdece
Allah'a sığınmayı emreden el-Arâf Sûresinin âyetlerini oku1[43] Allah'ı tevhîd
et, gerisine hiç aldırma!"
Ben bu sesi duyunca, gerçekten yadırgadım
ve bu nedir, diyerek endîşe ettim... Hattâ şaşakaldım...
Kendimi topladıktan sonra, o sese hitaben dedim ki: "Ey bana seslenen! Sen
ne diyorsun? Beni irşad
ederek doğru yolumu gösteriyorsun, yoksa beni şaşırtmak mı istiyorsun? Bana iyice açıkla! Yol nedir
bana söyleyip göster! Ben
de senin iyiliğine dua edip sana hayırlar dilerim!"
Hatiften (gaipten)
gelen ses dedi ki:
"İşte, iyilikler sahibi Resûlüllah; Medine'de, herkesi
necâte davet edip durmakta! Yâsîn'li, Hâmîm'li sûreler okumakta... Başka sûreler de okumaktadır. Bu sûrelerin âyetlerinde,
helâl olanları da, haram olanları da bildirmekte, biz müslümanlara Namaz ve
Oruçla emretmektedir... Bütün kötülük ve çirkinliklerden
ise insanları korumaktadır... O, mün-ker olanı yasaklıyor, yoksa güzellikleri
ve tâatları değil... Sen niçin o'nun dâvetine yabancı kalasın?"
Ben, derhal deveme
binerek Medine'nin yolunu tutum. Vardığımda Hazret-i Peygamber Mescid'inde imiş. Ebû Bekir
beni karşıladı ve bana: "Derhal Mescid'e gir,
Allah sana iyilikler versin! Senin Müslümanlığı kabul edeceğin haberi, sen buraya gelmezden önce bize ulaştı" dedi... Ben de hemen Mescid'e girdim.
Baktım Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), minbere çıkmış hutbesini
okumaktadır... Benim içeri girip oturduğum sırada ise, hutbesinde şöyle diyordu:
Her kim, güzelce abdest alır sonra kalkar
namaz kılarsa, aynı zamanda bu namazını hakkiyle akleder ve de hıfzederse;
muhakkak o kimse cennete girer!"
[Ebû Hüreyre der ki: Harım bin Fâtek, Hazret-i Ömer'in huzurunda bunu bu şekilde anlattığı zaman, Ömer kendisine dedi ki: "Ey Harım, bunu böyle söylersin amma, bunun isbâtmı da yapman gerekir! îsbâtı
yapılmayan bir şeyin, bizim yanımızda bir kıymeti olmaz!.,." Harım
de bunu isbât edebilmek için, o sırada Hazret-i Peygamber'in hutbesini dinleyip de aynı sözü duymuş olanlardan birinin
şahitliğine ihtiyaç duydu... Osman da buna
tanıklık edince, mesele tamamlanmış oldu..." [44]
İbn-i Asâkir'in diğer bir tarikten olan rivayetinde şu farklılık vardır: "Harım, olayı bu şekilde
anlattıktan sonra, şiir kısmına geldiğinde, bu şiirleri okuyup söyledi,
sonra dedi ki: "Gaipten gelen sese karşı ben: Allah sana rahmetler
etsin, sen kimsin? dedim. O sesin sahibi de bana: "Ben, Esâl oğlu Amr'im, Esâl'ın Necid'deki müslüman cinler üzerine
âmili bulunmaktayım. Eğer
sen, müslüman olmak üzere Peygamberce gitmeyi düşünüyorsan, hiç endişe etme, ben senin develerini alıp evine teslîm
ederim!" dedi. Ben de bunun üzerine yola koyulup Medine'ye vardım... Peygamberin adamlarından biri beni karşıladı
ve bana dedi ki: "Peygamberimiz sana selâm söylemekte ve
senin müslüman olmak istediğinin kendisine bildirildiğim haber vermektedir." Ben kendisine, kim olduğunu sordum. O da: "Ebû Zerr" olduğunu söyledi. Mescid'e girdiğimde Hazret-i Peygamber mimberde hutbesini okumakta
idi. Ben derhal hak şehâdetle Şehâdet ederek müslüman oldum. ve dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, Allah, benim
o arkadaşıma mükâfatlar versin, gerçekten ben kendisine itimâd
ederek buraya geldim, develerimi de ona emânet ettim." Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Haberin
olsun, senin o arkadaşın; hem seni irşâd etti, hem de develerini şu anda
senin evine teslîm etmiş bulunuyor!" (İbn-i Asâkir gibi, Taberânfnin bir diğer vecihten olan rivayeti dahî, bu merkezdedir...)[45]
15-3 Cahcah'ın Gelişi Serasında Vukua Gelen
Fevkalâdelik
İbn-i Ebî Şeybe, Ata bin Yesâr'dan, o da Cahcah el-gıfârt'den şöyle nakleder: "Cahcâh
müslaman olmak üzere Hazret-i Peygamberce gelen kavminin heyeti içinde
gelmiş ve onların bu gelişleri Akşam vaktine rastlamıştı..."
Müellif burada, bu kadarı ile yetinmiştir...
Onların Akşam vakti
gelişlerinden sonra ne olmuş, nasıl bir neticeye
varılmış, ite gibi bir
Fevkalâdelik vukua gelmiş; bunları zikretmemi şt ir... Müellifimiz bunu unutmuş
olabilir, belki sonradan eksilmiş de
olabilir... Zira olayın aslı ve tamâmı şöyledir:
"Bu sırada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bir koyunun sağılıp sütünün getirilmesini emretti, getirilen sütü
Cahcâh'a verdi. O da alıp içti. Bir koyunun sağılmasını daha emretti, getirilen sütü Cahcâh'a verdi. O
da alıp içti. Bir koyunun sağılmasını daha
emretti, Cahcâh onu da alıp içti. Bir koyun daha sağıldı, onu da içti ve yedi
koyun sağıldı, yödisinin de sütünü
içti... Sonra sabah oldu, Cahcâh da müslüman oldu... Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Cahcâh için yine bir koyun sağılmasını emrittiler. Süt getirildi, Cahcâh içti. Bir
koyun daha sağılmasını emrettiler, Cahcâh bundan da bir miktar içti
ise de tamamim tüketemedi. Bunun üzerine Peygamberimiz "Mü'ınin, bir midesini doldurmak üzere içer, kâfir ise, yedi
midesini doldurmak üzere içer!" buyurdular... [46]
Raşid bin Abdi Rabbih'in Gelişi Sırasında Vukua Gelen
Fevkalâdelikler
Ebû Nuaym, Râşid binAbd-i Rabbih'in torunlarından olan Hakim bin Atâ'dan, o da babası uâsıtasiyle
dedesinden şöyle nakleder:
"Ben, kavmimin putu olan Suvâ'a hediye edilen şeyleri götürmek üzere yola çıkmıştım.
Henüz Suvâ putuna ulaşmadan sabahın erken saatinde bir diğer puta uğradım. ve bu putun içinde şu sesi duydum: "Şaşılacak bir iş! Abdü'l-Muttalib oğlullarından bir Peygamber gelmiş, zinayı, ribâyı ve putlar için hediyeler sunmayı
kesin olarak yasaklamış olsun; yine de bazı insanlar hâlâ bu gibi batı-
işlerde İsrâ'r etsin!" Diğer bir putun içinden de şu sesler geliyordu: "Ahmet çıktı, Mizmâr putu
terkedildi! Ahmet; namazı, orucu zekâtı, iyilik yapmayı, akrabayı gözetmeyi emrediyor!... "
Sonra diğer bir puttan da şu sesi işitiyordum: "Meryem oğlu Îsâ'dan sonra nübüvvet ve hidâyete vâris olan
Muhammed, doğru yolu gösterir
ve insanların beklediği
haberleri getirir..."
Sonra ben yoluma devam edip sabahleyin
Süvâ putunun yanına geldim. Yanımdaki hediyeleri bu puta sunacaktım... Bir de
ne göreyim, iki tilki
gelmiş, daha önce sunulan hediyeleri
yemek için bu putun üzerine çıkmış, onları yemekteler;
ayrıca Süvâ putunun üzerine işemekte-ler... Bunu görünce
hayretler içinde kalmışım ve kendi kendime şöyle söylemişim: "Bir put ki üzerine çıkan iki tilki, onun
üzerine çişini yapmaktalar, o
ise onlara engel olamamaktadır! Kendisine
yapılan böylesine aşağılayıcı bir harekete engel olmaktan âciz bulunan bir
nesne, nasıl "ilâh" olabilir?" Ben bu halleri yaşarken, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de Mekke'yi terkederek
Medine'ye hicret etmiş bulunuyordu... Ben de doğruca
Medine yolunu tutup O'na vardım ve O'nun huzurunda Müslüman oldum..."
Yukarıda belirttiğimiz bu rivayete göre, Râşid bu sırada Hazret-i Pey-gamber'den, Rihad
denilen yerde bir miktar arazî verilmesini istedi. Peygamberimiz de verdi. Ayrıca dolu bir su kabı verdi ve bu suyu,
kendisine verilen yerin en yüksek noktasına dökmesini söyledi. Suyun fazlasından insanları menetmemesini di
tembihledi... O da öyle yaptı. ve orada akar bir çeşme meydana
geldi... ve hâlen bu su burada akmaktadır...
Suyun etran da hurma ağaçlarıyla doludur. Denilir ki Rihad'ın her yerinin suyu, içimli
sudur... insanlar orada ki suya "Mâü'r-Resûl= Peygamber Çeşmesi" adım vermişler
ve bu sudan yıkanıp onun şifalı bir su olduğunu kabul etmişlerdir." [47]
Haccac bin Allâd'ın Müslüman Oluşundaki Fevkalâdelik
İbn-i Ebî'd-Dünyâ ve İbn-i Asâkir Vasile bin el-Eskâ'dan şöyle naklederler: Haccâc bin Allâd'ın müslüman oluşunun sebebi şu idi: O. kavminin bir kervanı ile-Mekke'ye gitmek
üzere yola çıkmıştı. Giderlerken gece karanlığı basması üzerine mola
verip istirahata çekildiler. Haccâc, kafilenin nöbetçilik ve bekçilik görevini yapıyordu... Hem korkuyor, hem de şöyle diyordu: "Ben, hem
kendim için, hem de kafilem için bütün zarar verici cinlerin şerrinden, şu mintıkamn sahibine sığimrım!"
derken bir ses işitti. Bu ses diyordu
ki: "Ey cinler ve insanlar topluluğu, göklerin ve yerin bucaklarından geçip gitmeye gücünüz
yeterse, geçip gidiniz! Ancak bir kudretle geçebilirsiniz." (Rahman,
33)
Ertesi sabah yola
devam edip Mekke'ye vardığı zaman, Kureyş'ten bazılarına duyduğu bu sesi, yâni kelâmı
naklederek bilgi istedi... Onlarda dediler ki: "Bu kelâm, Peygamberliğini ilân eden Muhammed'in semâdan kendisine indiğini söylediği
kelâmdandır." Haccac, bunun ü-zerine bu Peygamber'in nerede olduğunu sordu... Onlarda kendisine, "O, buradan
Medine'ye göçmüştür" dediler. Bunun üzerine Medine'ye gelen Haccac bin
Allâd, Hazret-i Peygamber'in huzurunda müslüman
oldu..." [48]
Râfi' bin Umeyr'in Müslüman Oluşundaki Fevealedelik
El-Harâitî'nin Saîd
bin Cubeyr'den nakline göre, Rafibin Umeyr nasıl müslüman olduğunu şöyle anlatmıştır: "Ben bir
gün Âlic kumluğunda yolculuk ediyordum. Uykum gelmesi üzerine
istirahata çekildim. ve yatarken Arab'ın câhiliye âdetinde
olduğu gibi: "Şu vadinin
cinlerinin şerrinden, yine şu vadinin efendisine sığimrım"
dedim... Derken yaşlı bir adam göründü ve bana dedi ki: "Ey kişi, Eğer bir vâdîye iner istirahat etmek ister ve bir
korkuya da kapılmış
olursan; de ki:
Ben şu vadinin şer ve zararlarından, Muhammed'in rab'bi olan Allah'a
sığındım! Sakın cinlerden herhangi birine (veya onlann seyyidi-ne) sığınma. Zira cinlerin işi
bitmiştir!"
Ben o kişiye dedim
ki: "Bu Muhammed dediğin de kimdir?" O da şu karşılığı verdi: "Muhammed; Arab'ın içinden Peygamber olarak ortaya çıkmış bir zâttır."
Ben, "O nerede oturmaktadır?" diye sordum. O da: "Hurma
bahçeleri bulunan Yesrîb (yâni Medine) de oturur." dedi. Ben de bu
cevabı alır almaz Medine'nin yolunu tuttum. Oldukça hızlı giderek Medine'ye
vardım. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beni gördü ve bana, daha önce
başımdan geçenleri anlattı... ve beni
açıkça İslâm'a davet etti.
Ben de onun davetini derhâl kabul ederek müslüman oldum..."
[49]
Hakem bin Keysânw Müslüman Oluşundaki Fevkalâdelik
İbn-i Sa'd Mikdâd bin Amr'ın şöyle dediği haberini verir: "Ben Hakem bin Keysân'ı esir
almıştım... Onu alıp Hazret-i Peygamber'e getirdik. Peygamberimiz kendisiyle konuşup
onu İslâm'a davet etti... Fakat onda bir
yakınlık görünmüyordu. Bunun
üzerine Peygamberimiz, kendisiyle uzun müddet meşgul oldu ve onu bu müddet zarfında İslâm'a ısındırmaya
çalıştı... Fakat o bütün bunlara rağmen bir yakınlık göstermedi... Durumu takip etmekte
olan Ömer, sinirlenmiş olacak ki, Ey Allah'ın Resulü, bu adamı ne
zamana kadar İslâm'a davet edip
duracaksınız! Onu kıyamete kadar davet etseniz, onun
yine müslüman olacağı yok. izin veriniz de ben onun boynunu vurayım!" diye
bağırdı. Peygamber E-fendimiz
ise, Ömer'in teklifini red edip, o bilinen
büyük ve geniş şefkati ve himmeti ile, Hakem bin Keysân'ı İslâm'a davete devam etti... ve sonunda onun müslüman olmasına vesile oldu...
Artık Hakem de müslüman olmuştu. ı Durumu gören ve insafla değerlendiren Ömer bin el-Hattâb, bizzat kendi durumunu şu şekilde
dile getirmiştir; "Gördüm ki, Hakem bin Keysân müslüman olmuş, ve bu
vesile ile bütün gelmişimi ve geçmişimi gözümün önüne getirdim ve kendi
kendime: Ey Ömer, sen nasıl oluyor da, Resûlüllah Efendimiz senden
daha iyi bildiği halde, kalkıp ona öyle tekliflerde
bulunabiliyorsun?" diyerek nefsınıi kınayıp muâhaze ettim..." [50]
Ebû Cehl Oğlu İkrime'nin Gelişinde Vukua Gelen
Fevkalâdelik
Hâkim sahihtir kaydiyle Âişe'den şöyle nakleder: Bir defasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Ben
rü'yâmda Ebû Cehlin bana geldiğini ve biat ettiğini gördüm!" Vaktaki Hâlid bin Velîd müslüman olmuştur, Hazret-i Peygamber'e denilmiştir ki: "Yâ
Resûlallah, İşte Allah senin o rüyanı gerçekleştirdi. Senin o rü'yân, Hâlid bin
Velîd'in müslümanlığı kabul etmesi şeklinde
tecelli etti..." Peygamberimiz ise şu karşılığı verdi: "Benim o rüyam
başka şekilde tecelli edecektir!" Nihayet Ebû Cehl'in oğlu İkrime
de müslümanlığı kabul
etti, İşte onun müslüman oluşu, Peygamberimiz'in o rü'yâsmm gerçekleşmesi
idi..."
Yine Hâkim'in Ümmü Seleme'den olan rivayeti
ise şöyledir: "Bir gün Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ben, cennette
Ebû Cehl'e ait olmak ü-zere bir ağaç
dalı görmüştüm... ve bu nasıl olur, diye düşündüm. Fakat onun oğlu İkrime müslüman olduğu zaman, bu rü'yâmm onun hakkında gerçekleşmiş olduğunu gördüm..." [51]
Benî Temîm Heyetinin Gelişinde Vukua Gelen
Fevkalâdelik.
İbn-i Sa'd'ın naklettiği bir habere göre, Zührî ve Saîd bin Amr demiştir ki:
Benî Temîm heyeti Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldikleri zaman,hatîbleri Utârid
bin Hâcib'i, bir hutbe irâd etmek üzere takdim ettiler, o da bir Hutbe irâd
etti ve bu şekilde hitabetteki üstünlüğünü ortaya koymak istedi... Peygamber Efendimiz de
Sabit bin Kays'a hitaben: "Ey Kays, kalk onların hatîbine cevap ver!"
buyurdu... Sabit, hitabette
tecrübesi veya behresi olan biri değildi... Peygamber'in emri üzerine kalkıp bir hutbe irâd etti... Sonra
Temîmliler, şâirleri Ziberkân'ı ortaya sürüp şiirler inşâd etmesini istediler. O da kalkıp isteneni yerine
getirdi... Bunun üzerine Peygamberimiz: "Ey Hassan, kalk onların şâirine cevap ver!" dedi ve
şunları buyurdu:
"Allah, muhakkak Hassân'ı o Peygamberi'ni müdâfâ ettiği müddetçe Rûhu'İ-Kudüs (Cebrâîl) ile te'yid buyuracaktır!"
Bunun üzerine Hassan kalktı ve şiirler inşâd ederek onların şâirine cevap verdi. Hassân'ı can kulağıyla dinlemekte olan Temîtn O-ğulları, kendi aralarında fisıldaşmaya başladılar... içlerinden biri onlara temsilen dedi ki:
"Açıkça görüp bildiniz ki, vallahi bu adam, ilahi bir teyide
mazhar bulunuyor!" Vallahi bunların hatîbi bizim hatibimizden daha iyi
bir hatîb olduğu gibi, şâirleri de bizını şâirimizden daha üstün bir
şâirdir! ve bizden daha akıllıdır... Şüphesiz bu, Peygamber sayesinde olmaktadır..." [52]
A'râbî'nin Gelişinde Vukua Gelen Mucize
Bezzâr ve Ebû Nuaym Büreyde'den şöyle
naklederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir A'râbî gelip, kendisinin
müslüman olduğunu ve fakat Hazret-i Peygamber'in kendisine bir mucize
göstermesini istediğini, bunu sırf yakîninin artması için
taleb ettiğini ifâde etti... Peygamberimiz de kendisine ne istediğini sorunca, şu teklifte bulundu: "Şu ağaca emret de senin yanına gelsin!" Peygamber Efendimiz kendisine "Git de sen
o ağaca emret!" buyurdu. A'râbi'de o ağacın yanına kadar gitti ve: "Peygamber seni çağırıyor, O'nun çağrısına icabet et!" diyerek
ağacı çağırdı... Ağaç bir tarafına iyice meylederek saçaklarim söktü, sonra öbür tarafa meylederek
diğer saçaklarim söküp Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına kadar geldi ve "Ey Allah'ın resulü,
selâm sana!" diyerek selâm verdi... A'râbî bunu üzerine "Yeter,
yeter!" dedi... Peygamberimiz de o ağaca yerine gitmesini emretti. Ağaçta gidip yerine yerleşti... Bunun üzerine
heyacanlanan A'râbî, "Ey Allah'ın Resulü, izin ver
de başim ve ayakların Öpeyim" dedi. Peygamberimiz de izin verdi... Sonra
A'râbî, "Sana secde etmek için de izin ver" dedi. Peygamberimiz de: "Hiç bir kimse,
hiçbir kul için secde edemez!" buyurdu..." [53]
Ebû Nuaym diğer bir tarîkle yine Büreyde'den şöyle rivayet eder:
"Bir A'râbî gelip: "Ey Allah'ın elçisi, ben sana bir müslüman
olarak geldim! Ben Allah'tan başka
ilâh olmadığına, Senin de Allah'ın elçisi ve kulu olduğuna şehâdet ediyorum! Fakat sırf yakînim artsın diye
senin, şu yeşil ağacı çağırmanı istiyorum, çağır da bu ağaç sana gelsin dedi!" Peygamber Efendimiz de o ağacı çağırdı... Ağaç kökünü ve saçaklarim yerde
sürüyerek geldi... Peygamberimiz o ağaca hitaben: "Ey ağaç ne ile şehâdette bulunursun?" buyurdu... Ağaç: "Ben Allah'tan başka üâh olmadığına, Senin de Allah'ın Resulü olduğuna şehâdet ederim!"
dedi... Peygamberimiz de ona: "Doğru söyledin" buyurdu... A'râbî, "Ağaca emret de yerine gitsin " dedi... Peygamberimiz de yerine gitmesini
emretti. ve ağaç yerine gidip yerleşti.
Açılan çukur da kapanarak aynen eskisi gibi oldu... A'râbî bunun üzerine dedi ki:
"Şimdi ben, izninizle kendi kavmime gideyim ve gözlerimle gördüğüm bu mucizeyi onlara haber vereyim. Inşâ-Allah,
onlardan mü'ınin bir cemâatle döner, seni ziyaret ederiz..."
[54]
Âmir bin Sa'saa Oğullarından Gelen Arabi'nin Gelişi Sırasında
Vukua Gelen Mucize.
Ahmed, Buhârî (Târîh'inde), Dârimi, Tirmizî ve sahihtir kaydiyle Hâkim, Beyhekî, Ebû Nuaym, Ebû Ya'lâ ve İbn-i Sa'd; İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini naklederler: Amir bin Sa'Saa
oğullarından bir ârâbî, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldiğinde, Peygamberimiz onu İslâm'a davet etti... Arâbî:
"Ben senin hak Peygamber olduğunu nereden bileceğim?" dedi... Peygamberimiz: "Eğer şu hurma ağacmdaki
hurma salkımim çağırsam, o da benim çağrım
üzerine gelse bu takdirde Benim Allah'ın elçisi olduğuma inanır mısın?" buyurdu. Arâbî
"Evet" dedi... Bunun üzerine Peygamberimiz hurma salkımim çağırdı, o da ağacından ayrılarak yere indi ve yerde
sıçrayarak geldi... Peygamberimiz'in önünde durdu. Peygamberimiz de ona: "Haydi yerine
git!" buyurdu. O da yerine döndü ... Bunun üzerine o ârâbî: "Ben Şehâdet ederim ki sen Allah'ın elçisi'sin! Ben buna
imân ediyorum!" diyerek müslüman oldu..." [55]
Diğer Bir A'râbî’nin Gelişinde Vukua Gelen Mucize
Dârimi, Ebû Ya'lâ, Taberânî, Bezzâr, İbn-i Hibban, Beyhekî ve sahih bin sened
ile Ebû Nuaym İbn-i Ömer'den şöyle rivayet ederler: Biz bir seferde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bulunuyorduk. Bir
A'râbî bize doğru gelmeye başladı.
Yaklaştığı zaman Peygamberimiz ona, nereye gittiğim sordu. O
da: "Ev halkımın yanına gidiyorum" diye cevapladı... Peygamberimiz ona: "Peki,
sana çok hayırlı bir teklifte bulunsam, buna ne dersin?" buyurdu. O da
"Nedir o teklif?" diye sordu... Peygamberimiz: "Allah'tan başka ilâh olmadığına, Allah'ın birliğine, eşi ve benzeri olmadığına şehâdet etmen; Muhammed'in de
O'nun kulu ve Resulü olduğuna inanmandır!"
buyurdu... A'râbî: "Senin bu
dediğinin doğru olduğuna bir şahit
var mıdır?" dedi. Peygamberimiz de: "İşte şu ağaç şahittir!" buyurdu ve şahitlik yapması için o ağacı çağırdı... Vâdî'nin kenarındaki o ağaç da yeri yararak geldi ve O'nun
önünde durdu. Peygamberimiz, ağacın şahitlik yapmasını istedi, o da O'nun Allah'ın elçisi olduğuna şehâdette bulundu. Peygamberimiz bunu üç defa
tekrarladı, ağaç da üç defa tekrarladı... Sonra Peygamberimiz ağacın yerine gitmesini emretti, o da yerine döndü ve yerleşti. Arâbî de
kavmine dönerken şöyle konuştu: ırYâ Resûlallah,
eğer kavmim bana itaat ederlerse, onları sana getireceğim. Eğer beni dinlemezlerse, ben tek başıma döner ve devamlı seninle
birlikte bulunurum." [56]
Veda Haccı’nda Vukua Gelen Harikalar ve Mucizeler
Ebû Ya'lâ ve (İbn-i Hacer'in
El-Metâlibü'l-Aliye adlı kitabında "senedi güzeldir" dediği bir senedle) Beyhekî, Usâme bin Zeyd'den şöyle
rivayet ederler: Üsâme demiştir ki: "Biz Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in edâ buyurdukları bu hacca, O'nunla birlikte
çıktık... Ravhâ'ya geldiğimiz zaman, bir kadın Peygamberimiz'e doğru gelmekte idi. Onu gören Peygamberimiz devesini durdurdu.
Gelen kadın yaklaştı ve dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, şu benim oğlumdur ve dünyaya geldiği günden beri kendisine
gelememiştir!" Peygamberimiz çocuğu
o kadından aldı ve ön tarafına koydu. Sonra
onun ağzına püskürdü ve dedi ki: "Ey Allah'ın düşmanı,
dışarı çık, Ben Allah'ın Resulüyüm!" Sonra çocuğu anasına verdi. verirken de: "Çocuğunu al, artık onun bir sıkıntısı yoktur" buyurdu.
Usame der ki:
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve
sellem), haccmı edâ buyurduktan sonra dönüş sırasında Ravhâ vadisine geldiğimizde, o kadın kızarttığı bir koyun ile bizi karşıladı... Peygamberimiz bana hitaben: "Haydi (ön ayağını) bana ver" buyurdu. Ben de verdim. Sonra:
"Bana bir ön
ayak daha ver" buyurdu. Ben de verdim. Sonra yine: "Bana bir ön ayak daha ver" buyurdu... Ben de dedim ki:
"Ey Allah'ın Resulü,
bunun iki ön ayağı bulunmaktadır, ben de her ikisini sana
vermiş bulunuyorum."
Bunun üzerine buyurdular ki: "Ey Üsâme,
hiç bir ses çıkarmadan Ön ayak vermeye devam etse idin, ben sana bir ön ayak
daha istemeğe devam etti- ğim müddetçe, sen de bana bir ön ayak daha vermeye devam edecektin!" Bundan
sonra Resûlüllah yine bana: "Bak bakalım, ağaç ve taşlar görebilecek misin?" dedi. Baktım, birkaç hurma
ağacı ve bir taş yığıntısı gördüm. ve bunları Hazret-i Peygamber'e bildirdim. O da buyurdu ki:
"Git o ağaçlara deki: Allah'ın Resulü, haceti için
sizleri çağırıyor! Keza, o gördüğün taşlara da aynısını söyle!" Gidip o ağaçlara ve taşlara, Hazret-i Pey-gamber'in kendilerini
çağırmakta olduğunu tebliğ ettim... Onlar da geldiler. Peygamber Efendimiz de gidip hacetini gördü...
Sonra geldi ve bana: "O ağaç ve taşlara, eski yerlerine
dönmelerini söyle!" buyurdu. Ben de gidip aynen tebliğ ettim, onlar da eski yerlerine döndüler..."
[57]
Ahmed, Beyhekî, Ya'lâ'dan şöyle rivayet eder:
"Biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte seferimize devam
ederken, O'ndan mucize hâlinde tecellî eden üç şey gördüm: Giderken bir deveye rastladık, bu deve devamlı
olarak üzerinde su taşınan bir deve imiş. Peygamberimizi görünce boynunu yere indirerek
inlemeye başladı... Peygamberimiz bu devenin sahibini çağırdı ve ona: "Bak, deven çok çalıştınlmaktan şikayet,
ediyor! Aynı zamanda yemini de az vermişsin... Ona iyi
bak!" tenbihinde bulundu. Sonra yolumuza devam ederken bir yerde
konaklamıştık. Peygamberimiz uyuduğu zaman, ilerideki bir ağaç,
yerinden ayrılarak Peygamberimizin yanına geldi ve O'nu kaplayıp bürüdükten sonra yerine
döndü... Ben bu gördüğümü, Peygamberimiz uyandığı zaman kendisine arz ettim. O da buyurdu ki:
"O ağaç, gelip beni selamlaması için Allah'tan
izin istedi, kendisine izin verilince gelip beni selamladı." Sonra üçüncü
olarak da, kadımın sabî
çocuğunun hastalığından iyi olmasına şahit olmuştum." [58]
Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir Gaylân bin Seleme'den şöyle rivayet eder: Biz
bir sefere Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte çıkmıştık. ve O'nda şaşılacak şeyler görmüştük...
Taze hurma fidanları olan bir yere uğradığımızda Hazret-i Peygamber bana: "Ey Gaylân, şu
iki hurma ağacına git de birbirlerine yaklaşmalarim ve bana gelmelerini
söyle!" buyurdu. Ben de gidip Resûlüllah
adına O'nun emrini tebliğ eyledim. Onlardan biri diğerinin yanına gelerek birbirlerine yaklaştılar
ve Resûlüllah'ın yanına geldiler. Resûlüllah da devesinden inerek onların
arkasına geçti ve hacetini kaza etti... (Abdest bozdu). Sonra Abdest alıp
devesine bindi... Ağaç fidanları da yerlerine döndüler. Sonra yolumuza devam
ederek bir yere geldiğimiz de orada konakladık. Derken bir
kadın geldi ve: "Ey Allah'ın Resulü, benîm kabilemde bana şu oğlumdan daha sevimli olanı yok idi. Fakat kendisine
cinnet hastalığı isabet etti.
Ben bu oğlum için Allah'a dua edivermenizi istiyorum"
dedi. Peygamber Efendimiz de çocuğu kendisine yaklaştırdı
ve sonra şöyle buyurdu: "Bismillah! Ben, Allah'ın
Resulüyüm. Ey Allah'ın düşmanı, dışarı
çık ve bu çocuğu terket!" Bunu üç defa tekrar ettiler. Sonra
çocuğun anasuıa hitabla: "Çocuğunu al, inşallah, bir daha kötülük görmez" buyurdu. Sonra yolumuza devam ederken bir
yere geldik ve indik. Bir adam gelip: "Ey Allah'ın Resulü, benim bir
bahçem vardı, benim ve ev halkımın yaşayışı
bu bahçede o-lurdu... Bu bahçede benim iki de devem vardı. Şimdi
bu develer heyecana kapılıp köpürdüler... Beni
yanlarına yaklaştırmadıkları gibi, bahçeye de sokmuyorlar... Başka
kimse de onlara sokulamıyor..." dedi. Adamın bu şikayetini
dinleyen Peygamberimiz, ashabim da yanına alarak o bahçeye gitti. Bahçenin
kapısına vardıkları zaman, bahçe sahîbine: "Haydi kapıyı aç" buyurdu.
Adam: "Mesele çok büyük, korkar açamam" dedi. Adam kapıyı açmaya çalışırken, develer âdeta rüzgar gibi geldiler... Adam kapıyı açınca, develeri karşısında
buldu, Fakat develer dikkatle Hazret-i Peygamber'e
baktılar ve yere çöktüler...
Sonra boyunlarim yere koyup başlarim da uzatarak O'na secde ettiler... Peygamber Efendimiz onları
başlarından tutarak sahibine teslim etti ve ona dedi ki:
"Al develerini, onlara iyi bak ve güzel kullan!" Bunun üzerine
oradaki insanlar dediler ki: "Ey Allah'ın elçisi, hayvanlar bile sana
secde ediyor! Bizını sana secde etmemiz uygun olmaz mı?" Peygamberimiz ise şöyle buyurdular:
"Ezelî ve ebedî
diri olup ölmekten münezzeh bulunan Allah'tan başkası
için secde edilemez!"
Bu seferimizden
dönüşümüzde, giderken çocuğunun hâlini Hazret-i Peygamber'e arz eden kadın bizi karşıladı
ve Peygamberimiz'e hitaben: "Seni hak
Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, oğlum kabilemizin sıhhatli gençleri gibi, son derece
sıhhatlidir" diyerek memnuniyetini dile getirdi..." [59]
Ahmed, İbn-i Ebî Şeybe, Beyhekî, Taberânî ve Ebû Nuaym, Süleyman bin Amr bin el-Ehvas'tan, o da Ummü
Cündüp'ten rivayet ederler. O demiştir ki; "Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)i Akabe Cemres'inde taşlarim
atarken gördüm. O ve O'nu takiben insanlar taşlamada
bulunuyorlardı... Dönüşü sırasında bir kadın geldi ve yanında sar'ah bir
çocuk vardı. Peygamberimizi hitaben dedi ki:
"Ey Allah'ın Resulü, şu benim oğlum bir belâya müptelâ olmuştur,
hiç konuşamamaktadır." Peygamberimiz o çocuğu kucağına aldı ve kadına,
içinde su bulunan küçük bir kab vermesini emretti. O da verdi... Peygamberimiz bu kabın içindeki
suya püskürdü ve sonra duâ buyurdu. Sonra bu suyu kadına verdi ve: "Bu
suyu çocuğuna içir, aynı zamanda bu su ile onu yıka!" buyurdu. Kadın o
suyu ve çocuğunu alarak oradan ayrıldı. Ben de onun peşinden giderek, o sudan biraz bana
hediye etmesini istedim. O da: "Al!" dedi. O sudan bir avuç alarak oğlum Abdullah'a içirdim. Oğlum büyüdü ve bir evlattan beklenen kadar, hayırlı
bir evlad oldu... Bir müddet sonra da o kadına ve oğluna rastladım. Diyebilirim
ki, onun oğlu da çok hayırlı bir evlat olmuştu.
Ondan daha hayırlı bir evladın olduğunu söylemek neredeyse mümkün değildi... Çok
da akıllı idi..."
Beyhekî, İbn-i Asâkir,
Muaykıb el-Yemenî'den şöyle rivayet eder: O demiştir ki: "Veda Haccı'nda ben de bulundum... Mekke'de bir eve girdiğim zaman, orada Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i buldum ve O'ndan şaşılacak bir şey gördüm: O'na, Yemâme'den bir adam
gelmişti. O gün doğmuş olan çocuğu
da yanında idi... Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o yeni doğmuş çocuğa hitaben: "Söyle bakalım, Ben kimim?" dedi. Çocuk
da: "Sen Allah'ın Resulüsün" diyerek konuştu... Peygamber Efendimiz de
bunun üzerine: "Allah sende bereketler meydana getirsin. Seni mübarek
kılsın)" diye onun hakkında hayır duada bulundu... Sonra bu çocuk,
delikanlı oluncaya kadar hiç konuşmadı...
Biz ona "Mübârekü'l-Yemâme"adim vermiştik..." [60]
Beyhekî Urve'den şöyle nakleder: O
demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Veda Haccı'nda dedi ki: "Ey insanlar! Benim size
söylediklerimi aynen yerine getiriniz! Zira ben bilemiyorum, belki bu seneden
sonra bir daha sizinle burada karşüaşamam... Ey insanlar, iyi kulak veriniz,
sözlerimi iyi anlayimz; zira ben sizlere iki büyük emânet
bırakıyorum! Bunlara sınısıkı sarıldığimz takdirde yolunuzu asla şaşırmayacaksınız! Bu iki emanetten
birincisi: Kitâbullah'tır, ikincisi ise: Sünnetimdir!"[61]
Müslim'in Câbir'den rivayet ettiği haber de aynen şöyledir: "Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i Akabe Cemresi'ne taşim
atarken gördüm. O, bu sırada devesi üzerinde
bulunuyor ve şöyle buyuruyordu:
"Hacda ilgili vazifelerinizi, benden aynen alimz! Zira ben, bilemiyorum, belki de bu haccımdan sonra
bir hacc daha yapamıyacağım!"
İbn-i Sa'd, İbn-i Ömer'den şöyle rivayet etmektedir: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), veda haccı'nda Arafat'taki vakfesinde, insarlara hutbe irâd
e-derek buyurdu ki:
"Ey insanlar,
bugün, hangi gündür?" (Bilinen hutbesini sonuna kadar irâd
buyurduktan sonra, yine buyurdular ki:)
"Ey İnsanlar, tebliğ ettim mi?" İnsanlar da dediler ki: "Evet, Ey Allah'ın Resulü, tebliğ ettiniz!" '
Bunun üzerine Peygamber
Efendimiz:
"Ey Allah'ım, şahit ol!" buyurdu. Daha
sonra insanlarla vedâlaştı... İşte bundan dolayıdır ki, insanlar
bu hacca, "Veda Haccı" dediler..." [62]
Beyhekî ve Ebû Nuaym Enes'ten şöyle rivayet
ederler: Ben, Mesci-dü'l-Hayf ta Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte oturuyorduk. [63]
AnsâVdan ve Sakîf kabilesinden birer adam gelip Hazret-i Peygamber'in önünde durdular. Peygamberimiz kendilerine: "İsterseniz, niçin gelmiş olduğunuzu, siz bana söylemeden önce ben siz
söyleyeyim! İsterseniz ben susayım, siz bana niçin
geldiğinizi söyleyip
sorularimzı sorunuz" buyurdu. Bu iki adam da:
Siz haber veriniz ey Allah'ın Resulü, bu suretle imâmmızdaki yakînimiz artmış olur" dediler. Peygamberimiz de, önce Sakîfli adama şunları söyledi:
"Sen bana geceleri kıldığın
namazlardan, namazdaki rüku ve secdelerden aynı zamanda orucundan, gusul
abdestinden sormak için geldin."
Sonra Ansâr'dan olan
adama iltifatla:
"Sen de bana, Beytullah'ı
haccetmekten, Arafat'ta vakfe yapmaktan, tıraş olmaktan, Kabe'yi tavaftan ve
bunlardaki sevap ve mükafatlardan sormak için geldin." buyurdu..."
Sakif ten ve
Ansâr'dan olan her iki adam da, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: "Evet, Ey Allah'ın Resulü, bunları sormak için gelmiştim"
dedi...
(Bu mealde bir
hadîs, İbn-i Ömer'den de rivayet edilmiştir ve bu
hadis az ileride gelecektir...)
Taberânî, Ebû Nuaym, sahihtir kaydiyle Hâkim, Abdullah bin Kurad'ın şöyle dediğini rivayet ederler: "Bayramın ikinci
gününde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e beş veya altı deve getirildi... Develer
kendiliklerinden Peygamber
Efendimize yaklaşarak (önce beni kurban et! derecesine) birinci sırayı almak
istedi..."
Ahmed, Beyhekî, Asım bin Humayd'den şöyle rivayet eder; "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Muâz bin Cebel'i Yemen'e
gönderdi... Onu Yemen'e u-ğurlarken onunla
birlikte çıkıp kendisine vasiyette bulundu. Sözünü bitirdikten sonra buyurdu
ki: "Ey Muâz, belki sen, bu seneden sonra bir daha benimle karşılaşamazsın! Öyle
ümit edilir ki, artık bundan böyle mescidime ve kabrime uğramayacaksın!" Onun bu sözleri
üzerine Meâz, kendisini tutamayıp ağladı..." [64]
Beyhekî'nin Zührî tarikiyle Ka'b bin
Mâlik'in oğlundan rivayeti ise şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), veda hacc'im edâ ettikten sonra, Meâz'ı Yemen'e gönderdi... Muâz Yemenden geldiği zaman, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat etmiş, Ebû Bekir (radıyallahü anh) da müslümanların başına halîfe seçilmiştir...
El-Hâtib, içinde birtakım mechûl râvîler bulunan bir rivayet
silsilesi ile Âişe'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bizlerle birlikte Veda Haccı'nı edâ buyurdu... Hâcun Akabesinde benim
yanıma geldikleri zaman, çok hüzünlü idiler... Sonra yanımdan ayrılıp gitti ve
bir müddet sonra geldiğinde,
gayet sevinçli ve tebessümlü idi... Sebebini sorduğumda, bana şunu söyledi: "Ben, Anamın kabrine gittim, Allah'tan anamı
diriltmesini istedim... Anam dirilip bana îmân etti, sonra eski hâline döndü..."
------------------------
[6] Ra'd suresi,
8-l3
[63] Bu,
Minadaki mescittir
16
PEYGAMBERİMİZİN MÜBAREK PARMAKLARI ARASINDAN SUYUN AKMASI MUCİZESİ
Peygamberimiz'in Mübarek Parmakları Arasından Suyun Akması
Mucizesi
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizin mübarek parmaklarından suyun akması
mucizesi, bir defa değil,
bir kaç defa vukua gelmiştir... Buna dâir hadisler, müteaddid
tariklerden gelmekte ve tevatür derecesine varmaktadır... Özel tabiriyle "tevâtür-i
manevî" ifade etmektedir... Şimdi
bu müteaddid rivayet yollarından bâzılarim sırasıyla arz
edelim:
Buhâri, Câbir bin
Abdullah'tan şöyle rivayet etmektedir: Biz bir seferde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bulunuyorduk.
Namaz vakti gelmişti. Yanımızda ise, su kabından arta kalan az bir miktar sudan
başka, hiç su yoktu... Bu az miktardaki su, Peygamber Efendimiz'e getirildi... Peygamberimiz parmaklarim bu suyun içine
soktu ve aralarim açtı. Buyurdu ki:
"Ashabım, haydi abdestlerinizi alimz! Fakat bu bereket Allah'tandır, bunu da iyi biliniz![1] Buhâri ve Müslim, İshâk bin Abdullah tarikiyle Enes'ten şöyle rivayet ederler: "Ben bir defasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında idim. Su olmadığı için, ashâb'dan
bazıları su aradılar, fakat bulamadılar... Az miktardaki bir suyu Peygamber Efendimiz'e getirdiler. Peygamberimiz, mübarek elini bu su kabimn içine soktu ve insanlara, bundan abdestle-rini
almaları için emretti... Bu sırada ben gözlerimle gördüm ki, Peygamberimizin parmaklarimn altından çeşme gibi su
akıyordu... Herkes bu sudan abdestini aldılar... Bu sudan abdest alanların
sayısı ise, yetmiş seksen kadar vardı..."
Beyhekî, diğer bir tarîk ile Enes'ten şöyle rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kûba'ya gitmişti. [2] Kubâ
Mescidi'nin yakimndaki evlerin birinden küçük bir kabda su getirilmişti. Peygamberimiz bu su kabimn içine ellerini sokmak istedi ise de, eli bu kaba
sığmadı. Ancak dört parmağim sokabildi ve baş parmağı dışarıda kaldı... Sonra
etrafındakilere hitaben buyurdu ki: "Haydi, gelip su içiniz!" Hepsi
gelip ondan su içtiler ve kandılar. Ben gördüm ki, Peygamber Efendimiz'in parmakları arasından çeşme
gibi su fışkınyordu..."
Yine Buhâri, Humeyd
tarikiyle Enes'ten rivayet ediyor: O demiştir ki: Namaz vakti geldiğinde, evleri yakan
olanlar kalkıp evlerine abdest almak için gittiler... Diğerleri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın
yanında beklemeye başladılar. Derken az miktarda su getirildi. Peygamber Efendimiz elini bu suyun içine koymak
istedi ise de, kab küçük geldi... Parmağim sarkıtarak,
su parmağından akmağa başladı... Herkes bu sudan
Abdestini aldı..."
Enes'e: "Bu sudan Abdest alanların
sayısı ne kadardı?" Diye sorduklarında, o şu karşılığı verdi: "Seksen kadar vardı. Belki bir
miktar fazla idi..."
Buhâri ve Müslim'in Kadâde tarikiyle yine
Enes'ten şöyle bir rivayetleri var: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Zevrâ'da bulunduğu bir sırada, içinde su bulunan bir su kabı
getirilmesini istediler... Getirildiğinde mübarek elini bu suyun içine soktular. Su
O'nun parmaklan arasında kaymaya başladı...
Bütün ashabı bu sudan abdest aldılar... Bunların sayısı ise, üç yüz kadar
vardı..."
Beyhekî'nin Yahya bin Saîd'ten naklettiği bir habere göre, Kubâ'daki bir kuyunun durumunu
Enes'e sormuşlar... O da demiştir ki: "Bu kuyunun suyu çok az idi... Kişi,
gidip bir tek hayvanim sulamak için bu kuyunun suyunu çekince,
tükenirdi... Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buraya teşrif ettikleri zaman
bir kova getirilmesini emrettiler. Getirilen kova ile bu kuyudan bir miktar su
çekildi. Peygamberimiz bu suyun içine bir miktar
mübarek tükrüğünden karıştırdı...
Sonra bunun kuyuya iade e-dilmesini emretti... Kovadaki bu su, olduğu gibi kuyuya iade edildi...
Sonra çekilmeye başlandı... Ne kadar çektilerse suyu tükenmedi...
İşte o günden b.u
güne, durum böylece devam etmektedir..."
Haris bin Ebû
Üsâme, Beyhekî ve Ebû Nuaym, Zeyyâd bin el-Hâris
el-Sa'dâî'den şöyle rivayet ederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir seferde iken şafak sökmek
üzere mola verdi... Bana hitaben: "Yânında
bir miktar su var mı?" buyurdu. Ben de: "Yanımda çok az miktarda su var. Size kafi
gelmez" dedim... Peygamberimiz: "Sen onu bir su kabına koyarak bana
getir!" buyurdular... Ben de öyle yaptım. Peygamberimiz elini bu suyun içine koydu...
Derhal iki parmağı arasından çeşme
gibi su fışkırdığim gördüm... Bana hitaben Peygamberimiz buyurdu ki:
"Haydi ashabımı çağırda suya ihtiyâcı olanlar alsınlar!" Ben de
onları çağırdım. Suya ihtiyacı olanlar gelip aldılar...
Biz bu sırada Hazret-i Peygamberce dedik ki: "Ey Allah'ın elçisi, bizını bir kuyumuz var,
suyu kışın çoğalır, yazın ise çok
azalır... Biz yaz mevsınıinde çaresiz etraftaki kuyulara gidiyoruz... Şimdi ise bizler, müslü-man olmuş durumdayız. Etraftaki kuyuların sahipleri ise,
bu yüzden bize düşman durumundalar...
Bizını için Allah'a duâ ediverseniz de Allah bize, her mevsınıde kâfi gelecek
şekilde kuyumuzun suyunu bere-ketlendiriverse!"
Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz, yedi adet taş istedi
bu taşlar getirildiği zaman bunları
eline alıp iyice ovaladı... Sonra Cenâb-r Hakk'a duâ etti... Sonra bu taşların
o kuyuya atılmasını emretti...
Kuyuya gittikleri zaman, bu taşların teker teker
atılmasını ve her defasında: "Bismillah!" denilerek Allah'ın adının
anılmasını tembih etti...
Biz de gidip aynen Hazret-i Peygamber'in emrettiği gibi yaptık. Kuyumuz su ile doldu ve o kadar
bereketlendi ki, biz baktığımız zaman suyun çokluğundan kuyunun dibini göremez
olduk..."
İbn-i Ebî Şeybe, İbn-i Sa'd, Beyhekî, Ebû Nuaym, Talk bin Ali'den şöyle rivayet ederler: Biz Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e temsilci olarak gittiğimizde şöyle
bir ricada bulunduk: "Ey Allah'ın Resulü, bizını diyarımızda, bir takım
kiliseler var... Siz abdest aldığimz zaman, artakalan suyu bize hediye etmenizi
istiyoruz!" dedik. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, kendisine bir
miktar su getirilmesini emretti. Suyu getirdiler. O da bu sudan' bir miktar alıp ağzında çalkaladıktan sonra,
kabın içine bıraktı, sonra bize hitaben: "Bunu alıp yurdunuuza götürün, yurdunuza
vardığimzda kilisenizi yıkıp yerine bu sudan saçimz! ve o
kilisenin yerini mescid e-dininiz!"
Biz, O'nun bu emri üzerine dedik ki:
"Ey Allah'ın Resulü, sıcak çok şiddetli, yerimiz çok uzak, su ise oldukça az... Bu su
yurdumuza varıncaya kadar kalmaz, uçar gider..."
Peygamberimiz de buyurdu ki: "Bu su azaldıkça, diğer
suyunuzdan ona ilâve ediniz! İlâve edeceğiniz
su, bu suya sadece iyilik ve güzellik katacaktır."
İşte biz, bu suyu alarak ayrıldık. Yolda
giderken bu mübarek suyu taşımak için nöbetleştik. Her
birimiz, bu suyu bir gün taşıyor, ertesi gün nöbeti arkadaşına devrediyordu... Su azaldıkça da, yanımızdaki sudan
ona azar azar ilâve yapıyorduk... Suyu böylece taşıyıp
ülkemize geldiğimizde, aynen Hazret-i Peygamber'in dediğini yaptık... Bizını rahiplik eden adam ise, aslında
Tayy Kabilesinden biri idi... Bizını "Es-Salâh" diyerek insanları
namaza davet ettiğimizi
görünce: "Hakk bir davet!" diyerek
mukabele etti... Fakat sonraları bir daha görünmedi...
Demek ki o kaçmıştı...
Ahmed, Beyhekî, Bezzâr, Taberânî veEbû Nuaym, İbn-i Abbâs'tan şöyle naklederler: "Bir gün, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), sabaha çıktığında, askerinin hiç suyu yoktu...
Biri: "Ey Allah'ın Elçisi, askerin hiç suyu yok!" dedi... Peygamberimiz: "Yanimzda az miktarda
birşey varsa onu bana getiriniz" buyurdu. Kendisine, içinde az miktarda su
bulunan bir kab getirildi. Peygamberimiz, elinin parmaklarim açarak bu su kabimn içine
koydu... Derken parmaklarimn arasından su fışkırmaya
başladı. Bilâl'a, insanları çağırması için emir
verdi. Bereketlenen bu
sudan, gelip almalarim söyledi..." [3]
Dârimi ve Ebû Nuaym'in çıkardığı bir habere göre de İbn-i Abbâs şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Bilâl'den su istedi. Bilâl, hiç su olmadığim bildirdi... Peygamberimiz: "Eski ve kuru bir su kırbası varsa, onu bana
getir" buyurdu. Bilâl getirdi. Peygamberimiz de bunun üzerine elini yaydı. Elinin altından su
fışkırdı... İbn-i Mes'ûd, bu sudan içmeye başladı. Diğerleri de abdestîerini aldılar..."
Buhâri'nin çıkardığı bir habere göre, İbn-i Mes'ûd demiştir ki:
"Siz, mucizeleri
azâb addediyorsunuz! Halbuki bizler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında mucizeleri bereket sayardık... Gerçekten
biz, Peygamber Efendimizle birlikte yemek yerken, yemeğin teşbih ettiğini i-şittik" ve bir
defasında Peygamberimiz, kendisine getirilen bir su
kabimn içine elini soktu da, parmaklarimn
arasından su fışkırmaya başladı... Bu vesile ile
de Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
"Haydi, tertemiz
ve mübarek suya gelip Abdestinizi alimz! Bereketin de Allah'tan olduğunu biliniz." Biz de hepimiz, o sudan Abdest aldık."
Taberânı ve Ebû Nuaym, İbn-i Ebî Leylâ el-Ensârî'den şöyle rivayet ederler:
"Biz bir seferde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bulunuyorduk.
Hepimiz susuz kalmıştık. Halimizi Hazret-i Peygamber'e arz ettik. Peygamberimiz de küçük bir çukur
açılmasını ve bir deri getirilmesini emretti... Açılan çukura bu deriyi
koydu. Üzerine de elini
koydu ve buyurdu ki: "Az miktarda su getiriniz!" Suyu getiren
kişiye: "Bu suyu elimin üzerine dök
ve besmele çekerek Allah'ın adim an!" buyurdu... Adam da öyle yaptı. Derhâl Resûlüllah'ın parmakları arasından
su fışkırmaya başladı... Oradakilerin
hepsi, hem kendileri suya kandılar, hem hayvanlarım suya kandırdılar..."
Ebû Nuaym, Abdullah
bin Hantâb'ın oğlu el-Mutallib
tarikiyle, Ebû Amra el-Ensârî'nin oğlu Abdurrâhman'dan şöyle
nakleder: "Babam bize naklen demişti ki: Biz, bir gazvede Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte idik. İnsanlar aç kalmışlardı... Peygamberimiz bir kab
getirilmesini istedi. Getirilen bu kabı, önüne koydu. Sonra bir miktar su
getirilmesini istedi. Getirilen bu suya tükrüğünden
bir miktar karıştırdı. Sonra bâzı şeyler konuştu ve dua etti...
Sonra küçük parmağim bu suyun içine
sarkıttı... Vallahi,
Resûlüllah Efendimiz'in parmağından öyle bir su fışkırdı ki, herkese yetti
ve arttı... insanların gelip ihtiyacı kadar su almalarim emretti, insanlar da geldiler,
hem kana kana bu sudan içtiler» hem de bütün su kablarim doldurdular... Peygamber Efendimiz de bu sırada yan
dişleri görünecek
şekilde gülüyordu... Sonra buyurdular ki:
"Ben, Allah'tan
başka ilâh olmadığına, O'nun bir olup eşi-ortağı bulunmadığına; Muhammed'in de gerçekten O'nun kulu ve resulü olduğuna şehadet edirim ve her kim, bu şehadetle Allah'a
kavuşursa cennete girer!"
Ebû Nuaym, Hadic bin Südre tarikiyle, o da babası vâsıtasıyle
dedesinden şöyle rivayet eder:
Bir gün biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte sefere çıktık, sonunda el-Kâha denilen
yere geldik. Burası, sınıde "Sükyâ" denilen yerdir. Fakat burada hiç
su bulunmamakta idi. Peygamberimiz, Gıfâr Oğullarimn
kuyularına su getirmeleri için adamlar gönderdi. Fakat bu kuyular el-Kâha'dan bir mil ötede idi... Sonra Peygamberimiz vadinin yamacında istirahata çekildi. Ashâbtan
bâzısı da vâdînin içinde istirahate çekilmişti.
Bir sahâbî bu sırada buradaki çakılları eliyle deşelemiş ve üzerine su fışkırmış...
Oturup bakmış su akıyor, derhal Hazret-i Peygamber'e haber vermiş, Peygamberimiz ve bütün oradaki ashâb, bu
sudan yeterince su içmişlerdir... Peygamber Efendimiz bu olay üzerine: "Bu sükyâ, Allah'ın size
lütfettiği bir sudur!" buyurmuştur. Bundan sonra da buraya "Sükyâ" adı
verilmiştir..."
Buhârî ve Müslim Imrân bin Husayn'ın şöyle dediğini rivayet e-derler: Bir seferde biz,
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve
sellem) ile birlikte
bulunuyorduk. în-sanlar, susuzluktan şikayet ettiler. Peygamberimiz de Ali'yi çağırdı. Onun yanına bir adam daha çağırarak ikisine hitaben:
"Gidip bizim için su arayimz!" buyurdu. Onlar su araçlarken, devesi
üzerinde iki su tulumu ile su taşıyan
ve devesine binitli olan bir kadına rastlamışlar.
Onlar bu kadına "Suyun yeri neresidir?" diye sormuşlar...
Kadın da bir günlük mesafede olduğunu söyleyince, kadim alarak Hazret-i Peygamber'e getirdi--ler... Peygamberimiz derhal bir su kabı
istedi ve kırbanın ağzından buna bir miktar su döktü. Bununla ağzim çalkaladıktan
sonra, ağzındaki suyu, kadımın su tulumlarimn ağzından
içeri döktü... Sonra tulumların alt tarafındaki ümzüğünün
açılmasını emretti...
Oradakilerin hepsine çağırıldı. Hepsi akmakta olan bu sudan
ihtiyacı kadar aldı. Peygamber Efendimiz de ayakta durumu seyretti. Allah'a yemin ederim
ki, su tulumları önceki
gibi dopdolu idi... Peygamberimiz, o kadına verilmek ü-zere hurma ve şâir yiyeceklerden bir miktar
toplanmasını emretti ve kadına hitaben: "Gözlerinle gördün ve bildin ki,
biz senin suyundan hiç eksiltmedik! Fakat Allah bize suyu ve onun bereketini
ihsan eyledi... " buyurdu.
Kadın, bu sebeple bir müddet gecikerek ev
halkimn yanına gitmiş oldu. Ev halkı
ona, niçin geç kaldığim
sormuşlar, o da: "Çok şaşılacak bir şey oldu! İki adam beni ahp şu kendisine
"Sâbiî"/denilen adama götürdüler. O da bizını suyu bereketlendirip
bütün arkadaşlarimn su ihtiyâcim giderdi... Ben Allah'a yemin ederek söylüyorum ki, o adam, yâ yeryüzünün en sihirbaz
adamıdır, yahut da gerçekten Allah'ın Resulüdür!" diyerek, durumu ailesine
haber vermiştir."
Bu sırada müslümanlar etraftaki müşrikler
ile çarpışmakta idiler... Bu kadıncağız, bir müddet beklediği halde, müslümanlann kendi kabilesine gelmediğini görünce, kendi kavmine hitaben demiştir ki: "Ey benim halkım, O zât ve müslümanlar,
sizi İslâm'a davet için yakın zamanda buralara geleceğe benzemiyor! Geliniz, kendiliğinizden müslümanlığı kabul ediniz!" İşte o, böyle diyerek kavmini İslâm'a davet eylemiştir... Kavmi de bu kadımın dâvetine
uyarak, müslümanhğı kabul etmiştir..."
(Beyhekî'nin
yine Imrân bin Husayn'dan bir rivayeti vardır. O da aynen bu mealdedir...)
Beyhekî'nin bir başka
vecihten ve yine îmran bin Husayn'dan şöyle
bir rivayeti daha vardır. Buna göre o demiştir ki: "Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabından yetmiş
binitli asker ile yola çıktı... Hayli yol gittikten sonra, geceleyin çok geç
bir vakitte bir yerde konakladılar. Peygamberimiz ve ashabı uyuyakaldılar. Ta güneş doğduktan
sonra Ebû Bekir uyandı. Güneşin doğmuş olduğunu görünce hayretinden tesbîh ve
tekbîr getirdi... Fakat Peygamberimizi uyandırmağa da cesaret edemedi. Yâni bunu hoş
görmedi... Nihayet Ömer de uyandı...
Derken sesi çok gür olan bir sahabi de uyandı. Yüksek bir sesle tesbîh ve
tekbîr getirince, Resûlüllah Efendimiz de uyandılar... Ashabından biri O'na
dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, namazımızı fevtettik!" Peygamberimiz ise,
"Hayır, namazımızı fevt etmedik" buyurdu... Sonra yola çıkmaları
için emir verdi. Biraz
gidildikten sonra, Peygamberimiz binitinden indi. Ashabı da indiler. O'nun böyle
yapmasından, uyuyakaldığı yerde, orda geçirmiş olduğu namazını kılmak
istemediği anlaşılıyordu. Herkes indikten sonra Peygamberimiz:
"Bana bir miktar su getiriniz" buyurdu. Bir su matarasında bulunan
bir yudumluk kadar su getirdiler. Peygamberimiz bu suyu bir su kabına döktü
ve elini bu suya koydu. Sonra ashabına dedi ki: "Haydi ab destlerinizi alimz!" Yetmişe yakın asker, bu su ile abdesterini aldılar.
Sonra Peygamberimiz ezanın okunmasını
emretti. Ezandan sonra iki rekat kıldı. Sonra ikâmet alındı ve Peygamberimiz onlara İmâm olup namaz kıldırdı. Namazı bitirdikten sonra,
karşısında ashabından birinin ayakta dikilmekte olduğunu gördü ve ona, namaza niçin katılmadığim sordu. O da cünüb olduğu için katılmadığim söyledi. Peygamberimiz ona hitaben: "Toprak
ile teyemmüm ederek abdestini al, namazını kıl,
suyu bulduğun zaman da gusül abdestini alırsın!" buyurdu.
Müslim Ebû Katâde'den şöyle
rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) çıktığı bir seferde gecenin sonuna kadar yola devam
etti. Sonra mola verip uyudu... Uyandığı zaman, güneş arkasına vurmakta idi... Benim yanımdaki abdest
suyunu istedi. Ben de kendisine takdim ettim. Onunla abdest aldı, sonra bana
dedi ki: "Abdestten arta kalan bu suyu sakla, i-leride onun şaşılacak
bir hâli olacaktır." Gündüz yola devam edildi, insanlar sıcağın altında
susuzluktan perîşân oldular...
Hallerini Hazret-i Peygamber'e arz ettiler. Peygamberimiz de kendilerine: "Sizin
zannettiğiniz gibi, helak olmuş değilsiniz! Şu
benim abdest kabımı getiriniz!" buyurdu... Derhal ^ .itildi. O da elini
onun içine koydu ve onu dökmeye başladı... Peygamberimiz döküyor, Ebû Katâde de
insanlara su veriyordu... Bu şekilde hepsi suya kanmışlardı.
Efendimiz de bu su vesilesi ile: "Askerlerin hepsine veriniz, hiç biri
mahrum kalmasın, bu su, hepsine kafi gelecektir!" buyurdu..."
İbn-i Adiyy, Ebû Ya'lâ ve Beyhekî Enes'ten şöyle nakleder:
Pey-gamber (sallallahü aleyhi ve
sellem), bir grup askeri hazırlayıp yola
çıkardı. İçlerinde Ebû Bekir de vardı... Peygamberimiz onları, müşrikleri karşı sevketmiş ve: "Ciddî bir şekilde yürüyüşe
devam edip müşriklerden evvel suyun olduğu yere varimz ve suyun başım tutunuz!" buyurmuştu. Aksi halde, susuz kalınacağim haber vermişti... Kendisi ise, dokuz askerle arkada kalmıştı...
Bu yanındaki dokuz kişiye:
"Biraz mola verip istirahat etsek de, sonradan onlara yetişsek, ne
dersiniz?" buyurdu. Onlar da: "Evet" dediler. Bu seferde, ben
de bu dokuz kişinin içinde idim. Derken istirahata çekildik. Öyle uyumuşuz ki, uyandığımız zaman, güneş hayli yükselmişti... Peygamberimiz bu yanındakilere:
"Haydi, hacetinizi görüp namaza hazırlanimz!" buyurdu. Onlar biraz
sonra dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, abdest
almaya suyumuz yoktur" Peygamberimiz de: "içinizden birinin abdest kabında, az
miktarda su vasa, onu bana getirsin!" buyurdu... Çok az miktarda bir su
getirildi. Peygamber Efendimiz bu
suyu e-, üne aldı ve meshetti ve bereketlenmesi için Allah'a dua ve niyaz
eyledi... Sonra ashabına hitaben: "Haydi geliniz, abdestlerinizi alimz!"
buyurdu. Onlar da gelip hepsi abdestlerini aldılar... Peygamber Efendimiz,
bizzat kendileri onların abdest suyunu döküyor, onlar da abdestlerini
sırayla alıyordu... Sonra onlara namazı kıldırdı, içinde az miktarda su
getirilen kabın sahibine dedi ki: "Bu suyu iyi sakla ve muhafaza et!
Yakında bunun şaşılacak bir hali olacaktır." Sonra arkadaşlarıyla
beraber yola koyuldu ve onlara hitaben buyurdu ki: "Bizden Önce giden arkadaşlarimz için
ne dersiniz?" Onlar da: "Bilemeyiz, Allah ve Resulü daha iyi
bilir" dediler... Peygamberimiz: "Onların içinde Ebû Bekir ve Ömer vardır. Herhalde arkadaşlarına
iyi yel göstermiş, doğru olanı yapmışlardır" buyurdu...
Yolumuza devam edip
önceden gidenlere yetiştiğimiz zaman, müşriklerin
daha evvel davranıp suyun başim tutmuş olduklarim öğrendik... Peygamberimiz de bunun üzerine, abdestten arta kalan suyu taşımakta olan arkadaşına
hitaben: "Haydi, o su kabım getir bakalım!" dedi... O da getirip Hazret-i Peygamber'e teslim etti. Peygamberimiz bu suyu aldı ve
arkadaşlarına: "Hepiniz gelip suyunuzu içiniz!"
diye hitap etti... Herkes gelip suyunu içiyor, Peygamberimiz de devamlı olarak
döküyordu... Herkes suyunu içip kandı ve hayvanlarim kandıracak suyu da, bu sudan aldı... Ayrıca
yanlarında ne kadar kab bulunmakta ise, onları da su ile doldurdular... Sonra
hareket edilip yola çıkıldı ve müşrikler üzerine gidildi... Onlarla, çok şiddetli bir
savaş oldu...Neticede müslü-manlar, büyük bir zafer ve ganimet elde ettiler...
Gerek Peygamberimiz, gerek ashabı, hem bir
zaferle, hem de sıhhat ve iyilik içinde geri döndü-ler.[4]
Beğavî, İbn-i
Ebî Şeybe, Bârûdı ve Taberânî, Habbân bin Bah'tan şöyle rivayet ederler: "Benim kavmim müslümanlığı kabul ettiği sırada, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kavmim üzerine asker
sevketmişti... Gidip durumu Hazret-i Peygamber'e
arz ettim. Dedik ki: "Ey Allah'ın Elçisi, benim kavmim müslümanlığı kabul etti!" Peygamberimiz: "Öyle mi?" buyurdu.
Ben de: "Evet" dedim. ve ben,
o gece orada kaldım. Sabah namazının vakti geldiği zaman Ezan okundu. Peygamberimiz bana, abdest almam
için bir, su kabı verdi. Ben abdestimi almaya başladım.
Baktım ki, Peygamberimiz parmaklarim o kabın içine sokmuş,
O'nun parmaklarından çeşme gibi su akıyordu... ve O şöyle buyurdu: "Her kim, abdest almak istiyorsa,
bu sudan abdestini alsın!"
İbn-i Seken, Hemmâm bin NüfeyVden
şöyle nakleder: "Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gidip dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü biz bir
kuyu açtırdık, fakat suyu acı çıktı..." Bunun üzerine Peygamberimiz bana bir su
matarası verdi, içinde bir miktar su vardı. Bana buyurdu ki: "Bunu al,
gidip o kuyunun içine boşalt!" Ben
alıp öyle yaptım... Kuyumuzun suyu, tatlılandı...
Artık şimdi Yemen'de, bizim kuyunun suyundan daha tatlı bir su
yoktur..." [5]
Peygamberimizin Bazı Yiyecek Maddelerinin Artırılıp
Bereketlenmesi Şeklindeki Mucizeleri
[6]
Müslim, Enes'ten şöyle rivayet eder:
"Bir gün ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e
gittim. O, ashabı ile birlikte oturmuş onlarla konuşuyordu...
Baktım, karnına birşey
bağlamış olduğunu farkettim." Ashaptan bâzısına sordum: "Peygamberimiz, karnim niçin bağladı?" dedim. Bana: "Açlıktan" diye
cevap verdiler...[7] Ben, derhal Ebû Talha'ya giderek durumu haber
verdim. O da, kendisiyle evli olduğu anama: "Evimizde yiyecek
bir şey var mıdır?" dedi. Anam ona:
"Az miktarda ekmek ile, birkaç hurma vardır, eğer Peygamberimiz yalnız gelecek
olursa O'na yetter, yanında bir kişi daha getirecek olursa, bu taktirde az gelir."
dedi. Ebû Talha bana: "Haydi git, Peygamberimiz tek basma çağırmanın çâresine bak" dedi" dedi. Ben de
gidip, Peygamberimiz tam hanesine gireceği sırada, Ebû Talha'nın kendisine daveti bulunduğunu söyledim. Peygamberimiz ise; ashabim da çağırarak ve benim elimden tutarak davete icabet etti.
Davet yerine yaklaşırken elimi bıraktı, ben hızla gi derek ev
sahiplerine durumu haber verdim... Ebû Talha kapıya çıkarai dedi ki: "Ey
Allah'ın Resulü, bizını hanemizde ancak bir kişiyi doyuracak kadar yiyecek vardır ve ben bunu Enes'e de söylemiştim." Peygamber Efendimiz de ona: "Telaşlanma,
gir! Allah, senin evinde bulunan yiyeceği, dilediği kadar bereketlendirir!" buyurdu ve eve
girdiler... Burada Peygamberimiz: "Evinizde bulunan yiyeceğin tamâmim bir
araya toplayıp bana getiriniz!" dedi. Yiyecek getirildi. Peygamberimiz, önünde bulunan yiyeceğin bereketlenmesi için dua buyurdular... Sonra bana
hitaben: "Ashâbm sekizer sekizer içeri gelmelerini sağla!" buyurdu. Ben de öyle yaptım. Peygamberimiz, mübarek elini yiyeceğin üzerine tutuyor ve: "Haydi-yiyiniz ve
"Bismillah" diyerek Allah'ın adim animz!"
buyuru-yordu... Ashâb, sekizer sekizer gruplar hâlinde gelip karınlarim doyurdular...
Sayıları seksen kadardı... Sonra bana ve ev sahiplerine: "Şimdi de siz yiyiniz!"
buyurdu. Biz de yiyip doyduk. Sonra elini yiyeceğin
üzerinden kaldırdı ve: "Ey Ümmü Selîm, bak, yiyeceğinizden bir eksilme olmuş
mudur?" buyurdu. O da: "Anam-babam Sana feda olsun, ey Al-iah'ın Resulü, ben eğer
onların yediklerini görmemiş olsaydım, yiyeceğimizden hiçbir eksilme olmamıştır
derdim" dedi..."
Buhârî ve Müslim Enes'ten şöyle rivayet
ederler: Bir gün Ebû Talha, Ümmü Selîm'e dedi ki:
"Ben, Resûlüllah Efendimizin sesinde bir zayıflık hissediyorum ve bunun
açlıktan ileri geldiğini zannediyorum. Acaba evimizde bir miktar yiyecek
yok mudur?" Ümmü Selim de: "Evet" dedi ve birkaç arpa ekmeği çıkardı. Ben de derhal resûlüllah'a döndüm.
O bana sordu: "Ebü Talha mı gönderdi?" dedi. Ben de: "Evet" dedim.
Bunun üzerine Peygamberimiz, yanındakilere:
"Haydi kalkınız, Ebû Talha'nın bize daveti var" buyurdu. Ben yine
derhal eve döndüm ve durumu Ebû
Talha'ya haber verdim. O da telaşlanarak: "Ey Ümmü Selîm, Peygamberimiz, insanları alarak bize
gelmektedir! Halbuki bizını onlara yedirecek kadar bir yiyeceğimiz yoktur!" dedi... Ümmü Selîm de: "Allah
ve Resulü daha iyi bilir" dedi... Derken Resûlüllah efendimiz de geldiler...
Buyurdular ki: "Ey Ümmü Selîm, yanimzdaki yiyeceği bana getiriniz!" Yiyecek getirildi. Peygamberimiz, bu arpa ekmeklerinin
ufalanmasını ve üzerine biraz yağ gezdirilmesini emretti. Öyle yaptılar... Sonra Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bâzı şeyler söyleyip duada bulundu ve şöyle buyurdu: "Ey Enes, ashabımın, onar kişi
hâlinde sırayla gelip bu yemekten yemelerim sağla!" Onlar da onar kişilik sıralar halinde ve nöbetle
gelip bu yemekten yediler ve karınlarım iyice doyurdular... Sayıları yetmiş-seksen
kadar vardı..."
(Bu rivayetle
ilgili Müslim'in tek başına olan rivayetinde ise şöyle denilmiştir: Sonra bu
yemekten Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ev halkı yediler. Komşularına
yetecek kadar da arttı... Peygamberimiz, bu yemeğin
bereketlenmesi için dua buyurdukları sırada ise: "Allah'ım, bunun bereketini
çok büyük eyle!" diye niyaz edip Allah'a yalvarmıştı.")
Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir'in Enes'ten olan rivayeti ise şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Zeyneb bint-i Cahş ile evlendiği zaman, anam bana dedi ki: Ey Enes, Peygamber Efendimiz bugün
bir damâd olarak sabahladı... ihtimâldir ki O'nun sabah yiyeceği yoktur. Şu yağ
tulumu ile bir miktar hurma getir de, ben onlar için bir sabah kahvaltısı
hazırlıyayım" dedi. Ben de getirdim. Anam onlar için Hays denilen bir
yemek hazırladı ve bana: "Haydi bunu al da Resûlüllah efendimiz'e götür!" diye emretti. Ben de
derhal bu yiyeceği alarak O'na götürdüm. O bana: "Yemeği bir kenara koy da ashabıma çağır!" buyurdu ve Ebû
Bekir, Ömer, Osman ve Ali'nin de isınılerini saydı... Gidip
onları çağırdım. Sonra, Mesciddeki-leri ve gördüğüm herkesi çağırmamı
emretti. Ben, yemeğin azlığına rağmen, çağırmamı emrettikleri kimselerin çokluğunu düşünerek hayret ediyordum... Tabiî ben onların hepsini
çağırdım. Onlar da gelip her tarafı doldurdular... Sonra bana Peygamberimiz, o yemeği getirmemi emretti. Ben de getirdim, O'nun önüne
koydum. Parmaklarimn üçünü yemeğin içine sarkıttılar ve
yemek kabarıp bereketlendi... Davetliler yiyip dağıldılar. Nihayet kabın
içindeM yemeğin hiç eksilmediğini gördüm. Herkes yiyip
gittikten sonra Efendimiz bana: "Bunu alıp Zeyneb'e götür" buyurdu.
Sabit der ki: Ben Enes'e: "O yemekten
yiyenlerin sayısı ne kadardı?" dedim. O da bana: "Yetmiş iki kişilerdi" diye cevap
verdi.
Taberânî, Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir,
Abdurrahman bin Ebû Ku-seyme vasıtasıyla Vasile bin el-Eska'dan şöyle rivayet ederler: Ashab-ı Suffe beni, bir miktar yiyecek getirmem
için Hazret-i Peygamber'e gönderdiler. Bu sırada onların sayısı yirmi kadardı ve
bir müddettir bir şey
yememişlerdi. Ben de gidip durumu Peygamberimiz'e haber verdim. Peygamberimiz evine iltifat ederek:
"Evimizde yiyecek bir şey var mıdır?"
diye sordu. Evden de: "Evet, bir miktar ekmek parçası ile süt vardır"
dediler... Bunlar getirildi. Peygamberimiz ekmekleri iyice ufaladıktan sonra, bunun üzerine
sütü döktüler. Sonra bunu
mübarek eliyle ovarak yumuşattılar ve serîd yemeği hâline getirdiler... Sonra
bana: "Ey Vasile, arkadaşlarimn onunu çağır; diğer onunu daha sonra çağırırsın!"
buyurdu. Ben de onların onunu çağırdım. Onlar gelince Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Haydi yiyiniz,
Bismillah! Fakat yemeğin kenarından alıp ortasını bırakınız!
Zira onun bereketi yukarından ortasına gelir ve devam eder" buyurdular...
Onlar da afiyetle yiyip karınlarım bir güzel doyurdular. Sonra bunlar gidip
diğer on kişilik grub geldi. Bunlar da yiyip karınlarım doyurdular... Peygamberimiz, öncekilere
olan kelamını, bunlara da aynen söyledi... Bunlar da
kalkıp gittikten sonra kalan yemeğe baktım, hayli artmıştı...
Ben buna çok hayret etmiştim..."
Taberânî, Ebû Nuaym, Süleyman bin Hayyan tarikiyle
[8]yine Vasile bin el-Eska'dan şöyle
rivayet eder: "Ben, Ashâb-ı Suffe'den idim. Bir gün Suffe ashabı
açlıktan şikayet edip
beni Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gönderdiler. Ben de gidip
durumu Hazret-i Peygamber'e arz ettim. Bunun ü-zerine
Efendimiz: "Ey Âişe, yanında
yiyecek var mı?" diye sordu. O da: "Sa'dece bir miktar ekmek kırıntısı vardır" cevabim verdi. Peygamberimiz: "Onu bana getir"
buyurdu ve kendisine getirilen bu ekmek parçasını bir sahanın içine ufaladı. Sonra üzerine yağ dökerek serîd (tirid)
yemeği hazırlamaya başladı.
Bunu eliyle iyice ovarak güzel bir hâle getirdi... O ovup islâh ettikçe, yemek
de çoğalıp büyüyordu... Nihayet bana: "Git de arkadaşlarından
onunu çağır!" buyurdu. Ben
de gidip çağırdım. Onlar geldiklerinde, Hazret-i Peygamber kendilerine: "Haydi yiyiniz, Bismillah! Fakat
etrafından alimz, üstünden almayimz. Zira onun üzerine bereket, yukarıdan iner"
buyurdu. Bunlar yiyip karınlarim doyurduktan sonra
kalktılar. Peygamberimiz diğer on kişilik grubu çağırmamı
emretti ve onlar geldiğinde,
Öncekilere olan kelâmim aynen onlara da söyledi.
Nihayet bunlar da yemeklerini yiyip doydular. Sonra kalkıp gittiler... Peygamberimiz: "Suffe ashabı
arkadaşlarından kalan var mıdır?" diye sordu. Ben de: "Evet,
on kişi daha vardır" dedim. Peygamberimiz onları
da çağırmamı emrettiler. Ben de gidip onları da çağırdım. Bu son grub da gelip
yemeklerini yediler, karınlarim doyurup
kalktılar... Peygamberimiz bana: "Haydi bu yemeği alıp Âişe'ye götür!" buyurdu.
Baktım, yemekten hiç eksilen olmamıştı. Alıp onu Âişe'ye götürdüm..."
Taberânî, mü'ıninlerin validesi Safiyye'den şöyle nakleder. O demiştir
ki: Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bana gelip dedi ki: "Ey Safiyye, yanında
yiyecek bir şey var mı? Zira ben açım." Ben de: "Bir
miktar çekilmi, arpa var"
dedim. Peygamberimiz de bunu tencereye koyup pişirmemi
emretti, ben de pişirince kendisine haber verdim. Sonra bana yağ tulumunu getirmemi emretti. Onda da çok az bir şey vardı. Kenarlarim sıkarak
kaynayan yemeğin üzerine biraz yağ akıttı. Sonra elini bu yemeğin üzerine koyarak: "Bismillah!" buyurdu.
Sonra bana hitaben: "Haydi, mü'ıninlerin diğer validelerini çağır!
Biliyorum ki onlar da en az benim kadar acıkmış durumdadırlar"
dedi. Ben de gidip onları çağırdım. Hep beraber bu yemekten yedik ve doyduk. Sonra Ebû Bekir
geldi, derken Ömer geldi. Sonra bir adam daha geldi. Bunlar da o yemekten yiyip
doydular... Daha geriye hayli yiyecek arttı..."
Ahmed, Bezzâr ve Beyhekî Ebû Hüreyre'den şöyle rivayet
ederler: Bir gün Arâbînin biri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e müsafir olmuştu. Ona ikram
etmek için bir şey talep ettiğinde, evde kurumuş bir ekmek parçasından başka
bir yiyecek bulunmadığim öğrendi. O kuru ekmek parçasını iyice eliyle ufaladıktan sonra, elini onun
üzerine koydu ve bereketlenmesi
için duada bulundu. Sonra ârâbîye: "Buyur yel" dedi. O da yedi ve
doydu. Fakat tamamim tüketemedi. Baktı, yiyecek hayli
artmış. Hayret edip, Hazret-i Peygamber'e hitaben: "Sen, gerçekten çok iyi bir adamsın!"
dedi...."
Dârimî, İbn-i Ebî Şeybe, Tirmizî, Hâkim, Beyhekî ve Ebû Nuaym, Semura bin Cündeb'ten şöyle rivayet ederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir kab içinde bir miktar
yiyecek getirilmişti. Ashâb-ı Kiram, sabah kahvaltı vaktinden
öğle vaktine kadar,
müteaddid gruplar hâlinde bu yiyeceğin bulunduğu sofrada yemeklerini yemeye devam ettiler...."
Birisi Cündeb'e
sordu: "O yemeğe, sonradan ilâveler mi yapılıyordu?"
dedi. O da şu karşılığı verdi: "Ona bir ilâve yapılmıyordu, fakat
semavî ve ilâhî bir imdâd ve ikram ile bereketleniyordu..."
Beyhekî, Taberânî ve Ebû Nuaym, Ebû Eyyûb'tan şöyle rivayet
e-derler: Bir gün ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Ebû Bekir için, ancak ikisine yetecek kadar bir
yemek hazırlamıştım. Hazırladığım yemeği onlara takdim ettiğim zaman Peygamberimiz: "Haydi git, bana Ansâr'ın eşrafından
otuz kişi çağır!"" buyurdu. Bu bana oldukça ağır gelmişti. Kendi kendime:'Tanımda başka bir şey
yok ki, buna ilave edeyim" demekten, nefsınıi alamadım... Bu sebebie
duymazlıktan geldim. Fakat Hazret-i Peygamber,
bana olan emrini ikinci defa tekrarlayınca, çaresiz gidip onları
çağırdım... Peygamber Efendimiz onlara hitaben buyurdu ki:
"Haydi buyurunuz!" Onlar da doyuncaya kadar yediler... Sonra Peygamberimizin Peygamberliğine olan şehadetlerini ifâde ettiler... ve O'na ayrıca bîat ettiler... Onlar çıkıp
gittikten sonra Peygamberimiz bana: "Haydi
git de Ansâr'dan altmış
kişi daha çağır!" buyurdu. Ben de gidip çağırdım ve devamla nihayet bu yiyecekten, Ansâr'dan tam
yüz seksen kişi yiyip karınlarim doyurdular...."
Buhârî Abdurrahmân bin Ebû
Bekir'den şöyle rivayet eder: "Biz, yüz otuz kişi olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında idik. Peygamberimiz bize hitaben:
"Yanimzda yiyecek bir şey var mı?" diye
sordu. İçimizden bîrinin bir
sâ'(uç kilogramlık kadar) yiyeceği varmış, bunu getirip teslim
etti. Peygamberimiz bunun, öğütülüp hamur yapılmasını emretti... Derken oradan
bir adam, koyunları ile birlikte geçiyordu, Peygamberimiz bu adamdan bir
koyun satın aldı ve bu koyunun kesilip hazırlanmasını emretti... Ayrıca koyunun karaciğerinin kızartılmasını
istedi. Kızartıldıktan sonra bunu yüz otuz kişiye
ayrı ayrı taksını etti... Hazır olanın hissesini hemen verdi, o anda hazır
olmayanların hisselerini de ayırıp onlar için sakladı... Allah'a yemin ederim
ki, bu koyun hepimize
kâfi geldi... Az büyükçe iki çanak üzerine konulan etten, hepimiz yiyip doyduğumuz halde tüketemedik... En sonunda kalanı, devenin
sırtına yükletilerek, bizınıle beraber yola çıkarılıp götürüldü...."
Buharî, Ebû Hüreyre'den de şu
haberi rivayet etmektedir: "Ben, Allah'a
yemin ederim ki, bir gün açlıktan bayılacak hâle gelmiştim, neredeyse yere düşecektim... Karnıma da taş bağlamıştım... Geçenlerin görebileceği şekilde yolun kenarında oturmakta
idim... Derken oradan Ebû Bekir'in geçmekte olduğunu gördüm ve kendisine;
Kur'ân'dan bir âyet sordum... Maksadım, sadece halimi sezmesi ve beni alıp
doyurmak üzere evine götürmesi idi... Yoksa o âyeti sormam, bir bahaneden
ibaretti... Fakat o, maksadımı anlamadığı için geçip gitti... Derken Ömer geçiyordu, ben ona da bir
ayetten sordum, O da Ebû Bekir gibi soruma cevap verdikten sonra geçip gitti...
Sonra Ebû'l-Kâsını Muham-med (sallallahü aleyhi ve sellem) geldi, beni görür görmez halimi anladı ve tebessüm buyurdu... Sonra bana:
"Ey Ebû Hüreyre!" diyerek seslendi. Tabîî ben de: "Buyur ey
Allah'ın Resulü" diyerek mukabele ettim. Bunun üzerine O: "Peşimden gel" buyurdu. Ben de
kendisini takib ettim. O, önden evine girdi, ben de girmem için izin istedim.
izin verilince içeri girdim ve orta yerde süt olduğunu gördüm. Peygamberimiz, bu sütün nereden geldiğini sordu, evdekiler de: "Fülan kişi bunu sana
hediye olarak göndermiştir" dediler... Peygamber Efendimiz bana: "Haydi git ve
Suffe Ehli kardeşlerini çağır!" emrini
verdi... Ehl-i Suffe ise; malı ve çoluk çocuğu olmayan kişilerdi ve İslâm'ın konukları idiler... Resûlüllah'a bir sadaka
geldiği zaman, onu onlara
gönderirdi, kendisi bundan bir şey
almazdı. Eğer gelen şey, bir
hediye olursa, yine onlara gönderir, kendisine de
ondan bir miktar ayırırdı... Bu sefer ben, sütün miktarına bakarak Peygamberi-miz'in onları çağırmasını hoş karşılamamış tim. Çünkü bu süt, ancak bana yeter diye düşünüyordum... Onları çağırdığım zaman, önce onlara ikram edeceğini de bildiğimden, kesin olarak bundan bana
bir şey artmaz kanâtindeydim. Fakat Allah'a ve Resûlü'ne itaatten başka çâre de yoktu, mutlaka emri yerine getirmeli
idim... Gidip onları çağırdım, onlar da geldiler, oturup yerlerini
aldılar... Peygamberimiz: "Ebû Hüreyre!" diye
seslendi. Ben de derhal: "Buyurunuz, ey Allah'ın
resulü!" dedim. O da, sütten alıp kardeşlerime
vermemi emretti. Ben bu sütten bir kadeh (küçük bir bardak) alıp sırayla
kardeşlerime vermeye başladım. Sonunda sıra Peygamber Efendimiz'e
gelinceye kadar devam ettim. Hepsi sütünü içip kanmıştı... Peygamberimiz kadehi eline aldı
ve bana bakarak tebessüm buyurdu. Bana hitaben: "Ey Ebû Hüreyre, şimdi sen ve ben kaldım!" buyurdu. Ben de:
"Evet yâ Resûlellah" dedim. Buyurdu ki: "Haydi sen al, sütünü iç."
Ben de alıp içtim... Peygamberimiz, bir daha içmemi söyledi.
Ben de içtim... O, bana: "iç!" diye emrediyor, ben de içiyordum.
Sonunda: "Ey Allah'ın elçisi, yemin ederim ki, bir damla daha içecek hâlim
kalmadı!" dedim ve kadehi kendilerine verdim. Peygamber Efendimiz de
bu tecellî eden bereketten dolayı Allah'a hamdetti ve "Bismillah" diyerek sütünü
içti...."
İbn-i Sa'd, Ali'den şöyle rivayet eder:
"Bir günün akşamında biz, hiçbir şey
yemeden yatmak zorunda kalmıştık... Sabah olunca,
çalışıp bir dirheme bir miktar yiyecek alarak eve getirdim.
Fâtıma bundan ekmek ve yemek hazırladı... Sonra bana: "Babam'a gidip onu
yemeğe ça-ğırsan" dedi. Ben de gidip Allah resulünün
huzuruna vardığımda, o uzanmış vaziyette idi ve şöyle diyordu:
"Ben, açlığın (şiddetle acıkmış olmanın) şerrinden
Allah'a sığimrım!"
Kendisine dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, bir miktar
yiyeceğimiz var, Sîzi
bizınıle yemeğe davet ediyoruz." Peygamberimiz teşrif ettiler, bu sırda tenceremiz hâlâ kaynamakta idi.
Buyurdular ki: "Kızını Âişe'nin yiyeceğini gönder!" Fâtıma bir tabağa onun hissesini koyarak gönderdi. Sonra Resûlüllah: "Hafsa'nın hissesini gönder!" buyurdu. 0-nunkini
de gönderdi. Derken dokuz zevcesinin her birinin hissesinin gönderilmesini
emrettiler ve gönderildi. En sonunda: "Haydi
kızını, şimdi babanın ve kocanın hisselerini ver!"
buyurdular. Bizını hisselerimiz verildikten sonra: "Kızını şimdi
de kendi hisseni alıp ye!" buyurdular. Fâtıma da kendi hissesini alıp
yemeğe başladı. Böylece o yemekten hepimiz
yedik. Fâtıma tencereyi kaldırdığı zaman, sanki ondan hiçbir şey alınmamış gibi, dolup taşıyordu."
Ebû Nuaym, Suhayb'dan şu haberi nakleder:
"Bir gün ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) için bir yemek hazırlayıp O'na gittim. Yanında
as-habdan bâzıları da vardı. Ben, onlar görmesin diyerek Resulüllah'ın karşısına
dikilip bana bakmasını bekledim ve bana baktığı zaman işarette
bulundum. Peygamberimiz de: "Bunlarla beraber
değil mi?" diye işarette
bulundu. Ben de "hayır" dedim ve yalnız kendilerini davet ettiğimi imâ eyledim. Peygamberimiz, davetimi kabul etmemiş gibi,
sükût ediyordu. Ben de yerimde dikiliyordum. Derken
bana baktı, ben de kendisine işarette bulundum. O da bana: "Bunlarla birlikte
değil mi?" diye işaret ediyordu. Böylece iki veya üç defa tekerrür edince, dayanamayıp
"evet" demek zorunda kaldım. Çünkü ben çok az bir yiyecek hazırlamıştım.
Hepsi birlikte gelip o az yiyecekten yediler ve doydular. Onlar, kâfî miktarda
yedikten sonra, daha geriye bir miktar arttı."
Ebü Nuaym, Ebû
Seleme'den, o da Yaîş bin Tahfe'den şöyle nakleder: "Benim babam Suffe
ehlindendi. Bize şöyle anlatmıştı;
Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabına, Suffe ehlinden birer veya ikişer kişi alarak evine götürmesini
ve onlara yedirip içirmesini emretti. Onlar da öyle
yaptılar. Ben ve bir arkadaşım, Peygamberimiz'le birlikte gittik. Eve vardığımız zaman Peygamberimiz: "Ey Âişe, bize yiyecek bir şey çıkar!" buyurdu. Âişe validemiz de bir
miktar (buğday, kavut, et veya hurma karışımı
bir yemek olan) ceşiş çıkardı. Biz bunu yedik. Sonra Âişe vali-~ demiz, bir miktar da hurma tatlısı
çıkardı ki, çok azdı onu da yedik. Sonra Peygamberimiz süt getirilmesini
emretti, süt getirildi, onu da içtik ve kandık. Halbuki getirilen süt de küçük
bir kadehti."
İbn-i Sa'd, Esma bint-i Yezîd'den şöyle
rivayet eder: "Bir gün ben, akşam vakti Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem), akşam namazını bizını mahallenin mescidinde kılmakta olduğunu gördüm. Yanında ashabdan da bazıları vardı. Evime
giderek bir miktar et ve ekmek getirdim ve Hazret-i Peygam-ber'e:'Yâ
Resûlallah, bununla akşam kahvaltınızı
yapar mısınız?" dedim. O da ashabına hitaben: "Haydin
bismillah diyerek yiyiniz!" buyurdu. O ve oraya O'nunla birlikte gelmiş bulunan ashâb ve hazır bulunan ev halkı, bundan
yediler. Sayılan kırk olduğu halde, Allah'a yemin ederim ki sanki onlar bundan
hiç yememişler gibi, bir eksilme olmamıştı. Sonra Peygamber Efendimiz,
evimizde bulunan bir su kabından su içtiler. Ben bu su kabim,
bir hâtıra olarak sakladım, içinde artakalan suyu, misk yerine süründüm. Biz
bundan bereket umarak zaman zaman içtik, zaman zaman da bâzı hastalara
içirdik."
Taberânî Mes'ûd bin Hâlid'den şöyle
naklediyor: "Bir gün ben, Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) bir koyun göndermiştim ve daha sonra da bâzı ev ihtiyaçları için dışarı
çıkmıştım. Ben dışarıda iken Hazret-i Peygamber, bu gönderdiğim koyunun etinden bir kısmim bizim eve göndermiş. Benim bundan haberim olmadığı için, dışarıdan
geldiğim zaman, eşime:
"Bu et de nedir?" diye sordum. O da: "Bunu bize Hazret-i Peygamber göndermiş" cevabim
verdi. Ben de kendisine: "Peki neden bunu pişirip de çocuklara
yedirmiyorsun?" dedim. Eşim bana dedi ki:
"Bu, onlar yedikten sonra geriyde kalan bir artık ve berekettir! Onlar
daha önce iki veya üç
koyun kesildiği halde ancak kâfi gelirken, bu sefer bir tek koyun,
onlara da yetmiş ve artmıştır"
cevabım verdi."
Yine Taberânî, güzel bir senedle Ebû
Hüreyre'den şu haberi nak-letmiştir: "Bir gece Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beni çağırdı ve dedi ki: "Haydi eve git. Yanimzdaki yemeği bana veriniz de ve o yemeği alıp buraya getir!" Derhal eve gittim ve bana verilen bir tabak
içindeki yemeği getirdim. Tabağın
içinde bir miktar hurma ezmesi (tatlısı) varmış. Sonra Peygamberimiz bana, Mesciddekileri çağırmamı emretti. Ben de gidip onları çağırdım. Fakat
kendi kendime, bu yemek ancak bana yeter diyordum. Onlar gelip toplandıkları
zaman, Peygainber Efendimiz parmaklarim tatlimn
üst tarafına batırdı, sonra: "Haydi yiyiniz, Bismillah!" buyurdu.
Hepsi yiyip doydular, ben de yiyip doydum. Fakat ortaya konulan yemekte hiçbir
eksilme görülmüyordu. Ben
onu, nasıl getirip koydumsa, aynen öyle
kaldırdım. Sâdece üzerinde sevgili Peygamberimizin parmaklarimn
izleri vardı."
İbn-i Sa'd, Ebû Hüreyre'den şu haberi nakleder: "Bir gün ben, açlığın verdiği rahatsızlık ile evimden çıkarak Mescid'e gittim.
Orada bâzı arkadaşlar vardı. Onlar da dediler ki: "Bizi bu saatte
buraya çıkaran, sâdece açlıktır." Mescid'den çıkıp Hazret-i Peygamber'e gittik ve durumu kendilerine haber verdik. O da
bize yemek çıkarılmasını istedi. Bir tabak içinde bir miktar hurma
getirildi. Bunu eline alan Peygamberimiz, hepimize ikişer hurma verdi ve: "Bu ikişer hurmayı yiyiniz, üzerine de su içiniz! Bu size,
bugünkü yiyeceğiniz olarak
yeter" buyurdular."
Buhârî ve Müslim Ebû Bekr'in oğlu Abdurahmân'dan, onun şöyle haber verdiğini rivayet ederler: "Bir gün Ebû Bekir, eve üç
misafir getirdi. Sonra kendisi akşam
kahvaltısını yapmak
üzere Hazret-i Peygamberin yanına gitti. Bir müddet
de Hazret-i Peygamber'in yanında kaldıktan sonra eve döndü. Zevcesi ona dedi ki:
"Misafirlerinin yanına dönmek için seni bu kadar oyalayan şey nedir?"
O da durumu anlayarak: "Yoksa misafirlerimiz hâlâ akşam yemeklerini
yemediler mi?" diye bağırdı. Zevcesi de:
"Biz yemelerini istedik ama, onlar sen olmayınca yemekten imtina eylediler"
cevabim verdi. Ebû Bekir,
bu duruma çok üzüldü ve öfkesinden: "Vallahi ben bu yemekten ebediyen
yemem!" diye bağırdı ve misafirlerine yemeleri için
ısrar etti. Onlarda yemeye başladılar. Ben de kendileriyle
beraber yiyordum. Vallahi içimizden hangimiz yemekten bir lokma alsak,
aldığımız yer derhal
doluyordu. Yemeğe devam ettik ve karınlarımızı bir
güzelce doyurduk. Fakat önümüzdeki yemekten hiç eksilme olmuyordu. Babam Ebû
Bekir de, durumu gözden geçiriyordu. Yemeğin
hiç eksilmeden aynen kaldığim görünce, ilâhî müdâhaleyi, bereketlenmeyi gördü ve
daha önce ettiği yemine pişman
olarak: "Karıcığım,
bu gözlerimle gördüğüm hâl nedir?" diye sormaktan
kendini alamadı. Hanımı da ona: "Ey gözümün nuru, görmez misin ki bu
yemek, daha önceki gibi tam üç misli olmuştur. Bu derece
bereketlenmiştir!" diyerek mukabelede bulundu. Ebû Bekir de bu yemekten
yedi ve: "Şüphesiz o ettiğim yemin, şeytandan ve benim bir
hatâm idi!" dedi. Sonra bu yemeği alarak Hazret-i Peygambere götürdü. Yemek sabaha kadar orada kaldı. Sonra sabah
olunca Hazret-i Peygamber'e on iki adam geldi, her adamın grubunda kaç kişi olduğunu Allah bilir. Bunlar, on iki grup halinde sıraya
girip hepsi o yemekten yediler ve doydular."
İbn-i Sa'd, Beyhekî ve Ebû Nuaym Ebû'l-Aliye tarikiyle Ebû
Hü-reyre'den şöyle rivayet ederler: Bir gün ben, bir miktar hurma ile Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gidip, bu hurmaların bereketlenmesi için dua
buyurmasını rica ettim. Paygamber efendimiz bu hurmaları eline aldı ve benim için
dua etti, sonra bana dedi ki: "Bunları al, içine azık koyduğun torbaya bırak. Bunlardan almak istediğin zaman, torbayı dökme,
elini içine sarkıtarak al ve ye!" Ben de Öyle
yaptım ve uzun müddet bu hurmalar bana kâfi geldi. Belki Allah yolunda birkaç
deve yükü hurma harcadım. Hem kendim yiyordum bu hurmalardan, hem de başkalarına
ikram ediyordum. Ben bu hurma torbasını evimdeki dolapta saklamakta idim.
Nihayet müslümanların halîfesi Osman şehit edildiği gün, torba yere düştü
ve içindeki hurmalar yere saçıldı. O günden itibaren de bereketi
kalmadı."
Beyhekî ile Ebû Nuaym'ın İbn-i Sîrîn tarikiyle olan rivayetleri ise şu
merkezdedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gazvede, yiyeceklerin azalması üzerine: "Ey
Ebû Hüreyre, yanında yiyecek var mı?" diye sordu. Ben de: "Torbamda
bir miktar hurma var" dedim. Peygamberimiz: "Onu bize getir" buyurdu. Ben de getirip
teslim ettim. Yere de bir deri yazmamı emretti, ben de yazdım. Elini torbanın
içine attı, onun içindeki hurmaları çıkardı, bu derinin üzerine koydu. Meğer
torbamın içinde yirmi bir adet hurma varmış... Peygamberimiz, bu hurmaları teker
teker derinin üzerine koyarken her bir defasında besmele çekti, sonra dua
buyurdular ve bana: "Haydi filana ve onun arkadaşlarim çağır" dedi. Ben de onu ve arkadaşlarim çağırdım. Bunlar yiyip doyduktan sonra kalkıp gittiler.
Sonra bana: "Filanı ve onun arkadaşlarım çağır"
buyurdu, bunlar da gelip yediler, doyunca kalkıp gittiler. Bu şekilde
herkes ondan yiyip doydu. En sonunda da bir miktar hurma arttı... Peygamberimiz de bana: "Haydi şimdi
de sen otur ve ye!" buyurdu. Ben de oturdum ve yedim. Peygamberimiz de yedi. Yine
geride hurma artmıştı. Efendimiz bu artakalan hurmayı aldı ve bana
verirken: "Bunları al ve torbana koy, fakat bu torbadan hurma alacağın
zaman torbayı yere dökme
ve tersine çevirme... Elini içine atarak al ve ye!" buyurdu. Ben de öyle yaptım ve bu hurmalardan yıllarca çok miktarda
yedim ve Allah rızası için başkalarına yedirdim. En
sonunda Osman zamanında, asıldığı yerden düşüp hurmalar yere döküldü. Böylece
ondaki bereket ve fevkalâdelik de kayboldu."
Beyhekî ve Ebû Nuaym, Ebû Mansûr tarikiyle Ebû
Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet ederler: "Ben, İslâmla şereflendikten sonra yaşadığım devrede, üç büyük musibetle karşılaştım: Birincisi, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat edişi, ikincisi, Halîfe
Osman'ın şehîd
edilmesi, üçüncüsü de Resûlüllah Efendimiz'in duası ile bereketlenmiş olan
hurma torbamın, düşüp
bereketini kaybedişidir. Zira ben, Peygamber Efendimizle birlikte bir seferde iken, o
bana:'Yanında bir şey
var mı?" diye sormuştu. Ben de kendisine: "Torbada birkaç hurmam
var" demiştim. Sonra Peygamberimiz bu
hurmaları isteyip eline almış ve bereketlenmesi için duada bulunmuş, sonra bana:
"Haydi on kişi çağır" demişti. Ben de on kişi çağırmış, bu on kişi bu hurmadan yiyip karnim doyurmuş; Sonra
yine O'nun emriyle on kişi çağırmış, bu on kişi de bu hurmadan
doyurmuştu. Böylece devam edip onar kişi halinde bütün asker gelip bu hurmadan
doymuştu. Kalan hurmaları da Efendimiz bana
vermiş ve bu hususta:
"Bu hurmalardan birşey almak istediğin zaman, elini içine at, hurmayı al, fakat torbayı ters
çevirme" buyurmuştu.
Ben de bu şekilde hareket ederek Resûlüllah'ın
hayatında, Ebû Bekir, Ömer ve Osman'ın
hayâtında hep ondan yiyip istifâde ettim ve ettirdim. Osman öldürüldüğü zaman, evimde ne varsa yağmaladılar. Bu sırada bu
bereket de sona erdi."
Buhârî ve Müslim Âişe'nin şöyle dediğini naklederler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) âhirete irtihal buyurduktan sonra, bana âit odanın
duvarında bir raf vardı. Burada bir miktar arpa kalmıştı.
Ben bundan uzun müddet
yemeğe devam ettim. Bir gün, ne kadar olduğunu öğrenmek
için bu arpayı Ölçtüm.
Bu yüzden tükenip gitti."
Müslim, Beyhekî ve Bezzâr Câbir'den şöyle nakleder: Bir gün adamın biri, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek yiyecek istedi. Peygamberimiz de kendisine bir
miktar arpa verdi. Adam bu az miktardaki arpayı alıp gitti ve uzun müddet çoluk
çocuğu ve evlerine gelen
misafirleri ile yemeğe devam etti. Bir gün onun ne kadar olduğunu öğrenmek
merakı ile ölçmek istedi. O da
tükeniverdi. Tekrar Peygamberimiz'e gelip müracâtta bulundu. Peygamberimiz kendisine: "Eğer onu ölçmeye
kalkışmasa idin, daha uzun
müddet ondan yemeğe devam edecektiniz!" buyurdu.
Hakim ile Beyhekî'nin Nevfel bin ei-Hâris'ten çıkardıkları bir haber
de şöyledir: "Ben
evlenmek istediğim zaman, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gidip bana yardımda bulunmasını istedim. O da bana
otuz sâ' (90 kilo civarında) arpa gönderdi. Biz bu arpadan
altı ay kadar yemeğe
devam ettik. Sonra ben bunu ölçtüm, yine geldiği gibi otuz sâ' olduğunu gördüm. Fakat sonra kısa
zamanda tükeniverdi. Ben gidip bunu Hazret-i Peygamber'e haber verdim. O da bana dedi
ki: "Eğer onu ölçmeseydim, yaşadığın müddetçe ondan yemeğe devam edecektin..."
Hasan bin Süfyân,
Nesâl, Taberânî ve Beyhekî, Hâlid bin Abdü'l-Uzzâ bin Selâme'den şöyle rivayet ederler:
"Hâlid'in çoluk çocuğu çok kalabalık idi. Bir koyun kestikleri
zaman birer kemik bile düşmüyordu. Bunun için bir
defasında bir kaç koyun kesmeleri gerekiyordu. Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hâlid'in ihtiyacı için bir koyun kestirdi, sonra
kendisi bu koyundan bir miktar yedikten sonra, Hâlid'e bir kab getirmesini
istedi. Pişirilen et yemeğini bu kabimn içine döktü,
sonra da: "Allah'ım bu yemeği Hâlid ve onun ev halkı için bereketli eyle!" diyerek dua etti.
Hâlid bu yemeği evine götürüp sofraya döktü. Çoluk çocuğu ile sofranın başında
toplanıp yediler. Hepsi bundan karınlarim doyurdukları
halde, yemeği tüketemediler. Yemekten bir miktar da artmıştı."
Buhârî, el-Şâ'bî tarikiyle Câbir'den şöyle rivayet eder: Câbir'in babası Uhud Savaşında şehid düşmüş, geride altı kız evlat bırakmış, üstelik Ödenecek hayli borcu da varmış...
Hurmaların toplanma zamanı gelince, Câbir Hazret-i Peygamber'e gidip: "Ey Allah'ın Resulü, biliyorsunuz ki
babam Uhud'da şehit
olduğu zaman, pek çok borç bırakmıştı.
Ben a-lacaklıların sizi görmelerini arzu ediyorum" diyerek mürâacâtta
bulunmuştur. Peygamberimiz de kendisine:
"Haydi git, her hurmanın meyvesini, aynı ağacın altında topla, sonra gelip
bana haber ver!" buyurmuştur.
Câbir, hurmaları topladıktan sonra Hazret-i Peygamber'e haber vermiş, Peygamber Efendimiz de
hurma yığınlarım kontrol ederek en büyük yığimn başında oturmuş,
sonra Câbir'e: "Haydi alacaklıları çağır!"6buyur-muş. Câbir de gidip alacaklıları getirmiştir. Câbir bu olayla ilgili olarak bizzat kendisi der
ki: "Vallahi ben, toplanan hurmaların tamâmimn,
babamın bıraktığı borca yetmesine, kız kardeşlerime bir tek hurma gö-türmemeye razı idim. Peygamber Efendimiz ise,
bütün alacaklılara büyük yığından ölçüp alacağı kadar hurma veriyordu.
Nihayet son alacaklimn hakkı da kendisine verildikten sonra,
baktım ve hayretler i-çinde kaldım. Zira o büyük yığından, babamın bütün
borçları ödendiği halde, bir tek hurma eksilmemiş gibi duruyordu. Diğer ağaçlardan toplanan hurma yığınlarına ise, hiç dokunulmamış idi."
Buhârî ve Müslim Vehb bin Keysân tarikiyle
yine Câbir'den şöyle naklederler: Babam Uhud'da şehit olduğu zaman, pek çok borç bırakmıştı.
Bir yahûdî, babama da olan alacağim istediği zaman, kendisinden biraz
müsaade etmesini istedim, fakat yahûdî müsâade etmedi. Ben de derhal Hazret-i Peygamber'e giderek O'nun bu hususta yardımcı olmasını istedim. Peygamberimiz de yahûdî ile konuştuktan sonra Câbir'e hitaben: "Ey Câbir, haydi
hurma salkımlarim kes ve onun alacağım derhâl öde!" buyurdu ve hemen yerine döndü... Câbir hurmaları keserek yahûdîye olan otuz
vesak (Ölçek) hurma borcunu
ödedi. Geriye kendisi için de on yedi ölçek
hurma arttı... Câbir bu durumu Ömer'e anlattığı zaman Ömer: "Ben zâten Hazret-i Peygamber'in hurma bahçesine doğru bu maksatla yürüdüğünü gördüğüm zaman, Allah'ın ona bol bereketler vereceğine
inanmıştım!" dedi.
Beyhekî bu konuda der ki: Bu iki rivayet arasında bir
çelişki yoktur. Zira
birinci rivayet; diğer borçluların alacaklarimn bizzat Hazret-i Peygamber tarafından ödendiğini bildirmektedir, ikinci rivayette ise, bunlar ödendikten sonra alacaklı olan yahûdînin otuz Ölçek alacağimn, Câbir'in eliyle Ölçülüp ödendiğini bildirmektedir. Bu ikinci defasında Hazret-i Peygamber, Câbir'e hurma ağaçlarında kalanların toplanmasını emredip, yahûdîye olun
borcunu da bundan kendi eliyle ödemesini emretmiştir." [9] Hâkim, Nebîh el-Anezî tarikiyle yine
Câbir'den şöyle nakleder: Babam Uhud'da şehit olduğu zaman geride çok miktarda borç bırakmıştı.
Bir gün ben hanımıma dedim ki: "Bugün Resûlüllah Efendimiz öğle üzeri bizim eve gelecek."
ve O da, o vakitlerde geldi. Kendisi
için bir yaygı hazırlamıştık, onun üzerine yatıp
uyudu. O uyurken, ben de bir oğlak kesip hazırlattım. Uyandığı zaman yemeği O'nun önüne koydum. Bana buyurdu ki: "Haydi Ebû
Bekir'i çağır!" Sonra havarilerini (İslâmın yardımcılarim) da çağırmamı emretti. Ben de gidip çağırdım. Onlar da gelip
bu yemekten yediler. Hepsi doyduğu halde, geriye pek çok yemek arttı."
Taberânî, Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir Ebû Recâ'dan şöyle naklederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir gün evinden çıkıp ansârdan birinin bahçesine
gitti. Bahçenin sahibi bu sırada bahçesini sulamakta idi. Peygamberimiz ona: "Bahçeni
ben sulayıp iyice suya kandınrsam, bana vereceğin
nedir?" dedi. Bahçe sahibi: "Ben bunu suya doyurmak için bu kadar
çalışırım, yine de kandıramam" diye mukabele
etti. Peygamberimiz: "Ben burayı iyice
suya kandırırsam, bana yüz adet hurma verir misin?" dedi. O da:
"Evet" karşılığim verdi. Peygamberimiz, kuyunun başına
geçip kovayı eline aldı ve pek kısa zamanda hurma bahçesini sulayıp kandırdı.
Bahçe sahibi: "Bahçemi sel götürecek!" diye bağırıyordu.
Sulama bitmişti. Bahçe
sahibi Peygamberimiz'e yüz adet htuÇma ö-dedi. Peygamber Efendimiz de ashabim toplayarak hep beraber bu hurmadan yediler ve
karınlarim doyurdular.
Sonra Peygamberimiz, gidip hurma sahibine
hiç eksiksiz olarak yüz hurmayı iade etti."
Beyhekî Ebû Hüreyre'nin şöyle dediğini nakleder: Devs kabilesine mensup Ümmü Şerik adında bir kadın vardı. Kendi kabilesinde iken
müslümanlığı kabul
edip Hazret-i Peygamber'e gitmek istedi ve bir yol arkadaşı aradı. Bir yahûdiye rastladığı zaman, onun kendisine yolda
arkadaşlık edeceği teklifini aldı ve onunla
birlikte yola çıkmaya karar verdi. Yahudi hemen yola çıkmak üzere idi. Ümmü Şerik de: "Hemen kabıma su doldurup geleyim"
dedi. Yahûdî de ona: "Senin su almana lüzum yok, zira ben fazlasıyla su
almış bulunuyorum"
dedi. Böylece hemen yola çıktılar. Akşamleyin
bir yerde konakladılar. Yahudi
yemeğini hazırlayıp Ümmü Şerîk'i akşam yemeğine çağırdı. Ümmü Şerik dedi ki: "Önce bana bir miktar su ver, çünkü ben çok fazla susamışım, su içmedikçe bir lokma
yiyemiyeceğim!" dedi. Yahudi kendisine: "Sen, yahûdi
dinine geçmedikçe sana bir yudum su vermem!" dedi. Ümmü Şerîk'in ise
kendisine verdiği cevap çok kesin oldu: "Ben
ebediyyen yahûdîlik dinîne geçmem!" Bu cevabı verdikten sonra, devesinin
yanına gidip onu güzelce bağladı ve başim devenin dizleri üzerine koyarak istirahata
çekildi. Geceleyin uyurken başimn
az yukarısında bir su kovasının bulunması ve bunun alnına dokunmasıyla uyandı.
Bizzat kendisi der ki: "Uyandığımda baktım, gerçekten bana yukarıdan bir
kova su sarkıtılmış, sütten beyaz ve baldan tatlı bir su idi bu...
Kanıncaya kadar bu sudan içtim. Sonra bu su kovasından elime dökerek,
yanımda getirdiğim ve kurumuş bir haldeki su kabımı' ıslattım, sonra da ağzına
kadar doldurdum. Sonra kova yukarıya çekilmeye başladı
başladı ve gözümden kayboldu. Sabah
olunca yanımdaki yahûdî yanıma geldi ve: "Ey Ümmü Şerik" diyerek seslendi.
Ben de kendisine, gel dedim ve yaklaşınca,
olanları anlattım. O bana: "O su kovası, yukarıdan mı indi?" diye
sordu. Ben de: "Evet" dedim ve sonunda da semâya çekildiğini gözlerimle gördüğümü anlattım. Sonra yola devam edip Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huzuruna geldim. Resûlüllah
da beni Zeyd bin Harise ile evlendirdi ve bana otuz ölçek hurma verilmesini emretti. Bu hurmalar hakkında
da: "Ondan yiyiniz ve fakat onu ölçmeyiniz!" buyurdular.
Ümmü Şerîk, yanında bir yağ tulumu getirmişti, bu yağ tulumunu Hazret-i Peygamber'e hediye etti. Ümmü Şerik'in
cariyesi bunu Resûlüllah'a getirip teslim etti. Resûlüllah bu yağ tulumunu boşalttıktan
sonra teslim ederken bu cariyeye dedi ki: "Bunu alıp götür, aynen eski yerine as, ağzim bağlama!" tembihinde bulundu. O
câriye de aynen öyle yaptı. Ümmü Şerîk, bu yağ tulumunun aynen eskisi gibi dolu bir vaziyette ve
eski yerinde asılı durmakta olduğunu görünce, cariyesine çıkıştı
ve: "Ben sana bunu Resûlüllah Efendimiz'e hediye ettiğimi ve götürüp kendisine vermeni sana emretmedim
mi?" dedi. Câriye de: "Efendim, ben senin bana olan emrini aynen
yerine getirdim, fakat Resûlüllah Efendimiz boşunu bana teslim ederken, ağzını bağlamaksızm
aynen eski yerine asmamı söyledi, ben de öyle
yaptım, durum bundan ibarettir" cevabim verdi.
Bundan uzun müddet yediler. Bir zaman sonra, evlerindeki arpayı ölçtüler onun da aynen ilk
gündeki gibi otuz ölçek olarak kaldığim, hiç eksilmemiş olduğunu müşâhade ettiler."[10]
Yine Bazı Yiyecek Maddelerinin Bereketlenmesi ile
İlgili Mucizeler
Müslim Câbir'den şu haberi
nakleder: Ümmü Mâlik, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) tulumdaki yağdan hediye gönderir, oğulları
da gelip Ümmü Mâlik'e katık isterler, o da başka
bir katıkları olmadığından
çaresiz evdeki yağ tulumuna yönelir, onda ihtiyâç duyduğu katığı bulup çocuklarına yedirirdi. Bu böyle uzun müddet devam etmiştir. Bir gün yine çocukları katık istemiş, o da yağ tulumuna yönelmiş,
onu alıp bir güzel sıkmış... O da eski bereketini kaybetmiştir. Derhal Hazret-i Peygamber'e gitmiş, Peygamberimiz de kendisine:
"Yoksa onu sıktın mı?" diye sormuştur. O da: "Evet"
demiş. Bunun üzerine Peygamberimiz: "Eğer
onu kendi haline bırakıp sıkmasaydın, daha uzun müddet ondan yağ alacaktın"
buyurmuştur.
İbn-i Ebî Şeybe, Taberânî ve Ebû Nuaym, Yahya bin Ca'de'den, o da
kendisine anlatan bir adamdan, o da Ansâr'dan olan Ümmü Mâlik'ten şu haberi naklederler: "Bir defasında ben, yağ tulumumu alarak bunu
hediye etmek üzere Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gittim. Hazret-i Peygamber BilâTe, alıp yağim sıkması
için emrettiler. O da öyle yaptı ve boşalan tulumu getirip bana verdi.
Ben bunu alarak eve döndüm, yerine astım. Bir de ne göreyim tulum yağla dolu. Gidip durumu Hazret-i Peygamber'e haber verdim, o da bana:
"Bu ilâhî bir berekettir, Allah bununla, vereceği sevabı sana acele olarak vermiştir" buyurdu.
Taberânî ve Beyhekî Ümmü Evs el-Bezhiye'den
şöyle rivayet ederler: Ben, bir miktar yağ
yaptıktan sonra bunu tuluma koyarak Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) hediye olarak gönderdim. O da
benim hediyemi kabul buyurdu, fakat az bir miktarim bana iade etti. Bu sırada, tulumun dibinde
kalan bu az miktar yağın
bereketlenmesi için de dua buyurdular. Ben tulumumu alarak eve döndüm ve onu yerine astım. Bir de baktım ki o yağla dopdolu. Peygamberimiz herhalde benim hediyemden
hiç kabul etmemiş zanniyle geri döndüm
ve: "Ey Allah'ın Resulü, ben o yağı sizin için yapmış ve size hediye olarak
getirmiştim, niçin ondan hiç kabul etmediniz?" diye konuştum. Peygamberimiz'den bana gelen cevap ise:
"Biz senin hediyeni kabul ettik, az miktarim sana iade ederken bereketlenmesi
için duada bulunduk. Sen dahî onun bereketlenmesi için dua et ve ondan afîyetle
ye!" şeklinde oldu.
İşte ben, bu yağdan Peygamberimiz'in hayatı müddetince yemeğe devam ettim. Sonra Ebû
Bekir, Ömer ve Osman zamanlarında da yemeğe devam ettim. O
bir türlü tükenmiyordu. Fakat ne var ki Ali ile Muâviye arasında olanlar oldu,
ondaki bereket de kayıplara karıştı."[11]
Ebû Ya'lâ, Taberânî, Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir Enes'ten şöyle rivayet ederler: Anam Üm'ınü Selim, sağmakta olduğu koyunumuzun yağim biriktirip Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) hediye etti. Peygamberimiz de bunu kabul ederek boşalttıktan sonra iade etti. Ben de bunu getirip direkteki
yerine astım. Anam Ümmü Selîm, bu yağ tulumunu dolu ve
kendisinden yağ damlamakta olduğunu görünce Hazret-i Peygamber'e gidip durumu haber
verdi. Hazret-i Peygamber de: "Sen böyle bir şey
gördüğünden dolayı hayret mi ediyorsun? Sen
nasıl Allah Resulüne
ikramda bulundun ise, Allah da sana ikramda bulunmuştur. Ondan hem kendin ye,
hem de başkalarına yedir!" buyurdu. Ümmü
Selim der ki: Ben Resülüllah'ın yanından döndükten sonra, ondaki yağdan bir kab içine döktüm, arta kalan yağ ile de birkaç ay evimizin katık ihtiyacim giderdim."
Taberânî, Ebû Nuaym ve Beyhekî Kesîr bin Yezîd [12] tarikiyle, Muhammed bin
Amr'den, o da babası vâsıtasiyle dedesinden şöyle naklederler:
"Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yiyeceği, ashab arasında nöbetleşe yapılırdı. Bir gün sıra bende idi. Ben de
Resûlüllah Efendimizin akşam yemeğini
hazırlayıp takdim etmek üzere idim. Bu sırada yağ tulumu devrilip içindeki döküldü. Ben de hayli üzülüp kendi kendime: "Sıra
bende iken Resûlüllah'ın yemeği dökülüyor, ne aksilik?" dedim. Peygamberimiz bana hitaben: "Yemeği getir!" dedi. Ben de o şekilde (yağsız olarak) getiremiyeceğimi söyledim ve tulumun yanına döndüğümde, onun "lık lık" diyerek ağzından ses
çıkardığım duydum ve içinde
kalan da dökülüyor zanniyle tutup kaldırdım. Fakat gördüm ki, yarıdan biraz fazla dolu bulunmaktadır. Ağzını sıkıca bağladım ve Hazret-i Peygamber'e gidip- durumu haber verdim. O
da bana buyurdu ki: "Eğer onu kendi hâline
bıraksaydım, tam ağzına kadar dolardı."
İbn-i Sa'd, Sâid bin Süleyman'dan [13] o da
Halid bin Abdullah'dan, o da Husayn'dan, o dahi Salim bin Ebû'l-Ca'd'dan şöyle
rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), iki kişiyi bir defasında sefere göndermek
istedi. Bunlar dediler ki: "Ey Allah'ın resulü, hiç bir azığımız
yoktur." Peygamberimiz bunun üzerine bir su tulumu getirilmesini istedi
ve getirdiler. Bunu alıp o iki kişiye verdi ve doldurup kendisine vermelerini emretti.
Onlar da öyle yaptılar. Peygamberimiz onun ağzını kendi eliyle bağladı
ve onlara teslim etti. Ayrıca buyurdu ki: "Siz bunu alıp hemen yola
çıkınız, filan yere vardığimz zaman, orada yemek
molanızı veriniz ve biliniz ki Allah sizi orada rızıklandıracaktır!" Onlar
da bunu alarak yola çıktılar ve Hazret-i Peygamberin dediği yere geldiklerinde tulumlarim açtılar. Bir de ne görsünler, tulumları süt ve koyun kaymağı ile doludur.
Aiıyetle yiyip içtiler ve iyice karınlarım doyurdular."
Beyhekî, Sâid bin Sâid tarikiyle [14]Ebû
Hüreyre'den şöyle nakleder: Ansardan adamın biri, bir
gün ihtiyaç sahibi olması dolayısıyla evden ayrılmış.
Evindekilerin yanında hiçbir şey yokmuş. O
evden çıktıktan sonra hanımı kendi kendine demiş ki:
"Kalkıp şu fınnı ateşlesem, arkasından da değirmeni döndürmeye başlasam da,
komşular dumanı görüp, el değirmeninin de sesini işitip
bizını aç kaldığımızı bilmeseler" demiş ve
kalkıp öyle yapmıştır. El değirmeninin başında onu döndürmekle meşgul
iken, az sonra kocası gelmiş, ona ne yaptığim sormuş. O da ne maksatla öyle
hareket ettiğini kocasına anlatmış.
Kocası değirmene bakmış,
ondan un dökülmekte olduğunu görmüş ve derhal evdeki kablarim unla doldurmuşlar. Fırına baktıklarında, onun da ekmekle dolu olduğunu görmüşler. Adam derhal
Resülüllah'a (sallallahü
aleyhi ve sellem) giderek durumu
haber vermiş. Peygamberimiz de kendisine: "Peki değirmeni ne yaptın?"
diye sormuş. O da: "Kaldırıp yerine koydum yâ
Resülallah" demiş.
Bunun üzerine Peygamber
Efendimiz: "Eğer onu kendi haline bı-raksaydımz, yaşadığimz müddetçe ondan istifade
ederdiniz!" buyurmuştur.
(Bu rivayetin senedi
sahihtir.) [15]
Ahmed, İbn-i Sa'd, Ebû Ya'lâ, Taberânî, Ebü Nuaym ve İbn-iAsa-kir, çeşitli dört tarikten
Ebû Rafi'nin şöyle dediğini rivayet ederler: Bir gün ben, Resülüllah Efendimiz
için bir koyun kesmiştim. Hazırlayıp huzuruna getirdim. O
bana: "Ön kolunu ver!"
buyurdu. Ben de verdim. Bana tekrar: "Ön kolunu bana ver!" buyurdu,
beT de verdim. Sonra yine: "Bana Ön
kolunu ver!" buyurdu. Ben de dedim ki: Ey Allah'ın Resulü, bir koyunun kaç
tane ön kolu var ki?"
O da buyurdu ki: "Ey Ebû Râfî, eğer sukut etseydin, ben istedikçe
bana ön kol vermeğe devam edecektin!"
(Ayrıca Ebû Nuaym'in
bu mealde bir rivayeti daha bulunmaktadır ki, o bunu Ebû Hüreyre'den
nakletmektedir. Keza diğerlerinin de bu hususta Şehr bin Havşeb'den bir rivayetleri bulunmakta olup, yine aynı
mealdedir. Yine Ebû Hüreyre'den, iki tarikten daha bu mealde rivayetler
bulunmaktadır[16]
Peygamberimize Semadan ve Cennetten İnen Yiyecek Hakkındadır.
Ahmed, Dârimî, Nesâî, Hâkim, Bezzar, Ebû Ya'lâ ve Taberânî Seleme bin Nüfeyl el-Sekvenı'nin şöyle dediğini naklederler: "Bir gün bizler,
Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) yanında oturuyorduk. Derken adamın biri:
"Ey Allah'ın Resulü, sana semâdan bir yiyecek geldi mi?" diye sordu.
Pey-gamberimez de: "Evet" diye cevap verdi. Adam: "O yiyecek ne
içinde geldi?" diye sordu. Peygamberimiz de: "Bir tencere içinde geldi"
buyurdu. Adam sormaya devamla: "Yemeğin
sana yetecekten fazlası var mıydı?" dedi. Peygamberimiz de:
"Evet" buyurdu. Adam: "Fazlası ne oldu?" dedi. Efendimiz
de: "Semâya çıkarıldı. Ayrıca bu sırada bana, fazla bir ömrüm
kalmadığı, benden sonra
sizlerin de fazla yaşamayacağimz vahiy edildiği gibi; kıyamet kopmazdan önce de büyük ölümler ve şiddetli
depremler olacağı da vahyedildi" diyerek mukabelede
bulundu."
Hafız Zehebî, Muhtasaru'l-Müstedrek'te der
ki: "Bu rivayet, sahih bir şekilde rivayet edilen
haberlerin.-garibolanlarındandır." (Suyûtî)
Ibn Asâkir, Hafs
bin Ömer el-Dımeşkî tarikiyle [17] Akıl
bin Hâlid'den, o da İbn-i Şihâb'tan, o da Abdullah bin Utbe'nin oğlu Ubey-dullah tarikiyle İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O demiştir ki: Cebrâîl (aleyhisselâm) Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip, cennet bahçesinden koparılmış bir
salkım getirdi ve: "Ey Allah'ın Resulü, Allah'ın sana selâmı var, bu
salkımı yemen için sana gönderdi" diyerek
salkımı teslim etti. Peygamberimiz de bunu
aldı."
(Bunu rivayet edenler arasında Hafs
bin Ömer el-Dımeşkî vardır ve
İmâm-ı Buhârîbu râvî hakkında: "O, mütâbeu'n aleyh değildir, ona tâbi olunmaz!"
demiştir. Bu râvî, hicretin yüz yetmişinci
yılında vefat etmiştir.)
[18]
------------------------
17
PEYGAMBERİMİZİN ÇEŞİTLİ HAYVANLARLA İLGİLİ MUCİZELERİ
Cemel ve Naka (Erkek ve Dişi Deve) ile İlgili Mucizeler
Beyhekî Cabır bin Abdullah'tan şöyle rivayet eder: Seleme Oğullarından birine âit bir erkek deve, heyecanlanıp köpünneğe başladı ve sahiplerine
saldırdı. Deveyi tutup yakalayamıyorlardı. Hurma bahçeleri de susuzluktan
kurumaya yüz tuttu. Halbuki bahçeyi bu deve ile sulu-yorlardı. Resûlüllah'a gelip
durumu arz ettiler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de derhal kalkıp onların bahçesine gitti ve kapıya yaklaştığı zaman, bahçe sahipleri:
"Yâ Resûlallah, onun sana bir şey
yapmasından korkarız!" dediler. Peygamberimiz de yanındakilere:
"Hiç korkmayimz, onun size bir zararı dokunmaz, haydi benimle
beraber sizde giriniz!" diyerek bahçeye girdi. Deve Peygamberimiz'i görünce başim yere eğerek yürüyüp gelmeye başladı
ve O'nun önüne kadar gelip
başim yere koyarak secde etti. Peygamber Efendimiz de devenin sahiplerine: "Haydi devenizi alınız
ve yularim takınız!"
buyurarak onlara teslim eyledi. [1]
Beyhekî ve Ebû Nuaym, Abdullah bin Ebû
Evfâ'dan naklederler: Bir gün bizler, Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) Efendimiz'in yanında oturuyorduk. Birisi
gelip: "Ey Allah'ın Resulü, filanların devesi kaçtı, onu bir türlü
yakalayamıyorlar!" dedi. Peygamberimiz de derhal yerinden kalktı. O'nunla birlikte biz
de kalktık... Kendisine dedik ki: "Yâ Resûlallah, ona yaklaşmanız, size zarar verebilir." Peygamberimiz ise
doğruca devenin yanına gitti ve ona yaklaştı. Deve O'nu görünce boynunu eğip
secde etti. Peygamberimiz de elini onun başına koydu ve
sahiplerine hitaben: "Haydi başlığim getiriniz"
diye emretti. Başlığim getirdiklerinde, yine kendi
eliyle onun başına geçirdi ve devenin sahibine hitaben: "Bunu güzel
yemle, gücünden fazla da çalıştırma!" diye emretti.
Beyhekî, Taberânî ve Ebû Nuaym, İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet e-derler: Bir topluluk
Peygamber'e (sallallahü
aleyhi ve sellem) gelip: "Ey Allah'ın elçisi, bahçemizdeki
deve hırçmlaşıp ele geçmez oldu!" dediler. Peygamberimiz de derhal onların bahçesine gidip deveye yaklaştı ve: "Haydi gel!" diye emretti. Deve de başim eğerek geldi. Peygamberimiz devenin
yularim geçirip sahibine teslim etti. Bu
sırada Ebû Bekir: "Ey Allah'ın elçisi, sanki o sizin bir Peygamber olduğunuzu biliyor" dedi. Peygamberimiz de buyurdular ki:
"Cinlerin ve insanların kâfir olanları müstesna, benim bir Peygamber olduğumu bilmeyen bir kimse yoktur!" Beyhekî, Hammâd bin
Seleme'den de şöyle bir haber nakleder: O demiştir ki: "Kays kabilesinden
bir yaşlı zat bana, babasından naklen şöyle
demişti: Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem), bize geldiği zaman bizim develerden biri köpürüp ele-avuca sığmıyordu. Peygamberimiz ise,
o deveye yaklaştı ve onu tutup okşadı. Sonra memesini mesnetti ve bir miktar
ondan süt sağıp içti. Deve de kendisine son derece uysal ve itaatli
davrandı."
İbn-i Ebî Şeybe, Beyhekî ve Ebû
Nuaym Abdullah bin Cafer'den şöyle rivayet
ederler: Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem), Ansârdan birinin bahçesine girmişti.
Orada bir deve ile karşılaştı. Deve Peygamberimiz'i görünce O'na sokuldu ve gözlerinden yaşlar dökerek
ağlamaya başladı. Peygamberimiz: "Bu devenin sahibi kimdir?" diye sordu.
Ansârdan bir delikanlı yaklaşarak: "Benim, ey Allah'ın Resulü" dedi.
Peygamber E-fendimiz de buyurdu ki: "Allah'ın sana bir mülk olarak verdiği
bu dili söylemez hayvana, haksızlık etmekten hiç korkmaz mısın? Ona çok iyi
bak! Onun canim acıtıyor ve çok çalıştırıyörmüşsün! Onun senden bu hususta bana
şikâyeti var!"
Ahmed, İbn-i Ebî Şeybe,
Dârimî ve Ebû Nuaym,
Câbir bin Abdullah'tan naklederler, O demiştir ki: "Bir gün biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Neccâr
Oğullarından birinin bahçesine gitmiştik... Bir de ne görelim, oradaki bir deve
şiddetlenip köpürüyor, kimse yanına yaklaşa-mıyordu, derhal bu deveye yaklaştı
ve onu "gel" diye çağırdı. O da derhal geldi ve O'nun önünde
çöktü. Peygamberimiz: "Başlığım getiriniz!" buyurdu. Getirildiği zaman başlığim geçirdi ve
sahibine teslim etti. Bu vesile ile orada buyurdu ki:
"Cinlerin ve
insanların âsîleri müstesna, yerde ve gökte hiçbir varlık yoktur ki, benim Allah'ın Resulü
olduğumu bilmemiş
olsun!"
İbn-i Sa'd, Hasan'dan şöyle
nakleder: "Bir gün biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte
Mescid'de bulunuyorduk. Yerinden ve sahibinden
kaçmış bir deve geldi
ve Peygamberimiz'in kucağına başim uzatıp
durdu. Peyamberimiz de buyurdu ki: "Bu deve, sahibinin kendisini keseceğini
hissedip kaçmış, kestirilmemesi için buraya sığınmış." Az sonra da sahibi
geldi, Peygamberimiz durumu sorduğunda, az önce kendilerinin haber
verdiği gibi olduğunu söyledi. Peygamberimiz de kendisine, bu deveyi kesmemesi hakkında
talepde bulundu. Devenin sahibi, Efendi-miz'in bu talebini kabul etti ve
devesini kesmekten vazgeçti."
Ebû Nuaym,
Sa'lebe bin Ebû Mâlik'ten şöyle rivayet eder: Seleme oğullarından adamın biri,
üzerinde yük taşımak için bir deve satın aldı. Götürüp onu ağıla bıraktı. Sonra
yük sarmak için onun yanına gittiğinde, kendisine yaklaşamadı. Bu deve, yanına
her yaklaşana saldırıyordu. Adamcağız Hazret-i
Peygamber'e giderek durumu arz etti. Peygamberimiz de
derhal oraya giderek: "Ağılın kapısını açimz!" buyurdu. Onlar
kendisine: "Ey Allah'ın Resulü, onun sana bir zarar vermesinden
korkarız" dediler. Peygamberimiz: "Kapıyı açimz" buyurdu. Onlar da
açtılar. Peygamberimiz'in içeri girdiğini gören deve, boynunu eğerek geldi
ve O'nun Önünde durup yere kapandı, başim yere koyup secde etti. Oradakiler de
bunu hayretle görüp tekbîr getirdiler ve: "Ey Allah'ın Resulü, bizler sana
secde etmeğe, şu dili söylemez hayvancıktan daha lâyık değil miyiz?"
dediler. Peygamber Efendimiz de onlara cevaben buyurdular ki:
"Eğer herhangi bir kimsenin Allah'tan
başka herhangi bir varlığa secde etmesi lâyık olsaydı, kadımın kocasına secde
etmesi lâyık olurdu! Fakat Allah'tan başkasına secde etmek yoktur!"
Taberânî ve Ebû Nuaym'ın
Ya'lâ bin Mürre'den sevkettikteri bir rivayette bu merkezdedir, ancak bu
rivayetteki hadîs-i şerif şu mealdedir: "Eğer ben, herhangi bir kimseye
Allah'tan başkasına secde etmesini emretse idim, kadımın kocasına secde
etmesini emrederdim!"[2]
Keçi ve Koyunla İlgili Kıssalar
İbn-i Sa'd, Beyhekî, Ebû Nuaym ve
İbn-i Seken el-Hâris İbn-i Ke-lede'nin oğlu Nâfi'den şöyle rivayet ederler: Biz
dört yüz kişi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) ile birlikte sefere çıkmıştık, bir yere
inip konakladık. Orada hiç su yoktu. Şiddetli bir şekilde susuzluk çektik.
Derken bir keçi yürüyerek bize doğru geldi. Boynuzları bıçak gibi keskindi.
Resûlüllah'ın önünde durdu, O da onu sağarak bütün askerlere süt içirip
kandırdı, kendisi de içip kandı. Sonra bana dedi ki: "Ey Nâfi', bu senin
mülkün olsun mu? Fakat ben senin ona mâlik olabileceğim de zannetmiyorum." Ben, o keçiyi Hazret-i Peygamberin elinden teslim alıp, yere bir kazık çakarak ona
bağladım. Ben de çok iyi ve sağlam bağladım. Derken Resûlüllah istirahata çekilip uyudu.
Ben ve herkes uyuduk... Uyandığımız zaman baktım, ip çözülmüş, keçi de
kayıplara karışmış. Durumu Hazret-i Peygam-ber'e duyurdum. O da bana dedi ki:
"Ben sana, ona mâlik olamayacağım söylemiştim. Onu buraya gönderen
götürmüştür!"
İbn-i Adiyy, Beyhekî, Taberânî ve Ebû Nuaym,
Hasan tarikiyle Ebû Bekir'in azadlısı Sa'd'dan şöyle naklediyorlar: Bir seferde
biz, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte idik. Bir yere indiğimiz de bana hitaben: "Ey Sa'd, şu keçiyi sağ ve süt ikram et!" buyurdular. Halbuki orada bir
keçi yoktu. Baktım hakikaten memesi sütle dolu bir keçi durmaktadır. Sütü sağıp
içirdim ve kaç defa sağdığımı da bilmiyorum. Sonra o keçinin korunmasını
istedim. Mola verdiğimiz yerden göç hazırlığı yaparken, keçi kaybolmuş...
Durumu Hazret-i Peygamber'e haber verdim, O da buyurdu ki: "Onu sahibi
götürmüştür."
Tayâlisî, İbn-i Sa'd ve Beyhekî,
Habbâb bin Eret'in kızından naklederler: O demiştir ki: "Babam Habbâb [3]
Resûlüllah'ın emriyle sefere çıkınca, ben evdeki keçiyi alarak Resûlüllah'a
götürdüm, O da onu bağlayıp bir güzelce bizını için sağıverdi. Bana:
"Evinizdeki en büyük kabı getir!" diye emretti. Ben de içinde hamur
yoğrulan leğeni götürdüm. O da sütü bunun içine sağıp leğeni doldurdu. Sonra
bana: "Haydi bu sütü hem kendiniz içiniz hem de komşularimza
içiliniz!" buyurdu. Biz bu keçiyi sağılacağı zaman, Hazret-i Peygambere
götürür, o da bizim için sağı-verirdi. Biz de kendimiz içer, komşularımıza da
içirirdik. Babam seferden gelince, keçiyi bağlayıp sağdı, o da eskisi kadar
süt verdi. Anam kendisine: "Keçinin bereketini giderdin" dedi. Babam:
"Bu ne demek o-luyor?" diye sordu. Anam da durumu kendisine anlattı.
Babam: "Peki keçiyi kim sağıyordu?" dedi. Ona: "Resülüllah sağıyordu" cevabim verdik.
O da dedi ki: "Elbette Allah'ın Resulü sağdığı zaman, dediğiniz kadar bereketli olmuştur! Zira O'nun bereketi
çok büyüktür!"
Ebû Nuaym, Ebû Karsafe'den
şu haberi nakleder: "Ben müslüman olduğum
günlerde anamla teyzemin arasında kalmış bir yetim idim. Ben koyun ve kuzuları otlatmaya
çıkarken teyzem bana: "Sakın, şu adamla karşılaşma!" diyerek Peygamberimiz'i
görmememi tembihler, benim müslüman olmamdan korkardı. Ben de koyunları mer'aya
çıkardıktan sonra orada bırakıp Hazret-i Peygamber'in
meclisine gider, onun derslerini dinlerdim. Sonra koyunların yanına gider,
onları karınlan aç, memeleri kupkuru bir vaziyette eve getirirdim. Teyzem de
bana: "Neden koyunların memeleri kupkuru?" diye sorar, ben de:
"Bilmem" diyerek cevab verirdim. Nihayet bir iki gün daha Hazret-i
Peygamber'in meclisine gittikten sonra, kesin
kararımı verdim ve müslüman oldum. Peygamber
Efendimiz'e, koyunlarımızın ve teyzemin halini arz
ettim. O da bana: "Koyunlarimzı buraya getir!" buyurdu. Getirdiğim
zaman, onların mamelerini ve arkalarım mübarek eliyle mesh etti ve sütlerinin
bereketlenmesi için dua buyurdular. Koyunlarımız da hem etleri, hem de sütleri
bakımından çok bereketlendi. Bu şekilde teyzemin yanına döndüğüm zaman, teyzem
hayretler içinde kaldı ve sebebini yine bana sordu. Ben de kendisine
durumu haber verdim. Bunun üzerine teyzem ve annem, derhal müslüman oldular.
Müslim, Mikdâd bin
el-Esved'in şöyle dediğini rivayet eder: "Ben ve iki arkadaşım, bazen o kadar aç kalırdık ki, açlığın tesiriyle
kulaklarımız duymaz,
gözlerimiz görmez olurdu. Gidip Resülüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) sığimrdık, o da bizi kabul
eder barındırırdı. Resülüllah Efendimiz'in ev halkına ait üç keçi vardı,
bunları sağıp sütünü içerlerdi. Peygamberimiz, bu sütten bizını hisselerimizi ayırıp bize verirdi.
Kendisinin hissesi de ayrılır ve biz bunu Ona verirdik. O da alıp içerdi.
Geldiği zaman, bize selâm verirdi; öyle bir sesle selâm verirdi ki, uyuyanı
uyandırmaz, uyanık olana da işittirirdi. Biz de kendisine ait olan
sütü, O'na takdim e-derdik. Birgün, şeytan
bana vesvese verip: "O'nun sütünü de iç! O nasıl olsa, içecek sütü bulur!
Ansâr'dan herhangi birinin yanına gider, onlar da kendisine ikramda
bulunur" dedi. Şeytan durmadan bana böyle vesvese veriyordu. Nihayet ben
de dayanamayıp, Peygamberimizin sütünü de içtim, içtikten sonra da şeytan bana:
"Böyle yapmamalıydın, sen bunu nasıl oldu da yaptın? Az sonra Peygamber
gelir, sütünü içtiğini anlayınca sana beddua eder, sen de onun bedduası
sebebiyle ebediyen helak olursun" diye vesvese veriyordu. Neredeyse
nedamet ve kahrımdan çatlayacak hale geldim. Derken Peygamber Efendimiz de
geldi. Sütünün yerinde olup olmadığına baktı, sütün olmadığim görünce, dua
için ellerini kaldırdı. Ben bu sırada: "Eyvah, dua için ellerini kaldırdı,
senin aleyhine dua edecek, sen de helak olacaksın!" diye müthiş bir
korkuya kapıldım. Fakat dua için ellerini kaldırmış bulunan sevgili ve
büyük Peygamberimiz, bu duasında aynen şöyle buyurdular:
"Allah'ım, bana ifâm eden kuluna Sen
de ifâm eyle! Bana süt içiren kuluna, Sen de içir, kendisini kandır!"
Bunun üzerine ben, bıçağı alarak
keçiyi kesmek için koştum. Hangisinin eti daha semiz ise, derhal
onu kesip, yemek yapmayı ve Re-sülüllah Efendimiz'e yedirmeyi düşündüm. Bir de ne göreyim,
hepsinin memeleri sütle tıklım tıklım dolu! Hayret ettim ve
hangisini keseceğime karar veremedim. Bıçağı bıraktım ve en büyük yemek kabim
getirip bunları sağmaya başladım. O kadar süt sağdım ki, üstünden kaymağı
taşıyordu." [4]
Beyhekî Ebû'l-Aliye'den
şöyle nakleder: Bir gün Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) yanında ashabdan bazıları oturuyordu. O,
evlerinden herbirine haber göndererek yiyecek bir şeyin
olup olmadığim sordurdu. Yiyecek
bir şey olmadığı haberi geldi. Evin
avlusunda henüz yaşim doldurmamış bir keçi yavrusu vardı, onun yanına gidip memesini meshetti. Derhal
onun memesi kabarıp sarktı. Bunun üzerine Efendimiz bir süt kabı istedi, kab
getirildiğinde kendi eliyle o yavrudan süt sağmaya başladı. Dokuz odanın her
birine süt gönderdi. En sonunda kendi eliyle sağdığı bu sütten, yanındaki
ashabına ikramda bulundu."
Abdurrazzâk Mûsannaf adlı eserinde
Muhammed bin Râşid'den, o da Vadîn binAtâ'dan [5] şöyle nakleder: "Kasabın
biri, bir gün koyununu kesmek üzere ağılın kapısını açmış, koyun da kaçarak
Hazret-i Pey-gamber'in yanına gitmiş. Adam koşarak arkasından gelip koyunu yakalamış
ye onu sürüyerek götürmeye başlamış. Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem), koyuna hitaben: "Allah'ın emrini
sabırla karşıla!" demiş, kababa hitaben de: "Sen de bu hayvancağıza
iyi muamele et ve onu kesmeye götürürken güzel davran!" buyurmuştur.
Ebû Nuaymda
Enes'ten şöyle nakleder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem), yanında Ebû Bekir ve Ömer olduğu halde,
Ansardan birinin bahçesine gitti. Bahçede koyunlar vardı. Onlar Hazret-i Peygamberi
görünce, O'nun Önüne gelip secde ettiler. Ebû Bekir de dedi ki: "Ey
Allah'ın Resulü, biz sana secde etmeye şu zavallı koyunlardan daha layık değil
miyiz?" Bunun ü-zerine Peygamberimiz şöyle buyurdular:
"Benim ümmetimde (İslâm hidayeti
kemâle erdikten sonra) artık, herhangi bir kimsenin herhangi bir kimseye secde
etmesi asla layık değildir! Eğer herhangi bir kimsenin, herhangi bir kimseye
secde etmesi lâyık olsaydı, kadımın kocasına secde etmesini
emrederdim!"[6]
Dişi Geyiğin Kıssası
Beyhekî Ebû
Said el-Hudri'den şöyle nakleder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem), yakaladıkları bir geyiği, çadırlarimn
direğine bağlamış bulunan bâzı kimselere uğradığı zaman, buradaki geyik
kendisine: "Ey Allah'ın Resulü, beni salıver de gidip yavrularımı
emzireyim ve geri geleyim!" diye yalvardı. Peygamberimiz:
"Bâzı kimselerin yakalayıp bağladıkları zavallı bir geyik!" buyurdu
ve ondan, kesin döneceğine dâir yeminli söz aldıktan sonra onu serbest bıraktı.
Geyik koşarak gidip
yavrularim em-zirdi ve derhal geri döndü. Resülüllah da onu tekrar eski yerine
bağladı. Bu sırada oraya gelen sahihlerine
de, onu serbest bırakmalarim istedi. Onlar, o geyiği Hazret-i
Peygamber'e hibe ettiler. Peygamberimiz de bunun
üzerine bağim çözüp o geyiği
serbest bıraktı."
Beyhekî ve Ebû Nuaym Zeyd bin
Erkam'dan şöyle rivayet ederler: Bir gün ben, Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) ile birlikte Medine sokaklarından birinde
yürürken, bir ârâbiye ait çadıra rasladık. Çadırın direğinde bir geyik bağlı
idi. Geyik Hazret-i Peygamber'i görünce: "Ey Allah'ın Resulü, ârâbi beni
yakalayarak buraya hapsetti, halbuki benim çölde iki adet yavrum var. Göğüslerim de sütle dolup şişti. Arabi beni, ne bırakıyor, ne de kesip a-cılarıma
son veriyor" diye istirhamda bulundu. Peygamberimiz de bu geyiğe: "Ben
seni serbest bırakırsam, geri gelir misin?" buyurdu. Geyik: "Evet
geri gelirim, eğer gelmezsem, Allah bana vergi ve haraç toplayanlara yapacağı
azab gibi azâb etsin!" dedi. Peygamberimiz de onu serbest
bıraktı. O da koşarak gitti ve koşarak geri geldi. Resülüllah da onu eski yerine bağladı. Derken çadırın ve geyiğin sahibi ârâbi oraya
geldi. Peygamberimiz ona:
"Bu geyiği bana satar mısın?" diye teklifte
bulundu. Arabi de: "Onu sana hibe ettim!" dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz,
bu geyiği bağından çözüp serbest bıraktı. Geyikceğiz de koşarak çölün yolunu
tuttu ve giderken de: "Allah'tan başka ilâh yoktur, Mu-hammed Allah'ın
Resulüdür!" diyordu. [7]
Kurt Kıssası ile İlgili Rivayetler
Ahmed, İbn-i Sa'd, Bezzâr, Hâkim ve Beyhekî (bu
ikisi aynı zamanda sahihtir diyerek), Ebû
Nuaym çeşitli tarikler ile Ebû Said
el-Hudri'den rivayet ederler: O demiştir ki: Çobanlardan biri, Medine
Har-rasmda koyunlarim otlatmakta iken, bir kurt arız olup koyunlara saldırmak
ister. Çoban kurdu görür ve kurt ile koyunlann arasında durur. Kurt dile gelip:
"Allah'ın bana rızık olarak taktir ettiği şeyle benim arama girip rızkıma
mani olmaya çalışmaktan korkmuyor musun?" der. Çoban da: "Şaşılacak
şey, kurt insan gibi konuşuyor!" der. Kurt: "Bundan daha şaşılacak
şey, Resülüllah'ın iki Harra arasında, insanlara hitaben evvelinin ve âhirinin
haberlerini söylüyor olması değil midir?" şeklinde karşılık verir. Bunları
duyan çoban, koyunlarim sürerek derhal Medine'ye gider ve Resülüllah'ın
huzuruna çıkar. Durumu O'na arzeder. Peygamberimiz de der ki: "Doğru söylemiştir! Haberiniz
olsun ki, kıyamet alâmetlerinden biri de yırtıcı hayvanların dile gelip konuşmasıdır.
Ben yemin ederim ki, yırtıcı hayvanlar insanlarla konuşmadıkça; kişinin
ayakkabısının tasması, kılıcimn kabzası kendisiyle konuşmadıkça kıyamet
kopmaz! Yine kişi evinden ayrıldıktan sonra, işini bitirip evine döndüğü zaman,
ev halkimn neler yaptığim kendi uyluğu kendisine haber vermedikçe kıyamet
kopmaz!"
Buhârî (Târihinde), Beyhekî ve Ebû Nuaym,
Ehban bin Evs'ten şöyle naklederler: Ben koyunlarımı güdüyordum. Ansızın bir
kurt koyunlardan birini kapmak istedi, ben bağırıp engel oldum. Kurt, kuyruğu
üzerine çömelip bana hitaben: "Allah'ın bana verdiği rızka mânı mi olmak
istiyorsun?" diye konuştu. Ben de: "Bundan daha şaşılacak birşey görmedim!" dedim. Kurt: "Niçin
şaşırıyorsun? İşte Allah'ın Resulü, Medine
hurmalıklarında, geleceğin ve geçmişin haberini söyleyip durmaktadır!" diye
karşılık verdi. Ben de derhal Medine'ye gidip Resülüllah'ın insanları Allah'a
davet ettiğini gördüm. Durumu kendisine haber verip müslüman oldum."
Yine Ahmed ve Ebû
Nuaym sahih bir senedle, Ebû Hüreyre'den
şöyle naklederler: Koyunlarim gütmekte olan çobanın koyunlarından birini kurt
kapmış, çoban da peşinden giderek koyunu kurdun ağzından kurtarmış... Kurt dile
gelip çobana: "Allah'ın bana verdiği rızkı, ağzınıdan almak için
Allah'tan korkmaz mısm?" demiş. Çoban: "Vallahi ben böyle
bir gün görmedim, kurt insan gibi konuşuyor!" demiş. Kurt da şu karşılığı vermiştir:
"Bundan daha gârib olanı; İşte Allah'ın Resulü,
Medine'de insanlara gelmiş-geçmişin ve geleceğin haberlerini
vermektedir!" Kurdun bu sözleri
üzerine Resûlüllah'a giden ve aslında yahûdî olan adam, Resûlüllah'ın huzurunda
bu olup bitenleri anlatır. Peygamberimiz de kendisini tastık eder." [8]
Hummara Kuşunun Hikayesi
Beyhekî, Ebû Nuaym,
Ebû'ş-Şeyh'in çıkardıkları bir habere göre, İbn-i Mes'ûd şöyle demiştir:
"Bir seferde biz Resûlüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem) ile birlikte idik. Bir ağaca
uğradığımızda ağacın üzerinde Hummara kuşunun iki yavrusu vardı. Biz bunları
aldık... Derken Hummara gelip hâlini Resûlüllah'a arz etti. Peygamberimiz de: "Bu
kuşun yavrularim alarak canim acıtan kimdir?"
buyurdu. Biz cevap verdiğimizde de: "Onları yerlerine koyunuz!"
buyurdu ve biz de yerlerine iade ettik." [9]
Evdeki Vahşi Hayvanın Kıssası
Ahmed, Ebû Ya'lâ, Taberânî, Beyhekî, Ebû Nuaym, Dârekutnî
ve İbn-i Asâkir, birtakım yollarla Âişe'den şöyle rivayet ederler:
Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) âline ait olmak
üzere vahşî (evcil olmayan) bir hayvan vardı.
Bu hayvancağız dâima Resûlüllah'ı gözetler, O dışarı çıktığı zaman oynaşır,
koşarak gider gelirdi. Adetâ yerinde duramazdı. Fakat Resûlüllah Efendimiz
geldiği zaman, ininde bekler ve hiç kıpırdamazdı. Peygamber Efendimiz evde
bulunduğu müddetçe, hiç hareket etmezdi."
Heytemî, bu rivayetin sahih olduğunu
söylemiştir.[10]
Beygir Kıssası ile İlgili Rivayet
Beyhekî Cüayl'den
şöyle nakleder: Ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) ile birlikte gazaya gitmiştim. Fakat binitim beygir, zayıftı. Bu yüzden askerin en gerilerinde
kalıyordum. Peygamberimiz durumu görmüş olacak ki, bana yakınlaşıp:
"Ey beygirine binmiş adam, haydi sür!" diye hitap etti. Ben de
kendisine: "Ey Allah'ın Resulü, binitim gayet zayıf, fazla yürümüyor"
dedim. Peygamberimiz bunun üzerine elindeki kamçısı ile bey girime
vurdu ve: "Allah'ım bu adamın binitini kuvvetli ve bereketli eyle!"
diye de duada bulundu. Bunu müteâkib beygirim o kadar hızlandı ve kuvvetlendi
ki, başim zor zaptediyordum. Ayrıca çok da bereketini gördüm, onun neslinden pek çok sayıda hayvan elde edip
sattım."
Buhârî ve Müslim Hammâd bin
Zeyd'den, o Sâbiften, o da Enes'ten şöyle rivayet etmiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem), insanların en güzeli, en cömerdi ve en
cesaretlisi idi! Birgün Medîneliler, geceleyin
duydukları şiddetli bir ses sebebiyle korkuya kapılmışlardı. Peygamberimiz ise bu sırada Ebû Talha'ya âit olan bir çıplak
atın sırtına atlayarak, o sesin duyulduğu tarafa doğru bu atı koşturmuştur.
İnsanlar korku içinde o sese gitmek istedikleri zaman, Peygamberimiz'in
karşıdan gelmekte olduğunu gördüler. Peygamberimiz durumu öğrenmiş ve insanlara: "Korkulacak
bir şey yoktur! O, denizden gelen bir sestir" diyordu. Hammâd der
ki: Peygamberimiz'in bu sırada bindiği bu
atı, bundan sonra geçen bir at olmadı. Halbuki o, ağır giderdi." [11]
17-1 Merkep Kıssası ile İlgili Rivayet
İbn-i Sa'd İbn-i
İshâk tarikiyle Abdullah bin Ebû Talha'dan şöyle rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Sa'd'ı ziyaret etti
ve onun yanında kuşluk uykusuna yattı. Öğle vaktinin şiddetli sıcağı geçince
yürüyüşü iyi olmayan bir merkep getirip, Resûlüllah için hazırladılar.
Resûlüllah da bu merkebe binerek evine döndü... Merkep çok iyi yürüyen bir
merkep olarak iade edilmiş oldu."
Taberânî ise
bunu, isme bin Mâlik el-Hutamî'den şöyle nakleder: Resûlüllah Efendimiz,
Küba'ya gelip bizi ziyaret etti. Döneceği sıra, yürüyüşü iyi olmayan bir
merkeple O'nu Medine'ye uğurladık... O, merkebimizi bize iade ettiği zaman
merkebimizin, emsali arkasından yetişemiyecek kadar hareketli ve iyi yürüyüşlü
oldu."
Ebû Nuaym ise
bunu Muâz bin CebeVden şöyle nakleder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) Hayber'de iken, siyah bir merkep gelip
O'nun Önünde durdu. Peygamberimiz ona: "Senin adın nedir?" dedi. O da:
"Amr bin Fülân" diyerek cevap verdi ve kendilerinin üç kardeş olup
her birine ancak bir Peygamberin binmiş olduğunu, kendisinin ise Peygamberimizi
beklediğini anlatıp: "Ben aslında bir yahûdîye âit idim. Seni
hatırladıkça onu sırtımdan atıp düşürürdüm. O da beni döverdi" diye ilâve
etti. Peygamberimiz de ona: "Senin adın Yâfûr olsun"
buyurdu.[12]
Arslan Kıssası ile İlgili Rivayet
Bu kıssayı İbn-i Sa'd, Ebû Ya'lâ, Bezzâr, Îbn4 Mende, sahihtir kaydiyle Hâkim, Beyhekî ve Ebû Nuaym, Resûlüllah Efendimiz'in azâdlısı Sefine'den rivayet ederler. O demiştir ki:
"Ben, deniz yolculuğu yapıyordum. Bindiğimiz gemi parçalandı. Ben bir
tahta parçasına tutunarak sahile çıktım. Burası ağaçlık bir yerdi. Derken
arslanlar görünmeye başladı. Bu arslanlardan biri bana doğru geldi. Ben
arslana hitaben: "Ey Abu'l-Hâris, ben Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) âzadlısı
Sefîne'yim!" diye bağırdım. Arslan kuyruğunu sallıyarak bana yaklaştı ve
yanıba-şımda durdu. Sonra benimle birlikte yürümeye başladı. Beni yola
çıka-rmcaya kadar benimle birlikte yürümeye devam etti. Yola çıktıktan sonra
durakladı. Ben yoluma devam ederken de kendisine hâs sesiyle beni uğurlamak
istiyormuşcasma birtakım bağırtılar çıkarıyordu."
Beğavî ile İbn-i Asâkir'in
yine Resûlüllah Efendimizin âzadlısı Sefine'den naklettikleri haber ise
şöyledir: "Bir de ne göreyim, karşıma bir arslan çıktı. Ben arslana
hitaben dedim ki: "Ey arslan, ben Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) âzadlısı
Sefîne'yim!" Ben böyle söyleyince, önüme çıkan ve bana doğru gelmekte olan
arslan, kuyruğu üzerine çömelerek yere oturdu ve benim geçip gitmemi
bekledi."
Bu babda,, İbn-i Seb'ın şöyle bir
açıklaması var: "Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de: O'nun binmiş
olduğu her binitin (hayvanın), O üzerindeyken mucizevî olarak yetiştiği
sür'at ve kuvveti ne ise, hep o güç ve kuvvette kalması; daha sonraları bu güç
ve kuvvetini kaybetmemesi ve ihtiyarlamamasıdır. Şüphesiz bu hal, Peygamber Efendimiz'in
bereketi ile olmaktadır." [13]
Kuş Hikayesi ile İlgili Rivayet.
Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kazâ-i hacet için çıktığı zaman, kimsenin göremeyeceği kadar uzaklara giderdi. Yine bir gün haceti için
çıktığında ben de
kendisine hizmet için çıkmıştım. Ben O'nun devesini tutarken, bir ağacın arkasına
geçti ve hacetini gördü. Sonra gelip abdest için hasırlanmaya başladı.
Mestlerini çıkardı ve abdestini aldı. Mestlerinden birini giydiği zaman, havadan
bir kuş süzülüp diğer mestini alarak
gitti. Hayli yukarıya çıktıktan sonra ters çevirip aşağıya bıraktı. Bunun
içinden bir yılan çıktığim gördük... Demek ki kuş onu, bunun için alıp yukarıya
çıkarmıştı. Bunun üzerine Peygamber
Efendimiz şöyle buyurdular: "Bu, Allah'ın
bana lütfettiği büyük bir keramettir!"
Ebû Nuaym'in
Ebû Ümâme'den naklettiği haber ise şöyledir: Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), mestlerini istedi ve
giymeye başladı. Birini giyerken bir kuş gelip diğerini alarak yukarıya uçtu.
Sonra yüzü aşağı mesti bıraktığında, içinden bir yılan çıktı. Bu vesile
ile Peygamberimiz de şöyle buyurdu:
"Allah'a ve âhiret gününe inanan
kişi, mestlerini (çizme veya a-yakkabılarim) aşağı doğru çevirip
silkelemedikçe giymesin!" [14]
İfrit Kıssası ile İlgili Rivayet
Buhârî ve Müslim Muhammed bin Zeyyâd tarikiyle Ebû Hürey-re'den
rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) buyurdular ki: Cinlerden biri ifrît, ben
geçen gece namazımı kılmakta iken üzerime saldırdı ve namazımı kesmek istedi.
Allah bana imkân verdi de o^u yakaladım ve Mescid'in direklerinden birine
bağlayayım da sabah olunca sizlere göstereyim istedim. Fakat kardeşim Süleyman Peygamberin
şu duasını hatırlayarak onu serbest bıraktım. O
duasından şöyle dem.şti: "Ey Rabbim, beni affet, bana benden sonra hiç
kimseye nasîb olmc yan bir mülk (hükümdarlık) ver! Çünkü Sen'sin o çok
lütfeden Sen!" (,SaJ sûresi, 35).
Müslim tek
başına Ebû'd-Derdâ'dan şöyle rivayet etmiştir: "Pey-gamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) bir defasında ayağa
kalkıp şöyle dediğini işittim: "Ben, senin şerrinden Allah'a
sığimrım!" Bunu söyledikten sonra, üç defa da şöyle dedi: "Ben sana, Allah'ın laneti ile lanet
ediyorum!" Sonra bir şey yakalamak istercesine, elini ön tarafına doğru uzattı. Namazını bitirdikten sonra
biz kendisine, bunun sebebini sorduk. O da buyurdu ki: "Allah'ın düşmanı
îblîs, elinde ateşten bir alevle gelip yüzümü yakmak istedi! Ben de kendisini
yakalayıp rezîl etmek istedim. Fakat kardeşim Süleyman Peygamber'in duasını
hatırlayarak kendisine ilişmedim. Eğer Süleyman'ın o duası olmasaydı, onu
yakalayıp direğe bağlayarak, Medîne'li çocukların önünde rezîl edecektim!"
Ebû Nuaym Dumra'dan
şu haberi nakletmiştir: Adamın birinin koyunları vardı. Koyunları sağdığı
zaman, oğlu ile Hazret-i Peygamber'e süt gönderirdi. Sonra Peygamberimiz bu
çocuğu göremez oldu ve babasını gördüğünde sordu. O da: "O öldü yâ
Resûîallah" dedi. Peygamberimiz de o adama dedi ki: "Oğlunu diriltmesi için
Allah'a dua etmemi mi istersin, yoksa sabredip âhirette sana şefaatçi olmasını
mı istersin? Bu taktirde evlâdın senin elinden tutar ve seni cennetin kapısına
getirir, sen de dilediğin cennet kapısından içeri girersin!" Adamcağız
bunu duyunca: "Ay Allah'ın Resulü, bu bana hâs bir şey midir?" diye
sordu. Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) de: "Bu,
hem senin içindir, hem de her mü'ınin içinair!"
buyurdu. [15]
Dilsizin ve Âmânın Özrünü Giderecek Şekilde Vukua
Gelen Mucizeler.
Beyhekî, Şimir
binAtiyye'den şöyle bir haber nakletmiştir: Bir gün, Peygamber'e (sallallahü aleyhi
ve sellem) bir kadın geldi. Yanında bulûğ çağı yaklaştığı halde
hâlâ konuşmamış olan oğlu da vardı ve durumun böyle olduğunu arz etti. Peygamberimiz de bu çocuğa hitaben: "Söyle
bakalım, ben kimim?" diye sordu. Çocuk derhal konuşup: "Sen, Allah'ın
Resulüsün!" diye cevap verdi.
İbn-i Şeybe, İbn-i Seken, Beğavî, Beyhekî, Taberânî ve Ebû Nuaym,
Habîb bin Füdeyk'ten şöyle rivayet ederler: "Ben, babamla beraber
Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) gittim, onun iki gözü de hiç görmüyordu. Niçin
görmediğini soran Hazret-i Peygamber'e cevaben dedi ki: "Bir gün giderken ayağım,
yılan yumurtasının üzerine basmıştı. Kınlan yumurtanın içindeki sıvı gözüme
sıçradı ve zehirli olduğu için gözlerim görmez oldu."
Peygamber Efendimiz derhal mübarek tükrüğü ile onun gözlerini
ilaçladı. Derhal gözleri açılıp iyi oldu. Yaşı seksene vardığı halde bile,
rahatlıkla iğneden ipliği geçirebiliyordu." [16]
Hastalığı, Özürü veya Sakatlığı Olanı İyileştirme
Şeklindeki Mucizeler
Beyhekî Muhammed
bin İbrahim'den şöyle rivayet eder: Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem), ayaklarında çıban
olan ve tedavisinden bütün tabiblerin âciz kaldığı bir adam getirdiler. Peygamber Efendimiz de
mübarek şehâdet parmağimn ucunu tükrüğü ile ıslattı ve yere indirerek toprağa
temas ettirdi. Sonra da şu şekilde duada bulundu:
"Ey Allah'ım, Senin adın ve izninle,
bâzımızın tükrüğü arzımızın toprağına batırılmış olarak, içimizden hasta olana
şifâ olur! Ey Rabbim, Senin izninle!"
(Beyhekî'nin rivayet ettiği bu haber mürsel'dir.) [17]
Yine Beyhekî, Semmâk bin Harb
tarikiyle Muhammed bin Hâtıb'ın şöyle dediğini nakleder: "Kaynar haldeki tencere elimin
üzerine düşüp yaktı. Beni yanına alan annem,
derhal Peygamber'e (sallallahü aleyhi
ve sellem) götürdü. O da yanık üzerine mübarek tükrüğünü
püskürtüyordu ve şöyle dua ediyordu:
"Ey insanların rabbi olan
Allah'ım, şu be'si ve zararı gider!"
Tarih'inde Buhârî der ki, bana
Saîd bin Süleyman söyledi, ona Abdurrahmân bin Osman, ona İbrâhim bin Muhammed, ona babası dedesinden, ona
Muhammed bin Hâtıb nakletmiş. O da anası Ümmü
Cemil'den haber vermiş: Ümmü Cemil demiştir ki: "Ben, Habeş ülkesinden
seninle birlikte döndüm. Medine'ye geldiğimiz zaman, bir gece ben yemek
yapıyordum. Tencerenin altında yanacak birşey kalmadığı için ben, yakacak
birşeyler toplamaya çıktım. Bu sırada sen tencereye dokunmuşsun. Tencere de ellerin ve kolların üzerine dökülüp buralarimn yanmasına sebep olmuştu. Ben döndüğümde derhal seni alıp Hazret-i Pey-gamber'e götürdüm. O da senin ellerin ve kolların üzerine
püskürüyor ve şöylece duada bulunuyordu:
"Ey bütün insanların rabbi olan Allah'ım, şu zararı gider, şifâ ver, şifâyı verecek olan Sensin, Senin vereceğin şifadan başka
şifâ da yoktur! Rabbim, öyle bir şifâ
ver ki, hastalıktan eser kalmasın!"
"Ben, seni O'nun yanından alıp
ayrılmadan, senin elin-kolun iyi olmuştu."
(Bunu, Hâkim, Beyhekî, Ebû Nuaym de rivayet
etmiştir.)
Tarih'inde Buhârî, Taberanî, İbn-i Seken, İbn-i Münde, Beyhekî; Şürahbil el-Cu'fı'den şöyle rivayet ederler: Ben
Peygamber'e (sallallahü
aleyhi ve sellem) gidip elimdeki urlardan şikayette
bulundum ve dedim ki: "Ey Allah'ın Rasulü, bu elimdeki urlar, kılıcımın
kabzasını, binitimin yularım tutmama engeî oluyor ve bana ezâ
veriyor." Peygamberimiz de derhal elime püskürdü ve elini urların
üzerine koyarak iyice oğuşturdu. Onları ezip kaybedin-ceye kadar oğuşturmaya
devam etti. Mübarek elini çektiği zaman, urlardan eser kalmamıştı." [18]
(Beyhekî Ebû Sebra'dan da bu mealde bir haber sevketmiştir.)
İbn-i Sa'd, Beyhekî ve Ebû Nuaym Ebyad
bin Hammâl'dan şu haberi rivayet ederler: "Benim yüzümde birtakım
kabarcıklar çıkmıştı. Yüzüm rengârenk olmuştu. Durumdan oldukça rahatsızdım,
gidip hâlimi Hazret-i Peygamber'e arz ettim. O da derhal dua buyurdu ve mübarek
eliyle yüzümü mesnetti. Yüzüm iyileşti ve O'nun bereketiyle yüzümde bir
güzellik kaldı."
(Yine Beyhekî Habîb bin Yesâftan da şu haberi nakletmiştir:
Ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) ile birlikte kaldığım bir savaşta,
omzumdan bir darbe yemiştim. Elimi darbe yerine koyarak derhal Hazret-i Peygamber'e
gittim. Peygamber Efendimiz derhal yaramın üzerine püskürdü ve eliyle
kopinak üzere bulunan kolumu birleştirdi. Yaram ve kolum iyi olup hiçbir
şikâyetim kalmadı. Derhal savaş alanına dönüp, beni yaralamış olan a-damı
katlettim.)
Yine Beyhekî, Esma bint-i Ebû
Bekir'den nakleder. O demiştir ki: "Benim başım rahatsızlanıp şişmişti. Derken şişkinlik
yüzüme de geçti. Hemen hâlimi Hazret-i Peygamber'e arz ettim. Peygamber
Efendimiz de, ba~ şımdaki örtünün
bir kısmı ile yüzümü de örterek ve mübarek elini örtünün üzerinde gezdirerek
başımı ve yüzümü meshetti ve şu şekilde duada bulundu: "Rabbim, bu hastanın
hastalığim ve çirkinliğini, mübarek ve temiz Resülü'nün duası bereketiyle
gider, ona şifalar ver!" Bu şekilde üç defa mesh ve
dua etti. Benim rahatsızlığım da geçti." [19]
İbn-i Sa'd Ubeyd bin
Umeyr'den şöyle nakleder; Esmâ'nın boynunda
verem (şişkinlik) vardı. Peygamberimiz eliyle
örtü üzerinden bu şişkin kısmı meshetti ve: "Allah'ım ona, hem çirkinliğinden,
hem de ezasından yana afiyet ihsan eyle!" diyerek de duada bulundu ve
Esmâ'nın boynundaki veremden eser kalmadı." Dua aynen şöyle idi:
"Allahümme âfihâ min fuhşihî ve ezâhu"
Ahmed,
Dârimi, Taberani, Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'ın
şöyle dediğini rivayet ederler: "Bir kadın, yanındaki çocuğu ile birlikte
Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek: "Yâ Resûlallah, benim bu yavrumda
cinnet hastalığı var. Tam biz yemek sofrasına oturduğumuz zaman hastalığı onu
yakalıyor ve ağzımızın tadim ifsâd ediyor." Peygamberimiz de derhal o
çocuğun göğsünü eliyle
meshetti ve onun için dua etti. Çocuk
bu sırada çok şiddetli bir şekilde öksürüp içinden siyah birşey çıkardı. A-kabinde gözlerini açıp şifâya
kavuştu."
Beyhekî,
Muhammed bin Sîrîn'den şu haberi nakletmiştir: Kadımın biri, çocuğu ile
birlikte Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve
sellem) gelerek: "Yâ Resûlallah, şu
yavrumun şöyle şöyle rahatsızlığı var" diye çocuğun hâlini arz etti ve:
"İşte o, gördüğün gibi! Bu haliyle yaşamasa daha iyi. Onun ölmesi için dua
ediver!" teklifinde bulundu. Peygamber Efendimiz de:
"Ben onun şifa bulması, kuvvetli ve sâlih (iyi)
bir insan olması için dua edeceğim! O da Allah yolunda cihâd edecek, Allah yolunda
şehîd düşüp cennete gidecek!" buyurdu. Bu şekilde dua etti. Yüce Allah da
ona şifâ ihsan eyledi. Çocuk büyüyüp gelişti, kuvvetli ve sâlih bir adam oldu.
Allah yolunda savaştı ve şehîd düştü."
Beyhekî: "Bu rivayet
mürsel olmakla beraber ceyyiddir, iyidir" dedi. [20]
Beyhekî Yezîd bin
Nûh bin Zekvân'dan şu haberi vermektedir: "Abdullah bir Revâha
Resûlüllah'a gelip: "Yâ Resulallah, dişlerim şiddetle ağrıyor, kulağım da ıztırab
veriyor" dedi. Peygamber Efendimiz de hemen elini onun ağrıyan yüzüne koydu ve:
"Allah'ım, bunun rahatsızlık ve ıztırabım gider, kendisine kıymetli ve
mübarek Resulünün duası be-reketiyle şifa ihsan eyle!" diyerek yedi defa
bunu tekrarladı. Yüce Allah da derhal ona şifâ ihsan eyledi."
Beyhekî, Ebû Nuaym Rifâa
bin Rafı den şu haberi vermektedirler: Bir gün ben çiğ yağı alıp yutmuştum. Bir
seneye yakın bunun rahatsızlığim çektim. Fakat rahatsızlığım geçiniyordu.
Nihayet hâlimi Peygam-ber'e (sallallahü
aleyhi ve sellem) arz eyledim, O da mübarek eliyle karnımı
meshetti. Midemden dışarı birşeyin çıktığim hissettim. Şu âna kadar da hiç mîde
rahatsızlığı duymadım."
Taberânî Cerhed'ten
şöyle nakleder: "Benim sağ elimde tutukluk olduğu için yemeğimi sol elimle
yemek zorunda kalıyordum. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu durumu
görünce bana: "Yemeğini sağ elinle
ye!" diye emretti. Ben de sağ elimin
özürlü olduğunu haber verdim. Bunun üzerine Peygamberimiz sağ elim üzerine püskürdü ve ben bundan sonra ölünceye kadar bu elimde bir rahatsızlık
hissetmedim."
Yine Taberânî Abdullah bin
Üneys'ten şöyle rivayet eder: Bir gün Müstenîr bin
Rezzâm adındaki yahûdî beni döverek başımdan
yaraladı. Ben, bu yaralı hâlimle Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gittim. Peygamberimiz derhal yarama
baktı ve üzerine püskürmek suretiyle tedâvî etti. Başım derhal iyj oldu ve bir daha bana rahatsızlık
vermedi." [21]
Ebû Nuaym el-Vâzi'den
şu haberi vermektedir: "Ben bir gün, mecnûn olan oğlumu yanıma alarak
Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gidip durumu arz ettim. Peygamberimiz derhal
onun yüzünü ve başim eliyle meshetti ve onun iyileşmesi için dua etti. O da derhal iyileşti. Artık aramızda ondan daha akıllı birisi yoktu.
Vâkıdî ve Ebû Nuaym, Urve'nin şöyle
dediğini nakleder: "Mülâıb el-Esinne bir
adamım Peygamber'e (sallallahü aleyhi
ve sellem) göndererek,
mübtelâ olduğu hastalığa (iç hastalığına), şifâ
talebinde bulundu. Peygamberimiz de derhal yerden bir miktar toprak aldı ve ona
püskürdü, sonra onu gelen elçiye vererek: "Bunu götür, su ile karıştır sonra hastaya içir" buyurdu. O da gidip
emredildiği şekilde yaptı. Mülâıb da iyileşti."
Denilir ki: "Peygamber Efendimiz ona,
bir miktar bal gönderdi. O da bu baldan azar azar yemeğe başladı ve sonra,
hiçbir şeyi yokmuş gibi iyileşti."
İbn-i Sa'd Vâkıdî'den,
o Sehl bin Sa'd el-Sâidî'nin torunu Übeyy bin Abbâs'tan nakleder. O da
babasından nakleder. O demiştir ki: "Ben, aralarında Ebû Üseyd, Ebû Humeyd
ve babam Sehl bin Sa'd da bulunan bâzı ashâbtan işittim. Bunlar derlerdi ki:
Bir defasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem), Büdâa Kuyusu'na giderek, bu kuyudan
çekilen su ile, kova içinde abdestini aldı. Abdestini bitirdikten sonra,
kovanın içindeki suya mübarek Üikrüğünden de ilave ederek kovanın içindeki suyu
kuyuya döktü. Sonra bu kuyunun suyundan bir miktar da içti. İşte O'nun zamanında,
herhangi bir şahıs hasta olsa ona derlerdi ki: "Büdaa Kuyu-su'ndan su
getirsinler de sen onunla yıkan, inşaallah iyi olursun!" Böyle denilir
sonra bu kuyudan su getirilir, hasta bu su ile yıkanır, sonra hiçbir şeyi
yokmuş gibi ayağa kalkardı."
Buhârî ve Müslim Câbir'den şöyle rivayet ederler: "Ben,
rahatsızlanmışım ve Seleme Oğulları yurdunda bulunuyordum. Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) yanında Ebû Bekir de olduğu halde beni ziyarete geldi. Beni çok ağır bir vaziyette buldu. Ben neredeyse kendimi
bilmiyordum. Peygamber Efendimiz bir miktar su istedi, onunla abdest aldı, sonra
bu suyu ü-zerime serpti. Ben de kendime geldim. Derken iyice toparlandım ve:
"Ey Allah'ın Resulü, malım hakkında nasıl hareket edeyim?" diye
sordum. Bunun üzerine şu âyet-i celile nâzi] oldu:
"Allah size çocuklarimzın alacağı
mîrâs hakkında, erkeğe kadımın payimn iki mislini tavsiye eder." [22]
İbn-i Seken ve Ebû Nuaym Muaviye
bin Hakem'den şöyle rivayet eder: Biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) ile birlikte gaza ediyorduk. Kardeşim Ali bin
Hakem, atim sürerek bir hendekten geçmek istedi.
Fakat atı, gereği kadar sıçramayıp -hendeğe düştü ve ayağim hendeğin duvarına
vurup sıkıştırdı. Bu şekilde ayağı sakatlanmıştı. Biz derhal onu alıp Hazret-i Peygamber'e
getirdik. Peygamber Efendimiz de derhal onun ayağim mes-hetti, o da
Üileşti."
Muâviye bin Hakem,
kardeşinin bu şekilde derhal iyi olması karşısında hayU duygulanıp, bunu irâd ettiği bir kasidesi ile dile getirmek istemiştir."
[23]
18
PEYGAMBERİMİZİN AÇLIĞIN, SUSUZLUĞUN, GÜÇLÜĞÜN, GAYRETİN, SICAĞIN, SOĞUĞUN
GİDERİLMESİ VE GÖZYAŞLARİMN TUTULMASI ŞEKLİNDEKİ MUCİZELERİ
Peygamberimizin Açlığın, Susuzluğun, Güçlüğün, Gayretin,
Sıcağın, Soğuğun Giderilmesi ve Gözyaşlarimn Tutulması Şeklindeki Mucizeleri
Beyhaki ve Ebû Nuaym Imrân bin
Husayn’dan rivayet ederler. 0 demiştir ki: Ben Peygamber'in (sallallahü aleyhi
ve sellem) yanında idim. Derken
Fâtıma (radıyallahü anh) validemiz geldi ve O'nun önünde durdu. Peygamberimiz O'na
baktı ve şiddetli açlıktan yüzünün renginin solduğunu gördü. Elini kaldırıp
onun göğsü üzerine koydu, parmaklarim açık bir halde tutup şöyle duada
bulundu: "Ey açlığı gideren, düşmüşü kaldıran Allah'ım! Muham-med'in kızı
Fâtıma'yı yükselt!"
Imrân der ki: Ben, Fâtıma'ya baktım,
derhal yüzünün sarılığı gitmişti. Daha sonra kendisine rastladığımda hâlinden
sordum, o da bana cevabında: "Ey Imrân, o günden bu güne, artık hiç açlık
duymadım" dedi.
(Beyhekî bu rivayetle ilgili olarak der ki: "Zahir
olan odur ki, Imrân onu, "Hicâb Ayeti" nazil olmadan önce görmüştür.)
[1]
Ebû Ya'lâ, Beyhekî, İbn-i Asâkir,
çeşitli tarîkler ile Ebû Ümâme el-Bâhilî'den şöyle rivayet ederler:
"Beni, Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem), kendi kavmine dâvetçi olarak gönderdi.
Ben, kavmimin yurduna vardığımda çok acıkmıştım. Onlar ise, eskisi gibi kan
yiyorlardı. Bana: "Haydi gel, sen de bizimle ye!" diye çağırdılar.
Ben de kendilerine: "Ben, bir İslâm dâvetçisi olarak, sizi bu gibi şeyleri
yemekden sakındırmak için geldim!" diye karşılık verdim. Onlar da benimle
alay edip beni yalanladılar ve red ettiler. Ben de onlardan aç ve susuz olarak
ayrıldım. Çok büyük bir sıkıntı içindeydim. Takatsiz kalıp yere
uzandım ve uyudum. Uykumda biri bana gelip içinde süt bulunan bir kab uzattı,
ben de onu alıp içtim. Açlığım ve susuzluğum gitmişti.
Ben ayrıldıktan sonra kavmim arasında
ihtilaf çıkmış, bâzıları demişler ki:'İçimizden
en iyi ve en akıllı adamımız bize geliyor, biz de onu aç-susuz aramızdan
çıkarıyoruz. Bu, çok ayıp olmuştur. Gidip onu buraya
getirmeli ve yedirip içirmeliyiz!" Bâzıları da: "Yiyecek ve içeceği
yanımıza alıp onu bulunca kendisine ikram etmeliyiz" diyerek arkamdan
yola çıkmışlar ve beni arayıp bulmuşlar. Bana gelip de
tekliflerini yaptıkları zaman, onlara dedim ki:
"Gerçekten sizin ikram edeceğiniz yiyecek ve içeceğe,
kesinlikle bir ihtiyacım bulunmamaktadır." Onlar bana: "Biz seni, açlıktan
ve susuzluktan çok bitkin bir halde görmüştük, niçin ikramımızı
kabul etmiyorsun?" diyerek İsrâ'rda bulundular. Ben de: "Allah bana yedirdi
ve içirdi! Eğer inanmıyorsanız, karnıma bakınız!"
dedim. Onlar da durumu anladılar ve hepsi müslüman oldular."
Bu rivayetin bâzı yollarında ve İbn-i Asâkir'in tahririnde, olay şöyle verilmektedir:
"Resûlüllah Efendimiz beni onlara gönderince gidip kendilerini İslama davet ettim. Fakat onlar beni red ettiler. Ben
de kendilerine: "Hiç olmazsa bir içimlik su verin, zira ben çok
susuzum!" dedim. Bunu dahi vermediler ve bana: "Biz seni, susuzluktan
Ölmek ü-zere terkedeceğiz!" dediler. Ben de aynı zamanda
hareket edemiyecek kadar yorgun olduğumdan, başımı
yere vurup uzandım ve abamı üzerime çekerek uyudum. Sıcak da son derece şiddetli idi. Uyurken biri gelip
bana cam bir bardak içinde içecek sundu. İnsanlar ne bu bardak gibi güzel
bir bardak görmüşlerdir, ne de bu içecek gibi lezzetli bir şey içmişlerdir. Bana bundan içmeyi mümkün kıldı ve ben de
kanmcaya kadar içtim. İçtikten hemen sonra da uyandım. Vallahi bundan sonra
bir açlık, bir susuzluk belasıyla karşı karşıya kalmadım." [2]
Beyhekî, Sâbit'ten, Ebû Imrân el-Cevnl
ve Hişâm bin Hassân'dan şu haberi nakleder: Ümmü Eymen, Mekke'den Medine'ye
hicret ettiği zaman, yanında hiç bir içeceği ve yiyeceği yoktu. Ravhâ denilen yere geldiği zaman, çok şiddetli bir şekilde susuzluk çekiyordu. Derken üst tarafında, hafifçe
seslenen bir ses duyar. Bu nedir kabilinden başim yukarı
kaldırdığı zaman, semâdan
bir su kovasının sarkıtıldığım görür, derhal eliyle onu tutar
ve kanmcaya kadar ondan içer. Susuzluk musibetinden bu şekilde kurtulur."
Ümmü Eymen bu hususta kendisi der ki: "Bu olaydan
sonra ben, çok sıcak günlerde dahi susuzluk sıkıntısı çekmezdim. Günün en sıcak
anlarında Kabe'yi tavaf ederdim ve yine susamazdım."
(Bunu çeşitli
tarîklerden İbn-i Menya' ile İbn-i Sa'd dahî rivayet etmişlerdir.)
Beyhekî Ebû Bekir bin Abdurrahmân
tarikiyle Ümmü Belemeden şöyle nakleder: O demiştir ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bana benimle evlenmek istediğini söyledi. Ben de kendisine:
"Benim durumumda olan bir kadın evlenemez. Zira ben, yaşı ilerlemiş aynı
zamanda çok kıskanç bir kadimm. Ayrıca bakmaya mecbur
olduğum kimseler de
var" dedim. Peygamber
Efendimiz de bana:
"Ey Ümmü Seleme, ben senden daha yaşlıyım.
Kıskançlığına gelince, bunu
Allah senden giderecektir. Bakmakla yükümlü olduğun
kimseler ise, Allah'a ve O'nun Resûlü'ne emânettir" buyurdu. Ben de bunun
üzerine kabul ettim ve Resûlüllah beni nikâhı altına aldı."
Der ki: "Ümmü Seleme, kadınlar arasında bulunurdu, fakat sanki
kadın değilmiş gibi, hiç kıskançlık duymazdı."
(Bunu, İbn-i Menya', Ebû Ya'lâ ve Abdullah bin Ahmed de çeşitli tarîklerden
rivayet etmişlerdir.)
Ebû Nuaym Ümmü îskak'ın şöyle dediğine dâir bir haber nakletmektedir: "Ben erkek
kardeşimle birlikte Medine'ye hicret ettim.
Hicret için yola çıktığımızda yanımızda bir azığımız yoktu. Kardeşim
yolda giderken: "Azığımızı unuttum, Mekke'ye dönüp onu getirmeliyim" dedi
ve geri döndü. Mekke'ye döndüğü zaman, kocam durumdan haberdâr
olmuş ve kardeşimi öldünnüşdü... Ben ise yapayalnız
Resûlüllah'a (sallallahü
aleyhi ve sellem) hicret ettim ve
kardeşimin, kocam tarafından Mekke'de öldürüldüğünü haber verdim. Benim üzüntü ve acımı çok iyi
anlayan Hazret-i Peygamber; bir avuç su alıp onu yüzüme serpiverdi. Ben de
silkelenip sanki kendime gelivermiştim."
Der ki:
"Ümmü İshâk'a bâzı musibetler uğrardı, o da
bunlardan sarsılmazdı. Gözleri yaşlanır,
fakat bu gözyaşları yanakları üzerine dökülmezdi.
Yani çok sabırlı ve metanetli bir kadın olmuştu
artık."
Ahmed, İbn-i Sa'd, Beyhekî ve Ebû Nuaym Sefineden şöyle rivayet ederler: "Bir gün bana: "Senin adın
nedir?" diye sordular. Ben de dedim ki: "Benim adım Sefîne'dir. Bu
adı bana Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) vermiştir. Şöyle ki: Biz, Peygamber Efendimiz ve
ashabı ile birlikte yolda giderken, onlara yanında bulundurdukları eşyası
ağır gelmişti. Peygamberimiz bana: "Haydi, kilimini
yere ser!" diye emretti, ben de serdim. Sonra O ve arkadaşları eşyalarim bu
kilimin üzerine koydular ve toparlayıp bana yüklediler. Bu sırada Efendimiz
bana: "Endîşe etme, sen bir
sefine (gemi) sin" buyurdular. Ben de bir
sıkıntı çekmeden yükümü taşıdım, İşte bugünden itibaren bana
Sefine denildi. Her ne zaman istesem, bir veya iki devenin taşıyabileceği
yükü yüklenir, hiçbir sıkıntı çekmeden onu taşırdım."
[3]
------------------------
19
PEYGAMBERİMİZİN UNUTKANLIĞI VE ÇİRKİN KONUŞMAYI GİDERMEK VE BİLGİ, ANLAYIŞ,
HAFIZA VE HAYA KAZANDIRMAK ŞEKLİNDEKİ BAZI MUCİZELERİ
Peygamberimizin Unutkanlığı ve Çirkin Konuşmayı Gidermek ve
Bilgi, Anlayış, Hafıza ve Haya Kazandırmak Şeklindeki Bazı Mucizeleri
Buhârî ve Müslim Ebû Hureyre’den şöyle
rivayet eder: “Birgün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz bizlere konuştu ve:
“Her kim elbisesini yere yazarsa, üzerine hadislerimden birçoğunu dökeceğim, sonra elbisenin sahibi bu
hadislerime sahib olmuş olacak!” buyurdu. Ben
hemen elbisemi yere yazdım. Sonra Peygamberimiz bizlere
hadislerinden bazılarim söyledi. Sonra ben
elbisemi yerden kaldırıp aldım. Allah’a yemin ederim ki, bundan sonra O’ndan
işittiğim şeylerden hiç birini unutmadım.”[1]
Buhârî tek
başına Ebû Hureyre’den şöyle nakleder: Ben dedim ki: “Ey Allah’ın rasulü, ben
senden pek çok hadisler işitiyorum, sonra bunları unutuyorum.” Peygamberimiz bunun üzerine
buyurdu ki: “Haydi ridânı yere yay!” Ben de derhal ridamı yere yaydım. Peygamberimiz de ridamın üzerine
eliyle bir şey boşaltır gibi yaptı. Sonra bana: “Ridanı
topla” dedi. Ben de topladım. Bu olaydan sonra, bir tek hadisi bile unutmadım.”
Sahihtir kaydıyla Hakim, Beyhekî, Ali’den şöyle
rivayet eder: Rasulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) beni kadı (hakim) olarak Yemen’e göndermek üzere vazifelendirdi. Ben kendisine dedim ki:
“Ey Allah’ın rasulü, beni şu genç yaşımda kadı olarak Yemen’e gönderiyorsun.
Halbuki ben, onların arasında nasıl kadılık yapacağımı bilmemekteyim.” Bunun
üzerine sevgili Peygamberimiz mübarek eliyle göğsümün üzerine vurdu ve şöyle
dua buyurdu:
“Allah’ım, onun kalbine hidayetler ver ve
dilini hak üzere sabit eyle!” İşte böylece O’nun duasını alarak Yemen’e gittim
ve orada İslâm kadısı olarak vazife yaptım. Toprak altındaki daneleri yarıp
çimlendiren Yüce Allah’a yemin ederim ki, hiçbir iki kişi arasında hükmederken
şek ve şüphe ettiğim olmamıştır! Rabbim, sevgili elçisinin o duası bereketiyle
bana büyük ve üstün bir başarı verdi.”
İbn-i Sa’d Ali’den
şöyle nakleder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beni Yemen’e gönderdi. Ben kendisine dedim ki: “Ey Allah’ın Rasulü,
beni bazı yaşlı ve tecrübeli insanlara gönderiyorsun. Ben onlara karşı vazife yapmakta isabetli davranamamaktan
korkuyorum..” Peygamber Efendimiz de bana dedi ki: “Hiç endişen olmasın, gerçekten Allah senin dilini hak üzere
sabit kılacak, kalbini de hidayette kılacaktır!”
Taberani’nin Ebû Umame’den
rivayeti de şöyledir: “Bir kadın vardı. Kadınların
erkeklerle olan ilişkilerinden bahseder, çirkin sözler söylerdi. Bir gün, Peygamberimiz yemek
yemekte iken O’nun yanına geldive Peygamberimiz’den yiyecek istedi. Peygamberimiz de
ona yiyecek verdi. Fakat kadın bunu almayıp “Ağzimzdaki lokmayı istiyorum”
dedi. Peygamberimiz de ağzındaki lokmayı çıkarıp verdi. Kadın bunu
yedikten sonra, kendisini kuvvetli bir haya duygusu kapladı ve ölünceye kadar,
bir daha kimseye çirkin bir söz sarfetmedi.” [2]
------------------------
20
PEYGAMBERİMİZİN, ATICILIK YARIŞINDA KUVVET HUSULE GELMESİYLE İLGİLİ MUCİZELERİ
Peygamberimizin, Atıcılık Yarışında Kuvvet Husule Gelmesiyle
İlgili Mucizeleri
Beyhekî'nin Seleme bin el-Ekua'dan
rivayetine göre, bir gün Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Eşlem kabilesinden bazı kimselerin atıcılık hususunda
birbirleriyle yarışmakta
olduklarim görmüş. Onların birbirleriyle güzel bir şekilde
yarışmalarına bakmış ve:
"Bu eğlence, pek güzel bir
eğlencedir! Haydi atınız ve birbirinizle yarışimz! Şimdi ben, Seleme bin el-Ekva'ı tutuyorum, onu
destekliyorum!" buyurmuştur. Orada yarışmakta
olanlar da bunun üzerine yansı bırakmışlar ve: "Biz bu durumda,
birbirimizle yanşamayız! Çünkü Hazret-i Peygamber taraf tutup Seleme'yi
desteklemektedir. Bu takdirde Seleme bizlere muhakkak gâlib gelecektir!"
demişlerdir.
Onların yarışmayı böyle bir gerekçe
ile bıraktıklarim gören Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) de bunun
üzerine: "Haydi yansınız! Ben, sâdece Seleme'yi desteklemekten vazgeçtim,
şimdi hepinizi birden destekliyorum, hepinizle beraberim!" buyurmuştur.
Hazret-i
Peygamber'in böyle buyurması üzerine, yeniden birbirleriyle yarışmaya başlayan bu
kimseler, o günün akşamına kadar birbiriyle yarışmaya devam
etmişler, fakat içlerinden hiç biri, bir diğerini yenememiştir.
Akşam olduğunda, tam bir beraberlik üzerine dağılmışlardır." [1]
Peygamberimizin Bir Diğer Mucizesi
İbn-i Sa'd'ın, bizzat Saîd bin el-Müseyyeb'in kendisinden olan
rivayeti ise şöyledir:
"Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), dedem Hazn'e hitaben buyurdular ki: "Senin
adın: Sehl olsun!" Dedem ise, işin güzelliğini ve inceliğini
anlıyamadığından: "Sehl, yumuşaklığı hatırlatır, bu ise merkebe
yaraşır" dedi ve Rasulullah'ın teklifini kabul etmekten sakındı. Biz ise,
dedemin ismini hatırlattığı huzuneti, yani gam ve kederi, bugüne kadar hep
evimizde duyageldik."
Bu hususla ilgili olarak Buhârî'nin de Zührî tarikiyle
Saîd bin el-Müseyyeb'ten, onun da babasından rivayet ettiği bir haber vardır ve
şöyledir: Saîd'in babası el-Müseyyeb anlatır: "Bir gün babam Hazn,
Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına gelmişti. Peygamberimiz, ona adının ne olduğunu sordu. O da "Hazn"
cevabim verdi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, onun bu adim beğenmedi ve değiştirmek istedi. Buyurdu ki: "Hayır, senin adın:
Sehl olsun!" Babam ise şu karşılığı verdi: "Ben, bana vaktiyle babam
tarafından verilmiş bulunan adımı değiştirmek istemem!"
el-Müseyyeb'in oğlu Saîd der ki:
"İşte, dedemin bu anlayışsızlığı ve taşıdığı Hazn adı sebebiyle, bugüne
kadar ailemizde huzunet, hüzün ve keder eksik olmamıştır."[2]
Cinlerin Şerrinden Sığ Inma Konusunda Meydana Gelen
Bir Diğer Mucize
Hâkim, Übeyy hin Ka'b'tan şu heberi
nakletmiştir: "Bir gün ben,
Peyganıber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) yanında idim. Bir A'râbî gelip dedi ki:
"Ey Allah'ın Resulü, benim bir kardeşim var ve o çok ağır bir şekilde
hastadır." Peygamberimiz ona, kardeşinin hastalığimn ne olduğunu sordu.
A'râbî: "Kardeşim, cinlerin şerrine uğramış, cinnet hastalığına
tutulmuştur" dedi. Peygamberimiz de kendisine: "Haydi kardeşini buraya
getir!" buyurdu. A'râbî gidip kardeşini getirdi ve Peygamberimiz'in
önüne oturttu. Peygamberimiz de
bazı sûre ve âyetler okuyarak o hastayı, Allah'ın korumasına havale
etti. Peygamberimiz1 in okuduğu sûre ve âyetler şunlardı:
1- Fatiha Sûresi,
2- el-Bakara Sûresi'nin baş tarafından
dört âyet: (Elif lâm mîm ile başlayıp el-müflihîn'a kadar),
3- "Ve ilâhüküm ilâhün vâhidün"
âyetiyle Ayete11-Kürsî,
4- el-Ârâf Sûresinden "înne
rabbekümullahü" diye başhyan 54. âyet,
5- el-Mü"minûn Sûresinin sonundaki üç
âyet,
6- El-Cinn Sûresinin
üçüncü âyeti,
7- el-Sâffât
Sûresinin başından on âyet,
8- el-Haşr Sûresinin
sonundaki üç ayet,
9- "Kul
hüvallahü ehad" yâni Ihlâs Sûresi,
10- "Kul eûzü
bi-rabbil-felak" Sûresi,
11- "Kul eûzü
bi-rabbinnâsi" Sûresi. '
Sevgili Peygamberimiz, bu sûre ve âyetleri okuyarak
Allah'a olan duasını ve niyazim bitirdiği
ve bütün serlerden Allah'a sığınma sûreleri olan "Kul Eûzü" leri okuyarak
son verdiği zaman; o ârâbînin mecnûn olan kardeşi sapasağlam ayağa
kalktı ve sanki hiç hasta olmamışa döndü." [3]
------------------------
21
PEYGAMBERİMİZİN ÇEŞİTLİ CANSIZLARLA İLGİLİ MUCİZELERİ
Yiyecek ve Çakıl Taşlarimn Tesbîh Etmesi
Bezzâr, Taberânî, Ebû Nuaym ve Beyhekî Ebû Zerr'den rivayet
e-derler. O şöyle demiştir: Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tek başına oturuyordu. Ben gidip O'nun yanına oturdum, Az sonra yanımıza Ebû Bekir gelip oturdu. Daha
sonrada Ömer ve Osman gelip oturdular.
Peygam-berimiz'in önünde yedi tane çakıl taşı bulunuyordu. Peygamberimiz o çakıl taşlarım
alıp avucunda topladı. Bu çakıl taşları Peygamberimiz'in elinde, arıların vızıldaması gibi ses çıkararak tesbîh
etti. Ben, bu çakıl taşlarimn
sesini ve teşbihini kendim işittim. Sonra Peygamberimiz, e-lindeki bu taşları yere koydu. Onların teşbihi de duyulmaz oldu. Peygamberimiz, daha sonra bu taşları Ebû Bekir'in avucuna koydu. Taşlar daha önceki gibi
yine tesbîh etmeye başladı. Sonra Peygamberimiz bu taşlan alıp yere koydu. Taşların
teşbihi de işitilmez
oldu. Sonra bu taşları Ömer'in avucuna koydu. Taşlar yine
tesbîh etmeye başladı. Yere koyduğu zaman da taşların teşbihi duyulmaz oldu.
Sonra onları alıp Osman'ın eline koydu. Taşların
teşbihi yine evvelkiler
gibi duyulmaya başladı. Ben, bu seferinde dahi onların teşbihini kulağımla işitiyordum. Onlar, tıbkı
arı sesi gibi ses çıkararak tesbîh ediyorlardı. Sonra bunları alıp yere koydu.
Onların teşbihi de artık işitilmez oldu. Bunun üzerine . Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular:
"İşte bu, Peygamber'e
halife olmanın bir nişanesidir."
[1]
Bu konu ile ilgili
olarak Enes'den (radıyallahü anh) İbn-i Asâkir'in sevkettiği haber de ise şu fark vardır: "..Sonra Peygamberimiz bu taşları sırasıyla bizlerin eline koydu. Taşların
teşbihi artık duyulmuyordu."[2]
Ebû Nuaym, İbn-i Abbâs'tan nakledilen bir haberi şu şekilde vermemektedir: Hadramût hükümdarları
Resûlullah'ın huzuruna geldikleri zaman, içlerinde el-Eş'as
bin Kays da vardı. Bunlar dediler ki: "Yâ Muhammed, bizler senin için
aklımızda bir şey
tuttuk, bunun ne olduğunu bize haber ver bakalım!" Peygamberimiz de onlara şu karşılığı verdi:
"Sübhânellah!
Sizin bu dediğiniz, kâhinlere yapılır ve onların işidir.
Kâhinler ve onların kehânetleri ise, hiç şüphesiz cehennemdedir!"
Hadramût'tan gelen bu
siyâsîler, bunun üzerine dediler ki: "Peki bizler senin, kâhin değil de bir Peygamber olduğunu nereden bileceğiz?" İşte
onların bu sözü üzerine de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yerden bir avuç çakıl taşı
alıp elinde tuttu
ve:
"İşte bu taşlar,
Benim Allah'ın elçisi olduğuma şahitlik edecektir!" buyurdu. Derhal bu taşların Allah'ı tesbîh ettiği duyuldu. Taşların,
Resûlullah'ın elinde: "Sübhânellah, sübhânellah! = Allah her nevi kusur ve
ayıplardan münezzehtir!" diyerek tesbîhde bulunduğu açıkça duyuluyordu. Onlar dahî bunu
duyup gördüler ve tereddüdlerine son vererek şehâdet getirip müslüman
oldular." [3]
Ebû'ş-Şeyh, Kitâbu'I-Azamet adlı eserinde Enes bin
Mâlik'ten şöyle nakleder: "Bir gün Peygamberimiz'e (sallallahü aleyhi
ve sellem), tirid dedikleri yiyecekten getirdiler.
Bu sırada Peygamberimiz: "Bu yiyecek, Allah'ı tesbîh eder!"
buyurdu. Oradakiler dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, siz onun teşbihini
anlıyor musunuz?" Peygamberimiz: "Evet" buyurdu ve oradakilerden birini
çağırıp: "Haydi bu yiyeceği al ve şu arkadaşına yaklaştır. Onun tesbîh
etmekte olduğunu duymaya çalışsın!" buyurdu. O adamcağız da öyle yaptı.
Yiyecek kendisine yaklaştırılan adam da dedi ki: "Evet ey Allah'ın Resulü,
bu yiyecek Allah'ı tesbîh etmektedir." Sonra Peygamberimiz o
yiyeceği, sırasıyle birkaç kişiye daha yaklaştırmalarim emretti. Onlar da
aynen önceki arkadaşları gibi, o yiyeceğin tesbîh etmekte olduğunu duyduklarim
söylediler. Sonra Peygamberimiz bu yiyeceğin yerine konulmasını istedi. Bazıları
ise dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, emretseniz de buradakilerin hepsi, bu
yiyeceğin teşbihini teker teker duysalar." Peygamberimiz de
bunun üzerine şöyle buyurdular: "Eğer böyle yaparsam, içinizden birisi, bu
yiyeceğin tesbîh etmekte olduğunu duyamadığım söylerse, bunun bir günahı
sebebiyle duyamadığı gibi bir zanna kapılırsınız. Bu sebeble bu isteğinizi
yerinde bulmuyorum." [4]
Yine Ebû'ş-Şeyk Hayseme'den şu haberi
nakleder: Ebû'd-Derdâ bir gün tencerede yemek pişiriyordu, tencere birden yere
kapandı ve bu sırada tesbîh ettiği duyuldu.
Kardeşlik akdi sırasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından birbirleriyle
kardeşleştirilraiş bulunan Ebû'd-Derdâ ile Selmân-ı Fârisî, birlikte oturup
yemek yerler ve bu sırada sofralarındaki tepsinin ve yiyeceğin "sübhânellah!"
diyerek Allah'ı tesbîh ettiğini işitirlerdi.
(Bu haberi şu şekilde Kays'dan rivayet
edenler, Beyhekî ve Ebû Nuaym olmuştur).
[5]
Hurma Kütüğünün İnlemesi
Buharî'nin
bu hususla ilgili rivayeti şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem), önceleri hurma kütüğüne dayanarak
hutbesini okurdu. -Kendisi için minber yapıldıktan sonra, minber üzerinde
hutbesini irâd etmek için çıktığında, bu hurma kütüğünün sabî çocukların
ağlaması gibi bir ses çıkararak ağlayıp-inlediği duyuldu. Peygamberimiz de
bunun üzerine minberden inerek hurma kütüğünün yanına geldi ve onu kucaklayıp
susturmaya çalıştı. Hurma kütüğü, yavaş yavaş inlemesini azaltarak sustu.
Buyurdu ki: "Bu hurma kütüğü, Allah'ın zikrini duyması üzerine zaman zaman
ağlar idi. [6]
(Buhârî'nin Câbir b. Abdullah'tan başka bir rivayeti daha
vardır.)
Dârimî Abdullah bin Büreyde tarikiyle şu
haberi nakletmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem), hutbesini okurken hurma kütüğüne
dayanırdı. Kendisi için minber yapılınca, hurma kütüğünü terketti. Minber
üzerine çıkıp hutbesini okumaya başlayınca, hurma kütüğü feryâd etmeye başladı. Peygamberimiz de
bunun üzerine minberden inerek hurma kütüğünün yanına geldi ve mübarek elini
onun üzerine koyarak onu susturdu. Bu sırada kütüğe hitaben: "istersen seni
eski yerine dikeyim de orada eskisi gibi olasın! İstersen seni cennete dikeyim,
orada cennetin nehirlerinden sulanarak neşvü
nema bul, meyveler ver de Allah'ın dostları senin mpyveîerinden afiyetle
yesinler! Seçim senin, sen nasıl istersen öyle olsun!" buyurdu.
Kütük, Peygamberimiz'in bu ikinci teklifini kabul etmiştir. Zira
onlar Peygamber Efendimize sormuşlar: "Kütük h^ıngi şıkkı kabul
etti?" demişler. Peygamberimiz de onlara verdiği
ce-vabta: "O, cennette olmayı seçti" buyurmuştur.
(Bunu, aynı tarîkten ve Hazret-i Âişe'den olmak üzere Taberânî ile Ebû Nuaym dahi rivayet etmişlerdir.
Bu mealde bir rivayeti, Beğavî, Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir Übeyy bin Ka'b tarîkinden de rivayet etmişlerdir).
Ahmed, İbn-i Sa'd, Dârimî, İbn-i Mâce, Ebû Nuaym ve Beyhekî, İbn-i Abbâs'tan şu haberi nakletmektedirler: Peygamberimiz de minberden inerek hurma
kütüğünün yanına gelmiş ve onu kucaklayarak teskin
etmiştir. Bu sırada Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Ben, minberden inerek onu teskin etmesem,
o kıyamete kadar feryâd etmeğe devam ederdi!"
(Bu hususta ve bu
mealdeki bir rivayeti de Dârimî, Tirmizî, Ebû Ya'lâ, Beyhekî ve Ebû Nuaym, Enes bin Mâlik tarikiyle vermektedirler.),
İbn-i Sa'd, İbn-i Râhûye, Beyhekî, Sehl bin Sa'd el-Sâidî'den şu farklı haberi vermektedirler: "..Mescidte
bulunan ashâbtan bazıları da hurma kütüğünün yanına gelerek onun feryadından
müteessir olduklarından
orada ağlaşmaya başladılar
ve çokça ağladılar. Peygamberimiz de minberden inerek hurma kütüğünün yanına geldi ve mübarek elini onun üzerine koyarak
onu susturdu."
(Yine Beyhekî ile Ebû Nuaym'in bu mealdeki bir haberi, Ümmü
Seleme tarikiyle sevkedilmiş bulunmaktadır.)
Zübeyr bin Bekkâr da Medîneye Ait Haberler
adlı kitabında, Ebû
veddâ oğlu Muttalib'ten yaptığı rivayetle şu farklılık vardır: "..Peygamber'den ayrılmış olmak sebebiyle feryâd edip inlediği için onu ayıplamayimz! Çünkü Allah'ın Resûlü'nden ayrılmış olmak, hiç bir şey için, kolay
birşey değildir." [7]
İmâm-ı Beyhekî, Ebû Hatim el-Râzî tarikiyle Amr
bin Sevâd'dan şöyle rivayet etmektedir: "Bana İmâm Muhammed bin îdrîs el-Şâfiî dedi ki: Sânı Yüce Allah, Muhammed'e verdiğini, Peygamberlerinden hiç birine
vermiş değildir!" Ben de onun bu sözüne karşılık: "Peki, ölüleri dirilten Îsâ'ya dahî
vermemiştir, diyebilir misiniz?" dedim. İmâm-ı Şafiî de buyurdu ki: "Evet, ölüleri dirilten
isa'ya dahi vermemiştir! Zira sânı yüce Allah, Resulü
Muhammed'e hurma kütüğünün feryâd etmesi mucizesini vermiştir. Bu ise,
isa'ya verdiği ölüleri diriltme mucizesinden daha büyük bir
mucizedir!"[8]
Dağın Yerinden Oynaması Mucizesi
Buharî ve Müslim Enes'in şöyle dediğini rivayet ederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir gün yanında ashabından bazıları ile birlikte
Uhud (veya Hıra) dağimn üzerinde bulunuyordu.
Yanında bulunan ashabı ise Ebû Bekir, Ömer ve Osman idiler. Dağ, sallanmaya başladı.
Bunun üzerine Peygamberimiz:
"Dur ey dağ, dur! Senin üzerinde bir Peygamber, bir sıddîk ve iki şehîd
bulunmaktadır!" buyurdular.
(Ebû Ya'lâ ile Beyhekî'nin Sehl bin el-Sâidî'den rivayet ettikleri haber de,
aynen bu mealde bulunmaktadır. Yalnız bu ikisinin rivayetinde: "..Uhud
Dağı üzerinde bulunuyordu" denilmekte, ayrıca "Veya" şıkkı bulunmamaktadır.)
Müslim'in tek başına Ebû Hüreyre'den olan rivayeti de böyledir. Yalnız onun bu rivayetinde şu
fazlalık ve farklılık bulunmaktadır: "Peygamberimiz'in yanında Talha ile
Züheyr de bulunmakta idi. ve Peygamberimiz bu münâsebetle: "Dur yâ dağ, zira senin üzerinde ya bir Peygamber, ya bir sıddîk, ya da bir şehîd
bulunmaktadır!" buyurmuştur.
(İmâm-ı Ahmed'in, Büreyde'den olan rivayetinde ise, Uhud Dağının adı geçmemekte ve sâdece Hıra Dağı zikredilin ektedir.) [9]
Mimberin Yerinden Oynaması Mucizesi
Ahmed, Müslim, Nesaî ve İbn-i Mâce, İbn-i Ömer'den şöyle rivayet ederler:
"Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), minber üzerinde hutbesini
okuyor ve şöyle buyuruyordu: Kudreti sonsuz olan Allah gökleri ve yeri elinde
dürer de şöyle buyurur: Cebbar olan Benim! Yeryüzünde cebbârhk yapanlar hani
neredeler? Boş yere büyüklenip mağrur olanlar, hani nerdeler?"
Peygamberimiz, hutbesinde böyle buyuruyor ve
sağına soluna sallanıyordu. Hatta bu sırada
minbere baktığımda onun alt tarafimn
sallanmakta olduğunu gördüm. ve heyecana
kapılıp; "Neredeyse minber, Peygamberimizle birlikte yere düşecek!"
demekten kendimi alamadım."
Sahihtir kaydıyla Hâkim İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Bana Validemiz Hazret-i Âişe haber verdi ve dedi ki: Bir
gün ben, Peygam-ber'e (sallallahü aleyhi ve sellem), Yüce Allah'ın:
"Allah'ı gereği gibi bilemediler.
Halbuki kıyamet günü yer, tamamen O'nun avucu içindedir, gökler de sağ elinde durulmuştur.
O, onların ortak koştuklarından çok uzak ve yücedir!"[10] mealindeki
âyeti hakkında sordum. O da bana verdiği cevabta şöyle buyurdu:
"Yüce Allah buyurur ki: "Ben
Cabbâr'ım, Ben Benim." Bu şekilde Cenab-ı Hakk,
kendisini yüceltir de yüceltir. İşte bu şekilde Resûlullah Efendimiz bunu söylerken,
üzerinde bulunduğu minberle birlikte yere düşecek şekilde sağa sola sallanmıştır. Biz bu sırada:
"Hiç şüphesiz, Peygamberimiz minberle birlikte yere
düşecektir" demiştik.
Bezzâr ve İbn-i Adiyy de İbn-i Ömer'den şu haberi
vermektedirler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hutbesini okurken minber
üzerinde Zümer Sûresinin mezkûr âyetini sonuna kadar okuduğu zaman, öylesine şiddetli ve kuvvetli bir şekilde
okudu ki, üzerinde bulunduğu minberle birlikte şöyle üç defa
gidip geldi. Biz kendisinin düşeceğine
muhakkak nazarıyla bakmıştık, fakat böyle bir şey olmadı." [11]
Ölüp de Yerin Kabul Etmediği Kimse Hakkındaki Mucize
Buhârî ve Müslim ile birlikte Beyhekî ve Ebû Nuaym, Enes'ten şöyle rivayet ederler: "Adamın biri, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gelen ilâhi vahyi yazıyor (vahiy kâtipliği yapıyor) idi. Peygamberimiz'in kendisine: "Ayetin
sonunu: "Semîan basîrâ" olarak yaz!" emrine rağmen, "Alîmen hakîmâ" diye yazardı. Peygamberimiz kendisini ikâz buyurup:
"Aynen benim dediğim gibi yaz!" dedi. O ise kendi kendine "nasıl istersem öyle
yazarım" deyip itaatsizlik eder, Peygamberimiz1 in söylediğini aynen yazmazdı. Peygamberimiz kendisine:
"Bu âyetin sonuna ise, "alîmen hakîmâ" diye yaz!" buyurur,
bu sefer o: "Semîan basîrâ" diye yazardı."
Derken adam, irtidâd
edip İslâm'ı kesin olarak terk
etti, kaçıp müşriklere katıldı ve: "Ben, içinizde Muhammed'i en
iyi biîeninizim! Ben, ona vahiy kâtipliği yaparken, O'nun bana emrettiği gibi değil, kendimin istediği gibi yazardım!" diye konuşmaya başlamış. Derken ölüp gitmiştir. Onun geberdiği haberini alınca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Yeryüzü onun cesedini
kabul etmiyecektir!" buyurmuştur. Gerçekten de onun cesedini toprağa verdikleri zaman, yeryüzü onun cesedini
kabu-letmeyip dışarı atmıştır. Böylece mucize (efendimizin
verdiği haber) de gerçekleşmiştir."
Ebû Talha da der ki: Ben o adamın Öldüğü yere uğradığım
zaman, hâlâ onun cesedi dışarıda idi. "Bu ne
haldir?" diye sorduğumda, oradakilerden aldığım cevab: "Biz onu toprağa defnettik, fakat yeryüzü onu kabul etmedi"
şeklinde olmuştur.[12]
Peygamberimize Ya'lân İsnâd Eden Adam ve Onun Öldürülmesi
Hakkındaki Mucize
El-Mûsannef adlı kitabında
Aldürrezzâk, Beyhekî, Said bin Cü-beyr'den şu haberi
nakletmektedirler: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabından ensâra âit kasabalardan birine bir adam gelip:
"Beni size, Peygamberimiz gönderdi ve kasabanızdan falancanın kızını bana nikahlamanızı
emretti!" diye iddia etti. Halbuki onu Peygamberimiz göndermemişti. Bu şekilde
o, kendiliğinden Peygamberimiz'e yalah isnad etmişti. Bunun üzerine Peygamberimiz derhal o kasabaya AH ile
Zü-beyr'i gönderdi ve onlara: "Hemen oraya gidiniz ve onu sağ olarak bulursanız muhakkak öldürünüz! Fakat ben sizlerin onu
sağ olarak bulacağimza kani, değilim" buyurmuştur. Onlarda derhal yola çıkıp o kasabaya geldiler. Fakat o adamın
bir yılan tarafından sokularak ölmüş olduğunu gördüler."
Beyhekî, Atâ bin el-Sâib tarikiyle
Abdullah bin el-Hâris'in şöyle dediğini
nakleder: "Cedced el-Cündei adındaki adam, bir gün Yemen'e gelip bir
kadına aşık oldu. O, kendiliğinden bir yalan uydurup: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) size, o kadim bana göndermenizi
emretmiştir?" diyor. Onlar da şu karşılığı veriyorlar: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bizlere zinayı kesin olarak haram kılmıştır.
Seninle bizlere böyle bir haber
gönderip göndermediğini, bir adam göndererek Peygamberimiz'den sual eyliyeceğiz." Böyle diyorlar ve derhal bir adam
gönderiyorlar. Peygamberimiz de Bunun üzerine Ali'yi
Yemen'e gönderiyor ve ona: "Derhal o adama git. Eğer onu sağ olarak ele geçirirsen
derhal öldür, eğer ölmüş olarak bulursan cesedini ateşe verip yak!" buyuruyor. Ali derhal yola çıkmış ve
oraya vardığında Cedced'i ölü
olarak bulmuştur. Zira o, geceleyin su almak için dışarı
çıktığında, bir yılan kendisini sokup öldürmüştür." [13]
21-1 Mervân’ın Babası Hakem Hakkında Vukua Gelen
Mucize
Sahihtir
kaydiyle Hâkim, Beyhekî, ve Taberânî Ebû Bekr'in oğlu Abdurrahman'ın şu haberini vermektedirler: Mervân'ın babası Hakem
bin Ebû'l-As,
Peygamberin (sallallahü
aleyhi ve sellem) yanında oturur, Peygamberimiz konuştuğu zaman, yüzünü kımıldatarak O'nu alaya alırdı. Bu
yüzden Peygamberimiz de kendisine: "Hep böyle
ol!" diyerek bedduada bulundu. Böyle bir bedduaya uğramış olan Hakem, tâ ölünceye kadar hep böyle yüzünü kımıldatmak zorunda kaldı."
Yine Beyhekî İbn-i Ömer'den şu haberi vermektedir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir gün bir hutbe irâd ettiler. Peygamberimizin arka tarafında
bulunan bir adam, O'nun hutbesini, dilini çıkararak tekâza ve alaya a-lıyordu. Peygamberimiz de kendisine, bu
küstahlığı sebebiyle:
"Böylece kal!" diyerek bedduada bulundu.
Bunun üzerine adam, yerinde yığılıp kaldı. Onu oradan alıp evine götürdüler, tam iki ay kendisine
gelemedi. Sonra kendisine geldi ise de, Peygamberimiz1 in kendisi hakkında buyurdukları gibi, hep dilini
ve ağzim büküp dolandırır oldu."
Yine Beyhekî, Mâlik bin Dinar'dan şöyle
rivayet eder: Bana Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) zevcesi Hatice'nin oğlu Hind haber verdi ve dedi ki: Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hakem'e uğradı. Hakem, Peygamberimizi alaya alıcı yüz
hereketleri yapıyordu. Onu bu şekilde gören Peygamberimiz: "Allah'ım, onu
hep böyle yap!" diyerek bedduada bulundu. O da orada
büyük bir sarsıntı ve titreme geçirerek, hep böyle yapar hâle geldi."
(İmâm Beğavî de, bunun benzeri bir haberi
sevkeder ve "Mervân'ın babası Hakem, böyle
yaptı" der. Abdullah bin Ahmed de, Zeyâidü'z-Zühd
adlı eserinde aynı haberi vermekte ve: "Hakem bin Ebû'l-Âs, Peygamberimizin kendisi için bu şekilde beddua
etmesinden sonra, yerinden kalkmadan bu hâle geldi ve hep böyle yapar
oldu" der.)[14]
Ateşin Yakmaması Şeklinde Vukua Gelenmûcize
İbn-i Vehb, İbn-i Lühey'a'nın şöyle dediğini nakleder: Büyük bir fitne olarak zuhur eden Ya'lâncı Peygamberlerden Esved
el-Ansî, peygamberlik iddiasında bulunduğu zaman, emrindeki asker ve
adamlarla Yemen'deki San'â şehirini ele geçirmişti.
Züeyb bin Külâb'ı yakalatıp kendi yalanim tasdîk etmediği için ateşe attırmak istedi ve hazırlattığı ateşe attırdı ve ateş kendisine bir zarar vermedi. Durumu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabına haber verdiği zaman, Ömer tbnü'l-Hattab (radıyallahü anh), büyük bir sevinç ve sürür duyarak:
"İbrahîm (aleyhisselâm)'ın ateşte
yanmasına izin vermeyen Yüce Allah'ın, ateşin kendisine zarar vermediği bir şahsiyeti bu ümmette de göstermesi sebebiyle,
Yüce Allah'a çok hamdederim" demiştir."
(Bu hususta Kitâbü's-Sahabe adlı kitabında
Abdan şöyle demektedir: Olayda adı geçen Züeyb: Küleyb bin
Rabîa'nın oğlu Züeyb bin Kü-leyb
el-Havlânî'dir. Yemenliler içinde ilk defa
müslümanlığı kabul eden
şahsiyettir. Resûlullah ile bizzat sohbet edip etmediğine dâir bize ulaşan
bir bilgi bulunmamaktadır. Künyesi Ebû Müslim'dir.)
İbn-i Asâkir, Ebû Bişr künyesi ile anılan Cafer bin Ebû Vahşiye tarikiyle şu haberi
nakletmiştir: Havlân'lı bir adam, müsîüman olduğu
zaman, kavmi kendisini müslümanhktan çevirmek için zorladı, o da red edince onu
ateşe attılar. Ateş onu yakmadı,
sâdece abdest alırken yıkanan uzuvlarimn dışında
bazı yerleri biraz zarar gördü. Ebû Bekir'in halifeliği zamanında Medine'ye geldi ve halîfe ile tanıştı.
Halîfe kendisine: "Benim için dua ve istiğfar ediver!" ricasında bulundu.
O da Ebû Bekir'e hitaben
şu karşılığı verdi: "Siz, dua ve
istiğfar edivermeğe
daha lâyıksınız!" Halife de
kendisine: "Sen Allah yolunda azâb olunan, ateşe atılıp yanmamış bulunan bir
adamsın ve benim için dua ve istiğfar edi-vermelisin!" O da halîfenin bu ricası üzerine, onun için dua ve
istiğfar ediverdi."
(Züeyb bin Külâb
-yâni Ebû Müslim el-Havlânî- sonra Şam'a
gitti. Şam'lılar kendisi hakkında şu
benzetmeyi yaparlardı: Bu Ebû Müslim el-Havlânî, İbrâhim (aleyhisselâm)'a benzemektedir.) [15]
Yine İbn-i Asâkir, îsmâîl bin Ayyaş tarikiyle Şürahbil bin Müslim'den
şu haberi nakletmiştir: Esved el-Ansî Yemen'de Peygamberlik davasına kalkıştığı zaman, Ebû Müslim el-Havlânî'yi yakalatıp huzuruna getirtti ve
ona: "Sen, benim Peygamber olduğumu tasdik eder misin?"
diye sordu. O da: "Kulağım işitmiyor!" diyerek karşılık verdi. Esved: "Peki Muhammed'in Peygamber olduğunu tasdik ediyor musun?" diye sordu. O da:
"Evet" karşılığim verdi. Bunun üzerine gadaba gelen el-Esved, büyük
bir ateş yaktırdı ve onu bu ateşe
attırdı. Ateş ise ona zarar vermedi. Esved'e yakınları, Ebû Müslim'i sürgün etmesini, aksi halde
kendileri için çok zararlı olacağını telkin etmişler. O da onu
sürgün etmiş. Bunun üzerine yola çıkan Ebû Müslim, Medine'ye gelmiş. Ebû Bekir,
kendisinin gelişi üzerine: "İbrâhim (aleyhisselâm) gibi ateşe
atıldığı halde ateş
kendisine zarar vermemiş olan bir adamı, şu ümmet içinde bize gösteren ve onunla tanışmayı
nasib eden Yüce Allah'a, hamd ü senalar olsun!" demiştir.
(Bu olay sebebiyle Havlanlılar, Ansîler
ile karşılaştıkları zaman:
"Sizin hemşehriniz olacak Esved
el-Ansî bizim hemşehrimiz Ebû Müslim'i ateşe attırmış, fakat ateş kendisine bir zarar
vermemiştir" derlermiş.) [16]
İbn-i Sa'd şöyle der: "Bana Yahya
bin Hammâd söyledi. Ona Ebû Uvâne, ona Ebû Belec, ona da Amr bin Meymûn haber
vermiştir, Amr demiştir ki: "Bir gün müşrikler, Ammâr bin Yâsir'i ateşe
attılar. Resûlullah Efendimiz de ona uğruyor, onun başim eliyle okşuyor
ve şöyle diyordu: "Ey ateş sen ona karşı
da serin ve selâmet ol, Ammâr'ı yakma! Nitekim İbrâhim'e (a.e.) karşı da serin ve selamet olmuştun, onu yakmamış tın!"
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu münasebetle şunu da söylüyordu: "Ey Ammâr, sana ben acıyorum. Seni,
kendi halifelerine isyan etmiş bir zümre katledecektir." [17]
Ebû Nuaym, Abbad bin Abdü's-Samed'den
şöyle nakleder: Bir gün biz., Enes bin Mâlik'in evine gitmiştik. Enes: "Ey câriye sofrayı kur" diye seslendi.
Câriye de hemen sofrayı getirdi. Sonra Enes, "mendili getir" dedi.
Hizmetçi kız da bir mendil getirdi. Enes: "Hemen fırim yandır"
dedi. Fırın yakıldı ve Enes o kirli mendili fırın içine -ateşe-
attı. Sonra tertemiz ve bembeyaz
bir şekilde çıkardı. Biz hayret ettik ve: Tâ
Enes bu nedir?"-diye sorduk. Enes de bizlere şu karşılığı verdi: "Bu mendil, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) sağlığında kullandığı mendildir. Bununla Efendimiz,
mübarek yüzlerini silerlerdi. Biz bunu, kıymetli bir
hâtıra olarak saklar ve de yüzümüzü silerek kullanırız. Kirlendiği zaman da, böylece sizlerin de
gördüğünüz veçhile ateşe
bırakıp temizleriz. Zira ateş, Peygamberlere ait
olup onların mübarek yüzlerine değmiş olan eşyadan herhangi bir şeyi yakmaz."
(Bu hadisin râvîsi Abbâd bin Abdüs-Samed
zayıftır. Buhârî onun hadislerinin münker
olduğunu söyler, tbn Adiy ise: "Onun bütün rivayetleri
Ali'nin faziletine dâirdir, o çok aşırı
bir şîîdir"
der.)[18]
Asanın (Bastonun), Kamçimn ve Parmakların Işık vermesi
Mucizeleri
Hâkim, Beyhekî ve Ebû Nuaym Ebû Abs bin Cebr'den şöyle
rivayet ederler: "Ebû Abs, günün beş vaktini Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte kılar, sonra Harise Oğullarimn yurduna dönerdi. Yine
böyle bir gün, günün son namazı olan yatsı
namazını Hazret-i Peygamberin arkasında» ona uyarak kılmış ve
namazdan sonra yola çıkmıştı. Gece çok karanlık ve
yağışlı idi. Elindeki asası ışık vermeye başladı ve önünü aydınlattı. Harise
O-ğulları yurduna varıncaya kadar da ışık vermeye devam etti." [19]
Buhârî Enes'ten şöyle rivayet
eder: "Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabından iki adam, karanlık bir gecede Hazret-i Peygamber'in huzurundan ayrılarak yola koyuldular. Yanlarında,
yâni bunlardan her birinin önünde bir kandil
gibi iki adet ışık meydana geldi ve onların önünü
aydınlattı. Bu iki arkadaş yol ayırımına
geldikleri ve birbirinden ayrıldıkları zaman da bu iki kandilden her biri,
onlardan birinin önünce giderek yolunu aydınlatmaya devam etti. Hattâ o
kişi evine varıncaya kadar devam etti."
İbn-i Sa'd, sahihtir kaydiyle Hakim, Beyhekî ve Ebû Nuaym'inyine Enes'ten rivayetleri ise
şöyledir: "Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabından Abbâd bin Bişr ile Üseyd bin Hu<Jayr, bir ihtiyaçları sebebiyle Hazret-i Peygamber'in
yanında idiler. Bir müddet geçmişti ve çok karanlık bir
gece idi. Asalarim ellerine alarak
Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) huzurundan ayrılıp yola koyuldukları
zaman, bunlardan birinin asasında bir ışık meydana geldi ve önlerini yetecek derecede aydınlattı. Bunlar böylece
yollarına devam edip birbirinden ayrıldıkları zaman, diğer sahabinin
asası önünde de bir ışık meydana geldi. Böylece her ikisi evlerine varıncaya kadar bu ışıktan
aydınlanmaya devam etti."
Ebû Nuaym'in tek başına ve yine başka birttarîk ile Enes'ten naklettiği haber de şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Ömer, bir gün gecenin geç vaktine
kadar Ebû Bekir'in evinde kalıp konuşmaya
devam ettiler. Sonra çıkıp yola koyuldular. Ebû Bekir de onlarla birlikte çıktı. Gece çok karanlık idi. Fakat onlardan
birinin elindeki asada bir ışık meydana geldi ve
onlar yerlerine varıncaya kadar önlerini aydınlatmaya
devam etti."
Beyhekî, Ebû Nuaym ve Târih'inde Buharî Hamza el-Eslemî'den şöyle
rivayet ederler: "Bir gün biz, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında idik ve onunla birlikte seferde
bulunuyorduk. Gecenin zifiri karanlığında yolumuza devam ediyorduk ve nihayet
birbirimizden ayrıldık. Tam bu sırada benim parmaklarımın ucunda bir ışık meydana geldi. Benimle birlikte seferine devam edenler, kendileri
ve binit hayvanları bu ışıktan faydalanarak yolumuza devam
ettik. İçimizden hiç biri karanlık
sebebiyle bir zarar görmedi, hayvanlarımızdan her hangi biri, yanlış bir
adım atıp da yükünü veya sahibini atmadı." [20]
Ebû Nuaym Ebû Scâd el-Hudri'detı şöyle rivayet eder: "Çok karanlık ve yağışlı
bir gece idi. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), yatsı namazını kıldırmak üzere dışarı
çıktığı zaman şiddetli
bir şimşek çaktı ve ortalığı ışığa boğdu. Bu
sırada yakimnda Katâde bin Nûmân'ı gören Hazret-i Peygamber ona: "Ey Katâde, namazı kıldıktan sonra
hemen ayrılma ve beni bekle! Sana olan emrimi aldıktan sonra yoluna devam et!
buyurdu. Namaz kılındıktan sonra Hazret-i Peygamberi bekleyen Katâde bin
Nûmân'a Peygamberimiz, bir baston verdi ve: "Bunu
eline al ve onun vereceği ışığın aydınlığında yoluna devam et! Bu senin ön tarafından on zira, arka tarafından da on zira
kadar mesafeyi aydınlatacaktır!" buyurdu. [21]
Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz İçin Onların Eve
Gidecekleri Sırada Aniden Bir Işığın Beliri-vermesi Mucizesi
Sahihtir
kaydiyle Hâkim, Beyhekî ve Ebû Nuaym Ebû Hüreyre'den şöyle rivayet
ederler: "Bir gün biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte yatsı namazını kılmıştık. Peygamberimiz bizlere namazı
kıldırırken, Hasan ve Hüseyin efendilerimiz de O'nun yanında idiler ve henüz
çocuktular. Peygamberimiz secdeye vardığı zaman,
hemen O'nun arkasına atlıyorlardı. Peygamberimiz de başım
secdeden kaldırdığı zaman onları tutup sağına ve soluna bırakıyordu. Onlar, tekrar diğer secdede de böyle yapıyorlar, Peygamberimiz de öyle yapıyordu. Namaz kılimp bitirildiği zaman, onlar her ikisi de Peygamberimiz'in önünde duruyorlardı. Ben Hazret-i Peygamber'e yaklaşarak: "Ey Allah'ın Resulü, onları evlerine götü-rüvereyim mi?" diye
sordum. Peygamberimiz: "Hayır"
buyurdular. Derken aniden bir ışık belirdi. Bunun üzerine Peygamberimiz, onlara hitaben: "Haydi,
şimdi derhal evlerinize gidiniz!" buyurdu. Onlar da yürüyerek evlerine
gittiler. Fakat, evlerine ulaşıncaya kadar hep bu ışığın
aydınlığında yürüdüler ve hiç karanlık görmediler." [22]
Ebû Nuaym, yine Ebû Hüreyre'den fakat
başka bir tarîkten olmak üzere şu haberi nakletmiştir: "Bir gün Hasan,
Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) yanında idi. Vakit gece idi ve çok
karanlıktı. Peygamberimiz, torunu Ha-san'ı çok
seviyordu. Hasan: "Ben anama gideceğim" dedi. Bunun üzerine ben, hemen: "Onu
evine götüreyim yâ Resulallah" diyerek izin istedim. Fakat Peygamberimiz "hayır"
dedi ve izin vermedi. Derken semâdan bir ışık
geldi ve Hasan'ın önünde
durdu. Peygamberimiz de bunun üzerine
Hasana evine gitmesini emretti. Hasan yürüyerek anasına gitti. Fakat anasının
yanına varıncaya kadar hep bu ışığın aydınlığında yürüdü
ve hiç karanlık görmedi." [23]
Güneşin Batmasından Sonra Gerî Gelmesi Mucizesi
İbn-i Mende, İbn-i Şâhîn ve Taberânî (senedlerinden bazıları Sahîh-i Müslim'in şartlarına uygun olarak), Esma bint-i Umeys'ten şu haberi naklederler:
"Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) vahiy gelirken, kendileri
Ali'nin dizleri üzerine başim koymuş bir şekilde uzanmakta idiler. Ali, henüz
ikindi namazını kılmamış idi. Derken O, ikindi namazını kılamadan güneş battı.
Bunun üzerine Peygamberimiz şu duada bulundular: "Ey Allah'ım, o senin ve
senin Resulünün itaatinde
idi, bu yüzden namazını kılamadı. Güneşi onun üzerine geri çevir de
namazını vaktinde lalsın!"
Esma der ki: Ben, bu olay sırasında güneşin
battığim, sonra battığı yerden doğup geri geldim' gördüm."
[24]
Yine Taberânî iyi bir senedle Câbir'den
şunu anlatmaktadır: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) güneşe bir müddet gecikmesi için emretti, güaıeş de Bunun üzerine gecikti ve
gecikmiş olarak battı." [25]
Mübarek Elini Koymasıyla Kartal Resminin Kaybolması
Mucizesi
Beyhekî Âişe'den şu haberi nakletmiştir: Bir gün ben, kırmızı renkli bir pike ile örtünmüş yatıyordum. Az sonra Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yanıma geldi. Örtündüğüm pikede bir resını vardı. Peygamberimiz onu görünce şiddetle alıp attı ve: "Kıyamet günü insanların en
çok azab görecek olanları, Allah'ın yaratmasına benzeterek canlı
resmi yapanlardır" buyurdu.
Yine Âişe dedi ki: "Bir
gün Hazret-i
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), elinde kartal resınıli bir
kalkan ile yanıma geldi. Sonra elini kartal
resminin üzerinde gezdiriverdi. Yüce Allah, kalkan üzerindeki o kartal resmini
derhal gidermişti [26]
İbn-i Sa'd, İbn-i Ebî Şeybe ve İbn-i Asâkir, Mekhûl'dan naklen şu haberi
vermiştir: Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) bir kalkanında bir koç başı
resmi vardı. Bu resmin bulunmasından Hazret-i Peygamber rahatsız olmuştu.
Aynı günün sabahında baktık, kalkan üzerindeki bu resınıden hiç bir eser
kalmamıştı.
İbn-i Mende, Beyhekî, İbn-i Seken, İbn-i Sa'd, İbn-i Asâkir ve Târîk'inde Buharî: Ebû'ş-Şa'sâ'nın kızı Âmine ile Kutbe bin el-Alâ'dan şu
haberi nakletmişlerdir: "Bir gün ben, Peygamber'in (s.av.) yanına gitmiştim
ve müslüman olmaya da kararlı idim. Yanında bazı köleler
de vardı. Ben hiç tereddüd ve tevakkuf etmeksizin İslâm'ı kabul ettim. Buna
oldukça sevinen Hazret-i
Peygamber {sallallahü aleyhi ve sellem), mübarek elini başımın ü-zerinde gezdirerek bana iltifatta
bulundu."
Yukarıda adı geçen râvîlerin her ikisi
de, Ebû Süfyân'ın bir kölesi
hakkındaki bu olayla ilgili olarak demişlerdir ki: "Onun yaşı hayli ilerlediği zaman, başına kır düşmüştü. Fakat Hazret-i Peygamber'in mübarek elini gezdirdiği yer, aynen o zamanki gibi sınısiyah idi." [27]
İbn-i Sa'd, İbn-i Mende, Beğavî ve İbn-i Asâkir,
Sâib bin Yezîd'in azatlısı At&'dan şu haberi nakletmişterdir:
"Efendim Sâib'in başındaki saçı,
tepesinden alnına doğru
siyah diğer kısınıları ise beyaz idi. Ben e-fendim
Sâib'e dedim ki: "Efendim, sizin saçimzın bu durumu nedir? Ben
bunda, başkalarında görmediğim şaşılacak bir durum görüyorum!"
O da bana cevabında dedi ki: "Evladım, ben sana merak ettiğin durumu haber vereyim, şöyle ki: Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bana uğramıştı. O sırada benim
yanımda küçük çocuklar da bulunuyordu. Hazret-i Peygamber bana: "Senin adın nedir?" diye sordu.
Ben de cevabımda: "Sâib" dedim ve Yezîd'in oğlu olduğumu söyledim. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber mübarek eliyle başımı mesh etti ve: "Allah seni mübarek eylesin! Başim mesh ettiğim yer de ebediyen ağarmasın!"
buyurdu, İşte bu sebebten başımın bu kısmı, hiç siyahlığim kaybetmemektedir."
Buharî Târih'inde ve Beyhekî Mukammed bin Enes'in oğlu Yu-nus'tan, o da babası Muhammed'den şu
haberi vermektedir: "Ben henüz iki haftalıkken Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye teşrîf etmişler. Beni
gördüğünde de başımı
mübarek eliyle okşayıp: "Allah seni mübarek kılsın" diye dua
buyurmuşlar. Sonra da: "Ona benim adımı veriniz, fakat
künyemi vermeyiniz!" buyurmak suretiyle de, adının Muhammed olmasını emretmişlerdir.
Sevgili Peygamberimizi Veda Haccim edâ buyurdukları sırada ise benim yaşım, on idi."
Yunus bin Muhammed
der ki: "Sabam, yaşı hayli ilerlediği
zaman bütün saçı ağarmıştı. Fakat Peygamberimiz'in mübarek eliyle mesh ettiği kısını, sınısiyah duruyordu."
(Taberânî'nin Muhammed Fedale'den sevkettîği rivayet de bu mealdedir.)
Beyhekî ve Mûcem'inde Beğavî Ebû'l-Vaddâh
bin JSeleme el-Cühenl'den, o da babasından, o dahî Amr bin Teğleb el-Cüheni'den şöyle rivayet
eder: "Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile karşılaştığım zaman, hiç te-reddüd vfe
tevakkuf etmeksizin hemen müslüman oldum. Peygamberimiz de iltifat buyurup mübarek
eliyle yüzümü okşadılar."
İşte Bu Amr bin Teğleb el-Cühenî, tam yüz sene yaşadığı halde, Peygamberimiz kendisini sevip okşadığı zaman, O'nun mübarek elinin dokunduğu yerlerin saçı hiç kırarmamıştır.
Gerek sakalı, gerek başı, bu durumda idi."
Taberânî ve İbn-i Seken, Mâlik bin Umeyr (ömercik) ten şu haberi verirler:
"Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yüzümü eliyle mesh etti. İşte yaşım bu kadar ilerlemesine rağmen, O'nun mübarek elinin değdiği kısımlar, hiç
kırarmamaktadır."
Zübeyr bin Bekkâr da
Ahbârü'l-Medine adlı eserinde Abdurrahman bin
Sa'd'ın oğlu Muhammed'den şöyle
rivayet eder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ubâde bin Sa'd'ın başim okşamıştı ve ona hayır duada
bulunmuştu. O, tam seksen
yaşındayken vefat ettiği
halde, saçı hiç kırarmamıştı."
İbn-i Asâkir ve İshak el-Remll Beşîr bin Akrabe el-Cühenî'den şu
haberi naklet mistir: "Babam, Uhud Savaşı
sırasında şehid olduğu zaman ben ağlayarak Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) geldim. Benim ağlamakta olduğumu gören Hazret-i Peygamber:
"Evlâdım ağlama, bak ben senin baban
olayım, Âişe de anan olsun! Sen buna razı olmaz
mısın?" Peygamberimiz böyle buyurdu mübarek
e-liyle de başımı okşadı.
İşte sizlerin de gördüğünüz gibi, başımın
her taran kırlaştı, fakat Peygamberimiz'in mübarek elinin dokunduğu yer hiç kırlaşmadı, sınısiyah
duruyor."
Yukarıda geçen bu rivayette, onun şöyle dediği de kayıtlıdır: "Ve benim dilimde kekemelik vardı. Sevgili Peygamberimiz, mübarek tük-rüğünden sürerek dilimdeki kekemeliği de tedavi etti. Ayrıca bana: "Senin adın
nedir?" diye sormuştu. Ben de adının "Becîr" olduğunu söylemiştim. Bunun üzerine Peygamberimiz: "Senin adın,
bundan böyle Beşîr'dir" buyurdu ve adımı bu şekilde değiştirdi."
Tirmizi hasendir
kaydiyle, Beyhekî sahihtir diyerek Albâ bin
Ah-mer'den o da Ebû Zeyd el-Ansârî'den şu haberi naklederler: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), mübarek eliyle başımı ve sakalımı mesh etti, sonra: "Allah'ım, bu
kuluna güzellikler ver!" diyerek dua ve niyazda bulundu."
Haberin râvîsi der
ki: "O, yüz küsur yaşına girdiği halde, sakalında hiç beyazlaşma
olmadı. Yüzünde de herhangi bir kırışma ve pürüz meydana gelmedi. Yüz küsur yaşında vefat ettiği zaman da hep böyleydi."
İbn-i Ebî Şeybe, Ebû Nuaym ve sahihtir kaydiyle Hâkim, Ebû Nü-heyk el-Ezdî'den, o Ebû
Zeyd el-Ensârî'den, o daAmr binAhtab'tan şöyle rivayet ederler; "Bir
gün Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) su içmek istediler. Ben koşarak
kendisine su getirdim. Fakat su kabimn
içinde bir kıl vardı. Bu kılı usulca aldım ve sonra suyu Peygamberimizde verdim. Peygamberimiz de benim kendisi
için olan ihtimamıma memnun olarak: "Allah'ım, bu kuluna güzellikler
ver!" diye dua buyurdular.
Haberin râvîsi der
ki: "Ben kendisiyle karşılaştığım zaman onun yaşı, tam doksan üç idi. Başında
veya sakalında, bir tek beyaz saç yoktu." [28]
Peygamberimizin Mübarek Elinin Eseri Olarak Derde Deva, Yüz
Parlaklığı, Hoş Kokma ve Saç Bitme Şeklindeki Mucizeler
Ahmed, Târih'inde Buhârl, İbn-i Sa'd, Ebû Ya'lâ, Beğavî, Hasan bin Süfyân, Taberânî ve Beyhekî, Hamala bin Huzeym'den şu haberi
nakletmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün onun başim mübarek
eliyle mesnetti ve ona dedi ki:'Yüce
Allah, sende birtakım bereketler meydana getirsin!" İşte Hazret-i Peygamberin bu duasına mazhar olan Hanzala hakkında el-Zeyyâl der
ki:
"Göğsü şişmiş bir
koyun, verem hastalığına yakalanmış bir deve veya insanı
tedavi edivermesi için Hanzala'ya getirirlerdi. O da elinin i-cine püskürür,
sonra bu elini: "Allah'ın adı ve izni ile! Allah Resûlü'nün mübarek elinin
eseri üzerine" diyerek o hasta olan yerin Üzerine
kor, o kısmı meshederdi. O hastalık (şişkinlik)
de Allah'ın izniyle geçerdi."
Beyhekî, Ebû'l-Alâ'nın şöyle dediğini nakletmektedir: "Bir
gün, hasta yatmakta olan Katâde bin Melhân'ın
ziyaretine gitmiştim. Bu sırada evin arka tarafından bir adamın
geçmekte olduğunu Katâde'nin yüzüne
bakarak farketmiştim. Yani pencerenin arkasından geçmekte
olan birisi ayna gibi parlamakta olan Katâde'nin yüzünden görülmekte idi. Sebebi ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Katâde'nin yüzünü eliyle
meshetmîş-ti. Ben ise Katâde'yi sık sık göremezdim.
Bu hastalığı sırasındaki ziyaretim esnasında da İşte onur yüzünün, böyle bir
ayna gibi parlamakta olduğunu müşâhade ettim,"
Buhârl Târih'inde, Beğavî, İbn-i Mende, Ebû Nuaym, İbn-i Şahin
ve Delâil adlı kitabında Sabit, çeşitli tarîklerden ve Bişr bin Muâviye'den şu haberi
naklederler: Bişr, babası Muâviye bin Sevr ile birlikte
Pey-gamber'e (sallallahü
aleyhi ve sellem) geldiklerinde,
Rasulullah Bişr'in başim eliyle meshe-derek okşamış. Sonra yüzünü de meshetmiş ve onun için hayır duada bulunmuş. Peygamberimiz'in mübarek elinin bir
eseri olarak onun yüzünde, atın alnındaki beyazlık gibi bir beyazlık parlardı.
Kendisi için olan duası sebebiyle de, Bişr herhangi bir hastalığı meshettiği zaman, o hastalık iyi olur, şifâ bulurdu."
İbn-i Şahin şu haberi
vermektedir: Huzeyme bin Âsını el-Ukelî, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) huzuruna gelerek müslüman
olmuş, Peygamberimiz de onun yüzünü eliyle
meshetmiştir. İşte bu zât, bu sebeble ölünceye kadar yüzünün
güzelliğini ve tazeliğini hiç kaybetmemiştir."
Taberânî (gerek büyük, gerek orta
Mûcem'inde) güzel bir senedle ve Beyhekî, Utbe bin Ferkad'ın
hanımı Ümmü Âsını'dan şu haberi vermektedirler: "Biz, Utbe'nin nikâhında dört
hanım idik ve içimizden her birimiz, Utbe'ye karşı daha sevimli görünebilmek için daha fazla süslenip kokulanmayı
severdik. Utbe ise, hiç bir koku sürünmediği halde, bizden daha iyi kokardı ve
evinden çıkıp insanların yanına gittiği zaman insanlar; "Biz bundan daha hoş bir koku duymadık" derlerdi. Biz, bir gün
kendisine bunun sebebini sorduğumuzda Utbe'nin cevabı şöyle oldu: "Bir gün ben,
sevgili Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında hastalanmıştım.
Cildim üzerinde yer
yer şişkinlikler olmuş, müthiş kaşıntı
yapıyordu. Çridip Hazret-i Peygamber'e hâlimi arz ettim. O da bana, avret yerim hâriç,
bütün vücûdumu açmamı emretti. Ben de O'nun emrine uyarak açtım ve O'nun
huzurunda oturdum. O da mübarek elinin içine püskürdü, sonra eliyle arkamı
mesnetti. Sonra ben şifa bulup hastalığımdan kurtuldum. İşte o günden itibaren de bende böyle çok hoş bir koku
meydana gelmiş oldu ve de hiç eksik olmadı."
Beyhakî ile İbn-i Asâkir'in ise Vâil bin Hucr'dan rivayeti şöyledir; Ben,
Peygamberle (sallallahü
aleyhi ve sellem) el tutuşup müsâfaha
ederdim. Aradan üç gün geçtiği halde, O'nun mübarek elinin bir
eseri olarak benim elimde miskten daha hoş bir koku bulunurdu."
Beyhekî Ebû't-Tufeyl'den şu haberi
nakleder: Leys Oğullarından bir adam şiddetli baş ağrısı çekiyordu. Perrâs bin Amr adındaki bu kişi,
babası tarafından Hazret-i
Peygamber'e
götürülmüştü. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise onun iki gözünün araşma düşen kısmın etini tutup çekti. Adamın şiddetli baş ağrısı da bu suretle geçmiş oldu. Aynı zamanda onun iki gözü
arasındaki o yerde kıl meydana geldi."
Haberin râvîsi Ebû't-Tufeyl der ki: Aradan bir müddet geçtikten sonra
bir gün Ferrâs'a rastladığımda, dikkat ettim ve onun iki gözü a-rasuıda çıkan kılların, kirpi kılı gibi sert ve gür olduğunu gördüm. Sonra zaman geçti,
bazı kimseler halîfe Ali'ye isyan ettiler. Hârûrâ'h bu kimselerle birlikte Ferrâs
da isyan etmek istedi. Fakat babası onu bağlayıp habsetti. Bu sırada, Peygamber'in elinin eseri olarak
taşıdığı iki gözü arasındaki kıllar da döküldü. O da bunu iyi karşılamadı. Kendisine dediler ki: "Bu sana, akimi
başına alıp tevbe etmen için bir işarettir.
Hatanı itiraf edip tevbe etmelisin!" O da onların bu uyan ve
tavsiyelerine uyarak bir güzel tevbe etti. Bir müddet sonra, iki gözü arasındaki o kıllar yeniden bitti."
Beyhekî, yine Ebû't-Tufeyl'den ve başka
bir tarîkten de şu haberi verir: Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında adamın biri bir oğlan çocuğu dünyâya gelince onu alıp Hazret-i Peygamber'e getirdi. Peygamberimiz o çocuğun alnim eliyle meshedip okşadı ve onun için hayır duada bulundu. Sonra bu çocuğun
alnında at yelesi gibi saç bitti. Bu çocuk büyüdü ve Haricîler zamanında onlara
katılmak istedi. Alnındaki perçemi de dö-külüverdi. Kendisine nasihatta bulunup:
"Üzerindeki Hazret-i
Peygamber'in mübarek hâtırasını ve bereketini
kaybettin. Belliki hatalı bir yoldasın. Hatanı itiraf edip bir güzelce tevbe
etmelisin!" şeklinde
sözler söylenildi. O da bu söze bakıp teybe etti.
Sonra alnındaki saç yeniden bitti."
Tabakât'ında İbn-i Sa'd ise şöyle demektedir: "Heleb bin Yezîd,
Peygamberin (sallallahü
aleyhi ve sellem) huzuruna geldiği zaman, başı
saçkıran (kellik) hastalığına yakalandığından saçsız idi. Peygamberimiz'in, onun başim mübarek eliyle
meshetmesi sebebiyle, saçı yeniden bitti, tşte bu yüzden de ona Heleb
denildi. [29]
Diğer Bir Mucize
Hâkim, Hamala bin Kays'tan şöyle rivayet
ediyor: "Abdullah bin Amir bin Küreyz, bir gün Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) huzuruna getirildi. Oldukça
hasta idi. Hazret-i Peygamber onun üzerine püskürdü ve
iyilişmesi için hayır duada bulundu. Abdullah
ise bu sırada, ağız kısmına isabet eden tükrük zerreciklerini yalanıp yutmaya
çalışıyordu. Abdullah, sanki hiçbir şikayeti yokmuş gibi
şifâ buldu ve kendisi için yapılan dua bereke-tiyle,
her nereye gitse, orasını suya kavuşturur oldu." [30]
Peygamberimizin Hâtem-lşerîfi ile İlgili Vukua Gelen Mucize ve
Fevkalâdelikler
Beyhekî sahihtir kaydiyle Saîd bin
Müseyyeb'ten şu haberi naklet-mistir: "Zeyd bin Hârice el-Ansârî ki
el-Hâris bin el-Hazrec Oğulların-* dandır, halife Osman zamanında
vefat ettiği zaman, ölümü
kesinleştiği için üzeri bir çarşafla örtülmüştü. Bir müddet sonra
göğsünde bir gürültü işitildi ve şöyle konuşmaya başladı: "ilk kitabda Ahmed, Ahmed diye yazılı olması, gerçektir, gerçek! Maddî güç
ve beden itibariyle zayıf ve fakat Allah yolundaki azını ve iradesiyle kavî
olan Ebû Bekir. Bu da
gerçektir, gerçek! Ömer bin el-Hattâb, hem kuvvetli hem de emniyetlidir.
Bu da gerçektir, gerçek! Osman bin Aifân da onların
yolu üzerindedir ve dört
sene geçmiştir, iki sene sonra ise fitneler yüzgösterecektir.
Kuvvetli zayıfı yiyecek, kıyamet kopacaktır. Sonra ordunuzdan Eriş Kuyusu ile ilgili haber
gelecektir. Eriş Kuyusu haberi nedir bilir misiniz?"
Sonra bir adam daha
vefat etmişti. Bunun dahi Ölümü kesinleştiği için üzeri Örtülmüştü. Bunun da
göğsünden bazı gürültüler işitildi ve şöyle konuşmaya başladı: "el-Hâris bin el-Hazrec Oğullarimn kardeşi, gerçekten doğrudur, doğru!"
Bu haberlerin râvîsi
bulunan Beyhekî der ki: "Eriş
Kuyusunun haberi şöyledir: Peygamber f sallallahü aleyhi ve sellem) bir yüzük edinip parmağına takmıştı. Peygamberimizin vefatından sonra bu
yüzüğü Ebû Bekir takındı. Sonra Ömer, sonra Osman takındılar. Bir gün Osman'ın parmağından Eriş Kuyusuna düştü. Bu sırada Osman'ın halifeliğinin altı senesi geçmiş bulunuyordu, İşte bu olaydan sonradır ki, devlet adamlarında değişmeler görüldü, ahvâl bozuldu
ve fitneler yüz göstermeye başladı. Nitekim Zeyd bin
Hârice'nin dilinden duyulanlar da aynen böyle idi." [31]
Buhârî'nin Enes'ten yaptığı rivayete göre ise haber
şövledir: Pey-gamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yüzüğünü, daha sonraları Ebû Bekir ve Ömer taşıdılar. Daha sonra da Osman. Bir gün Osman, Eriş Kuyusunun başında oturuyordu. Yüzüğü parmağından çıkarak evirip
çevirmeğe başladı ve bu sırada onu kuyuya düşürdü. Üç gün kuyunun suyunu
çekip o yüzüğü aradılarsa da, bir türlü
bulamadılar."
Bazı âlimler bu hususta demişlerdir ki:
"Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yüzüğünde, Süleyman (aleyhisselâm)'ın
yüzüğündeki gibi bir sır vardı. Zira Süleyman (aleyhisselâm) yüzüğünü kaybettiği zaman, hükümdarlığim da yitirmişti. Osman bin
Affân (radıyallahü anh) de Peygamberimiz'in yüzüğünü kaybettiği zaman, işler tersine gitmiş ve karmakarışık bir hâl almıştır. Çeşitli isyanlar başlamış, fitneler yüz göstermiştir. Bu, kendisinin
öldürülmesi ile neticelenen büyük fitnenin de başlangıcı
olmuştur. Öylesine büyük bir fitne ki, devam edip gitmekte ve
kıyamete kadar da devam edeceğe benzemektedir." [32]
------------------------
[10] Zümer
suresi, 67
22 TAMAMEN MÂNEVİ
BÂZI ŞEYLERİ BİRER CİSİM ŞEKLİNDE VE SURETİNDE GÖRMEĞE DÂİR MUCİZELER
Peygamberimizin İlâhî Rahmeti ve Sekîneyi Görmesi [1]
Sahihtir
kaydiyle Beyhekî Selmân'dan şu haberi
nakletmektedir: "Bir gün ben, Peygamberimizin ashabından bir topluluk içinde idim. Bu topluluk,
Allah'ı zikretmekle meşgul
idi. Derken bulunduğumuz yere Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) teşrif ettiler. Bize doğru yönelip yaklaştılar.
Ashâb da O'nun gelmekte olduğunu görünce, O'na olan tazınıleri sebebiyle sözü
kestiler. Peygamberimiz: "Ne söylüyordunuz?"
diye sordu ve ilâve buyurdu: "Ben, sizin yakimnızdan geçerken baktım, sizlerin üzerine inmekte olan
ilâhî rahmeti gördüm. Sizlere bunda
ortak olabilmem için, buraya yaklaşıp
aranıza katıldım.[2]
İbn-i Asâktr, Sa'd bin Mes'üd'dan
şu haberi rivayet eder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) birgün oturuyordu. Derken
nazarim yukarı çevirdi ve az sonra yere
indirdi. Tekrar yukarı baktı. Niçin böyle yaptığim sormaları üzerine de: "Şu Ön taranmızdaki topluluk, Allah'ı zikrediyordu. Bu
ee-beble üzerlerine melekler, ilâhî sekîneyi indirdi. Derken içlerinden biri,
bâtıl bir söz sarfetti. Bu
sebeble de üzerlerine inmiş bulunan sekîne yukarı
çekildi."
(Bu haber,
mürseldir).
Beyhekî, Ebû Nuaym, İbn-i Merdûye ve Târih'inde Buhârî Enes'ten
şöyle rivayet ederler: "Birgün ben, Peygamber'le (sallallahü aleyhi
ve sellem) Mescid'e gittim. Orada bazıları ellerini
kaldırmış Allah'a dua ediyorlardı. Peygamberimiz bana sordu: "Onların ellerinde ne olduğunu
görüyorum. Bunu sen de görüyor musun?" Ben: "Ey Allah'ın
Resulü, onların ellerinde ne vardır?" dedim. Peygamberimiz de
bana: "Nûr vardır!" buyurdu. Bunun ü-zerine ben: "Ey Allah'ın
Resulü, dua buyurunuz da Allah bunu bana da göstersin!" ricasında
bulundum. Peygamberimiz dua buyurdular ve yüce Allah, o nuru bana da gösterdi."[3]
Peygamberimizin Sıtma Hastalığim Görmesi ve Onun Sesini Duyması
İbn-i Sa'd ve Beyhekî, Sa'd'ın hizmetçisi Ümmü
Tarık'tan şöyle rivayet
etmektedirler: "Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) evine gelip selam ,verdi ve içeri girmesine izin
verilmesini istedi. Sa'd ses çıkarmadı. Peygamberimiz üç defa izin talebinde bulundu. Cevab alamayınca
dönüp gitti. Durumu gören ve üzülen Sa'd, beni koşturdu ve Hazret-i Peygamber'e
yetişip: "Ey Allah'ın Resulü, bizler sâdece sizin selâmimzı ve bu duanızı,
tekrar tekrar alabilmek isteğiyle size cevab vermemiştik" diyerek özür
dilememi tembihledi. Ben de Hazret-i Peygamber'in
evine giderek Sa'd'ın sözünü kendisine ulaştırdım.
Bu sırada kapıda değişik bir ses duydum, fakat hiçbir şey göremedim. Bu sese Hazret-i
Peygamber: "Sen
kimsin?" diye sordu. O da: "Ben, Ümmü
Müldem denilen sıtma hastalığıyım" karşılığim verdi. Hazret-i Peygamber, kendisini iyi
karşılamadı ve ona hitaben:
"Sana merhaba yok, ehlen demek de yok" dedi. Sonra: "Kubâ ehline
gitmek mi istiyorsun?" dedi. O da: "Evet" cevabim verdi. Peygamberimiz de:
"Peki onlara git!" buyurdu. [4]
Beyhekî'nin Câbir bin
Abdullah'tan olan rivayeti ise şöyledir:
"Sıtma hastalığı, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip izin
istedi. Peygamberimiz ona:
"Sen kimsin?" diye sordu. O da: "Ümmü
Müldem denilen sıtma" cevabım verdi. Peygamberimiz: "Kubâ'lılara gitmek mi istiyorsun?" decıi.
O da;. "Evet" karşılığim verdi. Peygamberimiz de: "Peki" diyerek izin verdi. Sıtma
oraya gitti ve onlar onun yüzünden çok çektiler. Hazret-i Peygamber'e
gelip hallerini arz ettiler. Peygamberimiz de kendilerine: "İsterseniz, size şifâ
vermesi için Allah'a dua ederim, isterseniz sabredersiniz, hastalık da
günahlarimza keffâret olur!" buyurdu. Onlar da: "Ey Allah'ın Resulü,
sabredelim de günahlarımıza keffâret olsun!" dediler.
Yine Beyhekî'nin Selmân'dan rivayeti: "Sıtma, gelip
Peygam-ber'den (sallallahü aleyhi ve sellem) izin istedi. Peygamberimiz ona
"kim" olduğunu sorduğunda:
"Ben sıtmayım! Bedenleri eritir, kanlan emerim" dedi. Peygamberimiz de:
"Haydi Küba'ya git!" buyurdu. Sıtma Küba'ya gitti. Onlar da Hazret-i Peygamber'e
gelip hallerini arzettiler. Sıtmanın şiddetinden sapsarı kesilmişlerdi. Hazret-i
Peygamber kendilerine:
"Dilerseniz size şifâ vermesi için Allah'a dua ederim.
Dilerseniz sabredersiniz, hastalık da günahlarimzdan arınmanıza vesîle olur" buyurdu. Onlar da
"sabredelim" dediler.[5]
Peygamberimizin Fitneleri Görmesi ve Haber vermesi Mucizesi
Buharî ve Müslim Üsâme bin Zeyd'den şöyle
rivayet ederler. O demiştir ki: "Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Medine'deki kalelerden
birinden sarkarak buyurdu ki:"
"Benim görmekte
olduğumu sizler de görebiliyor musunuz? Ben, gerçekten
fitnelerin vukua geleceği yerleri görmekteyim!"[6]
Dünyânın Temessül Ederek Peygamberimize Görünmüş Olması Mucizesi
Beyhekî ve sahihtir kaydiyle Hâkim, Zeyd bin Erkam'dan şöyle
rivayet eder: "Bir gün biz, Ebû Bekr
el-Sıddîk'ın yanında idik. O, su içmek istedi. Kendisine bal şerbeti getirdiler.
Bunu eline alan Ebû Bekir, ağlamaya başladı ve yanındakileri de ağlattı. Yanındakiler:
"Ya Ebâ Bekr, neden ağlıyorsunuz?" diye sordular. O da dedi ki:
"Bir gün ben, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem), bir şeyi üzerinden defetmekle
meşgul olduğunu gördüm. Fakat onun
üzerinden defetmeye çalıştığı şeyi göremiyordum. Kendisine dedim ki: "Ey Allah'ın
Resulü, siz neyi defetmeye çalışıyorsunuz?" Buyurdular ki:
"Dünyâ bana temessül edip göründü. Ben de kendisine: "Haydi
defol!" diye mukabele ediyordum. Nihayet onu üzerimden defettim. Fakat o
da giderken bana şöyle diyordu: "Sen-, .benden kurtuldun amma senden
sonrakiler kurtulamayacaklar!"
Hafız Bezzâr, bu hususla ilgili bir
rivayetini, şu sözlerle yapmaktadır: Peygamberimiz buyurdu: Dünya
bana uzanıp sokulmak istedi. Fakat ben ona: "Benden uzak ol!" dedim.
O da benden uzaklaştı. Fakat uzaklaşırken şöyle söyledi: "Evet,
ben sana ulaşamıyacağım!" [7]
İmâm-ı Ahmed de Kitabü'z-Zühd adlı eserinde Atâ bin Yesâr'dan şu haberi nakletmiştir:
"Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: Dünya bana, gayet tatlı ve güzel bir şekilde
geldi. Bana sokulup kendisini kabul ettirmek istedi. Fakat ben ona: "Sen
bana lâzını değilsin, benden uzak
ol!" diyerek karşılık verdim. O da bana: "Her ne
kadar sen benden uzak kalsan da, senden başkası
benden uzak kalamaz!" diyerek çekip gitti,"[8]
Peygamberimizin Cuma Gününü ve O Gündeki Duaların Kabul Olunduğu
Saati Görmesi
Bezzâr, Ebû Ya'lâ, Taberanî ve İbn-i Ebî'd-Dünya iyi tarikler ile Enes'teû şöyle rivayet
ederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Cebrâîl bana geldi, elinde bir ayna vardı. Bembeyaz
parlayan bu aynanın içinde siyah bir nokta vardı. Bunun sırrim ondan sordum. O da dedi ki:
"Bu, Cum'a, Günüdür. Rabbin bunu sana ve senin ümmetine bir bayram olarak
lut-fetmektedir." Ben daha sonra:'Peki bu siyah nokta nedir?" diye sordum. Cebrâîl de: "Bu da, Cum'a Günündeki duaların kabul
olunduğu saate işarettir11
dedi. [9]
Yerin ve Göklerin Melekûtunun Peygamberimize Tecelli Etmesi
İmâm-ı Ahmed ve Taberani Abdurrahman bin Âişe el-Hadraml'den, o da Peygamberimizin ashabimn birisinden şöyle
rivayet eder: "Bir gün kuşluk vakti Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bizını yanımıza geldi. Kendileri çok iyi bir
durumda idi, sevinç ve
sürurundan yüzü gülüyordu. Biz, Ondan bunun sebebini sorduğumuzda, şu karşılığı verdiler:
"Şimdi ben, neden memnun ve mesrur olmayayım? Geceleyin
Rabbim bana en güzel bir surette geldi (tecellî etti) de buyurdu ki:
"ey Muhammedi" Ben de: "Buyur Rabbim, buyur!" dedim. Rabbim buyurdu ki:
"Mele-i Âlâ (yüce topluluk), hangi hususta birbiriyle ihtilaf ve münakaşa etmektedirler?" Ben de Rabbim'in bu sorusuna
cevaben: "Bilmiyorum" dedim. Bunun üzerine Rabbim, elini iki omuzum
arasına koydu. Öyle ki, bu sırada ben, onun serinliğini göğsümde hissettim ve sonunda bana yerin ve göklerin
melekûtu tecellî etti."
Bunu Peygamberimiz'den rivayet eden der
ki: Bundan sonra Peygamberimiz, Kur'an'ın şu mealdeki ayetini okudu:
"Böylece biz, İbrahim'e de kesin İnananlardan olsun diye, göklerin
ve yerin me-lekûtunu gösteriyorduk." [10]
(Bu hadîs, aslında pek çok tarîklerden
rivayet edilmektedir ve metni hayli uzundur. Biz burada kısa kestik.[11]
Mûsannafında İbn-i Ebî Şeybe,
Abdurrahmân bin Sâbıt'tan rivayet eder. O şöyle demiştir: "Rasulullah bir hadîslerinde
şöyle buyurmuştur:
"Yüce Allah bana
en güzel bir surette tecelli buyurup dedi ki: "Mele-i Âlâ, hangi hususta
birbiriyle çekişmektedirler?" Ben de cevaben dedim ki:
"Rabbim, benim
bu hususta bir bilgim yoktur."
Bunun üzerine Rabbim elini iki omuzum
arasına koydu ve ben bu sırada O'nun elinin serinliğini iki göğsüm arasında hissettim. Bundan sonra bana ne sordu
ise, büyük bir rahatlık içinde cevablandırdım."
Bunu Bezzâr da Sevbân'dan rivayet
etmiştir. Onun bu rivayetinde de şu
ifadeler bulunmaktadır:
"Derken yerde ve
göktekilerin melekûtu gözümün önünde canlandırılıp
bana gösterildi."
Yine Bezzâr'ın bu konuda İbn-i Ömer'den de bir rivayeti bulunmaktadır. Onun bu
rivayetinde ise aynen şöyle denilmiştir:
"Ben, namazgahımda namazımı kılmış uzanmıştım.
Derken ağırlık basıp uyumuşum. Derken Rabbim Tebâreke ve Teâlâ hazretleri bana
en güzel bir şekilde tecellî buyurup sordu." ilâ âhirihî.
Taberânî'nin Ebû Ümâme'den rivayeti ise
şöyledir:
Rabbim bana en güzel
bir surette tecellî buyurup sordu: "Ey Mu-hammed, şu Mele-i Âlâ, hangi
konuda birbiriyle çekişip durmaktadırlar?" Ben: "Bilmiyorum"
dedim. Bunun üzerine Rabbim, elini iki göğsümün arasına koydu da bu makamda
bana ne sordu ise, cevâbim bildim ve verdim." ilâ âhirihî [12]
Peygamberimizin Berzah, Cennet ve Cehennem Gibi Bâzı Makam ve
Mekanları Görmesi
İbn-i Mâce Fâtıma binti'l-Huseyn tarîki ile babası
Hüseyn'den şu haberi rivayet
eder: "Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) oğlu Kâsxm, yedi günlük çocuk iken
vefat ettiği zaman Hâdice dedi ki: "Eğer yüce Allah, ona süt emme süresini tamamlayıncaya
kadar Ömür verseydi, çok
sevinecektim." Bunun üzerine Peygamberimiz: "Onun süt emme süresini tamamlaması, cennette
olacaktır" buyurdu. Hadîce de dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, ben bunun böyle olacağını
bilseydim, şüphesiz onun ayrılığına dayanmam daha kolay
olurdu."
Hadîce'nin bu sözü üzerine Peygamberimiz buyurdu ki: "Ey
Hâdice, eğer istersen onun sesini sana duyurması
için Allah'a dua edeyim." Hâdice de buna, şu karşılığı verdi: "Hayır ey Allah'ın Resulü, zira
bunun böyle olduğuna dâir Allah'ı ve O'nun Resûlü'nü tasdik etmem,
benim için kâfidir."
Yine Ahmed ve Bezzâr Câbir'den şöyle rivayet
ederler; "Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Neccar oğullarından birine ait bir hurma bahçesine girmişti. Vaktiyle cahiliye zamanında Neccar
oğullarından ölenlerin
kabirlerinde azab olunmakta olduklarim duyunca,
derhal oradan dışarı çıktı ve ashabına, kabir azabından Allah'a sığınmalarim emretti."
Müslim Zeyd bin Sabit'in şöyle
dediğini rivayet eder: "Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisine ait bir katıra binmiş vaziyette Neccar 0ğullanndan birinin hurma bahçesine girmişti. Katır birdenbire ürktü ve neredeyse Peygamberimiz'i düşürecekti. Orada beş-altı kadar kabir göze çarpmakta idi. Peygamberimiz: "Bunların ne
zaman vefat ettiklerini bilen var mı?" diye sordu. Birisi: "Bunlar,
câhiliye zamanında öldüler" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz: "Eğer hepinizin toptan helak olmanızdan korkmasam,
onların azâb içinde çıkardıkları iniltileri sizlere de duyurması için Allah'a
dua ederdim. Fakat bu taktirde sizler hepiniz ölürdünüz
ve cenazelerinizi kadıracak kimse bulunmazdı."
Buhârî ve Müslim İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet ederler: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bu iki kabrin sahihleri azab
olunmaktadırlar. Azab sebebleri ise çok büyük değildir. Bunlardan birisi, bevilden
istibra etmediği için; diğeri ise kişiler arasında söz taşıdığı için bu azaba
maruz kalmıştır."
Peygamberimiz böyle buyurduktan sonra
eline yeşil bir dal aldı ve onu ikiye ayırarak her
bir parçasını bir kabrin
üzerine koydu. Kendisine niçin böyle
yaptığı sorulunca da:
"Umulur ki, bu dallar kuruyuncaya kadar bu kişilerin azabimn
hafifletilmesine vesile olur." [13]
İbn-i Cerîr Kitâbus-Sünneh adlı eserinde Ebû Ümâme'den şu haberi
vermektedir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine Kabristanına geldiği zaman, gözüne iki yeni kabir
ilişti ve şöyle buyurdu: "Siz bu kabirlere, fülân ve fülân kişileri mi
defnettiniz?" Oradakiler: "Evet" dediler. Peygamberimiz de: "Şimdi o fülân
kişi kabrinde azab olunmağa başladı. Varlığım elinde olan Allah'a yemin
ederim ki, ona öyle bir darbe indir diler ki, onu insanlar ve cinlerden başka bütün varlıklar işittiler. Eğer kalblerinizdeki
karışıklık ve fazla konuşmanız
olmasaydı, raunakkak şimdi benim duyduğumu sizler de duyardimz. Şimdi öbür kabirdeki de aynı şekilde
azab olunmaktadır. Kendisine indirilen darbenin şiddetiyle
bütün kemikleri kırılmış
ve kabri ateşle dolmuştur."
Oradakiler dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, acaba
bunların günahları ne idi?" Peygamberimiz de şu
cevabı verdiler: "Bu iki kişiden şu
adam, bevilden sakınmazdı. Öteki ise, insanları
yerip çekiştirirdi."
İmâm-ı Ahmed, güzel senedle Cabir bin
Abdullah'tan şöyle nakleder: "Bir gün biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte idik. Bir anda
çirkin bir koku duyuldu. Resûlullah Efendimiz: "Bu çirkin koku nedir
biliyor musunuz?" diye sordu ve şöyle buyurdu: "Bu, mü'ıninleri çekiştirip
gıybet edenlerin kokusudur!"
İsbehânî el-Tergîb
adındaki kitabında Cerir bin Abdullah'tan şöyle rivayet eder: "Biz,
Peygamber'le (sallallahü
aleyhi ve sellem) bir sahraya uğradık. Bir binitli, binitini bize doğru hızla sürerek
yaklaştı ve yanımıza geldi. Peygamberimiz ona:
"Nereden geldiğini" sordu. O kişi
de: "Malımın, evladımın ve aşiretimin yanından
geliyorum" karşılığım verdi. Peygamberimiz: "Peki nereye gidiyorsun?" buyurdu. O da:
"Ben, Allah Resühı'nün yanına gidiyorum!" dedi. Peygamberimiz de: "Gerçekten isabet
ettin ve Allah Resulüne kavuşmuş bulunuyorsun!" buyurdu ve ona İslâm'ı talim ve tebliğ eyledi. O sırada adamın
devesi, köstebeğin eşeleyip toprağım çektiği yere basınca tepe-taklak yere yığıldı. Adam da
devesinden tepe-taklak düşerek vefat etti. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de buyurdu ki: "Ben bu adamın vefatı sırasında,
iki meleğin cennet
meyvelerinden getirip onun ağzına verirlerken gördüm."
Buhârî ve Müslim, Esma'dan şu haberi naklederler:
"Bir gün Güneş tutulmuştu. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisini ibadete vererek namaz kıldı, dualar edip
Allah'a hamd ve senalarda bulundu. Sonra buyurdu ki:
"Ben, bana
bundan önce gösterilmemiş bulunan söyleri burada gördüm! Bunlar bana bir bir
burada gösterildi. Hattâ cennet ve cehennem bile gösterildi."
Yine Buhârî ve Müslim İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet ederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında Güneş tutuldu. Peygamberimiz kendisini i-badete verip namaz kıldı. Sonra
ashabına döndü. Ashab dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, biz senin önce bir şey tutacakmış gibi ehni uzattığim, sonra yüzünden bir şeyi defetmeye çalıştığim gördük. Bunun sebebi ne
idi?" Peygamberimiz de şu cevabı verdi: "Ben önce
bu makamımda cenneti gördüm ve onun nimetlerinden bir salkım almak için elimi
uzatmış bulundum. Eğer onu alabilmiş olsaydım,
dünyanın sonuna kadar ondan yerdiniz de o tükenmezdi. Daha sonra da cehennemi gördüm. Onun alevinin şiddetinden sakınmak için olacak ki, yüzümden bir şeyi
defediyor gibi yaptım ve ben, bugünkü kadar dehşetli bir manzara hiç görmedim.
Yine gördüm ki, cehennem ehlinin çoğunluğunu kadınlar teşkîl ediyordu."
Hakim Enes'ten şöyle rivayette
bulunur: "Bir gece Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kıldıktan sonra, elini ileriye doğru uzattı,
sonra geri çekti.
Bunun sebebini sorduğumuzda: "Bana şu
makamımda cennet arz edildi. Onun meyve ağaçlarimn dallarim, meyvelerinin
çokluğundan sarkmış ve bana doğru yaklaşmış gördüm. Ondan bir şey tutup
almak istedim ve bana şuracıkta cehennem dahi arz edilip gösterildi. Hatta ben, kendimin ve
sizlerin gölgesini cehenneme aksetmiş olarak gördüm.
Yani o bana, bu derece yakından gösterildi. Sizinle benim aramdaki yerde."
Buhârî ve Müslim'in, îmran bin Husayn'dan
rivayetleri ise şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: Ben, cennete ve
cehenneme muttali olup gördüm. Cennet ehlinin çoğunun fakirler, cehennem ehlinin
çoğunun da kadınlar olduğunu müşahede ettim."
Hâkim Âişe'den şu haberi
nakletmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ben, cennete
girdim ve orada birisinin Kur'an okumakta olduğunu duydum. Bunun kim olduğunu sorduğumda bana şu cevab verildi: "Bu Kur'an okuyan, Harise bin
Nûmân'dır! İşte iyiler
böyledir, iyiler böyledir!"
İbn-i Asâktr, Ebû Bekir bin Ayyaş
tarikiyle Humeyd'den, o da Enes'ten şöyle rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ben cennete
götürüldüm ve orada bana bir köşk gösterildi. Bu köşkün kime ait olduğunu sorduğumda bana: "Ömer İbn-i'l-Hattab'a aittir" dediler. Ben, aynı
zamanda o köşke girip içini de
görmek istedimse de ey Ömer, senin kıskançlığim hatırlayarak
bu isteğimden
vazgeçtim."
Hadîs'in râvîsi Ebû
Bekir bin Ayyaş der ki: "Ben bu hususta
Hu-meyd'e: "Bu, uykuda mı olmuştur, yoksa uyanıkken mi
olmuştur?" diye
sordum. O da bana: "Uyanıkken olmuştur" diye cevab
verdi." [14]
Buhârî Ebû Hüreyre'den şu haberi
nakletmiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ben, Amr bin Amir el-Huzeî'yi cehennemin
alevleri içinde ve barsakları dışarı çıkmış bir vaziyette azab olunmakta
iken gördüm. Zira o, tevhid dininde ilk olarak
putlar namına hayvan bırakmayı -ve onlara tapınmayı- icad eden adamdır."
[15]
(Yine Buhârî'nin Âişe'den de bu mealde bir rivayeti vardır. Sa'dece fark: "Cehennem
ateşini, alev dalgalarim birbiriyle vuruşur bir halde gördüm" tabirinden
ibarettir).
Hakim sahihtir kaydiyle Ebû
Hüreyre'den şöyle rivayet eder: "Ra-sulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Cebrâîl benim elimden tutup cennete
götürdü ve ümmetimin cennete gireceği
kapıyı bana gösterdi." Peygamberimiz bunu buyurduğu zaman, yanındaki Ebû Bekir:
"Ey Allah'ın Resulü, o sırada sizinle beraber olup cennetin kapısını görmeyi çok isterdim"
dedi. Peygamberimiz de ona cevaben: "Ey
Ebû Bekir, gerçekten sen, ümmetimden ilk cennete girecek olan kimsesin!"
buyurdu. [16]
Besmelesiz Yenen Bir Şeyin Yenmesi Esnasında Meydana
Gelen Fevkalâde Bir Olay
Buhârî'nin Sahîh'ine almayıp Târih'inde zikrettiği, Hâkimin de sahihtir kaydıyla naklettiği bir habere göre, Ümeyye bin
Muhaşi şöyle demiştir; "Bir gün adamın biri, bir şey yiyordu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de ona bakıyordu. Adam, o sırada Besmele çekmeyi
unutmuştu. Yiyeceğini bitirdikten sonra: "Bismillahi evvelehû ve âhirahû" diyerek Besmele çekti.
Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"Şeytan, hep
onunla beraber yiyordu. Fakat adam Besmele'yi çekince, şeytan bütün yediklerini çıkarmak zorunda
kaldı."[17]
------------------------
[10] En'am
suresi, 75.
23
PEYGAMBERİMİZİN ASHABİMN MELEKLERİ GÖRDÜĞÜNE VE ONLARIN KELAMİM İŞİTTİĞİNE DAİR
BUNDAN ÖNCE ANLATILMAMIŞ OLAN BAZI HABERLER
Peygamberimizin Ashabimn Melekleri Gördüğüne ve Onların Kelamim
İşittiğine Dair Bundan Önce Anlatılmamış Olan Bazı Haberler
Buharî ve Müslim, Ebû Osman el-Nehdî'nin şöyle
dediğini naklederler: Bana ulaşan habere göre, Cebrâîl (aleyhisselâm) Peygamberimiz'e gelmiş,
bu sırada Peygamberimiz'in yanında Ümmü
Seleme varmış. Cebrâîl bir miktar konuştuktan
sonra gitmiş. O gidince Peygamberimiz, Ümmü Seleme'ye onun kim olduğunu sormuş. Ümmü
Seleme de Dıhyetü'l-Kelbî demiş."
Ümmü Seleme der ki: "Ben, gerçekten onu
Dıhyetü'l-Kelbî sanmıştım. Fakat Peygamberimiz'in Cebrâîl hakkındaki
sözlerini işittikten
sonra, onun Cebrâîl olduğunu anlamış oldum."
Bu haberin ravisi
Ebû Osman el-Nehdî'ye: "Sen bunu kimden duydun?" diye sormuşlar. O
da: "Üsâme'den işşittim" cevabım vermiştir.
Yine Buharî ve Müslim Ebû
Hüreyre'den şöyle rivayet ederler: "Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem), insanların arasında bulunuyordu. Bir
adam gelip: "îman nedir?" diye sordu. Peygamberimiz de: "îman;
Allah'a Onun meleklerine, kitaplarına, rasüllerine inanmandır. Aynı
zamanda öldükten sonra dirilmeye de inanmandır."
Gelen adam:
"Peki, İslâm nedir?" diye
sordu. Peygamberimiz de: "İslâm; Allah'a ibadet edip hiç bir şeyi O'na ortak koşmaman, namazı dosdoğru kılman, zekatı eksiksiz olarak
vermen, ramazan orucunu tut-mandır." Peygamberimiz'in bu cevabından sonra
gelen adam: "Peki ihsan nedir?" dedi. Peygamberimiz de: "İhsan; Allah'a sanki O'nu görüyormuşsun gibi ibadet
etmendir. Zira her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, muhakkak O seni hep
görmektedir."
Gelen adam, bu cevabı aldıktan sonra da:
"Kıyamet ne zaman kopacaktır?" diye bir soru yöneltti. Peygamberimiz de onun bu
sorusuna: "Bunu, sorulan kişi soran kişiden daha iyi biliyor olamaz! Fakat
ben sana, onun alâmetlerinden haber verebilirim! Şöyle ki: Bir câriye, hanım efendisini doğurduğu, sığır çobanlarimn
yüksek binalar yapmak için birbirleriyle yarış ettikleri zaman, bil ki kıyamet yaklaşmış demektir. Malum beş şey
vardır ki, onları Allah'tan başka kimse bilmez. Kıyametin ne zaman
kopacağim bilmek de, bu beş şeye dâhildir ki, onu Allah'tan başkası bilemez"
cevabim verdi."
Sonra, o soruları yönelten adam gitti. Peygamberimiz de: "Haydi,
gidip o adamı geri çağırimz!" buyurdu. Arkasından koşturdular ise de, kimseyi
göremediler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de bunun üzerine: "O Cebrâîl idi, insanlara -böyle
sorular sorarak- dînini öğretmek için gelmişti"
buyurdu. [1]
Ebû Mûsâ el-Medînî el-Mârife adlı kitabında Temim
bin Sele-me'den şu haberi
nakleder: "Bir gün ben, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) yanındaydım. Adamın biri Peygamberimiz'in yanından ayrılıp
gitti. Başına güzel bir sarık sarmış,
sarığimn ucunu da arkasına sarkıtmış bir vaziyette idi. Ben Hazret-i Peygamber'e: "Ey Allah'ın elçisi, bu adam kimdir?"
diye sordum. O da bana: "Bu, Cebrâîl'dir" buyurdu.
Ahmed, Taberânî ve Beyhekî sahih bir senedle Harise
bin Nûmân'dan şöyle rivayet ederler: "Bir gün ben, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) uğradım.
O'nun yanında Cebrâîl vardı. Selâm verdim ve çekip gittim.
Tekrar Peygamberimizle buluştuğum zaman, bana sordu: "Ey Harise, sen bana uğradığın zaman yanımda kim vardı, gördün mü?" dedi. Ben de:
"Evet" karşılığim verdim. Buyurdu ki: "O Cebrâîl idi ve sen selam verdiğin zaman, o da sana selam vermişti."
Yine Hârise'den İbn-i Sa'd'ın
çıkardığı haber de şöyledir: "Ben hayatımda Cebrâîl'i iki defa gördüm." [2]
Ahmed ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet ederler: "Bir gün ben, babamla
birlikte Rasulullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında idim. Rasulullah'ın yanında birisi vardı ve
fısıltı halinde O'nunla konuşuyordu. Ben ve babam
oradan ayrılıp çıktık. Babam bana dedi ki: "Amcanın oğlunu gördün mü? Hiç bizimle
ilgilenmedi! Sanki bizınıle konuşmak istemiyordu." Ben dedim ki: "Babacığim,
O'nun yanında bir adam vardı ve O'nunla konuşuyordu. Bu yüzden bizınıle
ilgilenemedi." Babam, Rasulullah'ın
yanındaki adamı görmemişti.
Bu yüzden geri dönüp Hazret-i Peygamber'e
aramızda geçenleri anlattı ve O'na: "Senin yanında demin birisi mi vardı?"
diye sordu. Peygamberimiz de bana hitaben: "Ey
Abdullah, sen onu gördün mü?" dedi. Ben de: "Evet" karşılığim verdim. Bunun üzerine Peygamberimiz: "O/Cebrâîl idi ve ben bu yüzden
sizinle ilgilenemedim" buyurdu.
Yine İbn-i Abbâs'tan İbn-i Sa'd'ın rivayeti de şöyledir:
"Ben, hayatımda Cebrâîl'i iki defa gördüm ve Allah Resulü benim için iki defa
dua buyurdu."[3]
Hâkim'in Îbn4 Abhas'tan rivayeti ise
şöyledir: "Ben, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında Cebrâîl'i gördüğüm zaman Peygamberimiz bana hitaben: "Ey
Abbâs'ın oğlu Abdullah, Peygamber olmayan
birisi Cebrâîl'i gördüğü zaman, muhakkak gözlerine
âmâlık gelir. Fakat bu (gözlerinin kör
olması), senin başına ömrünün sonunda gelecektir!" buyurdu. [4]
Taberânî ve Beyhekî Muhammed bin Seleme'den şu
haberi rivayet ederler: "Ben, Rasuluîlah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e uğramıştım. O, bir adamla başbaşa vermiş konuşuyordu.
Kendilerini meşgul etmemek için geçip gittim. Sonra dönüp geldiğimde Peygamberimiz bana: "Demin niçin selam vermeden geçip
gittin?" dedi. Ben de: "Sizi öyle görünce sözünüzü kesmeyi hoş
görmedim" karşılığim verdim ve yanındaki
o zatın kim olduğunu sordum. Peygamberimiz de: "O, Cebrâîl idi" buyurdu.
Hakim, Âişe'nin şöyle dediğini nakleder: "Bir gün Cebrâîl'i, benim odama gelip Rasuluîlah
ile görüşürken gördüm. Rasulullah'a: "Bu
kimdir?" diye sordum. O da bana: "Kime benzettin?" dedi. Ben:
"Dıhyetü'l-Kelbî'ye benziyor" dedim. Peygamberimiz de bana: "Sen Cebrâîl'i gördün" buyurdu.
ve çok geçmeden bana
hitaben dedi ki: "Ey Âişe, İşte Cebrâîl sana Allah'ın selâmim veriyor!" Ben de buna
karşılık: "Ey Allah'ın Resulü, ben de ona
Allah'ın selâmim sunuyorum! O, ne hayırlı bir konuktur"
dedim."
İbn-i Ebî'd-Dünyâ ve İbn-i Asâkir Muhammed bin el-Münkedir'den şöyle rivayet
ederler: "Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebû Bekir'in evine gitti ve
onu şiddetli bir şekilde hastalanmış olarak gördü. Onun yanından çıktığı zaman doğruca Âişe'nin yanına geldi ve ona
babasının hastalığim
haber vermek istedi. Derken arkadan Ebû Bekir
çı-kageldi. İçeri girmek için izin
istedi. Âişe'de "babam geldi" dedi ve onu içeri
aldı. Peygamberimiz bu hale teaccüb edip şaştı. Ebû Bekir de durumu şöyle
açıkladı: "Ey Allah'ın Resulü, sen benim yanımdan ayrılır ayrılmaz bana
bir uyku bastı. Uyurken bana Cebrâîl geldi ve burnumdan bir ilaç döktü. Ben de onun
içirdiği bu ilacın te'siriyle derhal ayağa
kalktım ve arkandan yetiştim."
Müslim Imrân bin Husayn'dan şöyle rivayet eder: "Vaktiyle melekler bana selam
verirler ben de onların selamim duyar ve alırdım.
Vaktaki yaramı ateşle
dağladım, bu hâl benden zail oldu. Sonra
bunu terkettim ve önceki
hâlime tekrar kavuştum."
Tirmizi
Târih'inde, Beyhekî ve Ebû Nuaym, Gazâle'nin şöyle dediğini naklederler: "Imrân bin Husayn, bizlere evin
süpürülüp tertemiz yapılmasını emreder, biz de
bunu yapardık. ve "es-Selâmü aleyküm, es-Selâmü
aleyküm!" diye selam sesleri duyardık. Fakat selam verenleri görmezdik."
Tirmizi, bu haberi
naklettikten sonra der ki: "Bu onlara meleklerin selam vermesidir."
Ebû Nuaym, Yahya bin Saîd el-Kattân'ın şöyle dediğini nakleder: "Biz Basra'da idik. Bize, Peygamber'in ashabından Imrân bin Hu-sayn'dan daha faziletli
biri gelmemiştir. Imrân bin
Husayn tam otuz sene müddetle evinde meleklerin selâmim alıp durmuştur!"[5]
İbn-i~i Sa'd ise, Katâde'den şu haberi
nakletmiştir: "Melekler Imrân bin Husayn ile müsâfaha ederlerdi. Fakat o,
yarasını ateşle dağladığı zaman bu hâl kendisinden
zail olmuştur."
Buhârî ve Müslim Üseyd bin Hudayr'dan şu
haberi vermektedirler: "Bir gece ben, Bakara Suresini okumakta idim. Atım da yanıbaşımda bağlı idi. At eşinmeye başladı.
Ben acaba ne var ki, diyerek sustum. Atım da sakin oldu. Sonra okumaya başladım,
atımda yeniden eşinip cevalan etmeye
başladı. Ben sustum, atım da sakin oldu. Başımı
yukarı doğru kaldırdığımda şemsiye gibi bir karaltı
gördüm. Fakat bu
karaltimn i-çinde kandil gibi pek çok ışık
parıldamakta idi ve devamlı yukarıya doğru çıkıyordu. Baktım, sonunda iyice
yükselip kayboldu. Atımın da bundan heyecanlandığim anlamıştım.
Sabah olunca durumu,
Peygam-ber'e (sallallahü
aleyhi ve sellem) arz ettim. O da
şöyle buyurdu: "Ey Üseyd, o senin gördüğün melekler idi. Onlar senin
sesini (Kur'an okuyuşunu) duymak için inmişlerdir. Eğer sabaha kadar okusaydın, sabahleyin insanlar o
melekleri görürlerdi."
(Bu haber, Üseyd bin
Hudayr'dan çeşitli tarikler ile rivayet edilmiştir. Bunlardan birinde:
"Oku ey Üseyd! Gerçekten sana Âl-i Davud'un mezamiri (Dâvûdî ve güzel
bir sadâ ile okuyuş) verilmiştir" denilmektedir ve gerçekten de Üseyd'in
sesi çok güzeldi ve çok güzel o-kurdu. Ebû Nuaym'in çıkardığı haberde ise: "Ey Üseyd, o senin gördüğün, Kur'an dinlemeğe gelen melek idi"
buyurulmuştur. Yine Ebû Nuaym'in bir başka tarîkten olan
rivayeti de, bu mealdedir).
Ebû Ubeyd Fedâilul-Kur'ân adlı kitabında
Muhammed bin Cerir bin
Yezîd'den şu haberi nakletmiştir ki ona da Medine'li
bazı üstadlar nakletmiştir:
Şöyle ki: "Bir gün Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) sordular: "Ey Allah'ın Resulü, bu gece Sabit
bin Şümas'ın evi sabaha kadar bir çok kandiller yakılmış gibi
ışık verip durdu. Acaba bunun sebebi ne idi?"
dediler.
Rasulullah da şu cevabı verdiler: "Belki o, sabaha kadar Bakara
Sûresini okuyup durmuştur."
Bunun böyle olup olmadığim bizzat
Sabit'in kendisinden sorduklarında, o da: "Evet, Bakara Sûresini okudum" karşılığim vermiştir.'1
İbn-i Ebî Şeybe ve Beyhekî Avfbin Mâlik el-Eşcai'den
şöyle naklederler: "Biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte seferde idik.
Derken ben Peygamberimiz'i kaybettim. Hemen O'im aramaya çıktım. Ararken Muaz bin Cebel ile Abdullah bin Kays'ın ayakta durmakta olduklarim gördüm ve onlara:
"Rasulullah Efendimiz nerede?" diye sordum. Onlar da dediler ki: "O'nun
nerede olduğunu biz de bilmiyoruz. Ancak vadinin üst
tarafından bir ses duyduk ve burada bekliyoruz." Ben de orada beklemeye başladım. Az sonra Rasulullah efendimiz geldi ve şöyle
buyurdu: "Rabbim'den bana elçi geldi ve beni, ümmetimden yarısını cennete koymak ile şefaat arasında seçim yapmak durumunda bıraktı. Ben
de şefaatçi olmak şıkkim seçtim."
İbn-i Ebil'd-Dünya Kitabü'z-Zikr adlı eserinde Enes bin
Mâlik'in şöyle dediğini nakleder: "Bir gün Übeyy bin Ka'b: "Mescid'e
gidip kendimi ibadete vereceğim, namaz kılıp dua
edeceğim! Allah'a öylesine
hamd ü senalarda bulunacağım ki, şimdiye kadar hiçbir kimse öylesine ham-detmemiş
olsun!" Böyle deyip Mescid'e vardı. Namazını
kıldıktan sonra hamd ü senaya başlıyacağı sırada
arkasında birisinin yüksek sesle şöyle dua etmeye başladığim duydu:
"Allah'ım, bütün hamd sanadır. Bütün
mülk senindir! Hayrın tamamı senin elindedir, gizli ve aşikar bütün işler de sana rücu eder! Hamd ancak sanadır. Sen
her şeye kadirsin! Geçmiş günahlarımı bağışla, geleceğin kötülüklerinden de beni
sakla! Bana, razı olacağın tertemiz ve güzel ameller nasib eyle! Benim duamı
ve tevbemi kabul eyle!"
Übeyy,
Peygamber'e (sallallahü
aleyhi ve sellem) gidip durumu aynen
arz etti. Peygamberimiz de kedisine: "O, Cebrâîl (aleyhisselâm) idi" buyurdu.
Buhârî ve Beyhekî Numan bin Beşir'den şöyle rivayet ederler: "Bir gün Abdullah bin
Revaha, ansızın bayıhverdi. Kız kardeşi dehşete
kapılıp: "Ey benim dağım, ey benim dayanağım!" diye feryada başladı. Bir müddet sonra kendisine gelen Abdullah bin
Revaha, kız kardeşine dedi ki: "Sen benim hakkımda o sözleri
sarfederken, bana da hep sual açtılar ve: "Sen demek onun dağı mısın? Sen onun dayanağı mısın?" diyerek sıkıştırdılar."
[6]
Taberani'nin İbn-i Ömer'den olan rivayeti de şöyledir:
"Bir gün Abdullah bin Revaha bayılmıştı. Sanki kıyamet kopmuş gibi
kadınlar feryad ediyordu. Derhal Peygamberimiz onun yanına geldi. Abdullah az sonra kendine
geldi ve: "Ey Allah'ın Resulü, ben baygın iken kadınlar:
"Vah benim dağım, vah benim dayanağım!" diye feryad ediyor, bir
melek de elinde demir bir çekiç ile başucumda duruyor ve bana: "Demek sen
böyle misin?" diyordu. Ben ise
"hayır" diyerek cevab veriyordum. Eğer "evet" deseydim,
muhakkak onunla beni dövecekti."
İbn-i Sa'd Ebû Imran el-Cuni'den de buna benzer bir rivayet vardır.
Taberani Hasan-ı Basri'den şöyle
rivayet eder: "Bir gün Muaz bin Cebel'e baygınlık gelmişti. Kardeşi de: "Vah benim
dağım, dayanağım!" diye feryad ediyordu.
Kendine geldiği zaman Muaz dedi ki: "Ey kardeşim, bugün bana
çok eza verdin!" Kardeşi ise: "Ben, asla
sana eza vermek istemem" dedi. Muaz da dedi ki: "Ben baygın iken sen:
"Vah dağım, dayanağım!" diye feryad ediyordun, bir melek de başucumda
durup; "demek sen böyle misin?" diyerek
beni sıkıştırıyordu. Eğer ben ona "evet" deseydim, muhakkak bana
azab edecekti."
İbn-i Ebü'd-Dünya, Hakim ve Beyhekî Abdurrahman bin Avfın oğlu İbrahim'den şu haberi nakletmişlerdir:
"Abdurrahman bin Avf şiddetli bir şekilde
hastalanmıştı. Derken bayıldı. Etrafındakiler ise onun öldüğünü zannetiler ve onun üzerini örterek dağıldılar. Bir müddet sonra Abdurrahman kendine geldi
ve şöyle dedi: "Ben baygın iken iki şiddetli
melek geldi ve bana: "Haydi bizimle gel, muhakeme olunacaksın!"
dediler. Beni alıp götürürlerken
iki melek karşımıza geldi. Bu iki melek ise, öncekilerin tersine çok
merhametli ve nazik idi. "Bu adamcağızı
nereye götürüyorsunuz?"
dediler. Önceki iki melek de: "Muhakeme olunmağa" cevabım verdiler. Onlar da dediler ki:
"Siz bu adamı serbest bırakınız! Zira bu adam, kendisi için Allah'ın
saadeti nasib buyurduğu kimselerdendir!" Bunun üzerine beni serbest
bıraktılar."[7]
Peygamberimizin Ashabimn Cinleri Gördüğüne ve Onların Kelamim
İşittiklerine Dair Bundan Önce Geçmeyen Bazı Mucizeler
Buhârî ve Nesaî İbn-i Sîrîn tarikiyle Ebû Hüreyre'den şöyle rivayet
ederler; "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beni, Ramazan'da toplanan zekatı korumam için görevlendirdi. Bu sırada biri gelip eliyle zekat hurmasından
almaya başladı. Ben kendisini yakalayıp: "Seni, Peygamberimiz'e götüreceğim!" dedim O da bana yalvarmaya başladı ve: "Ben muhtaç bir adamın, çoluk çocuğum var, şiddetli bir sıkıntı içindeyim, ne olur beni serbest
bırak" dedi. Ben de acıyıp kendisını bıraktım. Sabahleyin Peygamberimiz'in yanına gittiğimde bana: "Ey Ebû Hüreyre, akşam yakaladığın esirini ne yaptın?" diye sordu.
Ben de: "Ya Rasulallah, halinden şikayet
edince onu serbest bıraktım" dedim. Peygamberimiz de bana: "O sana yalan
söyledi." ve o yine gelecektir" buyurdu. Peygamberimizin böyle buyurması sebebiyle ben de onun tekrar geleceğine
muhakkak nazarıyla bakıp onu gözetlemeye başladım.
Derken o yine geldi ve eliyle yiyecekten doldurmaya başladı. Kendisini yakalayıp: "Bu sefer seni
muhakkak Hazret-i Pey-gamber'e çıkaracağım!" dedim. O da bana yine yalvarmaya
başladı ve: "Ben çok fakir bir kimseyim
ve şiddetli bir ihtiyaç içerisindeyim. Beni serbest
bırakırsan bir daha gelmem" dedi. Ben de kendisine yine acıdım ve bir daha
gelmeyeceğine söz verdiği için onu serbest bıraktım.
Sabahleyin Peygamberimiz'in yanına gittiğim zaman: "Ey Ebû Hüreyre, geçen geceki esirini ne yaptın?"
diye sordu. Ben de durumu anlattım. O da bana buyurdu ki: "O muhakkak yine gelecektir ve sana yine
yalan söylemiştir." Ben kendisini üçüncü defa gözetlemeye başladım. O da üçüncü defa gelip yine yiyecekten
doldurmaya başladı. Ben derhal kendisini yakalayıp Hazret-i Peygamber'e çıkarmak istedim ve kendisine: "Bu üçüncü
defadır ki, her seferinde
tekrar gelmeyeceğine söz veriyor fakat tekrar
geliyorsun. Bu seferinde muhakkak seni Peygam-ber'in huzuruna çıkaracağım" dedim. O yine yalvarmaya
başladı ve dedi ki: "Eğer beni serbest
bırakırsan, sana kendisinden faydalanacağın bazı kelime ve dualar öğretirim" dedi ve: "Yatağına uzanacağın zaman, Aye-tel Kürsi'yi sonuna
kadar oku! Bu takdirde Allah seni koruyacak bir melek gönderir ve sana şeytan
yaklaşamaz, sabaha kadar şeytan şerrinden
emin olursun!" diye tavsiyesini yaptı. Ben de dayanamayıp yine kendisini
bıraktım ve sabahleyin durumu Hazret-i Peygamber'e haber verdim. Peygamberimiz de bana dediler ki:
"Evet o, tam bir Ya'lâncı olduğu halde bu sefer doğru söylemiştir! Ey Ebû Hüreyre, o kim idi biliyor musun?"
Ben de: "Bilmiyorum" diye cevab verdim. Buyurdular ki: "O, şeytanın kendisi idi." [8]
(Nesaî, İbn-i Merduye ve Ebû Nuaym'in Ebû'l-Mütevekkil tarikiyle
yine Ebû Hüreyre'den bir rivayetleri
bulunmaktadır ki, aşağı-yukan bu mealdedir.)
Buhar i
Tarih'inde, Taberânî, Beyhekî ve Ebû Nuaym, sağlam bir senedle Muaz bin Cebel'den şöyle rivayet
etmektedirler: "Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) zekat hurmaları teslim edildiği zaman, ben bunları
bir odada toplayıp sakladım. Sonra baktım her gün bu yiyecekte bir eksilme oluyor.
Durumu Hazret-i Peygamber'e şikayet ettim. O da bana
buyurdu ki: "Bu iş, şeytanın işidir. Onu gözetle ve yakala!"
Ben de bunun üzerine geceleyin beklemeye başladım.
Vakit biraz ilerleyince baktım fîl suretinde biri geldi ve kapıya yaklaşınca
aralıktan başka bir surette içeri giriverdi. Zekat hurmasından
sür'atle yutmaya başladı. Ben de kendimi toparlayıp: "Eşhedü en la ilahe illallah ve
enne Muhammeden Rasulullah!" diye bağırdım
ve: "Ey mel'un sen ne yapıyorsun? Müslümanların zekat malına mı musallat
oldun? Onlar ise buna
senden daha muhtaç değiller mi? Vallahi seni Rasulullah'a götüreceğim!" dedim ve onu yakaldım. O da bir daha
gelmeyeceğine yeminler ederek
söz verip yalvardı. Ben de kendisine acıyıp
serbest bıraktım.
Sabahleyin
Rasulullah'a gittiğimde: "Yakaladığın
esir ne yaptı? diye bana sordu. Ben de durumu anlattım. Buyurdular ki: "O
muhakkak bir daha gelecektir. Onu gözetle!" Ben de gözetlemeye başladım. O ikinci gece yine geldi ve Önceki
gece yaptığim yaptı. Ben de kendisini yakaladım. Fakat o,
yine yalvarmaya başladı ve bir daha gelmeyeceğine yeminler edip söz verdi. Ben
ertesi günü, durumu yine Rasulullah'a haber verdiğimde
Rasulullah bana: "Hayır o sözünü bozacak, yine gelecektir!" buyurdu. Ben de
onu gözetlemeye başladım. O üçüncü gece yine geldi ve önceki gecelerde yaptığim yapmaya başladı. Ben ise derhal onu yakaladım. "Ey Allah'ın
düşmanı, bana bir daha gelmeyeceğine dair iki gece söz verdiğin halde bu üçüncü gelişindir!"
diyerek çıkışıp azarladım. O ise, kendisine acındırmaya ve ta
Nusaybinken geldiğini söylemeye başladı.
"Eğer, buraya kadar bir
yiyeceğe rastlamış olsaydım
gelmezdim. Ben ise aslında yoksulum, çoluk çocuk sahibiyim. Biz, daha önceleri sizin bu şehirde
bulunurduk. Fakat sizin Peygamberiniz gönderildikten sonra O'na iki ayet indirildi, bundan sonra biz Medine'den kaçmak zorunda
kaldık. Bu iki ayetin okunduğu herhangi bir evde biz, asla barınamayız. Eğer şimdi sen beni serbest bırakırsan, o iki ayetin
hangileri olduğunu sana haber
veririm" dedi. Ben de: "Hadi söyle, seni serbest bırakayım" dedim. O da dedi ki: "O iki ayet:
Ayetel-Kürsi ile, Bakara Suresinin sonundaki Amenerrasûlü ayetinin sonuna kadar
olan kısmıdır." Bunun üzerine ben de kendisini bıraktım. Sonra
Rasulullah'a (sallallahü
aleyhi ve sellem) gittim ve durumu haber
verdim. O da bana buyurdu ki: "O çok
yalancı olduğu halde, bu sefer
mecburen doğru söylemiştir!"
(Beyhekî'nin Büreyde'den olan bir
rivayeti bulunmakta ve o da a-şağı-yukan
bu manaya gelmektedir. Fakat ondaki tavsiyede: "Kendin ve malın için
Ayetel-Kürsi'yi oku!"
denilmektedir.)
Ahmed, Tirmizî (Hasendir kaydiyle), Hâkim (Sahihtir diyerek) ve Ebû Nuaym Ebû Eyyûb el-Ansârî'den, Taberânî'nin güzel bir senedle Ebû Üseyd
el-Sâidî'den olan rivayeti de yine bu mealdedir. Kişinin kendisi ve malı için Ayetel-Kürsf yi okuduğu zaman, şeytan ve cin şerrinden emîn olacağı istikametindedir.
Ebû Ya'lâ, sahihtir kaydiyle Hakim, Beyhekî ve Ebû Nuaym, Übeyy
bin Ka'b'ın şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:
"Benim iki hurma sergim varda. Bunları kurutmak için sermiş ve beklemekte idim. Derken hurmanın eksilmekte olduğunu gördüm. Geceleyin beklemekte
iken, yeni yetişmiş bir oğlan çocuğu büyüklüğünde bir yaratığın geldiğini gördüm. Kalkıp
kendisine yaklaştım ve selam verdim. O da selamla karşıladı.
Kendisine: "Sen nesin, inni misin, yoksa cinni misin?" diye sordum.
O: "Ben bir cinniyim" dedi. Elini bana uzat, dedim. O da uzattı.
Baktım eli, köpek eli gibi ve kıllı. Bunun üzerine: "Evet, sen
bir cinnisin" dedim ve niçin böyle yaptığim sordum. O şu karşhğı verdi: "Biz senin çok cömert olduğunu duyduk, bu sebeble yiyeceğinden biraz almak istedik." Ben kendisine:
"Sizden kurtulmanın yolu nedir?" dedim. O da:
"Ayetel-Kürsi'dir" cevabim verdi. Sabahleyin bunu Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) arz ettim, O da şöyle buyurdu:
"Habis, mecburen sana doğru söylemiş!"
(İbn-i İshak tarikiyle Ebû'ş-Şeyh'in de bir rivayeti var.
Zeyd bin Sabit'ten sevkedilen bu rivayette aşağı-yukarı
böyle denilmektedir).
Ebû Ubeyd Fedailü'l-Kur'an adlı eserinde,
Dârimî, Taberani, Beyhakî ve Ebû Nuaym, İbn-i Mes'ud'dan şöyle
rivayet ederler: "Adamın biri, Medine sokaklarından birinde şeytanla karşılaştı. Şeytan o adamla güreşmeye başladı. Adam, şeytanı
tutup yere vurdu. Şeytan o adama yalvarıp: "Beni bırak, sana hoşuna gideceğin bir şey öğreteceğim" dedi. O
da bıraktı. Şeytan şöyle dedi:
"Sen Bakara Suresini okuyor musun?" O da: "Evet" diye karşılık verdi. Şeytan tekrar dedi ki: "Bir
evde eğer bu sureden bazı ayetler
okunursa, şeytan o evden
kaçar."
İbn-i Mes'ud'a sordular: "Medine
sokaklarından birinde şeytan ile karşılaşan
ve onu yıkan adam, kimdi?" İbn-i Mes'ud da: "O adam, Ömer İbn-i'l-Hattab idi" cevabim verdi."
Taberani güzel bir senedle Hafsa validemizin azadlısı
Sedise'nin şöyle dediğini nakleder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: Gerçekten
şeytan, Ömer'in müslümanlığı kabul etmesinden sonra ne zaman onunla karşı-laşsa, muhakkak ondan kaçar olmuştur!"
Ebû'ş-Şeyh El-Azamet adlı kitabında ve Ebû Nuaym, Ali bin Ebû Talib'ten şöyle
rivayet ederler: "Biz Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte seferde
idik. Peygamberimiz Ammar'a buyurdu
ki: "Git, bize su getir!" Ammar da su getirmek için yola çıktı. Yolda
kendisine şeytan karşı çıkmış ve onu suya
bırakmak istememiş, Ammar, siyah bir
köle şeklinde karşısına çıkan şeytana, yolundan çekilmesini
söylemiş, dinlemeyince de onu yakalayıp yere
sermiştir. Şeytan da kendisine yalvarıp: "Beni bırak, ben de
senin yoluna engel olmaktan vazgeçeyim!" demiş.
Ammar da onu bırakmış. Fakat o, serbest kaldıkdan sonra tekrar Ammar'a
engel olmak istemiş, Ammar da kendisini yakalayıp yere sermiştir.
Tekrar onun yalvarması üzerine serbest bırakmış ve bu hal üçüncü defa yine
tekerrür etmiştir. Tam bu sırada, Ammar'ı su getirmesi
için yola çıkaran Hazret-i
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); "Gerçekten şeytan, Ammar'ın yolunu kesip ona engel olmak istemiştir. Fakat Allah Ammar'a güç
verip kendisini şeytana muzaffer kılmıştır"
dedi.
Olayın ravisi Ali der ki: Biz Ammar'ı karşıladık
ve bu husustaki Hazret-i
Peygamberin verdiği haberden kendisine bahsettik. O da bize dedi ki:
"Ben onu, siyahi bir köle zannettim, eğer şeytan olduğunu bilseydim, vallahi onu öldürürdüm.
(Sahihtir
kaydiyle Beyhekî'nin ve Ebû Nuaym'in Ammar'dan bir rivayeti daha vardır ki, o da aşağı-yukarı
bu mealdedir.)
İbn-i Sa'd ite İbn-i Rahuye ise, yine Ammar bin Yasir'den şu haberi
naklederler: "Ben, Rasulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte ins ile de, cin
ile de savaştım!" O, böyle söylediği zaman: "Sen cin ile nasıl savaştın?"
diye sordular. O da şu cevabı verdi:
"Ben, Peygamberimizle birlikte seferde idim. Bir
yere inmiştik. Kuyudan su getirmek üzere kırbamı ve
kovamı alıp gittim. Kuyunun başına vardığım zaman, savaşçı siyahi bir adam ansızın karşıma
çıktı ve: "Vallahi bugün bu kuyudan bir kova dahi su alamıyacaksm!"
diyerek beni tehdid etti. Ben de derhal kendisine saldırıp onu yakaladım. O da
benim yakama yapışıp bana engel olmak istedi. Fakat ben kendisini tuttuğum gibi yere serdim. Sonra elime bir taş rast geldi. Onu alıp adamın ağzını ve yüzünü bu taşla vurarak
parçaladım. Sonra onu zararsız hale
getirdiğimden emin olarak kovamı su ile doldurdum, çekip kırbama boşalttım
ve su dolu kırbamı alarak Rasuîul-lah'a getirdim. Rasulullah bana:
"Kuyunun başında bir adama rastladın mı?" diye sordu. Ben de
durumu kendisine haber
verdim. Peygamberimiz de o adamın, şeytan olduğunu bildirdi."
Beyhekî ashabtan birinden şu haberi çıkarmıştır: "Ben, karanlık
bir gecede Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte seferde idim. Bir adamın Kul ya
eyyühal-kafîrûn suresini okumakta olduğu duyuldu. Rasulullah Efendimiz
de buyurdu ki: "Şu el-Kafîrûn Suresini okumakta olan adam, muhakkak şirkten beridir, uzaktır!" Sonra biz bir müddet
daha yolumuza devam ettik. Yine bir adamın Kul hüvallahü ehad suresini okumakta
olduğunu duyduk. Bunun
üzerine de Peygamberimiz: "Şüphesiz bu sureyi
okumakta olan şu adam, Allah'ın mağfiretine mazhar olmuştur!"
buyurdu.
Bu sırada ben, bu sureyi okumakta olan o
adamın, kim olduğunu anlamak istedim ve bu maksatla hayvanımın başim çekip sağıma-soluma dikkatli
bakındım. Fakat hiçbir kimseyi göremedim." [9]
------------------------
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar