Print Friendly and PDF

EL-HASÂİSU'L-KÜBRÂ PEYGAMBER EFENDİMİZ VE MU'CİZELERİ 5

 

15 GELEN ELÇİLER, BU SIRADA VUKUA GELEN MUCİZELER VE BUNLARIN SIRAYLA ANLATILMASI

Sakif Heyetinin Gelişi Sırasında Vukua Gelen Mucizeler

Beyhekî ve Ebû Nuaym'in Mûsâ bin Ukbe tarikiyle Zühri'den naklettiklerine göre, o şöyle demiştir: "Sakîf Kabîlesi'ni (Tâiflileri) tem-silen Urve bin Mes'ûd gelip Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huzuruna çıktı ve res­men müslüman oldu. Sonra kavmine dönmesi için izin istedi. Peygamberimiz kendisine dedi ki: "Onların seni öldürmelerinden kor­karım." Urve ise şu cevabı verdi: Yâ Resûlallah, onlar beni uyurken görseler, uyandırmağa cesaret edemezler." Bu şekilde ayrılıp kavmine gitti ve onları müslümanlığa davet etti... Onlardan hiç de beklemediği bir muhalefetle karşılaştı... Hattâ kötü sözler işitip üzüldü... Birgün, seher vakti kalkıp sabah namazı için hazırlandı. Evin damına çıkarak Ezan okumaya başladı... Ezan'ın dinin temeli olan şehâdet cümlelerini "okurken, ansızın bir ok gelip kendisini cansız yere serdi. Oracıkta şehîd oldu... Onun bu şekilde şehid edilişi haberi Hazret-i Peygamber'e ulaştığı .zaman, şöyle buyurdular: "Urvenin meseli, Sahib-i Yâsîn'in meselidir... O da kavmini Allah'a davet etmiş ve kavmi tarafından Öldürülmüştü."

Urve bin Mes ud'un öldürülmesinden sonra Sakîf ten sayıları yir­miye yaklaşan bir heyet geldi, içlerine Kinâne bin Abd-i Yâlîl ile Osman bin Ebû'l-As da vardı... Hepsi de müslümanlığı kabul ettiler...."

İbn-i Sa'd'ın Vâkıdî'den naklettiği bir habere göre, Urve bin Mes'ûd, Ezan okuduğu sırada atılan bir okla yaralandığı zaman; "Şehâdet ederim ki Muhammed Allah'ın Resulüdür! O bana, bunu ön­ceden haber vermiş ve "kavmin seni öldürür" buyurmuştu, demiştir...."

Yine Ebû Nuaym'in Vakıdl'den naklettiği bir haber. Deniliyor ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Tâiften döndüğü sırada Urve bin Mes'ûd, Gaylân bin Mesleme'ye şöyle demişti:

"Ey Gaylân, Allah'ın, Resulü Muhammed'e ne kadar büyük bir başarı verdiğini görüyorsun. Bütün insanlar, ister istemez kendisine tabî olmuş durumda... Bizler ise, Arab'ın dâhileri arasında anılı­rız... Böyleyken biz, İslâm'ın câhili olabilir miyiz? Muhammed'in davetinden bu derece uzakta kalabilir miyiz? Bak, ben sana vaktiyle yaşadığım bir hali haber vereyim. Şimdiye kadar ben bunu, senden başka hiçbir kimseye söylemiş de değilim. Şöyle ki: Bir zamanlar ben ticâret için Necrân'a gitmiştim. O sıralarda, henüz Muhammed Pey­gamberliğini ilân etmiş değildi... Necran metropoliti benim arkadaşım idi. Kendisiyle konuşurken bana demişti ki: "Bak Urve, sizin Mekke Haremi'nde bir Peygamberin çıkacağı zaman hayli yaklaşş bulun­maktadır. ve bu Peygamber, bütüp Peygamberlerin sonu olacaktır. Kavmiyle arasında çetin mücâdeleler de geçecektir... Bu Peygamber, ortaya çıkıp insanları Allah'a davet ettiği zaman, muhakkak sen O'na îmân edip tabî olmalısın!"

İşte metropolit'in bana söyledikleri aynen bunlar idi. Fakat ben onun bu sözlerim, Sakîf ten veya başka kabileden hiçbir kimseye söyle­miş değilim. Şimdi ilk defa sana söylüyorum ve ben sana söylemekle kalmıyorum, derhal kendisine gidip tabî olacağını!"

Urve, Gaylân'a bunları söyledikten sonra derhal yola çıkarak Hazret-i Peygamber'e gelmiş ve müslüman olmuştur...."

Beyhekî'nin rivayetine göre Vehb şöyle demiştir; "Ben, Câbir'e sor­dum ve dedim ki: Tâifli'ler gelip Peygamberimiz1 e bîat ettikleri zaman, bâzı şartlar ileri sürmüşler. Bunların ne olduğunu bana açıklar mısın?" Câbir'in bana verdiği cevab ise aynen şu olmuştur: "Onlar Hazret-i Peygam­ber'e, zekât vermiyeceklerini ve cihâda katılmayacaklarim şart koş­muş lar di... Fakat Peygamberimiz bu sırada aynen şöyle buyurmuşlardı:

"Hakkiyle müslüman oldukları takdirde, çok geçmez zekât da ve­rirler, cihâda da katılırlar!" (ve çok geçmedi, aynen Peygamberimiz'in haber verdikleri gibi oldu...") [1]

Müslim, Osman bin Ebûl-As'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Ben, Peygamber Efendimiz'e: "Ey Allah'ın Resulü, Şeytan benimle namazını ve kıraatim arasına girip engelleme yapıyor, bu husuta bana neyi tavsi­ye edersiniz?" diye mürâcâtta bulundum. Peygamberimiz de buyurdu ki: "O Hanzeb adındaki şeytanın vesvesesini hissettiğin zaman, ondan Al­lah'a sığınmaksın! Sonra sol tarafına da üç defa tükürmelisin." Ben de aynen Hazret-i Peygamberin dediğini yaptım ve çok şükür, Allah da benden onun vesvesesini giderdi."  -

Yine Osman bin Ebû'l-As'tanEbû Nuaym, biraz farklı olarak şöyle rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beni Taife gönderdiği zaman, Şeytan bana musallat olup acâib vesveseler verdi. Artık namazımı nasıl ve ne kadar kıldığımı bilemez olmuştum... Dönüşümde hâlimi Hazret-i Peygam­ber'e arz ettim. O da bana dedi ki: "Bu, şeytandır. Bana biraz yaklaş bakayım!" Ben de kendisine yaklaştım. Bana: "Haydi ağzim aç!" dedi ve mübarek eliyle göğüsüme vurdu, ağzımın içine de tükrüğünden çalarak: "Ey Allah'ın düşmanı, dışarı çık!" diye seslendi ve bunu üç defa tekrar­ladı. Bundan sonra bana: "Haydi işine bak!" buyurdu... Artak bana, bir daha şeytan musallat olamadı, vesvesesiyle bana te'sir edemedi..." (Bir daha okuduğumu da unutmadım.)

Beyhekî ve Ebû Nuaym de, yine Osman bin Ebû'l-As'tan şöyle ri­vayet ederler: "Ben, çatlayıp helak olacak derecede hastalandım... Kal­kıp Hazret-i Peygamber'e giderek hâlimi arz ettim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de bana buyurdu ki:

"Sağ elinle ağrıyan yerini tut ve yedi defa: "Allah'ın adıyla! Duy­duğum acılardan Allah'ın izzetine ve kudretine sığimrım!" diyerek dua et!"

Ben de aynen Hazret-i Peygamber'in tavsiye ettiği gibi yaptım. Allah da bütün acılarımı giderip beni şifâya kavuşturdu! Artık ben, gerek kendi ev halkımdan olsun, gerekse başkaları olsun, her hastayım diyene, Hazret-i Peygamber'in bana öğrettiği bu duayı tavsiye etmeye de devam ettim..." [2]

Hanife Oğullarimn Gelişi Sırasında Vukua Gelen Fevkalâdelikler

Buhârî ve Müslim İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet ederler: Müseyli-metil'l-Kezzâb, kavminden pekçok sayıda adamla birlikte Medine'ye gel­di ve pervasızca dedi ki: "Eğer Muhammed, kendinden sonra yetkiyi bana bırakmayı kabul ederse O'na tabî olurum!" Derken Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de yanında Kays bin Şemmâs'ın oğlu Sabit ile birlikte çıkageldi. Elinde yaprakları soyulmuş hurma dalı parçası vardı. Bunu göstererek buyurdu ki: "Ey Müseylime, sen benden şu dal parçasını istemiş olsan, sana bunu dahi vermem! Sen, senin, hakkındaki Allah'ın emrini geçersiz kılamazsın! Eğer îslâm'dan dönüp kâfir olursan, Allah'ın senin hakkın­daki emri ölümdür! ve senin akibetin hakkında bana bâzı şeyler de gösterilmiş bulunmaktadır. Ben, seninle daha fazla konuşacak da deği­lim, İşte Sabit bin Kays, o sana Benim hakkımda gerekenleri söyler....''

Peygamberimiz bunları söyledikten sonra çekip gitti... Ben daha sonraları, Hazret-i Peygamber'in: "...Senin hakkında bana bâzı söyler göste­rildi" buyurmasının manası ne idi? diye bazılarına sordum. Ebû Hürey-re'nin bu hususta bana verdiği cevab şu olmuştur: "Peygamber Efendimiz bir defasında buyurdular ki: "Ben rü'yâmda, elimde iki altın bilezik gördüm ve bu hususta tasalandım. ve bana rü'yamda vahyedildi ki: "Haydi onlara üfle!" Ben de üfledim ve her iki bilezik elimden uçtu gitti... Ben bunları, benden sonra çıkacak iki yalancı ile tev'vîl ettim.." İşte ey İbn-i AbbâsPeygamberimiz'in haber verdiği bu iki yalancıdan birisi Esved el-Ansî, diğeri de Müseylimetü'I-Kezzâb'tır.."

Ben, Ebû Hüreyre'nin bu cevabim alınca, vaktiyle Hazret-i Peygam­ber'in irâd buyurduğu o sözün manâsını da gayet açık olarak anlamış oldum...."  

 (Nitekim Buharî ve Müslim bunu ayrıca Ebû Hüreyre'den rivayet etmişlerdir... ve o yalancı Müseylime, Yemame savaşında Vahşi tara­fından katledilmiştir...).

İbn-i Adiyy Muhammed bin Câbir'in şöyle dediğini haber verir: Ben babamdan işittim, babam da dedem Sinan bin Talk el-Yemâmî'den dinlemiştir. Şöyle ki: Dedem Sinan, Hanîfe Oğullarından Resûlüllah'a gelen ilk heyette bulunmuştur. Resûlüllah'a geldiği zaman, Resûlüllah efendimiz başim yıkamakta imiş. Dedeme demiş ki: "Haydi

- Yemâmeli'lerin kardeşi Sinan başim sen de yıka!" Bunun üzerine dedem, Resulüllah'tan artakalan su ile başim yıkamıştır. Sonra Resûlüllah'ın huzurunda müslüman olmuştur. Bunu bizzat kendisi an­latan dedem dermiş ki: "Sonra Peygamber Efendimiz bana bir mektub yazıp verdi. Ben de Resûlüllah'a şu ricada bulundum: "Ey Allah'ın Resulü, bana gömleğinizden bir parça veriniz, onunla ünsiyet duyayım! (Yanımda Allah Resulünün bir hâtırasıdır, diyerek teselli olayım.)." Benim bu ricamı kırmayan Resûlüllah Efendimiz, bana gömleğinden bir parça verdi."

Olayı nakleden Muhammed bin Câbir der ki: "Babam bana dedem Sinan'dan nakleder ve derdi ki: Dedem, bu Resûlüllah'ın gömleğinin parçasını, kıymetli bir hatıra olarak saklar, hastalara şifa olsun diye onu yıkar ve suyunu içirirmiş...."[3]

Abdül-Kays Heyetinin Gelişi ve Bu Sırada Vukua Gelen Bazı Fevkalâdelikler

Ebû Ya'lâ ve Beyhekî Mezyede el-Asrî'den nakleder. O demiştir ki: Birgün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabı ile konuşurken: "Şu taraftan bir top­luluk gelecek, onlar doğudakilerin en hayırlılarıdır!" Derken Ömer ye­rinden kalkıp doğu tarafına doğru gitti. Binitli on üç kişilik bir topulukla karşılaştı ve onlara, kimler olduklarim sordu. Onlar da; Abdü'l-Kays Oğullan olduklarim söylediler..." [4]

İbn-i Sa'd Urue'nin şöyle dediğini nakleder: Abdü'l-Kays heyetinin geldiği günün sabahında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Doğudan bir kafile gelecek, bunlar İslâm'a girmeleri için zorlanmış değillerdir! Azık­ları tükenmiş olarak yola devam etmekteler ve yakında burada olur­lar...." Sonra Resûl-i Ekrem şu duada bulundular: "Allah'ım Abdü'l-Kays Oğullarim mağfiret eyle! Onlar İslâm için geliyorlar, Benden bir mal istemiyorlar! Onlar, doğuda yaşıyanların en hayırlılarıdır!"

Çok geçmeden yirmi kadar adam geldi. Başlarında Abdullah bin Avf el-Eşecc vardı. Bu sırada Resûlüllah Mescid'de bulunuyordu. Gelip kendisine selam verdiler, O da onları selamla karşıladı ve Abdullah bin Avfın kim olduğunu sordu. Abdullah da "Benim, yâ resûlellah" dedi. Abdullah, şişman ve çirkin görünüşlü idi. Resûlüllah kendisine baktı ve şöyle buyurdu:

"Erkeklerin cild ve bedenlerine bakarak güzellik veya çirkinlikleri hakkında hüküm verilemez! Kişinin güzellik ve çirkinliği; dili ve kalbi iledir!" Sonra Abdullah'ın şahsına hitaben: "Sende Allah'ın sevdiği iki haslet bulunmaktadır" buyurdu. Abdullah: "Bu iki haslet nelerdir, yâ Resûlallah" diye sordu. Resûlüllah da: "Akıllı ve ağır başlı olman, bir de yumuşak davranmandn*" buyurdu. Abdullah tekrar sordu: "Ey Allah'ın Resulü, bendeki bu iki haslet, cibilli ve fıtrî midir?" Resûlüllah Efendi­miz de şu cevabı verdiler: "Evet, cibillî ve fıtrîdir, yâni Allah'ın seni bu fitratta yaratmış olmasıdır.."

Hâkim'in Enes'ten rivayeti de şöyledir: Abdü'l-Kays Oğullarimn heyeti geldiği zaman Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendilerine buyurdu ki: "Sizin şu ve şu isınılerde hurmalarimz vardır ve meşhurdur... Bunların renk­leri de, şöyle ve şöyledir...." Bu^ırada onlardan biri: "Anam-babam sana feda olsun ey Allah'ın Resulü, eğer sen bizını kabilemizde doğup büyü­müş olsaydın, bu söylediklerini bundan daha iyi bilemezdin! Ben şehâdet ederim ki Sen, Allah'ın resulüsün!" dedi... Peygamber Efendi­miz de şu karşıhğı verdiler: "Siz gelip benim yanımda oturduğunuz za­man, sizin ülkeniz bana gösterildi... ve sizin hurmalarimz arasında el-Berenî adındaki hurmanız, hepsinden daha hayırlıdır. Kendisi hastalık yapmaz ve diğer hastalıktan da giderir...."

Ahmed ve Taberânî el-Vâzi'den şöyle naklederler: Resûlüllah'a ge­len heyet içinde ben de vardım, Abdullah'ın kafilesinde idim. içimizde bir arkadaşımız ise hasta idi. Zaman zaman kendisini sar'a tutuyor, baygınlık geçiriyordu... Onun durumunu Resûlüllah'a arz ettik... ve onun için duâ buyurmasını rica ettik. Peygamberimiz: "Onu bana geti­riniz" buyurdu. Biz de getirdik. Cübbesinin bir kenânnı tutarak kaldırdı ve hasta.olan arkadaşımızın arkasını vurmaya başladı.... Vururken de: "Çık dışarı, ey Allah'ın düşmanı!" diyerek sesleniyordu... Arkadaşımız da bakıyor ve bakışı, eskisi gibi düzelmiş bulunuyordu... Sonra Peygamberimiz onu yere oturttu, mübarek eliyle onun yüzünü mesh etti ve onun için bir müddet duada bulundu... Bundan sonra arkadaşımız, sıhhatine iyice kavuşmuş oldu... O kadar ki, heyetin içinde hiç birimiz on­dan daha sıhhatli olduğumuzu söyleyemezdik...."

Yine Ahmed, Şihab bin Abbâd'tan nakleder. O, Abdü'l-Kays heyeti içinde bulunanlardan bâzısından şöyle işitmiş:" Başkanımız Abdullah bir Avf el-Eşecc demiştir ki: Ey Allah'ın Resulü, bizını yerin havası çok ağır ve fenadır. Eğer bizler bu içkilerden içmezsek benizlerimiz sapsarı kesilir. Karınlarımız da şişer... Bize bu hususta mümkinse ruhsat ver­seniz! Çok değil, şöyle iki avucunun içi kadarına izin verseniz yeteri"

Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz de şöyle buyurmuştu: "Ey Eşecc, eğer az miktarına izin verirsem, çok miktarim da içersiniz! ve içkinin etkisiyle sarhoş olursunuz... Bu takdirde de, küçük-büyük tanı­maz, birbirinizi yaralar, bacağim sakat bırakırsınız!...."

Bizim heyetin içinde, el-Hâris adında biri vardı ve bir içki mecli­sinde bacağından yaralanıp sakatlanmıştı... Haris bizzat kendisi de­miştir ki: Ben bu sırada, yâni Resûlüllah'ın, "...Sonra da bacağından sakat kalır..." dediği sırada, elbisemle bacağımdaki yarayı örtüyor, bu­rasını elimle tutuyordum... Aynı zamanda kendi kendime: "Ne kadar örtüp gizlemiye çalışsam da, Allah bunu Resulüne bildirmiş bulunu­yor... Baksana, içkinin ve sarhoşluğun kötülüklerini sayarken, bizzat benim durumuma da işaret buyurup: "Sonra, amcası oğlu olsa bile ba­cağından kılıçla vurup yaralar!..." diyor şeklinde içimden geçirip söy­lendim...."[5]

Amir Oğulları Heyetinde Vukua Gelenler

Beyhekîİbn-i İshak'ın şöyle dediğini naklede): Amîr Oğullarimn heyeti Resulüllah'a geldiği zaman, içlerinde Amir bin Tufeyl ile Erbed bin Kay s Hâlid bin Cafer ve Hayyan bin Müslim bin Mâlik de vardı... Bunlar aslında kavimlerinin reisleri ve şeytanları idiler... Amir'in gelişi hiç de iyi niyetle değildi. Onun maksadı, Peygamber Efendimiz'e kötülük yapmaktı. Hitekim bu niyetini yolda gelirken Erbed'e de açıklamıştı... ve demişti ki: "Bak Erbed, tam Muhammed'in yanına vardığımızda, ben onu lafa tutacağım, tam bu sırada sen de kılıcim çekip kendisini haklı-yacaksm! Bu iş, sana düşmektedir, sakın ihmâl ve dikkatsizlik yapma!" Erbed de bunu kabul etmişti...

ylece Resûlüllah'ın huzuruna geldiler ve Amir dedi ki: "Ey Mu-hammed, beni kendine sâdık bir dost edin!" Peygamberimiz de dedi ki: "Eğer, gerçekten Allah'ın birliğine, O'ndan başka hiçbir ilah olmadığına inanırsan, seni kendime dost edinirim!" Peygamber Efendimiz'in bu şe­kilde kendisine karşı şart koşmasına sinirlenen Amir bin Tufeyl, geri dönerken şu tehdidleri savuruyordu: "Ey Muhammed, madem beni kendine dost kabul etmedim, haberin olsun ben de burayı kırmızı atlara binmiş süvarilerimle doldurup çiğnetirim!" İşte o, böyle tehdidler savu­narak dönüp gitti... Peygamberimiz de kendisine beddüâ ederek: "Al­lah'ım, Amir bin Tufeyl'i helak eyle!" buyurdu... Yolda giderlerken Amir Erbed'e dedi ki:'Yazık sana ey Erbed, benim sana olan emir ve tenbihim nerede kaldı?" Erbed de ona şu cevabı vermiş: "Ey Amir, ben tam senin bana emrettiğini yapacağım sırada, vallahi Muhammed'le benim aram­da sen bulunuyordun! Kılıcımı vursaydım, sana vurmuş olacaktım, Bunun böyle olmasını elbette sen dahi istemezdin!"

Onlar, kendi ülkelerine doğru giderlerken, yolda Amir boynundan hastalandı. Selûl Oğullarından bir kadımın evinde misafir kaldılar... Derken Amir'in hastalığı ağırlaştı ve Allah orada onu helak etti... Sonra diğerleri ülkelerine döndüler... Kavminin adamları Erbed'e sordular: "Arkanızda neler, ne gibi haberler var?" dediler... Erbed de: "Vallahi Muhammed bizi bir şeye ibâdet etmeye çağırdı... Fakat o şey şimdi-bu-rada olsa, ben onu; kılıcımla bir vuruşta katlederdim!" diye konuştu... Bundan bir veya iki gün sonra devesini satmak için yola çıkmıştı ki, Yüceler Yücesi Allah, bir yıldırım göndererek Erbed'i devesiyle birlikte yakıp helak eyledi...."

Beyhekî'nin rivayetine göre Müemmel bin Cemîl şöyle demiştir: Amir bin tufeyl Peygamberimiz'(e geldiği zaman Peygamberimiz kendi­sine: "Ey Amir, müslüman ol!" diye emretti. Amir de şu karşılığı verdi: "Köyler ve çöller benim, şehirler senin olmak şartiyle müslüman olu­rum!" Peygamberimiz bunu red eyledi, Amir de müslüman olmadan dö­nüp gitti... Giderken de şu tehdidi savuruyordu: "Vallahi yâ Muhammed, burasını atlı askerlerle doldurup çiğneteceğim! Şu hurma­larimzın her birine bir at bağlıyacağım!..." Onun bu şekilde tehdidler savurarak ayrılmasından sonra Peygamberimiz: "Allah'ım, Amir'i helak eyle. Kavmine de hidâyetler ver!" diyerek dua etti... Amir, yolda gider­ken hastalandı, Selûl oğullarından bir kadımın evindeyken boğazı şiş­meye başladı... Kalkıp atına atladı, mızrağim eline alarak atim sürdü... "Ben, boğazı şişerek, bir kadımın evinde mi öleceğim?" diyerek biraz gitti, sonra atından yere yuvarlanarak Öldü...."

Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'in şöyle dediğini nakleder; Erbed bin Kays ile Amir bin Tufeyl Resûlüllah'a geldikleri zaman, Amir dedi ki: "Yâ Muhammed, eğer Senden sonra idareyi bana bırakınsan, bu şartla müslüman olurum!" Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de ona dedi ki: "Bu hususta, sana veya senin kavmine iş düşmez!" Durumdan sinirlenen âmir: "Ey Mu­hammed, vallahi ben senin bu yurdunu atlar ve askerlerle doldurup harâb ederim!" diyerek tehdid etmeye kalkıştı. Peygamberimiz de ken­disine: "Allah, seni bundan meneder!" diyerek karşılık verdi... Erbed'le birlikte yola çıkan Amir, Erbed'e dedi ki: "Bak Erbed, ben diyorum ki, hemen geri dönelim, ben Muhammed'i lafa tutayım, sen de bu sırada kılıcim çekip onun hakkında geliver!" Erbed, onun bu teklifini kabul etti. îkisi de geri döndüler. Amir, Peygamberimiz'e kendisiyle konuşacakları olduğunu söylüyerek, oturduğu yerden kalkmasını ve biraz yürümeleri­ni teklif etti. ve yürümeye başladılar... Bu sırada fırsatın eline geçtiğini zanneden Erbed, kılıcim kimndan sıyırıp tam vuracağı sırada elinin kuruduğunu ve tutmadığim hissetti. Amir'in kensinine olan emrini ye­rine getiremedi... Dönüp Amirle birlikte yola koyuldular... Amir kendi­sine çıkıştı ve niçin emrini yerine getirmediğini sordu... Erbed de dedi ki: "Bak Amir, benim o sırada elim kurudu ve tutmadı... Yoksa, ben senin emrini yerine getirmemeyi düşünmüş değilim!" İkisi birlikte gi­derlerken, Rakm denilen yere geldiklerinde, Allah bir yıldırım gönderdi, Erbed'i yakarak kül etti... Amir'e de bir boğaz yarası -hastalığı verdi, o da kısa bir zaman içinde bu yüzden ölüp gitti... ve Yüce Allah, şu âyetlerini inzal buyurdu:

"Allah, her dişinin neyi yüklendiğini, rahimlerin neyi eksiltip ar­tırdığim, bilir. Onun yanında herşey bir miktar iledir. O, gizliyi ve aşikâreyi bilendir, büyüktür ve yücedir.."

"Aranızdan sözü gizleyen de, onu açık söyleyen de, geceley'n gizle­nen de gündüzün görünen de birdir. (O, hepsini ve herşeyi bilir ve görür) Onların her birini, önünden ve arkasından izleyen melekler vardır. Onu Allah'ın emrinden korurlar. Bir millet, kendi durumlarım değiştirme­dikçe, Allah onların durumlarım değiştirmez. Allah da bir kavme kötü­lük istedi mi, artık onu geri çevirecek olan da yoktur. Zâten onların, O'ndan başka koruyup kollayanları bulunmamaktadır. O'dur ki size, korku ve ümid içinde şimşeği gösterir, yağmur yüklü ağır ağır bulutları yayar.'

"Gök gürültüsü O'nu Överek, melekler de O'ndan korkarak O'nu tesbîn ederler. ve Allah, yıldırımlar gönderir de onlarla dilediğini çar­par. Allah, pek kuvvetli olduğu halde, onlar hâlâ O'nun hakkında mücâdele ederler.." [6]

Amr bin el-Âs'ın Gelişi ve Müslüman Oluşu

İbn-i Sa'dBeyhekî ve Ebû Nuaym Amr bin el-Âs'tan şöyle rivayet ederler: "Ben, İslâm'a karşı inatçı ve çok zıd idim. Bedir'de Hazret-i Peygam-ber'e karşı savaşan müşrikler arasında ben de vardım ve kurtulmuş­tum... Uhud'da da bulundum ve kurtuldum... Hendek Savaşı'nda da böyle oldu... Sonra kendi kendime dedim ki: "Daha ne kadar muhalefet edeceksin? Muhammed, mutlaka Kureyş'e karşı üstün gelecektir!" Hu-deybiye'de bulunduğum ve Resûlülİah'ın Kureyş ile sulh andlaşması imzaladığı sırada da kendi kendime şöyle diyordum: "Gelecek sene Muhammed ashabı ile birlikte Mekke'ye girecek. Artık senin için ne Mekke, ne de Tâif durulacak yer değildir. En iyisi çıkıp gitmektir...." İşte kendi kendime böyle diyordum ve henüz İslâm'dan çok uzak bulunu­yordum... Hattâ bütün Kureyş müslüman olsa, ben yine müslüman ol­mam diyordum. Derken kavmimden bâzı adamları toplayıp kendileriyle bir komışma yaptım. Onlara dedim ki: "Benim, sizin aranızdaki itibar ve mevkiim nasıldır?" Dediler ki: "Hepimizin itibar ettiği, mühim işlerde görüşüne mürâcât ettiği bir zatsın." Bunun üzerine ben dedim ki: Sizin de gördüğünüz gibi, Muhammed gün geçtikçe kuvvetleniyor, davası yükseldikçe yükseliyor, hemde hiç umulmadık derecede... Ben bu du­rumda diyorum ki: En iyisi kalkıp Necâşi'nin ülkesine gidelim, orada neticeyi bekliyelim, Eğer Muhammed dediğim gibi, tam mânâsı ile hâkim olursa orada kalalım! Çünkü Muhammed'in eli altında kalmak-tansa Necâşfnin eli altında bulunmak daha sevimlidir... Yok eğer Ku­reyş Muhammed'e karşı üstünlük sağlayacak olursa, bu takdirde zâten mes'ele yok demektir....11 Arkadaşlarım benim bu teklifime katıldılar, "Çok yerinde konuştun" dediler. Ben de kendilerine: "Hemen hazırlanın, Habeş Kralına vereceğimiz hediyeleri de unutmayalım! Biliyorsunuz Necâşî'nin çok sevdiği bir şey de, bizını buranın katıklı ekmeğidir. Bun­dan çok miktarda götürelim!" dedim ve çok miktarda katıklı ekmek ha-zırlıyarak yola çıktık... Hızla ilerliyerek Necâşî'nin ülkesine vardık ve destur »alıp onun huzuruna çıktık. Biz tam onun huzurunda iken, Mu­hammed'in elçisi Amr bin Ümeyye el-Damrî de Necâşî'nin huzuruna kabul edildi... Muhammed onu, yazdığı bir mektubla göndermiş ve bu mektubda Necâşî'ye Ebû Süfyân kızı Ümmü Habîbe'yi kendisine nikah-layıvermesini istiyormuş [7] Peygamber'in elçisi bu maksatla girdi ve çıktı... Ben arkadaşlarıma dedim ki: Gördünüz, Peygamber'in elçisi girip işini gördü ve çıktı... Bir fırsatim bulup veya Necâşî'den izin koparıp onun kellesini uçursaydım, herhalde Kureyşin yanındaki itibarım bir kat daha artar ve bu sebeble Kureyş beni mükâfatlandırırdı...."

Peygamber'in elçisi çıktıktan sonra biz, tekrar Necaşî'nin huzuru­na girdik. Her zamanki gibi kendisine secde ettik... O da bana dedi ki: Dostum merhaba! Bana ülkenizden hediye getirdiniz mi?" Ben cevab verdim: "Evet, size çok miktarda ülkemizin etli ekmeğinden getirdik." Sonra kendisine hediyemizi takdim ettik. O da oradakilere bundan verip taksını etti... Artanim da bir yere konularak saklanmasını emretti... Ben, kendisinin bizlerden hoşnud olduğunu görünce dedim ki: "Efendim, az önce huzurunuzdan ayrılan adam, bizını düşmanımız olan ve bizleri öldürüp perişan eden birinin elçisidir! izin verirseniz peşinden gidip kendisini Öldürmek isterim!" Necâşî, benim bu sözlerimden beklemedi­ğim derecede gadaba gelip burnumun üzerine bir yumruk attı. O kadar kuvvetli vurdu ki, ben burnumun kırıldığim zannettim... Burnum, şid­detli bir şekilde kanamaya başladı... Elbisemle kanımı siliyor ve çok sı­kılıyordum... Utancımdan ve korkumdan yer varılsa girecektim... Utanarak dedim ki: "Efendim, sizin o sözümden hoşlanmıyacağimzı bil­seydim, kat'iyyen onu söylemezdim!" O da bana dedi ki:

"Ey Amr, sen vaktiyle Mûsa'ya ve isa'ya Allah'ın vahyini getirmiş bulunan Cibril'in kendisine vahiy getirmekte olduğu bir zât'ın, elçisini, öldürebilmen için onu sana teslim etmemi istiyorsun! Buna nasıl cesaret edebiliyorsun?"

İşte bu sıradadır ki, Allah benim kalbimi ve İslâm'a karşı olan du­rumumu değiştirdi. Kendi kendime dedim ki: Bak Amr, bu hakikati Arab biliyor, Acem biliyor, Habeş'liler biliyor da bir sen kalkıp ona mu­halefet ediyorsun...." içimden böyle geçirip Kral'a dedim ki: "Efendi Hazretleri, siz şahsen buna şehâdet ediyor musunuz?" O da "Evet, şe-hadet ediyorum, dedi ve ekledi: Ey Amr, gel bana bu hususta itaat et ve Muhammed'e tabî ol! Allah'a yemin ederim ki O, hak üzere bulunmakta ve hak Peygamber'dir! Vaktiyle Mûsâ, kendisine muhalefet edenlere karşı nasıl gâlib geldi ve Fir'avn'i tepeledi ise, hiç şüphen olmasın ki Muhammed dahî kendisine muhalefet edenlere karşı üstün gelecektir!" Onun bunları söylemesinden sonra kalbim İslâm'a iyice ısındı... ve ben Necâşîye dedim ki: "Ey Melik, şimdi sen, Peygamber Muhammed adına benden bîât alabilir misin?" Necâşî: "Evet, alabilirim" dedi. Ben de Bunun üzerine, İslâm'ı kabul etmek üzere ona bîat ettim ve bu şekilde müslüman oldum..."

Beyhekî'nin tahricine göre Amr bin Dîhar şöyle demiştir: Amr bin el-Âs Habeşistan'dan döndüğü zaman, bir müddet evinden dışarı çık­madı. Kureyş'ten bâzıları: "Amr, acaba niçin evinden çıkmıyor? dediler... Amr de onlara şu haberi yolladı: "Habeş meliki Ashama, resmen Mu-hammed'in Peygamber olduğunu söylüyor!" İbn-i Asâkir ise, yine Amr bin dinarın şöyle dediğini haber veriyor: Amr bin el-Âs'ın Habeşis­tan'dan gelişi sırasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bu gece size, muhacir ve Hakim bir adam gelecek!" ve o gece, Amr bin el-Âs geldi ve Hazret-i Peygamberin huzurunda müslüman olduğunu ilân etti..." [8]

Devs Kabilesi Heyetinin Gelişi Sırasında Görülen Mucizeler

İbn-i Sa'd Vâkıdî'den, o Velîd bin Müslim'den, o da Münir bin U-beydullah'tan şöyle nakleder: Devs'li Ümmü Şerîk'in kocası Ebûl-Akr, Devs'ten hicret edenlerle birlikte hicret edip Ebû Hüreyre ile birlikte Resûlüllah'ın huzurunda müsülüman oldu... Hanımı Ümmü Şerîk ise, başından geçenleri şöyle anlatır: Kocam Ebû'l-Akr'ın yakınları gelip bana sordular: "Sen de kocan gibi, Muhammed'in dînini kabul ettin mi?" Ben de kendilerine "Evet, ben.de onun dîni üzerinde bulunuyorum!" de­dim... Onlar bunu öğrenince çok kızdılar ve: "Vallahi sana çok şiddetli bir şekilde azap ve işkence edeceğiz!" dediler. Sonra beni yürümesi kötü bir deveye bindirerek yola çıktılar... Yoldan bana yiyecek olarak sâdece ekmek ve bal veriyorlar, fakat bir damla su vermiyorlardı. Öğle vakti yaklaşırken bir yere indiler, çadırlarim kurup içinde istirahata çekildi­ler. Beni ise, kızgın öğle güneşinin altında dışarıda bıraktılar... Nihayet ben Güneş'in ve susuzluğun te'siriyle kendimden geçmişim. Aklım ça­lışmıyor, gözüm görmüyor, kulağım da söylenenleri işitmiyordu... Onlar, bu şekilde bana üç gün işkence ettiler... Üçüncü günü bana: "Üzerinde bulunduğun dîni, yâni müslümanlığı terk et!" diyerek baskı yapıyor­lardı. Fakat ben oların bu söylediklerini ancak, kelime kelime duyabili­yor, tam bir cümle halinde söylediklerini anlamıyordum. Bu derece perişan olmuştum. Fakat herşeye rağmen niçin işkence ettiklerinin şu­urunda olduğumdan, sözle kendilerine cevap vermeye gücüm yetmese de, şehâdet parmağımla semâya işarette bulunarak "Allah'ın Vahdâdiyetini" ifâde etmek istiyordum... Allah'a yemin ederim ki çok perişan bir halde idim ve bütün gücümü ve şuurumu kaybetmek üzere bulunuyordum. Tam bu sırada, göğsümün üzerinde bir su kovası belirdi. Alıp içtim. Sonra kova çekildi... Baktım, su kovası semâya doğru çekili­yor... Sonra ikinci defâ bana su kovası sarkıtıldı. Ben de alıp içtim. Sonra kova yine çekilmeye başladı... Ben suya henüz kanmadığımdan kovayı tutmak istedimse de, o yine semaya doğru çekildi... Sonra üçüncü defa su kovası sarkıtıldı. Ben de alıp içtim, bu defa suya kandım, başıma, yüzüme ve elbisem üzerine bolca su döktüm ve iyice serinlemiş de ol­dum... Onlar çadırlarından çıkıp benim bu hâlimi görünce şaşırdılar ve: "Bu nedir?" diye sormaktan kendilerini alamadılar... Ben de kendileri­ne: "Bu, Allah'tandır, O'nun bana rızık olarak gönderdiği birşeydir!" karşılığim verdim. Onlar önce buna inanmadılar, koşarak gidip su kırba ve kablarim birer biren kontrol ettiler. Hepsinin olduğu gibi durduğunu, hiçbirinin ipinin çözülmemiş olduğunu gözleriyle gördüler... Sonra iyice düşünüp insafa geldiler ve dediler ki:

"Ey Ümmü Şerîk, gerçekten bu sana, kendisine inandığın Rab'binden gelmiş bir rızıktır. Senin RabTain, bizim de Rab'bimizdir.

ylece hiçbir yaratılmışın gücünün yetmiyeceği bir şekilde sana imdâd eyleyen Allah, hiç şüphe etmiyoruz ki İslâm'ı da bizler için seçip emreden Allah'tır! Senin inandığın gibi, bizler de inanarak müslümanlığı kabul ediyoruz!"

İşte onlar orada, bu şekilde müslüman oldular ve müslüman ol­duklarim bizzat Hazret-i Peygamberce izhâr edip O'nun huzurunda îlân et­meleri için Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hicret ettiler... Bana da bundan sonra çok itibâr ve hürmette bulundular. Allah'ın bana olan lütfunu da itiraf ettiler..."

Ümmü Şerîk, kendisini Hazret-i Peygamber'e hibe eden kadındır. Hiç­bir mehir istemeden Hazret-i Peygamber ile nikahlanabileceğini bildirmiş­ti... Hazret-i Âişe de bu olay üzerine şu sözleri sarfetmişti: "Bir kadın, hiçbir mehir istemeden kendisini hibe ettiğini söylediği zaman, bence o kadın­da bir hayır yoktur!" İşte bunun üzerine de Allah şu âyetini indirmişti: "...Kendisini mehirsiz olarak Peygamber'e hibe eden ve Peygamber'in de kendisini almak istediği inanmış bir kadım; diğer mü'ıninlere değil, sırf sana mahsûh olmak üzere helâl kıldık..." (Ahzâb, 50. âyetten) Bu âyet indiği zaman Hazret-i Ayşe, Peygamberimiz'e hitaben: "Allah, senin arzunu yerine getirmekte ne kadar çabuk davranıyor!" demişti...

(Fakat, İbn-i Abbâs ve Mücâhid gibi zâtların belirttikleri veçhile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); kendisini O'na hibe eden kadınlardan hiç biri ile, ne Ümmü Şerîk ne diğerleri ile, asla evlenmiş değildir...)

Yine İbn-i Sa'd Arim bin Fadl'dan, o Hammâd bin Zeyd'den, o da Yahya bin Saîd'den şöyle nakleder: Ümmü Şerîk, yurdundan hicret ede­rek yola çıktığı zaman, yanında hanımı ile birlikte yolculuk eden bir yahûdî de vardı... Ümmü Şerik oruçlu idi. Kendisiyle birlikte yolculuk eden yahûdî, hanımına, Ümmü Şerîk'e iftar zamanında su vermemesi için sıkısıkı tenbihte bulundu... Bu şekilde akşamlayıp gece istirahatına çekildiler. Ümmü Şerîk, geceleyin göğsünün üzerine küçük bir su kovası konulmuş olduğunu gördü, alıp bundan içti... Oradaki yahûdî, hanımına seslenerek: "Hanım, ben bu kadımın su içerken ses çıkardığim duydum! O suyu nereden bulmuştur?" dedi... Karısı da yahûdîye cevap verdi: "Vallahi ben ona su vermiş değilim!"

Ümmü Şerîk'in, yanında bir tulum vardı. Bâzıları bu tulumu ariyet olarak alır ve birtakım bereketlere nail olurdu... Bir gün adamın biri gelip, onu satın almak istedi. Ümmü Şerîk de onu, yine ariyet olarak (bir müddet kullandıktan sonra teslim edilmek üzere) verebileceğini söyle­di... Sonra Ümmü Şerik, bu tulumu üfleyerek şişirdi ve güneş görecek bir yere astı... Bir müddet sonra tulumun yağ ile dolduğunu gördüler... Bu yüzden denilir ki: "Allah'ın âyet ve mucizelerinden biri de, Ümmü Şerîk'in tulumudur!" (Bu olayla ilgili bâzı rivayet yolları, ileride "Yiye­ceklerin bereketlenip çoğalması" bölümünde gelecektir...)[9]

Zeyyad El-Hilali'nin Gelişinde Vukua Gelenler

İbn-i Sa'd Hişam bin Muhammed'den, o Cafer bin Kilâb el-Caferi'den, o da Amir Oğulları'ndan bâzı yaşlılardan şöyle naklederler: Abdullah bin Mâlik'in oğlu Zeyyâd, Peygamberimize geldiğinde, Pey­gamber Efendimiz onun için dua etti, mübarek elini onun başına koydu ve yüzünden aşağıya doğru çekti... Bu şekilde onun yüzünde bir güzellik ve bereket meydana geldi... Hilâl Oğulları bu hususta derlerdi ki: "Biz, onun yüzündeki güzelliği devamlı tanırdık." Nitekim bu hususta şâir, Zeyyâd'ın oğlu Ali'yi överek şu sözleri söylemiştir:

"Ey Mescid'in yanında kendisi için Hazret-i Peygamber'in dua ettiği ve mübarek eliyle başından çenesine kadar yüzünü sıvadığı zâtın oğlu! Ne mutlu sana! Öylesine bir zât ki, Peygamberimiz onun yüzünü eliyle sı­vadıktan sonra, yüzünün nuru ve güzelliği, tâ kabre girinceye kadar hiç eksilmemiştir." [10]

Ebû Sebra’nın Gelişinde Vukua Gelenler

Yine İbn-i Sa'd, Hişam bin Muhammed'den, o Velid bin Abdullah el-Cu'ft'den, o da babasının üstadlarından naklen şöyle der: "Ebû Sebra Yezîd bin Mâlik, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldiğinde, yanında Sebra ve Azız adındaki iki oğlu da vardı... Peygamber Efendimiz'e dedi ki: "Yâ Resûlallah, benim elimin üzerinde bir ur var, elimin hareketine ve hayvanımın yularim rahatlıkla tutmama engel oluyor." Peygamber E-fendimiz, bir tas getirilmesini emretti, tası getirdiler, onu eline alarak Ebû Sebra'nın eli üzerindeki sertliğe vurmaya başladı... Hem vuruyor, hem de eliyle orasını oğuyordu... Derken Ebû Sebra'nın bu şikayetinin gittiği görüldü..." [11]

Cerir'in Gelişinde Vukua Gelen Bazı Fevkalâdelikler

Beyhekî, Cerîr-i Becelî'nin şöyle dediğini nakleder: Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldiğim zaman, Önce üzerimdeki elbiseyi değtirip en güzel elbisemi giydim. Sonra Mescid'e girdim. Bu sırada Peygamber Efendi­miz, hutbe okumakta idi... İnsanlar gözlerini bana çevirerek süzdüler... Ben, yanıbaşımda oturana dedim ki: "Resûlüllah Efendimiz, benim hakkımda birşey söyledi mi?" O da: "Evet, seni en güzel bir şekilde andı. Hutbesini okurken bir ara buyurdular ki: "Az sonra, şu kapıdan hayırlı ve uğurlu bir adam gelip içeri girecek, onun yüzünde meleğin dokun­masından kalan bir iz bulunacak!" İşte Resûlüllah, senin hakkında bunları söyledi..."

Buharî ve Müslim'in ise Cerîr'den rivayetleri şöyledir; "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana buyurdu ki: "Ey Cerîr, şu Zi'l-Halasa putunu gidip tahrîb ederek, beni rahata kavuşturamaz mısın?" Ben de dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, ben ata bindiğim zaman üzerinde duramayıp düşüyorum." Bunun üzerine Rasulullah göğsümün üzerine vurup sıvadı... ve şu duada bulundu: "Ey Allah'ım, Cerîr'i biniti üzerinde sabit kıl, üzerinde bulun­duğu doğru yolda da sabit ve dâim eyle!"

Ben, Resûlüllah Efendimizin benim hakkımdaki bu duasından sonra atıma binerek Zi'l-Halasa'nın yolunu tuttum. Emrimde de yüz elli atlı asker vardı... Sür'atle oraya vardık ve Zi'l-Halasa putunu yakıp kül ettik..."[12]

 

15-1 Tayy Heyetinin Gelişi ve Bu Sırada Vukua Gelen Ayetler

Beyhekî İbn-i İshak'tan şöyle rivayet eder: Tayy Heyeti geldiği za­man, içlerinde Zeydü'l-Hayr da vardı. Hep birlikte Resûlüllah'ın huzu­runda müslüman oldular... Resûlüllah Efendimiz, bu sırada Zeyd'in adım "Zeydü'l-Hayr" olarak değiştirdi... Sonra kabilelerine döndüler... Onlar giderken, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Zeyd, Medine'nin sıtmasından halâs bulamıyacak!" Necid taraflarında yollarına devam e-derlerken, bir su başına vardıklarında Zeyd hastalandı ve orada vefat etti..."

Tayy kabilesinden olan Adiyy bin Hâtim'den de Buharfnin şöyle bir rivayeti bulunmaktadır: Adiyy diyor ki: "Birgün ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huzurunda idim. Adamın biri gelip fakirlikten şikayette bu­lundu... Bir diğeri gelip yol emniyetinin bulunmayışından şikayette bu­lundu... Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdular ki:

"Ey Adiyy, eğer Ömrün uzun olursa, devesine binmiş bir kadımın Hîra'dan (Kûfe'den) kalkıp Mekke'ye vardığim ve Kabe'yi tavaf ederek yurduna döndüğünü, bu esnada Allah korkusundan başka hiçbir kor­kusunun bulunmadığim kendi gözlerinle göreceksin!' (iyice yerleşip kuvvetlenen İslâm sayesinde; can, mal ve namus emniyetinin bu derece gerçekleştiğine şahit olacaksın!)" Ben, Resûlüllah Efendimiz'in bu mübarek tebliğlerini kendi ağızlarından duyunca, ister istemez içimden şöyle geçti: "Ortalığı fesada veren, kasıp-kavuran Tayy kabilesinin eş-kiyâsı; acaba o zaman nereye gidecekler?" Resûlüllah Efendimiz ise, sözüne devam, ederek buyurdular ki: "Eğer Ömrün uzun olursa, Iran Kra-lı'nın hazînelerinin de müslümanların eline geçtiğini, oraların dahi fet-hedildiğini gözlerinle görürsün!" Ben bunun üzerine: "Ey Allah'ın Resulü, Hürmüz oğlu Basra'nın hazînesini mi?" diye sordum. Peygam­berimiz de: "Evet, Hürmüz oğlu Kisrâ'nın hazînesi" buyurdu... ve yine sözüne devam ederek: "Yine ömrün uzun olduğu taktirde, malın da son derece çoğalıp bereketlendiğini görürsün! O derece ki, adamcağız iki a-vucunu altın veya gümüş ile doldurup evinden çıkar ve bunu kendisin­den kabul edebilecek olan birisini arar... Fakat kabul eden kimseyi bulamaz..."

Adiyy bin Hatim, Resûlüllah Efendimiz'in gelecek hakkındaki bu sözleri üzerine derdi ki: "Ben, aynen Resûlüllah Efendimizin haber ver­dikleri şekilde, tek başına devesine binip de Kabe'ye gelip tavaf ettikten sonra, Mekke'den yine tek başına yola çıkıp memleketi olan Hîra'ya (Kûfe'ye) giden ve bu esnada Allah korkusundan başka hiçbir korku ak­lına gelmeyen İslâm kadımının, bu mutlak emniyet günlerini gözlerimle görüp yaşadım... Keza Iran Krah'nın hazînelerini ele geçiren İslâm as-keleri arasında, bizzat kendim dahî bulundum. Bunun da aynen ger­çekleştiğine gözlerimle şahit oldum... Eğer sizlerin benden sonra ömrünüz uzun olursa, Resûlüllah Efendimiz'in haber verdikleri üçüncü hâlin gerçekleştiğine de şahit olursunuz."

Beyhekî der ki: "Resûlüllah Efendimiz'in haber verdikleri üçüncü hâl de, Râşid Halîfelerden Ömer bin Abdü'l-Azîz'in zamanında gerçek­leştirilmiştir..."

Beyhekî bunu söyledikden sonra, Abdurrahmân bin Zeyd'in torunu Ömer bin Esîd'ten şu haberi nakleder: "Ömer bin Abdü'l-Azîz, ancak iki buçuk sene hilâfette kalabilmiştir... Bununla beraber adaletli ve is-tikâmetli idâresinin bereketi, huzur ve emniyeti her tarafta kemâliyle hissedilmiştir... Henüz o sağken, kişi bize büyük ve çok miktardaki bir mal ile gelir ve bunu, istediğimiz şekilde ve istediğimiz yere harcamak üzere bize vermek isterdi de, içimizden onun bu malim kabul eden ol­mazdı... Adamcağız da dönerken: "Gerçekten Ömer bin Abdü'l-Azîz, in­sanları, başkalarimn malına ihtiyâç duymayacak kadar zengin kılmıştır!" demekten kendisini alamazdı..." [13]

Tarık bin Abdullah'ın Gelişinde Vukua Gelenler

Beyhekî, Târik bin Abdullah'tan nakleder. O der ki: Biz, Medine'ye giderken Medine'nin bahçelerine yaklaştığımızda, hayvanlarımızdan i-nerek elbiselerimizi giydik... Bu sırada eski elbiseli bir adama rastladık. Bize selam verdikten sonra, nereye gittiğimizi sordu. Biz de: "Medine'ye gidiyoruz" dedik. "Orada ne yapacaksınız?" diye sordu. Biz de: "Medine'nin hurmasından satın alacağız" dedik. O, "Şu deveyi bana sa­tar mısınız?" dedi. Biz de: "Şu kadar hurmaya satarız" dedik. O da "Peki, satın aldım" dedi ve o devenin yularından tutarak çekip gitti... Biz, kendisinden hiçbir şey almamıştık... Biz, ne yaptık, diye bu alışverişe şaştık... Devemizi satın alan adamdan hiçbir şey almadığımız gibi, kendisini de tanımıyorduk... Kafilemiz içinde bir kadın da vardı. Bu kadın bize dedi ki: "Telaşlanıp da kendi kendinizi ayıplamayimz! Zira sizin devenizi satın alan adamın, hiç de insanlardan herhangi birini al­datacak hâli yoktu! Yüzü Ay'ın ondürdüne benziyordu... Allah'a yemin ederim ki, böyle bir sîmâ, sizin hakkınızı üzerine geçirmez, hiçbir kim­seye hiçbir haksızlık yapmaz!... Derken bir adam geldi ve kendisinin Allah Resûlü'nün elçisi olduğunu söyledi. Dedi ki: "Resûlüllah Efendi­miz, sizden deve satın almışlar, İşte, devenizin bedeli olan hurma. Öl­çünüz ve harhangi bir eksiğiniz olup olmadığim kontrol ediniz! Yâni eksiksiz olarak teslim alimz! Sonra afiyetle yiyip hepiniz hurmaya do­yunuz!... [14]

Hadramevt Heyetinin Gelişinde Vukua Gelen Ayetler

Beyhekî ve Târih'inde Buhârî Vâil bin Hucr'dan şöyle naklederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in zuhuru haberi, bize ulaştığı zaman, ben kalkıp Hazret-i Peygamber'e gittim. O'nun ashabından bâzılarimn bana haber verdik­lerine göre, benim gelişimi Hazret-i Peygamber kendilerine üç gün önce haber vermiştir..." [15]

İbn-i Sa'd'ın çıkardığı bir habere göre, Zührî, îkrile, Asım ve di­ğerleri demiştir ki: Hadramevt Heyeti gelip Resûlüllah Efendimizin huzurunda müslüman oldular... İçlerinden Muhres dedi ki: "Yâ Resûlallah, Allah'a benim için dua ediver de dilimdeki şu kekemelik zâü olsun!" Onun bu ricası üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun için dua ediverdi, onun dilindeki kekemelik de zail oldu..

' Yine İbn-i Sa'd'ın Hişam bin Muhammed tarikiyle olan rivayeti ise şöyledir: Muhres bin Ma'dikerb, kendi kabilesinden gelen heyet içinde Resûlüllah'a gelip müslüman oldu... Kabilesine dönüşü sırasında yolda bir rahatsızlık geçirdi. Ağzı bir tarafa kayarak yıkılmıştı... İçlerinden bir grup Resûlüllah'a dönerek durumu haber verdiler ve: "Ey Allah'ın Resulü, kabilemizin efendisi olan Muhres, el-Lakva denilen hastalığa mübtelâ oldu. Tedavisi için bize bir yol gösterir misiniz?" dediler... Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de kendilerine şu tarifte bulundu: "îğneyi alıp ateşte iyice kızdırimz. Sonra bunu, göz kapağimn ucuna birkaç defa vurunuz, inşallah onun şifâsı bundadır... Sonra sizler, benim yanımdan çıktıktan sonra ne dediğinizi Allah bilir...." Bunun üzerine onlar, tekrar yola çıkıp Muhres'e kısa zamanda ulaştılar ve bunu aynen yaptılar... Muhres de o hastalıktan şifâ buldu..." [16]

Eş'arilerin Heyetinin Gelişi Sırasında Görülen Mucizeler

İbn-i Sa'd ve Beyhekî Enes'den rivayet ederler: O demiştir ki: Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

"Ashabım, sizin yanimza bir kavim gelecek; onların kalbleri sizin kainlerinizden daha yufkadır!" Peygamber Efendimiz böyle buyurduk­tan sonra, Eşarîler'in heyeti geldi. Onların içinde Ebû Mûsa da var­dı...."

Abdurrazzâk'ın rivayetine göre de Muammer şöyle demiştir: Bana ulaşan bir habere göre, günün birinde Peygamber Efendimiz ashabı ile birlikte oturuyormuş. Buyurmuş ki: "Allah'ım, gemilerine binip de bize gelmeye çalışanları, muradlarına erdir!" Bir müddet geçtikten sonra da: "Allah, kendilerini korudu, onlar da denizi geçtiler" buyurdu... Onların Medine'ye yaklaştığı sırada da: "Başlarında sâlih bir kişi olduğu halde, nihayet geldiler" buyurdu..."

Gemiye binerek yola çıkıp bu gelenler, Eş'ariler idi... Başlarında ise, Amr bin el-Hamık vardı. Geldikleri zaman Peygamberimiz kendile­rine: "Hangi yolu takiben geldiniz?" diye sordu. Onlar da: "Zebid'den geldik" dediler... Efendimiz de "Allah, Zebîd'i mübarek kılsın!" diyerek duada bulundu. Onlar, "Aynı zamanda kima'dan geldik" dediler. Pey­gamberimiz ise, ilk duasını tekrarladı. Onlar yine, "Rima'dan" dediler. Peygamberimiz de ayni duasını tekrarladı... Nihayet üçüncüsünde: "Al­lah, Rima'ı da mübarek kılsın!" buyurdular..." (Bunu, Beyhekî de riva­yet etmiştir.) [17]

İbn-i Sâ'd, Ayyâd el-Eş'arî'den, aşağıdaki âyet-i celile ile ilgili ola­rak şu haberi nakletmiştir: Ayet-i Celüeler (meâlen): "...Allah, yakında öyle bir toplum getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler..." (Mâide, 54). İşte bu âyet-i celîle ile ilgili olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); Ebû Mûsâ el-Eş'arî'ye işaretle: "Onlar, İşte bu adamın kavmidir!" buyurdu." [18]

Abdurrahman bin Ebû Akilin Gelişinde Vukua Gelen Mucize

Beyhekî, Abdurrahmân bin Ebû Akilin şöyle dediğini nakleder: Resulüllah'a giden bir heyet içinde ben de vardım... Ona vardığımız ve develerimizi kapimn yakimnda ıhtırdığımız zaman, bize O'ndan daha sevimsiz kimse yoktu... O'nun huzurundan ayrıldığımız zaman ise, O'ndan daha sevgili hiç kimse yoktu... O'nun huzurunda iken içimizden biri dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, siz de Süleyman Peygamberin mülkü gibi Allah'tan mülk isteseniz olmaz mı?" Resûlüllah Efendimiz ise, onun bu sözünü gülümseme ile karşıladı ve şöyle buyurdu: "Ümid edilir ki si­zin Peygamberiniz Süleyman'ın mülkünden (ve kendisinden) daha faziletlidir! Unutmayimz ki Allah, her Peygambere, kabul buyuracağı bir dua vermiştir. Onlardan bâzıları, bu kabul edilecek olan duasını, dünyası hakkında kullanmıştır, bâzıları da kendisine isyan eden kav­minin aleyhinde kullanmış, Allah da o kavmi helak etmiştir... Fakat bana gelince;

"Gerçekten Allah, bana da mutlaka kabul buyuracağı bir dua ver­miştir. Ben ise bu duamı, kıyamet gününde ümmetim için Rab*bimin indinde şefaatta bulunmak üzere saklamış bulunuyorum!" [19]            

Maiz bin Malik’in Gelişinde Görülen Fevkalâdelik

Beyhekî, Mâiz bin Mâlik'in torunu Cad bin Abdurrahmân'ın şöyle dediğini haber vermektedir: Mâiz bin Mâlik, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldiği zaman, Peygamberimiz ona bir mektub yazıp verdi ve bu mektubta, Mâiz'in, kavminin en son müslüman olan ferdi olduğunu, kendisinin a-leyhine, kendi elinden başkasının suç işleyemiyeceğini bildirdi... Bunun üzerine Maiz, bîat ederek müslüman oldu..." [20]

Müzeyne Heyetinin Gelişinde Görülen Mucize

AhmedTaberânî ve Beyhekî Nûmân bir Mukrin'den şöyle rivayet ederler: Ben, Muzeyne ve Cüheyne kabilelerine mensub dört yüz kişi ile,birlikte Peygamber (s.a.y.)'e gittim... Peygamberimiz, bize gerekli e-mirleri verdikten sonra Ömer'e hitaben: "Yâ Ömer, onlara katık ver!" buyurdu... Ömer: "Yanımda arta kalmış bir miktar hurmadan başka birşey yoktur" dedi. Peygamberimiz aynı emrini tekrarladı. Ömer de bizi, deponun yanına götürüp: "Haydi, buradaki hurmadan alıp yiyiniz!" dedi... Orada ise, yere çökmüş bir deve görüntüsü kadar hurma yığim bulunmakta idi. Biz ise dört yüz kişi idik... Hepimiz sırayla girip ihti­yacımız kadar hurma aldık. En sona kalan ben idim. İhtiyacım kadar ben de aldıktan sonra, dönüp arkama baktım, O hurma yığimndan hiçbir eksilme görmedim...." (Hafız Ebû Nuaym'in Değin bin Saîd'den sevkettiği bir haber de, bu mealdedir...." [21]

Sühaym Oğullarimn Gelişinde Görülen Mucize

el-Reşâtî Ebû Ubeyde'den şöyle rivayet eder: Sühaym Oğulları'nın temsilcileri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldikleri zaman, aralarında Ek'as bin Seleme de vardı... Hepsi müslüman oldular... Dönecekleri sırada Hazret-i Peygamber kendilerine şu emri verdi: "Kavminize döndüğünüz zaman, onları İslama davet ediniz." Ayrıca kendilerine içinde su bulunan bir su kabı hediye etti. Bu kabdaki sudan bir miktar alıp mübarek ağzında çalkaladıktan sonra, yine kabın içine dökmüş idi... Sonra buyurdu ki: ."Bu suyu, kendi yurtlarındaki mescidîerine saçsınlar... Dâima başlarim yukarıda ve dik tutsunlar! Çünkü Allah, onların başlarim yükseltmiş bulunuyor!"

Onlar da Öyle yaptılar: O suyu mescidîerine döküp saçtılar ver dâima başlarım da dik tuttular... Müseylemetü'l-Kezzâb, yalancı pey­gamberlik dâvasına kalkışıp niceleri için fitne ve belâ olduğu zaman, bu Süheym Oğulları'ndan bir tek kişi ona katılmamıştır. Hiçbir zaman bu kabileden, bir haricî de zuhur etmemiştir...." (Şüphesiz bu, onlar için büyük bir menkıbe, büyük bir şeref ve fazilettir...) [22]

Şeybân Heyeti'nin Gelişinde Görülen Mucize

İbn-i Sa'd, Kayla bint-i Mahrame'den şu haberi nakletmiştir: Şey-ban Heyeti ResûlüUah'a gittiği zaman, aralarında ben de vardım. Huzuruna vardığımız sırada Hazret-i Peygamber, dizlerini karnına dayamış ve kolları ile de dizlerini kavuşturmuş bir şekilde oturmakta idi... O'nu, çok huşulu bir şekilde oturur görünce, beni bir korku ve heyecan kapla­dı... Yanındaki biri, benim bu hâlimi farkederek: Yâ Resûlellah, zaval­lıyı korkuttunuz" dedi. Halbuki ben bu sırada Hazret-i Peygamber'in arka tarafında bulunuyordum. Peygamberimiz ise bana bakmaksızın: "Ey zavallı, sakin ol!" buyurdu... O, böyle buyurur buyurmaz Allah, bütün üzerimdeki korkuyu giderdi...." [23]

Uzre Heyetinin Gelişinde Vukua Gelenler

İbn-i Sa'd Tabakât'ında, Ebû Sa'd da Şerafü'l-Mustafa'sında Müdlic bin Mikdâd'tan, o da Zümel bin Amr'ın babası Amr'dan şöyle naklederler: Zümel bin Amr Hazret-i Peygambere geldiği zaman, kendi kabilelerine ait puttan duyduğu sesi anlattı... Hazret-i Peygamber de ona: "Bu senin duyduğun ses, cinlerden bir mü'ıninin sesidir" buyurdu. Zümel de müslüman oldu...."

İbn-i Asâkir ise, yine Zümel'den şöyle nakleder: Bizını kabilenin Hammâm adında bir putu vardı. Peygamberimiz "in zuhurundan sonra bu puttan şöyle bir ses duyduk: "Ey haramzade saçmalar! Hakk zahir oldu, Hammam'ın sonu geldi... İslâm gelip şirki defetti!" Biz bu sesten ürperip korkmuştuk... Aradan birkaç gün geçtikten sonra, yine bir ses daha işittik. Bu ses de diyordu ki: "Ey târik, ey târik! Gönderildi Ne-biyy-i Sâdık! O'na verildi Vahy-i Nâtik! O vahiyle çınladı Arz-ı Tıhame! O'na yardım edenlere va'dedümiştir selâmet, O'nu yardımsız bırakan­lara ise vardır nedamet! Şu sizinle olan vedam, kıyamete kadar süre­cektir elbet!" içinden böyle sesler gelen putumuz, sonra yüzüstü yere düşüp parçalandı... Ben de bu olaydan sonra kabilemden bazıları ile birlikte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelip müslüman oldum... Kendisine bu duyduğumuz sesten de haber verdik. O da buyurdu ki: "Bu sizin duydu­ğunuz ses, cinlerin kelâmmdandır.." [24]

Necran Heyetinin Gelişi ve Bu Sırada Vukua Gelen Mucizeler

İbn-i İshâkBeyhekî ve Taberanî Kürz bin Alkama'dan şöyle riva­yet ederler: "Necrân'lı nasranîler bir heyet hâlinde Hazret-i Peygamb'er'e gel­diler. Atmış aded binitli idiler. Aralarında Ebû Harise bin Alkarna da vardı. Ebû Harise; onların âlimi ve imamı idi... Rum Hükümdarları bu adama çok büyük itibar da bulunmuş çok miktarda mal ve bahşişler vererek onu zengin etmişlerdi... Onun istediği kadar ve istediği yerlere kiliseler yapmış, ona büyük hizmetlerde bulunmuşlardı... Çünkü onun dindeki ameli, ibâdet ve içtihadı çok üstündü... Bir heyet halinde yola çıktıkları vakit, Ebû Harise; katırına kasılmış, kardeşi Kurs bin Alkarna da onun yanıbaşmda yürüyordu... Derken Ebû Hârise'nin katırı tökez­ledi, Kürz de Peygamberimizi kasdederek: "O uzak adam tökezlesin!" dedi... Ebû Harise ise buna razı olmadı ve kardeşine hitaben: "Sen tö-kezleyesin!" dedi. Kardeşi ona: "Niçin böyle söylersin?" diye sordu. Ebû Harise de: "Vallahi O, hepimizin gelmesini beklediğimiz Peygamberdir!" diye cevab verdi. Bu cevaba şaşıran Kurs ise: "Peki, madem bunun böyle olduğunu biliyorsun, niçin O'na tabî olmuyorsun?" diye sordu... Ebû Harise de bu soruya, ancak şu şekilde mukabele etti:

"Bak kardeşim, bize bunca itibâr, izzet ve ikramlarda bulunanlar, şimdi O'na muhalif bulunmaktadırlar. Eğer biz, kendiliğimizden kalkıp bu Peygamber'e tabî olsak, bize verdikleri neleri varsa hepsini geri alır­lar....

Kendilerinin âlimi ve imamı bulunan kardeşinin bu sözlerinden çok etkilenmiş olan Kürz bin Alkarna, kardeşinin bu şekilde İslâm'a muhalif kalmasına karşılık müslüman olmayı kafasına koydu ve so­nunda müslüman oldu...."

(İbn-i Sa'd'ın rivayetine göre, Ebû Hârise'nin o sözleri üzerine, kardeşi Kürz; derhal orada kardeşine karşı yemin etmiş ve mutlaka Muhammed'e gidip müslüman olacağını söylemiştir. Yâni bunu karde­şinden gizlememiştir...."

Buhârî Huzeyfetübnü'l-Yemân'dan şöyle rivayet eder: Necrân'dan el-Seyyid ve el-Akıb adındaki iki zât Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e gelerek, kendisi ile karşılıklı lânetleşmeyi göze alıp kabul ettiler... İçlerinden biri diğe­rine dedi ki, sakın O'nunla lânetleşmeyi göze alma! Eğer hakîkaten O, bir Peygamber ise, onunla lânetleştiğimiz takdirde ne kendimiz, ne de neslimiz asla felah bulmaz!" Bunun üzerine lânetleşmeyi kabul etmek­ten vazgeçtiler ve Hazret-i Peygamber'e: "Bizden ne istersen onu Sana verip, Seninle sulh yapmağa hazırız" dediler... ve iki bin elbise vermeleri şar­tıyla sulh yaptılar..." [25] Ebû Nuaym Katâde'den şöyle rivayet eder; "Bize anlatıldığına göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Eğer azâb olsa idi, muhakkak Necrânlüar'ın üzerine inerdi... Eğer onlar Benimle lânetleşmiş olsalar­dı, Yeryüzünde onlardan eser kalmazdı...."

Ahmed ve Ebû Nuaymİbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet ederler: Bir gün Ebû Cehl gadaba gelip: "Eğer Munammed'i Kabe'nin yanında namaz kılarken görecek olursam, O'nun boynunu çiğneyeceğim!" Pey­gamber Efendimiz de buyurdular ki: "Eğer o böyle bir şey yapmış olsa, melekler onu göz önünde parçalarlar! Eğer yahhudıler de gerçekten ö-lümü temenni etmeyi kabul etmiş olsalardı, hepsi ölürlerdi... Keza be­nimle mübâhele (karşılıklı lânetleşme) işini kabul edenler bundan vazgeçmeselerdi, Necrân'a döndükleri zaman, orada hiçbir şey kalma­mış olduklarim görürlerdi...."

(imam-ı Ahmed'in bu rivayeti; İsmail bin Yezîd tarîkile Kurra'dan, o da Abdü'l-Kerîm bin Mâlik ei - Cezerî'den; bu da ikrime tarikiyle İbn-i Abbâs'tandır... Keza bu haberi bu şekilde BuharîTirmizî ve Nesâi de Abdürrezzâk tarîkiyle Mua'ınmer'den, o da Abdü'l-Kerîm bin Mâlik'ten rivayet etmişlerdir... Ayrıca Tİrmizî, bu rivayetin "Hasen" ve "Sahih" olduğunu da bildirmiştir...)

Hatîb, "El-Müttefak ve'l-Müfterak"adlı kitabında, içinde birtakım mechûl râvîler bulunan bir sened ile Kays bin el-Rabî'den nakleder: "Necrân Heyeti içinde bulunanlardan Şümerdel bin Kubâs el-Ka'bi dedi ki: Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hitaben: "Ey Allah'ın Resulü, anam babam Sana feda olsun, ben tabiblik yaparak bâzı hastaları tedavi ediyorum. Benim için helâl olan nedir? diye sordum. Peygamber aleyhisselam da: "Damara neşter vurarak kan alırsın" "buyurdu... ve ilâve etti: "Kanı kesmek için, mecbur kalmadıkça dağlamazsın... Yaptığın ilaçlar içine, bir nevi sütleğen olan şübrum'u da katmayasın! Yeri geldikçe Senami-ki'yi kullan... Fakat, bir hastanın hastalığimn ne olduğunu bilmeden, hastalığı iyice tanımadan, tedavide bulunmayasm!"

Hazret-i Peygamber'in bu sözlerini dinledikten sonra O'nun dizlerini öptüm ve kendisine: "Seni hak Peygamber olarak gönderen Allah'a ye­min ederim ki, Sen tıbbı benden daha iyi biliyorsun!" demekten kendimi alamadım...."[26]

Cüraş Heyetinin Gelişinde Vukua Gelen Mucize

Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i İshak'ın şöyle didiğini rivayet ederler: Esed oğullarimn heyeti gelip müslüman olduğu zaman, onların içinde Surad bin Abdullah da vardı. Bu sırada Peygamberimiz kendisine, diğer müslüman olanların başında gidip müşriklerle mücâhede etmesini em­retmiş ve onu emîr tâyin etmişti. Surad bin Abdullah da yanındaki as­kerlerle birlikte gidip Cüraş'ı kuşatmıştı... Burasını bir aya yakın kuşattığı halde bir netice alamadığim görmüş ve geri çekilir gibi yap­mıştı... Onların Keser dedikleri dağa kadar çekilmiş. Cüraşlılar da kendisini oraya kadar tâkib etmişler ve onu bozguna uğradı sanmışlar...

Tam ona yetiştikleri sırada, Surad bin Abdullah askerlerine geri dönüp saldırmalarım emretmiş ve çok şiddetli bir savaş vermiştir... Cüraş'lılar, daha önce Hazret-i Peygamber'in yanına durumu gözetmeleri için iki kişi göndermişti... İşte tam bu savaşın şiddetlendiği sırada Hazret-i Peygamber bu iki kişiye hitaben: "Şeker denilen yer, neresidir?" dedi... Onlar da "Bizim Cüraş diyarında bir dağ vardır, fakat onun adı "şeker" değil, "Keşer"dir dediler... Peygamberimiz de kendilerine: "O, "Keser" değil, "Şeker"dir" buyurdu. Onlar sordular: "Peki ona ne olmuştur?" Peygam­berimiz cevap verdi: "Şimdi orada, Allah'ın develeri boğazlanıyor!" Cü-raş'h bu iki adam da kalkıp Ebû Bekir ile Osman'ın yanına oturdular. Onlar da bunlara dediler ki: "Siz anlıyamadımz, Peygamberimiz, sizin kavminizin uğradığı bir hâli size haber veriyordu..." Bu ikisi ayrıca on­lara derhal Hazret-i Peygamber'e gitmelerim ve kavimlerinin başına çöken halin bertaraf olması için, O'nun dua edivermesini rica etmelerini söy­lediler... Onlar da kalkıp Hazret-i Peygamber'e gittiler ve bu şekilde ricada bulundular... Peygamberimiz derhal: "Allah'ım, onların başındaki bu hâli, onların üzerinden kaldır!" diye duada bulundu... Cüraş'lı bu iki kişi de bundan sonra derhal yola çıkıp kavimlerine gittiler... Gördüler ki, Hazret-i Peygamber'in onlara o sözü söylediği zaman ve günde kavimleri, Surad bin Abdullah'ın askerleri karşısında büyük bir zâyiât vermişlerdir... Bu iki kişi bunu, yâni Hazret-i Peygamber'in kendilerine bu olup biteni haber verdiğini, kavimlerine haber verdikleri zaman; Cüraş Heyeti de müslü-inan olmak için yola çıkarıldı... Heyet, topluca Hazret-i Peygamber'e gelip, O'nun huzurunda müslüman oldu...." [27]

 

15-2 Muaviye bin Hayda’nın Gelişinde Görülen Fevkalâdelik

Beyhekî, Muâviye bin Hayda'nın şöyle dediğini haber vermektedir: Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldiğim zaman, O'nun şu sözleri ile karşı­laştım: "Ben Yüce Allah'a sizin ülkenize kuraklık ve kalblerinize korku vermek suretiyle, size karşı bana ve dînine yardımcı olması için dualar etmiştim...." Bunun üzerine ben de şu şekilde mukabele etmiştim: "Ey Allah'ın Resulü, ben de, sana inanmamak ve uymamak için çok ağır ye­minler etmiştim... Fakat Allah'ın bize verdiği kuraklık, kıtlık ve korku sebebiyle dayanamayıp huzuruna gelmiş bulunuyorum..."

İbn-i Sa'd da, Zâmil bin Amr el-Cüzâml'nin şöyle dediğini haber verir: Ferve bin Amr, Rumların Ummân'daki valisi idi... Ferve Müslü­manlığı kabul etti ve bir mektub yazarak bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bil­dirdi... Bundan haberder olan Rum Meliki, Ferve bin Amr'ı yanına çağırdı ve kendisine derhal Muhammed'in dininden dönmesini teklif etti... Ona: "Eğer müslümanhktan dönersen, seni Kral yapacağım!" dedi... Ferve ise Rum Melikinin bu teklifine karşı şu cevabı verdi: "Ben, hak bildiğim Muhammed'in dîninden dönmem! Ey Melik, sen de bili­yorsun ki, Peygamber Îsâ dahî O'imn geleceğim haber verip müjdele­miştir. Fakat sen, Krallığım elimden kaçacak diye korkuyorsun!...

Rum Kralı, Ferve'yi bu spzlerinden ve teklifini kabul etmeyişinden dolayı zindana attırdı, sonra onu zindandan çıkartarak astırdı..." [28]

Fezâre Heyetinin Gelişinde Vukua Gelen Fevkalâdelik

İbn-i Sa'd ve Beyhekî Ebû Vecze'nin şöyle dediğini naklederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Tebük seferinden döndüğü zaman ki bu, Hicret'in dokuzuncu yılı idi, Fezâre heyeti gelmişti... Sayılan on küsur kadardı... İçlerinden biri dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, yurdumuzda kıtlık var... Hayvanlarımız helak oldu, bahçelerimiz kurudu, çoluk çocuğumuz aç kaldılar... Allah'a dua ediveriniz de o bize, rahmetini yağdırsın, bolluk ve bereketler versin!" Peygamber Efendimiz de derhal minbere çıkarak şöyle duada bulundular:

"Allah'ım, beldelerini sula, bütün canlıları suya kandır! Rahmetini yay, ölü hale gelmiş yerleri dirilt! Allah'ım rahmetini (yağmurunu) bol ve bereketli olarak yağdır, öyle bir yağdır ki, çok ve kandırıcı olsun, ge­cikmeden gelsin ve zararlı değil faydalı olsun! Hakkımızda hakkıyla rahmet olsun, azâb ve âfet olmasın; yıkıntılara, batmalara ve felâketlere sebeb olmasın... Allah'ım, yağmurunu yağdır, bize düşmanlarımıza karşı yardım eyle!"

Bunun üzerine Ebû Lübâbe ayağa kalkıp: "Ey Allah'ın resulü, sergiliklerimiz hurmalarla dolu, yağmur yağarsa hurmaların hali ne o-lacak?" dedi. Peygamber Efendimiz de bunun üzerine şöyle duada bu­lundular:

"Allah'ım yağmurunu bolca yağdır! O derece yağdır ki Ebû Lübâbe yerinden fırlayıp hurma bahçesine koşsun ve bahçedeki hurma sergili-liğinin oluğunu, sırtındaki elbisesiyle tıkamaya mecbur kalsın!...

Derken yağmur da yağmaya başladı... ve o kadar yağdı ki, tam altı gün hava kapalı kaldı... Ebû Lübâbe de hızla bahçesine giderek izârıyla hurma sergiliğinin oluğunu kapamıya mecbur kaldı... Sonra denildi ki: "Mallar perişan, yollar harab oldu!" Bunun üzerine Hazret-i Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yine minbere çıktı ve şu şekilde dua buyurdular:

"Allah'ım, üzerimize değil, etrafımıza yağdır! Tepe ve dağbaşlarına, vadilerin içine ve ağaçlıklara yağdır!" Resûlüllah'ın bu şekilde dua buyurmasından sonra hava güzelce açıldı ve Medine semaları gayet berraklaştı...." [29]

Kab bin Mürre’nin Gelişinde Görülen Fevkalâdelik

Ebû Nuaym Ka'b bin Mürre'den şöyle nakleder: Resulüllah Efen­dimiz, Mudar kabilesi aleyhine dua etmişti... Ben, resulüllah'a gidip mürâcât ettim ve dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, Allah gerçekten sana yardım etmiş, sana lütfetmiş ve senin duanı kabul buyurmuştur! Şimdi kavminiz kuraklıktan helak olmuştur... Onlar için dua edivermenizi rica ediyorum!" Benim bu ricam üzerine Hazret-i Peygamber derhal dua bu­yurdular ve: "Allah'ım, bol, bereketli, kandıran, zarar vermeyen yağ­murunu ihsan eyle!" dediler... Bundan sonra bir hafta geçmedi, bol ve afetsiz yağmur yağdı...."

Ebû Nuaym'in İbn-i Abbâs'tan olan rivayeti ise şöyledir: Mudar kabilesinden bâzı kimseler Hazret-i Peygamber'e gelip, kuraklık ve kıtlıktan şikayet ettiler... ve Cenâb-ı Hakk'a dua edivermesi için ricada bulun­dular... Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz de, derhal dua buyurup: "Allah'ım, bol, bereketli, kandıran, zarar vermeyen yağmurunu ihsan eyle!" dedi­ler... Hava bulutlarla kapanıp onların üzerine tam bir hafta yağmur yağdı...." [30]

Mürre bin Kays Oğulları Heyetinin Gelişinde Vukua Gelen Fevkalâdelik

İbn-i Sa'd ve Beyhekî Vakıdî'nin üstadlarından şöyle bir haber nakletmişlerdir: Mürre Oğulları heyetinin Resulüllah Efendimiz'e gelişi sırasında, Resulüllah henüz Tebük Seferi'nden dönmüşlerdi... Onlara buyurdu ki: "Beldeler ne haldedir?" Onlar da: "Vallahi kuraklık sebe­biyle develerimizin ilikleri eridi..." dediler... ve Resulüllah'tan dua edi-vermesini rica ettiler... Resulüllah Efendimiz de ellerini kaldırıp: "Ey Allah'ım, onlara bol yağmurlar ver!" diyerek dua ettiler... Onlar yurtla­rına döndükleri zaman, Resûlüllah'ın dua ettiği gün oraya yağmur yağ­ş olduğunu öğrendiler... Aynı gün resûlüllah'ın dua edivermiş olduğunu da onlara duyurdular... Bunun üzerine bir heyet seçip Resulüllah'a gönderdiler. Bu sırada Resulüllah Efendimiz Veda Haccı'nı yapmak üzere hazırlanmakta idi. Onlar gelip dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, senin bizını için dua ediverdiğin gün, yurdumuza bol yağmurlar yağmış... O kadar ki, ekinlerimiz iki kat kuvvetli ve bereketli olmuştur... Develerimiz, çökertildikleri yerden kalkmadan karınlarim doyu­racak kadar otlaklarımız bereketlenmiştir. Davarlarımızda evlerimizin etrafından uzaklaşmadan karınlarim doyurur olmuşlardır...."

Bu, bolluk ve bereket haberini alan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bu bolluk ve bereketi lütfeden Allah'a hamdolsun!" buyurarak, Allah'a hamd ve senada bulunmuştur...." [31]

Darîlerin Heyetinin Gelişinde Görülen Fevkalâdelikler

İbn-i Sa'd Zührî tarhikiyle şöyle bir haber nakleder: "Dârî'lerin heyeti Resûlüllah Efendimiz'e, O'nun Tebük'ten dönüşü sırasında geldi, sayıları on kadardı... Temim el-Dârî de onların içinde idi. Hepsi derhal müslüman oldular... Temim-i Dârî dedi ki: Ey Allah'ın Resulü, bizını Rumlardan bâzı komşularımız var... Onların yakimmızda Hubrâ ve Beyt-i Aynûn adında iki kasabaları bulunmaktadır. Eğer Allah, Şam'ın fethini sana nasîb ederse, bu iki kasabayı bana hediye et.." Peygambe­rimiz de: "Peki, hibe ediyorum" buyurdu... ve bunu bir yazıya alarak Temîm-i Dârî'ye teslim etti... Vaktaki Ebû Bekir iş başına geçti, Pey-gamberimiz'e vekâleten o iki kasabayı Temim'e verdi..." [32]

Müslim Fâtımd bint-i Kays'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Temîm-i Dârî, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldiği zaman, şöyle bir olaydan bahsetmiş ve demiştir ki: "Ben denizde yolculuk ederken gemimiz is­tikâmet şaşırıp bir adaya yanaştık... Adaya indik ve su aramaya başla­dık... Saçları yerde sürünen bir adamla karşılaştık. Ben ona, "Kimsin?" diye sordum, o da dedi ki: "Ben, Cessâse'yim." Kendisine, hâlinden haber vermesini istedik. O da dedi ki: "Haber, az ilerideki adamdadır. Ona gi­diniz!" Biz, o adamın yanına gittiğimizde onun bağlı olduğunu gördük. Bize kimler olduğumuzu sordu. Biz de Arabtan bâzı kimseler olduğu­muzu söyledik. O dedi ki: "Peki, şu Araplar içinden Peygamber olarak ortaya çıkan adamın durumu nedir? O, ne yaptı?" Biz de dedik ki: "în-sanlar O'na inandı, O'nu tasdik etti ve O'na tabî oldular." Bunun üzerine o, "Bu, onlar için çok hayırlıdır" dedi. Sonra Şam tarafındaki Ayn-i Züğar beldesinin hâlini sordu, biz de haber verdik... Sonra Şam yakimndaki Beysan Hurmalığı'nın hâlini sordu: Hurmalarimn meyve verip verme­diğini öğrenmek istedi... Biz de meyve verdiğini haber verdik. Bunun üzerine son derece heyecanlanan ve yerinden sıçrayan o adam, Nere­deyse arkasındaki duvarı delip çıkacak şekilde kendini çarptı... ve şöyle haykırdı: "Eğer bana izin verilmiş olsa, Tayle hariç bütün beldeleri çiğ­neyip harab ederdim!"'

Ben bunları anlattıktan sonra, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bana, bunu in­sanlara anlatmamı söyledi ve bu vesile ile orada buyurdu ki: "İşte onun is­tisna ettiği Taybe, şu yurdumuz Medine'dir, kendisi de deccâldir!" [33]

Haris bin Abdi Kulal’in Gelişi Sırasında Vukua Gelen Fevkalâdelikler

Hemedâni "El-Ensâb" adlı kitabında şöyle nakleder: Harîs bin Abd-i Külâl el-Hımyerî, müslüman olmak üzere Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelmek için yola çıktığı zaman, onun gelişinden önce Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "İşte şu yoldan yakında bir adam gelecek, güzel yüzlü ve güzel atlı olacak!" "Sonra Haris gelmiş ve derhal müslüman ol­muştur. Peygamber Efendimiz kendisine güzel itibarda bulunmuş, onun boynuna sarılmış ve altına ridâsını sermiştir...." [34]

Bekka Oğullarimn Gelişinde Vukua Gelen Fevkalâdelik

İbn-i Sa'd ve Îbn4 Şâhîn, Ca'd bin Abdullah bin Mâiz el-Bekkâi'nin babasından naklen şöyle dediğini naklederler: Hicretin do­kuzuncu yılında Bekkâ oğullarimn heyeti Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldi. Bunlar, üç kişi idiler: Muâviye bin Sevr, bunun oğlu Bişr bir de el-Necî bin Abdullah... Yanlarına Abd-i Amr'i de almışlardı. Muâviye dedi ki: "Ey Allah'ın Elçisi, ben senin mübarek elinle mesh etmeni, bir bereket sayarım! Şu iki oğlumun yüzlerini meshetmeni rica ediyorum." Pey­gamberimiz de mesnetti. ve onlara birkaç dişi keçi hediye etti, bunların bereketlenmesi için ayrıca dua da buyurdular... Ca'd bin Abdullah derki: Biz kabilemize döndük, bu keçilerin çok bereketini gördük. Kabilemizde kıtlık olduğu zaman bile, bir sıkıntı çekmedik...."

Buhârî, Beğavi ve İbn-i Mende Sâid bin el-Alâ tarikiyle Bişr bin Muâviye'den şöyle rivayet ederler: "Dedem Bişr bin Muâviye, ResûlüHah Efendimiz'e babası Muâviye ile birlikte gittiği zaman, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun başım ve yüzünü mübarek eliyle meshetmiştir... ve onun için ha­yır duada bulunmuştur.., Bu sebeble dedem Bişr'in yüzü, atın alnındaki beyazlık gibi parlardı... Kendisi de eliyle neye dokunsa, dokunduğu yerde hastalık ve arızadan eser kalmazdı..." [35]

Tücib Heyetinin Gelişinde Görülen Fevkalâdelik

İbn-i Sa'd Vahidî tarikiyle Amr bin Züheyr'in oğlu Abdullah'tan o da Ebûl-Huveyris'ten şöyle nakleder: Hicretin dokuzuncu yılında tücib heyeti Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldi îçlerinde bir genç de vardı... Bu genç Peygamberimiz'e dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, benim hacetimi görüver!" Peygamberimiz kendisine, "Hacetin nedir" diye sordu. O da, "Allah'a dua ediver de Allah beni affetsin, bana merhamet eylesin, benim zenginliği­mi kalbimde kılsın!" dedi... Peygamber Efendimiz de onun için bu şe­kilde dua ediverdi... Sonra bu heyet, kabilelerine döndü. Peygamberi­miz Veda Haccı için çıktıklarında, onlarla Minâ'da karşılaştığı zaman, o gencin hâlinden sordu...Onlar da dediler ki: "Allah'ın verdiği rızık ve nasibe, ondan daha fazla kanâat edenim görmedik." Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Öldüğü zaman, helak olurcasına değil de, tam ve şerefli bir ölümle ölmesini ümîd ederim!" buyurdular." [36]

Selâman Heyetinin Gelişinde Görülen Fevkalâdelik

Ebû Nuaym Vâkıdî tarikiyle onun üstadlanndan şöyle nakleder: Onuncu Hicret yılimn Şevval ayında Selâmân Heyeti Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldi... Peygamberimiz kendilerine: "Beldelerinizin hâli nedir?" diye sordu... Onlar da, kuraklık hüküm sürdüğünü bildirdiler ve Hazret-i Peygamberden dua ricasında bulundular... Peygamberimiz de: "Al­lah'ım, bunların yurdlanna yağmur ihsan eyle!" diyerek duada bulun­du... Onlar, Peygamberimiz'e hitaben: "Ey Allah'ın elçisi, dua ederken ellerini kaldır! Çünkü bu şekilde dua etmek, daha te'sirli ve daha gü­zeldir!" dediler... Peygamberimiz de tebessüm etti ve duasını ellerini kaldırarak yaptı... Ellerini o kadar kaldırdı ki, koltuk altimn beyazları göründü... Selâmân Heyeti, kabilelerine döndükleri zaman Peygambe-rimiz'in kendileri için dua ediverdiği günde yurtlarına yağmur yağmış olduğunu öğrendiler..." [37]

Muhârib Heyetinin Gelişinde Görülen Fevkalâdelik

İbn-i Sa'd Vakıdî tarikiyle Muhammed bin Salih'ten, o da Ebû veceze el-Sa'dî'den şöyle nakleder: Muhârib heyeti, Hicrî onuncu yılında ve Veda HaccıBirasında geldi... Sayılan on kadardı, içlerinde el-Harîs'in oğulları ve Oğlu Huzeyme de vardı... Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Huzeyme'nin yüzünü okşayıp meshetmişti. Bundan Huzeyme'nin yüzünde nûr gibi bir nişan kaldı...." [38]

Cinlerin Heyetinin Gelişinde Vukua Gelenler

Ebû Nuaym der ki: Cinlerin heyet halinde gelişleri ve müslüman oluşları, aynen insanların heyetler halinde gelişi ve müslüman oluşu gibi olmuştur... Bölük bölük ve kabile kabile gelip müslüman olmuşlar­dır... Gerek Mekke devri'nde, gerekse Hicretten sonraki Medine dev­rinde, bu böyle olmuştur."[39]

Hafız Ebû Nuaym, Amr bin Gaylân el-Sekafl tarikiyle İbn-i Mesûd'tan şöyle nakleder: "Medine'deki Mescid-i Nebevi'nin Suffe kıs­mında barınan "Ehl-i Suffe; Allah ve O'nun dini uğrunda yerlerinden ve yurtlarından hicret etmiş bulunan kimselerdi. Ensardan her biri, on­lardan birini alıp, ona yedirir-içirir, onu evine götürüp bir müddet ba­kardı. .. Ben ise bir ara terkedilmiştim... Sevgili Peygamberimiz elimden tutarak beni Ümmü Seleme'nin odasına götürdü. Sonra birlikte Medine Kabristanına gittik. Elimdeki asâ ile yere bir çizgi çekip: "Ben, senin yanına gelinceye kadar bu çizginin ortasından hiç ayrılma!" buyurdu. Sonra yürüyüp ilerledi. Hurma ağaçlarimn arasına daldığı zaman hâla gözümden kaybolmamıştı.... Bu sırada siyah dişi develer topluluğu gibi bâzı varlıkların, O'nun yanına üşüştüklerini gördüm... ve bundan müt­hiş koktum. Hattâ Hevâzinli bâzı esmer adamlarıPeygamberimiz'e pusu kurup onu öldürmek istedikleri zannma kapıldım da, Medine ev­lerine koraşak imdâd kuvvetleri getirmem gerektiğini bile düşünmüş­tüm... Fakat Resulullah Efendimizin bana olan: "Ben, yanına gelinceye kadar bu çizginin ortasından ayrılma!" emrini hatırlayıp yerimden ay­rılmadım... Baktım Peygamber Efendimiz onları elindeki asâ ile durdu­ruyor ve "Şuraya oturunuz!" diyerek oturtuyordu. Onlar da oturup Peygamberimiz'i dinlemeye başladılar... Tâ şafak atması öncesine ka­dar devam ettiler. Bu sırada kalkıp gittiler... Peygamberimiz de dönüp yanıma geldi ve bana: "Bunlar, cinlerin heyeti idi. Gelip beni dinlediler ve bana bâzı şeyler sordular, yiyecek talebinde bulundular... Ben de kendilerine, her örtülü kemiği, sığır ve deve dışkılarım yiyebileceklerini, bunları, ilk yenildiği zamanki gibi bulacaklarim bildirdim." buyurdu..." [40]

Ebû Nuaym, Ebû Hüreyre'nin şöyle didiğini rivayet eder: Bir gün ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile dışarı çıkmıştım, Peygamberimiz bana: "Bir miktar istincâda kullanacağım taş toplayıp ver! Fakat kemik ve tezek getirme!" buyurdu... Ben "Ey Allah'ın resulü, kemik ve tezeğin durumu nedir?" diye sordum. O da buyurdu ki: "Nusaybin Cinleri bana geldikleri zaman, ki onlar ne güzel bir heyetti, bana katık talebinde bulunmuş­lardı. Ben de kendilerine kemik ve tezekleri buldukları zaman, kendileri için bir yiyecek olarak bulacaklarim bildirmiştim."

Yine Ebû Nuaym, Ebû Saîd el-Hudrî'den şöyle rivayet eder: Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Şu Medine'de, müslümanhğı kabul etmiş olan cinlerden bir grup vardır. Her kim şu mamurelerde onlardan bâzılarim görecek olursa, üç gün onlar için izin tanısın. Üç gixn sonra hala çekip gitmediğini görürse, onu öldürsün. Zira o, müslüman olmuş bir cinnî değil, bir şeytandır." Yine Ebû Nuaymİbn-i Ömer'den şu haberi rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'e el-Cezîre'den cinler heyeti geldiği zaman, bir müddet Efendimiz'in yanında kaldılar. Ayrılıp gidecekleri za­man kendileri için katık talebinde bulundular. Peygamberimiz de onlara:'Yolda giderken rastladığimz her kemiği, taze et olarak bulacaksınız, rastladığimz her tezeği de hurma olarak ele geçirmiş olacaksınız!" buyur­du ve bu yüzden kemik ve tezekle taharetlenmeyi yasakladı...."

Ahmet, BezzârEbû Ya'lâEbû Nuaym ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan şu haberi rivayet ederler: Hayber'den bir adam tek başına yola çıktı... Giderken peşine iki adam takılmış. Bir diğeri de bu iki adamın peşinden gelip onlara: "Geri dönün diyorum size!" diye bağırmakta imiş. Nihayet bu bağıran kişi, o iki adama yetişip onları geri çevirmiştir... Sonra tek başına yolculuk eden adama yetişip demiştir ki: "Bak kardeşim, bu se­nin peşinden gelmekte olan iki adam, iki şeytan idi... Nihayet ben onlara yetişip senin peşinden gelmemeleri için onları uyarıp geri çevirdim. Sen yoluna devam edip Resûlüllah'a vardığın zaman, kendisine benden selâm söyle! ve kendisine haber ver ki, ben burada O'na göndereceğim vergileri toplamakla meşgulüm. Gönderilecek kadar toplar toplamaz göndereceğim."

Tek başına Hayber'den yola çıkan adam, Peygamber Efendimiz'e geldiği zaman, başından geçenleri haber verdi. Peygamberimiz de bunun üzerine, herhangi bir kimsenin tek başına yola çıkmasını yasakladı..."[41].

Ebû'ş-Şeyh ve Ebû Nuaym Kesir bin Abdullah'tan, o da babası vâsıtasiyle dedesinden rivayet eder. Bu rivayete göre, Bilâl bin el-Hâris demiştir ki: "Biz Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte seferde idik. Nihayet Arc kasabasına yaklaştığımızda, bâzı adamların kavga ve gürültülerini duydum. Fakat kendilerini göremedim... Tabii ne oluyor acaba diye, hayret ettim. Peygamberimiz ise bize bunu şöyle açıkladılar: Yanıma sokulan cinlerin mü'ıninleri ile müşrikleri kavga ediyorlar ve kendileri­ni, bir yere yerleştirmemi istiyorlardı... Ben de, Arz'ın yüksek yerlerine mü'ıninlerini, çukur ve kuytu yerlerine de müşriklerini havale ettim." Peygamberimiz böyle dedi ve bunu bize gülümseyerek açıkladı,..

Kesîr bir Abdullah ayrıca demiştir ki: Ben bundan sonra, kasaba veya yüksek yerlerde bir rahatsızlığa uğrayanların, hep bu rahatsızlık­lardan iyi olduklarim, çukur ve kuytu yerlerde bir musibete uğrayanla­rın ise, hemen hemen hiç iyi olmadıklarim görmüşümdür..." [42]

Hâkim bin Fâtek'in Gelişi Sırasında Vukua Gelenler

El-Taberânl, Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir, Ebû Hüreyre'den şu ha­beri rivayet ederler. Ebû Hüreyre demiştir ki: "Bir ^ün Harîm bin Fâtek, Hazret-i Ömer'in yanında bulunuyordu. Söz sırasında: "Ben size, İslâm'ı kabul edişimin başlangıcim anlatayım mi?" dedi. Ömer kendisine: "Peki anlat" dedi. O da şöyle anlattı: Ben, kaybolan hayvanlarımı aramaya çıkmıştım... Akşama kadar aradım, gecenin karanlığı çökünce olduğum yerde gecelemek zorunda kaldım. Uykuya' varmazdan önce, o zamanki câhiliye âdetimiz veçhile ve sesınıin çıktığı kadar şöyle bağırdım:

Ben, şu vâdînin azizine (sahibine), onun kavminin kötülerinin şerrinden sığimrım!"

Ey delikanlı, Allah'a sığın Allah'a! O, celâl ve azamet sahibidir, nîmet ve lutufiar sahibidir! Sen, sana sâdece Allah'a sığınmayı emreden el-Arâf Sûresinin âyetlerini oku1[43] Allah'ı tevhîd et, gerisine hiç al­dırma!"

Ben bu sesi duyunca, gerçekten yadırgadım ve bu nedir, diyerek endîşe ettim... Hattâ şaşakaldım... Kendimi topladıktan sonra, o sese hitaben dedim ki: "Ey bana seslenen! Sen ne diyorsun? Beni irşad ederek doğru yolumu gösteriyorsun, yoksa beni şaşırtmak mı istiyorsun? Bana iyice açıkla! Yol nedir bana söyleyip göster! Ben de senin iyiliğine dua edip sana hayırlar dilerim!"

Hatiften (gaipten) gelen ses dedi ki:

"İşte, iyilikler sahibi Resûlüllah; Medine'de, herkesi necâte davet edip durmakta! Yâsîn'li, Hâmîm'li sûreler okumakta... Başka sûreler de okumaktadır. Bu sûrelerin âyetlerinde, helâl olanları da, haram olanları da bildirmekte, biz müslümanlara Namaz ve Oruçla emretmektedir... Bütün kötülük ve çirkinliklerden ise insanları korumaktadır... O, mün-ker olanı yasaklıyor, yoksa güzellikleri ve tâatları değil... Sen niçin o'nun dâvetine yabancı kalasın?"

Ben, derhal deveme binerek Medine'nin yolunu tutum. Vardığımda Hazret-i Peygamber Mescid'inde imiş. Ebû Bekir beni karşıladı ve bana: "Derhal Mescid'e gir, Allah sana iyilikler versin! Senin Müslümanlığı kabul edeceğin haberi, sen buraya gelmezden önce bize ulaştı" dedi... Ben de hemen Mescid'e girdim. Baktım Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), minbere çıkmış hutbesini okumaktadır... Benim içeri girip oturduğum sırada ise, hutbesinde şöyle diyordu:

Her kim, güzelce abdest alır sonra kalkar namaz kılarsa, aynı za­manda bu namazını hakkiyle akleder ve de hıfzederse; muhakkak o kimse cennete girer!"

[Ebû Hüreyre der ki: Harım bin Fâtek, Hazret-i Ömer'in huzurunda bunu bu şekilde anlattığı zaman, Ömer kendisine dedi ki: "Ey Harım, bunu böyle söylersin amma, bunun isbâtmı da yapman gerekir! îsbâtı yapılmayan bir şeyin, bizim yanımızda bir kıymeti olmaz!.,." Harım de bunu isbât edebilmek için, o sırada Hazret-i Peygamber'in hutbesini dinleyip de aynı sözü duymuş olanlardan birinin şahitliğine ihtiyaç duydu... Osman da buna tanıklık edince, mesele tamamlanmış oldu..." [44]

İbn-i Asâkir'in diğer bir tarikten olan rivayetinde şu farklılık var­dır: "Harım, olayı bu şekilde anlattıktan sonra, şiir kısmına geldiğinde, bu şiirleri okuyup söyledi, sonra dedi ki: "Gaipten gelen sese karşı ben: Allah sana rahmetler etsin, sen kimsin? dedim. O sesin sahibi de bana: "Ben, Esâl oğlu Amr'im, Esâl'ın Necid'deki müslüman cinler üzerine âmili bulunmaktayım. Eğer sen, müslüman olmak üzere Peygamberce gitmeyi düşünüyorsan, hiç endişe etme, ben senin develerini alıp evine teslîm ederim!" dedi. Ben de bunun üzerine yola koyulup Medine'ye vardım... Peygamberin adamlarından biri beni karşıladı ve bana dedi ki: "Peygamberimiz sana selâm söylemekte ve senin müslüman olmak istediğinin kendisine bildirildiğim haber vermektedir." Ben kendisine, kim olduğunu sordum. O da: "Ebû Zerr" olduğunu söyledi. Mescid'e girdiğimde Hazret-i Peygamber mimberde hutbesini okumakta idi. Ben der­hal hak şehâdetle Şehâdet ederek müslüman oldum. ve dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, Allah, benim o arkadaşıma mükâfatlar versin, gerçek­ten ben kendisine itimâd ederek buraya geldim, develerimi de ona emânet ettim." Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Haberin olsun, senin o arkadaşın; hem seni irşâd etti, hem de develerini şu anda senin evine teslîm etmiş bulunuyor!" (İbn-i Asâkir gibi, Taberânfnin bir diğer vecihten olan rivayeti dahî, bu merkezdedir...)[45]

 

15-3 Cahcah'ın Gelişi Serasında Vukua Gelen Fevkalâdelik

İbn-i Ebî Şeybe, Ata bin Yesâr'dan, o da Cahcah el-gıfârt'den şöyle nakleder: "Cahcâh müslaman olmak üzere Hazret-i Peygamberce gelen kav­minin heyeti içinde gelmiş ve onların bu gelişleri Akşam vaktine rastla­mıştı..."

Müellif burada, bu kadarı ile yetinmiştir... Onların Akşam vakti gelişlerinden sonra ne olmuş, nasıl bir neticeye varılmış, ite gibi bir Fevkalâdelik vukua gelmiş; bunları zikretme­mi şt ir... Müellifimiz bunu unutmuş olabilir, belki sonradan eksilmiş de olabilir... Zira olayın aslı ve tamâmı şöyledir: "Bu sırada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bir koyunun sağılıp sütünün getiril­mesini emretti, getirilen sütü Cahcâh'a verdi. O da alıp içti. Bir koyunun sağılmasını daha emretti, getirilen sütü Cahcâh'a verdi. O da alıp içti. Bir koyunun sağılmasını daha emretti, Cahcâh onu da alıp içti. Bir koyun daha sağıldı, onu da içti ve yedi koyun sağıldı, yödisinin de sütünü içti... Sonra sabah oldu, Cahcâh da müslüman oldu... Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Cahcâh için yine bir koyun sağılmasını emrittiler. Süt getirildi, Cahcâh içti. Bir koyun daha sağılmasını emrettiler, Cahcâh bundan da bir miktar içti ise de tamamim tüketemedi. Bunun üzerine Peygamberimiz "Mü'ınin, bir midesini doldurmak üzere içer, kâfir ise, yedi midesini doldurmak üzere içer!" buyurdular... [46]

Raşid bin Abdi Rabbih'in Gelişi Sırasında Vukua Gelen Fevkalâdelikler

Ebû Nuaym, Râşid binAbd-i Rabbih'in torunlarından olan Hakim bin Atâ'dan, o da babası uâsıtasiyle dedesinden şöyle nakleder: "Ben, kavmimin putu olan Suvâ'a hediye edilen şeyleri götürmek üzere yola çıkmıştım. Henüz Suvâ putuna ulaşmadan sabahın erken saatinde bir diğer puta uğradım. ve bu putun içinde şu sesi duydum: "Şaşılacak bir iş! Abdü'l-Muttalib oğlullarından bir Peygamber gelmiş, zinayı, ribâyı ve putlar için hediyeler sunmayı kesin olarak yasaklamış olsun; yine de bazı insanlar hâlâ bu gibi batı- işlerde İsrâ'r etsin!" Diğer bir putun için­den de şu sesler geliyordu: "Ahmet çıktı, Mizmâr putu terkedildi! Ahmet; namazı, orucu zekâtı, iyilik yapmayı, akrabayı gözetmeyi emrediyor!... " Sonra diğer bir puttan da şu sesi işitiyordum: "Meryem oğlu Îsâ'dan sonra nübüvvet ve hidâyete vâris olan Muhammed, doğru yolu gösterir ve insanların beklediği haberleri getirir..."

Sonra ben yoluma devam edip sabahleyin Süvâ putunun yanına geldim. Yanımdaki hediyeleri bu puta sunacaktım... Bir de ne göreyim, iki tilki gelmiş, daha önce sunulan hediyeleri yemek için bu putun üze­rine çıkmış, onları yemekteler; ayrıca Süvâ putunun üzerine işemekte-ler... Bunu görünce hayretler içinde kalmışım ve kendi kendime şöyle söylemişim: "Bir put ki üzerine çıkan iki tilki, onun üzerine çişini yap­maktalar, o ise onlara engel olamamaktadır! Kendisine yapılan böylesi­ne aşağılayıcı bir harekete engel olmaktan âciz bulunan bir nesne, nasıl "ilâh" olabilir?" Ben bu halleri yaşarken, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de Mekke'yi terkederek Medine'ye hicret etmiş bulunuyordu... Ben de doğruca Medine yolunu tutup O'na vardım ve O'nun huzurunda Müslüman ol­dum..."

Yukarıda belirttiğimiz bu rivayete göre, Râşid bu sırada Hazret-i Pey-gamber'den, Rihad denilen yerde bir miktar arazî verilmesini istedi. Peygamberimiz de verdi. Ayrıca dolu bir su kabı verdi ve bu suyu, ken­disine verilen yerin en yüksek noktasına dökmesini söyledi. Suyun faz­lasından insanları menetmemesini di tembihledi... O da öyle yaptı. ve orada akar bir çeşme meydana geldi... ve hâlen bu su burada akmak­tadır... Suyun etran da hurma ağaçlarıyla doludur. Denilir ki Rihad'ın her yerinin suyu, içimli sudur... insanlar orada ki suya "Mâü'r-Resûl= Peygamber Çeşmesi" adım vermişler ve bu sudan yıkanıp onun şifalı bir su olduğunu kabul etmişlerdir." [47]

Haccac bin Allâd'ın Müslüman Oluşundaki Fevkalâdelik

İbn-i Ebî'd-Dünyâ ve İbn-i Asâkir Vasile bin el-Eskâ'dan şöyle naklederler: Haccâc bin Allâd'ın müslüman oluşunun sebebi şu idi: O. kavminin bir kervanı ile-Mekke'ye gitmek üzere yola çıkmıştı. Giderler­ken gece karanlığı basması üzerine mola verip istirahata çekildiler. Haccâc, kafilenin nöbetçilik ve bekçilik görevini yapıyordu... Hem kor­kuyor, hem de şöyle diyordu: "Ben, hem kendim için, hem de kafilem için bütün zarar verici cinlerin şerrinden, şu mintıkamn sahibine sığimrım!" derken bir ses işitti. Bu ses diyordu ki: "Ey cinler ve insanlar topluluğu, göklerin ve yerin bucaklarından geçip gitmeye gücünüz yeterse, geçip gidiniz! Ancak bir kudretle geçebilirsiniz." (Rahman, 33)

Ertesi sabah yola devam edip Mekke'ye vardığı zaman, Kureyş'ten bazılarına duyduğu bu sesi, yâni kelâmı naklederek bilgi istedi... On­larda dediler ki: "Bu kelâm, Peygamberliğini ilân eden Muhammed'in semâdan kendisine indiğini söylediği kelâmdandır." Haccac, bunun ü-zerine bu Peygamber'in nerede olduğunu sordu... Onlarda kendisine, "O, buradan Medine'ye göçmüştür" dediler. Bunun üzerine Medine'ye gelen Haccac bin Allâd, Hazret-i Peygamber'in huzurunda müslüman oldu..." [48]

Râfi' bin Umeyr'in Müslüman Oluşundaki Fevealedelik

El-Harâitî'nin Saîd bin Cubeyr'den nakline göre, Rafibin Umeyr nasıl müslüman olduğunu şöyle anlatmıştır: "Ben bir gün Âlic kumlu­ğunda yolculuk ediyordum. Uykum gelmesi üzerine istirahata çekildim. ve yatarken Arab'ın câhiliye âdetinde olduğu gibi: "Şu vadinin cinlerinin şerrinden, yine şu vadinin efendisine sığimrım" dedim... Derken yaşlı bir adam göründü ve bana dedi ki: "Ey kişi, Eğer bir vâdîye iner istirahat etmek ister ve bir korkuya da kapılmış olursan; de ki:

Ben şu vadinin şer ve zararlarından, Muhammed'in rab'bi olan Allah'a sığındım! Sakın cinlerden herhangi birine (veya onlann seyyidi-ne) sığınma. Zira cinlerin işi bitmiştir!"

Ben o kişiye dedim ki: "Bu Muhammed dediğin de kimdir?" O da şu karşılığı verdi: "Muhammed; Arab'ın içinden Peygamber olarak ortaya çıkmış bir zâttır." Ben, "O nerede oturmaktadır?" diye sordum. O da: "Hurma bahçeleri bulunan Yesrîb (yâni Medine) de oturur." dedi. Ben de bu cevabı alır almaz Medine'nin yolunu tuttum. Oldukça hızlı giderek Medine'ye vardım. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beni gördü ve bana, daha önce başımdan geçenleri anlattı... ve beni açıkça İslâm'a davet etti. Ben de onun davetini derhâl kabul ederek müslüman oldum..." [49]             

Hakem bin Keysânw Müslüman Oluşundaki Fevkalâdelik

İbn-i Sa'd Mikdâd bin Amr'ın şöyle dediği haberini verir: "Ben Hakem bin Keysân'ı esir almıştım... Onu alıp Hazret-i Peygamber'e getirdik. Peygamberimiz kendisiyle konuşup onu İslâm'a davet etti... Fakat onda bir yakınlık görünmüyordu. Bunun üzerine Peygamberimiz, kendisiyle uzun müddet meşgul oldu ve onu bu müddet zarfında İslâm'a ısındır­maya çalıştı... Fakat o bütün bunlara rağmen bir yakınlık göstermedi... Durumu takip etmekte olan Ömer, sinirlenmiş olacak ki, Ey Allah'ın Resulü, bu adamı ne zamana kadar İslâm'a davet edip duracaksınız! Onu kıyamete kadar davet etseniz, onun yine müslüman olacağı yok. izin veriniz de ben onun boynunu vurayım!" diye bağırdı. Peygamber E-fendimiz ise, Ömer'in teklifini red edip, o bilinen büyük ve geniş şefkati ve himmeti ile, Hakem bin Keysân'ı İslâm'a davete devam etti... ve so­nunda onun müslüman olmasına vesile oldu... Artık Hakem de müslü­man olmuştu. ı Durumu gören ve insafla değerlendiren Ömer bin el-Hattâb, bizzat kendi durumunu şu şekilde dile getirmiştir; "Gördüm ki, Hakem bin Keysân müslüman olmuş, ve bu vesile ile bütün gelmişimi ve geçmişimi gözümün önüne getirdim ve kendi kendime: Ey Ömer, sen nasıl oluyor da, Resûlüllah Efendimiz senden daha iyi bildiği halde, kalkıp ona öyle tekliflerde bulunabiliyorsun?" diyerek nefsınıi kınayıp muâhaze ettim..." [50]

Ebû Cehl Oğlu İkrime'nin Gelişinde Vukua Gelen Fevkalâdelik

Hâkim sahihtir kaydiyle Âişe'den şöyle nakleder: Bir defasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Ben rü'yâmda Ebû Cehlin bana gel­diğini ve biat ettiğini gördüm!" Vaktaki Hâlid bin Velîd müslüman ol­muştur, Hazret-i Peygamber'e denilmiştir ki: "Yâ Resûlallah, İşte Allah senin o rüyanı gerçekleştirdi. Senin o rü'yân, Hâlid bin Velîd'in müslümanlığı kabul etmesi şeklinde tecelli etti..." Peygamberimiz ise şu karşılığı verdi: "Benim o rüyam başka şekilde tecelli edecektir!" Nihayet Ebû Cehl'in oğlu İkrime de müslümanlığı kabul etti, İşte onun müslüman oluşu, Peygamberimiz'in o rü'yâsmm gerçekleşmesi idi..."

Yine Hâkim'in Ümmü Seleme'den olan rivayeti ise şöyledir: "Bir gün Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ben, cennette Ebû Cehl'e ait olmak ü-zere bir ağaç dalı görmüştüm... ve bu nasıl olur, diye düşündüm. Fakat onun oğlu İkrime müslüman olduğu zaman, bu rü'yâmm onun hakkında gerçekleşmiş olduğunu gördüm..." [51]

Benî Temîm Heyetinin Gelişinde Vukua Gelen Fevkalâdelik.

İbn-i Sa'd'ın naklettiği bir habere göre, Zührî ve Saîd bin Amr de­miştir ki: Benî Temîm heyeti Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldikleri zaman,hatîbleri Utârid bin Hâcib'i, bir hutbe irâd etmek üzere takdim ettiler, o da bir Hutbe irâd etti ve bu şekilde hitabetteki üstünlüğünü ortaya koymak istedi... Peygamber Efendimiz de Sabit bin Kays'a hitaben: "Ey Kays, kalk onların hatîbine cevap ver!" buyurdu... Sabit, hitabette tec­rübesi veya behresi olan biri değildi... Peygamber'in emri üzerine kalkıp bir hutbe irâd etti... Sonra Temîmliler, şâirleri Ziberkân'ı ortaya sürüp şiirler inşâd etmesini istediler. O da kalkıp isteneni yerine getirdi... Bunun üzerine Peygamberimiz: "Ey Hassan, kalk onların şâirine cevap ver!" dedi ve şunları buyurdu:

"Allah, muhakkak Hassân'ı o Peygamberi'ni müdâfâ ettiği müd­detçe Rûhu'İ-Kudüs (Cebrâîl) ile te'yid buyuracaktır!"

Bunun üzerine Hassan kalktı ve şiirler inşâd ederek onların şâirine cevap verdi. Hassân'ı can kulağıyla dinlemekte olan Temîtn O-ğulları, kendi aralarında fisıldaşmaya başladılar... içlerinden biri onla­ra temsilen dedi ki: "Açıkça görüp bildiniz ki, vallahi bu adam, ilahi bir teyide mazhar bulunuyor!" Vallahi bunların hatîbi bizim hatibimizden daha iyi bir hatîb olduğu gibi, şâirleri de bizını şâirimizden daha üstün bir şâirdir! ve bizden daha akıllıdır... Şüphesiz bu, Peygamber sayesinde olmaktadır..." [52]

A'râbî'nin Gelişinde Vukua Gelen Mucize

Bezzâr ve Ebû Nuaym Büreyde'den şöyle naklederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir A'râbî gelip, kendisinin müslüman olduğunu ve fakat Hazret-i Peygamber'in kendisine bir mucize göstermesini istediğini, bunu sırf yakîninin artması için taleb ettiğini ifâde etti... Peygamberimiz de ken­disine ne istediğini sorunca, şu teklifte bulundu: "Şu ağaca emret de se­nin yanına gelsin!" Peygamber Efendimiz kendisine "Git de sen o ağaca emret!" buyurdu. A'râbi'de o ağacın yanına kadar gitti ve: "Peygamber seni çağırıyor, O'nun çağrısına icabet et!" diyerek ağacı çağırdı... Ağaç bir tarafına iyice meylederek saçaklarim söktü, sonra öbür tarafa mey­lederek diğer saçaklarim söküp Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına kadar geldi ve "Ey Allah'ın resulü, selâm sana!" diyerek selâm verdi... A'râbî bunu üzerine "Yeter, yeter!" dedi... Peygamberimiz de o ağaca yerine gitme­sini emretti. Ağaçta gidip yerine yerleşti... Bunun üzerine heyacanlanan A'râbî, "Ey Allah'ın Resulü, izin ver de başim ve ayakların Öpeyim" dedi. Peygamberimiz de izin verdi... Sonra A'râbî, "Sana secde etmek için de izin ver" dedi. Peygamberimiz de: "Hiç bir kimse, hiçbir kul için secde edemez!" buyurdu..." [53]

Ebû Nuaym diğer bir tarîkle yine Büreyde'den şöyle rivayet eder: "Bir A'râbî gelip: "Ey Allah'ın elçisi, ben sana bir müslüman olarak gel­dim! Ben Allah'tan başka ilâh olmadığına, Senin de Allah'ın elçisi ve kulu olduğuna şehâdet ediyorum! Fakat sırf yakînim artsın diye senin, şu yeşil ağacı çağırmanı istiyorum, çağır da bu ağaç sana gelsin dedi!" Peygamber Efendimiz de o ağacı çağırdı... Ağaç kökünü ve saçaklarim yerde sürüyerek geldi... Peygamberimiz o ağaca hitaben: "Ey ağaç ne ile şehâdette bulunursun?" buyurdu... Ağaç: "Ben Allah'tan başka üâh ol­madığına, Senin de Allah'ın Resulü olduğuna şehâdet ederim!" dedi... Peygamberimiz de ona: "Doğru söyledin" buyurdu... A'râbî, "Ağaca emret de yerine gitsin " dedi... Peygamberimiz de yerine gitmesini emretti. ve ağaç yerine gidip yerleşti. Açılan çukur da kapanarak aynen eskisi gibi oldu... A'râbî bunun üzerine dedi ki: "Şimdi ben, izninizle kendi kavmime gideyim ve gözlerimle gördüğüm bu mucizeyi onlara haber vereyim. Inşâ-Allah, onlardan mü'ınin bir cemâatle döner, seni ziyaret ederiz..." [54]

Âmir bin Sa'saa Oğullarından Gelen Arabi'nin Gelişi Sırasında Vukua Gelen Mucize.

AhmedBuhârî (Târîh'inde), Dârimi, Tirmizî ve sahihtir kaydiyle HâkimBeyhekîEbû NuaymEbû Ya'lâ ve İbn-i Sa'dİbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini naklederler: Amir bin Sa'Saa oğullarından bir ârâbî, Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldiğinde, Peygamberimiz onu İslâm'a davet etti... Arâbî: "Ben senin hak Peygamber olduğunu nereden bileceğim?" dedi... Peygamberimiz: "Eğer şu hurma ağacmdaki hurma salkımim çağırsam, o da benim çağrım üzerine gelse bu takdirde Benim Allah'ın elçisi oldu­ğuma inanır mısın?" buyurdu. Arâbî "Evet" dedi... Bunun üzerine Pey­gamberimiz hurma salkımim çağırdı, o da ağacından ayrılarak yere indi ve yerde sıçrayarak geldi... Peygamberimiz'in önünde durdu. Peygam­berimiz de ona: "Haydi yerine git!" buyurdu. O da yerine döndü ... Bunun üzerine o ârâbî: "Ben Şehâdet ederim ki sen Allah'ın elçisi'sin! Ben buna imân ediyorum!" diyerek müslüman oldu..." [55]

Diğer Bir A'râbî’nin Gelişinde Vukua Gelen Mucize

Dârimi, Ebû Ya'lâTaberânîBezzârİbn-i Hibban, Beyhekî ve sa­hih bin sened ile Ebû Nuaym İbn-i Ömer'den şöyle rivayet ederler: Biz bir seferde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bulunuyorduk. Bir A'râbî bize doğru gelmeye başladı. Yaklaştığı zaman Peygamberimiz ona, nereye gittiğim sordu. O da: "Ev halkımın yanına gidiyorum" diye cevapladı... Peygamberimiz ona: "Peki, sana çok hayırlı bir teklifte bulunsam, buna ne dersin?" buyurdu. O da "Nedir o teklif?" diye sordu... Peygamberimiz: "Allah'tan başka ilâh olmadığına, Allah'ın birliğine, eşi ve benzeri ol­madığına şehâdet etmen; Muhammed'in de O'nun kulu ve Resulü oldu­ğuna inanmandır!" buyurdu... A'râbî: "Senin bu dediğinin doğru olduğuna bir şahit var mıdır?" dedi. Peygamberimiz de: "İşte şu ağaç şahittir!" buyurdu ve şahitlik yapması için o ağacı çağırdı... Vâdî'nin kenarındaki o ağaç da yeri yararak geldi ve O'nun önünde durdu. Pey­gamberimiz, ağacın şahitlik yapmasını istedi, o da O'nun Allah'ın elçisi olduğuna şehâdette bulundu. Peygamberimiz bunu üç defa tekrarladı, ağaç da üç defa tekrarladı... Sonra Peygamberimiz ağacın yerine git­mesini emretti, o da yerine döndü ve yerleşti. Arâbî de kavmine döner­ken şöyle konuştu: ırYâ Resûlallah, eğer kavmim bana itaat ederlerse, onları sana getireceğim. Eğer beni dinlemezlerse, ben tek başıma döner ve devamlı seninle birlikte bulunurum." [56]

Veda Haccı’nda Vukua Gelen Harikalar ve Mucizeler

Ebû Ya'lâ ve (İbn-i Hacer'in El-Metâlibü'l-Aliye adlı kitabında "se­nedi güzeldir" dediği bir senedle) Beyhekî, Usâme bin Zeyd'den şöyle rivayet ederler: Üsâme demiştir ki: "Biz Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in edâ bu­yurdukları bu hacca, O'nunla birlikte çıktık... Ravhâ'ya geldiğimiz za­man, bir kadın Peygamberimiz'e doğru gelmekte idi. Onu gören Peygamberimiz devesini durdurdu. Gelen kadın yaklaştı ve dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, şu benim oğlumdur ve dünyaya geldiği günden beri kendisine gelememiştir!" Peygamberimiz çocuğu o kadından aldı ve ön tarafına koydu. Sonra onun ağzına püskürdü ve dedi ki: "Ey Allah'ın düşmanı, dışarı çık, Ben Allah'ın Resulüyüm!" Sonra çocuğu anasına verdi. verirken de: "Çocuğunu al, artık onun bir sıkıntısı yoktur" bu­yurdu.

Usame der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), haccmı edâ buyurduktan sonra dönüş sırasında Ravhâ vadisine geldiğimizde, o kadın kızarttığı bir ko­yun ile bizi karşıladı... Peygamberimiz bana hitaben: "Haydi (ön ayağı­nı) bana ver" buyurdu. Ben de verdim. Sonra: "Bana bir ön ayak daha ver" buyurdu. Ben de verdim. Sonra yine: "Bana bir ön ayak daha ver" buyurdu... Ben de dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, bunun iki ön ayağı bulunmaktadır, ben de her ikisini sana vermiş bulunuyorum." Bunun üzerine buyurdular ki: "Ey Üsâme, hiç bir ses çıkarmadan Ön ayak ver­meye devam etse idin, ben sana bir ön ayak daha istemeğe devam etti- ğim müddetçe, sen de bana bir ön ayak daha vermeye devam edecektin!" Bundan sonra Resûlüllah yine bana: "Bak bakalım, ağaç ve taşlar göre­bilecek misin?" dedi. Baktım, birkaç hurma ağacı ve bir taş yığıntısı gördüm. ve bunları Hazret-i Peygamber'e bildirdim. O da buyurdu ki: "Git o ağaçlara deki: Allah'ın Resulü, haceti için sizleri çağırıyor! Keza, o gör­düğün taşlara da aynısını söyle!" Gidip o ağaçlara ve taşlara, Hazret-i Pey-gamber'in kendilerini çağırmakta olduğunu tebliğ ettim... Onlar da geldiler. Peygamber Efendimiz de gidip hacetini gördü... Sonra geldi ve bana: "O ağaç ve taşlara, eski yerlerine dönmelerini söyle!" buyurdu. Ben de gidip aynen tebliğ ettim, onlar da eski yerlerine döndüler..." [57]

AhmedBeyhekî, Ya'lâ'dan şöyle rivayet eder: "Biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte seferimize devam ederken, O'ndan mucize hâlinde te­cellî eden üç şey gördüm: Giderken bir deveye rastladık, bu deve devamlı olarak üzerinde su taşınan bir deve imiş. Peygamberimizi görünce boy­nunu yere indirerek inlemeye başladı... Peygamberimiz bu devenin sa­hibini çağırdı ve ona: "Bak, deven çok çalıştınlmaktan şikayet, ediyor! Aynı zamanda yemini de az vermişsin... Ona iyi bak!" tenbihinde bu­lundu. Sonra yolumuza devam ederken bir yerde konaklamıştık. Pey­gamberimiz uyuduğu zaman, ilerideki bir ağaç, yerinden ayrılarak Peygamberimizin yanına geldi ve O'nu kaplayıp bürüdükten sonra ye­rine döndü... Ben bu gördüğümü, Peygamberimiz uyandığı zaman ken­disine arz ettim. O da buyurdu ki: "O ağaç, gelip beni selamlaması için Allah'tan izin istedi, kendisine izin verilince gelip beni selamladı." Sonra üçüncü olarak da, kadımın sabî çocuğunun hastalığından iyi olmasına şahit olmuştum." [58]

Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir Gaylân bin Seleme'den şöyle rivayet eder: Biz bir sefere Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte çıkmıştık. ve O'nda şaşılacak şeyler görmüştük... Taze hurma fidanları olan bir yere uğra­dığımızda Hazret-i Peygamber bana: "Ey Gaylân, şu iki hurma ağacına git de birbirlerine yaklaşmalarim ve bana gelmelerini söyle!" buyurdu. Ben de gidip Resûlüllah adına O'nun emrini tebliğ eyledim. Onlardan biri diğerinin yanına gelerek birbirlerine yaklaştılar ve Resûlüllah'ın yanına geldiler. Resûlüllah da devesinden inerek onların arkasına geçti ve hacetini kaza etti... (Abdest bozdu). Sonra Abdest alıp devesine bindi... Ağaç fidanları da yerlerine döndüler. Sonra yolumuza devam ederek bir yere geldiğimiz de orada konakladık. Derken bir kadın geldi ve: "Ey Al­lah'ın Resulü, benîm kabilemde bana şu oğlumdan daha sevimli olanı yok idi. Fakat kendisine cinnet hastalığı isabet etti. Ben bu oğlum için Allah'a dua edivermenizi istiyorum" dedi. Peygamber Efendimiz de ço­cuğu kendisine yaklaştırdı ve sonra şöyle buyurdu: "Bismillah! Ben, Al­lah'ın Resulüyüm. Ey Allah'ın düşmanı, dışarı çık ve bu çocuğu terket!" Bunu üç defa tekrar ettiler. Sonra çocuğun anasuıa hitabla: "Çocuğunu al, inşallah, bir daha kötülük görmez" buyurdu. Sonra yolumuza devam ederken bir yere geldik ve indik. Bir adam gelip: "Ey Allah'ın Resulü, benim bir bahçem vardı, benim ve ev halkımın yaşayışı bu bahçede o-lurdu... Bu bahçede benim iki de devem vardı. Şimdi bu develer heye­cana kapılıp köpürdüler... Beni yanlarına yaklaştırmadıkları gibi, bahçeye de sokmuyorlar... Başka kimse de onlara sokulamıyor..." dedi. Adamın bu şikayetini dinleyen Peygamberimiz, ashabim da yanına ala­rak o bahçeye gitti. Bahçenin kapısına vardıkları zaman, bahçe sahîbine: "Haydi kapıyı aç" buyurdu. Adam: "Mesele çok büyük, korkar açamam" dedi. Adam kapıyı açmaya çalışırken, develer âdeta rüzgar gibi geldi­ler... Adam kapıyı açınca, develeri karşısında buldu, Fakat develer dik­katle Hazret-i Peygamber'e baktılar ve yere çöktüler... Sonra boyunlarim yere koyup başlarim da uzatarak O'na secde ettiler... Peygamber Efen­dimiz onları başlarından tutarak sahibine teslim etti ve ona dedi ki: "Al develerini, onlara iyi bak ve güzel kullan!" Bunun üzerine oradaki in­sanlar dediler ki: "Ey Allah'ın elçisi, hayvanlar bile sana secde ediyor! Bizını sana secde etmemiz uygun olmaz mı?" Peygamberimiz ise şöyle buyurdular:

"Ezelî ve ebedî diri olup ölmekten münezzeh bulunan Allah'tan başkası için secde edilemez!"

Bu seferimizden dönüşümüzde, giderken çocuğunun hâlini Hazret-i Peygamber'e arz eden kadın bizi karşıladı ve Peygamberimiz'e hitaben: "Seni hak Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, oğlum kabilemizin sıhhatli gençleri gibi, son derece sıhhatlidir" diyerek memnuniyetini dile getirdi..." [59]

Ahmedİbn-i Ebî ŞeybeBeyhekîTaberânî ve Ebû Nuaym, Sü­leyman bin Amr bin el-Ehvas'tan, o da Ummü Cündüp'ten rivayet eder­ler. O demiştir ki; "Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)i Akabe Cemres'inde taşlarim atarken gördüm. O ve O'nu takiben insanlar taşlamada bulunuyorlar­dı... Dönüşü sırasında bir kadın geldi ve yanında sar'ah bir çocuk vardı. Peygamberimizi hitaben dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, şu benim oğlum bir belâya müptelâ olmuştur, hiç konuşamamaktadır." Peygamberimiz o çocuğu kucağına aldı ve kadına, içinde su bulunan küçük bir kab ver­mesini emretti. O da verdi... Peygamberimiz bu kabın içindeki suya püskürdü ve sonra duâ buyurdu. Sonra bu suyu kadına verdi ve: "Bu suyu çocuğuna içir, aynı zamanda bu su ile onu yıka!" buyurdu. Kadın o suyu ve çocuğunu alarak oradan ayrıldı. Ben de onun peşinden gide­rek, o sudan biraz bana hediye etmesini istedim. O da: "Al!" dedi. O su­dan bir avuç alarak oğlum Abdullah'a içirdim. Oğlum büyüdü ve bir evlattan beklenen kadar, hayırlı bir evlad oldu... Bir müddet sonra da o kadına ve oğluna rastladım. Diyebilirim ki, onun oğlu da çok hayırlı bir evlat olmtu. Ondan daha hayırlı bir evladın olduğunu söylemek nere­deyse mümkün değildi... Çok da akıllı idi..."

Beyhekîİbn-i Asâkir, Muaykıb el-Yemenî'den şöyle rivayet eder: O demiştir ki: "Veda Haccı'nda ben de bulundum... Mekke'de bir eve girdiğim zaman, orada Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i buldum ve O'ndan şaşılacak bir şey gördüm: O'na, Yemâme'den bir adam gelmişti. O gün doğmuş olan çocuğu da yanında idi... Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o yeni doğmuş çocuğa hitaben: "Söyle bakalım, Ben kimim?" dedi. Çocuk da: "Sen Allah'ın Resulüsün" diyerek konuştu... Peygamber Efendimiz de bunun üzerine: "Allah sende bereketler meydana getirsin. Seni mübarek kılsın)" diye onun hakkında hayır duada bulundu... Sonra bu çocuk, delikanlı olun­caya kadar hiç konuşmadı... Biz ona "Mübârekü'l-Yemâme"adim ver­miştik..." [60]

Beyhekî Urve'den şöyle nakleder: O demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Veda Haccı'nda dedi ki: "Ey insanlar! Benim size söylediklerimi aynen yerine getiriniz! Zira ben bilemiyorum, belki bu seneden sonra bir daha sizinle burada karşüaşamam... Ey insanlar, iyi kulak veriniz, sözlerimi iyi anlayimz; zira ben sizlere iki büyük emânet bırakıyorum! Bunlara sınısıkı sarıldığimz takdirde yolunuzu asla şaşırmayacaksınız! Bu iki emanetten birincisi: Kitâbullah'tır, ikincisi ise: Sünnetimdir!"[61]

Müslim'in Câbir'den rivayet ettiği haber de aynen şöyledir: "Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i Akabe Cemresi'ne taşim atarken gördüm. O, bu sı­rada devesi üzerinde bulunuyor ve şöyle buyuruyordu: "Hacda ilgili vazifelerinizi, benden aynen alimz! Zira ben, bilemiyorum, belki de bu haccımdan sonra bir hacc daha yapamıyacağım!"

İbn-i Sa'dİbn-i Ömer'den şöyle rivayet etmektedir: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), veda haccı'nda Arafat'taki vakfesinde, insarlara hutbe irâd e-derek buyurdu ki:

"Ey insanlar, bugün, hangi gündür?" (Bilinen hutbesini sonuna kadar irâd buyurduktan sonra, yine buyurdular ki:)

"Ey İnsanlar, tebliğ ettim mi?" İnsanlar da dediler ki: "Evet, Ey Allah'ın Resulü, tebliğ ettiniz!"  ' Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:

"Ey Allah'ım, şahit ol!" buyurdu. Daha sonra insanlarla vedâlaştı... İşte bundan dolayıdır ki, insanlar bu hacca, "Veda Haccı" dediler..." [62]

Beyhekî ve Ebû Nuaym Enes'ten şöyle rivayet ederler: Ben, Mesci-dü'l-Hayf ta Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte oturuyorduk. [63] AnsâVdan ve Sakîf kabilesinden birer adam gelip Hazret-i Peygamber'in önünde dur­dular. Peygamberimiz kendilerine: "İsterseniz, niçin gelmiş olduğunuzu, siz bana söylemeden önce ben siz söyleyeyim! İsterseniz ben susayım, siz bana niçin geldiğinizi söyleyip sorularimzı sorunuz" buyurdu. Bu iki adam da: Siz haber veriniz ey Allah'ın Resulü, bu suretle imâmmızdaki yakînimiz artmış olur" dediler. Peygamberimiz de, önce Sakîfli adama şunları söyledi:

"Sen bana geceleri kıldığın namazlardan, namazdaki rüku ve sec­delerden aynı zamanda orucundan, gusul abdestinden sormak için gel­din."

Sonra Ansâr'dan olan adama iltifatla:

"Sen de bana, Beytullah'ı haccetmekten, Arafat'ta vakfe yapmak­tan, tıraş olmaktan, Kabe'yi tavaftan ve bunlardaki sevap ve mükafat­lardan sormak için geldin." buyurdu..."

Sakif ten ve Ansâr'dan olan her iki adam da, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: "Evet, Ey Allah'ın Resulü, bunları sormak için gelmiştim" dedi...

(Bu mealde bir hadîs, İbn-i Ömer'den de rivayet edilmiştir ve bu hadis az ileride gelecektir...)

TaberânîEbû Nuaym, sahihtir kaydiyle Hâkim, Abdullah bin Kurad'ın şöyle dediğini rivayet ederler: "Bayramın ikinci gününde Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e beş veya altı deve getirildi... Develer kendiliklerinden Peygamber Efendimize yaklaşarak (önce beni kurban et! derecesine) bi­rinci sırayı almak istedi..."

AhmedBeyhekî, Asım bin Humayd'den şöyle rivayet eder; "Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Muâz bin Cebel'i Yemen'e gönderdi... Onu Yemen'e u-ğurlarken onunla birlikte çıkıp kendisine vasiyette bulundu. Sözünü bitirdikten sonra buyurdu ki: "Ey Muâz, belki sen, bu seneden sonra bir daha benimle karşılaşamazsın! Öyle ümit edilir ki, artık bundan böyle mescidime ve kabrime uğramayacaksın!" Onun bu sözleri üzerine Meâz, kendisini tutamayıp ağladı..." [64]

Beyhekî'nin Zührî tarikiyle Ka'b bin Mâlik'in oğlundan rivayeti ise şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), veda hacc'im edâ ettikten sonra, Meâz'ı Yemen'e gönderdi... Muâz Yemenden geldiği zaman, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat etmiş, Ebû Bekir (radıyallahü anh) da müslümanların başına halîfe seçilmiştir...

El-Hâtib, içinde birtakım mechûl râvîler bulunan bir rivayet silsi­lesi ile Âişe'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), biz­lerle birlikte Veda Haccı'nı edâ buyurdu... Hâcun Akabesinde benim yanıma geldikleri zaman, çok hüzünlü idiler... Sonra yanımdan ayrılıp gitti ve bir müddet sonra geldiğinde, gayet sevinçli ve tebessümlü idi... Sebebini sorduğumda, bana şunu söyledi: "Ben, Anamın kabrine gittim, Allah'tan anamı diriltmesini istedim... Anam dirilip bana îmân etti, sonra eski hâline döndü..." 

------------------------

 [6] Ra'd suresi, 8-l3

 [63] Bu, Minadaki mescittir

 

16 PEYGAMBERİMİZİN MÜBAREK PARMAKLARI ARASINDAN SUYUN AKMASI MUCİZESİ

Peygamberimiz'in Mübarek Parmakları Arasından Suyun Akması Mucizesi

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizin mübarek parmaklarından suyun akması mucizesi, bir defa değil, bir kaç defa vukua gelmiştir... Buna dâir hadisler, müteaddid tariklerden gelmekte ve tevatür derecesine var­maktadır... Özel tabiriyle "tevâtür-i manevî" ifade etmektedir... Şimdi bu müteaddid rivayet yollarından bâzılarim sırasıyla arz edelim:

Buhâri, Câbir bin Abdullah'tan şöyle rivayet etmektedir: Biz bir seferde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bulunuyorduk. Namaz vakti gel­mişti. Yanımızda ise, su kabından arta kalan az bir miktar sudan başka, hiç su yoktu... Bu az miktardaki su, Peygamber Efendimiz'e getirildi... Peygamberimiz parmaklarim bu suyun içine soktu ve aralarim açtı. Buyurdu ki:

"Ashabım, haydi abdestlerinizi alimz! Fakat bu bereket Al­lah'tandır, bunu da iyi biliniz![1] Buhâri ve Müslimİshâk bin Abdullah tarikiyle Enes'ten şöyle rivayet ederler: "Ben bir defasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında idim. Su olmadığı için, ashâb'dan bazıları su aradılar, fakat bulamadılar... Az miktardaki bir suyu Peygamber Efendimiz'e getirdiler. Peygamberimiz, mübarek elini bu su kabimn içine soktu ve insanlara, bundan abdestle-rini almaları için emretti... Bu sırada ben gözlerimle gördüm ki, Pey­gamberimizin parmaklarimn altından çeşme gibi su akıyordu... Herkes bu sudan abdestini aldılar... Bu sudan abdest alanların sayısı ise, yet­miş seksen kadar vardı..."

Beyhekî, diğer bir tarîk ile Enes'ten şöyle rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kûba'ya gitmişti. [2] Kubâ Mescidi'nin yakimndaki evlerin birinden küçük bir kabda su getirilmişti. Peygamberimiz bu su kabimn içine ellerini sokmak istedi ise de, eli bu kaba sığmadı. Ancak dört par­mağim sokabildi ve baş parmağı dışarıda kaldı... Sonra etrafındakilere hitaben buyurdu ki: "Haydi, gelip su içiniz!" Hepsi gelip ondan su içtiler ve kandılar. Ben gördüm ki, Peygamber Efendimiz'in parmakları ara­sından çeşme gibi su fışkınyordu..."

Yine Buhâri, Humeyd tarikiyle Enes'ten rivayet ediyor: O demiştir ki: Namaz vakti geldiğinde, evleri yakan olanlar kalkıp evlerine abdest almak için gittiler... Diğerleri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın yanında beklemeye başladılar. Derken az miktarda su getirildi. Peygamber Efendimiz elini bu suyun içine koymak istedi ise de, kab küçük geldi... Parmağim sar­kıtarak, su parmağından akmağa başladı... Herkes bu sudan Abdestini aldı..."

Enes'e: "Bu sudan Abdest alanların sayısı ne kadardı?" Diye sor­duklarında, o şu karşılığı verdi: "Seksen kadar vardı. Belki bir miktar fazla idi..."

Buhâri ve Müslim'in Kadâde tarikiyle yine Enes'ten şöyle bir rivayetleri var: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Zevrâ'da bulunduğu bir sırada, içinde su bulunan bir su kabı getirilmesini istediler... Getirildiğinde mübarek elini bu suyun içine soktular. Su O'nun parmaklan arasında kaymaya başladı... Bütün ashabı bu sudan abdest aldılar... Bunların sayısı ise, üç yüz kadar vardı..."

Beyhekî'nin Yahya bin Saîd'ten naklettiği bir habere göre, Kubâ'daki bir kuyunun durumunu Enes'e sormuşlar... O da demiştir ki: "Bu kuyunun suyu çok az idi... Kişi, gidip bir tek hayvanim sulamak için bu kuyunun suyunu çekince, tükenirdi... Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buraya teşrif ettikleri zaman bir kova getirilmesini emrettiler. Getirilen kova ile bu kuyudan bir miktar su çekildi. Peygamberimiz bu suyun içine bir miktar mübarek tükrüğünden karıştırdı... Sonra bunun kuyuya iade e-dilmesini emretti... Kovadaki bu su, olduğu gibi kuyuya iade edildi... Sonra çekilmeye başlandı... Ne kadar çektilerse suyu tükenmedi... İşte o günden b.u güne, durum böylece devam etmektedir..."

Haris bin Ebû Üsâme, Beyhekî ve Ebû Nuaym, Zeyyâd bin el-Hâris el-Sa'dâî'den şöyle rivayet ederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir seferde iken şafak sökmek üzere mola verdi... Bana hitaben: "Yânında bir mik­tar su var mı?" buyurdu. Ben de: "Yanımda çok az miktarda su var. Size kafi gelmez" dedim... Peygamberimiz: "Sen onu bir su kabına koyarak bana getir!" buyurdular... Ben de öyle yaptım. Peygamberimiz elini bu suyun içine koydu... Derhal iki parmağı arasından çeşme gibi su fışkır­dığim gördüm... Bana hitaben Peygamberimiz buyurdu ki: "Haydi ashabımı çağırda suya ihtiyâcı olanlar alsınlar!" Ben de onları çağırdım. Suya ihtiyacı olanlar gelip aldılar...

Biz bu sırada Hazret-i Peygamberce dedik ki: "Ey Allah'ın elçisi, bizını bir kuyumuz var, suyu kışın çoğalır, yazın ise çok azalır... Biz yaz mev­sınıinde çaresiz etraftaki kuyulara gidiyoruz... Şimdi ise bizler, müslü-man olmuş durumdayız. Etraftaki kuyuların sahipleri ise, bu yüzden bize düşman durumundalar... Bizını için Allah'a duâ ediverseniz de Allah bize, her mevsınıde kâfi gelecek şekilde kuyumuzun suyunu bere-ketlendiriverse!"

Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz, yedi adet taş istedi bu taşlar getirildiği zaman bunları eline alıp iyice ovaladı... Sonra Cenâb-r Hakk'a duâ etti... Sonra bu taşların o kuyuya atılmasını em­retti... Kuyuya gittikleri zaman, bu taşların teker teker atılmasını ve her defasında: "Bismillah!" denilerek Allah'ın adının anılmasını tembih etti... Biz de gidip aynen Hazret-i Peygamber'in emrettiği gibi yaptık. Kuyu­muz su ile doldu ve o kadar bereketlendi ki, biz baktığımız zaman suyun çokluğundan kuyunun dibini göremez olduk..."

İbn-i Ebî Şeybeİbn-i Sa'dBeyhekîEbû Nuaym, Talk bin Ali'den şöyle rivayet ederler: Biz Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e temsilci olarak gittiğimizde şöyle bir ricada bulunduk: "Ey Allah'ın Resulü, bizını diyarımızda, bir takım kiliseler var... Siz abdest aldığimz zaman, artakalan suyu bize hediye etmenizi istiyoruz!" dedik. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, ken­disine bir miktar su getirilmesini emretti. Suyu getirdiler. O da bu sudan' bir miktar alıp ağzında çalkaladıktan sonra, kabın içine bıraktı, sonra bize hitaben: "Bunu alıp yurdunuuza götürün, yurdunuza vardığimzda kilisenizi yıkıp yerine bu sudan saçimz! ve o kilisenin yerini mescid e-dininiz!"

Biz, O'nun bu emri üzerine dedik ki: "Ey Allah'ın Resulü, sıcak çok şiddetli, yerimiz çok uzak, su ise oldukça az... Bu su yurdumuza varın­caya kadar kalmaz, uçar gider..."

Peygamberimiz de buyurdu ki: "Bu su azaldıkça, diğer suyunuzdan ona ilâve ediniz! İlâve edeceğiniz su, bu suya sadece iyilik ve güzellik katacaktır."

İşte biz, bu suyu alarak ayrıldık. Yolda giderken bu mübarek suyu taşımak için nöbetleştik. Her birimiz, bu suyu bir gün taşıyor, ertesi gün nöbeti arkadaşına devrediyordu... Su azaldıkça da, yanımızdaki sudan ona azar azar ilâve yapıyorduk... Suyu böylece taşıyıp ülkemize geldi­ğimizde, aynen Hazret-i Peygamber'in dediğini yaptık... Bizını rahiplik eden adam ise, aslında Tayy Kabilesinden biri idi... Bizını "Es-Salâh" diyerek insanları namaza davet ettiğimizi görünce: "Hakk bir davet!" diyerek mukabele etti... Fakat sonraları bir daha görünmedi... Demek ki o kaç­mıştı...

AhmedBeyhekîBezzârTaberânî veEbû Nuaymİbn-i Abbâs'tan şöyle naklederler: "Bir gün, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), sabaha çıktığında, aske­rinin hiç suyu yoktu... Biri: "Ey Allah'ın Elçisi, askerin hiç suyu yok!" dedi... Peygamberimiz: "Yanimzda az miktarda birşey varsa onu bana getiriniz" buyurdu. Kendisine, içinde az miktarda su bulunan bir kab getirildi. Peygamberimiz, elinin parmaklarim açarak bu su kabimn içine koydu... Derken parmaklarimn arasından su fışkırmaya başladı. Bilâl'a, insanları çağırması için emir verdi. Bereketlenen bu sudan, gelip alma­larim söyledi..." [3]

Dârimi ve Ebû Nuaym'in çıkardığı bir habere göre de İbn-i Abbâs şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Bilâl'den su istedi. Bilâl, hiç su ol­madığim bildirdi... Peygamberimiz: "Eski ve kuru bir su kırbası varsa, onu bana getir" buyurdu. Bilâl getirdi. Peygamberimiz de bunun üzerine elini yaydı. Elinin altından su fışkırdı... İbn-i Mes'ûd, bu sudan içmeye başladı. Diğerleri de abdestîerini aldılar..."

Buhâri'nin çıkardığı bir habere göre, İbn-i Mes'ûd demiştir ki:

"Siz, mucizeleri azâb addediyorsunuz! Halbuki bizler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında mucizeleri bereket sayardık... Gerçekten biz, Pey­gamber Efendimizle birlikte yemek yerken, yemeğin teşbih ettiğini i-şittik" ve bir defasında Peygamberimiz, kendisine getirilen bir su kabimn içine elini soktu da, parmaklarimn arasından su fışkırmaya başladı... Bu vesile ile de Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:

"Haydi, tertemiz ve mübarek suya gelip Abdestinizi alimz! Bere­ketin de Allah'tan olduğunu biliniz." Biz de hepimiz, o sudan Abdest al­dık."

Taberânı ve Ebû Nuaymİbn-i Ebî Leylâ el-Ensârî'den şöyle rivayet ederler: "Biz bir seferde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bulunu­yorduk. Hepimiz susuz kalştık. Halimizi Hazret-i Peygamber'e arz ettik. Peygamberimiz de küçük bir çukur açılmasını ve bir deri getirilmesini emretti... Açılan çukura bu deriyi koydu. Üzerine de elini koydu ve bu­yurdu ki: "Az miktarda su getiriniz!" Suyu getiren kişiye: "Bu suyu eli­min üzerine dök ve besmele çekerek Allah'ın adim an!" buyurdu... Adam da öyle yaptı. Derhâl Resûlüllah'ın parmakları arasından su fışkırmaya başladı... Oradakilerin hepsi, hem kendileri suya kandılar, hem hay­vanlarım suya kandırdılar..."

Ebû Nuaym, Abdullah bin Hantâb'ın oğlu el-Mutallib tarikiyle, Ebû Amra el-Ensârî'nin oğlu Abdurrâhman'dan şöyle nakleder: "Babam bize naklen demişti ki: Biz, bir gazvede Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte idik. İnsanlar aç kalmışlardı... Peygamberimiz bir kab getirilmesini is­tedi. Getirilen bu kabı, önüne koydu. Sonra bir miktar su getirilmesini istedi. Getirilen bu suya tükrüğünden bir miktar karıştırdı. Sonra bâzı şeyler konuştu ve dua etti... Sonra küçük parmağim bu suyun içine sarkıttı... Vallahi, Resûlüllah Efendimiz'in parmağından öyle bir su fış­kırdı ki, herkese yetti ve arttı... insanların gelip ihtiyacı kadar su al­malarim emretti, insanlar da geldiler, hem kana kana bu sudan içtiler» hem de bütün su kablarim doldurdular... Peygamber Efendimiz de bu sırada yan dişleri görünecek şekilde gülüyordu... Sonra buyurdular ki:

"Ben, Allah'tan başka ilâh olmadığına, O'nun bir olup eşi-ortağı bulunmadığına; Muhammed'in de gerçekten O'nun kulu ve resulü oldu­ğuna şehadet edirim ve her kim, bu şehadetle Allah'a kavuşursa cennete girer!"

Ebû Nuaym, Hadic bin Südre tarikiyle, o da babası vâsıtasıyle de­desinden şöyle rivayet eder: Bir gün biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte sefere çıktık, sonunda el-Kâha denilen yere geldik. Burası, sınıde "Sükyâ" denilen yerdir. Fakat burada hiç su bulunmamakta idi. Pey­gamberimiz, Gıfâr Oğullarimn kuyularına su getirmeleri için adamlar gönderdi. Fakat bu kuyular el-Kâha'dan bir mil ötede idi... Sonra Pey­gamberimiz vadinin yamacında istirahata çekildi. Ashâbtan bâzısı da vâdînin içinde istirahate çekilmişti. Bir sahâbî bu sırada buradaki ça­kılları eliyle deşelemiş ve üzerine su fışkırmış... Oturup bakmış su akı­yor, derhal Hazret-i Peygamber'e haber vermiş, Peygamberimiz ve bütün oradaki ashâb, bu sudan yeterince su içmişlerdir... Peygamber Efendi­miz bu olay üzerine: "Bu sükyâ, Allah'ın size lütfettiği bir sudur!" bu­yurmuştur. Bundan sonra da buraya "Sükyâ" adı verilmiştir..."

Buhârî ve Müslim Imrân bin Husayn'ın şöyle dediğini rivayet e-derler: Bir seferde biz, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bulunuyorduk. în-sanlar, susuzluktan şikayet ettiler. Peygamberimiz de Ali'yi çağırdı. Onun yanına bir adam daha çağırarak ikisine hitaben: "Gidip bizim için su arayimz!" buyurdu. Onlar su araçlarken, devesi üzerinde iki su tulu­mu ile su taşıyan ve devesine binitli olan bir kadına rastlamışlar. Onlar bu kadına "Suyun yeri neresidir?" diye sormuşlar... Kadın da bir günlük mesafede olduğunu söyleyince, kadim alarak Hazret-i Peygamber'e getirdi--ler... Peygamberimiz derhal bir su kabı istedi ve kırbanın ağzından buna bir miktar su döktü. Bununla ağzim çalkaladıktan sonra, ağzındaki suyu, kadımın su tulumlarimn ağzından içeri döktü... Sonra tulumların alt tarafındaki ümzüğünün açılmasını emretti... Oradakilerin hepsine çağırıldı. Hepsi akmakta olan bu sudan ihtiyacı kadar aldı. Peygamber Efendimiz de ayakta durumu seyretti. Allah'a yemin ederim ki, su tu­lumları önceki gibi dopdolu idi... Peygamberimiz, o kadına verilmek ü-zere hurma ve şâir yiyeceklerden bir miktar toplanmasını emretti ve kadına hitaben: "Gözlerinle gördün ve bildin ki, biz senin suyundan hiç eksiltmedik! Fakat Allah bize suyu ve onun bereketini ihsan eyledi... " buyurdu.

Kadın, bu sebeple bir müddet gecikerek ev halkimn yanına gitmiş oldu. Ev halkı ona, niçin geç kaldığim sormuşlar, o da: "Çok şaşılacak bir şey oldu! İki adam beni ahp şu kendisine "Sâbiî"/denilen adama götür­düler. O da bizını suyu bereketlendirip bütün arkadaşlarimn su ih­tiyâcim giderdi... Ben Allah'a yemin ederek söylüyorum ki, o adam, yâ yeryüzünün en sihirbaz adamıdır, yahut da gerçekten Allah'ın Resulüdür!" diyerek, durumu ailesine haber vermiştir."

Bu sırada müslümanlar etraftaki müşrikler ile çarpışmakta idi­ler... Bu kadıncağız, bir müddet beklediği halde, müslümanlann kendi kabilesine gelmediğini görünce, kendi kavmine hitaben demiştir ki: "Ey benim halkım, O zât ve müslümanlar, sizi İslâm'a davet için yakın za­manda buralara geleceğe benzemiyor! Geliniz, kendiliğinizden müslümanlığı kabul ediniz!" İşte o, böyle diyerek kavmini İslâm'a davet eyle­miştir... Kavmi de bu kadımın dâvetine uyarak, müslümanhğı kabul et­miştir..."

(Beyhekî'nin yine Imrân bin Husayn'dan bir rivayeti vardır. O da aynen bu mealdedir...)

Beyhekî'nin bir başka vecihten ve yine îmran bin Husayn'dan şöyle bir rivayeti daha vardır. Buna göre o demiştir ki: "Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabından yetmiş binitli asker ile yola çıktı... Hayli yol gittik­ten sonra, geceleyin çok geç bir vakitte bir yerde konakladılar. Peygam­berimiz ve ashabı uyuyakaldılar. Ta güneş doğduktan sonra Ebû Bekir uyandı. Güneşin doğmuş olduğunu görünce hayretinden tesbîh ve tekbîr getirdi... Fakat Peygamberimizi uyandırmağa da cesaret edemedi. Yâni bunu hoş görmedi... Nihayet Ömer de uyandı... Derken sesi çok gür olan bir sahabi de uyandı. Yüksek bir sesle tesbîh ve tekbîr getirince, Resûlüllah Efendimiz de uyandılar... Ashabından biri O'na dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, namazımızı fevtettik!" Peygamberimiz ise, "Hayır, na­mazımızı fevt etmedik" buyurdu... Sonra yola çıkmaları için emir verdi. Biraz gidildikten sonra, Peygamberimiz binitinden indi. Ashabı da indi­ler. O'nun böyle yapmasından, uyuyakaldığı yerde, orda geçirmiş olduğu namazını kılmak istemediği anlaşılıyordu. Herkes indikten sonra Pey­gamberimiz: "Bana bir miktar su getiriniz" buyurdu. Bir su matarasında bulunan bir yudumluk kadar su getirdiler. Peygamberimiz bu suyu bir su kabına döktü ve elini bu suya koydu. Sonra ashabına dedi ki: "Haydi ab destlerinizi alimz!" Yetmişe yakın asker, bu su ile abdesterini aldılar. Sonra Peygamberimiz ezanın okunmasını emretti. Ezandan sonra iki rekat kıldı. Sonra ikâmet alındı ve Peygamberimiz onlara İmâm olup namaz kıldırdı. Namazı bitirdikten sonra, karşısında ashabından biri­nin ayakta dikilmekte olduğunu gördü ve ona, namaza niçin katılmadı­ğim sordu. O da cünüb olduğu için katılmadığim söyledi. Peygamberimiz ona hitaben: "Toprak ile teyemmüm ederek abdestini al, namazını kıl, suyu bulduğun zaman da gusül abdestini alırsın!" buyurdu.

Müslim Ebû Katâde'den şöyle rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)  çık­tığı bir seferde gecenin sonuna kadar yola devam etti. Sonra mola verip uyudu... Uyandığı zaman, güneş arkasına vurmakta idi... Benim ya­nımdaki abdest suyunu istedi. Ben de kendisine takdim ettim. Onunla abdest aldı, sonra bana dedi ki: "Abdestten arta kalan bu suyu sakla, i-leride onun şaşılacak bir hâli olacaktır." Gündüz yola devam edildi, in­sanlar sıcağın altında susuzluktan perîşân oldular... Hallerini Hazret-i Peygamber'e arz ettiler. Peygamberimiz de kendilerine: "Sizin zannetti­ğiniz gibi, helak olmuş değilsiniz! Şu benim abdest kabımı getiriniz!" buyurdu... Derhal ^ .itildi. O da elini onun içine koydu ve onu dökmeye başladı... Peygamberimiz döküyor, Ebû Katâde de insanlara su veri­yordu... Bu şekilde hepsi suya kanmışlardı. Efendimiz de bu su vesilesi ile: "Askerlerin hepsine veriniz, hiç biri mahrum kalmasın, bu su, hepsine kafi gelecektir!" buyurdu..."

İbn-i Adiyy, Ebû Ya'lâ ve Beyhekî Enes'ten şöyle nakleder: Pey-gamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir grup askeri hazırlayıp yola çıkardı. İçlerinde Ebû Bekir de vardı... Peygamberimiz onları, müşrikleri karşı sevketmiş ve: "Ciddî bir şekilde yürüyüşe devam edip müşriklerden evvel suyun oldu­ğu yere varimz ve suyun başım tutunuz!" buyurmuştu. Aksi halde, susuz kalınacağim haber vermişti... Kendisi ise, dokuz askerle arkada kal­mıştı... Bu yanındaki dokuz kişiye: "Biraz mola verip istirahat etsek de, sonradan onlara yetişsek, ne dersiniz?" buyurdu. Onlar da: "Evet" dedi­ler. Bu seferde, ben de bu dokuz kişinin içinde idim. Derken istirahata çekildik. Öyle uyumuşuz ki, uyandığımız zaman, güneş hayli yüksel­mişti... Peygamberimiz bu yanındakilere: "Haydi, hacetinizi görüp na­maza hazırlanimz!" buyurdu. Onlar biraz sonra dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, abdest almaya suyumuz yoktur" Peygamberimiz de: "içinizden birinin abdest kabında, az miktarda su vasa, onu bana getirsin!" buyur­du... Çok az miktarda bir su getirildi. Peygamber Efendimiz bu suyu e-, üne aldı ve meshetti ve bereketlenmesi için Allah'a dua ve niyaz eyledi... Sonra ashabına hitaben: "Haydi geliniz, abdestlerinizi alimz!" buyurdu. Onlar da gelip hepsi abdestlerini aldılar... Peygamber Efendi­miz, bizzat kendileri onların abdest suyunu döküyor, onlar da abdestle­rini sırayla alıyordu... Sonra onlara namazı kıldırdı, içinde az miktarda su getirilen kabın sahibine dedi ki: "Bu suyu iyi sakla ve muhafaza et! Yakında bunun şaşılacak bir hali olacaktır." Sonra arkadaşlarıyla bera­ber yola koyuldu ve onlara hitaben buyurdu ki: "Bizden Önce giden ar­kadaşlarimz için ne dersiniz?" Onlar da: "Bilemeyiz, Allah ve Resulü daha iyi bilir" dediler... Peygamberimiz: "Onların içinde Ebû Bekir ve Ömer vardır. Herhalde arkadaşlarına iyi yel göstermiş, doğru olanı yapmışlardır" buyurdu...

Yolumuza devam edip önceden gidenlere yetiştiğimiz zaman, müşriklerin daha evvel davranıp suyun başim tutmuş olduklarim öğ­rendik... Peygamberimiz de bunun üzerine, abdestten arta kalan suyu taşımakta olan arkadaşına hitaben: "Haydi, o su kabım getir bakalım!" dedi... O da getirip Hazret-i Peygamber'e teslim etti. Peygamberimiz bu suyu aldı ve arkadaşlarına: "Hepiniz gelip suyunuzu içiniz!" diye hitap etti... Herkes gelip suyunu içiyor, Peygamberimiz de devamlı olarak döküyor­du... Herkes suyunu içip kandı ve hayvanlarim kandıracak suyu da, bu sudan aldı... Ayrıca yanlarında ne kadar kab bulunmakta ise, onları da su ile doldurdular... Sonra hareket edilip yola çıkıldı ve müşrikler üze­rine gidildi... Onlarla, çok şiddetli bir savaş oldu...Neticede müslü-manlar, büyük bir zafer ve ganimet elde ettiler... Gerek Peygamberimiz, gerek ashabı, hem bir zaferle, hem de sıhhat ve iyilik içinde geri döndü-ler.[4]

Beğavî, İbn-i Ebî Şeybe, Bârûdı ve Taberânî, Habbân bin Bah'tan şöyle rivayet ederler: "Benim kavmim müslümanlığı kabul ettiği sırada, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kavmim üzerine asker sevketmişti... Gidip durumu Hazret-i Peygamber'e arz ettim. Dedik ki: "Ey Allah'ın Elçisi, benim kavmim müslümanlığı kabul etti!" Peygamberimiz: "Öyle mi?" buyurdu. Ben de: "Evet" dedim. ve ben, o gece orada kaldım. Sabah namazının vakti gel­diği zaman Ezan okundu. Peygamberimiz bana, abdest almam için bir, su kabı verdi. Ben abdestimi almaya başladım. Baktım ki, Peygamberi­miz parmaklarim o kabın içine sokmuş, O'nun parmaklarından çeşme gibi su akıyordu... ve O şöyle buyurdu: "Her kim, abdest almak istiyor­sa, bu sudan abdestini alsın!"

İbn-i Seken, Hemmâm bin NüfeyVden şöyle nakleder: "Ben, Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gidip dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü biz bir kuyu açtır­dık, fakat suyu acı çıktı..." Bunun üzerine Peygamberimiz bana bir su matarası verdi, içinde bir miktar su vardı. Bana buyurdu ki: "Bunu al, gidip o kuyunun içine boşalt!" Ben alıp öyle yaptım... Kuyumuzun suyu, tatlılandı... Artık şimdi Yemen'de, bizim kuyunun suyundan daha tatlı bir su yoktur..." [5]

Peygamberimizin Bazı Yiyecek Maddelerinin Artırılıp Bereketlenmesi Şeklindeki Mucizeleri  [6]           

Müslim, Enes'ten şöyle rivayet eder: "Bir gün ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gittim. O, ashabı ile birlikte oturmuş onlarla konuşuyordu... Baktım, karnına birşey bağlamış olduğunu farkettim." Ashaptan bâzısına sordum: "Peygamberimiz, karnim niçin bağladı?" dedim. Bana: "Açlıktan" diye cevap verdiler...[7] Ben, derhal Ebû Talha'ya giderek durumu haber verdim. O da, kendisiyle evli olduğu anama: "Evimizde yiyecek bir şey var mıdır?" dedi. Anam ona: "Az miktarda ekmek ile, birkaç hurma vardır, eğer Peygamberimiz yalnız gelecek olursa O'na yetter, yanında bir kişi daha getirecek olursa, bu taktirde az gelir." dedi. Ebû Talha bana: "Haydi git, Peygamberimiz tek basma çağırmanın çâresine bak" dedi" dedi. Ben de gidip, Peygamberimiz tam hanesine gi­receği sırada, Ebû Talha'nın kendisine daveti bulunduğunu söyledim. Peygamberimiz ise; ashabim da çağırarak ve benim elimden tutarak davete icabet etti. Davet yerine yaklaşırken elimi bıraktı, ben hızla gi derek ev sahiplerine durumu haber verdim... Ebû Talha kapıya çıkarai dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, bizını hanemizde ancak bir kişiyi doyura­cak kadar yiyecek vardır ve ben bunu Enes'e de söylemiştim." Peygam­ber Efendimiz de ona: "Telaşlanma, gir! Allah, senin evinde bulunan yiyeceği, dilediği kadar bereketlendirir!" buyurdu ve eve girdiler... Bu­rada Peygamberimiz: "Evinizde bulunan yiyeceğin tamâmim bir araya toplayıp bana getiriniz!" dedi. Yiyecek getirildi. Peygamberimiz, önünde bulunan yiyeceğin bereketlenmesi için dua buyurdular... Sonra bana hitaben: "Ashâbm sekizer sekizer içeri gelmelerini sağla!" buyurdu. Ben de öyle yaptım. Peygamberimiz, mübarek elini yiyeceğin üzerine tutuyor ve: "Haydi-yiyiniz ve "Bismillah" diyerek Allah'ın adim animz!" buyuru-yordu... Ashâb, sekizer sekizer gruplar hâlinde gelip karınlarim doyur­dular... Sayıları seksen kadardı... Sonra bana ve ev sahiplerine: "Şimdi de siz yiyiniz!" buyurdu. Biz de yiyip doyduk. Sonra elini yiyeceğin üze­rinden kaldırdı ve: "Ey Ümmü Selîm, bak, yiyeceğinizden bir eksilme olmuş mudur?" buyurdu. O da: "Anam-babam Sana feda olsun, ey Al-iah'ın Resulü, ben eğer onların yediklerini görmemiş olsaydım, yiyece­ğimizden hiçbir eksilme olmamıştır derdim" dedi..."

Buhârî ve Müslim Enes'ten şöyle rivayet ederler: Bir gün Ebû Tal­ha, Ümmü Selîm'e dedi ki: "Ben, Resûlüllah Efendimizin sesinde bir zayıflık hissediyorum ve bunun açlıktan ileri geldiğini zannediyorum. Acaba evimizde bir miktar yiyecek yok mudur?" Ümmü Selim de: "Evet" dedi ve birkaç arpa ekmeği çıkardı. Ben de derhal resûlüllah'a döndüm. O bana sordu: "Ebü Talha mı gönderdi?" dedi. Ben de: "Evet" dedim. Bunun üzerine Peygamberimiz, yanındakilere: "Haydi kalkınız, Ebû Talha'nın bize daveti var" buyurdu. Ben yine derhal eve döndüm ve du­rumu Ebû Talha'ya haber verdim. O da telaşlanarak: "Ey Ümmü Selîm, Peygamberimiz, insanları alarak bize gelmektedir! Halbuki bizını onlara yedirecek kadar bir yiyeceğimiz yoktur!" dedi... Ümmü Selîm de: "Allah ve Resulü daha iyi bilir" dedi... Derken Resûlüllah efendimiz de geldi­ler... Buyurdular ki: "Ey Ümmü Selîm, yanimzdaki yiyeceği bana geti­riniz!" Yiyecek getirildi. Peygamberimiz, bu arpa ekmeklerinin ufalanmasını ve üzerine biraz yağ gezdirilmesini emretti. Öyle yaptı­lar... Sonra Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bâzı şeyler söyleyip duada bulundu ve şöyle buyurdu: "Ey Enes, ashabımın, onar kişi hâlinde sırayla gelip bu yemekten yemelerim sağla!" Onlar da onar kişilik sıralar halinde ve nöbetle gelip bu yemekten yediler ve karınlarım iyice doyurdular... Sa­yıları yetmiş-seksen kadar vardı..."

(Bu rivayetle ilgili Müslim'in tek başına olan rivayetinde ise şöyle denilmiştir: Sonra bu yemekten Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ev halkı yediler. Komşularına yetecek kadar da arttı... Peygamberimiz, bu yemeğin be­reketlenmesi için dua buyurdukları sırada ise: "Allah'ım, bunun bere­ketini çok büyük eyle!" diye niyaz edip Allah'a yalvarmıştı.")

Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir'in Enes'ten olan rivayeti ise şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Zeyneb bint-i Cahş ile evlendiği zaman, anam bana dedi ki: Ey Enes, Peygamber Efendimiz bugün bir damâd olarak sabah­ladı... ihtimâldir ki O'nun sabah yiyeceği yoktur. Şu yağ tulumu ile bir miktar hurma getir de, ben onlar için bir sabah kahvaltısı hazırlıyayım" dedi. Ben de getirdim. Anam onlar için Hays denilen bir yemek hazırladı ve bana: "Haydi bunu al da Resûlüllah efendimiz'e götür!" diye emretti. Ben de derhal bu yiyeceği alarak O'na götürdüm. O bana: "Yemeği bir kenara koy da ashabıma çağır!" buyurdu ve Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali'nin de isınılerini saydı... Gidip onları çağırdım. Sonra, Mesciddeki-leri ve gördüğüm herkesi çağırmamı emretti. Ben, yemeğin azlığına rağmen, çağırmamı emrettikleri kimselerin çokluğunu düşünerek hay­ret ediyordum... Tabiî ben onların hepsini çağırdım. Onlar da gelip her tarafı doldurdular... Sonra bana Peygamberimiz, o yemeği getirmemi emretti. Ben de getirdim, O'nun önüne koydum. Parmaklarimn üçünü yemeğin içine sarkıttılar ve yemek kabarıp bereketlendi... Davetliler yiyip dağıldılar. Nihayet kabın içindeM yemeğin hiç eksilmediğini gör­düm. Herkes yiyip gittikten sonra Efendimiz bana: "Bunu alıp Zeyneb'e götür" buyurdu.

Sabit der ki: Ben Enes'e: "O yemekten yiyenlerin sayısı ne kadar­dı?" dedim. O da bana: "Yetmiş iki kişilerdi" diye cevap verdi.

TaberânîEbû Nuaym ve İbn-i Asâkir, Abdurrahman bin Ebû Ku-seyme vasıtasıyla Vasile bin el-Eska'dan şöyle rivayet ederler: Ashab-ı Suffe beni, bir miktar yiyecek getirmem için Hazret-i Peygamber'e gönderdi­ler. Bu sırada onların sayısı yirmi kadardı ve bir müddettir bir şey ye­memişlerdi. Ben de gidip durumu Peygamberimiz'e haber verdim. Peygamberimiz evine iltifat ederek: "Evimizde yiyecek bir şey var mı­dır?" diye sordu. Evden de: "Evet, bir miktar ekmek parçası ile süt var­dır" dediler... Bunlar getirildi. Peygamberimiz ekmekleri iyice ufaladıktan sonra, bunun üzerine sütü döktüler. Sonra bunu mübarek eliyle ovarak yumuşattılar ve serîd yemeği hâline getirdiler... Sonra bana: "Ey Vasile, arkadaşlarimn onunu çağır; diğer onunu daha sonra çağırırsın!" buyurdu. Ben de onların onunu çağırdım. Onlar gelince Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Haydi yiyiniz, Bismillah! Fakat yemeğin kenarın­dan alıp ortasını bırakınız! Zira onun bereketi yukarından ortasına gelir ve devam eder" buyurdular... Onlar da afiyetle yiyip karınlarım bir gü­zel doyurdular. Sonra bunlar gidip diğer on kişilik grub geldi. Bunlar da yiyip karınlarım doyurdular... Peygamberimiz, öncekilere olan kelamı­nı, bunlara da aynen söyledi... Bunlar da kalkıp gittikten sonra kalan yemeğe baktım, hayli artmıştı... Ben buna çok hayret etmiştim..."

TaberânîEbû Nuaym, Süleyman bin Hayyan tarikiyle [8]yine Vasile bin el-Eska'dan şöyle rivayet eder: "Ben, Ashâb-ı Suffe'den idim. Bir gün Suffe ashabı açlıktan şikayet edip beni Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gönderdiler. Ben de gidip durumu Hazret-i Peygamber'e arz ettim. Bunun ü-zerine Efendimiz: "Ey Âişeyanında yiyecek var mı?" diye sordu. O da: "Sa'dece bir miktar ekmek kırıntısı vardır" cevabim verdi. Peygamberi­miz: "Onu bana getir" buyurdu ve kendisine getirilen bu ekmek parça­sını bir sahanın içine ufaladı. Sonra üzerine yağ dökerek serîd (tirid) yemeği hazırlamaya başladı. Bunu eliyle iyice ovarak güzel bir hâle ge­tirdi... O ovup islâh ettikçe, yemek de çoğalıp büyüyordu... Nihayet bana: "Git de arkadaşlarından onunu çağır!" buyurdu. Ben de gidip ça­ğırdım. Onlar geldiklerinde, Hazret-i Peygamber kendilerine: "Haydi yiyiniz, Bismillah! Fakat etrafından alimz, üstünden almayimz. Zira onun üze­rine bereket, yukarıdan iner" buyurdu. Bunlar yiyip karınlarim doyur­duktan sonra kalktılar. Peygamberimiz diğer on kişilik grubu çağırmamı emretti ve onlar geldiğinde, Öncekilere olan kelâmim aynen onlara da söyledi. Nihayet bunlar da yemeklerini yiyip doydular. Sonra kalkıp gittiler... Peygamberimiz: "Suffe ashabı arkadaşlarından kalan var mıdır?" diye sordu. Ben de: "Evet, on kişi daha vardır" dedim. Pey­gamberimiz onları da çağırmamı emrettiler. Ben de gidip onları da ça­ğırdım. Bu son grub da gelip yemeklerini yediler, karınlarim doyurup kalktılar... Peygamberimiz bana: "Haydi bu yemeği alıp Âişe'ye götür!" buyurdu. Baktım, yemekten hiç eksilen olmamıştı. Alıp onu Âişe'ye gö­türdüm..."

Taberânî, mü'ıninlerin validesi Safiyye'den şöyle nakleder. O de­miştir ki: Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bana gelip dedi ki: "Ey Safiyye, ya­nında yiyecek bir şey var mı? Zira ben açım." Ben de: "Bir miktar çekilmi, arpa var" dedim. Peygamberimiz de bunu tencereye koyup pi­şirmemi emretti, ben de pişirince kendisine haber verdim. Sonra bana yağ tulumunu getirmemi emretti. Onda da çok az bir şey vardı. Kenar­larim sıkarak kaynayan yemeğin üzerine biraz yağ akıttı. Sonra elini bu yemeğin üzerine koyarak: "Bismillah!" buyurdu. Sonra bana hitaben: "Haydi, mü'ıninlerin diğer validelerini çağır! Biliyorum ki onlar da en az benim kadar acıkmış durumdadırlar" dedi. Ben de gidip onları çağırdım. Hep beraber bu yemekten yedik ve doyduk. Sonra Ebû Bekir geldi, der­ken Ömer geldi. Sonra bir adam daha geldi. Bunlar da o yemekten yiyip doydular... Daha geriye hayli yiyecek arttı..."

AhmedBezzâr ve Beyhekî Ebû Hüreyre'den şöyle rivayet ederler: Bir gün Arâbînin biri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e müsafir olmuştu. Ona ikram etmek için bir şey talep ettiğinde, evde kurumuş bir ekmek parçasından başka bir yiyecek bulunmadığim öğrendi. O kuru ekmek parçasını iyice eliyle ufaladıktan sonra, elini onun üzerine koydu ve bereketlenmesi için duada bulundu. Sonra ârâbîye: "Buyur yel" dedi. O da yedi ve doydu. Fakat tamamim tüketemedi. Baktı, yiyecek hayli artmış. Hayret edip, Hazret-i Peygamber'e hitaben: "Sen, gerçekten çok iyi bir adamsın!" dedi...."

Dârimî, İbn-i Ebî ŞeybeTirmizîHâkimBeyhekî ve Ebû Nuaym, Semura bin Cündeb'ten şöyle rivayet ederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir kab içinde bir miktar yiyecek getirilmişti. Ashâb-ı Kiram, sabah kahvaltı vaktinden öğle vaktine kadar, müteaddid gruplar hâlinde bu yiyeceğin bulunduğu sofrada yemeklerini yemeye devam ettiler...."

Birisi Cündeb'e sordu: "O yemeğe, sonradan ilâveler mi yapılıyor­du?" dedi. O da şu karşılığı verdi: "Ona bir ilâve yapılmıyordu, fakat semavî ve ilâhî bir imdâd ve ikram ile bereketleniyordu..."

BeyhekîTaberânî ve Ebû Nuaym, Ebû Eyyûb'tan şöyle rivayet e-derler: Bir gün ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Ebû Bekir için, ancak ikisine yetecek kadar bir yemek hazırlamıştım. Hazırladığım yemeği onlara takdim ettiğim zaman Peygamberimiz: "Haydi git, bana Ansâr'ın eşrafından otuz kişi çağır!"" buyurdu. Bu bana oldukça ağır gelmişti. Kendi kendime:'Tanımda başka bir şey yok ki, buna ilave edeyim" de­mekten, nefsınıi alamadım... Bu sebebie duymazlıktan geldim. Fakat Hazret-i Peygamber, bana olan emrini ikinci defa tekrarlayınca, çaresiz gidip onları çağırdım... Peygamber Efendimiz onlara hitaben buyurdu ki: "Haydi buyurunuz!" Onlar da doyuncaya kadar yediler... Sonra Pey­gamberimizin Peygamberliğine olan şehadetlerini ifâde ettiler... ve O'na ayrıca bîat ettiler... Onlar çıkıp gittikten sonra Peygamberimiz bana: "Haydi git de Ansâr'dan altmış kişi daha çağır!" buyurdu. Ben de gidip çağırdım ve devamla nihayet bu yiyecekten, Ansâr'dan tam yüz seksen kişi yiyip karınlarim doyurdular...."

Buhârî Abdurrahmân bin Ebû Bekir'den şöyle rivayet eder: "Biz, yüz otuz kişi olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında idik. Peygamberimiz bize hitaben: "Yanimzda yiyecek bir şey var mı?" diye sordu. İçimizden bîrinin bir sâ'(uç kilogramlık kadar) yiyeceği varmış, bunu getirip teslim etti. Peygamberimiz bunun, öğütülüp hamur yapılmasını emretti... Derken oradan bir adam, koyunları ile birlikte geçiyordu, Peygamberi­miz bu adamdan bir koyun satın aldı ve bu koyunun kesilip hazırlan­masını emretti... Ayrıca koyunun karaciğerinin kızartılmasını istedi. Kızartıldıktan sonra bunu yüz otuz kişiye ayrı ayrı taksını etti... Hazır olanın hissesini hemen verdi, o anda hazır olmayanların hisselerini de ayırıp onlar için sakladı... Allah'a yemin ederim ki, bu koyun hepimize kâfi geldi... Az büyükçe iki çanak üzerine konulan etten, hepimiz yiyip doyduğumuz halde tüketemedik... En sonunda kalanı, devenin sırtına yükletilerek, bizınıle beraber yola çıkarılıp götürüldü...."

Buharî, Ebû Hüreyre'den de şu haberi rivayet etmektedir: "Ben, Allah'a yemin ederim ki, bir gün açlıktan bayılacak hâle gelmiştim, ne­redeyse yere düşecektim... Karnıma da taş bağlamıştım... Geçenlerin görebileceği şekilde yolun kenarında oturmakta idim... Derken oradan Ebû Bekir'in geçmekte olduğunu gördüm ve kendisine; Kur'ân'dan bir âyet sordum... Maksadım, sadece halimi sezmesi ve beni alıp doyurmak üzere evine götürmesi idi... Yoksa o âyeti sormam, bir bahaneden ibaretti... Fakat o, maksadımı anlamadığı için geçip gitti... Derken Ömer geçiyordu, ben ona da bir ayetten sordum, O da Ebû Bekir gibi soruma cevap verdikten sonra geçip gitti... Sonra Ebû'l-Kâsını Muham-med (sallallahü aleyhi ve sellem) geldi, beni görür görmez halimi anladı ve tebessüm buyur­du... Sonra bana: "Ey Ebû Hüreyre!" diyerek seslendi. Tabîî ben de: "Buyur ey Allah'ın Resulü" diyerek mukabele ettim. Bunun üzerine O: "Peşimden gel" buyurdu. Ben de kendisini takib ettim. O, önden evine girdi, ben de girmem için izin istedim. izin verilince içeri girdim ve orta yerde süt olduğunu gördüm. Peygamberimiz, bu sütün nereden geldiğini sordu, evdekiler de: "Fülan kişi bunu sana hediye olarak göndermiştir" dediler... Peygamber Efendimiz bana: "Haydi git ve Suffe Ehli kardeş­lerini çağır!" emrini verdi... Ehl-i Suffe ise; malı ve çoluk çocuğu olmayan kişilerdi ve İslâm'ın konukları idiler... Resûlüllah'a bir sadaka geldiği zaman, onu onlara gönderirdi, kendisi bundan bir şey almazdı. Eğer ge­len şey, bir hediye olursa, yine onlara gönderir, kendisine de ondan bir miktar ayırırdı... Bu sefer ben, sütün miktarına bakarak Peygamberi-miz'in onları çağırmasını hoş karşılamamış tim. Çünkü bu süt, ancak bana yeter diye düşünüyordum... Onları çağırdığım zaman, önce onlara ikram edeceğini de bildiğimden, kesin olarak bundan bana bir şey art­maz kanâtindeydim. Fakat Allah'a ve Resûlü'ne itaatten başka çâre de yoktu, mutlaka emri yerine getirmeli idim... Gidip onları çağırdım, onlar da geldiler, oturup yerlerini aldılar... Peygamberimiz: "Ebû Hüreyre!" diye seslendi. Ben de derhal: "Buyurunuz, ey Allah'ın resulü!" dedim. O da, sütten alıp kardeşlerime vermemi emretti. Ben bu sütten bir kadeh (küçük bir bardak) alıp sırayla kardeşlerime vermeye başladım. Sonun­da sıra Peygamber Efendimiz'e gelinceye kadar devam ettim. Hepsi sü­tünü içip kanmıştı... Peygamberimiz kadehi eline aldı ve bana bakarak tebessüm buyurdu. Bana hitaben: "Ey Ebû Hüreyre, şimdi sen ve ben kaldım!" buyurdu. Ben de: "Evet yâ Resûlellah" dedim. Buyurdu ki: "Haydi sen al, sütünü iç." Ben de alıp içtim... Peygamberimiz, bir daha içmemi söyledi. Ben de içtim... O, bana: "iç!" diye emrediyor, ben de içi­yordum. Sonunda: "Ey Allah'ın elçisi, yemin ederim ki, bir damla daha içecek hâlim kalmadı!" dedim ve kadehi kendilerine verdim. Peygamber Efendimiz de bu tecellî eden bereketten dolayı Allah'a hamdetti ve "Bismillah" diyerek sütünü içti...."

İbn-i Sa'd, Ali'den şöyle rivayet eder: "Bir günün akşamında biz, hiçbir şey yemeden yatmak zorunda kalmıştık... Sabah olunca, çalışıp bir dirheme bir miktar yiyecek alarak eve getirdim. Fâtıma bundan ek­mek ve yemek hazırladı... Sonra bana: "Babam'a gidip onu yemeğe ça-ğırsan" dedi. Ben de gidip Allah resulünün huzuruna vardığımda, o uzanmış vaziyette idi ve şöyle diyordu:

"Ben, açlığın (şiddetle acıkmış olmanın) şerrinden Allah'a sığim­rım!"

Kendisine dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, bir miktar yiyeceğimiz var, Sîzi bizınıle yemeğe davet ediyoruz." Peygamberimiz teşrif ettiler, bu sırda tenceremiz hâlâ kaynamakta idi. Buyurdular ki: "Kızını Âişe'nin yiyeceğini gönder!" Fâtıma bir tabağa onun hissesini koyarak gönderdi. Sonra Resûlüllah: "Hafsa'nın hissesini gönder!" buyurdu. 0-nunkini de gönderdi. Derken dokuz zevcesinin her birinin hissesinin gönderilmesini emrettiler ve gönderildi. En sonunda: "Haydi kızını, şimdi babanın ve kocanın hisselerini ver!" buyurdular. Bizını hisseleri­miz verildikten sonra: "Kızını şimdi de kendi hisseni alıp ye!" buyurdu­lar. Fâtıma da kendi hissesini alıp yemeğe başladı. Böylece o yemekten hepimiz yedik. Fâtıma tencereyi kaldırdığı zaman, sanki ondan hiçbir şey alınmamış gibi, dolup taşıyordu."

Ebû Nuaym, Suhayb'dan şu haberi nakleder: "Bir gün ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) için bir yemek hazırlayıp O'na gittim. Yanında as-habdan bâzıları da vardı. Ben, onlar görmesin diyerek Resulüllah'ın karşısına dikilip bana bakmasını bekledim ve bana baktığı zaman işarette bulundum. Peygamberimiz de: "Bunlarla beraber değil mi?" diye işarette bulundu. Ben de "hayır" dedim ve yalnız kendilerini davet etti­ğimi imâ eyledim. Peygamberimiz, davetimi kabul etmemiş gibi, sükût ediyordu. Ben de yerimde dikiliyordum. Derken bana baktı, ben de ken­disine işarette bulundum. O da bana: "Bunlarla birlikte değil mi?" diye işaret ediyordu. Böylece iki veya üç defa tekerrür edince, dayanamayıp "evet" demek zorunda kaldım. Çünkü ben çok az bir yiyecek hazırla­mıştım. Hepsi birlikte gelip o az yiyecekten yediler ve doydular. Onlar, kâfî miktarda yedikten sonra, daha geriye bir miktar arttı."

Ebü Nuaym, Ebû Seleme'den, o da Yaîş bin Tahfe'den şöyle nakle­der: "Benim babam Suffe ehlindendi. Bize şöyle anlatmıştı; Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabına, Suffe ehlinden birer veya ikişer kişi alarak evine götürmesini ve onlara yedirip içirmesini emretti. Onlar da öyle yaptılar. Ben ve bir arkadaşım, Peygamberimiz'le birlikte gittik. Eve vardığımız zaman Peygamberimiz: "Ey Âişe, bize yiyecek bir şey çıkar!" buyurdu. Âişe validemiz de bir miktar (buğday, kavut, et veya hurma karışımı bir yemek olan) ceşiş çıkardı. Biz bunu yedik. Sonra Âişe vali-~ demiz, bir miktar da hurma tatlısı çıkardı ki, çok azdı onu da yedik. Sonra Peygamberimiz süt getirilmesini emretti, süt getirildi, onu da iç­tik ve kandık. Halbuki getirilen süt de küçük bir kadehti."

İbn-i Sa'd, Esma bint-i Yezîd'den şöyle rivayet eder: "Bir gün ben, akşam vakti Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem), akşam namazını bizını mahallenin mescidinde kılmakta olduğunu gördüm. Yanında ashabdan da bazıları vardı. Evime giderek bir miktar et ve ekmek getirdim ve Hazret-i Peygam-ber'e:'Yâ Resûlallah, bununla akşam kahvaltınızı yapar mısınız?" de­dim.  O da ashabına hitaben:  "Haydin bismillah diyerek yiyiniz!" buyurdu. O ve oraya O'nunla birlikte gelmiş bulunan ashâb ve hazır bulunan ev halkı, bundan yediler. Sayılan kırk olduğu halde, Allah'a yemin ederim ki sanki onlar bundan hiç yememişler gibi, bir eksilme olmamıştı. Sonra Peygamber Efendimiz, evimizde bulunan bir su ka­bından su içtiler. Ben bu su kabim, bir hâtıra olarak sakladım, içinde artakalan suyu, misk yerine süründüm. Biz bundan bereket umarak zaman zaman içtik, zaman zaman da bâzı hastalara içirdik."

Taberânî Mes'ûd bin Hâlid'den şöyle naklediyor: "Bir gün ben, Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) bir koyun göndermiştim ve daha sonra da bâzı ev ihtiyaçları için dışarı çıkmıştım. Ben dışarıda iken Hazret-i Peygamber, bu gönderdiğim koyunun etinden bir kısmim bizim eve göndermiş. Benim bundan haberim olmadığı için, dışarıdan geldiğim zaman, eşime: "Bu et de nedir?" diye sordum. O da: "Bunu bize Hazret-i Peygamber göndermiş" cevabim verdi. Ben de kendisine: "Peki neden bunu pişirip de çocuklara yedirmiyorsun?" dedim. Eşim bana dedi ki: "Bu, onlar yedikten sonra geriyde kalan bir artık ve berekettir! Onlar daha önce iki veya üç koyun kesildiği halde ancak kâfi gelirken, bu sefer bir tek koyun, onlara da yetmiş ve artmıştır" cevabım verdi."

Yine Taberânî, güzel bir senedle Ebû Hüreyre'den şu haberi nak-letmiştir: "Bir gece Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beni çağırdı ve dedi ki: "Haydi eve git. Yanimzdaki yemeği bana veriniz de ve o yemeği alıp buraya getir!" Derhal eve gittim ve bana verilen bir tabak içindeki yemeği getirdim. Tabağın içinde bir miktar hurma ezmesi (tatlısı) varmış. Sonra Pey­gamberimiz bana, Mesciddekileri çağırmamı emretti. Ben de gidip onları çağırdım. Fakat kendi kendime, bu yemek ancak bana yeter diyordum. Onlar gelip toplandıkları zaman, Peygainber Efendimiz parmaklarim tatlimn üst tarafına batırdı, sonra: "Haydi yiyiniz, Bismillah!" buyurdu. Hepsi yiyip doydular, ben de yiyip doydum. Fakat ortaya konulan ye­mekte hiçbir eksilme görülmüyordu. Ben onu, nasıl getirip koydumsa, aynen öyle kaldırdım. Sâdece üzerinde sevgili Peygamberimizin par­maklarimn izleri vardı."

İbn-i Sa'd, Ebû Hüreyre'den şu haberi nakleder: "Bir gün ben, aç­lığın verdiği rahatsızlık ile evimden çıkarak Mescid'e gittim. Orada bâzı arkadaşlar vardı. Onlar da dediler ki: "Bizi bu saatte buraya çıkaran, sâdece açlıktır." Mescid'den çıkıp Hazret-i Peygamber'e gittik ve durumu kendilerine haber verdik. O da bize yemek çıkarılmasını istedi. Bir tabak içinde bir miktar hurma getirildi. Bunu eline alan Peygamberimiz, he­pimize ikişer hurma verdi ve: "Bu ikişer hurmayı yiyiniz, üzerine de su içiniz! Bu size, bugünkü yiyeceğiniz olarak yeter" buyurdular."

Buhârî ve Müslim Ebû Bekr'in oğlu Abdurahmân'dan, onun şöyle haber verdiğini rivayet ederler: "Bir gün Ebû Bekir, eve üç misafir ge­tirdi. Sonra kendisi akşam kahvaltısını yapmak üzere Hazret-i Peygamberin yanına gitti. Bir müddet de Hazret-i Peygamber'in yanında kaldıktan sonra eve döndü. Zevcesi ona dedi ki: "Misafirlerinin yanına dönmek için seni bu kadar oyalayan şey nedir?" O da durumu anlayarak: "Yoksa misafir­lerimiz hâlâ akşam yemeklerini yemediler mi?" diye bağırdı. Zevcesi de: "Biz yemelerini istedik ama, onlar sen olmayınca yemekten imtina ey­lediler" cevabim verdi. Ebû Bekir, bu duruma çok üzüldü ve öfkesinden: "Vallahi ben bu yemekten ebediyen yemem!" diye bağırdı ve misafirleri­ne yemeleri için ısrar etti. Onlarda yemeye başladılar. Ben de kendile­riyle beraber yiyordum. Vallahi içimizden hangimiz yemekten bir lokma alsak, aldığımız yer derhal doluyordu. Yemeğe devam ettik ve karınla­rımızı bir güzelce doyurduk. Fakat önümüzdeki yemekten hiç eksilme olmuyordu. Babam Ebû Bekir de, durumu gözden geçiriyordu. Yemeğin hiç eksilmeden aynen kaldığim görünce, ilâhî müdâhaleyi, bereketlen­meyi gördü ve daha önce ettiği yemine pişman olarak: "Karıcığım, bu gözlerimle gördüğüm hâl nedir?" diye sormaktan kendini alamadı. Ha­nımı da ona: "Ey gözümün nuru, görmez misin ki bu yemek, daha önceki gibi tam üç misli olmuştur. Bu derece bereketlenmiştir!" diyerek mukabelede bulundu. Ebû Bekir de bu yemekten yedi ve: "Şüphesiz o ettiğim yemin, şeytandan ve benim bir hatâm idi!" dedi. Sonra bu yemeği alarak Hazret-i Peygambere götürdü. Yemek sabaha kadar orada kaldı. Sonra sabah olunca Hazret-i Peygamber'e on iki adam geldi, her adamın grubunda kaç kişi olduğunu Allah bilir. Bunlar, on iki grup halinde sı­raya girip hepsi o yemekten yediler ve doydular."

İbn-i Sa'dBeyhekî ve Ebû Nuaym Ebû'l-Aliye tarikiyle Ebû Hü-reyre'den şöyle rivayet ederler: Bir gün ben, bir miktar hurma ile Pey­gamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gidip, bu hurmaların bereketlenmesi için dua buyurmasını rica ettim. Paygamber efendimiz bu hurmaları eline aldı ve benim için dua etti, sonra bana dedi ki: "Bunları al, içine azık koyduğun torbaya bırak. Bunlardan almak istediğin zaman, torbayı dökme, elini içine sarkıtarak al ve ye!" Ben de Öyle yaptım ve uzun müddet bu hur­malar bana kâfi geldi. Belki Allah yolunda birkaç deve yükü hurma harcadım. Hem kendim yiyordum bu hurmalardan, hem de başkalarına ikram ediyordum. Ben bu hurma torbasını evimdeki dolapta saklamakta idim. Nihayet müslümanların halîfesi Osman şehit edildiği gün, torba yere düştü ve içindeki hurmalar yere saçıldı. O günden itibaren de be­reketi kalmadı."

Beyhekî ile Ebû Nuaym'ın İbn-i Sîrîn tarikiyle olan rivayetleri ise şu merkezdedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gazvede, yiyeceklerin azalması üzerine: "Ey Ebû Hüreyre, yanında yiyecek var mı?" diye sordu. Ben de: "Torbamda bir miktar hurma var" dedim. Peygamberimiz: "Onu bize getir" buyurdu. Ben de getirip teslim ettim. Yere de bir deri yazmamı emretti, ben de yazdım. Elini torbanın içine attı, onun içindeki hurma­ları çıkardı, bu derinin üzerine koydu. Meğer torbamın içinde yirmi bir adet hurma varmış... Peygamberimiz, bu hurmaları teker teker derinin üzerine koyarken her bir defasında besmele çekti, sonra dua buyurdular ve bana: "Haydi filana ve onun arkadaşlarim çağır" dedi. Ben de onu ve arkadaşlarim çağırdım. Bunlar yiyip doyduktan sonra kalkıp gittiler. Sonra bana: "Filanı ve onun arkadaşlarım çağır" buyurdu, bunlar da gelip yediler, doyunca kalkıp gittiler. Bu şekilde herkes ondan yiyip doydu. En sonunda da bir miktar hurma arttı... Peygamberimiz de bana: "Haydi şimdi de sen otur ve ye!" buyurdu. Ben de oturdum ve yedim. Peygamberimiz de yedi. Yine geride hurma artmıştı. Efendimiz bu ar­takalan hurmayı aldı ve bana verirken: "Bunları al ve torbana koy, fakat bu torbadan hurma alacağın zaman torbayı yere dökme ve tersine çe­virme... Elini içine atarak al ve ye!" buyurdu. Ben de öyle yaptım ve bu hurmalardan yıllarca çok miktarda yedim ve Allah rızası için başkala­rına yedirdim. En sonunda Osman zamanında, asıldığı yerden düşüp hurmalar yere döküldü. Böylece ondaki bereket ve fevkalâdelik de kay­boldu."

Beyhekî ve Ebû Nuaym, Ebû Mansûr tarikiyle Ebû Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet ederler: "Ben, İslâmla şereflendikten sonra yaşa­dığım devrede, üç büyük musibetle karşılaştım: Birincisi, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat edişi, ikincisi, Halîfe Osman'ın şehîd edilmesi, üçüncüsü de Resûlüllah Efendimiz'in duası ile bereketlenmiş olan hurma torbamın, düşüp bereketini kaybedişidir. Zira ben, Peygamber Efendimizle birlik­te bir seferde iken, o bana:'Yanında bir şey var mı?" diye sormuştu. Ben de kendisine: "Torbada birkaç hurmam var" demiştim. Sonra Peygam­berimiz bu hurmaları isteyip eline almış ve bereketlenmesi için duada bulunmuş, sonra bana: "Haydi on kişi çağır" demişti. Ben de on kişi ça­ğırmış, bu on kişi bu hurmadan yiyip karnim doyurmuş; Sonra yine O'nun emriyle on kişi çağırmış, bu on kişi de bu hurmadan doyurmuştu. Böylece devam edip onar kişi halinde bütün asker gelip bu hurmadan doymuştu. Kalan hurmaları da Efendimiz bana vermiş ve bu hususta: "Bu hurmalardan birşey almak istediğin zaman, elini içine at, hurmayı al, fakat torbayı ters çevirme" buyurmuştu. Ben de bu şekilde hareket ederek Resûlüllah'ın hayatında, Ebû Bekir, Ömer ve Osman'ın hayâtında hep ondan yiyip istifâde ettim ve ettirdim. Osman öldürül­düğü zaman, evimde ne varsa yağmaladılar. Bu sırada bu bereket de sona erdi."

Buhârî ve Müslim Âişe'nin şöyle dediğini naklederler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) âhirete irtihal buyurduktan sonra, bana âit odanın duvarında bir raf vardı. Burada bir miktar arpa kalmıştı. Ben bundan uzun müddet yemeğe devam ettim. Bir gün, ne kadar olduğunu öğrenmek için bu ar­payı Ölçtüm. Bu yüzden tükenip gitti."

MüslimBeyhekî ve Bezzâr Câbir'den şöyle nakleder: Bir gün ada­mın biri, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek yiyecek istedi. Peygamberimiz de kendisine bir miktar arpa verdi. Adam bu az miktardaki arpayı alıp gitti ve uzun müddet çoluk çocuğu ve evlerine gelen misafirleri ile yemeğe devam etti. Bir gün onun ne kadar olduğunu öğrenmek merakı ile ölç­mek istedi. O da tükeniverdi. Tekrar Peygamberimiz'e gelip müracâtta bulundu. Peygamberimiz kendisine: "Eğer onu ölçmeye kalkışmasa idin, daha uzun müddet ondan yemeğe devam edecektiniz!" buyurdu.

Hakim ile Beyhekî'nin Nevfel bin ei-Hâris'ten çıkardıkları bir ha­ber de şöyledir: "Ben evlenmek istediğim zaman, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gidip bana yardımda bulunmasını istedim. O da bana otuz sâ' (90 kilo civarında) arpa gönderdi. Biz bu arpadan altı ay kadar yemeğe devam ettik. Sonra ben bunu ölçtüm, yine geldiği gibi otuz sâ' olduğunu gördüm. Fakat sonra kısa zamanda tükeniverdi. Ben gidip bunu Hazret-i Peygam­ber'e haber verdim. O da bana dedi ki: "Eğer onu ölçmeseydim, yaşadığın müddetçe ondan yemeğe devam edecektin..."

Hasan bin Süfyân, Nesâl, Taberânî ve Beyhekî, Hâlid bin Abdü'l-Uzzâ bin Selâme'den şöyle rivayet ederler: "Hâlid'in çoluk çocuğu çok kalabalık idi. Bir koyun kestikleri zaman birer kemik bile düşmüyordu. Bunun için bir defasında bir kaç koyun kesmeleri gerekiyordu. Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hâlid'in ihtiyacı için bir koyun kestirdi, sonra ken­disi bu koyundan bir miktar yedikten sonra, Hâlid'e bir kab getirmesini istedi. Pişirilen et yemeğini bu kabimn içine döktü, sonra da: "Allah'ım bu yemeği Hâlid ve onun ev halkı için bereketli eyle!" diyerek dua etti. Hâlid bu yemeği evine götürüp sofraya döktü. Çoluk çocuğu ile sofranın başında toplanıp yediler. Hepsi bundan karınlarim doyurdukları halde, yemeği tüketemediler. Yemekten bir miktar da artmıştı."

Buhârî, el-Şâ'bî tarikiyle Câbir'den şöyle rivayet eder: Câbir'in ba­bası Uhud Savaşında şehid düşmüş, geride altı kız evlat bırakmış, üs­telik Ödenecek hayli borcu da varmış... Hurmaların toplanma zamanı gelince, Câbir Hazret-i Peygamber'e gidip: "Ey Allah'ın Resulü, biliyorsunuz ki babam Uhud'da şehit olduğu zaman, pek çok borç bırakmıştı. Ben a-lacaklıların sizi görmelerini arzu ediyorum" diyerek mürâacâtta bulun­muştur. Peygamberimiz de kendisine: "Haydi git, her hurmanın meyvesini, aynı ağacın altında topla, sonra gelip bana haber ver!" bu­yurmuştur.

Câbir, hurmaları topladıktan sonra Hazret-i Peygamber'e haber vermiş, Peygamber Efendimiz de hurma yığınlarım kontrol ederek en büyük yı­ğimn başında oturmuş, sonra Câbir'e: "Haydi alacaklıları çağır!"6buyur-muş. Câbir de gidip alacaklıları getirmiştir. Câbir bu olayla ilgili olarak bizzat kendisi der ki: "Vallahi ben, toplanan hurmaların tamâmimn, babamın bıraktığı borca yetmesine, kız kardeşlerime bir tek hurma gö-türmemeye razı idim. Peygamber Efendimiz ise, bütün alacaklılara bü­yük yığından ölçüp alacağı kadar hurma veriyordu. Nihayet son alacaklimn hakkı da kendisine verildikten sonra, baktım ve hayretler i-çinde kaldım. Zira o büyük yığından, babamın bütün borçları ödendiği halde, bir tek hurma eksilmemiş gibi duruyordu. Diğer ağaçlardan top­lanan hurma yığınlarına ise, hiç dokunulmamış idi."

Buhârî ve Müslim Vehb bin Keysân tarikiyle yine Câbir'den şöyle naklederler: Babam Uhud'da şehit olduğu zaman, pek çok borç bırak­mıştı. Bir yahûdî, babama da olan alacağim istediği zaman, kendisinden biraz müsaade etmesini istedim, fakat yahûdî müsâade etmedi. Ben de derhal Hazret-i Peygamber'e giderek O'nun bu hususta yardımcı olmasını istedim. Peygamberimiz de yahûdî ile konuştuktan sonra Câbir'e hitaben: "Ey Câbir, haydi hurma salkımlarim kes ve onun alacağım derhâl öde!" buyurdu ve hemen yerine döndü... Câbir hurmaları keserek yahûdîye olan otuz vesak (Ölçek) hurma borcunu ödedi. Geriye kendisi için de on yedi ölçek hurma arttı... Câbir bu durumu Ömer'e anlattığı zaman Ömer: "Ben zâten Hazret-i Peygamber'in hurma bahçesine doğru bu maksatla yürüdüğünü gördüğüm zaman, Allah'ın ona bol bereketler ve­receğine inanmıştım!" dedi.

Beyhekî bu konuda der ki: Bu iki rivayet arasında bir çelişki yok­tur. Zira birinci rivayet; diğer borçluların alacaklarimn bizzat Hazret-i Pey­gamber tarafından ödendiğini bildirmektedir, ikinci rivayette ise, bunlar ödendikten sonra alacaklı olan yahûdînin otuz Ölçek alacağimn, Câbir'in eliyle Ölçülüp ödendiğini bildirmektedir. Bu ikinci defasında Hazret-i Peygamber, Câbir'e hurma ağaçlarında kalanların toplanmasını emre­dip, yahûdîye olun borcunu da bundan kendi eliyle ödemesini emret­miştir." [9] Hâkim, Nebîh el-Anezî tarikiyle yine Câbir'den şöyle nakleder: Ba­bam Uhud'da şehit olduğu zaman geride çok miktarda borç bırakmıştı. Bir gün ben hanımıma dedim ki: "Bugün Resûlüllah Efendimiz öğle üzeri bizim eve gelecek." ve O da, o vakitlerde geldi. Kendisi için bir yaygı hazırlamıştık, onun üzerine yatıp uyudu. O uyurken, ben de bir oğlak kesip hazırlattım. Uyandığı zaman yemeği O'nun önüne koydum. Bana buyurdu ki: "Haydi Ebû Bekir'i çağır!" Sonra havarilerini (İslâmın yar­dımcılarim) da çağırmamı emretti. Ben de gidip çağırdım. Onlar da gelip bu yemekten yediler. Hepsi doyduğu halde, geriye pek çok yemek arttı."

TaberânîEbû Nuaym ve İbn-i Asâkir Ebû Recâ'dan şöyle nakle­derler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir gün evinden çıkıp ansârdan birinin bah­çesine gitti. Bahçenin sahibi bu sırada bahçesini sulamakta idi. Peygamberimiz ona: "Bahçeni ben sulayıp iyice suya kandınrsam, bana vereceğin nedir?" dedi. Bahçe sahibi: "Ben bunu suya doyurmak için bu kadar çalışırım, yine de kandıramam" diye mukabele etti. Peygamberi­miz: "Ben burayı iyice suya kandırırsam, bana yüz adet hurma verir misin?" dedi. O da: "Evet" karşılığim verdi. Peygamberimiz, kuyunun başına geçip kovayı eline aldı ve pek kısa zamanda hurma bahçesini sulayıp kandırdı. Bahçe sahibi: "Bahçemi sel götürecek!" diye bağırıyor­du. Sulama bitmişti. Bahçe sahibi Peygamberimiz'e yüz adet htuÇma ö-dedi. Peygamber Efendimiz de ashabim toplayarak hep beraber bu hurmadan yediler ve karınlarim doyurdular. Sonra Peygamberimiz, gidip hurma sahibine hiç eksiksiz olarak yüz hurmayı iade etti."

Beyhekî Ebû Hüreyre'nin şöyle dediğini nakleder: Devs kabilesine mensup Ümmü Şerik adında bir kadın vardı. Kendi kabilesinde iken müslümanlığı kabul edip Hazret-i Peygamber'e gitmek istedi ve bir yol ar­kadaşı aradı. Bir yahûdiye rastladığı zaman, onun kendisine yolda ar­kadaşlık edeceği teklifini aldı ve onunla birlikte yola çıkmaya karar verdi. Yahudi hemen yola çıkmak üzere idi. Ümmü Şerik de: "Hemen kabıma su doldurup geleyim" dedi. Yahûdî de ona: "Senin su almana lüzum yok, zira ben fazlasıyla su almış bulunuyorum" dedi. Böylece he­men yola çıktılar. Akşamleyin bir yerde konakladılar. Yahudi yemeğini hazırlayıp Ümmü Şerîk'i akşam yemeğine çağırdı. Ümmü Şerik dedi ki: "Önce bana bir miktar su ver, çünkü ben çok fazla susamışım, su içme­dikçe bir lokma yiyemiyeceğim!" dedi. Yahudi kendisine: "Sen, yahûdi dinine geçmedikçe sana bir yudum su vermem!" dedi. Ümmü Şerîk'in ise kendisine verdiği cevap çok kesin oldu: "Ben ebediyyen yahûdîlik dinîne geçmem!" Bu cevabı verdikten sonra, devesinin yanına gidip onu güzelce bağladı ve başim devenin dizleri üzerine koyarak istirahata çekildi. Geceleyin uyurken başimn az yukarısında bir su kovasının bulunması ve bunun alnına dokunmasıyla uyandı. Bizzat kendisi der ki: "Uyandı­ğımda baktım, gerçekten bana yukarıdan bir kova su sarkıtılmış, sütten beyaz ve baldan tatlı bir su idi bu... Kanıncaya kadar bu sudan içtim. Sonra bu su kovasından elime dökerek, yanımda getirdiğim ve kurumuş bir haldeki su kabımı' ıslattım, sonra da ağzına kadar doldurdum. Sonra kova yukarıya çekilmeye başladı başladı ve gözümden kayboldu. Sabah olunca yanımdaki yahûdî yanıma geldi ve: "Ey Ümmü Şerik" diyerek seslendi. Ben de kendisine, gel dedim ve yaklaşınca, olanları anlattım. O bana: "O su kovası, yukarıdan mı indi?" diye sordu. Ben de: "Evet" dedim ve sonunda da semâya çekildiğini gözlerimle gördüğümü anlat­tım. Sonra yola devam edip Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huzuruna geldim. Resûlüllah da beni Zeyd bin Harise ile evlendirdi ve bana otuz ölçek hurma verilmesini emretti. Bu hurmalar hakkında da: "Ondan yiyiniz ve fakat onu ölçmeyiniz!" buyurdular.

Ümmü Şerîk, yanında bir yağ tulumu getirmişti, bu yağ tulumunu Hazret-i Peygamber'e hediye etti. Ümmü Şerik'in cariyesi bunu Resûlüllah'a getirip teslim etti. Resûlüllah bu yağ tulumunu boşalttıktan sonra teslim ederken bu cariyeye dedi ki: "Bunu alıp götür, aynen eski yerine as, ağzim bağlama!" tembihinde bulundu. O câriye de aynen öyle yaptı. Ümmü Şerîk, bu yağ tulumunun aynen eskisi gibi dolu bir vaziyette ve eski yerinde asılı durmakta olduğunu görünce, cariyesine çıkıştı ve: "Ben sana bunu Resûlüllah Efendimiz'e hediye ettiğimi ve götürüp kendisine vermeni sana emretmedim mi?" dedi. Câriye de: "Efendim, ben senin bana olan emrini aynen yerine getirdim, fakat Resûlüllah Efendimiz boşunu bana teslim ederken, ağzını bağlamaksızm aynen eski yerine asmamı söyledi, ben de öyle yaptım, durum bundan ibarettir" cevabim verdi. Bundan uzun müddet yediler. Bir zaman sonra, evlerindeki arpayı ölçtüler onun da aynen ilk gündeki gibi otuz ölçek olarak kaldığim, hiç eksilmemiş olduğunu müşâhade ettiler."[10]

Yine Bazı Yiyecek Maddelerinin Bereketlenmesi ile İlgili Mucizeler

Müslim Câbir'den şu haberi nakleder: Ümmü Mâlik, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) tulumdaki yağdan hediye gönderir, oğulları da gelip Ümmü Mâlik'e katık isterler, o da başka bir katıkları olmadığından çaresiz ev­deki yağ tulumuna yönelir, onda ihtiyâç duyduğu katığı bulup çocukla­rına yedirirdi. Bu böyle uzun müddet devam etmiştir. Bir gün yine çocukları katık istemiş, o da yağ tulumuna yönelmiş, onu alıp bir güzel sıkmış... O da eski bereketini kaybetmiştir. Derhal Hazret-i Peygamber'e gitmiş, Peygamberimiz de kendisine: "Yoksa onu sıktın mı?" diye sor­muştur. O da: "Evet" demiş. Bunun üzerine Peygamberimiz: "Eğer onu kendi haline bırakıp sıkmasaydın, daha uzun müddet ondan yağ ala­caktın" buyurmuştur.

İbn-i Ebî ŞeybeTaberânî ve Ebû Nuaym, Yahya bin Ca'de'den, o da kendisine anlatan bir adamdan, o da Ansâr'dan olan Ümmü Mâlik'ten şu haberi naklederler: "Bir defasında ben, yağ tulumumu ala­rak bunu hediye etmek üzere Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gittim. Hazret-i Peygamber BilâTe, alıp yağim sıkması için emrettiler. O da öyle yaptı ve boşalan tulumu getirip bana verdi. Ben bunu alarak eve döndüm, yerine astım. Bir de ne göreyim tulum yağla dolu. Gidip durumu Hazret-i Peygamber'e haber verdim, o da bana: "Bu ilâhî bir berekettir, Allah bununla, vere­ceği sevabı sana acele olarak vermiştir" buyurdu.

Taberânî ve Beyhekî Ümmü Evs el-Bezhiye'den şöyle rivayet eder­ler: Ben, bir miktar yağ yaptıktan sonra bunu tuluma koyarak Peygam­ber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) hediye olarak gönderdim. O da benim hediyemi kabul buyurdu, fakat az bir miktarim bana iade etti. Bu sırada, tulumun di­binde kalan bu az miktar yağın bereketlenmesi için de dua buyurdular. Ben tulumumu alarak eve döndüm ve onu yerine astım. Bir de baktım ki o yağla dopdolu. Peygamberimiz herhalde benim hediyemden hiç ka­bul etmemiş zanniyle geri döndüm ve: "Ey Allah'ın Resulü, ben o yağı sizin için yapmış ve size hediye olarak getirmiştim, niçin ondan hiç kabul etmediniz?" diye konuştum. Peygamberimiz'den bana gelen cevap ise: "Biz senin hediyeni kabul ettik, az miktarim sana iade ederken bere­ketlenmesi için duada bulunduk. Sen dahî onun bereketlenmesi için dua et ve ondan afîyetle ye!" şeklinde oldu.

İşte ben, bu yağdan Peygamberimiz'in hayatı müddetince yemeğe devam ettim. Sonra Ebû Bekir, Ömer ve Osman zamanlarında da yemeğe devam ettim. O bir türlü tükenmiyordu. Fakat ne var ki Ali ile Muâviye arasında olanlar oldu, ondaki bereket de kayıplara karıştı."[11]

Ebû Ya'lâTaberânîEbû Nuaym ve İbn-i Asâkir Enes'ten şöyle rivayet ederler: Anam Üm'ınü Selim, sağmakta olduğu koyunumuzun yağim biriktirip Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) hediye etti. Peygamberimiz de bunu kabul ederek boşalttıktan sonra iade etti. Ben de bunu getirip di­rekteki yerine astım. Anam Ümmü Selîm, bu yağ tulumunu dolu ve kendisinden yağ damlamakta olduğunu görünce Hazret-i Peygamber'e gidip durumu haber verdi. Hazret-i Peygamber de: "Sen böyle bir şey gördüğünden dolayı hayret mi ediyorsun? Sen nasıl Allah Resulüne ikramda bulundun ise, Allah da sana ikramda bulunmuştur. Ondan hem kendin ye, hem de başkalarına yedir!" buyurdu. Ümmü Selim der ki: Ben Resülüllah'ın ya­nından döndükten sonra, ondaki yağdan bir kab içine döktüm, arta kalan yağ ile de birkaç ay evimizin katık ihtiyacim giderdim."

TaberânîEbû Nuaym ve Beyhekî Kesîr bin Yezîd [12] tarikiyle, Muhammed bin Amr'den, o da babası vâsıtasiyle dedesinden şöyle nak­lederler: "Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yiyeceği, ashab arasında nöbetleşe yapı­lırdı. Bir gün sıra bende idi. Ben de Resûlüllah Efendimizin akşam yemeğini hazırlayıp takdim etmek üzere idim. Bu sırada yağ tulumu devrilip içindeki döküldü. Ben de hayli üzülüp kendi kendime: "Sıra bende iken Resûlüllah'ın yemeği dökülüyor, ne aksilik?" dedim. Pey­gamberimiz bana hitaben: "Yemeği getir!" dedi. Ben de o şekilde (yağsız olarak) getiremiyeceğimi söyledim ve tulumun yanına döndüğümde, onun "lık lık" diyerek ağzından ses çıkardığım duydum ve içinde kalan da dökülüyor zanniyle tutup kaldırdım. Fakat gördüm ki, yarıdan biraz fazla dolu bulunmaktadır. Ağzını sıkıca bağladım ve Hazret-i Peygamber'e gidip- durumu haber verdim. O da bana buyurdu ki: "Eğer onu kendi hâline bıraksaydım, tam ağzına kadar dolardı."

İbn-i Sa'd, Sâid bin Süleyman'dan [13] o da Halid bin Abdullah'dan, o da Husayn'dan, o dahi Salim bin Ebû'l-Ca'd'dan şöyle rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), iki kişiyi bir defasında sefere göndermek istedi. Bunlar dediler ki: "Ey Allah'ın resulü, hiç bir azığımız yoktur." Pey­gamberimiz bunun üzerine bir su tulumu getirilmesini istedi ve getirdi­ler. Bunu alıp o iki kişiye verdi ve doldurup kendisine vermelerini emretti. Onlar da öyle yaptılar. Peygamberimiz onun ağzını kendi eliyle bağladı ve onlara teslim etti. Ayrıca buyurdu ki: "Siz bunu alıp hemen yola çıkınız, filan yere vardığimz zaman, orada yemek molanızı veriniz ve biliniz ki Allah sizi orada rızıklandıracaktır!" Onlar da bunu alarak yola çıktılar ve Hazret-i Peygamberin dediği yere geldiklerinde tulumlarim açtılar. Bir de ne görsünler, tulumları süt ve koyun kaymağı ile doludur. Aiıyetle yiyip içtiler ve iyice karınlarım doyurdular."

Beyhekî, Sâid bin Sâid tarikiyle [14]Ebû Hüreyre'den şöyle nak­leder: Ansardan adamın biri, bir gün ihtiyaç sahibi olması dolayısıyla evden ayrılmış. Evindekilerin yanında hiçbir şey yokmuş. O evden çık­tıktan sonra hanımı kendi kendine demiş ki: "Kalkıp şu fınnı ateşlesem, arkasından da değirmeni döndürmeye başlasam da, komşular dumanı görüp, el değirmeninin de sesini işitip bizını aç kaldığımızı bilmeseler" demiş ve kalkıp öyle yapmıştır. El değirmeninin başında onu döndür­mekle meşgul iken, az sonra kocası gelmiş, ona ne yaptığim sormuş. O da ne maksatla öyle hareket ettiğini kocasına anlatmış. Kocası değir­mene bakmış, ondan un dökülmekte olduğunu görmüş ve derhal evdeki kablarim unla doldurmuşlar. Fırına baktıklarında, onun da ekmekle dolu olduğunu görmüşler. Adam derhal Resülüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) giderek du­rumu haber vermiş. Peygamberimiz de kendisine: "Peki değirmeni ne yaptın?" diye sormuş. O da: "Kaldırıp yerine koydum yâ Resülallah" de­miş. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Eğer onu kendi haline bı-raksaydımz, yaşadığimz müddetçe ondan istifade ederdiniz!" buyurmuştur.

(Bu rivayetin senedi sahihtir.) [15]

Ahmedİbn-i Sa'dEbû Ya'lâTaberânî, Ebü Nuaym ve İbn-iAsa-kir, çeşitli dört tarikten Ebû Rafi'nin şöyle dediğini rivayet ederler: Bir gün ben, Resülüllah Efendimiz için bir koyun kesmiştim. Hazırlayıp hu­zuruna getirdim. O bana: "Ön kolunu ver!" buyurdu. Ben de verdim. Bana tekrar: "Ön kolunu bana ver!" buyurdu, beT de verdim. Sonra yine: "Bana Ön kolunu ver!" buyurdu. Ben de dedim ki: Ey Allah'ın Resulü, bir koyunun kaç tane ön kolu var ki?" O da buyurdu ki: "Ey Ebû Râfî, eğer sukut etseydin, ben istedikçe bana ön kol vermeğe devam edecektin!"

 (Ayrıca Ebû Nuaym'in bu mealde bir rivayeti daha bulunmaktadır ki, o bunu Ebû Hüreyre'den nakletmektedir. Keza diğerlerinin de bu hususta Şehr bin Havşeb'den bir rivayetleri bulunmakta olup, yine aynı mealdedir. Yine Ebû Hüreyre'den, iki tarikten daha bu mealde rivayet­ler bulunmaktadır[16]

Peygamberimize Semadan ve Cennetten İnen Yiyecek Hakkındadır.

Ahmed, Dârimî, Nesâî, HâkimBezzarEbû Ya'lâ ve Taberânî Se­leme bin Nüfeyl el-Sekvenı'nin şöyle dediğini naklederler: "Bir gün bizler, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında oturuyorduk. Derken adamın biri: "Ey Allah'ın Resulü, sana semâdan bir yiyecek geldi mi?" diye sordu. Pey-gamberimez de: "Evet" diye cevap verdi. Adam: "O yiyecek ne içinde geldi?" diye sordu. Peygamberimiz de: "Bir tencere içinde geldi" buyurdu. Adam sormaya devamla: "Yemeğin sana yetecekten fazlası var mıydı?" dedi. Peygamberimiz de: "Evet" buyurdu. Adam: "Fazlası ne oldu?" dedi. Efendimiz de: "Semâya çıkarıldı. Ayrıca bu sırada bana, fazla bir ömrüm kalmadığı, benden sonra sizlerin de fazla yaşamayacağimz vahiy edil­diği gibi; kıyamet kopmazdan önce de büyük ölümler ve şiddetli dep­remler olacağı da vahyedildi" diyerek mukabelede bulundu."

Hafız Zehebî, Muhtasaru'l-Müstedrek'te der ki: "Bu rivayet, sahih bir şekilde rivayet edilen haberlerin.-garibolanlarındandır." (Suyûtî)

Ibn Asâkir, Hafs bin Ömer el-Dımeşkî tarikiyle [17] Akıl bin Hâlid'den, o da İbn-i Şihâb'tan, o da Abdullah bin Utbe'nin oğlu Ubey-dullah tarikiyle İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O demiştir ki: Cebrâîl (aleyhisselâm) Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip, cennet bahçesinden koparılmış bir salkım getirdi ve: "Ey Allah'ın Resulü, Allah'ın sana selâmı var, bu salkımı ye­men için sana gönderdi" diyerek salkımı teslim etti. Peygamberimiz de bunu aldı."

(Bunu rivayet edenler arasında Hafs bin Ömer el-Dımeşkî vardır ve İmâm-ı Buhârîbu râvî hakkında: "O, mütâbeu'n aleyh değildir, ona tâbi olunmaz!" demiştir. Bu râvî, hicretin yüz yetmişinci yılında vefat etmiştir.) [18]

------------------------

17 PEYGAMBERİMİZİN ÇEŞİTLİ HAYVANLARLA İLGİLİ MUCİZELERİ

Cemel ve Naka (Erkek ve Dişi Deve) ile İlgili Mucizeler

Beyhekî Cabır bin Abdullah'tan şöyle rivayet eder: Seleme Oğulla­rından birine âit bir erkek deve, heyecanlanıp köpünneğe başladı ve sa­hiplerine saldırdı. Deveyi tutup yakalayamıyorlardı. Hurma bahçeleri de susuzluktan kurumaya yüz tuttu. Halbuki bahçeyi bu deve ile sulu-yorlardı. Resûlüllah'a gelip durumu arz ettiler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de derhal kalkıp onların bahçesine gitti ve kapıya yaklaştığı zaman, bahçe sahipleri: "Yâ Resûlallah, onun sana bir şey yapmasından korkarız!" dediler. Peygamberimiz de yanındakilere: "Hiç korkmayimz, onun size bir zararı dokunmaz, haydi benimle beraber sizde giriniz!" diyerek bah­çeye girdi. Deve Peygamberimiz'i görünce başim yere eğerek yürüyüp gelmeye başladı ve O'nun önüne kadar gelip başim yere koyarak secde etti. Peygamber Efendimiz de devenin sahiplerine: "Haydi devenizi alı­nız ve yularim takınız!" buyurarak onlara teslim eyledi. [1]

Beyhekî ve Ebû Nuaym, Abdullah bin Ebû Evfâ'dan naklederler: Bir gün bizler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in yanında oturuyorduk. Birisi gelip: "Ey Allah'ın Resulü, filanların devesi kaçtı, onu bir türlü yakalayamıyorlar!" dedi. Peygamberimiz de derhal yerinden kalktı. O'nunla birlikte biz de kalktık... Kendisine dedik ki: "Yâ Resûlallah, ona yaklaşmanız, size zarar verebilir." Peygamberimiz ise doğruca devenin yanına gitti ve ona yaklaştı. Deve O'nu görünce boynunu eğip secde etti. Peygamberimiz de elini onun başına koydu ve sahiplerine hitaben: "Haydi başlığim getiriniz" diye emretti. Başlığim getirdiklerinde, yine kendi eliyle onun başına geçirdi ve devenin sahibine hitaben: "Bunu gü­zel yemle, gücünden fazla da çalıştırma!" diye emretti.

BeyhekîTaberânî ve Ebû Nuaymİbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet e-derler: Bir topluluk Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip: "Ey Allah'ın elçisi, bah­çemizdeki deve hırçmlaşıp ele geçmez oldu!" dediler. Peygamberimiz de derhal onların bahçesine gidip deveye yaklaştı ve: "Haydi gel!" diye emretti. Deve de başim eğerek geldi. Peygamberimiz devenin yularim geçirip sahibine teslim etti. Bu sırada Ebû Bekir: "Ey Allah'ın elçisi, sanki o sizin bir Peygamber olduğunuzu biliyor" dedi. Peygamberimiz de buyurdular ki: "Cinlerin ve insanların kâfir olanları müstesna, benim bir Peygamber olduğumu bilmeyen bir kimse yoktur!" Beyhekî, Hammâd bin Seleme'den de şöyle bir haber nakleder: O demiştir ki: "Kays kabilesinden bir yaşlı zat bana, babasından naklen şöyle demişti: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bize geldiği zaman bizim develerden biri köpürüp ele-avuca sığmıyordu. Peygamberimiz ise, o deveye yaklaştı ve onu tutup okşadı. Sonra memesini mesnetti ve bir miktar ondan süt sağıp içti. Deve de kendisine son derece uysal ve itaatli davrandı."

İbn-i Ebî ŞeybeBeyhekî ve Ebû Nuaym Abdullah bin Cafer'den şöyle rivayet ederler: Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ansârdan birinin bah­çesine girmişti. Orada bir deve ile karşılaştı. Deve Peygamberimiz'i gö­rünce O'na sokuldu ve gözlerinden yaşlar dökerek ağlamaya başladı. Peygamberimiz: "Bu devenin sahibi kimdir?" diye sordu. Ansârdan bir delikanlı yaklaşarak: "Benim, ey Allah'ın Resulü" dedi. Peygamber E-fendimiz de buyurdu ki: "Allah'ın sana bir mülk olarak verdiği bu dili söylemez hayvana, haksızlık etmekten hiç korkmaz mısın? Ona çok iyi bak! Onun canim acıtıyor ve çok çalıştırıyörmüşsün! Onun senden bu hususta bana şikâyeti var!"

Ahmedİbn-i Ebî Şeybe, Dârimî ve Ebû Nuaym, Câbir bin Abdul­lah'tan naklederler, O demiştir ki: "Bir gün biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Neccâr Oğullarından birinin bahçesine gitmiştik... Bir de ne görelim, oradaki bir deve şiddetlenip köpürüyor, kimse yanına yaklaşa-mıyordu, derhal bu deveye yaklaştı ve onu "gel" diye çağırdı. O da derhal geldi ve O'nun önünde çöktü. Peygamberimiz: "Başlığım getiriniz!" bu­yurdu. Getirildiği zaman başlığim geçirdi ve sahibine teslim etti. Bu vesile ile orada buyurdu ki:

"Cinlerin ve insanların âsîleri müstesna, yerde ve gökte hiçbir varlık yoktur ki, benim Allah'ın Resulü olduğumu bilmemiş olsun!"

İbn-i Sa'd, Hasan'dan şöyle nakleder: "Bir gün biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Mescid'de bulunuyorduk. Yerinden ve sahibinden kaçmış bir deve geldi ve Peygamberimiz'in kucağına başim uzatıp dur­du. Peyamberimiz de buyurdu ki: "Bu deve, sahibinin kendisini kesece­ğini hissedip kaçmış, kestirilmemesi için buraya sığınmış." Az sonra da sahibi geldi, Peygamberimiz durumu sorduğunda, az önce kendilerinin haber verdiği gibi olduğunu söyledi. Peygamberimiz de kendisine, bu deveyi kesmemesi hakkında talepde bulundu. Devenin sahibi, Efendi-miz'in bu talebini kabul etti ve devesini kesmekten vazgeçti."

Ebû Nuaym, Sa'lebe bin Ebû Mâlik'ten şöyle rivayet eder: Seleme oğullarından adamın biri, üzerinde yük taşımak için bir deve satın aldı. Götürüp onu ağıla bıraktı. Sonra yük sarmak için onun yanına gittiğin­de, kendisine yaklaşamadı. Bu deve, yanına her yaklaşana saldırıyordu. Adamcağız Hazret-i Peygamber'e giderek durumu arz etti. Peygamberimiz de derhal oraya giderek: "Ağılın kapısını açimz!" buyurdu. Onlar kendisine: "Ey Allah'ın Resulü, onun sana bir zarar vermesinden korkarız" dediler. Peygamberimiz: "Kapıyı açimz" buyurdu. Onlar da açtılar. Peygamberimiz'in içeri girdiğini gören deve, boynunu eğerek geldi ve O'nun Önünde durup yere kapandı, başim yere koyup secde etti. Oradakiler de bunu hayretle görüp tekbîr getirdiler ve: "Ey Allah'ın Resulü, bizler sana secde etmeğe, şu dili söylemez hayvancıktan daha lâyık değil miyiz?" dediler. Peygamber Efendimiz de onlara cevaben buyurdular ki:

"Eğer herhangi bir kimsenin Allah'tan başka herhangi bir varlığa secde etmesi lâyık olsaydı, kadımın kocasına secde etmesi lâyık olurdu! Fakat Allah'tan başkasına secde etmek yoktur!"

Taberânî ve Ebû Nuaym'ın Ya'lâ bin Mürre'den sevkettikteri bir rivayette bu merkezdedir, ancak bu rivayetteki hadîs-i şerif şu mealdedir: "Eğer ben, herhangi bir kimseye Allah'tan başkasına secde etmesini emretse idim, kadımın kocasına secde etmesini emrederdim!"[2]

Keçi ve Koyunla İlgili Kıssalar

İbn-i Sa'dBeyhekîEbû Nuaym ve İbn-i Seken el-Hâris İbn-i Ke-lede'nin oğlu Nâfi'den şöyle rivayet ederler: Biz dört yüz kişi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte sefere çıkmıştık, bir yere inip konakladık. Orada hiç su yoktu. Şiddetli bir şekilde susuzluk çektik. Derken bir keçi yürüyerek bize doğru geldi. Boynuzları bıçak gibi keskindi. Resûlüllah'ın önünde durdu, O da onu sağarak bütün askerlere süt içirip kandırdı, kendisi de içip kandı. Sonra bana dedi ki: "Ey Nâfi', bu senin mülkün olsun mu? Fakat ben senin ona mâlik olabileceğim de zannetmiyorum." Ben, o ke­çiyi Hazret-i Peygamberin elinden teslim alıp, yere bir kazık çakarak ona bağladım. Ben de çok iyi ve sağlam bağladım. Derken Resûlüllah is­tirahata çekilip uyudu. Ben ve herkes uyuduk... Uyandığımız zaman baktım, ip çözülmüş, keçi de kayıplara karışmış. Durumu Hazret-i Peygam-ber'e duyurdum. O da bana dedi ki: "Ben sana, ona mâlik olamayacağım söylemiştim. Onu buraya gönderen götürmüştür!"

İbn-i Adiyy, BeyhekîTaberânî ve Ebû Nuaym, Hasan tarikiyle Ebû Bekir'in azadlısı Sa'd'dan şöyle naklediyorlar: Bir seferde biz, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte idik. Bir yere indiğimiz de bana hitaben: "Ey Sa'd, şu keçiyi sağ ve süt ikram et!" buyurdular. Halbuki orada bir keçi yoktu. Baktım hakikaten memesi sütle dolu bir keçi durmaktadır. Sütü sağıp içirdim ve kaç defa sağdığımı da bilmiyorum. Sonra o keçinin korunmasını istedim. Mola verdiğimiz yerden göç hazırlığı yaparken, keçi kaybolmuş... Durumu Hazret-i Peygamber'e haber verdim, O da buyur­du ki: "Onu sahibi götürmüştür."

Tayâlisîİbn-i Sa'd ve Beyhekî, Habbâb bin Eret'in kızından nak­lederler: O demiştir ki: "Babam Habbâb [3] Resûlüllah'ın emriyle sefere çıkınca, ben evdeki keçiyi alarak Resûlüllah'a götürdüm, O da onu bağlayıp bir güzelce bizını için sağıverdi. Bana: "Evinizdeki en büyük kabı getir!" diye emretti. Ben de içinde hamur yoğrulan leğeni götürdüm. O da sütü bunun içine sağıp leğeni doldurdu. Sonra bana: "Haydi bu sütü hem kendiniz içiniz hem de komşularimza içiliniz!" buyurdu. Biz bu keçiyi sağılacağı zaman, Hazret-i Peygambere götürür, o da bizim için sağı-verirdi. Biz de kendimiz içer, komşularımıza da içirirdik. Babam sefer­den gelince, keçiyi bağlayıp sağdı, o da eskisi kadar süt verdi. Anam kendisine: "Keçinin bereketini giderdin" dedi. Babam: "Bu ne demek o-luyor?" diye sordu. Anam da durumu kendisine anlattı. Babam: "Peki keçiyi kim sağıyordu?" dedi. Ona: "Resülüllah sağıyordu" cevabim ver­dik. O da dedi ki: "Elbette Allah'ın Resulü sağdığı zaman, dediğiniz ka­dar bereketli olmuştur! Zira O'nun bereketi çok büyüktür!"

Ebû Nuaym, Ebû Karsafe'den şu haberi nakleder: "Ben müslüman olduğum günlerde anamla teyzemin arasında kalmış bir yetim idim. Ben koyun ve kuzuları otlatmaya çıkarken teyzem bana: "Sakın, şu adamla karşılaşma!" diyerek Peygamberimiz'i görmememi tembihler, benim müslüman olmamdan korkardı. Ben de koyunları mer'aya çıkardıktan sonra orada bırakıp Hazret-i Peygamber'in meclisine gider, onun derslerini dinlerdim. Sonra koyunların yanına gider, onları karınlan aç, memeleri kupkuru bir vaziyette eve getirirdim. Teyzem de bana: "Neden koyunların memeleri kupkuru?" diye sorar, ben de: "Bilmem" diyerek cevab verirdim. Nihayet bir iki gün daha Hazret-i Peygamber'in meclisine gittikten sonra, kesin kararımı verdim ve müslüman oldum. Peygamber Efendimiz'e, koyunla­rımızın ve teyzemin halini arz ettim. O da bana: "Koyunlarimzı buraya ge­tir!" buyurdu. Getirdiğim zaman, onların mamelerini ve arkalarım mübarek eliyle mesh etti ve sütlerinin bereketlenmesi için dua buyurdu­lar. Koyunlarımız da hem etleri, hem de sütleri bakımından çok bereket­lendi. Bu şekilde teyzemin yanına döndüğüm zaman, teyzem hayretler içinde kaldı ve sebebini yine bana sordu. Ben de kendisine durumu haber verdim. Bunun üzerine teyzem ve annem, derhal müslüman oldular.

Müslim, Mikdâd bin el-Esved'in şöyle dediğini rivayet eder: "Ben ve iki arkadaşım, bazen o kadar aç kalırdık ki, açlığın tesiriyle kulakla­rımız duymaz, gözlerimiz görmez olurdu. Gidip Resülüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) sı­ğimrdık, o da bizi kabul eder barındırırdı. Resülüllah Efendimiz'in ev halkına ait üç keçi vardı, bunları sağıp sütünü içerlerdi. Peygamberimiz, bu sütten bizını hisselerimizi ayırıp bize verirdi. Kendisinin hissesi de ayrılır ve biz bunu Ona verirdik. O da alıp içerdi. Geldiği zaman, bize selâm verirdi; öyle bir sesle selâm verirdi ki, uyuyanı uyandırmaz, uyanık olana da işittirirdi. Biz de kendisine ait olan sütü, O'na takdim e-derdik. Birgün, şeytan bana vesvese verip: "O'nun sütünü de iç! O nasıl olsa, içecek sütü bulur! Ansâr'dan herhangi birinin yanına gider, onlar da kendisine ikramda bulunur" dedi. Şeytan durmadan bana böyle ves­vese veriyordu. Nihayet ben de dayanamayıp, Peygamberimizin sütünü de içtim, içtikten sonra da şeytan bana: "Böyle yapmamalıydın, sen bunu nasıl oldu da yaptın? Az sonra Peygamber gelir, sütünü içtiğini anlayınca sana beddua eder, sen de onun bedduası sebebiyle ebediyen helak olursun" diye vesvese veriyordu. Neredeyse nedamet ve kahrım­dan çatlayacak hale geldim. Derken Peygamber Efendimiz de geldi. Sü­tünün yerinde olup olmadığına baktı, sütün olmadığim görünce, dua için ellerini kaldırdı. Ben bu sırada: "Eyvah, dua için ellerini kaldırdı, senin aleyhine dua edecek, sen de helak olacaksın!" diye müthiş bir korkuya kapıldım. Fakat dua için ellerini kaldırmış bulunan sevgili ve büyük Peygamberimiz, bu duasında aynen şöyle buyurdular:

"Allah'ım, bana ifâm eden kuluna Sen de ifâm eyle! Bana süt içi­ren kuluna, Sen de içir, kendisini kandır!"

Bunun üzerine ben, bıçağı alarak keçiyi kesmek için koştum. Hangisinin eti daha semiz ise, derhal onu kesip, yemek yapmayı ve Re-sülüllah Efendimiz'e yedirmeyi düşündüm. Bir de ne göreyim, hepsinin memeleri sütle tıklım tıklım dolu! Hayret ettim ve hangisini keseceğime karar veremedim. Bıçağı bıraktım ve en büyük yemek kabim getirip bunları sağmaya başladım. O kadar süt sağdım ki, üstünden kaymağı taşıyordu." [4]

Beyhekî Ebû'l-Aliye'den şöyle nakleder: Bir gün Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında ashabdan bazıları oturuyordu. O, evlerinden herbirine haber göndererek yiyecek bir şeyin olup olmadığim sordurdu. Yiyecek bir şey olmadığı haberi geldi. Evin avlusunda henüz yaşim doldurmamış bir keçi yavrusu vardı, onun yanına gidip memesini meshetti. Derhal onun memesi kabarıp sarktı. Bunun üzerine Efendimiz bir süt kabı is­tedi, kab getirildiğinde kendi eliyle o yavrudan süt sağmaya başladı. Dokuz odanın her birine süt gönderdi. En sonunda kendi eliyle sağdığı bu sütten, yanındaki ashabına ikramda bulundu."

Abdurrazzâk Mûsannaf adlı eserinde Muhammed bin Râşid'den, o da Vadîn binAtâ'dan [5] şöyle nakleder: "Kasabın biri, bir gün koyununu kesmek üzere ağılın kapısını açmış, koyun da kaçarak Hazret-i Pey-gamber'in yanına gitmiş. Adam koşarak arkasından gelip koyunu yaka­lamış ye onu sürüyerek götürmeye başlamış. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), koyuna hitaben: "Allah'ın emrini sabırla karşıla!" demiş, kababa hitaben de: "Sen de bu hayvancağıza iyi muamele et ve onu kesmeye götürürken güzel davran!" buyurmuştur.

Ebû Nuaymda Enes'ten şöyle nakleder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yanın­da Ebû Bekir ve Ömer olduğu halde, Ansardan birinin bahçesine gitti. Bahçede koyunlar vardı. Onlar Hazret-i Peygamberi görünce, O'nun Önüne gelip secde ettiler. Ebû Bekir de dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, biz sana secde etmeye şu zavallı koyunlardan daha layık değil miyiz?" Bunun ü-zerine Peygamberimiz şöyle buyurdular:

"Benim ümmetimde (İslâm hidayeti kemâle erdikten sonra) artık, herhangi bir kimsenin herhangi bir kimseye secde etmesi asla layık de­ğildir! Eğer herhangi bir kimsenin, herhangi bir kimseye secde etmesi lâyık olsaydı, kadımın kocasına secde etmesini emrederdim!"[6]

Dişi Geyiğin Kıssası

Beyhekî Ebû Said el-Hudri'den şöyle nakleder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yakaladıkları bir geyiği, çadırlarimn direğine bağlamış bulunan bâzı kimselere uğradığı zaman, buradaki geyik kendisine: "Ey Allah'ın Resulü, beni salıver de gidip yavrularımı emzireyim ve geri geleyim!" diye yalvardı. Peygamberimiz: "Bâzı kimselerin yakalayıp bağladıkları zavallı bir geyik!" buyurdu ve ondan, kesin döneceğine dâir yeminli söz aldıktan sonra onu serbest bıraktı. Geyik koşarak gidip yavrularim em-zirdi ve derhal geri döndü. Resülüllah da onu tekrar eski yerine bağladı. Bu sırada oraya gelen sahihlerine de, onu serbest bırakmalarim istedi. Onlar, o geyiğHazret-i Peygamber'e hibe ettiler. Peygamberimiz de bunun üzerine bağim çözüp o geyiği serbest bıraktı."

Beyhekî ve Ebû Nuaym Zeyd bin Erkam'dan şöyle rivayet ederler: Bir gün ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Medine sokaklarından birin­de yürürken, bir ârâbiye ait çadıra rasladık. Çadırın direğinde bir geyik bağlı idi. Geyik Hazret-i Peygamber'i görünce: "Ey Allah'ın Resulü, ârâbi beni yakalayarak buraya hapsetti, halbuki benim çölde iki adet yavrum var. Göğüslerim de sütle dolup şişti. Arabi beni, ne bırakıyor, ne de kesip a-cılarıma son veriyor" diye istirhamda bulundu. Peygamberimiz de bu geyiğe: "Ben seni serbest bırakırsam, geri gelir misin?" buyurdu. Geyik: "Evet geri gelirim, eğer gelmezsem, Allah bana vergi ve haraç toplayan­lara yapacağı azab gibi azâb etsin!" dedi. Peygamberimiz de onu serbest bıraktı. O da koşarak gitti ve koşarak geri geldi. Resülüllah da onu eski yerine bağladı. Derken çadırın ve geyiğin sahibi ârâbi oraya geldi. Peygamberimiz ona: "Bu geyiği bana satar mısın?" diye teklifte bulundu. Arabi de: "Onu sana hibe ettim!" dedi. Bunun üzerine Peygamber Efen­dimiz, bu geyiği bağından çözüp serbest bıraktı. Geyikceğiz de koşarak çölün yolunu tuttu ve giderken de: "Allah'tan başka ilâh yoktur, Mu-hammed Allah'ın Resulüdür!" diyordu. [7]

Kurt Kıssası ile İlgili Rivayetler

Ahmedİbn-i Sa'dBezzârHâkim ve Beyhekî (bu ikisi aynı za­manda sahihtir diyerek), Ebû Nuaym çeşitli tarikler ile Ebû Said el-Hudri'den rivayet ederler: O demiştir ki: Çobanlardan biri, Medine Har-rasmda koyunlarim otlatmakta iken, bir kurt arız olup koyunlara sal­dırmak ister. Çoban kurdu görür ve kurt ile koyunlann arasında durur. Kurt dile gelip: "Allah'ın bana rızık olarak taktir ettiği şeyle benim ara­ma girip rızkıma mani olmaya çalışmaktan korkmuyor musun?" der. Çoban da: "Şaşılacak şey, kurt insan gibi konuşuyor!" der. Kurt: "Bun­dan daha şaşılacak şey, Resülüllah'ın iki Harra arasında, insanlara hi­taben evvelinin ve âhirinin haberlerini söylüyor olması değil midir?" şeklinde karşılık verir. Bunları duyan çoban, koyunlarim sürerek derhal Medine'ye gider ve Resülüllah'ın huzuruna çıkar. Durumu O'na arzeder. Peygamberimiz de der ki: "Doğru söylemiştir! Haberiniz olsun ki, kıyamet alâmetlerinden biri de yırtıcı hayvanların dile gelip konuşma­sıdır. Ben yemin ederim ki, yırtıcı hayvanlar insanlarla konuşmadıkça; kişinin ayakkabısının tasması, kılıcimn kabzası kendisiyle konuşma­dıkça kıyamet kopmaz! Yine kişi evinden ayrıldıktan sonra, işini bitirip evine döndüğü zaman, ev halkimn neler yaptığim kendi uyluğu kendi­sine haber vermedikçe kıyamet kopmaz!"

Buhârî (Târihinde), Beyhekî ve Ebû Nuaym, Ehban bin Evs'ten şöyle naklederler: Ben koyunlarımı güdüyordum. Ansızın bir kurt ko­yunlardan birini kapmak istedi, ben bağırıp engel oldum. Kurt, kuyruğu üzerine çömelip bana hitaben: "Allah'ın bana verdiği rızka mânı mi ol­mak istiyorsun?" diye konuştu. Ben de: "Bundan daha şaşılacak birşey görmedim!" dedim. Kurt: "Niçin şaşırıyorsun? İşte Allah'ın Resulü, Medine hurmalıklarında, geleceğin ve geçmişin haberini söyleyip dur­maktadır!" diye karşılık verdi. Ben de derhal Medine'ye gidip Resülüllah'ın insanları Allah'a davet ettiğini gördüm. Durumu kendisi­ne haber verip müslüman oldum."

Yine Ahmed ve Ebû Nuaym sahih bir senedle, Ebû Hüreyre'den şöyle naklederler: Koyunlarim gütmekte olan çobanın koyunlarından birini kurt kapmış, çoban da peşinden giderek koyunu kurdun ağzından kurtarmış... Kurt dile gelip çobana: "Allah'ın bana verdiği rızkı, ağzını­dan almak için Allah'tan korkmaz mısm?" demiş. Çoban: "Vallahi ben böyle bir gün görmedim, kurt insan gibi konuşuyor!" demiş. Kurt da şu karşılığı vermiştir: "Bundan daha gârib olanı; İşte Allah'ın Resulü, Medine'de insanlara gelmiş-geçmişin ve geleceğin haberlerini vermek­tedir!" Kurdun bu sözleri üzerine Resûlüllah'a giden ve aslında yahûdî olan adam, Resûlüllah'ın huzurunda bu olup bitenleri anlatır. Peygam­berimiz de kendisini tastık eder." [8]

Hummara Kuşunun Hikayesi

BeyhekîEbû Nuaym, Ebû'ş-Şeyh'in çıkardıkları bir habere göre, İbn-i Mes'ûd şöyle demiştir: "Bir seferde biz Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte idik. Bir ağaca uğradığımızda ağacın üzerinde Hummara kuşunun iki yavrusu vardı. Biz bunları aldık... Derken Hummara gelip hâlini Resûlüllah'a arz etti. Peygamberimiz de: "Bu kuşun yavrularim alarak canim acıtan kimdir?" buyurdu. Biz cevap verdiğimizde de: "Onları yer­lerine koyunuz!" buyurdu ve biz de yerlerine iade ettik." [9]

Evdeki Vahşi Hayvanın Kıssası

AhmedEbû Ya'lâTaberânîBeyhekîEbû Nuaym, Dârekutnî ve İbn-i Asâkir, birtakım yollarla Âişe'den şöyle rivayet ederler: Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) âline ait olmak üzere vahşî (evcil olmayan) bir hayvan vardı. Bu hayvancağız dâima Resûlüllah'ı gözetler, O dışarı çık­tığı zaman oynaşır, koşarak gider gelirdi. Adetâ yerinde duramazdı. Fakat Resûlüllah Efendimiz geldiği zaman, ininde bekler ve hiç kıpır­damazdı. Peygamber Efendimiz evde bulunduğu müddetçe, hiç hareket etmezdi."

Heytemî, bu rivayetin sahih olduğunu söylemiştir.[10]

Beygir Kıssası ile İlgili Rivayet

Beyhekî Cüayl'den şöyle nakleder: Ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile bir­likte gazaya gitmiştim. Fakat binitim beygir, zayıftı. Bu yüzden askerin en gerilerinde kalıyordum. Peygamberimiz durumu görmüş olacak ki, bana yakınlaşıp: "Ey beygirine binmiş adam, haydi sür!" diye hitap etti. Ben de kendisine: "Ey Allah'ın Resulü, binitim gayet zayıf, fazla yürü­müyor" dedim. Peygamberimiz bunun üzerine elindeki kamçısı ile bey girime vurdu ve: "Allah'ım bu adamın binitini kuvvetli ve bereketli eyle!" diye de duada bulundu. Bunu müteâkib beygirim o kadar hızlandı ve kuvvetlendi ki, başim zor zaptediyordum. Ayrıca çok da bereketini gör­düm, onun neslinden pek çok sayıda hayvan elde edip sattım."

Buhârî ve Müslim Hammâd bin Zeyd'den, o Sâbiften, o da Enes'ten şöyle rivayet etmiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), insanların en güzeli, en cö­merdi ve en cesaretlisi idi! Birgün Medîneliler, geceleyin duydukları şiddetli bir ses sebebiyle korkuya kapılmışlardı. Peygamberimiz ise bu sırada Ebû Talha'ya âit olan bir çıplak atın sırtına atlayarak, o sesin duyulduğu tarafa doğru bu atı koşturmuştur. İnsanlar korku içinde o sese gitmek istedikleri zaman, Peygamberimiz'in karşıdan gelmekte ol­duğunu gördüler. Peygamberimiz durumu öğrenmiş ve insanlara: "Korkulacak bir şey yoktur! O, denizden gelen bir sestir" diyordu. Hammâd der ki: Peygamberimiz'in bu sırada bindiği bu atı, bundan sonra geçen bir at olmadı. Halbuki o, ağır giderdi." [11]

 

17-1 Merkep Kıssası ile İlgili Rivayet

İbn-i Sa'd İbn-i İshâk tarikiyle Abdullah bin Ebû Talha'dan şöyle rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Sa'd'ı ziyaret etti ve onun yanında kuş­luk uykusuna yattı. Öğle vaktinin şiddetli sıcağı geçince yürüyüşü iyi olmayan bir merkep getirip, Resûlüllah için hazırladılar. Resûlüllah da bu merkebe binerek evine döndü... Merkep çok iyi yürüyen bir merkep olarak iade edilmiş oldu."

Taberânî ise bunu, isme bin Mâlik el-Hutamî'den şöyle nakleder: Resûlüllah Efendimiz, Küba'ya gelip bizi ziyaret etti. Döneceği sıra, yü­rüyüşü iyi olmayan bir merkeple O'nu Medine'ye uğurladık... O, mer­kebimizi bize iade ettiği zaman merkebimizin, emsali arkasından yetişemiyecek kadar hareketli ve iyi yürüyüşlü oldu."

Ebû Nuaym ise bunu Muâz bin CebeVden şöyle nakleder: Peygam­ber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hayber'de iken, siyah bir merkep gelip O'nun Önünde durdu. Peygamberimiz ona: "Senin adın nedir?" dedi. O da: "Amr bin Fülân" diyerek cevap verdi ve kendilerinin üç kardeş olup her birine ancak bir Peygamberin binmiş olduğunu, kendisinin ise Peygamberimizi bekledi­ğini anlatıp: "Ben aslında bir yahûdîye âit idim. Seni hatırladıkça onu sırtımdan atıp düşürürdüm. O da beni döverdi" diye ilâve etti. Peygam­berimiz de ona: "Senin adın Yâfûr olsun" buyurdu.[12]

Arslan Kıssası ile İlgili Rivayet

Bu kıssayı İbn-i Sa'dEbû Ya'lâBezzâr, Îbn4 Mende, sahihtir kaydiyle HâkimBeyhekî ve Ebû Nuaym, Resûlüllah Efendimiz'in azâdlısı Sefine'den rivayet ederler. O demiştir ki: "Ben, deniz yolculuğu yapıyordum. Bindiğimiz gemi parçalandı. Ben bir tahta parçasına tutu­narak sahile çıktım. Burası ağaçlık bir yerdi. Derken arslanlar görün­meye başladı. Bu arslanlardan biri bana doğru geldi. Ben arslana hitaben: "Ey Abu'l-Hâris, ben Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) âzadlısı Sefîne'yim!" diye bağırdım. Arslan kuyruğunu sallıyarak bana yaklaştı ve yanıba-şımda durdu. Sonra benimle birlikte yürümeye başladı. Beni yola çıka-rmcaya kadar benimle birlikte yürümeye devam etti. Yola çıktıktan sonra durakladı. Ben yoluma devam ederken de kendisine hâs sesiyle beni uğurlamak istiyormuşcasma birtakım bağırtılar çıkarıyordu."

Beğavî ile İbn-i Asâkir'in yine Resûlüllah Efendimizin âzadlısı Sefine'den naklettikleri haber ise şöyledir: "Bir de ne göreyim, karşıma bir arslan çıktı. Ben arslana hitaben dedim ki: "Ey arslan, ben Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) âzadlısı Sefîne'yim!" Ben böyle söyleyince, önüme çıkan ve bana doğru gelmekte olan arslan, kuyruğu üzerine çömelerek yere oturdu ve benim geçip gitmemi bekledi."

Bu babda,, İbn-i Seb'ın şöyle bir açıklaması var: "Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de: O'nun binmiş olduğu her binitin (hayva­nın), O üzerindeyken mucizevî olarak yetiştiği sür'at ve kuvveti ne ise, hep o güç ve kuvvette kalması; daha sonraları bu güç ve kuvvetini kay­betmemesi ve ihtiyarlamamasıdır. Şüphesiz bu hal, Peygamber Efendi­miz'in bereketi ile olmaktadır." [13]

Kuş Hikayesi ile İlgili Rivayet.

Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kazâ-i hacet için çıktığı zaman, kimsenin göremeye­ceği kadar uzaklara giderdi. Yine bir gün haceti için çıktığında ben de kendisine hizmet için çıkmıştım. Ben O'nun devesini tutarken, bir ağa­cın arkasına geçti ve hacetini gördü. Sonra gelip abdest için hasırlan­maya başladı. Mestlerini çıkardı ve abdestini aldı. Mestlerinden birini giydiği zaman, havadan bir kuş süzülüp diğer mestini alarak gitti. Hayli yukarıya çıktıktan sonra ters çevirip aşağıya bıraktı. Bunun içinden bir yılan çıktığim gördük... Demek ki kuş onu, bunun için alıp yukarıya çı­karmıştı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle buyurdular: "Bu, Allah'ın bana lütfettiği büyük bir keramettir!"

Ebû Nuaym'in Ebû Ümâme'den naklettiği haber ise şöyledir: Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), mestlerini istedi ve giymeye başladı. Birini giyerken bir kuş gelip diğerini alarak yukarıya uçtu. Sonra yüzü aşağı mesti bıraktığında, içinden bir yılan çıktı. Bu vesile ile Peygamberimiz de şöyle buyurdu:

"Allah'a ve âhiret gününe inanan kişi, mestlerini (çizme veya a-yakkabılarim) aşağı doğru çevirip silkelemedikçe giymesin!" [14]

İfrit Kıssası ile İlgili Rivayet

Buhârî ve Müslim Muhammed bin Zeyyâd tarikiyle Ebû Hürey-re'den rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: Cinlerden biri ifrît, ben geçen gece namazımı kılmakta iken üzerime saldırdı ve namazımı kesmek istedi. Allah bana imkân verdi de o^u ya­kaladım ve Mescid'in direklerinden birine bağlayayım da sabah olunca sizlere göstereyim istedim. Fakat kardeşim Süleyman Peygamberin şu duasını hatırlayarak onu serbest bıraktım. O duasından şöyle dem.şti: "Ey Rabbim, beni affet, bana benden sonra hiç kimseye nasîb olmc yan bir mülk (hükümdarlık) ver! Çünkü Sen'sin o çok lütfeden Sen!" (,SaJ sûresi, 35).

Müslim tek başına Ebû'd-Derdâ'dan şöyle rivayet etmiştir: "Pey-gamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) bir defasında ayağa kalkıp şöyle dediğini işittim: "Ben, senin şerrinden Allah'a sığimrım!" Bunu söyledikten sonra, üç defa da şöyle dedi: "Ben sana, Allah'ın laneti ile lanet ediyorum!" Sonra bir şey yakalamak istercesine, elini ön tarafına doğru uzattı. Namazını bitir­dikten sonra biz kendisine, bunun sebebini sorduk. O da buyurdu ki: "Allah'ın düşmanı îblîs, elinde ateşten bir alevle gelip yüzümü yakmak istedi! Ben de kendisini yakalayıp rezîl etmek istedim. Fakat kardeşim Süleyman Peygamber'in duasını hatırlayarak kendisine ilişmedim. Eğer Süleyman'ın o duası olmasaydı, onu yakalayıp direğe bağlayarak, Medîne'li çocukların önünde rezîl edecektim!"

Ebû Nuaym Dumra'dan şu haberi nakletmiştir: Adamın birinin koyunları vardı. Koyunları sağdığı zaman, oğlu ile Hazret-i Peygamber'e süt gönderirdi. Sonra Peygamberimiz bu çocuğu göremez oldu ve babasını gördüğünde sordu. O da: "O öldü yâ Resûîallah" dedi. Peygamberimiz de o adama dedi ki: "Oğlunu diriltmesi için Allah'a dua etmemi mi istersin, yoksa sabredip âhirette sana şefaatçi olmasını mı istersin? Bu taktirde evlâdın senin elinden tutar ve seni cennetin kapısına getirir, sen de di­lediğin cennet kapısından içeri girersin!" Adamcağız bunu duyunca: "Ay Allah'ın Resulü, bu bana hâs bir şey midir?" diye sordu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Bu, hem senin içindir, hem de her mü'ınin içinair!" buyur­du. [15]

Dilsizin ve Âmânın Özrünü Giderecek Şekilde Vukua Gelen Mucizeler.

Beyhekî, Şimir binAtiyye'den şöyle bir haber nakletmiştir: Bir gün, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) bir kadın geldi. Yanında bulûğ çağı yaklaştığı halde hâlâ konuşmamış olan oğlu da vardı ve durumun böyle olduğunu arz etti. Peygamberimiz de bu çocuğa hitaben: "Söyle bakalım, ben kimim?" diye sordu. Çocuk derhal konuşup: "Sen, Allah'ın Resulüsün!" diye cevap verdi.

İbn-i Şeybe, İbn-i Seken, Beğavî, BeyhekîTaberânî ve Ebû Nuaym, Habîb bin Füdeyk'ten şöyle rivayet ederler: "Ben, babamla beraber Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) gittim, onun iki gözü de hiç görmüyordu. Niçin görmediğini soran Hazret-i Peygamber'e cevaben dedi ki: "Bir gün giderken ayağım, yılan yumurtasının üzerine basmıştı. Kınlan yumurtanın için­deki sıvı gözüme sıçradı ve zehirli olduğu için gözlerim görmez oldu."

Peygamber Efendimiz derhal mübarek tükrüğü ile onun gözlerini ilaçladı. Derhal gözleri açılıp iyi oldu. Yaşı seksene vardığı halde bile, rahatlıkla iğneden ipliği geçirebiliyordu." [16]

Hastalığı, Özürü veya Sakatlığı Olanı İyileştirme Şeklindeki Mucizeler

Beyhekî Muhammed bin İbrahim'den şöyle rivayet eder: Peygam­ber'e (sallallahü aleyhi ve sellem), ayaklarında çıban olan ve tedavisinden bütün tabiblerin âciz kaldığı bir adam getirdiler. Peygamber Efendimiz de mübarek şehâdet parmağimn ucunu tükrüğü ile ıslattı ve yere indirerek toprağa temas ettirdi. Sonra da şu şekilde duada bulundu:

"Ey Allah'ım, Senin adın ve izninle, bâzımızın tükrüğü arzımızın toprağına batırılmış olarak, içimizden hasta olana şifâ olur! Ey Rabbim, Senin izninle!"

(Beyhekî'nin rivayet ettiği bu haber mürsel'dir.) [17]

Yine Beyhekî, Semmâk bin Harb tarikiyle Muhammed bin Hâtıb'ın şöyle dediğini nakleder: "Kaynar haldeki tencere elimin üzerine düşüp yaktı. Beni yanına alan annem, derhal Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) götürdü. O da yanık üzerine mübarek tükrüğünü püskürtüyordu ve şöyle dua edi­yordu:

"Ey insanların rabbi olan Allah'ım, şu be'si ve zararı gider!"

Tarih'inde Buhârî der ki, bana Saîd bin Süleyman söyledi, ona Abdurrahmân bin Osman, ona İbrâhim bin Muhammed, ona babası de­desinden, ona Muhammed bin Hâtıb nakletmiş. O da anası Ümmü Cemil'den haber vermiş: Ümmü Cemil demiştir ki: "Ben, Habeş ülkesin­den seninle birlikte döndüm. Medine'ye geldiğimiz zaman, bir gece ben yemek yapıyordum. Tencerenin altında yanacak birşey kalmadığı için ben, yakacak birşeyler toplamaya çıktım. Bu sırada sen tencereye do­kunmuşsun. Tencere de ellerin ve kolların üzerine dökülüp buralarimn yanmasına sebep olmuştu. Ben döndüğümde derhal seni alıp Hazret-i Pey-gamber'e götürdüm. O da senin ellerin ve kolların üzerine püskürüyor ve şöylece duada bulunuyordu:

"Ey bütün insanların rabbi olan Allah'ım, şu zararı gider, şifâ ver, şifâyı verecek olan Sensin, Senin vereceğin şifadan başka şifâ da yoktur! Rabbim, öyle bir şifâ ver ki, hastalıktan eser kalmasın!"

"Ben, seni O'nun yanından alıp ayrılmadan, senin elin-kolun iyi olmuştu."

(Bunu, HâkimBeyhekîEbû Nuaym de rivayet etmiştir.)

Tarih'inde BuhârîTaberanîİbn-i Seken, İbn-i Münde, Beyhekî; Şürahbil el-Cu'fı'den şöyle rivayet ederler: Ben Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gidip elimdeki urlardan şikayette bulundum ve dedim ki: "Ey Allah'ın Rasulü, bu elimdeki urlar, kılıcımın kabzasını, binitimin yularım tutmama engeî oluyor ve bana ezâ veriyor." Peygamberimiz de derhal elime püskürdü ve elini urların üzerine koyarak iyice oğuşturdu. Onları ezip kaybedin-ceye kadar oğuşturmaya devam etti. Mübarek elini çektiği zaman, ur­lardan eser kalmamıştı." [18]

(Beyhekî Ebû Sebra'dan da bu mealde bir haber sevketmiştir.)

İbn-i Sa'dBeyhekî ve Ebû Nuaym Ebyad bin Hammâl'dan şu ha­beri rivayet ederler: "Benim yüzümde birtakım kabarcıklar çıkmıştı. Yüzüm rengârenk olmuştu. Durumdan oldukça rahatsızdım, gidip hâlimi Hazret-i Peygamber'e arz ettim. O da derhal dua buyurdu ve mübarek eliyle yüzümü mesnetti. Yüzüm iyileşti ve O'nun bereketiyle yüzümde bir güzellik kaldı."

(Yine Beyhekî Habîb bin Yesâftan da şu haberi nakletmiştir: Ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte kaldığım bir savaşta, omzumdan bir darbe yemiştim. Elimi darbe yerine koyarak derhal Hazret-i Peygamber'e gittim. Peygamber Efendimiz derhal yaramın üzerine püskürdü ve eliyle kopinak üzere bulunan kolumu birleştirdi. Yaram ve kolum iyi olup hiçbir şikâyetim kalmadı. Derhal savaş alanına dönüp, beni yaralamış olan a-damı katlettim.)

Yine Beyhekî, Esma bint-i Ebû Bekir'den nakleder. O demiştir ki: "Benim başım rahatsızlanıp şişmişti. Derken şişkinlik yüzüme de geçti. Hemen hâlimi Hazret-i Peygamber'e arz ettim. Peygamber Efendimiz de, ba~ şımdaki örtünün bir kısmı ile yüzümü de örterek ve mübarek elini örtü­nün üzerinde gezdirerek başımı ve yüzümü meshetti ve şu şekilde duada bulundu: "Rabbim, bu hastanın hastalığim ve çirkinliğini, mübarek ve temiz Resülü'nün duası bereketiyle gider, ona şifalar ver!" Bu şekilde üç defa mesh ve dua etti. Benim rahatsızlığım da geçti." [19]

İbn-i Sa'd Ubeyd bin Umeyr'den şöyle nakleder; Esmâ'nın boy­nunda verem (şişkinlik) vardı. Peygamberimiz eliyle örtü üzerinden bu şişkin kısmı meshetti ve: "Allah'ım ona, hem çirkinliğinden, hem de ezasından yana afiyet ihsan eyle!" diyerek de duada bulundu ve Esmâ'nın boynundaki veremden eser kalmadı." Dua aynen şöyle idi: "Allahümme âfihâ min fuhşihî ve ezâhu"

Ahmed, Dârimi, TaberaniBeyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet ederler: "Bir kadın, yanındaki çocuğu ile birlikte Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek: "Yâ Resûlallah, benim bu yavrumda cinnet hastalığı var. Tam biz yemek sofrasına oturduğumuz zaman hastalığı onu yakalıyor ve ağzımızın tadim ifsâd ediyor." Peygamberimiz de der­hal o çocuğun göğsünü eliyle meshetti ve onun için dua etti. Çocuk bu sırada çok şiddetli bir şekilde öksürüp içinden siyah birşey çıkardı. A-kabinde gözlerini açıp şifâya kavuştu."

Beyhekî, Muhammed bin Sîrîn'den şu haberi nakletmiştir: Kadımın biri, çocuğu ile birlikte Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek: "Yâ Resûlallah, şu yavrumun şöyle şöyle rahatsızlığı var" diye çocuğun hâlini arz etti ve: "İşte o, gördüğün gibi! Bu haliyle yaşamasa daha iyi. Onun ölmesi için dua ediver!" teklifinde bulundu. Peygamber Efendimiz de: "Ben onun şifa bulması, kuvvetli ve sâlih (iyi) bir insan olması için dua edeceğim! O da Allah yolunda cihâd edecek, Allah yolunda şehîd düşüp cennete gidecek!" buyurdu. Bu şekilde dua etti. Yüce Allah da ona şifâ ihsan ey­ledi. Çocuk büyüyüp gelişti, kuvvetli ve sâlih bir adam oldu. Allah yo­lunda savaştı ve şehîd düştü."

Beyhekî: "Bu rivayet mürsel olmakla beraber ceyyiddir, iyidir" dedi. [20]

Beyhekî Yezîd bin Nûh bin Zekvân'dan şu haberi vermektedir: "Abdullah bir Revâha Resûlüllah'a gelip: "Yâ Resulallah, dişlerim şid­detle ağrıyor, kulağım da ıztırab veriyor" dedi. Peygamber Efendimiz de hemen elini onun ağrıyan yüzüne koydu ve: "Allah'ım, bunun rahatsızlık ve ıztırabım gider, kendisine kıymetli ve mübarek Resulünün duası be-reketiyle şifa ihsan eyle!" diyerek yedi defa bunu tekrarladı. Yüce Allah da derhal ona şifâ ihsan eyledi."

BeyhekîEbû Nuaym Rifâa bin Rafı den şu haberi vermektedirler: Bir gün ben çiğ yağı alıp yutmuştum. Bir seneye yakın bunun rahatsız­lığim çektim. Fakat rahatsızlığım geçiniyordu. Nihayet hâlimi Peygam-ber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) arz eyledim, O da mübarek eliyle karnımı meshetti. Midemden dışarı birşeyin çıktığim hissettim. Şu âna kadar da hiç mîde rahatsızlığı duymadım."

Taberânî Cerhed'ten şöyle nakleder: "Benim sağ elimde tutukluk olduğu için yemeğimi sol elimle yemek zorunda kalıyordum. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu durumu görünce bana: "Yemeğini sağ elinle ye!" diye emretti. Ben de sağ elimin özürlü olduğunu haber verdim. Bunun üzerine Pey­gamberimiz sağ elim üzerine püskürdü ve ben bundan sonra ölünceye kadar bu elimde bir rahatsızlık hissetmedim."

Yine Taberânî Abdullah bin Üneys'ten şöyle rivayet eder: Bir gün Müstenîr bin Rezzâm adındaki yahûdî beni döverek başımdan yaraladı. Ben, bu yaralı hâlimle Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gittim. Peygamberimiz der­hal yarama baktı ve üzerine püskürmek suretiyle tedâvî etti. Başım derhal iyj oldu ve bir daha bana rahatsızlık vermedi." [21]

Ebû Nuaym el-Vâzi'den şu haberi vermektedir: "Ben bir gün, mecnûn olan oğlumu yanıma alarak Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gidip durumu arz ettim. Peygamberimiz derhal onun yüzünü ve başim eliyle meshetti ve onun iyileşmesi için dua etti. O da derhal iyileşti. Artık aramızda on­dan daha akıllı birisi yoktu.

Vâkıdî ve Ebû Nuaym, Urve'nin şöyle dediğini nakleder: "Mülâıb el-Esinne bir adamım Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) göndererek, mübtelâ olduğu hastalığa (iç hastalığına), şifâ talebinde bulundu. Peygamberimiz de derhal yerden bir miktar toprak aldı ve ona püskürdü, sonra onu gelen elçiye vererek: "Bunu götür, su ile karıştır sonra hastaya içir" buyurdu. O da gidip emredildiği şekilde yaptı. Mülâıb da iyileşti."

Denilir ki: "Peygamber Efendimiz ona, bir miktar bal gönderdi. O da bu baldan azar azar yemeğe başladı ve sonra, hiçbir şeyi yokmuş gibi iyileşti."

İbn-i Sa'd Vâkıdî'den, o Sehl bin Sa'd el-Sâidî'nin torunu Übeyy bin Abbâs'tan nakleder. O da babasından nakleder. O demiştir ki: "Ben, aralarında Ebû Üseyd, Ebû Humeyd ve babam Sehl bin Sa'd da bulunan bâzı ashâbtan işittim. Bunlar derlerdi ki: Bir defasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Büdâa Kuyusu'na giderek, bu kuyudan çekilen su ile, kova içinde abdestini aldı. Abdestini bitirdikten sonra, kovanın içindeki suya mübarek Üikrüğünden de ilave ederek kovanın içindeki suyu kuyuya döktü. Sonra bu kuyunun suyundan bir miktar da içti. İşte O'nun za­manında, herhangi bir şahıs hasta olsa ona derlerdi ki: "Büdaa Kuyu-su'ndan su getirsinler de sen onunla yıkan, inşaallah iyi olursun!" Böyle denilir sonra bu kuyudan su getirilir, hasta bu su ile yıkanır, sonra hiç­bir şeyi yokmuş gibi ayağa kalkardı."

Buhârî ve Müslim Câbir'den şöyle rivayet ederler: "Ben, rahatsız­lanmışım ve Seleme Oğulları yurdunda bulunuyordum. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında Ebû Bekir de olduğu halde beni ziyarete geldi. Beni çok ağır bir vaziyette buldu. Ben neredeyse kendimi bilmiyordum. Peygam­ber Efendimiz bir miktar su istedi, onunla abdest aldı, sonra bu suyu ü-zerime serpti. Ben de kendime geldim. Derken iyice toparlandım ve: "Ey Allah'ın Resulü, malım hakkında nasıl hareket edeyim?" diye sordum. Bunun üzerine şu âyet-i celile nâzi] oldu:

"Allah size çocuklarimzın alacağı mîrâs hakkında, erkeğe kadımın payimn iki mislini tavsiye eder." [22]

İbn-i Seken ve Ebû Nuaym Muaviye bin Hakem'den şöyle rivayet eder: Biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte gaza ediyorduk. Kardeşim Ali bin Hakem, atim sürerek bir hendekten geçmek istedi. Fakat atı, gereği kadar sıçramayıp -hendeğe düştü ve ayağim hendeğin duvarına vurup sıkıştırdı. Bu şekilde ayağı sakatlanmıştı. Biz derhal onu alıp Hazret-i Pey­gamber'e getirdik. Peygamber Efendimiz de derhal onun ayağim mes-hetti, o da Üileşti."

Muâviye bin Hakem, kardeşinin bu şekilde derhal iyi olması kar­şısında hayU duygulanıp, bunu irâd ettiği bir kasidesi ile dile getirmek istemiştir." [23]

 

18 PEYGAMBERİMİZİN AÇLIĞIN, SUSUZLUĞUN, GÜÇLÜĞÜN, GAYRETİN, SICAĞIN, SOĞUĞUN GİDERİLMESİ VE GÖZYAŞLARİMN TUTULMASI ŞEKLİNDEKİ MUCİZELERİ

Peygamberimizin Açlığın, Susuzluğun, Güçlüğün, Gayretin, Sıcağın, Soğuğun Giderilmesi ve Gözyaşlarimn Tutulması Şeklindeki Mucizeleri

Beyhaki ve Ebû Nuaym Imrân bin Husayn’dan rivayet ederler. 0 demiştir ki: Ben Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında idim. Derken Fâtıma (radıyallahü anh) validemiz geldi ve O'nun önünde durdu. Peygamberimiz O'na baktı ve şiddetli açlıktan yüzünün renginin solduğunu gördü. Elini kaldırıp onun göğsü üzerine koydu, parmaklarim açık bir halde tutup şöyle dua­da bulundu: "Ey açlığı gideren, düşmüşü kaldıran Allah'ım! Muham-med'in kızı Fâtıma'yı yükselt!"

Imrân der ki: Ben, Fâtıma'ya baktım, derhal yüzünün sarılığı git­mişti. Daha sonra kendisine rastladığımda hâlinden sordum, o da bana cevabında: "Ey Imrân, o günden bu güne, artık hiç açlık duymadım" dedi.

(Beyhekî bu rivayetle ilgili olarak der ki: "Zahir olan odur ki, Imrân onu, "Hicâb Ayeti" nazil olmadan önce görmüştür.) [1]

Ebû Ya'lâBeyhekîİbn-i Asâkir, çeşitli tarîkler ile Ebû Ümâme el-Bâhilî'den şöyle rivayet ederler: "Beni, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kendi kav­mine dâvetçi olarak gönderdi. Ben, kavmimin yurduna vardığımda çok acıkmıştım. Onlar ise, eskisi gibi kan yiyorlardı. Bana: "Haydi gel, sen de bizimle ye!" diye çağırdılar. Ben de kendilerine: "Ben, bir İslâm dâvetçisi olarak, sizi bu gibi şeyleri yemekden sakındırmak için geldim!" diye karşılık verdim. Onlar da benimle alay edip beni yalanladılar ve red ettiler. Ben de onlardan aç ve susuz olarak ayrıldım. Çok büyük bir sı­kıntı içindeydim. Takatsiz kalıp yere uzandım ve uyudum. Uykumda biri bana gelip içinde süt bulunan bir kab uzattı, ben de onu alıp içtim. Açlığım ve susuzluğum gitmişti.

Ben ayrıldıktan sonra kavmim arasında ihtilaf çıkmış, bâzıları demişler ki:'İçimizden en iyi ve en akıllı adamımız bize geliyor, biz de onu aç-susuz aramızdan çıkarıyoruz. Bu, çok ayıp olmuştur. Gidip onu buraya getirmeli ve yedirip içirmeliyiz!" Bâzıları da: "Yiyecek ve içeceği yanımıza alıp onu bulunca kendisine ikram etmeliyiz" diyerek arkam­dan yola çıkmışlar ve beni arayıp bulmuşlar. Bana gelip de tekliflerini yaptıkları zaman, onlara dedim ki: "Gerçekten sizin ikram edeceğiniz yiyecek ve içeceğe, kesinlikle bir ihtiyacım bulunmamaktadır." Onlar bana: "Biz seni, açlıktan ve susuzluktan çok bitkin bir halde görmüştük, niçin ikramımızı kabul etmiyorsun?" diyerek İsrâ'rda bulundular. Ben de: "Allah bana yedirdi ve içirdi! Eğer inanmıyorsanız, karnıma bakınız!" dedim. Onlar da durumu anladılar ve hepsi müslüman oldular."

Bu rivayetin bâzı yollarında ve İbn-i Asâkir'in tahririnde, olay şöyle verilmektedir: "Resûlüllah Efendimiz beni onlara gönderince gidip kendilerini İslama davet ettim. Fakat onlar beni red ettiler. Ben de kendilerine: "Hiç olmazsa bir içimlik su verin, zira ben çok susuzum!" dedim. Bunu dahi vermediler ve bana: "Biz seni, susuzluktan Ölmek ü-zere terkedeceğiz!" dediler. Ben de aynı zamanda hareket edemiyecek kadar yorgun olduğumdan, başımı yere vurup uzandım ve abamı üzeri­me çekerek uyudum. Sıcak da son derece şiddetli idi. Uyurken biri gelip bana cam bir bardak içinde içecek sundu. İnsanlar ne bu bardak gibi güzel bir bardak görmüşlerdir, ne de bu içecek gibi lezzetli bir şey iç­mişlerdir. Bana bundan içmeyi mümkün kıldı ve ben de kanmcaya kadar içtim. İçtikten hemen sonra da uyandım. Vallahi bundan sonra bir açlık, bir susuzluk belasıyla karşı karşıya kalmadım." [2]

Beyhekî, Sâbit'ten, Ebû Imrân el-Cevnl ve Hişâm bin Hassân'dan şu haberi nakleder: Ümmü Eymen, Mekke'den Medine'ye hicret ettiği zaman, yanında hiç bir içeceği ve yiyeceği yoktu. Ravhâ denilen yere geldiği zaman, çok şiddetli bir şekilde susuzluk çekiyordu. Derken üst tarafında, hafifçe seslenen bir ses duyar. Bu nedir kabilinden başim yu­karı kaldırdığı zaman, semâdan bir su kovasının sarkıtıldığım görür, derhal eliyle onu tutar ve kanmcaya kadar ondan içer. Susuzluk musi­betinden bu şekilde kurtulur."

Ümmü Eymen bu hususta kendisi der ki: "Bu olaydan sonra ben, çok sıcak günlerde dahi susuzluk sıkıntısı çekmezdim. Günün en sıcak anlarında Kabe'yi tavaf ederdim ve yine susamazdım."

(Bunu çeşitli tarîklerden İbn-i Menya' ile İbn-i Sa'd dahî rivayet etmişlerdir.)

Beyhekî Ebû Bekir bin Abdurrahmân tarikiyle Ümmü Belemeden şöyle nakleder: O demiştir ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bana benimle evlen­mek istediğini söyledi. Ben de kendisine: "Benim durumumda olan bir kadın evlenemez. Zira ben, yaşı ilerlemiş aynı zamanda çok kıskanç bir kadimm. Ayrıca bakmaya mecbur olduğum kimseler de var" dedim. Peygamber Efendimiz de bana: "Ey Ümmü Seleme, ben senden daha yaşlıyım. Kıskançlığına gelince, bunu Allah senden giderecektir. Bak­makla yükümlü olduğun kimseler ise, Allah'a ve O'nun Resûlü'ne emânettir" buyurdu. Ben de bunun üzerine kabul ettim ve Resûlüllah beni nikâhı altına aldı."

Der ki: "Ümmü Seleme, kadınlar arasında bulunurdu, fakat sanki kadın değilmiş gibi, hiç kıskançlık duymazdı."

(Bunu, İbn-i Menya', Ebû Ya'lâ ve Abdullah bin Ahmed de çeşitli tarîklerden rivayet etmişlerdir.)

Ebû Nuaym Ümmü îskak'ın şöyle dediğine dâir bir haber naklet­mektedir: "Ben erkek kardeşimle birlikte Medine'ye hicret ettim. Hicret için yola çıktığımızda yanımızda bir azığımız yoktu. Kardeşim yolda gi­derken: "Azığımızı unuttum, Mekke'ye dönüp onu getirmeliyim" dedi ve geri döndü. Mekke'ye döndüğü zaman, kocam durumdan haberdâr ol­muş ve kardeşimi öldünnüşdü... Ben ise yapayalnız Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) hicret ettim ve kardeşimin, kocam tarafından Mekke'de öldürüldüğünü haber verdim. Benim üzüntü ve acımı çok iyi anlayan Hazret-i Peygamber; bir avuç su alıp onu yüzüme serpiverdi. Ben de silkelenip sanki kendime gelivermiştim."

Der ki: "Ümmü İshâk'a bâzı musibetler uğrardı, o da bunlardan sarsılmazdı. Gözleri yaşlanır, fakat bu gözyaşları yanakları üzerine dö­külmezdi. Yani çok sabırlı ve metanetli bir kadın olmuştu artık."

Ahmedİbn-i Sa'dBeyhekî ve Ebû Nuaym Sefineden şöyle rivayet ederler: "Bir gün bana: "Senin adın nedir?" diye sordular. Ben de dedim ki: "Benim adım Sefîne'dir. Bu adı bana Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) vermiştir. Şöyle ki: Biz, Peygamber Efendimiz ve ashabı ile birlikte yolda giderken, onlara yanında bulundurdukları eşyası ağır gelmişti. Peygamberimiz bana: "Haydi, kilimini yere ser!" diye emretti, ben de serdim. Sonra O ve arkadaşları eşyalarim bu kilimin üzerine koydular ve toparlayıp bana yüklediler. Bu sırada Efendimiz bana: "Endîşe etme, sen bir sefine (gemi) sin" buyurdular. Ben de bir sıkıntı çekmeden yükümü taşıdım, İşte bugünden itibaren bana Sefine denildi. Her ne zaman istesem, bir veya iki devenin taşıyabileceği yükü yüklenir, hiçbir sıkıntı çekmeden onu taşırdım." [3]

------------------------

19 PEYGAMBERİMİZİN UNUTKANLIĞI VE ÇİRKİN KONUŞMAYI GİDERMEK VE BİLGİ, ANLAYIŞ, HAFIZA VE HAYA KAZANDIRMAK ŞEKLİNDEKİ BAZI MUCİZELERİ

Peygamberimizin Unutkanlığı ve Çirkin Konuşmayı Gidermek ve Bilgi, Anlayış, Hafıza ve Haya Kazandırmak Şeklindeki Bazı Mucizeleri

Buhârî ve Müslim Ebû Hureyre’den şöyle rivayet eder: “Birgün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz bizlere konuştu ve: “Her kim elbisesini yere yazarsa, üzerine hadislerimden birçoğunu dökeceğim, sonra elbisenin sahibi bu hadislerime sahib olmuş olacak!” buyurdu. Ben hemen elbisemi yere yazdım. Sonra Peygamberimiz bizlere hadislerinden bazılarim söyledi. Sonra ben elbisemi yerden kaldırıp aldım. Allah’a yemin ederim ki, bundan sonra O’ndan işittiğim şeylerden hiç birini unutmadım.”[1]

Buhârî tek başına Ebû Hureyre’den şöyle nakleder: Ben dedim ki: “Ey Allah’ın rasulü, ben senden pek çok hadisler işitiyorum, sonra bunları unutuyorum.” Peygamberimiz bunun üzerine buyurdu ki: “Haydi ridânı yere yay!” Ben de derhal ridamı yere yaydım. Peygamberimiz de ridamın üzerine eliyle bir şey boşaltır gibi yaptı. Sonra bana: “Ridanı topla” dedi. Ben de topladım. Bu olaydan sonra, bir tek hadisi bile unutmadım.”

Sahihtir kaydıyla HakimBeyhekî, Ali’den şöyle rivayet eder: Rasulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) beni kadı (hakim) olarak Yemen’e göndermek üzere vazifelendirdi. Ben kendisine dedim ki: “Ey Allah’ın rasulü, beni şu genç yaşımda kadı olarak Yemen’e gönderiyorsun. Halbuki ben, onların arasında nasıl kadılık yapacağımı bilmemekteyim.” Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz mübarek eliyle göğsümün üzerine vurdu ve şöyle dua buyurdu:

“Allah’ım, onun kalbine hidayetler ver ve dilini hak üzere sabit eyle!” İşte böylece O’nun duasını alarak Yemen’e gittim ve orada İslâm kadısı olarak vazife yaptım. Toprak altındaki daneleri yarıp çimlendiren Yüce Allah’a yemin ederim ki, hiçbir iki kişi arasında hükmederken şek ve şüphe ettiğim olmamıştır! Rabbim, sevgili elçisinin o duası bereketiyle bana büyük ve üstün bir başarı verdi.”

İbn-i Sa’d Ali’den şöyle nakleder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beni Yemen’e gönderdi. Ben kendisine dedim ki: “Ey Allah’ın Rasulü, beni bazı yaşlı ve tecrübeli insanlara gönderiyorsun. Ben onlara karşı vazife yapmakta isabetli davranamamaktan korkuyorum..” Peygamber Efendimiz de bana dedi ki: “Hiç endişen olmasın, gerçekten Allah senin dilini hak üzere sabit kılacak, kalbini de hidayette kılacaktır!”

Taberani’nin Ebû Umame’den rivayeti de şöyledir: “Bir kadın vardı. Kadınların erkeklerle olan ilişkilerinden bahseder, çirkin sözler söylerdi. Bir gün, Peygamberimiz yemek yemekte iken O’nun yanına geldive Peygamberimiz’den yiyecek istedi. Peygamberimiz de ona yiyecek verdi. Fakat kadın bunu almayıp “Ağzimzdaki lokmayı istiyorum” dedi. Peygamberimiz de ağzındaki lokmayı çıkarıp verdi. Kadın bunu yedikten sonra, kendisini kuvvetli bir haya duygusu kapladı ve ölünceye kadar, bir daha kimseye çirkin bir söz sarfetmedi.” [2]  

------------------------

 

20 PEYGAMBERİMİZİN, ATICILIK YARIŞINDA KUVVET HUSULE GELMESİYLE İLGİLİ MUCİZELERİ

Peygamberimizin, Atıcılık Yarışında Kuvvet Husule Gelmesiyle İlgili Mucizeleri

Beyhekî'nin Seleme bin el-Ekua'dan rivayetine göre, bir gün Pey­gamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Eşlem kabilesinden bazı kimselerin atıcılık hususunda birbirleriyle yarışmakta olduklarim görmüş. Onların birbir­leriyle güzel bir şekilde yarışmalarına bakmış ve:

"Bu eğlence, pek güzel bir eğlencedir! Haydi atınız ve birbirinizle yarışimz! Şimdi ben, Seleme bin el-Ekva'ı tutuyorum, onu destekliyo­rum!" buyurmuştur. Orada yarışmakta olanlar da bunun üzerine yansı bırakmışlar ve: "Biz bu durumda, birbirimizle yanşamayız! Çünkü Hazret-i Peygamber taraf tutup Seleme'yi desteklemektedir. Bu takdirde Seleme bizlere muhakkak gâlib gelecektir!" demişlerdir.

Onların yarışmayı böyle bir gerekçe ile bıraktıklarim gören Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de bunun üzerine: "Haydi yansınız! Ben, sâdece Sele­me'yi desteklemekten vazgeçtim, şimdi hepinizi birden destekliyorum, hepinizle beraberim!" buyurmuştur.

Hazret-i Peygamber'in böyle buyurması üzerine, yeniden birbirleriyle yarışmaya başlayan bu kimseler, o günün akşamına kadar birbiriyle yarışmaya devam etmişler, fakat içlerinden hiç biri, bir diğerini yene­memiştir. Akşam olduğunda, tam bir beraberlik üzerine dağılmışlar­dır." [1]

Peygamberimizin Bir Diğer Mucizesi

İbn-i Sa'd'ın, bizzat Saîd bin el-Müseyyeb'in kendisinden olan rivayeti ise şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), dedem Hazn'e hitaben buyur­dular ki: "Senin adın: Sehl olsun!" Dedem ise, işin güzelliğini ve inceli­ğini anlıyamadığından: "Sehl, yumuşaklığı hatırlatır, bu ise merkebe yaraşır" dedi ve Rasulullah'ın teklifini kabul etmekten sakındı. Biz ise, dedemin ismini hatırlattığı huzuneti, yani gam ve kederi, bugüne kadar hep evimizde duyageldik."

Bu hususla ilgili olarak Buhârî'nin de Zührî tarikiyle Saîd bin el-Müseyyeb'ten, onun da babasından rivayet ettiği bir haber vardır ve şöyledir: Saîd'in babası el-Müseyyeb anlatır: "Bir gün babam Hazn, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına gelmişti. Peygamberimiz, ona adının ne ol­duğunu sordu. O da "Hazn" cevabim verdi. Bunun üzerine Hazret-i Peygam­ber, onun bu adim beğenmedi ve değtirmek istedi. Buyurdu ki: "Hayır, senin adın: Sehl olsun!" Babam ise şu karşılığı verdi: "Ben, bana vaktiyle babam tarafından verilmiş bulunan adımı değiştirmek istemem!"

el-Müseyyeb'in oğlu Saîd der ki: "İşte, dedemin bu anlayışsızlığı ve taşıdığı Hazn adı sebebiyle, bugüne kadar ailemizde huzunet, hüzün ve keder eksik olmamıştır."[2]

Cinlerin Şerrinden Sığ Inma Konusunda Meydana Gelen Bir Diğer Mucize

Hâkim, Übeyy hin Ka'b'tan şu heberi nakletmiştir: "Bir gün ben, Peyganıber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında idim. Bir A'râbî gelip dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, benim bir kardeşim var ve o çok ağır bir şekilde hastadır." Pey­gamberimiz ona, kardeşinin hastalığimn ne olduğunu sordu. A'râbî: "Kardeşim, cinlerin şerrine uğramış, cinnet hastalığına tutulmuştur" dedi. Peygamberimiz de kendisine: "Haydi kardeşini buraya getir!" bu­yurdu. A'râbî gidip kardeşini getirdi ve Peygamberimiz'in önüne oturttu. Peygamberimiz de bazı sûre ve âyetler okuyarak o hastayı, Allah'ın ko­rumasına havale etti. Peygamberimiz1 in okuduğu sûre ve âyetler şun­lardı:

1- Fatiha Sûresi,

2- el-Bakara Sûresi'nin baş tarafından dört âyet: (Elif lâm mîm ile başlayıp el-müflihîn'a kadar),

3- "Ve ilâhüküm ilâhün vâhidün" âyetiyle Ayete11-Kürsî,

4-  el-Ârâf Sûresinden "înne rabbekümullahü" diye başhyan 54. âyet,

5- el-Mü"minûn Sûresinin sonundaki üç âyet,

6- El-Cinn Sûresinin üçüncü âyeti,

7- el-Sâffât Sûresinin başından on âyet,

8- el-Haşr Sûresinin sonundaki üç ayet,

9- "Kul hüvallahü ehad" yâni Ihlâs Sûresi,

10- "Kul eûzü bi-rabbil-felak" Sûresi,

11- "Kul eûzü bi-rabbinnâsi" Sûresi.   '

Sevgili Peygamberimiz, bu sûre ve âyetleri okuyarak Allah'a olan duasını ve niyazim bitirdiği ve bütün serlerden Allah'a sığınma sûreleri olan "Kul Eûzü" leri okuyarak son verdiği zaman; o ârâbînin mecnûn olan kardeşi sapasağlam ayağa kalktı ve sanki hiç hasta olmamışa dön­dü." [3]

------------------------

21 PEYGAMBERİMİZİN ÇEŞİTLİ CANSIZLARLA İLGİLİ MUCİZELERİ

 Yiyecek ve Çakıl Taşlarimn Tesbîh Etmesi

 BezzârTaberânîEbû Nuaym ve Beyhekî Ebû Zerr'den rivayet e-derler. O şöyle demiştir: Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tek başına oturu­yordu. Ben gidip O'nun yanına oturdum, Az sonra yanımıza Ebû Bekir gelip oturdu. Daha sonrada Ömer ve Osman gelip oturdular. Peygam-berimiz'in önünde yedi tane çakıl taşı bulunuyordu. Peygamberimiz o çakıl taşlarım alıp avucunda topladı. Bu çakıl taşları Peygamberimiz'in elinde, arıların vızıldaması gibi ses çıkararak tesbîh etti. Ben, bu çakıl taşlarimn sesini ve teşbihini kendim işittim. Sonra Peygamberimiz, e-lindeki bu taşları yere koydu. Onların teşbihi de duyulmaz oldu. Pey­gamberimiz, daha sonra bu taşları Ebû Bekir'in avucuna koydu. Taşlar daha önceki gibi yine tesbîh etmeye başladı. Sonra Peygamberimiz bu taşlan alıp yere koydu. Taşların teşbihi de işitilmez oldu. Sonra bu taş­ları Ömer'in avucuna koydu. Taşlar yine tesbîh etmeye başladı. Yere koyduğu zaman da taşların teşbihi duyulmaz oldu. Sonra onları alıp Osman'ın eline koydu. Taşların teşbihi yine evvelkiler gibi duyulmaya başladı. Ben, bu seferinde dahi onların teşbihini kulağımla işitiyordum. Onlar, tıbkı arı sesi gibi ses çıkararak tesbîh ediyorlardı. Sonra bunları alıp yere koydu. Onların teşbihi de artık işitilmez oldu. Bunun üzerine . Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular:

"İşte bu, Peygamber'e halife olmanın bir nişanesidir." [1]

Bu konu ile ilgili olarak Enes'den (radıyallahü anhİbn-i Asâkir'in sevkettiği haber de ise şu fark vardır: "..Sonra Peygamberimiz bu taşları sırasıyla bizlerin eline koydu. Taşların teşbihi artık duyulmuyordu."[2]

Ebû Nuaymİbn-i Abbâs'tan nakledilen bir haberi şu şekilde ver­memektedir: Hadramût hükümdarları Resûlullah'ın huzuruna geldikle­ri zaman, içlerinde el-Eş'as bin Kays da vardı. Bunlar dediler ki: "Yâ Muhammed, bizler senin için aklımızda bir şey tuttuk, bunun ne oldu­ğunu bize haber ver bakalım!" Peygamberimiz de onlara şu karşılığı verdi:

"Sübhânellah! Sizin bu dediğiniz, kâhinlere yapılır ve onların işi­dir. Kâhinler ve onların kehânetleri ise, hiç şüphesiz cehennemdedir!"

Hadramût'tan gelen bu siyâsîler, bunun üzerine dediler ki: "Peki bizler senin, kâhin değil de bir Peygamber olduğunu nereden bileceğiz?" İşte onların bu sözü üzerine de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yerden bir avuç çakıl taşı alıp elinde tuttu ve:                     

"İşte bu taşlar, Benim Allah'ın elçisi olduğuma şahitlik edecektir!" buyurdu. Derhal bu taşların Allah'ı tesbîh ettiği duyuldu. Taşların, Resûlullah'ın elinde: "Sübhânellah, sübhânellah! = Allah her nevi kusur ve ayıplardan münezzehtir!" diyerek tesbîhde bulunduğu açıkça duyu­luyordu. Onlar dahî bunu duyup gördüler ve tereddüdlerine son vererek şehâdet getirip müslüman oldular." [3]

Ebû'ş-Şeyh, Kitâbu'I-Azamet adlı eserinde Enes bin Mâlik'ten şöyle nakleder: "Bir gün Peygamberimiz'e (sallallahü aleyhi ve sellem), tirid dedikleri yiyecekten getirdiler. Bu sırada Peygamberimiz: "Bu yiyecek, Allah'ı tesbîh eder!" buyurdu. Oradakiler dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, siz onun teşbihini anlıyor musunuz?" Peygamberimiz: "Evet" buyurdu ve oradakilerden birini çağırıp: "Haydi bu yiyeceği al ve şu arkadaşına yaklaştır. Onun tesbîh etmekte olduğunu duymaya çalışsın!" buyurdu. O adamcağız da öyle yaptı. Yiyecek kendisine yaklaştırılan adam da dedi ki: "Evet ey Allah'ın Resulü, bu yiyecek Allah'ı tesbîh etmektedir." Sonra Peygam­berimiz o yiyeceği, sırasıyle birkaç kişiye daha yaklaştırmalarim em­retti. Onlar da aynen önceki arkadaşları gibi, o yiyeceğin tesbîh etmekte olduğunu duyduklarim söylediler. Sonra Peygamberimiz bu yiyeceğin yerine konulmasını istedi. Bazıları ise dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, emretseniz de buradakilerin hepsi, bu yiyeceğin teşbihini teker teker duysalar." Peygamberimiz de bunun üzerine şöyle buyurdular: "Eğer böyle yaparsam, içinizden birisi, bu yiyeceğin tesbîh etmekte olduğunu duyamadığım söylerse, bunun bir günahı sebebiyle duyamadığı gibi bir zanna kapılırsınız. Bu sebeble bu isteğinizi yerinde bulmuyorum." [4]

Yine Ebû'ş-Şeyk Hayseme'den şu haberi nakleder: Ebû'd-Derdâ bir gün tencerede yemek pişiriyordu, tencere birden yere kapandı ve bu sı­rada tesbîh ettiği duyuldu.

Kardeşlik akdi sırasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından birbirle­riyle kardeşleştirilraiş bulunan Ebû'd-Derdâ ile Selmân-ı Fârisî, birlikte oturup yemek yerler ve bu sırada sofralarındaki tepsinin ve yiyeceğin "sübhânellah!" diyerek Allah'ı tesbîh ettiğini işitirlerdi.

(Bu haberi şu şekilde Kays'dan rivayet edenler, Beyhekî ve Ebû Nuaym olmuştur). [5]

Hurma Kütüğünün İnlemesi

Buharî'nin bu hususla ilgili rivayeti şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), önceleri hurma kütüğüne dayanarak hutbesini okurdu. -Kendisi için minber yapıldıktan sonra, minber üzerinde hutbesini irâd etmek için çıktığında, bu hurma kütüğünün sabî çocukların ağlaması gibi bir ses çıkararak ağlayıp-inlediği duyuldu. Peygamberimiz de bunun üzerine minberden inerek hurma kütüğünün yanına geldi ve onu kucaklayıp susturmaya çalıştı. Hurma kütüğü, yavaş yavaş inlemesini azaltarak sustu. Buyurdu ki: "Bu hurma kütüğü, Allah'ın zikrini duyması üzerine zaman zaman ağlar idi. [6]

(Buhârî'nin Câbir b. Abdullah'tan başka bir rivayeti daha vardır.)

Dârimî Abdullah bin Büreyde tarikiyle şu haberi nakletmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hutbesini okurken hurma kütüğüne dayanırdı. Kendisi için minber yapılınca, hurma kütüğünü terketti. Minber üzerine çıkıp hutbesini okumaya başlayınca, hurma kütüğü feryâd etmeye baş­ladı. Peygamberimiz de bunun üzerine minberden inerek hurma kütü­ğünün yanına geldi ve mübarek elini onun üzerine koyarak onu susturdu. Bu sırada kütüğe hitaben: "istersen seni eski yerine dikeyim de orada eskisi gibi olasın! İstersen seni cennete dikeyim, orada cennetin nehirlerinden sulanarak neşvü nema bul, meyveler ver de Allah'ın dostları senin mpyveîerinden afiyetle yesinler! Seçim senin, sen nasıl istersen öyle olsun!" buyurdu. Kütük, Peygamberimiz'in bu ikinci tekli­fini kabul etmiştir. Zira onlar Peygamber Efendimize sormuşlar: "Kütük h^ıngi şıkkı kabul etti?" demişler. Peygamberimiz de onlara verdiği ce-vabta: "O, cennette olmayı seçti" buyurmuştur.

(Bunu, aynı tarîkten ve Hazret-i Âişe'den olmak üzere Taberânî ile Ebû Nuaym dahi rivayet etmişlerdir. Bu mealde bir rivayeti, Beğavî, Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir Übeyy bin Ka'b tarîkinden de rivayet etmişler­dir).

Ahmedİbn-i Sa'd, Dârimî, İbn-i MâceEbû Nuaym ve Beyhekîİbn-i Abbâs'tan şu haberi nakletmektedirler: Peygamberimiz de minber­den inerek hurma kütüğünün yanına gelmiş ve onu kucaklayarak teskin etmiştir. Bu sırada Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Ben, minberden ine­rek onu teskin etmesem, o kıyamete kadar feryâd etmeğe devam eder­di!"

(Bu hususta ve bu mealdeki bir rivayeti de Dârimî, TirmizîEbû Ya'lâBeyhekî ve Ebû Nuaym, Enes bin Mâlik tarikiyle vermektedir­ler.),

İbn-i Sa'dİbn-i RâhûyeBeyhekî, Sehl bin Sa'd el-Sâidî'den şu farklı haberi vermektedirler: "..Mescidte bulunan ashâbtan bazıları da hurma kütüğünün yanına gelerek onun feryadından müteessir oldukla­rından orada ağlaşmaya başladılar ve çokça ağladılar. Peygamberimiz de minberden inerek hurma kütüğünün yanına geldi ve mübarek elini onun üzerine koyarak onu susturdu."

(Yine Beyhekî ile Ebû Nuaym'in bu mealdeki bir haberi, Ümmü Seleme tarikiyle sevkedilmiş bulunmaktadır.)

Zübeyr bin Bekkâr da Medîneye Ait Haberler adlı kitabında, Ebû veddâ oğlu Muttalib'ten yaptığı rivayetle şu farklılık vardır: "..Peygamber'den ayrılmış olmak sebebiyle feryâd edip inlediği için onu ayıplamayimz! Çünkü Allah'ın Resûlü'nden ayrılmış olmak, hiç bir şey için, kolay birşey değildir." [7]

İmâm-ı Beyhekî, Ebû Hatim el-Râzî tarikiyle Amr bin Sevâd'dan şöyle rivayet etmektedir: "Bana İmâm Muhammed bin îdrîs el-Şâfiî dedi ki: Sânı Yüce Allah, Muhammed'e verdiğini, Peygamberlerinden hiç bi­rine vermiş değildir!" Ben de onun bu sözüne karşılık: "Peki, ölüleri di­rilten Îsâ'ya dahî vermemiştir, diyebilir misiniz?" dedim. İmâm-ı Şafiî de buyurdu ki: "Evet, ölüleri dirilten isa'ya dahi vermemiştir! Zira sânı yüce Allah, Resulü Muhammed'e hurma kütüğünün feryâd etmesi mucizesini vermiştir. Bu ise, isa'ya verdiği ölüleri diriltme mucizesinden daha büyük bir mucizedir!"[8]

Dağın Yerinden Oynaması Mucizesi

Buharî ve Müslim Enes'in şöyle dediğini rivayet ederler: Peygam­ber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir gün yanında ashabından bazıları ile birlikte Uhud (veya Hıra) dağimn üzerinde bulunuyordu. Yanında bulunan ashabı ise Ebû Bekir, Ömer ve Osman idiler. Dağ, sallanmaya başladı. Bunun üzerine Peygamberimiz:

"Dur ey dağ, dur! Senin üzerinde bir Peygamber, bir sıddîk ve iki şehîd bulunmaktadır!" buyurdular.

(Ebû Ya'lâ ile Beyhekî'nin Sehl bin el-Sâidî'den rivayet ettikleri haber de, aynen bu mealde bulunmaktadır. Yalnız bu ikisinin rivayetinde: "..Uhud Dağı üzerinde bulunuyordu" denilmekte, ayrıca "Veya" şıkkı bulunmamaktadır.)

Müslim'in tek başına Ebû Hüreyre'den olan rivayeti de böyledir. Yalnız onun bu rivayetinde şu fazlalık ve farklılık bulunmaktadır: "Peygamberimiz'in yanında Talha ile Züheyr de bulunmakta idi. ve Peygamberimiz bu münâsebetle: "Dur yâ dağ, zira senin üzerinde ya bir Peygamber, ya bir sıddîk, ya da bir şehîd bulunmaktadır!" buyurmuş­tur.

(İmâm-ı Ahmed'in, Büreyde'den olan rivayetinde ise, Uhud Dağı­nın adı geçmemekte ve sâdece Hıra Dağı zikredilin ektedir.) [9]

Mimberin Yerinden Oynaması Mucizesi

AhmedMüslim, Nesaî ve İbn-i Mâceİbn-i Ömer'den şöyle rivayet ederler: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), minber üzerinde hutbesini okuyor ve şöyle buyuruyordu: Kudreti sonsuz olan Allah gökleri ve yeri elinde dürer de şöyle buyurur: Cebbar olan Benim! Yeryüzünde cebbârhk yapanlar hani neredeler? Boş yere büyüklenip mağrur olanlar, hani nerdeler?"

Peygamberimiz, hutbesinde böyle buyuruyor ve sağına soluna sal­lanıyordu. Hatta bu sırada minbere baktığımda onun alt tarafimn sal­lanmakta olduğunu gördüm. ve heyecana kapılıp; "Neredeyse minber, Peygamberimizle birlikte yere düşecek!" demekten kendimi alamadım."

Sahihtir kaydıyla Hâkim İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Bana Validemiz Hazret-i Âişe haber verdi ve dedi ki: Bir gün ben, Peygam-ber'e (sallallahü aleyhi ve sellem), Yüce Allah'ın:

"Allah'ı gereği gibi bilemediler. Halbuki kıyamet günü yer, tama­men O'nun avucu içindedir, gökler de sağ elinde durulmuştur. O, onların ortak koştuklarından çok uzak ve yücedir!"[10] mealindeki âyeti hak­kında sordum. O da bana verdiği cevabta şöyle buyurdu:

"Yüce Allah buyurur ki: "Ben Cabbâr'ım, Ben Benim." Bu şekilde Cenab-ı Hakk, kendisini yüceltir de yüceltir. İşte bu şekilde Resûlullah Efendimiz bunu söylerken, üzerinde bulunduğu minberle birlikte yere düşecek şekilde sağa sola sallanmıştır. Biz bu sırada: "Hiç şüphesiz, Peygamberimiz minberle birlikte yere düşecektir" demiştik.

Bezzâr ve İbn-i Adiyy de İbn-i Ömer'den şu haberi vermektedirler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hutbesini okurken minber üzerinde Zümer Sûresinin mezkûr âyetini sonuna kadar okuduğu zaman, öylesine şiddetli ve kuv­vetli bir şekilde okudu ki, üzerinde bulunduğu minberle birlikte şöyle üç defa gidip geldi. Biz kendisinin düşeceğine muhakkak nazarıyla bak­mıştık, fakat böyle bir şey olmadı." [11]

Ölüp de Yerin Kabul Etmediği Kimse Hakkındaki Mucize

Buhârî ve Müslim ile birlikte Beyhekî ve Ebû Nuaym, Enes'ten şöyle rivayet ederler: "Adamın biri, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gelen ilâhi vahyi yazıyor (vahiy kâtipliği yapıyor) idi. Peygamberimiz'in kendisine: "Aye­tin sonunu: "Semîan basîrâ" olarak yaz!" emrine rağmen, "Alîmen hakîmâ" diye yazardı. Peygamberimiz kendisini ikâz buyurup: "Aynen benim dediğim gibi yaz!" dedi. O ise kendi kendine "nasıl istersem öyle yazarım" deyip itaatsizlik eder, Peygamberimiz1 in söylediğini aynen yazmazdı. Peygamberimiz kendisine: "Bu âyetin sonuna ise, "alîmen hakîmâ" diye yaz!" buyurur, bu sefer o: "Semîan basîrâ" diye yazardı."

Derken adam, irtidâd edip İslâm'ı kesin olarak terk etti, kaçıp müşriklere katıldı ve: "Ben, içinizde Muhammed'i en iyi biîeninizim! Ben, ona vahiy kâtipliği yaparken, O'nun bana emrettiği gibi değil, kendimin istediği gibi yazardım!" diye konuşmaya başlamış. Derken ölüp gitmiştir. Onun geberdiği haberini alınca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Yer­yüzü onun cesedini kabul etmiyecektir!" buyurmuştur. Gerçekten de onun cesedini toprağa verdikleri zaman, yeryüzü onun cesedini kabu-letmeyip dışarı atmıştır. Böylece mucize (efendimizin verdiği haber) de gerçekleşmiştir."

Ebû Talha da der ki: Ben o adamın Öldüğü yere uğradığım zaman, hâlâ onun cesedi dışarıda idi. "Bu ne haldir?" diye sorduğumda, orada­kilerden aldığım cevab: "Biz onu toprağa defnettik, fakat yeryüzü onu kabul etmedi" şeklinde olmuştur.[12]

Peygamberimize Ya'lân İsnâd Eden Adam ve Onun Öldürülmesi Hakkındaki Mucize

El-Mûsannef adlı kitabında Aldürrezzâk, Beyhekî, Said bin Cü-beyr'den şu haberi nakletmektedirler: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabın­dan ensâra âit kasabalardan birine bir adam gelip: "Beni size, Peygamberimiz gönderdi ve kasabanızdan falancanın kızını bana ni­kahlamanızı emretti!" diye iddia etti. Halbuki onu Peygamberimiz gön­dermemişti. Bu şekilde o, kendiliğinden Peygamberimiz'e yalah isnad etmişti. Bunun üzerine Peygamberimiz derhal o kasabaya AH ile Zü-beyr'i gönderdi ve onlara: "Hemen oraya gidiniz ve onu sağ olarak bu­lursanız muhakkak öldürünüz! Fakat ben sizlerin onu sağ olarak bulacağimza kani, değilim" buyurmuştur. Onlarda derhal yola çıkıp o kasabaya geldiler. Fakat o adamın bir yılan tarafından sokularak ölmüş olduğunu gördüler."

Beyhekî, Atâ bin el-Sâib tarikiyle Abdullah bin el-Hâris'in şöyle dediğini nakleder: "Cedced el-Cündei adındaki adam, bir gün Yemen'e gelip bir kadına ık oldu. O, kendiliğinden bir yalan uydurup: "Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem) size, o kadim bana göndermenizi emretmiştir?" diyor. Onlar da şu karşılığı veriyorlar: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bizlere zinayı kesin olarak haram kılmıştır. Seninle bizlere böyle bir haber gönderip gön­dermediğini, bir adam göndererek Peygamberimiz'den sual eyliyeceğiz." Böyle diyorlar ve derhal bir adam gönderiyorlar. Peygamberimiz de Bunun üzerine Ali'yi Yemen'e gönderiyor ve ona: "Derhal o adama git. Eğer onu sağ olarak ele geçirirsen derhal öldür, eğer ölmüş olarak bulursan cesedini ateşe verip yak!" buyuruyor. Ali derhal yola çıkmış ve oraya vardığında Cedced'i ölü olarak bulmuştur. Zira o, geceleyin su almak için dışarı çıktığında, bir yılan kendisini sokup öldürmüştür." [13]

 

21-1 Mervân’ın Babası Hakem Hakkında Vukua Gelen Mucize

Sahihtir kaydiyle HâkimBeyhekî, ve Taberânî Ebû Bekr'in oğlu Abdurrahman'ın şu haberini vermektedirler: Mervân'ın babası Hakem bin Ebû'l-As, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında oturur, Peygamberimiz ko­nuştuğu zaman, yüzünü kımıldatarak O'nu alaya alırdı. Bu yüzden Peygamberimiz de kendisine: "Hep böyle ol!" diyerek bedduada bulundu. Böyle bir bedduaya uğramış olan Hakem, tâ ölünceye kadar hep böyle yüzünü kımıldatmak zorunda kaldı."

Yine Beyhekî İbn-i Ömer'den şu haberi vermektedir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir gün bir hutbe irâd ettiler. Peygamberimizin arka tarafında bulunan bir adam, O'nun hutbesini, dilini çıkararak tekâza ve alaya a-lıyordu. Peygamberimiz de kendisine, bu küstahlığı sebebiyle: "Böylece kal!" diyerek bedduada bulundu. Bunun üzerine adam, yerinde yığılıp kaldı. Onu oradan alıp evine götürdüler, tam iki ay kendisine gelemedi. Sonra kendisine geldi ise de, Peygamberimiz1 in kendisi hakkında bu­yurdukları gibi, hep dilini ve ağzim büküp dolandırır oldu."

Yine Beyhekî, Mâlik bin Dinar'dan şöyle rivayet eder: Bana Pey­gamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) zevcesi Hatice'nin oğlu Hind haber verdi ve dedi ki: Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hakem'e uğradı. Hakem, Peygamberimizi alaya alıcı yüz hereketleri yapıyordu. Onu bu şekilde gören Peygamberimiz: "Allah'ım, onu hep böyle yap!" diyerek bedduada bulundu. O da orada büyük bir sarsıntı ve titreme geçirerek, hep böyle yapar hâle geldi."

(İmâm Beğavî de, bunun benzeri bir haberi sevkeder ve "Mervân'ın babası Hakem, böyle yaptı" der. Abdullah bin Ahmed de, Zeyâidü'z-Zühd adlı eserinde aynı haberi vermekte ve: "Hakem bin Ebû'l-Âs, Peygam­berimizin kendisi için bu şekilde beddua etmesinden sonra, yerinden kalkmadan bu hâle geldi ve hep böyle yapar oldu" der.)[14]

Ateşin Yakmaması Şeklinde Vukua Gelenmûcize

İbn-i Vehb, İbn-i Lühey'a'nın şöyle dediğini nakleder: Büyük bir fitne olarak zuhur eden Ya'lâncı Peygamberlerden Esved el-Ansî, pey­gamberlik iddiasında bulunduğu zaman, emrindeki asker ve adamlarla Yemen'deki San'â şehirini ele geçirmişti. Züeyb bin Külâb'ı yakalatıp kendi yalanim tasdîk etmediği için ateşe attırmak istedi ve hazırlattığı ateşe attırdı ve ateş kendisine bir zarar vermedi. Durumu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabına haber verdiği zaman, Ömer tbnü'l-Hattab (radıyallahü anh), büyük bir sevinç ve sürür duyarak: "İbrahîm (aleyhisselâm)'ın ateşte yanmasına izin vermeyen Yüce Allah'ın, ateşin kendisine zarar vermediği bir şahsiyeti bu ümmette de göstermesi sebebiyle, Yüce Allah'a çok hamdederim" de­miştir."

(Bu hususta Kitâbü's-Sahabe adlı kitabında Abdan şöyle demek­tedir: Olayda adı geçen Züeyb: Küleyb bin Rabîa'nın oğlu Züeyb bin Kü-leyb el-Havlânî'dir. Yemenliler içinde ilk defa müslümanlığı kabul eden şahsiyettir. Resûlullah ile bizzat sohbet edip etmediğine dâir bize ulaşan bir bilgi bulunmamaktadır. Künyesi Ebû Müslim'dir.)

İbn-i Asâkir, Ebû Bişr künyesi ile anılan Cafer bin Ebû Vahşiye tarikiyle şu haberi nakletmiştir: Havlân'lı bir adam, müsîüman olduğu zaman, kavmi kendisini müslümanhktan çevirmek için zorladı, o da red edince onu ateşe attılar. Ateş onu yakmadı, sâdece abdest alırken yıka­nan uzuvlarimn dışında bazı yerleri biraz zarar gördü. Ebû Bekir'in halifeliği zamanında Medine'ye geldi ve halîfe ile tanıştı. Halîfe kendi­sine: "Benim için dua ve istiğfar ediver!" ricasında bulundu. O da Ebû Bekir'e hitaben şu karşılığı verdi: "Siz, dua ve istiğfar edivermeğe daha lâyıksınız!" Halife de kendisine: "Sen Allah yolunda azâb olunan, ateşe atılıp yanmamış bulunan bir adamsın ve benim için dua ve istiğfar edi-vermelisin!" O da halîfenin bu ricası üzerine, onun için dua ve istiğfar ediverdi."

(Züeyb bin Külâb -yâni Ebû Müslim el-Havlânî- sonra Şam'a gitti. Şam'lılar kendisi hakkında şu benzetmeyi yaparlardı: Bu Ebû Müslim el-Havlânî, İbrâhim (aleyhisselâm)'a benzemektedir.) [15]

Yine İbn-i Asâkir, îsmâîl bin Ayyaş tarikiyle Şürahbil bin Müs­lim'den şu haberi nakletmiştir: Esved el-Ansî Yemen'de Peygamberlik davasına kalkıştığı zaman, Ebû Müslim el-Havlânî'yi yakalatıp huzu­runa getirtti ve ona: "Sen, benim Peygamber olduğumu tasdik eder mi­sin?" diye sordu. O da: "Kulağım işitmiyor!" diyerek karşılık verdi. Esved: "Peki Muhammed'in Peygamber olduğunu tasdik ediyor musun?" diye sordu. O da: "Evet" karşılığim verdi. Bunun üzerine gadaba gelen el-Esved, büyük bir ateş yaktırdı ve onu bu ateşe attırdı. Ateş ise ona zarar vermedi. Esved'e yakınları, Ebû Müslim'i sürgün etmesini, aksi halde kendileri için çok zararlı olacağını telkin etmişler. O da onu sür­gün etmiş. Bunun üzerine yola çıkan Ebû Müslim, Medine'ye gelmiş. Ebû Bekir, kendisinin gelişi üzerine: "İbrâhim (aleyhisselâm) gibi ateşe atıldığı halde ateş kendisine zarar vermemiş olan bir adamı, şu ümmet içinde bize gösteren ve onunla tanışmayı nasib eden Yüce Allah'a, hamd ü se­nalar olsun!" demiştir.

(Bu olay sebebiyle Havlanlılar, Ansîler ile karşılaştıkları zaman: "Sizin hemşehriniz olacak Esved el-Ansî bizim hemşehrimiz Ebû Müs­lim'i ateşe attırmış, fakat ateş kendisine bir zarar vermemiştir" derler­miş.) [16]

İbn-i Sa'd şöyle der: "Bana Yahya bin Hammâd söyledi. Ona Ebû Uvâne, ona Ebû Belec, ona da Amr bin Meymûn haber vermiştir, Amr demiştir ki: "Bir gün müşrikler, Ammâr bin Yâsir'i ateşe attılar. Resûlullah Efendimiz de ona uğruyor, onun başim eliyle okşuyor ve şöyle diyordu: "Ey ateş sen ona karşı da serin ve selâmet ol, Ammâr'ı yakma! Nitekim İbrâhim'e (a.e.) karşı da serin ve selamet olmuştun, onu yak­mamış tın!"

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu münasebetle şunu da söylüyordu: "Ey Ammâr, sana ben acıyorum. Seni, kendi halifelerine isyan etmiş bir zümre katledecektir." [17]

Ebû Nuaym, Abbad bin Abdü's-Samed'den şöyle nakleder: Bir gün biz., Enes bin Mâlik'in evine gitmiştik. Enes: "Ey câriye sofrayı kur" diye seslendi. Câriye de hemen sofrayı getirdi. Sonra Enes, "mendili getir" dedi. Hizmetçi kız da bir mendil getirdi. Enes: "Hemen fırim yandır" dedi. Fırın yakıldı ve Enes o kirli mendili fırın içine -ateşe- attı. Sonra tertemiz ve bembeyaz bir şekilde çıkardı. Biz hayret ettik ve: Tâ Enes bu nedir?"-diye sorduk. Enes de bizlere şu karşılığı verdi: "Bu mendil, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) sağlığında kullandığı mendildir. Bununla Efendi­miz, mübarek yüzlerini silerlerdi. Biz bunu, kıymetli bir hâtıra olarak saklar ve de yüzümüzü silerek kullanırız. Kirlendiği zaman da, böylece sizlerin de gördüğünüz veçhile ateşe bırakıp temizleriz. Zira ateş, Pey­gamberlere ait olup onların mübarek yüzlerine değmiş olan eşyadan herhangi bir şeyi yakmaz."

(Bu hadisin râvîsi Abbâd bin Abdüs-Samed zayıftır. Buhârî onun hadislerinin münker olduğunu söyler, tbn Adiy ise: "Onun bütün rivayetleri Ali'nin faziletine dâirdir, o çok aşırı bir şîîdir" der.)[18]

Asanın (Bastonun), Kamçimn ve Parmakların Işık vermesi Mucizeleri

HâkimBeyhekî ve Ebû Nuaym Ebû Abs bin Cebr'den şöyle rivayet ederler: "Ebû Abs, günün beş vaktini Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte kılar, sonra Harise Oğullarimn yurduna dönerdi. Yine böyle bir gün, günün son namazı olan yatsı namazını Hazret-i Peygamberin arkasında» ona uya­rak kılmış ve namazdan sonra yola çıkmıştı. Gece çok karanlık ve yağışlı idi. Elindeki asası ışık vermeye başladı ve önünü aydınlattı. Harise O-ğulları yurduna varıncaya kadar da ışık vermeye devam etti." [19]

Buhârî Enes'ten şöyle rivayet eder: "Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabın­dan iki adam, karanlık bir gecede Hazret-i Peygamber'in huzurundan ayrı­larak yola koyuldular. Yanlarında, yâni bunlardan her birinin önünde bir kandil gibi iki adet ışık meydana geldi ve onların önünü aydınlattı. Bu iki arkadaş yol ayırımına geldikleri ve birbirinden ayrıldıkları zaman da bu iki kandilden her biri, onlardan birinin önünce giderek yolunu aydınlatmaya devam etti. Hattâ o kişi evine varıncaya kadar devam etti."

İbn-i Sa'd, sahihtir kaydiyle HakimBeyhekî ve Ebû Nuaym'inyine Enes'ten rivayetleri ise şöyledir: "Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabından Abbâd bin Bişr ile Üseyd bin Hu<Jayr, bir ihtiyaçları sebebiyle Hazret-i Pey­gamber'in yanında idiler. Bir müddet geçmişti ve çok karanlık bir gece idi. Asalarim ellerine alarak Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) huzurundan ayrılıp yola koyuldukları zaman, bunlardan birinin asasında bir ışık meydana geldi ve önlerini yetecek derecede aydınlattı. Bunlar böylece yollarına devam edip birbirinden ayrıldıkları zaman, diğer sahabinin asası önün­de de bir ışık meydana geldi. Böylece her ikisi evlerine varıncaya kadar bu ışıktan aydınlanmaya devam etti."

Ebû Nuaym'in tek başına ve yine başka birttarîk ile Enes'ten nak­lettiği haber de şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Ömer, bir gün gecenin geç vaktine kadar Ebû Bekir'in evinde kalıp konuşmaya devam ettiler. Sonra çıkıp yola koyuldular. Ebû Bekir de onlarla birlikte çıktı. Gece çok karanlık idi. Fakat onlardan birinin elindeki asada bir ışık meydana geldi ve onlar yerlerine varıncaya kadar önlerini aydınlatmaya devam etti."

BeyhekîEbû Nuaym ve Târih'inde Buharî Hamza el-Eslemî'den şöyle rivayet ederler: "Bir gün biz, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında idik ve onunla birlikte seferde bulunuyorduk. Gecenin zifiri karanlığında yolu­muza devam ediyorduk ve nihayet birbirimizden ayrıldık. Tam bu sırada benim parmaklarımın ucunda bir ışık meydana geldi. Benimle birlikte seferine devam edenler, kendileri ve binit hayvanları bu ışıktan fayda­lanarak yolumuza devam ettik. İçimizden hiç biri karanlık sebebiyle bir zarar görmedi, hayvanlarımızdan her hangi biri, yanlış bir adım atıp da yükünü veya sahibini atmadı." [20]

Ebû Nuaym Ebû Scâd el-Hudri'detı şöyle rivayet eder: "Çok karan­lık ve yağışlı bir gece idi. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), yatsı namazını kıldır­mak üzere dışarı çıktığı zaman şiddetli bir şimşek çaktı ve ortalığı ışığa boğdu. Bu sırada yakimnda Katâde bin Nûmân'ı gören Hazret-i Peygamber ona: "Ey Katâde, namazı kıldıktan sonra hemen ayrılma ve beni bekle! Sana olan emrimi aldıktan sonra yoluna devam et! buyurdu. Namaz kı­lındıktan sonra Hazret-i Peygamberi bekleyen Katâde bin Nûmân'a Pey­gamberimiz, bir baston verdi ve: "Bunu eline al ve onun vereceği ışığın aydınlığında yoluna devam et! Bu senin ön tarafından on zira, arka ta­rafından da on zira kadar mesafeyi aydınlatacaktır!" buyurdu. [21]

Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz İçin Onların Eve Gidecekleri Sırada Aniden Bir Işığın Beliri-vermesi Mucizesi

Sahihtir kaydiyle HâkimBeyhekî ve Ebû Nuaym Ebû Hüreyre'den şöyle rivayet ederler: "Bir gün biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte yatsı namazını kılmıştık. Peygamberimiz bizlere namazı kıldırırken, Hasan ve Hüseyin efendilerimiz de O'nun yanında idiler ve henüz çocuktular. Peygamberimiz secdeye vardığı zaman, hemen O'nun arkasına atlıyor­lardı. Peygamberimiz de başım secdeden kaldırdığı zaman onları tutup sağına ve soluna bırakıyordu. Onlar, tekrar diğer secdede de böyle ya­pıyorlar, Peygamberimiz de öyle yapıyordu. Namaz kılimp bitirildiği zaman, onlar her ikisi de Peygamberimiz'in önünde duruyorlardı. Ben Hazret-i Peygamber'e yaklaşarak: "Ey Allah'ın Resulü, onları evlerine götü-rüvereyim mi?" diye sordum. Peygamberimiz: "Hayır" buyurdular. Der­ken aniden bir ışık belirdi. Bunun üzerine Peygamberimiz, onlara hitaben: "Haydi, şimdi derhal evlerinize gidiniz!" buyurdu. Onlar da yürüyerek evlerine gittiler. Fakat, evlerine ulaşıncaya kadar hep bu ışı­ğın aydınlığında yürüdüler ve hiç karanlık görmediler." [22]

Ebû Nuaym, yine Ebû Hüreyre'den fakat başka bir tarîkten olmak üzere şu haberi nakletmiştir: "Bir gün Hasan, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) ya­nında idi. Vakit gece idi ve çok karanlıktı. Peygamberimiz, torunu Ha-san'ı çok seviyordu. Hasan: "Ben anama gideceğim" dedi. Bunun üzerine ben, hemen: "Onu evine götüreyim yâ Resulallah" diyerek izin istedim. Fakat Peygamberimiz "hayır" dedi ve izin vermedi. Derken semâdan bir ışık geldi ve Hasan'ın önünde durdu. Peygamberimiz de bunun üzerine Hasana evine gitmesini emretti. Hasan yürüyerek anasına gitti. Fakat anasının yanına varıncaya kadar hep bu ışığın aydınlığında yürüdü ve hiç karanlık görmedi." [23]

Güneşin Batmasından Sonra Gerî Gelmesi Mucizesi

İbn-i Mende, İbn-i Şâhîn ve Taberânî (senedlerinden bazıları Sahîh-i Müslim'in şartlarına uygun olarak), Esma bint-i Umeys'ten şu haberi naklederler: "Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) vahiy gelirken, kendileri Ali'nin dizleri üzerine başim koymuş bir şekilde uzanmakta idiler. Ali, henüz ikindi namazını kılmamış idi. Derken O, ikindi namazını kılamadan güneş battı. Bunun üzerine Peygamberimiz şu duada bulundular: "Ey Allah'ım, o senin ve senin Resulünün itaatinde idi, bu yüzden namazını kılamadı. Güneşi onun üzerine geri çevir de namazını vaktinde lalsın!"

Esma der ki: Ben, bu olay sırasında güneşin battığim, sonra battığı yerden doğup geri geldim' gördüm." [24]

Yine Taberânî iyi bir senedle Câbir'den şunu anlatmaktadır: "Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem) güneşe bir müddet gecikmesi için emretti, güaıeş de Bunun üzerine gecikti ve gecikmiş olarak battı." [25]

Mübarek Elini Koymasıyla Kartal Resminin Kaybolması Mucizesi

Beyhekî Âişe'den şu haberi nakletmiştir: Bir gün ben, kırmızı renkli bir pike ile örtünmüş yatıyordum. Az sonra Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yanıma geldi. Örtündüğüm pikede bir resını vardı. Peygamberimiz onu görünce şiddetle alıp attı ve: "Kıyamet günü insanların en çok azab gö­recek olanları, Allah'ın yaratmasına benzeterek canlı resmi yapanlardır" buyurdu.

Yine Âişe dedi ki: "Bir gün Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), elinde kartal resınıli bir kalkan ile yanıma geldi. Sonra elini kartal resminin üzerinde gezdiriverdi. Yüce Allah, kalkan üzerindeki o kartal resmini derhal gi­dermişti [26]

İbn-i Sa'dİbn-i Ebî Şeybe ve İbn-i Asâkir, Mekhûl'dan naklen şu ha­beri vermiştir: Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) bir kalkanında bir koç başı resmi vardı. Bu resmin bulunmasından Hazret-i Peygamber rahatsız olmuştu. Aynı günün sabahında baktık, kalkan üzerindeki bu resınıden hiç bir eser kalmamıştı.

İbn-i Mende, Beyhekîİbn-i Seken, İbn-i Sa'dİbn-i Asâkir ve Târîk'inde Buharî: Ebû'ş-Şa'sâ'nın kızı Âmine ile Kutbe bin el-Alâ'dan şu haberi nakletmişlerdir: "Bir gün ben, Peygamber'in (s.av.) yanına gitmiştim ve müslüman olmaya da kararlı idim. Yanında bazı köleler de vardı. Ben hiç tereddüd ve tevakkuf etmeksizin İslâm'ı kabul ettim. Buna oldukça sevinen Hazret-i Peygamber {sallallahü aleyhi ve sellem), mübarek elini başımın ü-zerinde gezdirerek bana iltifatta bulundu."

Yukarıda adı geçen râvîlerin her ikisi de, Ebû Süfyân'ın bir kölesi hakkındaki bu olayla ilgili olarak demişlerdir ki: "Onun yaşı hayli iler­lediği zaman, başına kır düşmüştü. Fakat Hazret-i Peygamber'in mübarek elini gezdirdiği yer, aynen o zamanki gibi sınısiyah idi." [27]

İbn-i Sa'dİbn-i Mende, Beğavî ve İbn-i Asâkir, Sâib bin Yezîd'in azatlısı At&'dan şu haberi nakletmişterdir: "Efendim Sâib'in başındaki saçı, tepesinden alnına doğru siyah diğer kısınıları ise beyaz idi. Ben e-fendim Sâib'e dedim ki: "Efendim, sizin saçimzın bu durumu nedir? Ben bunda, başkalarında görmediğim şaşılacak bir durum görüyorum!" O da bana cevabında dedi ki: "Evladım, ben sana merak ettiğin durumu haber vereyim, şöyle ki: Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bana uğramıştı. O sırada benim yanımda küçük çocuklar da bulunuyordu. Hazret-i Peygamber bana: "Senin adın nedir?" diye sordu. Ben de cevabımda: "Sâib" dedim ve Yezîd'in oğlu olduğumu söyledim. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber mü­barek eliyle başımı mesh etti ve: "Allah seni mübarek eylesin! Başim mesh ettiğim yer de ebediyen ağarmasın!" buyurdu, İşte bu sebebten başımın bu kısmı, hiç siyahlığim kaybetmemektedir."

Buharî Târih'inde ve Beyhekî Mukammed bin Enes'in oğlu Yu-nus'tan, o da babası Muhammed'den şu haberi vermektedir: "Ben henüz iki haftalıkken Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye teşrîf etmişler. Beni gör­düğünde de başımı mübarek eliyle okşayıp: "Allah seni mübarek kılsın" diye dua buyurmuşlar. Sonra da: "Ona benim adımı veriniz, fakat kün­yemi vermeyiniz!" buyurmak suretiyle de, adının Muhammed olmasını emretmişlerdir. Sevgili Peygamberimizi Veda Haccim edâ buyurdukları sırada ise benim yaşım, on idi."

Yunus bin Muhammed der ki: "Sabam, yaşı hayli ilerlediği zaman bütün saçı ağarmıştı. Fakat Peygamberimiz'in mübarek eliyle mesh et­tiği kısını, sınısiyah duruyordu."

(Taberânî'nin Muhammed Fedale'den sevkettîği rivayet de bu mealdedir.)

Beyhekî ve Mûcem'inde Beğavî Ebû'l-Vaddâh bin JSeleme el-Cühenl'den, o da babasından, o dahî Amr bin Teğleb el-Cüheni'den şöyle rivayet eder: "Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile karşılaştığım zaman, hiç te-reddüd vfe tevakkuf etmeksizin hemen müslüman oldum. Peygamberi­miz de iltifat buyurup mübarek eliyle yüzümü okşadılar."

İşte Bu Amr bin Teğleb el-Cühenî, tam yüz sene yaşadığı halde, Peygamberimiz kendisini sevip okşadığı zaman, O'nun mübarek elinin dokunduğu yerlerin saçı hiç kırarmamıştır. Gerek sakalı, gerek başı, bu durumda idi."

Taberânî ve İbn-i Seken, Mâlik bin Umeyr (ömercik) ten şu haberi verirler: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yüzümü eliyle mesh etti. İşte yaşım bu ka­dar ilerlemesine rağmen, O'nun mübarek elinin değdiği kısımlar, hiç kırarmamaktadır."

Zübeyr bin Bekkâr da Ahbârü'l-Medine adlı eserinde Abdurrahman bin Sa'd'ın oğlu Muhammed'den şöyle rivayet eder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ubâde bin Sa'd'ın başim okşamıştı ve ona hayır duada bulunmuştu. O, tam seksen yaşındayken vefat ettiği halde, saçı hiç kırarmamıştı."

İbn-i Asâkir ve İshak el-Remll Beşîr bin Akrabe el-Cühenî'den şu haberi naklet mistir: "Babam, Uhud Savaşı sırasında şehid olduğu za­man ben ağlayarak Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) geldim. Benim ağlamakta ol­duğumu gören Hazret-i Peygamber:

"Evlâdım ağlama, bak ben senin baban olayım, Âişe de anan olsun! Sen buna razı olmaz mısın?" Peygamberimiz böyle buyurdu mübarek e-liyle de başımı okşadı. İşte sizlerin de gördüğünüz gibi, başımın her ta­ran kırlaştı, fakat Peygamberimiz'in mübarek elinin dokunduğu yer hiç kırlaşmadı, sınısiyah duruyor."

Yukarıda geçen bu rivayette, onun şöyle dediği de kayıtlıdır: "Ve benim dilimde kekemelik vardı. Sevgili Peygamberimiz, mübarek tük-rüğünden sürerek dilimdeki kekemeliği de tedavi etti. Ayrıca bana: "Senin adın nedir?" diye sormuştu. Ben de adının "Becîr" olduğunu söylemiştim. Bunun üzerine Peygamberimiz: "Senin adın, bundan böyle Beşîr'dir" buyurdu ve adımı bu şekilde değiştirdi."

Tirmizi hasendir kaydiyle, Beyhekî sahihtir diyerek Albâ bin Ah-mer'den o da Ebû Zeyd el-Ansârî'den şu haberi naklederler: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), mübarek eliyle başımı ve sakalımı mesh etti, sonra: "Allah'ım, bu kuluna güzellikler ver!" diyerek dua ve niyazda bulundu."

Haberin râvîsi der ki: "O, yüz küsur yaşına girdiği halde, sakalında hiç beyazlaşma olmadı. Yüzünde de herhangi bir kırışma ve pürüz meydana gelmedi. Yüz küsur yaşında vefat ettiği zaman da hep böyley­di."

İbn-i Ebî ŞeybeEbû Nuaym ve sahihtir kaydiyle Hâkim, Ebû Nü-heyk el-Ezdî'den, o Ebû Zeyd el-Ensârî'den, o daAmr binAhtab'tan şöyle rivayet ederler; "Bir gün Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) su içmek istediler. Ben koşarak kendisine su getirdim. Fakat su kabimn içinde bir kıl vardı. Bu kılı usulca aldım ve sonra suyu Peygamberimizde verdim. Peygamberi­miz de benim kendisi için olan ihtimamıma memnun olarak: "Allah'ım, bu kuluna güzellikler ver!" diye dua buyurdular.

Haberin râvîsi der ki: "Ben kendisiyle karşılaştığım zaman onun yaşı, tam doksan üç idi. Başında veya sakalında, bir tek beyaz saç yoktu." [28]

Peygamberimizin Mübarek Elinin Eseri Olarak Derde Deva, Yüz Parlaklığı, Hoş Kokma ve Saç Bitme Şeklindeki Mucizeler

Ahmed, Târih'inde Buhârl, İbn-i Sa'dEbû Ya'lâ, Beğavî, Hasan bin Süfyân, Taberânî ve Beyhekî, Hamala bin Huzeym'den şu haberi nakletmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün onun başim mübarek eliyle mesnetti ve ona dedi ki:'Yüce Allah, sende birtakım bereketler meydana getirsin!" İşte Hazret-i Peygamberin bu duasına mazhar olan Hanzala hak­kında el-Zeyyâl der ki:

"Göğsü şişmiş bir koyun, verem hastalığına yakalanmış bir deve veya insanı tedavi edivermesi için Hanzala'ya getirirlerdi. O da elinin i-cine püskürür, sonra bu elini: "Allah'ın adı ve izni ile! Allah Resûlü'nün mübarek elinin eseri üzerine" diyerek o hasta olan yerin Üzerine kor, o kısmı meshederdi. O hastalık (şişkinlik) de Allah'ın izniyle geçerdi."

Beyhekî, Ebû'l-Alâ'nın şöyle dediğini nakletmektedir: "Bir gün, hasta yatmakta olan Katâde bin Melhân'ın ziyaretine gitmiştim. Bu sı­rada evin arka tarafından bir adamın geçmekte olduğunu Katâde'nin yüzüne bakarak farketmiştim. Yani pencerenin arkasından geçmekte olan birisi ayna gibi parlamakta olan Katâde'nin yüzünden görülmekte idi. Sebebi ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Katâde'nin yüzünü eliyle meshetmîş-ti. Ben ise Katâde'yi sık sık göremezdim. Bu hastalığı sırasındaki ziya­retim esnasında da İşte onur yüzünün, böyle bir ayna gibi parlamakta olduğunu müşâhade ettim,"

Buhârl Târih'inde, Beğavî, İbn-i Mende, Ebû Nuaymİbn-i Şahin ve Delâil adlı kitabında Sabit, çeşitli tarîklerden ve Bişr bin Muâviye'den şu haberi naklederler: Bişr, babası Muâviye bin Sevr ile birlikte Pey-gamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) geldiklerinde, Rasulullah Bişr'in başim eliyle meshe-derek okşamış. Sonra yüzünü de meshetmiş ve onun için hayır duada bulunmuş. Peygamberimiz'in mübarek elinin bir eseri olarak onun yü­zünde, atın alnındaki beyazlık gibi bir beyazlık parlardı. Kendisi için olan duası sebebiyle de, Br herhangi bir hastalığı meshettiği zaman, o hastalık iyi olur, şifâ bulurdu."

İbn-i Şahin şu haberi vermektedir: Huzeyme bin Âsını el-Ukelî, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) huzuruna gelerek müslüman olmuş, Peygamberi­miz de onun yüzünü eliyle meshetmiştir. İşte bu zât, bu sebeble ölünceye kadar yüzünün güzelliğini ve tazeliğini hiç kaybetmemiştir."

Taberânî (gerek büyük, gerek orta Mûcem'inde) güzel bir senedle ve Beyhekî, Utbe bin Ferkad'ın hanımı Ümmü Âsını'dan şu haberi ver­mektedirler: "Biz, Utbe'nin nikâhında dört hanım idik ve içimizden her birimiz, Utbe'ye karşı daha sevimli görünebilmek için daha fazla süsle­nip kokulanmayı severdik. Utbe ise, hiç bir koku sürünmediği halde, bizden daha iyi kokardı ve evinden çıkıp insanların yanına gittiği zaman insanlar; "Biz bundan daha hoş bir koku duymadık" derlerdi. Biz, bir gün kendisine bunun sebebini sorduğumuzda Utbe'nin cevabı şöyle oldu: "Bir gün ben, sevgili Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında hastalanmıştım. Cildim üzerinde yer yer şişkinlikler olmuş, müthiş kaşıntı yapıyordu. Çridip Hazret-i Peygamber'e hâlimi arz ettim. O da bana, avret yerim hâriç, bütün vücûdumu açmamı emretti. Ben de O'nun emrine uyarak açtım ve O'nun huzurunda oturdum. O da mübarek elinin içine püskürdü, sonra eliyle arkamı mesnetti. Sonra ben şifa bulup hastalığımdan kur­tuldum. İşte o günden itibaren de bende böyle çok hoş bir koku meydana gelmiş oldu ve de hiç eksik olmadı."

Beyhakî ile İbn-i Asâkir'in ise Vâil bin Hucr'dan rivayeti şöyledir; Ben, Peygamberle (sallallahü aleyhi ve sellem) el tutuşup müsâfaha ederdim. Aradan üç gün geçtiği halde, O'nun mübarek elinin bir eseri olarak benim elimde miskten daha hoş bir koku bulunurdu."

Beyhekî Ebû't-Tufeyl'den şu haberi nakleder: Leys Oğullarından bir adam şiddetli baş ağrısı çekiyordu. Perrâs bin Amr adındaki bu kişi, babası tarafından Hazret-i Peygamber'e götürülmüştü. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise onun iki gözünün araşma düşen kısmın etini tutup çekti. Adamın şiddetli baş ağrısı da bu suretle geçmiş oldu. Aynı zamanda onun iki gözü arasındaki o yerde kıl meydana geldi."

Haberin râvîsi Ebû't-Tufeyl der ki: Aradan bir müddet geçtikten sonra bir gün Ferrâs'a rastladığımda, dikkat ettim ve onun iki gözü a-rasuıda çıkan kılların, kirpi kılı gibi sert ve gür olduğunu gördüm. Sonra zaman geçti, bazı kimseler halîfe Ali'ye isyan ettiler. Hârûrâ'h bu kim­selerle birlikte Ferrâs da isyan etmek istedi. Fakat babası onu bağlayıp habsetti. Bu sırada, Peygamber'in elinin eseri olarak taşıdığı iki gözü arasındaki kıllar da döküldü. O da bunu iyi karşılamadı. Kendisine de­diler ki: "Bu sana, akimi başına alıp tevbe etmen için bir işarettir. Ha­tanı itiraf edip tevbe etmelisin!" O da onların bu uyan ve tavsiyelerine uyarak bir güzel tevbe etti. Bir müddet sonra, iki gözü arasındaki o kıllar yeniden bitti."

Beyhekî, yine Ebû't-Tufeyl'den ve başka bir tarîkten de şu haberi verir: Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında adamın biri bir oğlan çocuğu dünyâya gelince onu alıp Hazret-i Peygamber'e getirdi. Peygamberimiz o ço­cuğun alnim eliyle meshedip okşadı ve onun için hayır duada bulundu. Sonra bu çocuğun alnında at yelesi gibi saç bitti. Bu çocuk büyüdü ve Haricîler zamanında onlara katılmak istedi. Alnındaki perçemi de dö-külüverdi. Kendisine nasihatta bulunup: "Üzerindeki Hazret-i Peygamber'in mübarek hâtırasını ve bereketini kaybettin. Belliki hatalı bir yoldasın. Hatanı itiraf edip bir güzelce tevbe etmelisin!" şeklinde sözler söylenildi. O da bu söze bakıp teybe etti. Sonra alnındaki saç yeniden bitti."

Tabakât'ında İbn-i Sa'd ise şöyle demektedir: "Heleb bin Yezîd, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) huzuruna geldiği zaman, başı saçkıran (kellik) hastalığına yakalandığından saçsız idi. Peygamberimiz'in, onun başim mübarek eliyle meshetmesi sebebiyle, saçı yeniden bitti, tşte bu yüzden de ona Heleb denildi. [29]

Diğer Bir Mucize

Hâkim, Hamala bin Kays'tan şöyle rivayet ediyor: "Abdullah bin Amir bin Küreyz, bir gün Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) huzuruna getirildi. Ol­dukça hasta idi. Hazret-i Peygamber onun üzerine püskürdü ve iyilişmesi için hayır duada bulundu. Abdullah ise bu sırada, ağız kısmına isabet eden tükrük zerreciklerini yalanıp yutmaya çalışıyordu. Abdullah, sanki hiç­bir şikayeti yokmuş gibi şifâ buldu ve kendisi için yapılan dua bereke-tiyle, her nereye gitse, orasını suya kavuşturur oldu." [30]

Peygamberimizin Hâtem-lşerîfi ile İlgili Vukua Gelen Mucize ve Fevkalâdelikler

Beyhekî sahihtir kaydiyle Saîd bin Müseyyeb'ten şu haberi naklet-mistir: "Zeyd bin Hârice el-Ansârî ki el-Hâris bin el-Hazrec Oğulların-* dandır, halife Osman zamanında vefat ettiği zaman, ölümü kesinleştiği için üzeri bir çarşafla örtülmüştü. Bir müddet sonra göğsünde bir gü­rültü işitildi ve şöyle konuşmaya başladı: "ilk kitabda AhmedAhmed diye yazılı olması, gerçektir, gerçek! Maddî güç ve beden itibariyle zayıf ve fakat Allah yolundaki azını ve iradesiyle kavî olan Ebû Bekir. Bu da gerçektir, gerçek! Ömer bin el-Hattâb, hem kuvvetli hem de emniyetli­dir. Bu da gerçektir, gerçek! Osman bin Aifân da onların yolu üzerinde­dir ve dört sene geçmiştir, iki sene sonra ise fitneler yüzgösterecektir. Kuvvetli zayıfı yiyecek, kıyamet kopacaktır. Sonra ordunuzdan Eriş Kuyusu ile ilgili haber gelecektir. Eriş Kuyusu haberi nedir bilir misi­niz?"

Sonra bir adam daha vefat etmişti. Bunun dahi Ölümü kesinleştiği için üzeri Örtülmüştü. Bunun da göğsünden bazı gürültüler işitildi ve şöyle konuşmaya başladı: "el-Hâris bin el-Hazrec Oğullarimn kardeşi, gerçekten doğrudur, doğru!"

Bu haberlerin râvîsi bulunan Beyhekî der ki: "Eriş Kuyusunun haberi şöyledir: Peygamber f sallallahü aleyhi ve sellem) bir yüzük edinip parmağına takmıştı. Peygamberimizin vefatından sonra bu yüzüğü Ebû Bekir takındı. Sonra Ömer, sonra Osman takındılar. Bir gün Osman'ın parmağından Eriş Kuyusuna düştü. Bu sırada Osman'ın halifeliğinin altı senesi geçmiş bulunuyordu, İşte bu olaydan sonradır ki, devlet adamlarında değişme­ler görüldü, ahvâl bozuldu ve fitneler yüz göstermeye başladı. Nitekim Zeyd bin Hârice'nin dilinden duyulanlar da aynen böyle idi." [31]

Buhârî'nin Enes'ten yaptığı rivayete göre ise haber şövledir: Pey-gamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yüzüğünü, daha sonraları Ebû Bekir ve Ömer taşıdı­lar. Daha sonra da Osman. Bir gün Osman, Eriş Kuyusunun başında oturuyordu. Yüzüğü parmağından çıkarak evirip çevirmeğe başladı ve bu sırada onu kuyuya düşürdü. Üç gün kuyunun suyunu çekip o yüzüğü aradılarsa da, bir türlü bulamadılar."

Bazı âlimler bu hususta demişlerdir ki: "Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yü­züğünde, Süleyman (aleyhisselâm)'ın yüzüğündeki gibi bir sır vardı. Zira Sü­leyman (aleyhisselâm) yüzüğünü kaybettiği zaman, hükümdarlığim da yitirmişti. Osman bin Affân (radıyallahü anh) de Peygamberimiz'in yüzüğünü kaybettiği za­man, işler tersine gitmiş ve karmakarışık bir hâl almıştır. Çeşitli isyan­lar başlamış, fitneler yüz göstermiştir. Bu, kendisinin öldürülmesi ile neticelenen büyük fitnenin de başlangıcı olmuştur. Öylesine büyük bir fitne ki, devam edip gitmekte ve kıyamete kadar da devam edeceğe benzemektedir." [32]

 ------------------------

 [10] Zümer suresi, 67

 

22 TAMAMEN MÂNEVİ BÂZI ŞEYLERİ BİRER CİSİM ŞEKLİNDE VE SURETİNDE GÖRMEĞE DÂİR MUCİZELER

Peygamberimizin İlâhî Rahmeti ve Sekîneyi Görmesi  [1]

Sahihtir kaydiyle Beyhekî Selmân'dan şu haberi nakletmektedir: "Bir gün ben, Peygamberimizin ashabından bir topluluk içinde idim. Bu topluluk, Allah'ı zikretmekle meşgul idi. Derken bulunduğumuz yere Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) teşrif ettiler. Bize doğru yönelip yaklaştılar. Ashâb da O'nun gelmekte olduğunu görünce, O'na olan tazınıleri sebebiyle sözü kestiler. Peygamberimiz: "Ne söylüyordunuz?" diye sordu ve ilâve bu­yurdu: "Ben, sizin yakimnızdan geçerken baktım, sizlerin üzerine in­mekte olan ilâhî rahmeti gördüm. Sizlere bunda ortak olabilmem için, buraya yaklaşıp aranıza katıldım.[2]

İbn-i Asâktr, Sa'd bin Mes'üd'dan şu haberi rivayet eder: "Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem) birgün oturuyordu. Derken nazarim yukarı çevirdi ve az sonra yere indirdi. Tekrar yukarı baktı. Niçin böyle yaptığim sormaları üzerine de: "Şu Ön taranmızdaki topluluk, Allah'ı zikrediyordu. Bu ee-beble üzerlerine melekler, ilâhî sekîneyi indirdi. Derken içlerinden biri, bâtıl bir söz sarfetti. Bu sebeble de üzerlerine inmiş bulunan sekîne yu­karı çekildi."

(Bu haber, mürseldir).

BeyhekîEbû Nuaymİbn-i Merdûye ve Târih'inde Buhârî Enes'ten şöyle rivayet ederler: "Birgün ben, Peygamber'le (sallallahü aleyhi ve sellem) Mescid'e gittim. Orada bazıları ellerini kaldırmış Allah'a dua ediyorlardı. Peygamberi­miz bana sordu: "Onların ellerinde ne olduğunu görüyorum. Bunu sen de görüyor musun?" Ben: "Ey Allah'ın Resulü, onların ellerinde ne var­dır?" dedim. Peygamberimiz de bana: "Nûr vardır!" buyurdu. Bunun ü-zerine ben: "Ey Allah'ın Resulü, dua buyurunuz da Allah bunu bana da göstersin!" ricasında bulundum. Peygamberimiz dua buyurdular ve yüce Allah, o nuru bana da gösterdi."[3]

Peygamberimizin Sıtma Hastalığim Görmesi ve Onun Sesini Duyması

İbn-i Sa'd ve Beyhekî, Sa'd'ın hizmetçisi Ümmü Tarık'tan şöyle rivayet etmektedirler: "Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) evine gelip selam ,verdi ve içeri girmesine izin verilmesini istedi. Sa'd ses çıkarmadı. Peygam­berimiz üç defa izin talebinde bulundu. Cevab alamayınca dönüp gitti. Durumu gören ve üzülen Sa'd, beni koşturdu ve Hazret-i Peygamber'e yetişip: "Ey Allah'ın Resulü, bizler sâdece sizin selâmimzı ve bu duanızı, tekrar tekrar alabilmek isteğiyle size cevab vermemiştik" diyerek özür dileme­mi tembihledi. Ben de Hazret-i Peygamber'in evine giderek Sa'd'ın sözünü kendisine ulaştırdım. Bu sırada kapıda değişik bir ses duydum, fakat hiçbir şey göremedim. Bu sese Hazret-i Peygamber: "Sen kimsin?" diye sordu. O da: "Ben, Ümmü Müldem denilen sıtma hastalığıyım" karşılığim ver­di. Hazret-i Peygamber, kendisini iyi karşılamadı ve ona hitaben: "Sana merhaba yok, ehlen demek de yok" dedi. Sonra: "Kubâ ehline gitmek mi istiyorsun?" dedi. O da: "Evet" cevabim verdi. Peygamberimiz de: "Peki onlara git!" buyurdu. [4]

Beyhekî'nin Câbir bin Abdullah'tan olan rivayeti ise şöyledir: "Sıtma hastalığı, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip izin istedi. Peygamberimiz ona: "Sen kimsin?" diye sordu. O da: "Ümmü Müldem denilen sıtma" cevabım verdi. Peygamberimiz: "Kubâ'lılara gitmek mi istiyorsun?" decıi. O da;. "Evet" karşılığim verdi. Peygamberimiz de: "Peki" diyerek izin verdi. Sıtma oraya gitti ve onlar onun yüzünden çok çektiler. Hazret-i Pey­gamber'e gelip hallerini arz ettiler. Peygamberimiz de kendilerine: "İs­terseniz, size şifâ vermesi için Allah'a dua ederim, isterseniz sabredersiniz, hastalık da günahlarimza keffâret olur!" buyurdu. Onlar da: "Ey Allah'ın Resulü, sabredelim de günahlarımıza keffâret olsun!" dediler.

Yine Beyhekî'nin Selmân'dan rivayeti: "Sıtma, gelip Peygam-ber'den (sallallahü aleyhi ve sellem) izin istedi. Peygamberimiz ona "kim" olduğunu sordu­ğunda: "Ben sıtmayım! Bedenleri eritir, kanlan emerim" dedi. Peygamberimiz de: "Haydi Küba'ya git!" buyurdu. Sıtma Küba'ya gitti. Onlar da Hazret-i Peygamber'e gelip hallerini arzettiler. Sıtmanın şiddetin­den sapsarı kesilmişlerdi. Hazret-i Peygamber kendilerine: "Dilerseniz size şifâ vermesi için Allah'a dua ederim. Dilerseniz sabredersiniz, hastalık da günahlarimzdan arınmanıza vesîle olur" buyurdu. Onlar da "sabre­delim" dediler.[5]

Peygamberimizin Fitneleri Görmesi ve Haber vermesi Mucizesi

Buharî ve Müslim Üsâme bin Zeyd'den şöyle rivayet ederler. O de­miştir ki: "Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Medine'deki kalelerden birinden sarkarak buyurdu ki:"

"Benim görmekte olduğumu sizler de görebiliyor musunuz? Ben, gerçekten fitnelerin vukua geleceği yerleri görmekteyim!"[6]

Dünyânın Temessül Ederek Peygamberimize Görünmüş Olması Mucizesi

Beyhekî ve sahihtir kaydiyle Hâkim, Zeyd bin Erkam'dan şöyle rivayet eder: "Bir gün biz, Ebû Bekr el-Sıddîk'ın yanında idik. O, su iç­mek istedi. Kendisine bal şerbeti getirdiler. Bunu eline alan Ebû Bekir, ağlamaya başladı ve yanındakileri de ağlattı. Yanındakiler: "Ya Ebâ Bekr, neden ağlıyorsunuz?" diye sordular. O da dedi ki: "Bir gün ben, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem), bir şeyi üzerinden defetmekle meşgul olduğunu gördüm. Fakat onun üzerinden defetmeye çalıştığı şeyi göremiyordum. Kendisine dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, siz neyi defetmeye çalışıyor­sunuz?" Buyurdular ki: "Dünyâ bana temessül edip göründü. Ben de kendisine: "Haydi defol!" diye mukabele ediyordum. Nihayet onu üze­rimden defettim. Fakat o da giderken bana şöyle diyordu: "Sen-, .benden kurtuldun amma senden sonrakiler kurtulamayacaklar!"

Hafız Bezzâr, bu hususla ilgili bir rivayetini, şu sözlerle yapmak­tadır: Peygamberimiz buyurdu: Dünya bana uzanıp sokulmak istedi. Fakat ben ona: "Benden uzak ol!" dedim. O da benden uzaklaştı. Fakat uzaklaşırken şöyle söyledi: "Evet, ben sana ulaşamıyacağım!" [7]

İmâm-ı Ahmed de Kitabü'z-Zühd adlı eserinde Atâ bin Yesâr'dan şu haberi nakletmiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: Dünya bana, gayet tatlı ve güzel bir şekilde geldi. Bana sokulup kendisini kabul ettirmek istedi. Fakat ben ona: "Sen bana lâzını değilsin, benden uzak ol!" diyerek karşılık verdim. O da bana: "Her ne kadar sen benden uzak kalsan da, senden başkası benden uzak kalamaz!" diyerek çekip gitti,"[8]

Peygamberimizin Cuma Gününü ve O Gündeki Duaların Kabul Olunduğu Saati Görmesi

BezzârEbû Ya'lâTaberanî ve İbn-i Ebî'd-Dünya iyi tarikler ile Enes'teû şöyle rivayet ederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Cebrâîl bana geldi, elinde bir ayna vardı. Bembeyaz parlayan bu aynanın içinde siyah bir nokta vardı. Bunun sırrim ondan sordum. O da dedi ki: "Bu, Cum'a, Günüdür. Rabbin bunu sana ve senin ümmetine bir bayram olarak lut-fetmektedir." Ben daha sonra:'Peki bu siyah nokta nedir?" diye sordum. Cebrâîl de: "Bu da, Cum'a Günündeki duaların kabul olunduğu saate işarettir11 dedi. [9]

Yerin ve Göklerin Melekûtunun Peygamberimize Tecelli Etmesi

İmâm-ı Ahmed ve Taberani Abdurrahman bin Âişe el-Hadraml'den, o da Peygamberimizin ashabimn birisinden şöyle rivayet eder: "Bir gün kuşluk vakti Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bizını yanımıza geldi. Kendileri çok iyi bir durumda idi, sevinç ve sürurundan yüzü gülüyordu. Biz, Ondan bunun sebebini sorduğumuzda, şu karşılığı verdiler:

imdi ben, neden memnun ve mesrur olmayayım? Geceleyin Rabbim bana en güzel bir surette geldi (tecellî etti) de buyurdu ki: "ey Muhammedi" Ben de: "Buyur Rabbim, buyur!" dedim. Rabbim buyurdu ki: "Mele-i Âlâ (yüce topluluk), hangi hususta birbiriyle ihtilaf ve mü­nakaşa etmektedirler?" Ben de Rabbim'in bu sorusuna cevaben: "Bil­miyorum" dedim. Bunun üzerine Rabbim, elini iki omuzum arasına koydu. Öyle ki, bu sırada ben, onun serinliğini göğsümde hissettim ve sonunda bana yerin ve göklerin melekûtu tecellî etti."

Bunu Peygamberimiz'den rivayet eden der ki: Bundan sonra Pey­gamberimiz, Kur'an'ın şu mealdeki ayetini okudu: "Böylece biz, İbrahim'e de kesin İnananlardan olsun diye, göklerin ve yerin me-lekûtunu gösteriyorduk." [10]

(Bu hadîs, aslında pek çok tarîklerden rivayet edilmektedir ve metni hayli uzundur. Biz burada kısa kestik.[11]

Mûsannafında İbn-i Ebî Şeybe, Abdurrahmân bin Sâbıt'tan rivayet eder. O şöyle demiştir: "Rasulullah bir hadîslerinde şöyle buyur­muştur:

"Yüce Allah bana en güzel bir surette tecelli buyurup dedi ki: "Mele-i Âlâ, hangi hususta birbiriyle çekişmektedirler?" Ben de cevaben dedim ki:

"Rabbim, benim bu hususta bir bilgim yoktur."

Bunun üzerine Rabbim elini iki omuzum arasına koydu ve ben bu sırada O'nun elinin serinliğini iki göğsüm arasında hissettim. Bundan sonra bana ne sordu ise, büyük bir rahatlık içinde cevablandırdım."

Bunu Bezzâr da Sevbân'dan rivayet etmiştir. Onun bu rivayetinde de şu ifadeler bulunmaktadır:

"Derken yerde ve göktekilerin melekûtu gözümün önünde canlan­dırılıp bana gösterildi."

Yine Bezzâr'ın bu konuda İbn-i Ömer'den de bir rivayeti bulun­maktadır. Onun bu rivayetinde ise aynen şöyle denilmiştir:

"Ben, namazgahımda namazımı kılmış uzanmıştım. Derken ağır­lık basıp uyumuşum. Derken Rabbim Tebâreke ve Teâlâ hazretleri bana en güzel bir şekilde tecellî buyurup sordu." ilâ âhirihî.

Taberânî'nin Ebû Ümâme'den rivayeti ise şöyledir:

Rabbim bana en güzel bir surette tecellî buyurup sordu: "Ey Mu-hammed, şu Mele-i Âlâ, hangi konuda birbiriyle çekişip durmaktadır­lar?" Ben: "Bilmiyorum" dedim. Bunun üzerine Rabbim, elini iki göğsümün arasına koydu da bu makamda bana ne sordu ise, cevâbim bildim ve verdim." ilâ âhirihî [12]

Peygamberimizin Berzah, Cennet ve Cehennem Gibi Bâzı Makam ve Mekanları Görmesi

İbn-i Mâce Fâtıma binti'l-Huseyn tarîki ile babası Hüseyn'den şu haberi rivayet eder: "Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) oğlu Kâsxm, yedi günlük çocuk iken vefat ettiği zaman Hâdice dedi ki: "Eğer yüce Allah, ona süt emme süresini tamamlayıncaya kadar Ömür verseydi, çok sevinecektim." Bunun üzerine Peygamberimiz: "Onun süt emme süresini tamamlaması, cennette olacaktır" buyurdu. Hadîce de dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, ben bunun böyle olacağını bilseydim, şüphesiz onun ayrılığına dayanmam daha kolay olurdu."

Hadîce'nin bu sözü üzerine Peygamberimiz buyurdu ki: "Ey Hâdice, eğer istersen onun sesini sana duyurması için Allah'a dua ede­yim." Hâdice de buna, şu karşılığı verdi: "Hayır ey Allah'ın Resulü, zira bunun böyle olduğuna dâir Allah'ı ve O'nun Resûlü'nü tasdik etmem, benim için kâfidir."

Yine Ahmed ve Bezzâr Câbir'den şöyle rivayet ederler; "Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Neccar oğullarından birine ait bir hurma bahçesine girmişti. Vaktiyle cahiliye zamanında Neccar oğullarından ölenlerin kabirlerinde azab olunmakta olduklarim duyunca, derhal oradan dışarı çıktı ve ashabına, kabir azabından Allah'a sığınmalarim emretti."

Müslim Zeyd bin Sabit'in şöyle dediğini rivayet eder: "Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisine ait bir katıra binmiş vaziyette Neccar 0ğullanndan birinin hurma bahçesine girmişti. Katır birdenbire ürktü ve neredeyse Peygamberimiz'i düşürecekti. Orada beş-altı kadar kabir göze çarpmakta idi. Peygamberimiz: "Bunların ne zaman vefat ettiklerini bi­len var mı?" diye sordu. Birisi: "Bunlar, câhiliye zamanında öldüler" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz: "Eğer hepinizin toptan helak ol­manızdan korkmasam, onların azâb içinde çıkardıkları iniltileri sizlere de duyurması için Allah'a dua ederdim. Fakat bu taktirde sizler hepiniz ölürdünüz ve cenazelerinizi kadıracak kimse bulunmazdı."

Buhârî ve Müslim İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet ederler: "Peygam­ber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bu iki kabrin sahihleri azab olunmaktadırlar. Azab sebebleri ise çok büyük değildir. Bunlardan birisi, bevilden istibra etmediği için; diğeri ise kişiler arasında söz taşıdığı için bu azaba maruz kalmıştır."

Peygamberimiz böyle buyurduktan sonra eline yeşil bir dal aldı ve onu ikiye ayırarak her bir parçasını bir kabrin üzerine koydu. Kendisine niçin böyle yaptığı sorulunca da: "Umulur ki, bu dallar kuruyuncaya kadar bu kişilerin azabimn hafifletilmesine vesile olur." [13]

İbn-i Cerîr Kitâbus-Sünneh adlı eserinde Ebû Ümâme'den şu ha­beri vermektedir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine Kabristanına geldiği za­man, gözüne iki yeni kabir ilişti ve şöyle buyurdu: "Siz bu kabirlere, fülân ve fülân kişileri mi defnettiniz?" Oradakiler: "Evet" dediler. Pey­gamberimiz de: "Şimdi o fülân kişi kabrinde azab olunmağa başladı. Varlığım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ona öyle bir darbe indir diler ki, onu insanlar ve cinlerden başka bütün varlıklar işittiler. Eğer kalblerinizdeki karışıklık ve fazla konuşmanız olmasaydı, raunakkak şimdi benim duyduğumu sizler de duyardimz. Şimdi öbür kabirdeki de aynı şekilde azab olunmaktadır. Kendisine indirilen darbenin şiddetiyle bütün kemikleri kırılmış ve kabri ateşle dolmuştur."

Oradakiler dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, acaba bunların günah­ları ne idi?" Peygamberimiz de şu cevabı verdiler: "Bu iki kişiden şu adam, bevilden sakınmazdı. Öteki ise, insanları yerip çekiştirirdi."

İmâm-ı Ahmed, güzel senedle Cabir bin Abdullah'tan şöyle nakle­der: "Bir gün biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte idik. Bir anda çirkin bir koku duyuldu. Resûlullah Efendimiz: "Bu çirkin koku nedir biliyor mu­sunuz?" diye sordu ve şöyle buyurdu: "Bu, mü'ıninleri çekiştirip gıybet edenlerin kokusudur!"

İsbehânî el-Tergîb adındaki kitabında Cerir bin Abdullah'tan şöyle rivayet eder: "Biz, Peygamber'le (sallallahü aleyhi ve sellem) bir sahraya uğradık. Bir binitli, binitini bize doğru hızla sürerek yaklaştı ve yanımıza geldi. Peygambe­rimiz ona: "Nereden geldiğini" sordu. O kişi de: "Malımın, evladımın ve aşiretimin yanından geliyorum" karşılığım verdi. Peygamberimiz: "Peki nereye gidiyorsun?" buyurdu. O da: "Ben, Allah Resühı'nün yanına gi­diyorum!" dedi. Peygamberimiz de: "Gerçekten isabet ettin ve Allah Re­sulüne kavuşmuş bulunuyorsun!" buyurdu ve ona İslâm'ı talim ve tebliğ eyledi. O sırada adamın devesi, köstebeğin eşeleyip toprağım çektiği yere basınca tepe-taklak yere yığıldı. Adam da devesinden tepe-taklak düşerek vefat etti. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de buyurdu ki: "Ben bu adamın vefatı sırasında, iki meleğin cennet meyvelerinden getirip onun ağzına verirlerken gördüm."

Buhârî ve Müslim, Esma'dan şu haberi naklederler: "Bir gün Gü­neş tutulmuştu. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisini ibadete vererek na­maz kıldı, dualar edip Allah'a hamd ve senalarda bulundu. Sonra buyurdu ki:

"Ben, bana bundan önce gösterilmemiş bulunan söyleri burada gördüm! Bunlar bana bir bir burada gösterildi. Hattâ cennet ve cehen­nem bile gösterildi."

Yine Buhârî ve Müslim İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet ederler: Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında Güneş tutuldu. Peygamberimiz kendisini i-badete verip namaz kıldı. Sonra ashabına döndü. Ashab dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, biz senin önce bir şey tutacakmış gibi ehni uzattığim, sonra yüzünden bir şeyi defetmeye çalıştığim gördük. Bunun sebebi ne idi?" Peygamberimiz de şu cevabı verdi: "Ben önce bu makamımda cen­neti gördüm ve onun nimetlerinden bir salkım almak için elimi uzatmış bulundum. Eğer onu alabilmiş olsaydım, dünyanın sonuna kadar ondan yerdiniz de o tükenmezdi. Daha sonra da cehennemi gördüm. Onun ale­vinin şiddetinden sakınmak için olacak ki, yüzümden bir şeyi defediyor gibi yaptım ve ben, bugünkü kadar dehşetli bir manzara hiç görmedim. Yine gördüm ki, cehennem ehlinin çoğunluğunu kadınlar teşkîl ediyor­du."

Hakim Enes'ten şöyle rivayette bulunur: "Bir gece Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kıldıktan sonra, elini ileriye doğru uzattı, sonra geri çekti.

Bunun sebebini sorduğumuzda: "Bana şu makamımda cennet arz edildi. Onun meyve ağaçlarimn dallarim, meyvelerinin çokluğundan sarkmış ve bana doğru yaklaşş gördüm. Ondan bir şey tutup almak istedim ve bana şuracıkta cehennem dahi arz edilip gösterildi. Hatta ben, kendimin ve sizlerin gölgesini cehenneme aksetmiş olarak gördüm. Yani o bana, bu derece yakından gösterildi. Sizinle benim aramdaki yerde."

Buhârî ve Müslim'in, îmran bin Husayn'dan rivayetleri ise şöyle­dir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: Ben, cennete ve cehenneme muttali olup gördüm. Cennet ehlinin çoğunun fakirler, cehennem ehlinin çoğu­nun da kadınlar olduğunu müşahede ettim."

Hâkim Âişe'den şu haberi nakletmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyur­du: "Ben, cennete girdim ve orada birisinin Kur'an okumakta olduğunu duydum. Bunun kim olduğunu sorduğumda bana şu cevab verildi: "Bu Kur'an okuyan, Harise bin Nûmân'dır! İşte iyiler böyledir, iyiler böyle­dir!"

İbn-i Asâktr, Ebû Bekir bin Ayyaş tarikiyle Humeyd'den, o da Enes'ten şöyle rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ben cennete götürüldüm ve orada bana bir köşk gösterildi. Bu köşkün kime ait oldu­ğunu sorduğumda bana: "Ömer İbn-i'l-Hattab'a aittir" dediler. Ben, aynı zamanda o köşke girip içini de görmek istedimse de ey Ömer, senin kıs­kançlığim hatırlayarak bu isteğimden vazgeçtim."

Hadîs'in râvîsi Ebû Bekir bin Ayyaş der ki: "Ben bu hususta Hu-meyd'e: "Bu, uykuda mı olmuştur, yoksa uyanıkken mi olmuştur?" diye sordum. O da bana: "Uyanıkken olmuştur" diye cevab verdi." [14]

Buhârî Ebû Hüreyre'den şu haberi nakletmiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ben, Amr bin Amir el-Huzeî'yi cehennemin alevleri içinde ve barsakları dışarı çıkmış bir vaziyette azab olunmakta iken gördüm. Zira o, tevhid dininde ilk olarak putlar namına hayvan bırakmayı -ve onlara tapınmayı- icad eden adamdır." [15]

(Yine Buhârî'nin Âişe'den de bu mealde bir rivayeti vardır. Sa'dece fark: "Cehennem ateşini, alev dalgalarim birbiriyle vuruşur bir halde gördüm" tabirinden ibarettir).

Hakim sahihtir kaydiyle Ebû Hüreyre'den şöyle rivayet eder: "Ra-sulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Cebrâîl benim elimden tutup cennete götürdü ve ümmetimin cennete gireceği kapıyı bana gösterdi." Peygamberimiz bunu buyurduğu zaman, yanındaki Ebû Bekir: "Ey Allah'ın Resulü, o sırada sizinle beraber olup cennetin kapısını görmeyi çok isterdim" dedi. Peygamberimiz de ona cevaben: "Ey Ebû Bekir, gerçekten sen, ümme­timden ilk cennete girecek olan kimsesin!" buyurdu. [16]

Besmelesiz Yenen Bir Şeyin Yenmesi Esnasında Meydana Gelen Fevkalâde Bir Olay

Buhârî'nin Sahîh'ine almayıp Târih'inde zikrettiği, Hâkimin de sahihtir kaydıyla naklettiği bir habere göre, Ümeyye bin Muhaşi şöyle demiştir; "Bir gün adamın biri, bir şey yiyordu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de ona bakıyordu. Adam, o sırada Besmele çekmeyi unutmuştu. Yiyeceğini bi­tirdikten sonra: "Bismillahi evvelehû ve âhirahû" diyerek Besmele çekti. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

"Şeytan, hep onunla beraber yiyordu. Fakat adam Besmele'yi çe­kince, şeytan bütün yediklerini çıkarmak zorunda kaldı."[17]

------------------------

 [10] En'am suresi, 75.

23 PEYGAMBERİMİZİN ASHABİMN MELEKLERİ GÖRDÜĞÜNE VE ONLARIN KELAMİM İŞİTTİĞİNE DAİR BUNDAN ÖNCE ANLATILMAMIŞ OLAN BAZI HABERLER

Peygamberimizin Ashabimn Melekleri Gördüğüne ve Onların Kelamim İşittiğine Dair Bundan Önce Anlatılmamış Olan Bazı Haberler

Buharî ve Müslim, Ebû Osman el-Nehdî'nin şöyle dediğini nakle­derler: Bana ulaşan habere göre, Cebrâîl (aleyhisselâmPeygamberimiz'e gelmiş, bu sırada Peygamberimiz'in yanında Ümmü Seleme varmış. Cebrâîl bir miktar konuştuktan sonra gitmiş. O gidince Peygamberimiz, Ümmü Seleme'ye onun kim olduğunu sormuş. Ümmü Seleme de Dıhyetü'l-Kelbî demiş."

Ümmü Seleme der ki: "Ben, gerçekten onu Dıhyetü'l-Kelbî san­mıştım. Fakat Peygamberimiz'in Cebrâîl hakkındaki sözlerini işittikten sonra, onun Cebrâîl olduğunu anlamış oldum."

Bu haberin ravisi Ebû Osman el-Nehdî'ye: "Sen bunu kimden duy­dun?" diye sormuşlar. O da: "Üsâme'den işşittim" cevabım vermiştir.

Yine Buharî ve Müslim Ebû Hüreyre'den şöyle rivayet ederler: "Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), insanların arasında bulunuyordu. Bir adam ge­lip: "îman nedir?" diye sordu. Peygamberimiz de: "îman; Allah'a Onun meleklerine, kitaplarına, rasüllerine inanmandır. Aynı zamanda öldük­ten sonra dirilmeye de inanmandır."

Gelen adam: "Peki, İslâm nedir?" diye sordu. Peygamberimiz de: "İslâm; Allah'a ibadet edip hiç bir şeyi O'na ortak koşmaman, namazı dosdoğru kılman, zekatı eksiksiz olarak vermen, ramazan orucunu tut-mandır." Peygamberimiz'in bu cevabından sonra gelen adam: "Peki ih­san nedir?" dedi. Peygamberimiz de: "İhsan; Allah'a sanki O'nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Zira her ne kadar sen O'nu gör­müyorsan da, muhakkak O seni hep görmektedir."

Gelen adam, bu cevabı aldıktan sonra da: "Kıyamet ne zaman ko­pacaktır?" diye bir soru yöneltti. Peygamberimiz de onun bu sorusuna: "Bunu, sorulan kişi soran kişiden daha iyi biliyor olamaz! Fakat ben sana, onun alâmetlerinden haber verebilirim! Şöyle ki: Bir câriye, hanım efendisini doğurduğu, sığır çobanlarimn yüksek binalar yapmak için birbirleriyle yarış ettikleri zaman, bil ki kıyamet yaklaşş demektir. Malum beş şey vardır ki, onları Allah'tan başka kimse bilmez. Kıyame­tin ne zaman kopacağim bilmek de, bu beş şeye dâhildir ki, onu Allah'tan başkası bilemez" cevabim verdi."

Sonra, o soruları yönelten adam gitti. Peygamberimiz de: "Haydi, gidip o adamı geri çağırimz!" buyurdu. Arkasından koşturdular ise de, kimseyi göremediler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de bunun üzerine: "O Cebrâîl idi, insanlara -böyle sorular sorarak- dînini öğretmek için gelmişti" buyurdu. [1]

Ebû Mûsâ el-Medînî el-Mârife adlı kitabında Temim bin Sele-me'den şu haberi nakleder: "Bir gün ben, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) yanın­daydım. Adamın biri Peygamberimiz'in yanından ayrılıp gitti. Başına güzel bir sarık sarmış, sarığimn ucunu da arkasına sarkıtmış bir vazi­yette idi. Ben Hazret-i Peygamber'e: "Ey Allah'ın elçisi, bu adam kimdir?" diye sordum. O da bana: "Bu, Cebrâîl'dir" buyurdu.

AhmedTaberânî ve Beyhekî sahih bir senedle Harise bin Nûmân'dan şöyle rivayet ederler: "Bir gün ben, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) uğ­radım. O'nun yanında Cebrâîl vardı. Selâm verdim ve çekip gittim. Tekrar Peygamberimizle buluştuğum zaman, bana sordu: "Ey Harise, sen bana uğradığın zaman yanımda kim vardı, gördün mü?" dedi. Ben de: "Evet" karşılığim verdim. Buyurdu ki: "O Cebrâîl idi ve sen selam verdiğin zaman, o da sana selam vermişti."

Yine Hârise'den İbn-i Sa'd'ın çıkardığı haber de şöyledir: "Ben ha­yatımda Cebrâîl'i iki defa gördüm." [2]

Ahmed ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet ederler: "Bir gün ben, babamla birlikte Rasulullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında idim. Rasulullah'ın yanında birisi vardı ve fısıltı halinde O'nunla konuşuyordu. Ben ve ba­bam oradan ayrılıp çıktık. Babam bana dedi ki: "Amcanın oğlunu gördün mü? Hiç bizimle ilgilenmedi! Sanki bizınıle konuşmak istemiyordu." Ben dedim ki: "Babacığim, O'nun yanında bir adam vardı ve O'nunla konu­şuyordu. Bu yüzden bizınıle ilgilenemedi." Babam, Rasulullah'ın yanın­daki adamı görmemişti. Bu yüzden geri dönüp Hazret-i Peygamber'e aramızda geçenleri anlattı ve O'na: "Senin yanında demin birisi mi var­dı?" diye sordu. Peygamberimiz de bana hitaben: "Ey Abdullah, sen onu gördün mü?" dedi. Ben de: "Evet" karşılığim verdim. Bunun üzerine Peygamberimiz: "O/Cebrâîl idi ve ben bu yüzden sizinle ilgilenemedim" buyurdu.

Yine İbn-i Abbâs'tan İbn-i Sa'd'ın rivayeti de şöyledir: "Ben, haya­tımda Cebrâîl'i iki defa gördüm ve Allah Resulü benim için iki defa dua buyurdu."[3]

Hâkim'in Îbn4 Abhas'tan rivayeti ise şöyledir: "Ben, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında Cebrâîl'i gördüğüm zaman Peygamberimiz bana hitaben: "Ey Abbâs'ın oğlu Abdullah, Peygamber olmayan birisi Cebrâîl'i gördüğü zaman, muhakkak gözlerine âmâlık gelir. Fakat bu (gözlerinin kör olması), senin başına ömrünün sonunda gelecektir!" buyurdu. [4]

Taberânî ve Beyhekî Muhammed bin Seleme'den şu haberi rivayet ederler: "Ben, Rasuluîlah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e uğramıştım. O, bir adamla başbaşa vermiş konuşuyordu. Kendilerini meşgul etmemek için geçip gittim. Sonra dönüp geldiğimde Peygamberimiz bana: "Demin niçin selam ver­meden geçip gittin?" dedi. Ben de: "Sizi öyle görünce sözünüzü kesmeyi hoş görmedim" karşılığim verdim ve yanındaki o zatın kim olduğunu sordum. Peygamberimiz de: "O, Cebrâîl idi" buyurdu.

HakimÂişe'nin şöyle dediğini nakleder: "Bir gün Cebrâîl'i, benim odama gelip Rasuluîlah ile görüşürken gördüm. Rasulullah'a: "Bu kim­dir?" diye sordum. O da bana: "Kime benzettin?" dedi. Ben: "Dıhyetü'l-Kelbî'ye benziyor" dedim. Peygamberimiz de bana: "Sen Cebrâîl'i gör­dün" buyurdu.

ve çok geçmeden bana hitaben dedi ki: "Ey Âişeİşte Cebrâîl sana Allah'ın selâmim veriyor!" Ben de buna karşılık: "Ey Allah'ın Resulü, ben de ona Allah'ın selâmim sunuyorum! O, ne hayırlı bir konuktur" dedim."

İbn-i Ebî'd-Dünyâ ve İbn-i Asâkir Muhammed bin el-Münkedir'den şöyle rivayet ederler: "Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebû Be­kir'in evine gitti ve onu şiddetli bir şekilde hastalanmış olarak gördü. Onun yanından çıktığı zaman doğruca Âişe'nin yanına geldi ve ona ba­basının hastalığim haber vermek istedi. Derken arkadan Ebû Bekir çı-kageldi. İçeri girmek için izin istedi. Âişe'de "babam geldi" dedi ve onu içeri aldı. Peygamberimiz bu hale teaccüb edip şaştı. Ebû Bekir de du­rumu şöyle açıkladı: "Ey Allah'ın Resulü, sen benim yanımdan ayrılır ayrılmaz bana bir uyku bastı. Uyurken bana Cebrâîl geldi ve burnum­dan bir ilaç döktü. Ben de onun içirdiği bu ilacın te'siriyle derhal ayağa kalktım ve arkandan yetiştim."

Müslim Imrân bin Husayn'dan şöyle rivayet eder: "Vaktiyle me­lekler bana selam verirler ben de onların selamim duyar ve alırdım. Vaktaki yaramı ateşle dağladım, bu hâl benden zail oldu. Sonra bunu terkettim ve önceki hâlime tekrar kavuştum."

Tirmizi Târih'inde, Beyhekî ve Ebû Nuaym, Gazâle'nin şöyle de­diğini naklederler: "Imrân bin Husayn, bizlere evin süpürülüp tertemiz yapılmasını emreder, biz de bunu yapardık. ve "es-Selâmü aleyküm, es-Selâmü aleyküm!" diye selam sesleri duyardık. Fakat selam verenleri görmezdik."

Tirmizi, bu haberi naklettikten sonra der ki: "Bu onlara meleklerin selam vermesidir."

Ebû Nuaym, Yahya bin Saîd el-Kattân'ın şöyle dediğini nakleder: "Biz Basra'da idik. Bize, Peygamber'in ashabından Imrân bin Hu-sayn'dan daha faziletli biri gelmemiştir. Imrân bin Husayn tam otuz sene müddetle evinde meleklerin selâmim alıp durmuştur!"[5]

İbn-i~i Sa'd ise, Katâde'den şu haberi nakletmiştir: "Melekler Imrân bin Husayn ile müsâfaha ederlerdi. Fakat o, yarasını ateşle dağladığı zaman bu hâl kendisinden zail olmuştur."

Buhârî ve Müslim Üseyd bin Hudayr'dan şu haberi vermektedirler: "Bir gece ben, Bakara Suresini okumakta idim. Atım da yanıbaşımda bağlı idi. At eşinmeye başladı. Ben acaba ne var ki, diyerek sustum. Atım da sakin oldu. Sonra okumaya başladım, atımda yeniden eşinip cevalan etmeye başladı. Ben sustum, atım da sakin oldu. Başımı yukarı doğru kaldırdığımda şemsiye gibi bir karaltı gördüm. Fakat bu karaltimn i-çinde kandil gibi pek çok ışık parıldamakta idi ve devamlı yukarıya doğru çıkıyordu. Baktım, sonunda iyice yükselip kayboldu. Atımın da bundan heyecanlandığim anlamıştım. Sabah olunca durumu, Peygam-ber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) arz ettim. O da şöyle buyurdu: "Ey Üseyd, o senin gördüğün melekler idi. Onlar senin sesini (Kur'an okuyuşunu) duymak için in­mişlerdir. Eğer sabaha kadar okusaydın, sabahleyin insanlar o melek­leri görürlerdi."

(Bu haber, Üseyd bin Hudayr'dan çeşitli tarikler ile rivayet edil­miştir. Bunlardan birinde: "Oku ey Üseyd! Gerçekten sana Âl-i Davud'un mezamiri (Dâvûdî ve güzel bir sadâ ile okuyuş) verilmiştir" denilmektedir ve gerçekten de Üseyd'in sesi çok güzeldi ve çok güzel o-kurdu. Ebû Nuaym'in çıkardığı haberde ise: "Ey Üseyd, o senin gördü­ğün, Kur'an dinlemeğe gelen melek idi" buyurulmuştur. Yine Ebû Nuaym'in bir başka tarîkten olan rivayeti de, bu mealdedir).

Ebû Ubeyd Fedâilul-Kur'ân adlı kitabında Muhammed bin Cerir bin Yezîd'den şu haberi nakletmiştir ki ona da Medine'li bazı üstadlar nakletmiştir: Şöyle ki: "Bir gün Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) sordular: "Ey Al­lah'ın Resulü, bu gece Sabit bin Şümas'ın evi sabaha kadar bir çok kan­diller yakılmış gibi ışık verip durdu. Acaba bunun sebebi ne idi?" dediler.

Rasulullah da şu cevabı verdiler: "Belki o, sabaha kadar Bakara Sûresini okuyup durmuştur." Bunun böyle olup olmadığim bizzat Sabit'in kendi­sinden sorduklarında, o da: "Evet, Bakara Sûresini okudum" karşılığim vermiştir.'1

İbn-i Ebî Şeybe ve Beyhekî Avfbin Mâlik el-Eşcai'den şöyle nakle­derler: "Biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte seferde idik. Derken ben Peygamberimiz'i kaybettim. Hemen O'im aramaya çıktım. Ararken Muaz bin Cebel ile Abdullah bin Kays'ın ayakta durmakta olduklarim gördüm ve onlara: "Rasulullah Efendimiz nerede?" diye sordum. Onlar da dediler ki: "O'nun nerede olduğunu biz de bilmiyoruz. Ancak vadinin üst tarafından bir ses duyduk ve burada bekliyoruz." Ben de orada bek­lemeye başladım. Az sonra Rasulullah efendimiz geldi ve şöyle buyurdu: "Rabbim'den bana elçi geldi ve beni, ümmetimden yarısını cennete koy­mak ile şefaat arasında seçim yapmak durumunda bıraktı. Ben de şefa­atçi olmak şıkkim seçtim."

İbn-i Ebil'd-Dünya Kitabü'z-Zikr adlı eserinde Enes bin Mâlik'in şöyle dediğini nakleder: "Bir gün Übeyy bin Ka'b: "Mescid'e gidip kendi­mi ibadete vereceğim, namaz kılıp dua edeceğim! Allah'a öylesine hamd ü senalarda bulunacağım ki, şimdiye kadar hiçbir kimse öylesine ham-detmemiş olsun!" Böyle deyip Mescid'e vardı. Namazını kıldıktan sonra hamd ü senaya başlıyacağı sırada arkasında birisinin yüksek sesle şöyle dua etmeye başladığim duydu:

"Allah'ım, bütün hamd sanadır. Bütün mülk senindir! Hayrın ta­mamı senin elindedir, gizli ve aşikar bütün işler de sana rücu eder! Hamd ancak sanadır. Sen her şeye kadirsin! Geçmiş günahlarımı ba­ğışla, geleceğin kötülüklerinden de beni sakla! Bana, razı olacağın ter­temiz ve güzel ameller nasib eyle! Benim duamı ve tevbemi kabul eyle!"

Übeyy, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gidip durumu aynen arz etti. Peygam­berimiz de kedisine: "O, Cebrâîl (aleyhisselâm) idi" buyurdu.

Buhârî ve Beyhekî Numan bin Beşir'den şöyle rivayet ederler: "Bir gün Abdullah bin Revaha, ansızın bayıhverdi. Kız kardeşi dehşete ka­pılıp: "Ey benim dağım, ey benim dayanağım!" diye feryada başladı. Bir müddet sonra kendisine gelen Abdullah bin Revaha, kız kardeşine dedi ki: "Sen benim hakkımda o sözleri sarfederken, bana da hep sual açtılar ve: "Sen demek onun dağı mısın? Sen onun dayanağı mısın?" diyerek sı­kıştırdılar." [6]

Taberani'nin İbn-i Ömer'den olan rivayeti de şöyledir: "Bir gün Abdullah bin Revaha bayılmıştı. Sanki kıyamet kopmuş gibi kadınlar feryad ediyordu. Derhal Peygamberimiz onun yanına geldi. Abdullah az sonra kendine geldi ve: "Ey Allah'ın Resulü, ben baygın iken kadınlar:

"Vah benim dağım, vah benim dayanağım!" diye feryad ediyor, bir melek de elinde demir bir çekiç ile başucumda duruyor ve bana: "Demek sen böyle misin?" diyordu. Ben ise "hayır" diyerek cevab veriyordum. Eğer "evet" deseydim, muhakkak onunla beni dövecekti."

İbn-i Sa'd Ebû Imran el-Cuni'den de buna benzer bir rivayet var­dır.

Taberani Hasan-ı Basri'den şöyle rivayet eder: "Bir gün Muaz bin Cebel'e baygınlık gelmişti. Kardeşi de: "Vah benim dağım, dayanağım!" diye feryad ediyordu. Kendine geldiği zaman Muaz dedi ki: "Ey karde­şim, bugün bana çok eza verdin!" Kardeşi ise: "Ben, asla sana eza vermek istemem" dedi. Muaz da dedi ki: "Ben baygın iken sen: "Vah dağım, da­yanağım!" diye feryad ediyordun, bir melek de başucumda durup; "de­mek sen böyle misin?" diyerek beni sıkıştırıyordu. Eğer ben ona "evet" deseydim, muhakkak bana azab edecekti."

İbn-i Ebü'd-Dünya, Hakim ve Beyhekî Abdurrahman bin Avfın oğlu İbrahim'den şu haberi nakletmişlerdir: "Abdurrahman bin Avf şid­detli bir şekilde hastalanmıştı. Derken bayıldı. Etrafındakiler ise onun öldüğünü zannetiler ve onun üzerini örterek dağıldılar. Bir müddet sonra Abdurrahman kendine geldi ve şöyle dedi: "Ben baygın iken iki şiddetli melek geldi ve bana: "Haydi bizimle gel, muhakeme olunacak­sın!" dediler. Beni alıp götürürlerken iki melek karşımıza geldi. Bu iki melek ise, öncekilerin tersine çok merhametli ve nazik idi. "Bu adamca­ğızı nereye götürüyorsunuz?" dediler. Önceki iki melek de: "Muhakeme olunmağa" cevabım verdiler. Onlar da dediler ki: "Siz bu adamı serbest bırakınız! Zira bu adam, kendisi için Allah'ın saadeti nasib buyurduğu kimselerdendir!" Bunun üzerine beni serbest bıraktılar."[7]

Peygamberimizin Ashabimn Cinleri Gördüğüne ve Onların Kelamim İşittiklerine Dair Bundan Önce Geçmeyen Bazı Mucizeler

Buhârî ve Nesaî İbn-i Sîrîn tarikiyle Ebû Hüreyre'den şöyle rivayet ederler; "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beni, Ramazan'da toplanan zekatı korumam için görevlendirdi. Bu sırada biri gelip eliyle zekat hurmasından almaya başladı. Ben kendisini yakalayıp: "Seni, Peygamberimiz'e götüreceğim!" dedim O da bana yalvarmaya başladı ve: "Ben muhtaç bir adamın, çoluk çocuğum var, şiddetli bir sıkıntı içindeyim, ne olur beni serbest bırak" dedi. Ben de acıyıp kendisını bıraktım. Sabahleyin Peygamberimiz'in yanına gittiğimde bana: "Ey Ebû Hüreyre, akşam yakaladığın esirini ne yaptın?" diye sordu. Ben de: "Ya Rasulallah, halinden şikayet edince onu serbest bıraktım" dedim. Peygamberimiz de bana: "O sana yalan söyle­di." ve o yine gelecektir" buyurdu. Peygamberimizin böyle buyurması sebebiyle ben de onun tekrar geleceğine muhakkak nazarıyla bakıp onu gözetlemeye başladım. Derken o yine geldi ve eliyle yiyecekten doldur­maya başladı. Kendisini yakalayıp: "Bu sefer seni muhakkak Hazret-i Pey-gamber'e çıkaracağım!" dedim. O da bana yine yalvarmaya başladı ve: "Ben çok fakir bir kimseyim ve şiddetli bir ihtiyaç içerisindeyim. Beni serbest bırakırsan bir daha gelmem" dedi. Ben de kendisine yine acıdım ve bir daha gelmeyeceğine söz verdiği için onu serbest bıraktım.

Sabahleyin Peygamberimiz'in yanına gittiğim zaman: "Ey Ebû Hüreyre, geçen geceki esirini ne yaptın?" diye sordu. Ben de durumu anlattım. O da bana buyurdu ki: "O muhakkak yine gelecektir ve sana yine yalan söylemiştir." Ben kendisini üçüncü defa gözetlemeye başla­dım. O da üçüncü defa gelip yine yiyecekten doldurmaya başladı. Ben derhal kendisini yakalayıp Hazret-i Peygamber'e çıkarmak istedim ve ken­disine: "Bu üçüncü defadır ki, her seferinde tekrar gelmeyeceğine söz veriyor fakat tekrar geliyorsun. Bu seferinde muhakkak seni Peygam-ber'in huzuruna çıkaracağım" dedim. O yine yalvarmaya başladı ve dedi ki: "Eğer beni serbest bırakırsan, sana kendisinden faydalanacağın bazı kelime ve dualar öğretirim" dedi ve: "Yatağına uzanacağın zaman, Aye-tel Kürsi'yi sonuna kadar oku! Bu takdirde Allah seni koruyacak bir melek gönderir ve sana şeytan yaklaşamaz, sabaha kadar şeytan şer­rinden emin olursun!" diye tavsiyesini yaptı. Ben de dayanamayıp yine kendisini bıraktım ve sabahleyin durumu Hazret-i Peygamber'e haber ver­dim. Peygamberimiz de bana dediler ki: "Evet o, tam bir Ya'lâncı olduğu halde bu sefer doğru söylemiştir! Ey Ebû Hüreyre, o kim idi biliyor mu­sun?" Ben de: "Bilmiyorum" diye cevab verdim. Buyurdular ki: "O, şey­tanın kendisi idi." [8]

 (Nesaî, İbn-i Merduye ve Ebû Nuaym'in Ebû'l-Mütevekkil tarikiyle yine Ebû Hüreyre'den bir rivayetleri bulunmaktadır ki, aşağı-yukan bu mealdedir.)

Buhar i Tarih'inde, TaberânîBeyhekî ve Ebû Nuaym, sağlam bir senedle Muaz bin Cebel'den şöyle rivayet etmektedirler: "Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) zekat hurmaları teslim edildiği zaman, ben bunları bir odada toplayıp sakladım. Sonra baktım her gün bu yiyecekte bir eksilme olu­yor. Durumu Hazret-i Peygamber'e şikayet ettim. O da bana buyurdu ki: "Bu iş, şeytanın işidir. Onu gözetle ve yakala!" Ben de bunun üzerine gece­leyin beklemeye başladım. Vakit biraz ilerleyince baktım fîl suretinde biri geldi ve kapıya yaklaşınca aralıktan başka bir surette içeri giriverdi. Zekat hurmasından sür'atle yutmaya başladı. Ben de kendimi toparla­yıp: "Eşhedü en la ilahe illallah ve enne Muhammeden Rasulullah!" diye bağırdım ve: "Ey mel'un sen ne yapıyorsun? Müslümanların zekat malı­na mı musallat oldun? Onlar ise buna senden daha muhtaç değiller mi? Vallahi seni Rasulullah'a götüreceğim!" dedim ve onu yakaldım. O da bir daha gelmeyeceğine yeminler ederek söz verip yalvardı. Ben de kendi­sine acıyıp serbest bıraktım.

Sabahleyin Rasulullah'a gittiğimde: "Yakaladığın esir ne yaptı? diye bana sordu. Ben de durumu anlattım. Buyurdular ki: "O muhakkak bir daha gelecektir. Onu gözetle!" Ben de gözetlemeye başladım. O ikinci gece yine geldi ve Önceki gece yaptığim yaptı. Ben de kendisini yakala­dım. Fakat o, yine yalvarmaya başladı ve bir daha gelmeyeceğine ye­minler edip söz verdi. Ben ertesi günü, durumu yine Rasulullah'a haber verdiğimde Rasulullah bana: "Hayır o sözünü bozacak, yine gelecektir!" buyurdu. Ben de onu gözetlemeye başladım. O üçüncü gece yine geldi ve önceki gecelerde yaptığim yapmaya başladı. Ben ise derhal onu yakala­dım. "Ey Allah'ın düşmanı, bana bir daha gelmeyeceğine dair iki gece söz verdiğin halde bu üçüncü gelişindir!" diyerek çıkışıp azarladım. O ise, kendisine acındırmaya ve ta Nusaybinken geldiğini söylemeye başladı. "Eğer, buraya kadar bir yiyeceğe rastlamış olsaydım gelmezdim. Ben ise aslında yoksulum, çoluk çocuk sahibiyim. Biz, daha önceleri sizin bu şe­hirde bulunurduk. Fakat sizin Peygamberiniz gönderildikten sonra O'na iki ayet indirildi, bundan sonra biz Medine'den kaçmak zorunda kaldık. Bu iki ayetin okunduğu herhangi bir evde biz, asla barınamayız. Eğer şimdi sen beni serbest bırakırsan, o iki ayetin hangileri olduğunu sana haber veririm" dedi. Ben de: "Hadi söyle, seni serbest bırakayım" dedim. O da dedi ki: "O iki ayet: Ayetel-Kürsi ile, Bakara Suresinin sonundaki Amenerrasûlü ayetinin sonuna kadar olan kısmıdır." Bunun üzerine ben de kendisini bıraktım. Sonra Rasulullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) gittim ve durumu ha­ber verdim. O da bana buyurdu ki: "O çok yalancı olduğu halde, bu sefer mecburen doğru söylemiştir!"

 (Beyhekî'nin Büreyde'den olan bir rivayeti bulunmakta ve o da a-şağı-yukan bu manaya gelmektedir. Fakat ondaki tavsiyede: "Kendin ve malın için Ayetel-Kürsi'yi oku!" denilmektedir.)

AhmedTirmizî (Hasendir kaydiyle), Hâkim (Sahihtir diyerek) ve Ebû Nuaym Ebû Eyyûb el-Ansârî'den, Taberânî'nin güzel bir senedle Ebû Üseyd el-Sâidî'den olan rivayeti de yine bu mealdedir. Kişinin ken­disi ve malı için Ayetel-Kürsf yi okuduğu zaman, şeytan ve cin şerrinden emîn olacağı istikametindedir.

Ebû Ya'lâ, sahihtir kaydiyle HakimBeyhekî ve Ebû Nuaym, Übeyy bin Ka'b'ın şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Benim iki hurma sergim varda. Bunları kurutmak için sermiş ve beklemekte idim. Derken hur­manın eksilmekte olduğunu gördüm. Geceleyin beklemekte iken, yeni yetişmiş bir oğlan çocuğu büyüklüğünde bir yaratığın geldiğini gördüm. Kalkıp kendisine yaklaştım ve selam verdim. O da selamla karşıladı. Kendisine: "Sen nesin, inni misin, yoksa cinni misin?" diye sordum. O: "Ben bir cinniyim" dedi. Elini bana uzat, dedim. O da uzattı. Baktım eli, köpek eli gibi ve kıllı. Bunun üzerine: "Evet, sen bir cinnisin" dedim ve niçin böyle yaptığim sordum. O şu karşhğı verdi: "Biz senin çok cömert olduğunu duyduk, bu sebeble yiyeceğinden biraz almak istedik." Ben kendisine: "Sizden kurtulmanın yolu nedir?" dedim. O da: "Ayetel-Kürsi'dir" cevabim verdi. Sabahleyin bunu Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) arz et­tim, O da şöyle buyurdu: "Habis, mecburen sana doğru söylemiş!"

(İbn-i İshak tarikiyle Ebû'ş-Şeyh'in de bir rivayeti var. Zeyd bin Sabit'ten sevkedilen bu rivayette aşağı-yukarı böyle denilmektedir).

Ebû Ubeyd Fedailü'l-Kur'an adlı eserinde, Dârimî, Taberani, Bey­hakî ve Ebû Nuaymİbn-i Mes'ud'dan şöyle rivayet ederler: "Adamın biri, Medine sokaklarından birinde şeytanla karşılaştı. Şeytan o adamla gü­reşmeye başladı. Adam, şeytanı tutup yere vurdu. Şeytan o adama yal­varıp: "Beni bırak, sana hoşuna gideceğin bir şey öğreteceğim" dedi. O da bıraktı. Şeytan şöyle dedi: "Sen Bakara Suresini okuyor musun?" O da: "Evet" diye karşılık verdi. Şeytan tekrar dedi ki: "Bir evde eğer bu sureden bazı ayetler okunursa, şeytan o evden kaçar."

İbn-i Mes'ud'a sordular: "Medine sokaklarından birinde şeytan ile karşılaşan ve onu yıkan adam, kimdi?" İbn-i Mes'ud da: "O adam, Ömer İbn-i'l-Hattab idi" cevabim verdi."

Taberani güzel bir senedle Hafsa validemizin azadlısı Sedise'nin şöyle dediğini nakleder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: Gerçekten şeytan, Ömer'in müslümanlığı kabul etmesinden sonra ne zaman onunla karşı-laşsa, muhakkak ondan kaçar olmuştur!"

Ebû'ş-Şeyh El-Azamet adlı kitabında ve Ebû Nuaym, Ali bin Ebû Talib'ten şöyle rivayet ederler: "Biz Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte seferde idik. Peygamberimiz Ammar'a buyurdu ki: "Git, bize su getir!" Ammar da su getirmek için yola çıktı. Yolda kendisine şeytan karşı çıkmış ve onu suya bırakmak istememiş, Ammar, siyah bir köle şeklinde karşısına çı­kan şeytana, yolundan çekilmesini söylemiş, dinlemeyince de onu yaka­layıp yere sermiştir. Şeytan da kendisine yalvarıp: "Beni bırak, ben de senin yoluna engel olmaktan vazgeçeyim!" demiş. Ammar da onu bırak­mış. Fakat o, serbest kaldıkdan sonra tekrar Ammar'a engel olmak is­temiş, Ammar da kendisini yakalayıp yere sermiştir. Tekrar onun yalvarması üzerine serbest bırakmış ve bu hal üçüncü defa yine tekerrür etmiştir. Tam bu sırada, Ammar'ı su getirmesi için yola çıkaran Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); "Gerçekten şeytan, Ammar'ın yolunu kesip ona engel olmak istemiştir. Fakat Allah Ammar'a güç verip kendisini şeytana muzaffer kılmıştır" dedi.

Olayın ravisi Ali der ki: Biz Ammar'ı karşıladık ve bu husustaki Hazret-i Peygamberin verdiği haberden kendisine bahsettik. O da bize dedi ki: "Ben onu, siyahi bir köle zannettim, eğer şeytan olduğunu bilseydim, vallahi onu öldürürdüm.

(Sahihtir kaydiyle Beyhekî'nin ve Ebû Nuaym'in Ammar'dan bir rivayeti daha vardır ki, o da aşağı-yukarı bu mealdedir.)

İbn-i Sa'd ite İbn-i Rahuye ise, yine Ammar bin Yasir'den şu haberi naklederler: "Ben, Rasulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte ins ile de, cin ile de sa­vaştım!" O, böyle söylediği zaman: "Sen cin ile nasıl savaştın?" diye sor­dular. O da şu cevabı verdi: "BenPeygamberimizle birlikte seferde idim. Bir yere inmiştik. Kuyudan su getirmek üzere kırbamı ve kovamı alıp gittim. Kuyunun başına vardığım zaman, savaşçı siyahi bir adam ansızın karşıma çıktı ve: "Vallahi bugün bu kuyudan bir kova dahi su alamıyacaksm!" diyerek beni tehdid etti. Ben de derhal kendisine saldı­rıp onu yakaladım. O da benim yakama yapışıp bana engel olmak istedi. Fakat ben kendisini tuttuğum gibi yere serdim. Sonra elime bir taş rast geldi. Onu alıp adamın ağzını ve yüzünü bu taşla vurarak parçaladım. Sonra onu zararsız hale getirdiğimden emin olarak kovamı su ile dol­durdum, çekip kırbama boşalttım ve su dolu kırbamı alarak Rasuîul-lah'a getirdim. Rasulullah bana: "Kuyunun başında bir adama rastladın mı?" diye sordu. Ben de durumu kendisine haber verdim. Peygamberi­miz de o adamın, şeytan olduğunu bildirdi."

Beyhekî ashabtan birinden şu haberi çıkarmıştır: "Ben, karanlık bir gecede Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte seferde idim. Bir adamın Kul ya eyyühal-kafîrûn suresini okumakta olduğu duyuldu. Rasulullah Efen­dimiz de buyurdu ki: "Şu el-Kafîrûn Suresini okumakta olan adam, mu­hakkak şirkten beridir, uzaktır!" Sonra biz bir müddet daha yolumuza devam ettik. Yine bir adamın Kul hüvallahü ehad suresini okumakta olduğunu duyduk. Bunun üzerine de Peygamberimiz: "Şüphesiz bu su­reyi okumakta olan şu adam, Allah'ın mağfiretine mazhar olmuştur!" buyurdu.

Bu sırada ben, bu sureyi okumakta olan o adamın, kim olduğunu anlamak istedim ve bu maksatla hayvanımın başim çekip sağıma-soluma dikkatli bakındım. Fakat hiçbir kimseyi göremedim." [9]

 ------------------------


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar