Print Friendly and PDF

Shirin Neshatin İran’dan Amerika’ya Kültürel Seyahati

 

SHIRIN NESHAT’IN SANATINDA KİMLİK, BEDEN, YAZI


Hazırlayan: Seda Yörüker

İran’dan Amerika’ya 1974 yılında göç etmiş Shirin Neshat, 1979 yılında gerçekleşen İran İslam devriminden 14 yıl sonra bu devrimi ve özellikle devrimin kadınlar üzerindeki etkilerini konu edinen ilk çalışmalarını yapmıştır. Neshat, bunun ardından İslami İran’ın toplum yapısı, toplumsal cinsiyet konusu ve İran kültürüne odaklanmıştır. Shirin Neshat, sanatının ilk döneminde fotoğraf çalışmış, daha sonra görsel dilini fotoğraftan videoya kaydırmıştır. Gerçekleştirdiği işlerde sinema, edebiyat ve İran’ın çok katmanlı gösteri sanatları ile doğrudan ilişkisi olan Neshat, anlatım dili içerisinden üretim veren kültüralist bir sanatçı olarak önem taşır. Küresel sanat ortamında Ortadoğulu ve bunun paralelinde Amerika’da İranlı bir sanatçı sıfatı taşıyan Neshat’ın uluslararası sanat ortamında edindiği yer, ‘farklılığın sahiplenilmesi’ olgusu ile bağlantılıdır. Bu bağlamda o, kişisel ve kolektif kimlik meselesinden yola çıkarak İran’a dair toplumsal ve siyasal eleştiriler ortaya koyan, tarihsel ve kültürel görselleştirmeler yapan sürgün bir sanatçı gerçeğini yansıtmaktadır.

1979 İRAN İSLAM CUMHURİYET DEVRİMİ

Monarşiye Karşı Halk Birliği ve İslam Miti

İran’da Şah’ın devrilmesi ve yeni bir devlet yapısının kurulması evresinde devrimin lideri Humeyni, 1979 Mart’ında halk önünde yaptığı konuşmada “Ne ‘İran Cumhuriyeti’, ne ‘İran Demokratik Cumhuriyeti’, ne de ‘İran Demokratik İslam Cumhuriyeti’, yalnızca ‘İran İslam Cumhuriyeti’”[2] sözleriyle İran’da büyük bir kalabalığın toplu olarak inşaa ettiği yeni sistemin adını da meşrulaştırmış oluyordu. İslam Cumhuriyeti, tanımı gereği her ne kadar çelişkili bir içerik barındırıyor gibi görünse de burada monarşiye karşı gerçekleştirilen bir halk ayaklanmasını ve aslında kitlelerin kamusal düzlemde dile getirdiği bir hak iddiasını dikkate almak gerekir. İlk olarak 1978 Eylül’ünde, sonrasında aynı yılın Kasım ayında olmak üzere iki kez İran’a giden ve devrim sürecinde yaşanan toplumsal harekete tanık olan Michel Foucault’nun deyimiyle, İran devrimi sırasında söz konusu olan bir ‘kolektif irade’dir. Kolektif irade, devrim süresince İran’da yeni bir düzenin itici gücü olduğu kadar Cumhuriyet devrimini İslam’la bağdaştırmayı hedef edinmiş bu toplumun görüntüsünü de tanımlar.[3] Büyük bir toplumsal bütünleşmeyi içinde barındıran İran devrimi, bu açıdan bakıldığında Şah’ın rejimi karşısında baskı gören kitlelerin hareketidir ve İslam’ın siyasallaşmasının doğrudan ortaya çıkardığı bir sonuçtur.

“Batı-dışı toplumları modernliğin aynasında değil, modernliği Batı-dışı toplumların aynasında yeniden okuyabilmek”[4] için ‘Batı-dışı modernlik’[5] kavramından hareketle, İran’ın tarihsel ve sosyo-politik gerçekliğinde şekillenen İran

İslam Cumhuriyeti’ni ele alırken ‘çelişki’ yerine ‘özgünlüğün’ altını çizmek gerekir. Böylece dini sadece bir inanç olarak değil bir yaşam biçimi olarak gören İran toplumunun, sekülerizmin eleştirisinde anlamlandırılamayacak olan yapısı, bu toplumun verilerini Oryantalist yanılgıya düşmeden değerlendirmek için bir araç niteliği de taşıyacaktır. Devrim dönemi İran’ı, herşeyden önce dini siyasallaştırmış ve bir tür İslamizm ortaya çıkarmıştır. Burada söz konusu olan İslamizm ise devrimci kitlenin değişimci ekseni ile örtüşerek yeni bir yaşam algılayışı ortaya koymuş; toplumsal dönüşümün, sonrasında ise kendi içsel dinamiğinden modernliğini üreten bir yapının unsuru halini almıştır.

İran’da hüküm süren Pehlevi Hanedanı’ndan Muhammed Rıza Pehlevi’nin 30 yılı aşkın süren (1941-1979) hükümdarlığı sırasında büyük bir modernleşme projesi yürütülmüştür. ‘Beyaz Devrim’ adı verilen bu proje İran’da gerek sosyal gerekse politik ve ekonomik ilerlemede söz sahibi olmaya başlayan güçlü ve yeni şehirli elitlerin ortaya çıkmasını sağladığı gibi yeni yoksullara ve köyden kente göçün artışına da yol açmıştır. Hızla gelişen orta sınıfın da çıkarları doğrultusunda Şah Hanedanı’nın Amerika başta olmak üzere Avrupa ile yakın ilişkileri ve askeri ve ekonomik anlamda Amerika ile kurduğu ittifak, ‘Beyaz Devrim’ süresince İran siyasetine yön vermiştir.[6] Tarihsel kimlik olarak ‘Perslilik’i esas alan, buna karşın halkın büyük bir çoğunluğunu oluşturan Şii kimliğini ve ulemayı geri planda bırakan Şah yönetimiyle 1970’lerde Sovyetler Birliği’ne karşı bir güç olan ve bu amaçla İran’ın jeostratejik konumunu dikkate alan Amerika arasında yaşanan ittifak, bu dönemde baskı altında tutulan ve dışlanan Şii halkın hedef noktası haline gelmiştir.

Devrimin ortaya çıkışında sürekli olarak vurgu unsuru yapılan Şii kimlik, ezilen halkın devrimci sosyalist tavrı ile de kolayca kaynaşmıştır. Gilles Kepel’nin deyişiyle "Sınıf çatışması üzerinden yorumlanan bu "sosyalist Şiizm", Sünni Emevi Halife tarafından zulme uğramış (mazloum) ve öldürülmüş İmam Hüseyin'i Şah'ın baskısı altındaki halkın simgesi yapar.”[7] Peygamber soyundan gelen, Halifelik mirasını almak için yola çıkan İmam Hüseyin’in 680 yılında Kerbela’da Halife Yezid’in ordusuna yenilmesi ve sonrasında şehit edilmesi olayı tarih boyunca Şii topluluğun kolektif hafızasında geniş bir yer edindiği kadar, 1970-80 dönemi İran’ının toplumsal ve politik koşullarıyla da arasında paralellik kurularak dönemin simgesel bir değeri olmuştur. 1970’ler İran’ında Şah, dünün Yezid karakteri; Şah’ın işbirliği yaptığı, adaletsizliğin ve haksız gücün simgesi emperyalist düşman Amerika ise Humeyni’nin deyişiyle ‘Büyük Şeytan’ (Sheytan-e Bozorg) kimliğinde devrimci Şii topluluğu harekete geçirmiştir.

İmam Hüseyin’in öldürülmesinin ardından, tarih boyunca On İkinci İmam’ın ya da Mehdi’nin bir kurtarıcı olarak geri döneceğine inanarak bekleyen, yas ve şahadet (şehitlik) kültürü üzerine temellenen Şiilik, bu sessiz bekleyişini 70’li yıllarda devrimci aktivizme kaydırmıştır.[8] 1978 yılından devrimin lideri Humeyni’nin 1989’daki ölümüne kadar geçen süre boyunca devam eden bu aktivist savaşçı kimliğin hüküm sürdüğü İran’da kutsal dava için ölen binlerce kişinin şehitliği de aynı ölçüde yüceltilmiştir. 1980-1988 yıllarında yaşanan İran-Irak savaşını da kapsayan bu dönemin, Şiiliğin şahadet kültürüne dayalı tarihsel kimliğini tekrar diriltmesi için bir alan yaratmış olduğu kesindir. Burada dikkat çekici olan ise, geleneğin dönüşümüdür. Günün koşullarına uyarlanmış Şii gelenek bu açıdan asla geriye yönelik değil, devrimci yorumuyla da içerik kazanmış yeni bir dünyanın habercisidir. Modern İran sosyolojisi ve siyasal İslam üzerine çalışan Khosrokhavar ve Roy’nın belirttiği gibi “Öç alma, gasp edilmiş bir modernliğin yeniden kazanılması, muazzam gösterilerle ifade edilen ve yansımasını ve meşruiyetini İslam’da bulan bir halk birliği miti”[9]dir artık burada söz konusu olan.

Şah yönetimi, gerek sosyal gerekse ekonomik anlamda, çoğunluğunu Şiilerin oluşturduğu halkın yaşamında köklü değişimleri baskı yoluyla hayata geçirmiştir.

“Batılı giyim tarzını erkeklere zorunlu kılmış, peçeyi yasaklamış ve din adamlarına özgü cüppeyi sınırlamış olan Şah Rıza’nın kıyafet kanunları, Muhammed Rıza Pehlevi’nin yönetimine gelindiğinde ise İran’ın modern elitlerinin görünen Batılılaşması kent merkezlerinin çoğunda takip edilir hale gelmiştir.”[10] Öte yandan Muhammed Rıza Pehlevi’nin yabancı girişimcileri destekleyen tavrı, ülke içinde 1970’lerdan itibaren geleneksel tüccar sınıfının zayıflamasına neden olduğu gibi, bu dönemde petrol gelirlerinden kaynaklanan büyük ekonomik refah ve bu sayede saray ve üst orta sınıfın şatafatlı yaşam tarzı, İran’da sınıflar arası dengelerin alt üst olmasına da yol açmıştır. Dikkat çekici bir zenginliğin yanı sıra yoksulluk ve sosyal adaletsizliğin yaygınlaştığı 1970’ler İran’ında toprak reformunun da (1962-1964) etkisiyle köylerden kentlere göç eden kırsal kesim, kentlerde hızlı bir nüfus artışına sebep olmuştur. Sosyal ve ekonomik çelişkileri ve öfkeli kitlesel bir potansiyeli barındıran kentler, bu açıdan İran devriminin meydana gelmesinde önemli bir rol oynar.

‘Sorunu moderniteyi reddetmek değil; bilakis moderniteyi islamlaştırmak’[11] olan devrimci aktörlerden oluşan ‘İslamcı sosyal hareketlerin temeli, kentlerdeki halk yığınlarında bulunur.’[12] Büyük kentlerdeki kamusal alanda sahnelenen ayaklanmaların mimarı bu yığınlar, devrimin ideologları önderliğinde sürdürdükleri ateşli eylemlerini 1978 yılına gelindiğinde yoğunlaştırmıştır. Tahran’da 8 Eylül 1978’de ‘Kara Cuma’’ adı verilen günde gerçekleşen yoğun gösteriler, hemen ardından Aralık ayında ve Hz. Hüseyin’in ölümünün anıldığı kutsal Muharrem ayında patlak veren dinsel ritüellerle kaynaşmış büyük ve sembolik gösteri, Şah’ın 16 Ocak 1979 tarihinde Şah’ın ülkeyi terketmesine neden olmuş ve devrimcileri zafere ulaştırmıştır.

İran Devrimi, gerek halkı, gerek ulemayı ve sol eğilimli grupları, gerekse şehirli ve çoğunluğu yüksek öğrenimli genç kitleyi ve tarihte ilk defa, devrimin simgesi haline gelmiş olan militan kadınları tek bir çatı altında bir araya getiren, bu yönüyle oldukça dinamik bir yapıyı içinde barındıran bir olaydır. İran devrimi, dinle siyaset arasındaki ilişkiyi biçimlendirdiği gibi emperyalist kültüre karşı geliştirdiği muhalif tavırla ‘siyasal İslam’ın tarihteki en köklü hareketi olmuştur.

Devrimin Lideri Humeyni

Toplumun tamamiyle dönüşümüne ve politikleşmesine yol açan 1979 İran İslam Devrimi’nin en dikkat çekici karakteri gerek devrimin ideologu gerekse aktif lideri olarak sahneyi dolduran İmam Humeyni idi.

Humeyni, herşeyden önce karizmatik bir liderdir. “Ancak onun otoritesi, en iyi ‘geleneksel karizmatiklik’le tanımlanabilir. Gerçekten de ondaki ata idaresinin özelliği olan, İran Cumhuriyeti’ndeki çeşitli grupları bir araya getirip onlara işlerlik kazandırabilme yetisi bu fikri doğrular niteliktedir.”[13] Eril iradeye dayalı ata iktidarını yansıtan İslam toplumlarının tipik örneği İran’da, Humeyni tarzı bir karakterin, toplumun hetorojen yapısını ortak bir amaçla birleştirmesi elbette devrimin gerçekleşmesinde büyük önem taşımıştır.

Her ne kadar geleneksel bir otoriteyi temsil ediyorsa da Humeyni, halkçı söylemle devrimci kimliğini birleştirerek geleneksel fundemantalistliğin ötesine geçmiştir. Fundemantalizm ile halkçılık ekseninde ‘Humeynizm’i tartışan Abrahamian’ın da vurguladığı gibi modern dünyanın reddi anlamına gelen fundamentalizm yerine, bu dünyaya sızmak için verilen mücadeleyi ifade eden halkçılık, Humeynizm’in kolaylıkla adlandırılabilir olmasını da engelleyen bir tanımdır.[14] Humeyni’nin siyasal tavrına bakıldığında özellikle Şiizm’in geleneksel yapısını dönüştürerek bugüne uyarlama yaklaşımı ve gerek devrim sırasında gerekse Cumhuriyet kurulduktan sonra ilerlemeciliğin tamamen zıt kutbunu oluşturan ulema sınıfını devletin otoritesine tabi kılmış olması onun, gücünü yenidünya ütopyasından alan yenilikçiliğini ortaya koyar. Devrimci idealle kaynaşmış olan bu yenilikçi tavır, Şiizm ve ulema gibi iki değişmez geleneğin hantallığına olduğu kadar içerideki ve dışarıdaki düşmanların yok edilmesine karşı da yapılanmıştır.

Humeyni, 1962 yılından 1989’daki ölümüne dek 610’dan fazla fetva, vaaz, röportaj ve siyasi demeç vererek[15] devrimi ve sonrasında kurulan İslam Cumhuriyeti’ni taraftarlarının ya da muhaliflerinin gözü önünde savunmuş ve böylece oluşturulan mevcut sistemin gücünü korumayı bilmiştir. Bernard Lewis, İran’da Batı’ya karşı olan devrimcilerin aslında Batı’dan gelen herşeyi reddetmediklerini ve dolayısıyla İran’daki İslam devriminin, elektronik çağın ilk gerçek modern devrimi olduğunu iddia ederken Humeyni karakterine bu modern dünyanın içinde şu şekilde dikkat çeker: “Humeyni sesini milyonlarca yurttaşına ülke dışından kasetlerle ileten ilk karizmatik hatiptir. Sürgündeyken yurdundaki taraftarlarına Şah’ın İran’da gerçekleştirdiği otamatik telefon sistemi sayesinde ulaşan -ancak bunu ilk sürgün yeri olan Irak’tan değil, daha sonra Fransa’dan yapabilmiştir- ilk sürgün liderdir.”[16] Humeyni’nin modern dünyaya ait elektronik sistemi kullanmasını yadırgayan Lewis’nin Humeyni’ye bakış tarzında kuşkusuz Oryantalist bir tavır söz konusudur. Oysa Humeyni ya da onun İslami devrim anlayışı asla salt geçmişe dolayısıyla tutuculuğa indirgenemeyecek kadar gelecek ütopyasıyla diğer bir deyişle de devrimci radikalizmle iç içe geçmiştir.

Ruhullah Humeyni’nin siyasete atılması ‘Beyaz Devrim’ reformlarının başlama sürecinde 1962-63 yıllarında gerçekleşmiştir. Bu dönemde başlayan muhalif söylemleri sonucu tutuklanan ve çeşitli zamanlarda ülke dışına sürülen Humeyni, 1970’lerin başında siyasetten uzak duran ulemayı ve bir bütün olarak monarşiyi suçlayan on yedi derslik açıklamalarıyla düşüncelerini kuramlaştırarak yayınlayacaktır. 1963’te tutuklanmasının ardından yaşamını Necefte sürdüren ve burada verdiği dersler sonucu velayet’i fakih adlı, Cumhuriyet idaresinde de temel rol oynayacak olan politik doktrinini geliştiren Humeyni’nin bu temel kavramı, siyasi

kimlik ile dinsel kimliğin birleşmesi üzerinedir. [17] Buradan yola çıkan Humeyni, bu iki kimliği kendi bünyesinde bir araya getirerek devrimin lideri, Cumhuriyet’in ise gerçek anlamda ‘rehberi’[18] olmuştur.

İki kutuplu bir dünya görüşüne sahip Humeyni’nin Müslümanlar ve üçüncü dünyayı tanımlayan ‘mazlumlar’, Sovyetler Birliği, Amerika ve temelde Batı’yı tanımlayan ‘zalimler’ ayrımı onun devrimin sloganı haline gelmiş olan ‘Ne Doğu, ne Batı, sadece İslam’ sözleriyle de yansıtılır.[19] İslam’ın siyasallaşması konusunda öncü bir karakter olan, halkçı retoriğiyle Şii kimliğini devrimci bir içerikle donatan Humeyni’nin bir bütün olarak amacı, İslam’ın İran’da yeni kurulacak olan devletin temelini teşkil etmesi ve sonrasında bu büyük idealin tüm dünyaya örnek olup genişlemesi idi. 1989’daki ölümünün ardından, 4 Haziran 1989 tarihli New York Times"da çıkan bir yazıda ondan Batı’nın imajında yer edindiği şekliyle, adeta fantastik bir karakter olarak bahsedilmiştir: Ayetullah Humeyni’nin hayatı çok belirsizdi, fazlasıyla mitoloji ve söylentiyle kuşatılmıştı. Öyle ki ataları, gerçek ismi ve doğum tarihi hakkında süregelen bir anlaşmazlık ve şüphe vardı. Fakat bu yaşlı adam 1 Şubat 1979’da -15 yıllık sürgünden sonra- zaferle döndüğünde, kim olduğu ve ülkesi için neler istediği konusundaki şüpheleri ortadan kaldırdı. ... Devrimci fundamentalizmini bütün Arap dünyasına yayma konusunda çok kararlıydı.

Devrimin Simgesel Aktörleri Kadınlar

İran devriminin en değişmez simgesi, devrimden yıllar sonra dahi ilgi çekici ya da irkiltici bir görüntü olarak sunulan, öteden beri süregelen ‘haremdeki kadın’ imajını - ama bu kez korkunç biçimde- devam ettiren ‘militan kadınlar’ olmuştur. Devrim, kadınları radikalleşmiş aktivist bir kimlikle donatarak onların başkaldırının ön saflarında yer almasını sağlamıştı. Sonuç siyasal ve kamusal bir ifade alanı ve elbette ‘görünürlük’tü. Ancak buradaki ifade alanı ya da görünürlük, kişisel bir edim olmaktan çok, kollektif bir bilinç ve ortak amacın sınırları doğrultusunda şekillenmiştir. Bu anlamda devrim ile militan kadın hem metaforik hem de bağlamsal olarak örtüşmüştür.

İran’da devrimin militan kadınları çifte bir silahtır; içeride İslam’ın bekçisi, dışarı da ise Batı’ya karşı bir tehdit görüntüsü. Göle’nin deyişiyle “Kadının çarşaflı gövdesini sahneye koyan İslami devrim, Batı dünyası karşısında en alt edilemez aykırılığını, Batı dünyasına karşı başkaldırının siyasi simgesi haline getirmiştir.”[20] Bu yönüyle devrimin çarşaflı militan kadınları bir bütün olarak Batı’nın karşısına konumlanan siyasal İslam’ın kendisini de temsil etmiştir. Böylesi bir konumlama çifte hareketin sonucudur; bir taraftan siyasal İslam’ı çarşaflı kadınla görünür kılan İran’daki İslamcı hareket, diğer taraftan çarşaflı kadının İslam’ı ya da daha genel kanı ile Doğu’yu temsil ettiğini öngören Batı, İslam’la kadın arasında sonsuz bir özdeşlik ortaya çıkarır.

1936 yılında kadınların peçe giymesini modernleşme ideali doğrultusunda yasaklayan Şah Rıza yönetiminin ardından İslam devrimi, peçe sembolüyle kuşatılmış kadınları tekrar siyasetin odak noktasına yerleştirerek toplumsal düzenin kadınların görünürlüğü üzerinden şekillendiğini de ortaya koyacaktır. Kamusal alandaki görünürlüğüyle modernleşme projesinin yapı taşını oluşturan kadın bedeni, İslami toplumlarda bir denetim ve baskı unsuru olarak önem taşır. İslam’ın toplumsal düzenini, bozguncu kadın cinselliğini denetim altına alarak gerçekleştirdiğini öne süren Faslı feminist sosyolog Fatima Mernissi’ye göre İslam toplumlarının tüm sosyal yapısı kadının güçlü ve tehlikeli olduğu varsayımına dayanır.[21] Kadının cinselliğiyle toplumsal düzenin kuruluşu ekseninde kamusal mekanının sınırlarını belirginleştiren İslam toplumlarında “Müslüman cinselliği bölgeseldir: onun düzenleyici mekanizmaları her cinse belirgin bir mekan tahsis edilmesinden ve bu mekanlar arasındaki kaçınılmaz kesişmelerden doğacak çelişkileri çözen özenli bir ritüelden oluşur.”[22] Bu ritüellerden biri hiç kuşkusuz kadının mahremiyetine işaret eden peçedir. Peçe, kadının İslami değerlere bağlılığını ortaya koyduğu kadar mahrem ile namahrem alan arasındaki dini kavramsallaştırmanın görsel işareti olarak Batı’nın karşısına farklı bir kimliksel yapı çıkarır. Dolayısıyla peçe bir taraftan kadını dinsel ve toplumsal gereklilikler nedeniyle gizlerken diğer taraftan İslamcı hareketin karşısında konumlandığı Batı kültürüne karşı onu ortaya serer. Sonuç olarak peçe, siyasallaşan İslam’ın en doğrudan sembolü olarak kadına işaret eder.

Devrim süresince militan değerlerle dinsel değerler arasında sıkı bir bağ oluşturulmuş ve bu bağ, kadınları İslamcı davanın aracı haline getiren devrimin savaşçı erkek aktörlerinin sloganlarıyla ifade alanı kazanmıştır: “‘kardeşim, senin örtün benim kanımdan daha saldırgan’, ‘örtün imansız düşmanların kalbinde yanan ölümcül bir ateşe dönüştü’, ‘İslam davamız, örtü kalemiz’”[23] Bu tarz sloganlarda kadınların örtünmesi (hijab) siyasal İslam fikriyle özdeşleşmiş olan devrimin kaçınılmaz gerekliliği olarak gösterilmiştir.

Savasçı erkek aktörlerle birlikte militan bir konumu paylaşan bu örtülü kadınlar, devrime adeta ‘mazoşist bir katılım’[24] sağlamıştır. “Mazoşist katılım, ölüm itkisi, iffet-kefaret, iktidara boyun eğme gibi ödünleyici tatminlerin hepsini, günümüz İran’ında fanatikleşmiş kadınların çoğu zaman histerik tavırlarında buluyoruz.”[25] diye belirtir İranlı düşünür Shayegan. Gerçekten de bir taraftan devrim, diğer taraftan devrimle başlayıp on yıl kadar süren İran-Irak savaşı kadınları, anne ya da eş gibi geleneksel rolleriyle kaynaşmış olan savaşçı-yoldaş gibi yepyeni bir kimliğe büründürüp onları duygusal sömürüye itmiştir. Savaş ya da devrim döneminde kutsallıkla bağdaştırdıkları ölüme sıkça tanık olan bu kadınların duygusal hezeyanlarının görsellik kazandığı en dikkat çekici nokta ise kendilerine tanınan sınırlı bir ifade alanında, ağıt, yas gibi dinsel ya da toplumsal ritüellerde gösterdikleri aşırılıklardır.

Tarihsel bellek ile arzulanan gelecek arasında Peygamber döneminde yaşanan İslami geçmişi kendisine örnek alan devrim dönemi İran’ında İslamcı fikir adamlarının temel meselesi İslam’ın bu ‘altın çağ’ına atıfta bulunmaktır. Bu kapsamda devrimin önde gelen ideologlarından Al-e Ahmad ve Ali Shariati geleneksel değerleri yeniden gözden geçirmek, yerli ve otantik kültüre geri dönmek ve tüm bunlarla birlikte İslam kültürünün efsanelerindeki kadın görüntülerini tekrar yaşatmak gibi özü İslam’ın geçmişinde saklı ancak günün koşullarına uyarlanmış olan bir İslamcılık yorumu geliştirmiştir. Örnek gösterilen iki karakter olarak; Peygamber’in kızı Fatma[26] ile Hüseyin’in kızkardeşi Zeynep devrimci Şiiliğin etkisiyle geçmişe özgü evcil ve pasif niteliklerinden arındırılmış, İslamcı harekette aktif rol oynayacak savaşçı kadın imajıyla donatılmıştır.[27] Yeni ortaya çıkan bu savaşçı kadın imajının İslam’ın tarihsel geçmişinden esinlenmesi, devrim süresince kadınların mahrem alandan kamusal alana çıkmalarını da haklı göstermiştir. Ancak İran’daki devrimci militan kadınların geleneksel kadın imajından ayrışması onların kamusal alana çıkmaları ile doğrudan bağlantılı olsa da burada dikkat çekici olan ‘kamusal alan’ ile diğer bir uçta yer alan ‘özel alan’ sınırının, İslami toplumlarda kadınların mahremiyetlerini görünür kılarak kamusal alana dahil olmalarıyla birlikte ortadan kalkmasıdır. Ve ortaya yepyeni tanım olarak ‘İslami kamusal alan’ çıkar. Bu tanım ise kamusal alanın dinsel temellere dayandırılarak yeniden oluşturulmasına işaret eder. Bu açıdan bakıldığında İran’da devrim sırasında kadınlar sadece savaşçı rolleriyle değil aynı zamanda varlıklarıyla, diğer bir ifadeyle farklılıklarına işaret eden görünürlükleriyle de yeni bir toplumsal yapının hazırlayıcısı olmuştur.

İRAN’DA İSLAMI VE CUMHURİYETİ SINAYAN KAMUSAL ALAN

Devrim Ertesi

Dinsel olanı büyük ölçüde özel alanla sınırlayan Pehlevi iktidarının ardından İran’da halkçı ve İslamcı hareketin devrimci ayaklanması, tüm dünyanın dikkatini üzerine çeken yeni bir devlet yapısının ortaya çıkmasını sağlamıştı. Üstelik bu devlet yapısı monarşiye karşı cumhuriyet idaresini savunuyor, İslam’ın gereklerine uygun yasal düzenlemeyi ise yeni kurulan devletin temel önceliği olarak görüyordu. Ancak bu çok şematik tanımlama içerisinde meydana gelen İran’daki İslami cumhuriyet biçiminin toplumsal alandaki karşılığı, bizzat bu alanın kendi dinamiğinden etki alarak dönüşüme uğramayacakmıydı? Diğer bir deyişle devrim sonrası kurulan cumhuriyetin yapısı gereği ortaya çıkan bir kamusal alandan bahsetmek mümkünken bu alanın dinsel kuşatımın içerisinde sabit ve ebedi bir yapıda kalacağından bahsetmek ne kadar mümkün olabilirdi? Dönüşümün, değişimin ya da gücünü eleştirellikten alan modernliğin İran’ın toplum dokusundaki yeri tanımsızmıydı? İran’ı salt kendi içine kapalı, dolayısıyla dünyada gelişen olaylara ya da eğilimlere uzak bir sistemle bağdaştırmak ne kadar gerçekçi olabilirdi? İran’daki İslam Cumhuriyeti gerçekten de o çok klişe söylemle mollaların rejimimiydi?

Batı merkezli modernliğin alternatif söylemi olarak kendini üreten ve bundan dolayı modernliğin eleştirel paradigmasıyla çapraşık bir uyum kuran İslami modernliğin ortaya çıktığı İran’daki cumhuriyet biçiminin zaman içersinde ivme kazanarak gelişmiş ve devrimci radikal söylemden farklılaşmış olan doğası üzerinde durmaya değer gözükmektedir. Bu bölümde yukarıdaki sorulardan yola çıkarak devrimin ardından kurulan İran İslam Cumhuriyeti’nin bu çapraşık doğasını ve çoğu kez tek bir zamanda ya da karede dondurulmuşçasına işaretlenmiş yapısının ne denli gerçeklik taşıdığını tartışmayı amaçlıyoruz.

Devrimden Cumhuriyet Deneyimine Geçiş

İran’daki İslam Cumhuriyeti, devrimin sona ermesi ve 1 Şubat 1979 tarihinde Ayetullah Humeyni’nin sürgün yeri olan Paris’ten İran’a büyük bir karşılama gösterisiyle geri dönmesinin ardından 1 Nisan tarihinde yapılan “Şahlık mı İslam Cumhuriyeti mi” adlı refarandum oylamasından çıkan yüzde 98.2’lik sonuçla halkın güvenini alarak kurulmuştur. 25 Ocak 1980 tarihinde yapılan ilk cumhurbaşkanlığı seçiminde göreve getirilen Bani-Sadr, 22 Haziran 1981’de görevinden uzaklaştırılana dek cumhurbaşkanlığını sürdürmüş ve ardından cumhurbaşkanlığına seçilen Hamaney, Temmuz 1989’da Ali Ekber Haşimi-Rafsancani’nin cumhurbaşkanlığı dönemi başlayana kadar görevde kalmıştır.

Haşimi-Rafsancani’nin göreve geldiği 1989 yılı ve sonrası İran tarihinde üç açıdan önem taşır; ilki cumhuriyet kurulduğunda Rehber olarak devletin başına geçen ve adeta devrimle özdeşleşmiş bir karakter olan Humeyni’nin 1989 yılında ölümü, ikincisi 1980’den beri devam eden ve binlerce kişinin ölümüne neden olan İran-Irak Savaşı’nın 1988 yılında Irak’la yapılan ateşkes sonucu sona ermesi ve bu durumun ülkeye getirdiği yeni bir soluk, diğeri ise Haşimi Rafsancani’nin cumhurbaşkanlığı ile birlikte İran tarihinde “Thermidor Dönemi”[28] olarak anılan ve devletin merkezileşmesine işaret eden yeni bir sürecin başlaması. 1989 tarihi ve onu izleyen dönem, İran’ın devrimden cumhuriyete geçişinden 10 yıl sonra İran İslam Cumhuriyeti’nin bürokratik, rasyonel ve kurumsal bir kimlik kazanıp gerek devlet gerekse toplumsal düzeyde dönüşüme uğradığının bir göstergesidir. Bu süreç İran’ın jeopolitik pozisyonunun getirdiği kaçınılmaz ilişkiler ağıyla ilgili olduğu kadar devlet yapısının güçlenmesi, cumhuriyetin ‘kamusal insan’ bilincini yaratması, dinsel olanın devletin alanına tabi olması ve elbette kapitalist ve küresel etkinin ortaya çıkardığı yeni bir yaşam anlayışıyla doğrudan ilgilidir. 1997’de yapılan seçimlerde muhafazakarların adayı Natık Nuri’yi aldığı oylarla geride bırakarak cumhurbaşkanlığına seçilen reformcu kesimin adayı Muhammed Hatemi ise Rafsancani yönetiminden beri gerek iç gerekse dış politikada uygulanan reformist ve özgürlükçü yönetim şekline hız kazandıracaktır. Devrimden Hatemi yönetimine varana dek geçen 20 yıllık süre, İran’da yeni ve genç bir kuşağı seçimlere taşıyarak farklı bir İran profilini ortaya çıkarmıştır. Bu açıdan 2000’li yıllara yaklaşırken reform yanlısı Muhammed Hatemi’nin cumhurbaşkanlığına seçilmesi, bu dönemde İran halkının değişen yaşam taleplerinin bir göstergesi olarak değerlendirilmelidir.

Devrimin sona ermesi ile birlikte İran’da cumhuriyetin ilk yılları sancılı bir sürece işaret eder. Devrim süresince radikal ve çoşkun kitleler tek bir hedef için bir araya gelmişken 1979 yılında, cumhuriyetin kurulması evresinde farklı sosyal grupların birbirinden ayrılan görüşleri, temelde ise dinsel açıdan ‘radikaller’le ‘ılımlılar’ arasında yaşanan görüş farklılıkları ve bu farklılıkları temsil edenlerin çeşitli gruplar altında bir araya gelip siyasi arenada boy göstermesi söz konusudur.[29] Ancak devrimin sona ermesinin hemen akabinde Irak’ın İran’a saldırması ve 1980 yılının Eylül ayında İran-Irak Savaşı’nın başlaması İran’da milliyetçi hareketin güçlenmesine yol açmış, bu durum farklı grupları tekrar ortak bir hedefte bir araya getirmek yönünde etkili olmuştur. Irak ile yapılan savaş, İran’daki devrimci mücadelede öteden beri itici bir güç olarak önem taşımış ve Şii İslam ile milliyetçilik arasında bir sentez yapılmasını kolaylaştırmıştır. Bu bağlamda Humeyni de bu dönemde savaşın devam etmesini “Kudüs yolu Kerbela’dan geçer”[30] gibi devrimci ve mesihçi sözlerle desteklemiştir. Devlet gerek yapısal gerekse toplumsal açıdan cumhuriyete adapte olurken, bu sürece eşlik eden savaş boyunca, tıpkı devrim döneminde olduğu gibi seferber edilen Şiizm ruhu İran toplumunu yıllarca süren bir mücadele alanına tekrar sokar. Devrim zamanında canlanmış olan bu Şiizm ruhu

İran’da ulus fikrinin ortaya çıkmasında etkili olmuştu, Irak Savaşı ise henüz filizlenen bu ulusun oluşumunu tehdit etmiştir.

1980 ile 1988 yılları arasında devam eden ve yarım milyondan fazla insanın ölümüne ve yaralanmasına neden olan savaşın İran toplumunda görülen en önemli etkisi ise şehitliktir. “Çoğunluğu bir veya iki kuşaktır şehirleşmiş olan alt veya orta sınıfların “nasipsizlerinden (mostaz’afin) meydana gelen genç İranlılar arasında, her yerde bulunan şehitlik öncelikle kültürel fakat aynı zamanda politik ve sosyal bir olgudur.”[31] ‘Kutsal ölüm’ aracılığıyla tarihin öznesi olabilen ezilmiş, yoksul kent gençliği 1980 yılında Irak savaşı sırasında kurulmuş Besic adı verilen gönüllü bir birlik altında savaşarak adeta ölüsever Şii kültürün en uç noktasını temsil etmiş ve bu gönüllü ölümleri aracılığıyla da İslam Cumhuriyeti’nin ulusal anlamda meşruiyetini sağlamıştır. Görüldüğü üzere devrim döneminde olduğu gibi savaş döneminde de devrimci sosyalist Şiizm, kutsal olanla siyasal olanı kesiştirerek İran halkını ulusal bir davanın aktörleri haline getirmiştir. Cumhuriyet’in ilk dönemine ortaklık eden savaşın düşmana karşı birlik fikri yaratarak toplumsal çözülmenin önüne geçmiş olması kadar işte bu kutsal olanı siyasileştirmedeki, ona yeni bir işlerlik kazandırmadaki etkisi İran’daki yeni kurulan cumhuriyetin içeriği ve tanım alanıyla da tamamen paralellik taşır. Öyle ki Şiiliği resmi din kabul etmiş olan cumhuriyet, devrimci militan hareketten anayasal yapılanmaya varana dek siyasal alan içerisinde kültürel ve dinsel geleneği sorunsallaştırarak bu iki olguyu devletleştirme kapsamına da dahil edecektir.

Cumhuriyetin kuruluşunun hemen ertesinde meydana gelen Irak Savaşı’nın başlangıç tarihi olan 1980 yılı, savaşın yanı sıra siyasal İslam’ın ülke içinde ‘kültürel devrim’ modelini hayata geçirmesine de tanıklık etmiştir. Bu dönemde Allah’ın Partisi anlamına gelen Hizbullah, özgürlükçüleri ve aşırı solu temsil eden Halkın Fedayanları, Halkın Mücahidlerinden meydana gelen Kominist Parti Tudeh politik arenada boy gösterir. Bu gruplar içerisinden daha çok öne çıkan Hizbullah hareketi, bir tür “İslamlaştırma” politikası uygulayarak Batı kültürünün yüksek eğitim kuramlarındaki etkisini tamamen yok etmek amacıyla eyleme geçer, bu doğrultuda ülkedeki üniversite kuramları 1980 Nisan’ında kapatılır.[32] 1979 Kasım’ında Tahran’daki Amerikan Büyükelçiliği’nin radikal İslamcı öğrenciler tarafından basılıp burada bulunanların 1981 yılının Ocak ayına kadar rehin tutulması ve bu olayın Amerika başta olmak üzere tüm dünya basınında ve televizyonlarında çıkan haberler ve görüntülerle ‘korkunç İran’ imajının yerleşmesine olan etkisi,[33] devrimden yeni çıkan İran’ın bu dönemde de toplumsal ve uluslararası bir gerginliğin merkezinde kalmasını sağlamıştır. Gerçekten de cumhuriyetin ilk yılları gruplar arası fikir ayrılıkları, suikastlar, savaş, milliyetçi hareket, Batı’ya verilen gözdağının şiddeti, kendilerine misyon yüklenmiş genç erkek nüfusun Humeyni başta olmak üzere devlet tarafından İslamcı militan kimlikle kuşatılması ve bu gençlerin her an dinamik örgütlenme yapıları içinde yeni olaylara ve gösterilere yol açması İran’da kaotik bir cumhuriyet deneyimine neden olmuştur.

1979-1982 yılları arasında Cumhuriyet devriminin en heyecanlı yıllarında Rehber Humeyni, İslam’ı sosyal adalet, özellikle de adil gelir dağılımıyla eş tutar; ezilenlerden, çıplak ayaklılardan, varoşlarda yaşayanlardan yana bir söylem geliştirir.[34] Bu yıllarda halkçı bir tavır ortaya koyan ve ‘nasıl yaşamalı’ konusunda savunduğu görüşleri kendi yaşamına da yansıtan Humeyni adeta ideal bir “halk adamı” profili çizerek 1970’lerden bu yana dile getirdiği halkçı fikirlerini cumhuriyetin ilk yıllarında toplumsal yapılanmanın bir gereği olarak belirginleştirmiştir.

Cumhuriyetin oluşum aşamasında ortaya çıkan en dikkat çekici mesele ise kitaba dayalı ruhban sınıfının kenarda tutulup bunun yerine dini siyasallaştıran ve bunu radikal bir biçimde hayata sokan İslamcılardan yana bir siyasetin izlenmesidir. Bu açıdan İran’daki İslami cumhuriyet devrimi “ayetullahların değil, daha alt düzeydeki din adamlarının, daha genç ve çoğu Humeyni’nin eski öğrencisi olan ve Şah’a karşı 1963’teki hareketlerin ardından siyasal eylemliliği öğrenimlerine tercih eden hüccetülislamlar’n devrimi”[35] olmuştur. Aynı doğrultuda cumhuriyetin ortaya çıkardığı siyasal yapı[36] içinde yalnızca Rehberlik makamı ve Muhafızlar Konseyi’nin bir kısmı mollalara ayrılmış, mollaları üst düzey görevlere ise siyasal iktidar atamıştır. Cumhuriyet idaresi ile birlikte bu din adamlarının devlet yapısı içerisinde memur statüsüne girdikleri de göz önüne alınırsa, İran’daki cumhuriyeti mollaların rejimi olarak görmek cumhuriyete dayalı yönetim şeklinin yapısını oluşturan bürokratik örgütlenme modelinin belirleyiciliğini dikkate almamak olacaktır. Oysa İran’da anayasal yapılanmaya dayalı cumhuriyet idaresi, salt dinsel hakimiyetin üstünlüğünden ziyade bunu da bünyesinde barındıran bürokrasinin üstünlüğüne dayanır. Her ne kadar İslam dinine uygun yasal düzenlemeler anayasada yer etmişse de bu ancak dinsel olanın devletin alanına dahil olmasını ve dolayısıyla onun da bürokratik bir nitelik kazanmasını sağlamıştır.

İran’da cumhuriyetin ilk dönemlerinde ‘nasipsizler’ ve yoksul halk üzerinden sürdürülen bir siyasetin yanı sıra sosyal hayata yönelik yasaklar ve İslam dinine uygun kurallar toplumsal hayatta kendini belirgin bir şekilde gösterir. Aynı durum kültürel hayata da yansır, örneğin devrimi izleyen on sene içinde İran edebiyatında daima kadınların kültür oluşturucuları, geleneğin koruyucuları ve ulusal kimliğin destekçileri olarak önemleri vurgulanır. İran’ın ataerkil politik yapısında ulusal sistem sıklıkla aile metaforu üzerinden tasarlanır.[37] Toplumsal alanı düzenleyici yasaların başında gelen kadınlar için ‘tam örtünme’ uygulaması 1983 yılında zorunlu hale getirilir, ‘kötü örtünmüş’ kadınlar cezaya tabi tutulur. Özellikle hukuk alanında İslami düzenlemeler - örneğin kadınların evlenme yaşının 18’den 9’a indirilmesi gibi- hayata geçirilir ve böylece İran’da yaşam alanını ve biçimini İslamlaştırma amacıyla sürdürülen bir İslami cumhuriyet dinamiği ortaya çıkar. Ancak yasaların ortaya çıkardığı bu düzenlemelere koşut olarak sosyal hayatta da İslami yaşam biçimine cevap verecek devinimler kendiliğinden meydana gelmiştir. Cumhuriyetin kurulmasını izleyen dönemde gelişen ‘İslami feminizm’ bu açıdan ilginç bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. Cumhuriyet döneminde İran’daki İslamcı kadınlar, dinsel olan ile kadına ait olanı kaynaştırıp bunu bir yaşam öngörüsü haline getirerek ya da kadına ait farklı kimlik olgusunu İslam içerisinden tanımlayarak sistemle zihinsel ve eylemsel bir uyum kurmuş ve bunun sonucunda dinamik bir özne olduklarını göstermişlerdir.[38]

İran’da devrim heyecanının, savaşın, içe kapalı ekonomik yapının ve başlıca amaç olan İslam’a uygun yaşam biçiminin etkisini taşıyan ilk dönemdeki baskıcı rejim görüntüsü, siyasal ve toplumsal yapının sağlamlaşması ile birlikte yerini yeni bir yaşam tarzına bırakır. Sistemi gittikçe sindiren ve buna paralel olarak gittikçe de esneklik kazanan bu yeni rejim, Rafsancani ve Hatemi’nin ekonomik ilerleme ve endüstriyel gelişim politikalarına koşut olarak gelişir. 1991 yılında Şeyla Habibi’yi kadın işleri danışmanı olarak resmi göreve atayacak olan Rafsancani, Irak ve İngiltere[39] büyükelçiliklerinin 1990 yılında tekrar açılmasını sağlayarak İran’ın uluslararası diplomatik ilişkilerini de başlatacaktır. Yeni ortaya çıkan bu uluslararası ilişkilerin en dikkat çekicisi ise İtalya ve Fransa başta olmak üzere yabancı ülkelerin başkentlerini ziyaret eden ilk İran cumhurbaşkanı Hatemi’nin, Ocak 1998’de CNN de kendisiyle yapılan tarihi görüşmede “medeniyetlerin diyaloğu”ndan sözetmesidir.[40] Tüm dünyanın korkulu rüyası olan İran’ın imajını değiştiren Hatemi, Keddie’nin deyimi ile baskıcı, gerici olandan barışçıl, sevecen olan İslam’ı ayırır.[41] Onun bu özgürlükçü ve ılımlı siyasi tavrıyla birlikte İran da köklü bir biçimde değişir. Bu değişim ekonomik hayatta ve dış ilişkilerde olduğu kadar sosyal hayatta da etkisini gösterir. Örneğin Hatemi’nin en önemli destekçileri arasında olan ve bu dönemde yeni bir yaşam biçimini arzulayan gençler ve kadınlar, toplumsal hayatın baskılarına karşı başkaldırının yükselen sesini temsil ederler.

Bir taraftan kamusal yaşamı belirleyen giyim, kuşam, davranış kalıpları ve cinsiyetler arası ilişkilere getirilmiş yasaklar, diğer taraftan yüksek eğitim oranının artması, kentleşme ve tüketim kültürünün etkisi bu dönemde İran gençliği ile baskıcı İslami düzenlemeler arasında çelişkili bir ilişki ortaya çıkarır. Üstelik çoğu yüksek öğrenimli ve kentli olan bu yeni kuşak için kendilerinden önceki kuşağın kutsallaştırdığı İslamcılık, solculuk, devrimcilik gibi kavramların önemi de kalmamıştır.[42] Aynı şekilde yeni kuşağın kadınları da İslami kuralların öngördüğü yaşama biçimlerini eleştirmekte ve kamusal alanda erkeklerle eşit haklara sahip olmak istemektedir. İslamcı kadınların örtünmeyi bir varoluş sorunsalı yapmalarına karşı genç ve muhalif bu kadınlar klasik Batı feminizminin cinsler arası eşitliğe dayalı feminizm anlayışını savunmuştur. Bu kapsamda, Hatemi döneminde sayıları hızla artan yayınlardan olan kadın dergileri arasında öteden beri varlığını sürdüren Zenan, İran’da feminizm hareketine yön vermiştir. Yayım hayatı süresince Virginia Woolf, Simone de Beauvoir gibi Batılı feminist yazarlardan çeviriler yapıldığı, şair Forugh Farrokhzad gibi İran’ın en muhalif kadın yazarlarının cesurca eleştirilerine ya da aşk söylemlerine yer verildiği bu dergi, Batı feminizmi ile Müslüman kadınlar arasında bağ kurmak yönünde bir politika izler.[43] Hatemi yönetimi ile birlikte İran’da basın yayın ve sosyal derneklerin sayıları hızla artarak zihinsel ve eylemsel açıdan etkin, kamusal ve bireysel bilinci paylaşan bir İran toplumu ortaya çıkmıştır. Yeni bir nesil ile ortaya çıkan tüm bu toplumsal değişim ise İran’da öteden beri hareketliliğe yön veren ve devleti yapılandıran anahtar bir kavramın; ‘siyasal İslam’ın sorgulanmasını ortaya çıkarmıştır. Bundan sonraki bölümde, İran’da ortaya çıkışıyla birlikte bütün dünya için korku ama Lübnan, Filistin, Mısır gibi bazı ülkeler için etki unsuru olan siyasal İslam’ın ya da İslamizm’in vardığı durum ana konumuz olacaktır.

Siyasal İslam’ın Dönüşümü

Olivier Roy, İslamizm’in tanım alanını tartıştığı Genealogie de L’Islamisme adlı kitabında şöyle sorar: “İslamizm, İslam’ın mantıksal sonucu veya bir sapkınlığımıdır?”[44] İslamizm’i İslam’dan ayıran en önemli fark onun çağdaş dünya içersinde sosyal ve politik bir hareket olarak ortaya çıkmasıdır. Roy şöyle devam eder: “Sosyal ve politik hareketin hakikati teolojik bilgide değildir.”[45] Öyleyse çağdaş bir hareket ve daha da ötesi karşıt bir kimlik arayışı olan İslamizm, Müslümanların İslam dinini yaşamın her alanına sokmak için verdikleri radikal bir mücadele olarak karşımıza çıkmaktadır. İslamizm, kitaba bağlı bir inanca işaret eden İslam’ın radikal bir biçimde yeniden yorumlanması ve çağdaş dünyada Müslümanların kendi farklılıklarını belirginleştirmek için seçtikleri bir ideolojidir. Başka türlü söylemek gerekirse İslamizm, İslam’ın siyasallaşmasıdır.

Batı’nın homojenleştirici modernlik eğilimine karşı yapılanan siyasal İslam hareketinin başgösterdiği öncelikli ülke İran’da devrimin ortaya çıkma sürecinde gelişen İslamizm, monarşiye dayalı Şah yönetimini ve onun Batı yanlısı politikalarını ortadan kaldırma yönünde bir anlam ifade ediyordu. Bu dönemde İslamizm (İran’da özel olarak Şii İslam), İslami bir yönetim şekli diğer bir ifadeyle İslami cumhuriyet için bir iktidar mücadelesi vermiştir. Ancak devrimin ve ardından kurulan İslami cumhuriyetin üzerinden geçen uzun zaman İran’da İslamcılığın büyüsünün yok olmasına neden olmuştur. Öyle ki yaşamın tüm alanlarının dinselleştiği bir toplumda dinin kutsallığa dayalı halesi kaybolmakta ve din başka türlü bir kutsallaştırma pratiği yani ideoloji ile sıradanlaşmaktadır.

İran’da siyasal İslam kimi sosyologlarca ‘Post-İslamcılık’ın[46] (İslam’ı yeniden toplumun oluşumunda ve analizinde bir veri olarak gören ancak bu kez devrimci bir ütopyadan hareket etmeyen, siyasal bir mücadele içermeyen, buna karşılık dini ve felsefi yoruma dayalı entellektüel tavrı içeren yeni bir eğilim) ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bazısı için siyasal İslam başarısızlıkla[47] sonuçlanmış, çünkü modernliğini yaratmaya çalışırken dini siyasallaştırmaya dayalı kendi açmazına yenilmiş, böylece yerini yeni-fundamentalizme yani devlet yoluyla değil bu kez halk hareketiyle gelişen bir İslamileştirmeye bırakmıştır. Kimisi içinse siyasal İslam giderek kültürel[48] bir hareketin özelliklerini ifade etmeye doğru evrilmiş; bu kez iktidar mücadelesi vermek yerine kamusal hayatı ve birey yaşamını, modernliğin ve İslami tanımların sorgulanması yoluyla dönüşüme uğratmıştır.

Modern İran analizinde bu yorumların her birinin özel bir önemi olsa da biz burada çağdaş ve eleştirel bir hareket olan siyasal İslam’ın modernlikle olan hesaplaşmasını dikkate alıyor ve bu hesaplaşmada onun kendi içsel modernliğini meydana getirdiğini savunuyoruz. Düşünülmesi gereken, modernliğin asla tek biçimli ve çizgisel bir yol izlemediği, bizzat kendi doğasında taşıdığı eleştirel paradigma ile anlam kazandığıdır. İslamcı hareket bir taraftan geriye dönük bir çizginin boyunduruğundan kopardığı dinsel bir temellendirmeden yola çıkarken diğer bir taraftan da çağdaş dünyanın tek biçimli Batı modernlik modeline karşı yeni oluşturduğu bu dinsel temellendirmeye başvuracaktır. İslamcıların yaşam alanlarında, görünürlüklerinde, kültürel üretimlerinde, tüm özel ve kamusal pratiklerinde görsel bir kod haline dönüşerek gerçeklik kazanan karşıt bir dinsel temellendirme hareketidir bu. Tam da bu açıdan bakıldığında İran’da siyasal İslam, modernliğin eleştirel bir biçimde yeniden üretildiği ve toplumsal hayatta sahiplenme, karşıt olma, dönüştürme edimleriyle sürekli bir yaşam dinamiğine kavuşarak şekillendiği bir unsurdur.

İran’da artık “din alanı özellikle siyasal ama aynı zamanda da medyatik bir kamusal alanla kısmen kesiştiği için bir toplumsal yenilik alanıdır.”[49] İran’da tüketim kültürünün gelişmesiyle birlikte bireyciliğin modern yaşamın önemli bir varolma biçimi haline gelmesi, geleneksel büyük ailenin çekirdek aileye dönüşmesi, ‘kendine bakmak’, hijyen gibi modern yaşam ve tüketim kültürü kodlarının dinsel referanslarla desteklenerek hayata girmesi, seçim kampanyalarında dinsel ile siyasal söylemin birlikte pazarlanması, ibadet yolculuğu olan Hac’ın turistik bir gezi biçiminde organize edilmesi gibi değişen yaşam tarzlarında ortaya çıktığı şekliyle İslami cumhuriyette din, kutsallık kavramını toplumsal yaşamın, tüketim kültürünün, iletişim alanının, moda, yeme içme gibi pratiklerin akışına bırakarak değişime uğratır. İran’da kamusal yaşamdaki bu değişimin en net gözlendiği alan ise Fariba Adelkhah’ın belirttiği gibi hayırseverliğin modern yaşam koşulları doğrultusunda kurumsallaşması olmuştur. İran kültüründe önemli bir yer kaplayan geleneksel civanmertlik (cömert ve yiğit), hayırseverliği kurumsallaştıracak biçimde rasyonelleşmiş ve bu yolla orta sınıf kent toplumunun sosyal yaşama katılması için bir alan açmıştır.[50] Burada dikkat çekici olan çağdaş dönemin civanmertlerinin sadece erkeklerden oluşmadığı bilakis kadınların[51] da hayırseverlik işlerinde yer aldığıdır. Dinsel cemiyetler, vakıflar, hayır kurumları ve bunların sosyal ve kurumsal olduğu kadar ekonomik döngüsü toplum ile din ve gelenekler arasında yeni bir bağ yaratmıştır. Din kurumsallaşarak, dinsel kesim memurlaşarak, dinsel veriler popüler dünyanın içerisinde dolaşıma girerek yaşama adapte olmuştur. İran bu açıdan siyasal İslam ile başladığı devrim perspektifini İslami cumhuriyetin kurulması ve kurumsallaşması ile birlikte yeni bir perspektife kaydırmıştır. Ortaya çıkan bu yeni perspektif çağdaş dünyanın içinden çıkan ideolojik bir hareketin arzulayabileceği son nokta gibi gözükmektedir.

KÜLTÜREL KİMLİK VE ‘ÖTEKİ’LİK

Ötekiliğin Tanım Alanı: ‘İslam’ ve ‘Batı’

Kültürel kimliklerin genelleştirilmiş tanımlamalarla üretimi, onların öteki kavramı ile olan ilişkisini net bir biçimde ortaya koyar. Bu anlamda ötekileştirme yani kendinden farklı olanı işaretleme, kendi kültürel kimliğini kurma ile doğrudan bir özdeşlik taşır. ‘Batı’ ya da ‘Doğu’ gibi coğrafi olguların tarihsel ve söylemsel kurgularla anlamlandırılması ise bu ötekileştirme hareketinin somutluk kazandığı en genel tartışma alanıdır. 1970’lerde İran başta olmak üzere, Libya, Mısır, Filistin, Pakistan ve Sudan’da hız kazanan İslamcı hareket, Batı’nın karşısına bir tehdit unsuru olarak çıkarak Doğu ve Batı şeklinde üretilen büyük genellemeye yeni bir yön vermiştir. Aslında öteden beri Doğu ile özdeş görülen Müslüman Arap imajı, Fransız ve İngiliz Oryantalistlerinin Kutsal Toprakları da içinde barındıran Ortadoğu’ya yaptıkları geziler sonucu 18. yüzyılın sonlarından başlayarak 19. yüzyılda gerçek anlamda ortaya çıkmıştı. Bu dönemde vahşi, despot, şehvetli ve ilkel olanı dolayısıyla Batı’nın kendisinden farklı olanı temsil eden birbirine karışmış Ortadoğulu ve İslam kimliği, 20. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Hassan al-Banna tarafından 1928’de Mısır’da kurulan ve daha sonraki İslamcı hareketlere de öncülük eden Mısırlı Müslüman Kardeşlerdin faaliyete geçmesi ve sömürgecilik hareketlerinin sona ermesiyle farklı bir boyut kazanmıştır. Bu kez Ortadoğulu İslam kimliği, 1950’lerde Cezayir başta olmak üzere Ortadoğu ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanma girişimleri paralelindeki milliyetçi ulusal hareketlerle gelişen Batı düşmanı ötekini tanımlamıştır.

Cezayir örneğinde olduğu gibi birçok Ortadoğu ülkesinde bağımsızlığın kazanılma düşüncesine koşut olarak ilerleyen milliyetçi ulusal hareket ile geleneksel kültüre referans yapan İslam kimliği ortak bir hedefte birleşerek Batılı sömürgeci gücün karşısına siyasi bir tepki aracı olarak çıkar. Daha sonraları İran’da Şah’a ve emperyal Batı’ya karşı gerçekleşecek olan İslamcı harekette görüldüğü gibi Cezayir’deki İslamcı dirilişi temsil eden peçeli kadınlar için de peçe[52], sömürgecilik altındaki ülkenin kendi değerler sisteminin gerçekliğini onaylamak için olduğu kadar, yabancı düzene ve yabancı değerlere karşı direnci ifade etmek üzere bilinçli bir şekilde kullanılan bir simge olmuştur.[53] Peçenin de örnek olduğu gibi tüm İslami ideolojik simgeler ya da ideolojik hareketlerle siyasal İslam’ı öne çıkaran ülkeler, 20.yüzyıla gelindiğinde Batı için bir korku nesnesi ve bir tehdit unsuru haline gelmiştir. Ancak bu ülkelerden hiç birindeki İslamcı hareket, İran’daki İslamcı hareket kadar Batı’nın gündemine oturmamıştır. Bu durum, iletişim ve medya ağı ile gündemi belirleyen Amerika’nın bir yönlendirmesi olarak görülebilir.

Edward Said, Avrupa ile Amerika’nın Doğu’yu değerlendiriş biçimini incelerken Amerika’nın Avrupa’ya oranla Ortadoğu’ya yönelik daha büyük ekonomik çıkarlar peşinde olmasını ve yine onun Avrupa’ya oranla bu bölge ile tarihsel geçmişinin daha zayıf olmasını iki bölge arasındaki başlıca farklılık olarak ele alır ve Amerika’nın 20. yüzyıla damgasını vurmuş ‘İslami tehdit’i nasıl Oryantalist bir genellemeyle donattığını şu çarpıcı örnek ile ortaya koyar: “16 Nisan 1979’da, Time dergisi ana konusunu İslam’a ayırdığında, kapak resmi Geröme’un bir yağlıboya tablosuydu[54] ve minareden müminleri namaza çağıran sakallı bir müezzini gösteriyordu. Abartılmış süslemeleriyle tablo 19. yüzyıl Oryantalist sanatının tipik bir örneğiydi. Ne var ki, bu huzurlu sahnenin üzerine atılan bantta, hiç ilgisiz bir başlık yer alıyordu: ‘Militan Uyanış’”.[55] Said’in burada gösterdiği gibi öteden beri süregelen Oryantalist bakış, bu dönemde İslamcı hareketin ortaya çıkışını çarpıtılmış bir temsil ile dikkat çekici bir uyarı arasındaki gergin sınıra konumluyor ve böylece Amerika’nın ötekine dair yargısının nasıl geçmişin Oryantalist mirasına eklemlendiğini de ortaya seriyordu. Gerçekten de 20. yüzyılda biçim değiştirmiş haliyle Batı’nın gündemine oturan, Doğu’nun bir parçası olarak görülen İslamcı hareket, bu dönemde Ortaçağ karanlığına dönüş ile eş tutulmuştur. Ancak bu, Batı’nın karşısındaki İslamcı çıkışı kavramaktan uzak bir Oryantalist tutumdur. Halbuki İslamcı hareket yoluyla modernlik, kendi muhalif biçimlerini görünür kılmaktadır. 20. yüzyılın ortasından bu yana görülen İslamcı kimlik, Batı’ya ve özellikle Amerikan emperyalizmine karşı bir söylemden yola çıkmış, otantiklik ve kültürel farklılık üzerine temellenmiş; bu yönüyle de üçüncü dünyacı bir tavır sergilemiştir. Bütün bunlara karşın evrimine küreselleşmeden aldığı güçle yön veren İslamcı kimlik radikalizmini ulus ötesi bir boyuta taşımıştır. Bu açıdan 20. yüzyılda beliren ve 21. yüzyılda da etkisini gösteren İslamcı hareketleri, Batı’yla özdeşleşmiş modernliğin karşıtı olarak görülen Ortaçağ yakıştırması ile değil, modernliğin kendisine eklemlenen bir yapı ve Batı’nın yüzyıllardır süren ötekileştirme girişimlerinin tarihsel bir sonucu olarak görmek gerekir.

Kültürel kimlikler, bir taraftan zamanın odağında katmanlaşarak ifade kazanan bir olguya ama en çok da icat edilen söylemsel bir vurguya işaret ederler. Çağın önde gelen Oryantalistlerinden Bernard Lewis’in “onlarınki farklı bir toplumdu, farklı kutsal kitaplarda ve klasiklerde eğitilmiş, farklı tarihsel anılar tarafından şekillenmişti.”[56] sözünde somutluk kazanan, Batı’nın ötekisine işaret eden ve onun için bir tehdit unsuru olan İslam, onu siyasal bir içerikle yeniden tanımlayan Cezayir, Mısır, İran, Sudan örneklerinde olduğu gibi çift yönlü olarak kurulmuştur. Şöyle ki Batı’nın tarihsel ötekileştirme dinamiğine içkin olan İslamcı kimlik, sadece Batı’nın değil ama aynı zamanda halkçı ve milliyetçi başkaldırının etkisiyle Batı’ya karşı bir kimlik oluşturan İslamcılığın kendisinin de bir icadıdır. Ortadoğu’daki milliyetçi başkaldırı bu yüzyılda Batı’ya karşı bir yanıt oluşturmuş ve sömürgecilik gibi, tarihsel ya da emperyalizm gibi çağdaş düşmanlık noktalarını, bağımsızlık ve özgünlük arayışı çerçevesinde yorumlayarak bunu otantik bir kimliğe işaret eden İslamcılıkta somutlaştırmıştır. Dolayısıyla 20. yüzyılda Batı kadar, Doğu’yla özdeş görülen İslamcılık da bu ötekileştirme eylemine katılmıştır. Batı’ya karşı bir düşmanlık biçiminde ortaya çıkan bu ötekileştirme, en net ifadesiyle Ayetullah

Humeyni’nin ‘İslam tehlikede’ çağrısının Batı’da ‘İslam tehditi’ şeklinde gerçeklik kazanmasına yol açmıştır.

Kimliklerin kendi sınırlarına kapalı diğeriyle ile ilişkisiz, özsel bir yapı biçiminde tasarlanması kadar onların küresel dünyada farklılığa tapma ve ötekini yüceltme ya da büyülenme nesnesi yapma biçiminde onaylanması da sorunlu bir kültürelcilik biçimidir. Bugün İslamcı olgu, neo-oryantalistler ve neo-üçüncü dünyacılar tarafından tekrar üretilmekte,[57] kültürel kimlikler ise marjinalliği oranında küresel düzene dahil olarak aslında karşısında konumlandığından hiç de farklı olmayan bir yaklaşımı ortaya sermektedir.

‘Batı’ya - Göç

Time’ın Nisan 1979’da ana konusunu ‘İslam’a ayırdığı ve bunu, kapağında Jean Leon Geröme’un 1866 tarihli ‘Le Müezzin" adlı resmi ve onun üzerine atılmış ‘Militan Uyanış’ (The Militant Revival) başlığı ile çarpıtılmış bir biçimde tasvir ettiği sayısının ardından Şubat 2005’de Time, bu kez türbanlı bir Mona Lisa’yı kapak resmi yapıyor ve şu başlığı resmin üzerine yerleştiriyordu: ‘Avrupa’nın Kimlik Krizi’ (Europe’s Identity Crisis).

Görünen o ki aradan geçen çeyrek yüzyıl, Batı’nın kendi kimliğini onun için bir tehdit unsuru olan ötekinden yola çıkarak sorgulamasına neden olmuştur. Ancak pek de yeni olmayan bu Oryantalist tavırdaki farklılık; bugün ötekinin coğrafi olarak ötede değil tersine Batı’nın çok yakınında olmasından kaynaklanır. Coğrafi sınırların paralelinde üretilen kültürel kimlik tanımları yerine 20. yüzyılın sonlarından itibaren görülen fiziksel ve sanal hareketlilik, ötekini tüm gerçekliği ve bir o kadar da kurgusal içeriğiyle Batı’nın yakınına getirmiştir. Aslında 1960 ve 1970’lerden başlayarak İslam dünyasından Avrupa ve Amerika’ya olan zorunlu ya da gönüllü göçler yoluyla gelişen bu kimlik sorgulaması, sadece Batı’nın değil aynı zamanda Müslümanların da bir kimlik sorgulaması olarak görülmelidir. Kahire, Dakar, Tahran, Jakarta gibi kentlerin yanı sıra Londra, Paris, New York, Amsterdam gibi Batı kentlerinde de büyük Müslüman nüfusun yaşadığını dikkate alırsak bugün yalnızca İslam ve Batı gibi iki kutupsal alandan söz etmek yerine Batı’daki Müslümanlardan da sözetme gereği vardır.[58] Bu ise Batı’daki İslam’ın başlıbaşına bir olgu olmasından ziyade onun Batı ile olan ilişkisi ölçüsünde yeni bir biçim almasını, İslam’ın sınırlar ötesi bir model haline gelmesini ortaya koymak adına önemlidir. 1960 ve 1970’lerden itibaren yaşanan Batı’ya göç dalgası, bugün İslam’ın Batı’da ikinci büyük din olmasını sağlamıştır. 21. yüzyıla gelindiğinde ulus ötesi bir olgu halini alan İslam, Batı’nın görüntüsünü ve değerlerini şekillendirdiği gibi kendisi de Batı’da yeni bir kimlik inşaasına sahne olmaktadır.

Batı’ya göç eden Müslümanlar, İslam’ı bir din olmanın dışında bir kültür biçimi olarak da yaşayarak Batılı değerler ile İslami değerler arasında çoklu bir dil yaratmış; medya, televizyon, internet ağı gibi iletişim biçimleri ise bu yeni dilin oluşumuna ve yaygınlaşmasına aracılık etmiştir. Görsel kaynaklar üzerinden Batı’ya göç etmiş kültürleri analiz eden Hamid Naficy, İran’dan Amerika’ya göç edenlerin en çok yerleştiği kent olan Los Angeles’daki İran televizyonlarını ele aldığı çalışmasında gösterdiği gibi göçmen televizyonları bir ritüel türü olarak değerlendirilmelidir. Çünkü ülkelerinden göç etmiş olan bu insanlar için televizyon sadece yansıtmaz aynı zamanda toplumu meydana getirir ve dönüştürür.[59] Göçmen televizyonlarının yanı sıra, 1990’ların sonlarında farklı Avrupa ülkelerinde yeni bir olgu haline gelmiş olan, Müslümanların çeşitli sorularına ve problemlerine yanıt veren “Imams on-line” gibi internet sayfaları, özel radyo programları, Londra’da da basımı gerçekleşen Al Hayat gibi gazeteler, ibadet zamanlarını bildiren sms mesajları Batı’ya göç etmiş Müslümanların İslam’ı nasıl küresel bir dolaşıma dahil ettiklerini göstermektedir.[60]

Avrupa ya da Amerika’daki Müslümanlar için karşıt bir kimlik ve değerler bütünü olan İslam, özellikle bu göç hareketi nedeniyle daha fazla sahiplenilen ya da üzerinden nostalji söylemi yapılan bir olgu olarak öne çıkar. Her ne kadar yer değiştirme ile birlikte İslam’ın Batı’ya göç eden Müslümanlarca bir aidiyet unsuru olarak sahiplenildiğini öne sürmek mümkünse de kimi zaman radikalizme kadar varan bu sahiplenme edimi asla Batı gerçekliğinden tamamen ayrı olarak düşünülemez. Göçmenlik bir aradalık durumudur, bedenen ve zihinsel olarak iki ayrı gerçekliği birden yaşayan göçmenlerin aşırı bir kültürlenme biçiminde kültürsüzleşmeye ya da yeni bir kültür alanı yaratmaya yakın olduklarını vurgulamak gerekir.

Tarihinde hiç bir zaman sömürge olmamış bir ülke olan İran’dan Batı’ya göçmen akını, İslam devriminin meydana geldiği 1978 - 79 yılları arasında başlamış ve bu göçler sonraki dönemlerde de devam etmiştir. Ancak devrim ile birlikte gerçekleşen bu büyük göçlerin, İslamcı hareketin değerleriyle uyuşmayan Şah dönemi seçkinleri ya da baskıcı rejimden kaçan İranlı entellektüeller tarafından gerçekleştirilmesi önemlidir. İranlı bu göçmenler ile Batı’ya ekonomik nedenlerden dolayı göç eden, burada bir alt-kültür oluşturarak cemaatçi bir şekilde yaşayan ve kendi dinlerini bir farklılık biçimi olarak radikalleştiren Müslümanların göç koşulları ve deneyimleri birbirinden ayrılmaktadır. Göç, bu açıdan bir yer değiştirme olmanın dışında göç edilen ülke ile göç veren ülke arasında göçmenin, göç ettiği ülkesine karşı doğrusal ya da negatif bir konum belirlemesini de ortaya çıkarır. Göç olgusu gerek fiziksel boyutu gerekse anlamsal içeriği açısından bakıldığında tek merkezli değil aksine bir çifte-oluş biçimi olarak göçmenin gerçekliğini yansıtmaktadır. Theodor W. Adorno’nun Minima Moralia’’ da dikkat çektiği gibi “insanın evindeyken kendini evinde hissetmemesi bir ahlak sorunudur.”[61] Göçmenler, bu anlamda her zaman bulundukları ya da ayrıldıkları yerle zihinsel bir hesaplaşmayı sürdürerek iki arada bir mekanda varlıklarını kurmaktadır. Küreselleşmenin ortaya çıkardığı yeni değerler ise göçmenlerin bu aradalığını fetişleştirmeleri için alan açar. Örneğin Batı’da Müslüman göçmenler yoluyla ortaya çıkmış olan İslamileşme olgusu, 21. yüzyılda artık yerini yeniden İslamileşme’ye bırakmıştır.[62] Yeniden İslamileşme, Batı’daki göçmenlerin bir kültür olarak İslam’ı Batı’da tekrar diriltmesi, daha başka bir ifadeyle Batı kültüründen yola çıkarak kendilerine yeni bir köken kültürü inşaa etmeleridir. Müslüman göçmenlerde gözlenen bu dinin yeniden sahiplenilmesi, odak noktası yapılan İslami dinsel kodun bütünüyle otantik ve özsel bir içeriğe sahip olmaması nedeniyle, İslam’ın bir tür Batılılaşma biçimi olarak da değerlendirilebilir.

Müslümanların Batı’ya olan göçü İran örneğinde özelleştirildiğinde, Amerika’nın Avrupa’ya göre daha fazla göç edilen yer olduğu açıktır. İran’da kurulan rejimin büyük düşmanı Amerika’ya göç, devrim zamanında İran’daki rejime karşı bir muhalefet biçimi olarak önem taşısa da sonraki göçler Amerika’nın çok kültürcü politikaları kapsamında ve çalışma, eğitim gibi daha çok yaşamsal nedenlerden dolayı gerçekleşmiştir. Bu açıdan göç olgusundan bahsederken Avrupa ile Amerika arasında bir ayrım yapmak kaçınılmazdır. Müslümanlarca emperyalizmin karşılığı olan Amerika, en aşırı Müslüman radikalizmine sahne olan Amerika ve Müslümanların en fazla göç ettikleri ülke olarak Amerika, İslam’ın küreselleşen ve paradoksal yüzünü ortaya sermektedir. Görünen, 20. yüzyılın sonlarından itibaren öteki, Batı’nın çok yakınında kendini kurguladığı ya da yeniden kimliklendiği için ötekilik artık kurgu olmuş sanal bir gerçekliktir. Batı’daki Müslümanların kamusal alanının 21. yüzyılda ‘sanal ümmet’lere olanak tanıyan internet ortamları olduğu dikkate alınırsa Amerikan usulü İslamileşme ya da yeniden-İslamileşmenin nasıl küresel bir kültürleşme modeli meydana getirdiği de ortaya çıkacaktır. Bu açıdan bakıldığında Müslümanların Batı’ya göçü, İslam’ın bir kültür modeli ama en fazla da küresel bir olgu halini almasına neden olmuştur; aşırı sahiplenme, nostalji nesnesi yapma ya da radikalizm biçiminde.

Göç Bağlamında Sanatçının Kimlik Sorunsalı

1980’lerde küreselleşme ile birlikte Batı’da evrenselliğin sorgulanması yerel kültürleri, kimlikleri, azınlıkları ve marjinalliği yücelten bir dinamizmi meydana getirmiştir. 1970’lerin sonlarından itibaren Avrupa’da feminist hareket başta olmak üzere farklılık söyleminin ortaya çıkmasıyla başlayan bu süreç, 1980’lerin sonlarına gelindiğinde çok kültürlülük, çok renklilik tartışmalarını gündeme taşıyarak dönemin kültürel ve sanatsal üretimine yön verir. Avrupa merkezciliğin bir eleştirisi biçiminde ortaya çıkan bu çoğulculuk söylemi, etnik kimlikleri ya da öteki kültürleri bir karşı- model olarak sahipleniyor ve böylece üçüncü dünya kavramını da kendisine odak noktası yapıyordu. Farklılık ve kimlik kavramları etrafında anlam kazanan ötekine ve onun paralalelinde konumlanan üçüncü dünyaya karşı bu onaylayıcı yaklaşımın Avrupa’da öteki kimliklerin ve kültürlerin kendilerini temsil edecekleri bir ifade alanı açtığı kesindir ancak bu yaklaşım kendi içersinde bazı sorunları da gündeme getirir. Öyle ki Batı-dışı toplumlardan gelen sanatçıların 1980’lerin sonlarından itibaren temel çıkış noktası olan bu kimlik ve kültür politikası Avrupa merkezciliğin, Oryantalizm’in ya da Kolonyalizm’in bir eleştirisi biçiminde ortaya çıksa da aslında onu tekrar üretme ve dahası, ötekini ‘ehlileştirme’ paradoksunu da içinde taşımaktadır.

Gelenekten postmodernliğe geçen ve modernlikle sancılı bir ilişkisi olan toplumların kültürel şizofreni yaşadığını öne süren İranlı düşünür Shayegan “Amerikalı fikirlerden yola çıkıp gerçeklik üreterek kollektif çılgınlığını iyi kötü gerekleştirirken, Avrupalı gerçekliği fikirlere dönüştürürken, sürekli değişen ve üstelik kendine ait olmayan bir gerçeklikle karşı karşıya bulunan Doğulu’nun tavrı ne olacaktır?”[63] diye sorar. Temel olarak bakıldığında kutupsal ayrımları ve üçüncü dünyacı bir söylemi de barındıran bu soru, Shayegan’ın en genel biçimiyle Doğulu diye tanımladığı Batı-dışı toplumların sanatçılarının sanatsal tavrına da açıklık getirir niteliktedir. Çoğulculuğun ve kültürel kimliklerin özgünlüğünün küresel değerler tarafından yüceltildiği bir dünyada Batı-dışı toplumların sanatçıları yerel değerleri, kişisel ve kolektif hafızalarını ve öteki olmanın izlerini sanatlarında sorunsallaştırarak bir taraftan küresel dünyanın sanat dolaşımına dahil olmanın kolaylığını diğer taraftan ise kendi kültürlerine bakmanın, farklı ve özgün olmanın büyüsünü yaşamaktadırlar. Shayegan’ın sorusu paralelinde ‘Doğulu’nun tavrı’ bu anlamda öteki olmayı fetişleştirmeye dolayısıyla kimlik siyaseti yapmaya yakın durmaktadır.

20. yüzyılın sonlarından bu yana çağdaş sanat içerisinde kendi kültürel kimlikleri ile Batı kültürü ekseninde bir aradalık ilişkisi, bir hesaplaşma ya da bir melezlik biçimi kurarak üretimlerini gerçekleştiren Batı-dışı sanatçıların bu üretimleri aynı oranda onların kişisel kimlikleri ile de şekillenmiştir. Örneğin Ortadoğulu kimliğinin yanı sıra kadın kimliğinin de taşınması sanatçının sanatsal tavrına çifte kimlik sorunsalı biçiminde yansır. Bu kapsamda Batı’da öteden beri akademik çalışmalara ve sanata konu olan Doğulu kadın imgesi ve onunla özdeşleşen peçenin, 20. yüzyılın sonlarından itibaren bu kez bizzat o kültürün içinden çıkmış sanatçılar tarafından ele alındığına tanık olmaktayız.[64] Öyleyse antropolog Laura Nader’ın “Kadınlar artık Arap kadınları gibi davranmıyorlar; Ortadoğu’nun bir parçası olmuş ‘potansiyel Batılılar’ gibi davranıyorlar”[65] tespitinde olduğu gibi onların batılılaştığından ya da oryantalistleştiğinden mi bahsedilmelidir yoksa bu sanatçıların kendi kültürleri ile olan diyaloglarını bir çeşit aidiyet biçimi olarak ele almak mı gereklidir? Bu sorunun cevabı kuşkusuz farklı kültürel ve kişisel deneyimlerden gelen sanatçıların tümü için farklı biçimlerde verilebilir. Burada temel olan ise öteki olmanın ya da göçün, doğası gereği sanatsal pratiğe her zaman bir ikilik biçiminde yansıyacak olmasıdır.

Avrupa ve Amerika’ya yapılan zorunlu ya da gönüllü göçler ile Batı kültüründe ‘büyük anlatılar’ın sona ermesi kesişmiş ve bu durum 20. yüzyılın sonlarından bu yana dünyadaki sanat hareketliliğinde öteki kültürleri temsil eden sanatçıların öne çıkmasını sağlamıştır. Ancak bu sanatçıların hepsini göçmen kategorisine dahil etmek doğru değildir çünkü çağdaş sanat hareketliliğinde takip edilen bu sanatçıların bir çoğu Batı-dışından gelmiş olsa da bunlar içerisinde ikinci kuşak ve hatta üçüncü kuşak olarak İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci ülkeler başta olmak üzere çeşitli Avrupa ya da Amerika merkezlerinde doğanlar da vardır. Buna koşut olarak söz konusu kuşak ayrımı, bu sanatçıların sanat pratiklerine bir farklılık biçimi olarak yansımaktan çok onları kültürel bellek ve kimlik olguları etrafında bir araya getirmiş, bu durum ise kendi kültürleri ve kimlikleri üzerinden üretim yapan bu sanatçıların sanat literatüründe -Arap asıllı ya da Müslüman sanatçı gibi- ortak bir kategori altında tanımlanmasına neden olmuştur. Gerek Batı-dışı toplumlardan gelen gerekse köken olarak Avrupalı ya da Amerikalı olmayan fakat Batı’da doğmuş olan sanatçıların üretimleri her ne kadar çağdaş sanat içerisinde değerlendiriliyorsa da onların kimliklerine olan göndermenin düzenlenen çoğu sergi konseptine, eleştiri yazısına ve genel olarak da sanat literatürüne hakim olduğu bir gerçektir. Burada sanatçıların çağdaş sanat içerisindeki yerinin, özel bir alanla belirlendiğini ve bu yaklaşımın ortaya çıkmasında söz konusu sanatçıların da etkin bir rol oynadığını belirtmek gerekir.
































SHIRIN NESHAT

İran’dan Amerika’ya Shirin Neshat’ın Portresi

Shirin Neshat ile ilgili olarak 21 Aralık 2005 tarihinde dünyanın en yaygın kullanım alanına sahip iki arama motorunda yapılan ‘sınırlanmış’ aramada birinde yaklaşık 150.000, diğerinde ise 197.000 adet sonuçla karşılaşılmıştır. İran’dan Amerika’ya göç etmiş bir sanatçıya odaklanırken sanatçının kendisi kadar bu iletişim döngüsünün verileri de büyük bir önem taşımaktadır. Shirin Neshat bugün, Batı-dışı toplumlardan gelen sanatçılar arasında dünyanın en popüler sanatçılarından biridir. Onu bu denli popüler yapan ya da Batı-dışı’ndan gelen diğer pek çok sanatçının önüne geçiren nedir?

Shirin Neshat’ın kimilerince hayranlık ve ilgi, kimilerince ise eleştiri ve tepki uyandıran sanatsal tavrını ele alırken kuşkusuz onun sanatının koordinatları kadar söz konusu sanatsal koordinatlara her ne biçimde olursa olsun pozisyon alan yaklaşımlar da onun sanatının oturduğu bağlamı ortaya sermek açısından dikkat çekicidir. “Ben bir sanatçıyım, bir aktivist değilim”[66] diyen, bunun yanı sıra tüm sanatsal üretiminde politik ve kültürel kodlardan beslenen Shirin Neshat, iki farklı kültür ve iki farklı coğrafyanın sınırında, çok hassas bir sahnede diğer bir deyişle bugünün küresel dünyasında üretimini ortaya koymaktadır. İran’dan Amerika’ya uzanan ve ardından, Amerika’dan İran’a yönelen hareket, Neshat’ın sanatsal tavrını yorumlamak açısından oldukça geniş bir alan. Bu alanı varlığı ve sanatıyla sorunsallaştıran sanatçı da doğal olarak eleştirinin odak noktası olmaya yakın duruyor.

İran’da Pehlevi Hanedanı’ndan Muhammed Rıza Pehlevi’nin yönetimi sırasında 1960’lardan başlayarak 1970’lerde hızla yaygınlık kazanan büyük bir modernleşme projesi yürütülmüştür. 1957 yılında İran’ın kuzeybatısında, Tahran yakınında, o zaman için küçük bir kasaba bugün ise büyük bir kent olan Kazvin’de dünyaya gelen Neshat’ın yetiştiği dönem İran’da yürütülen bu modernleşme projesine rastlamaktadır. Babası Kazvin’in iyi tanınan bir doktoru, eğitimli ve ilerici bir adam, annesi ise onun deyimiyle “az eğitimli ve evcil, tipik bir İranlı kadın”[67]dır. Shirin Neshat, küçük yaşta öğrenim için Tahran’a gönderilir. Tahran’da Katolik bir yatılı okula başlayan ancak burada büyük sıkıntılar yaşayıp anorexia hastalığına yakalanan [Anoreksiya nervoza, vücut ağırlığında anormal derecede düşüklük, hissedilen yoğun kilo alma korkusu, ve çarpık kilo algısı ile karakterize edilen bir beslenme bozukluğuna verilen isimdir. Aynı zamanda anoreksi ya da iştahsızlık isimleriyle de bilinir] sanatçı, bir yıl sonra Kazvin’e tekrar geri döner. Evinden ilk ayrılışı, Neshat’ın deyişiyle “korkunç bir deneyim”dir.[68]

Pehlevi Hanedanı zamanında Amerika ile ekonomik, askeri ve siyasal temelli yakın ilişkiler sürmektedir. Şah Rıza döneminden beri devam eden modernleşme etkinliği, Muhammed Rıza Pehlevi yönetimine gelindiğinde İran’ın bir tür Amerikanlaşma biçimi olarak siyasal ve ekonomik alanda etkisini gösterdiği kadar toplumsal alanda da etkisini gösterir. 1960-70 dönemi İran’ına bakıldığında, Esposito’nun dediği gibi Pehleviler, Mısır’ın başındaki Enver Sedat’ın ailesi gibi İngilizce konuştular, iyi dikilmiş Batılı elbiseler giydiler, Amerikan televizyonunda gözüktüler ve Barbara Walters[69] gibilerle görüşme yaptılar.[70] Saray çevresine koşut olarak, bu dönemde gelişen orta sınıf İran toplumu için modernleşmenin en büyük göstergesi çocuklarını eğitim amacıyla Batı’ya göndermektir. Neshat bu durumu şöyle anlatır; “1960’ların sonları ve 1970’lerin başlarında Batı’da eğitim güzel bir düşünceydi. Üst-orta sınıf ve orta sınıftan insanlar oğullarını okumak için yurtdışına göndermeye başladılar ama benim babam hem oğullarını hem de kızlarını yurtdışına, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’ne gönderdi.”[71] Beş çocuklu Neshat ailesinin diğer ikisi gibi dördüncü çocuk Shirin Neshat da Amerika’ya eğitim için gönderilmiştir. 1974 yılında Kazvin’den Los Angeles’a giden sanatçı, kısa bir süre sonra İran’a geri dönecek olan büyük kardeşinin yanına yerleşir. Kardeşi İran’a geri döndüğünde ise Shirin Neshat Amerika’da yalnızdır ve burada ilk olarak California’daki Dominican College adlı küçük bir koleje, ardından da University of California - Berkeley de BA (Bachelor of Arts), MA (Master of Arts) ve 1993’te MFA (Master of Fine Arts) derecelerini tamamlayacağı bir serüvene başlar. Neshat’a göre o, eğitimi boyunca asla iyi ve parlak bir öğrenci değildir.[72]

İran’da, orta sınıf bir aileyi temsil eden ve çocuklarını Amerika’ya eğitim için göndermek gibi dönemin modernleşme eksenli yaşam pratiklerini yerine getiren Neshat ailesi bu açıdan bakıldığında Pehlevi döneminin modernizasyon projesine uygun bir yapı ortaya sermektedir. 2000 yılında Time Europe’da Susan Horsburg’un “Bugünün İran’ının çocukluğunuzun ülkesinden farkı nasıl?” sorusuna “Şah’ın rejimi zamanında biz çok açık, özgür bir ortamdaydık” yanıtıyla başlayıp İran’ın siyah ve beyazdan ibarete dönüşen renksizliğine ve sokak isimlerinin, eski Pers isimlerinden Arap ve Müslüman isimlerine dönüşmesi gibi daha sonraki dönemde meydana gelen ‘şaşırtıcı’ farklılıklara dikkat çeken[73] Shirin Neshat’ın Şah dönemine yönelik olumlayıcı yaklaşımı dikkati çeker. 2000 yılında The Guardian gazetesinden Suzie Mackenzie ile görüşen Neshat, ailesinin Şah’a olan düşkünlüğünü şöyle anlatmıştır: “Hem annem hem babam Şah’a tapardı. Yaşam biçimimiz Şah yönetiminde çok değişti. Duvarımızda onun resmi vardı.”[74] Devrim zamanında ise kendisi Amerika’da olan Neshat’ın ailesi ve özellikle babası İslam devriminin getirdiği ilk dönemdeki kaotik ve baskıcı ortamdan çok fazla etkilenmiş ve bu nedenle Shirin Neshat, ailesine Türkiye’ye gitmeleri için ısrar etmiştir. Ancak onlar İran’dan ayrılmaz ve babası kısa bir süre sonra yaşama veda eder.

University of California - Berkeley’den MA derecesi ile 1983 yılında mezun olan Shirin Neshat bu dönemde vasat bir sanat yaptığına kanaat getirir ve eğitimini sonlandırır. “Ben” der, “ bir Batı okulunda gerçekten kötü bir ressam ve İranlı bir sanatçıydım, hiçbir şeye katkıda bulunmadığımı hissetmiştim. Birleşik Devletler’de yaşayan diğer kültürlerden gelen sanatçıların hissettiği orta bir yol yaratma baskısıyla yarı İranlı yarı Batılı vasat bir sanat yaptım.”[75] Neshat sanat eğitimini bırakmasıyla ilgili olarak ise şunları söyler: “Sanat yapmayı bırakmıştım çünkü benim sanatımın yeni olan hiçbirşey söylemediğini hissettim. Diğer kültürlerden Batı’ya gelen birçok sanatçı melez sanat yapar hale geliyor. Ben tipik klişe iş yapıyor, modern Batı resimleri içine Pers minyatürlerinden ödünç aldığım unsurları yerleştiriyordum.”[76]

1983 yılındaki mezuniyeti ile birlikte California’dan New York’a geçen sanatçı, para kazanmak ve çeşitli konularda kurs almak amacıyla burada bir süre çalışır. Gerçekten de New York, o dönemde modern sanat hareketliliğinin en yoğun yaşandığı kenttir. 1980’lerde medya ve iletişim ağını da kapsayan kitle kültürünün sanatla olan doğrudan ilişkisi ve bu bağlamda postmodernizmin sanat alanında yükselen bir değer haline gelmesi, kitle kültürü ve onun gereklerini yaratan başlıca ülke Amerika’nın merkezi New York’u aynı zamanda sanatın da merkezi yapıyordu. Shirin Neshat’ın New York’da çalıştığı işlerden en önemli ve uzun süreli olanı ise 1998 yılına kadar bağlantısını koparmayacağı Manhattan’daki Storefront for Art and Architecture adlı mimarinin pratik ve teorik arka planını kaynaştıran disiplinlerarası ve alternatif bir sanat kurumudur. Burada, bir süre evli kaldığı kurumun yöneticisi Kyong Park’ın kuratörlük konusundaki desteğini alan Neshat, Storefront deneyimini şöyle özetler: “Sanatçılar kadar mimarlar, felsefeciler, kültür eleştirmenleri, hatta bazen bilim adamlarına kadar uzanan çeşitli alanlardan gelmiş büyük düşüncelere açıldım. Burada çalışmak benim gerçek eğitimim oldu, olgunlaşmama, kendi fikirlerimi ve metodolojimi geliştirmeme çok yardımcı oldu.”[77] Gerçekten de Shirin Neshat’ın sanatında mimarinin, mekan, yapı ve insan ilişkisinin gerek metaforik gerekse biçimsel açıdan büyük bir öneminin olduğu dikkate alınırsa buradaki çalışma deneyiminin onun sanatına olan doğrudan etkisi de ortaya çıkacaktır.

Neshat’ın kültürel bir labaratuvar olarak adlandırdığı Storefront, onun kendini bir sanatçı olarak düşünüp tekrar sanat yapma isteğini de ortaya çıkarmıştır.[78] 1983 yılında sonlandırdığı eğitimini, 1993’te Berkeley" den MFA derecesini alarak tamamlamasıyla ve 1990 yılında, devrimden 12 yıl sonra İran’a dönüşüyle Neshat’ın sanat yaşamı ivme kazanarak değişime uğrayacaktır.

Shirin Neshat’ın sanat yaşamında gözlenen bu dönüm noktası, New York’da uğraştığı iş ve bulunduğu ortamın etkisinin yanı sıra büyük ölçüde İran’a, doğduğu yere dönmesi ile açığa çıkmıştır. Kayıp cennetin aranması şeklindeki bu yurda dönüş istemi bir anlamda New York’ta çizilen bir yol haritası olarak dikkat çeker. Neshat, adeta bulmak istediklerini görmek için gittiği İran’da sık sık yinelediği tanımıyla “şok” etkisi yaşamıştır. “Farklılık, İran kültüründen hatırladıklarım ve tanık olduğum aşırılık arasındaydı. Ben asla ideolojik temelli bir ülkede bulunmadım. Elbette çok farkedilebilir bir biçimde insanların fiziksel görünüşleri ve kamusal yaşamları değişmişti.”[79] Neshat’ın vurguladığı gibi İran’da büyük değişimler olduğu bir gerçekti ama onu bu denli şok olmaya itecek olan İran’daki bu değişim, gerek Amerika’nın İran ile olan özel ilişkisinden gerekse burada gelişmiş medya ve iletişim ağından kaynaklı olarak yine en fazla Amerika’da takip edilebilirdi. Nitekim Edward Said, ayrıntılı bir biçimde ele aldığı Amerikan basının devrim zamanında İran’da gelişen olaylara olan ilgisini; “Time, Newsweek ve PBS’yi taradığım on haftalık süre içinde, ileri gelen her bir gazetenin esas itibariyle İran’dan gelen haberler ve “arka- plan” yazılarıyla dolu olduğunu gözlemledim.”[80] şeklinde vurgular. Görsel ve yazınsal açıdan İran’a dair bu bilgi akışının, Amerikan basının yaklaşımı ile daha da ‘çarpıcı’ kılınması, Neshat’ın İran’da gördüğü ve şok olduğu İran görüntüsünden daha şok edici olmasını gerektirir. Bu bağlamda Shirin Neshat’ın ‘çarpıcı’ ve ‘şok edici’ İran gerçeğinin Amerika’da gündemi belirlediği bu döneme tanıklık edip etmediği sorusu akılda tutulmalıdır.

1990 yılında İran’a yaptığı yolculukta karşılaştığı manzara, Neshat’ı hem sarsmış hem de doğduğu ülkesine karşı bir tavır almaya teşvik etmiştir.[81] İran İslam devriminden 12 yıl sonra yapılan bu yolculuk ile Neshat’ın sanatında belirginlik kazanacak olan şey onun bu tarihten itibaren İslam devrimi üzerinden sanat yapacak olmasıdır. 1989 yılında devrimin lideri Humeyni’nin ölümü ve reform yanlısı Rafsancani’nin cumhurbaşkanlığına seçilmesi gibi olaylar, İran’da 90’lı yılları, devrimin sancılı geçen ilk yıllarından sonra meydana gelen bir değişim havasına sokmuş, hatta bu dönemde Rafsancani dışarıdaki İranlıların ülkelerine geri dönmeleri için çağrıda bulunmuştur. İran’daki devrimin Neshat’ın sık sık vurguladığı biçimiyle en çok etkilenen kesimi kadınlar ise bu dönemde cumhuriyetle birlikte ortaya çıkan oy kullanma hakkından kamusal alanda pek çok konuda etkinlik göstermeye kadar çeşitli yasal ve toplumsal dinamikleri yerine getirmektedir. 90’lı yıllar, Rafsancani ve Hatemi’nin ılımlı ve reformist politikaları ile İran İslam Cumhuriyeti’nin ikinci dönemi olarak önem kazanır ve bir anlamda devrimin baskıcı havasının çözüldüğü bir sürece işaret eder. Ancak İran’da böylesi bir tarihsel değişimin yaşandığı bir sırada Neshat’ın İran’a dair daha kanıksanmış ve adeta klişe olmuş bir konu üzerine yani 1979 devrimi üzerine yoğunlaşması onun, dışarıda olmanın ve aynı oranda dışarıdan bakmanın gerçekliği ve elbette küresel sanat değerlerinin yönlendiriciliği ile de yakın ilişkisini ortaya koymaktadır.

Bu bağlamda Neshat ile yaptığımız yazışmada, İran devriminin yaşandığı sırada kendisinin İran’da olmadığını bununla birlikte devrimin, İran’ı ve orada yaşayan herkesin yaşamını değiştiren büyük bir siyasal olay olduğunu ve doğal olarak ülkesinin tarihinin bir parçası olan bu konuyu analiz etmesinin şaşırtıcı gelmemesi gerektiğini dile getirmiştir. Ayrıca 2005 tarihinde cumhurbaşkanlığına seçilen Ahmedi Nejad’ın Batı’ya olan tehditkar tavrının ve onun ülke içindeki yeni düzenlemelerinin altını çizerek aslında İran’daki baskıcı rejimin günümüzde de devam ediyor olmasına dikkat çekmiştir.[82] Shirin Neshat’ın çok haklı olarak dile getirdiği gibi onun sanatı elbette yaşanılan zamanı belgelemek ve o zamana denk düşmek zorunda değildir[83] ancak onun, yaşadığı zamanı değilse de tüm kültürel kodlarıyla birlikte odaklandığı zamanı ‘belgelediği’ ve böylece ülkesine dair bir kültür ve tarih tasavvuru geliştirdiği de dikkate alınmalıdır. 1979 İslam devrimi üzerinden sanat yapmak, İran’daki rejime muhalif bir tavır belirleyen bir sanatçı için kuşkusuz doğru bir odak noktası olabilir ancak burada ilginç olan İslam Cumhuriyet rejiminin tüm görsel kodlarının Neshat’ın işlerinde bir belgesel gerçeklik ile sunulması ve böylece rejim eleştirisinin, İslam’ı ‘tarif etmenin’ gerisinde kalmasıdır. Öte yandan Batı’ya karşı tehditkar, ülke içinde ise muhafazakar bir tutum sergileyen Ahmedi Nejad’ın üçüncü dünyacı - milliyetçi ve aynı oranda halkçı - İslamcı yaklaşımı dikkat çekicidir. Bu durum büyük ölçüde Nejad’ın seçimlerden galip çıkmasını sağlayan İran halkının son yıllarda yaşadığı işsizlik sorununun ve toplumun ekonomik bunalım ile karşı karşıya kalmasının bir sonucu olduğu kadar Amerika’nın, İran’ın sınır komşusu Irak’a ve bununla birlikte Ortadoğu Körfezi’ne hakim olma çabasıyla da ilgilidir. Ahmedi Nejad’ın cumhurbaşkanlığına gelmesi ile birlikte İran’ın Amerika’ya karşı diğer Ortadoğu ülkelerinden daha büyük bir karşı duruş geliştirmesi, İran’da İslamcı hareketin yeniden dirildiğini düşündürebilir ancak bugün gözlenen bu durum, 1990’larda Rafsancani ve ardından Hatemi yönetimi ile İran’da değişen yaşam dinamiklerini görmezden gelmeyi engellemez. Kuşkusuz İran’da 1970’lerden bu yana toplumsal, ekonomik ve uluslararası unsurların yön verdiği ve sürekli değişen politik bir manzaranın izi sürülebilir. İran’daki İslami Cumhuriyet rejimi ise tüm bu manzaranın doğasını meşrulaştırmakta; Humeyni’den Rafsancani’ye ya da Hatemi’den Ahmedi Nejad’a İran toplumu seçimleriyle İran gerçeğini belirlemektedir.

Neshat, 1990 yılındaki İran’a ilk ziyaretinden sonra 1993 yılında yani Berkeley"den MFA derecesini aldığı yıl, New York’da 1976 yılında kurulan ve tamamen avangard bir söylemi olan Franklin Furnace adlı bir kurumda Unveiling adlı fotoğraf serisini sergilemiştir. Bu seri 1995 yılına kadar genişlemiş ve bu kez Women of Allah başlığında Annina Nosei Gallery’ de sergilenmiştir. Her iki seri de

bir fotoğrafçı tarafından çekilen[84] ama Neshat tarafından kavramsallaştırılan ve sahnelenen -çoğunluğu sanatçının kendisidir- kadınların siyah ve beyaz fotoğraflarından oluşur.[85] 1993 -1997 yıllarını kapsayan, Women of Allah başlığında toplanmış fotoğraf işlerinin paralelinde Neshat, 1996 yılında Broklyn Köprüsü"nde düzenlenen Art in Anchorage adlı sergi için ilk video enstelasyonu Anchorage"ı[86] yapar. Fotoğraf etkisinin çok yoğun hissedildiği bu video enstelasyonu bir anlamda sanatçının daha sonra yapacağı video enstelasyonlarına da bir geçiş niteliği taşır.

1995 yılında 46. Venedik Bienali Transculture, aynı yıl yapılan 5. İstanbul Bienali ise Orient/ation başlığı ile düzenlenmiş ve her ikisi de yerellik, evrensellik, kültürler arasılık gibi küreselleşme kavramlarını tartışmaya açmıştır. Shirin Neshat, 1995 yılında düzenlenen bu iki bienale de davet edilerek ilk uluslararası ününü kısa sürede elde etmiştir. 1993 yılında ilk çalışmasını yapan Neshat, 1989 yılında Berlin Duvarı"nın yıkılması ile ortaya çıkan küreselleşme ve kültürlerarasılık kavramlarının dünyadaki sanat hareketliliğine yön verdiği bir dönemde yaptığı sanatla kısa sürede adından en çok konuşulan sanatçı haline gelecektir. Shirin Neshat’ın 1993 yılından bu güne kadar gelen sanat serüveni, onun kendi kişisel tarihi ve sanatsal yönelimi kadar içinde bulunduğu küresel dünya ve bu dünyadaki çağdaş sanat deviniminin ortaya çıkardığı ekonomik ve kültürel değerlerle de belirlenmiştir.

1993 -1997 yıllarında yapılmış ve tamamen İslam devriminin kadınlar üzerindeki etkilerine dayanan Women of Allah adlı fotoğraf serisi ve aynı konuyu ele alan 1996 yılında yaptığı ilk video enstelasyonu Anchorage" dan sonra Shirin Neshat’ın sanatı, bu kez toplumsal cinsiyet, şehitlik, İslami kamusal yaşam ve kadınların bu yaşam içerisindeki pozisyonu gibi konuları da kapsayan İran İslam Cumhuriyeti’nin yaşam dinamiklerine odaklanacaktır. The Shadow Under The Web (1997) adlı video enstelasyonu ile başlayan bu süreç, Turbulent (1998), Rapture (1999), Fervor (2000) adlı üçleme ile en yetkin örneklerini ortaya koymuştur. 1999 tarihli video enstelasyonu Soliloquy, 2001 tarihli Fetneh (Possessed), Passage, Pulse, Logic of the Birds, 2002 tarihli Tooba, 2003 tarihli The Last Word, beş filmden oluşacak Women Without Men serisi kapsamında 2004 tarihli Mahdokht, 2005 tarihli Zarin ve son olarak İran’da 1953 yılında geçen ancak henüz tamamlanmamış olan video enstelasyonu[87] ile Shirin Neshat, işlerinde tam anlamıyla İran kültürünün sınırlarını çizmektedir.

1997 yılında New York’daki Barbara Gladstone Gallery ile kontrat yaparak bu tarihten itibaren bu galeriyle çalışmaya başlayan Shirin Neshat’ın bir taraftan müzisyenler, aktörler, yapımcılar, fotoğrafçılar ve onlarca kişilik oyuncu kadrosunu içeren, diğer bir taraftan Meksika, Türkiye, Fas gibi çeşitli ülkelerde günlerce süren ve binlerce dolar’a mal olan[88] video enstelasyonları, onun sanatının uluslararası arenadaki koordinatlarını açığa çıkarır. Bu koordinatlar hiç de azımsanmayacak küresel, kapitalist olguları peşi sıra gündeme getirir. Bu bağlamda 1993 yılından bu güne çağdaş sanat içerisinde ‘Doğu’ ve onunla özdeş tutulan İslam ve özel olarak da İran mirasından beslenerek sanatsal üretimini gerçekleştiren Neshat, beslendiği bu kültür karşısında kendini nereye konumlandırıyor? sorusunun üzerinde durulabilir.

Sanatçının Söylem Analizi: Oryantalizm mi?

Amerika’da yaşayan, İran ve ona koşut olarak İslam kimliği üzerinden sanatsal üretimini gerçekleştiren Shirin Neshat’ın sanatı her ne kadar farklılıkları yan yana getiren ve sınırlar ötesi bir söylemin sözcülüğünü yapan küresel değerler tarafından biçimlense de Neshat’ın sanatında, kendisi ile yapılmış görüşmelerdeki söyleminde ve yine onun hakkında kaleme alınmış tüm kaynaklarda temel olarak siyah-beyaz, kadın-erkek, kişisel-toplumsal, politik-duygusal, küresel-yerel, geleneksel-modern, içerisi-dışarısı hatta çoğu kez yin-yang, negatif-pozitif gibi metafizik unsurları da kapsayan ve esas itibariyle Doğu-Batı karşıtlığı ya da farklılığına gönderme yapan ikili tanımlamalarla karşılaşmak mümkündür.

Neshat, 1993 yılından bugüne kadar uzanan sanat yaşamı boyunca yaptığı 15 video enstelasyonu ve İslam devriminin kadınlar üzerindeki etkilerini konu edinen Women of Allah adlı fotoğraf serisinde bir taraftan İran kültürüne ve tarihine, diğer bir taraftan ise İslam ve özel olarak da Şii kimliğine odaklanan ve içeriği tamamen bu kültürel referanslar tarafından biçimlenen bir sanat ortaya koymuştur. Daha da ötesi Shirin Neshat, ‘Doğu’ diye işaretlenmiş büyük bir başlığa içkin olan özel bir kültür ve kimlik üzerinden yoğrulmuş bu çalışmalarını Amerika ve Avrupa başta olmak üzere çeşitli dünya merkezlerindeki sanat kurumlarında izleyici ile karşı karşıya getirmiştir. Neshat’ın Turbulent, Rapture, Fervor adlı üç video enstelasyonundan yola çıkarak onun yapıtlarında, izleyici ile kültürel kodlar arasında ortaya çıkan uzak ve belirsiz alanı sorgulayan Wendy Meryem K. Shaw “Uluslar- ötesi bir sanatçı olarak, kendini bir kültürün bir başka kültüre tercümesini yapan biri gibi tanımlamak, belki de Neshat’ın arzusu ya da görevi değil. Buna rağmen, İran mirasını kullanması tercüman şekline bürünmesine ama yine de bunu inkar etmesine neden oluyor” der.[89] Shaw’ın burada vurguladığı anlamda, yaptığı işlerle bir kültürden diğer bir kültüre tercümanlık yapmak ve bu yönüyle de bir çeşit “elçi pozisyonu”[90]na soyunmak, Neshat’la yapılan görüşmelerde de dikkat çekici bir biçimde açığa çıkar.

Ancak ‘o’ kültürün bilinmesi ile anlaşılması mümkün olan yapıtlarının, izleyici kitlesi tarafından anlaşılabilmesi için Neshat’ın yaptığı görüşmelerde sık sık bu yapıtların içindeki kültürel kodları açıklaması ve bir anlamda işlerini ortalama düzeydeki Batılı sanat izleyicisine anlaşılabilir kılma sorumluluğunu taşıması gerekmiştir. Böylesi bir tercümanlık görevini üstlenme tavrı, sanatçının genel anlamıyla İran kültürünü ve İslam kimliğini betimlemesine ve son kertede onu, Batı’da Batı’ya dışsallaştırmasına yol açmıştır. Bu yönüyle de Neshat’ın gerek yapıtlarında gerekse o yapıtlarının ‘yabancı’ ve ‘bilinmez’ referanslarını dile getirdiği söyleşilerindeki yaklaşımında Oryantalist bir tavırdan söz etmek mümkündür. Ancak Hamid Dabashi’nin üzerinde durduğu biçimde, ısrarla sınır çizgisinde varlığını kuran Shirin Neshat’ın pozisyonu, müze mekanlarına nüfus ederek, küresel mekanizmanın ortaya çıkardığı değerlere, karşı bir duruş[91] biçiminde de okunamaz mı?

Dabashi’nin öne sürdüğü anlamda Neshat’ın öteki diye tanımlanan bir kültüre ait mirası Batı’daki müze mekanlarında temsil ederek bu kültürün taşıyıcılığını diğer bir deyişle avukatlığını yaptığını öne sürmek fazlasıyla iyimser bir yaklaşım olacaktır. Kaldı ki bu da son kertede küresel sanat dolaşımının öngördüğü bir yaklaşımdır. Oysa “yüzde yüz New York’a ait değilim, yüzde yüz memleketime de ait değilim”[92] diyerek her fırsatta merkez duygusunu yitirdiğini öne süren Shirin Neshat’ın bu aidiyetsizlik vurgusu, onun iki farklı kültür olarak kutupsallaştırdığı dünyayı karşı karşıya getirmesine ve bunlar arasında sürekli bir tartışma alanı yaratmasına neden olmuştur. Öyle ki, “yaşam stilim bütünüyle Amerikan. Bununla birlikte, kişiliğimde daha çok İranlılığın kalıntısı var. Çok duygusalım, bazen hassas ve oldukça dramatiğim”[93] diyerek kendini ve bir yönüyle de iki kültür arasındaki farklılığı tanımlayan Neshat, çoğu kez mekanları ve cinsiyetleri de Doğu-Batı kültürel kutupsallığı ekseninde değerlendirmiştir.[94] İki farklı kültür arasında net ayrımlar yaparak kendini arada bir yere konumlayan[95] Shirin Neshat, yaptığı işlerle söz konusu kültürler arasında bir köprü kurduğunu dile getirir. Erken tarihli bir söyleşisinde “Ben Batı’da aldığım eğitimi, yetiştiğim ve içimde taşıdığım kaynağımla birleştiriyorum. Benim söyleyecek çok sözüm var. Batı’da aldığım eğitim de benim, bir Doğulu olarak Batı’ya ulaşmamı sağlıyor, onlara Doğu’yu anlatabilmemi, Batılı olmamı değil.”[96] Neshat’ın söyleminde ortaya çıkan bu iki ayrı dünya tasavvuru[97], onun iki kültür arasında daima bir karşılaştırma yapmasına ve böylece bu iki kültüre karşı bir tür yabancılaşma biçimi geliştirmesine neden olmuştur. Ancak Neshat’ın işlerinin temel olarak Doğu, İran ve İslam kimliğine temellendiği ve onun söyleşilerinde de bu kültürel mirasın tasvir edildiği dikkate alınırsa söz konusu yabancılaşmanın asıl odak noktasının da Doğu kutubu olması kaçınılmazdır.

Shirin Neshat ile yapılan görüşmelerde onun, işlerinde kaynak edindiği kültürü Farsçadan İngilizceye çevirerek bu kez de dilin sınırları içerisinden üretmesi ve dahası onu tarif etmesi, betimlemesi Neshat’ın bilgiyi kuran dolayısıyla iktidar rolüne giren taraf olmasını belirginleştirir. Kısacası Shirin Neshat, İran kültürünü ve İslam kimliğini anlaşılır kılarken bir tür kendi kültürüyle büyüleme ve büyülenme biçimi yaşamaktadır. Bu nokta da Shaw’ın o çok yerinde sorusu “Sanatçı, her zaman çift-kültürlülük arasındaki kendi kültürel deneyimleri üzerine ince yorumlar yapma sürecinde, izleyicisinin klişeleşmiş düşüncelerinin beslenmesinden sorumlu tutulabilir mi?”[98] sorulabilir. Kültürel kimlikler üzerinden yapılan sanatın ancak bir dışsallaştırma ya da betimleme sürecine dahil edilmediği yani sanatçının ele aldığı ‘kendi kültürü’nü, bir büyüleme nesnesine dönüştürmediği durumda o sanatçının ve öteki diye işaretlenmiş bir kültür üzerinden yaptığı sanatının Oryantalizmin klişelerinden uzak durması söz konusu olabilir. Dahası, sanatçının ele aldığı kendi kültürünün tercümanlığını yaparken aynı ölçüde Oryantalizmin yükünü de taşımayı kabul ediyor olmasıdır.

Shirin Neshat, “Sanatımı özel bir sistemi veya özel bir izleyiciyi memnun etmek için yapmıyorum. Benim, kendim, dünyam, ülkem, bakış açım ve onları uygulayışım hakkında söyleyecek şeylerim var; küresel sanat dünyası bunları sever ya da sevmez, kabul eder ya da etmez. Ben gerçekten, birçok uluslararası sanatçının sanatını yaparken böyle sorular hakkında düşündüğünü zannetmiyorum. Bir sanatçı Batı-dışı bir ülkeden geldiğinde, onun veya konularının Batılı izleyiciye egzotik gelmesi doğal ama bu, sanatçının kontrolünde değil.”[99] demiştir. Elbette Neshat, gerek işlerinde gerekse kendisiyle yapılan görüşmelerde İran ve İslam kültürünü söylemsel olarak üretirken bunu Oryantalist bir amaç uğruna yapmamakta ve aynı ölçüde söz konusu kültürel mirası sahiplenmektedir. Ancak bu sahiplenme edimi de esas olarak kendi kültürünle büyülenmenin bir yansıması olarak değerlendirilebilir çünkü Shirin Neshat dışarıda olmanın, ülkesine ve bu ülkedeki kültürel mirasa dışarıdan bakmanın gerçeğini yaşamaktadır. Bununla birlikte, bir sanatçı sanatını üretirken bir kültür eleştirmeni veya bir siyaset analisti misyonuyla hareket etmiyor olsa da onun yaptığı sanat, öteki olarak işaretlenmiş özel bir kültür ve siyaset üzerinden şekilleniyorsa o zaman o sanatçı, yaptığı sanatın söz konusu yaklaşımlar tarafından krıtik edilmesine de açık olmalıdır.

Amerika’da yaşayan, İran’a bakan ve daha da ötesi sanatıyla İran’a ‘baktıran’ Shirin Neshat’ın öteki ile özdeş görülen bir kültür üzerinden sanat yaparken Oryantalist bir tavır sergilediği kesinlikle savunulabilir. Ancak Neshat’ın sanatını sadece Oryantalizmle açıklamak oldukça kısır bir yaklaşımdır. Shirin Neshat’ın sanatsal yaklaşımı, sürgünde olan bir sanatçının iki ülkenin ve iki kültürün sınırından konuşması, ‘ülkem’ dediği uzak coğrafya ile aidiyet ilişkisi kurma çabası ve işte tam da bu nedenlerden dolayı arada konumlandığı sınırı her an aşma ancak hep arada kalma durumudur. İran kültürünü ve İslam kimliğini sanatının ve dilinin sınırları içerisinde ötekileştirmesi ile Neshat bir Oryantalist, ama bir Doğulu olarak bu kültürü bir farklılık unsuru olarak yüceltmesi ve böylece bir kültür elçisi olması ile bir kültüralisttir. Nitekim Shirin Neshat şu sıra, kendi deyimiyle İran’ın çok önemli tarihsel bir anı olan 1953 yılında[100] geçen bir video enstelasyonu üzerine çalışmaktadır.[101]

Görsel Dilin Seçimi

Shirin Neshat, 1993 yılında ilk çalışması ünveilmg’ gerçekleştirir. 1993 - 1997 yılları arasında tamamlanan ve Women of Allah başlığında toplanan bu çalışma dizisinde sanatçı, izleyici ile doğrudan ilişki kurmayı sağlayan görsel dili, fotoğrafı tercih etmiştir. Oldukça anıtsal boyutlardaki siyah - beyaz bu fotoğraflarda en genel tanımıyla asi, savaşçı aynı zamanda anaç bir kadın görülür. Çoğu kez, chadorla kaplanmış onun bedeninin İslami inanca göre açıkta kalması serbest olan; yüz, el ve ayaklardan oluşan üç bölgesinin Farsça şiirler tarafından ‘süslendiğine’ tanık oluruz. Bu fotoğrafların izleyicinin karşısına çıkarttığı iki temel görsel kod vardır; birincisi Doğu ve özel olarak da İslam’ı temsil eden peçeli kadının ötekiliği ve kimi zaman da bu kadının militan kimliğine gönderme yapan silahlı görüntüsü, diğeri ise fotoğrafların üzerine sanatçının kendisi tarafından çizilmiş ve ancak bilenin Farsça olduğunu anlayabildiği ve içeriğini okuyabildiği bir yazı.

Burada söz konusu fotoğrafik imgelerin Doğu ve İslam kültürüne dair Oryantalist bakışı besleyecek açıklıkta ve doğrudanlıkta olması gerçeği ya da fotoğraflar üzerindeki yazılı metinlerin gerçekten de kim tarafından okunabilecek olması sorusu önemlidir. Bu fotoğrafların tümünde değişmeyen İslami simge peçe ise fotoğraflardaki kadının tam anlamıyla ötekiliğini ve farklılığını görselleştiren etkili bir araç konumundadır. Ancak “özel giysilerin ön plana çıkarılması sadece ötekinin farklı olduğu görüşünü doğrulamakla kalmaz, aynı zamanda onları pitoresk ve erotik, çekici ve cinsel açıdan cezbedici de gösterir.”100 [102] Neshat, yaptığı söyleşilerin hemen hemen tümünde İran’daki rejimin dayattığı peçenin, kadının cinselliğini vurgulayan önemli bir unsur olduğuna özellikle dikkat çekmiştir. Shirin Neshat, yüzyıllardır Batı’nın imajında şekillenen Doğu kadınını onun mahremiyetine gönderme yapan peçe simgesi ile onun asi, anaç ve yoldaş, militan ve tehditkar görüntüsünü ise silah ile vurgularken aslında İran’da İslam devriminin ortaya çıkmasında itici bir güç olan Şii kültüründen hareket eder.

Women of Allah başlığında toplanan bu fotoğraflarda Neshat, Şii kimliğinin geçmişe özgü pasif niteliğinin devrim döneminde günün koşullarına aktif bir biçimde nasıl uyarlandığını en net biçimde temsil eden militan kadın rolünü alt metin olarak kullanmıştır. Peygamberin kızı Fatma ve Kerbela olayında şehit düşen Hüseyin’in kız kardeşi Zeynep, devrimci Şii kimliğinin militan bir içerikle donattığı ve bu yönüyle de 70’lerde İslam devrimi, 80’lerde ise Irak savaşı için çarpışacak olan İslamcı kadınlara örnek oluşturan iki tarihi kadın tipidir. Shirin Neshat, İran İslam devriminin en çarpıcı simgesi olan bu militan Şii kadın kimliğini temsil eden peçeli ve silahlı kadın fotoğraflarının üzerine İranlı kadın şair Forugh Farrokhzad (1935 - 1967) ile Tahereh Saffarzadeh’ın (1959- )[103] şiirlerini resmetmiştir. Böylece Neshat, görsel dilini ilk olarak fotoğrafın gerçekçi, son derece minimalist ve çarpıcı etkisi ile ortaya sermiş ve fotoğrafta yer alan Farsça şiirin okunabilirliği ya da okunamazlığı ölçüsünde, resim ile yazı arasında salınan doğasını kaynaştırmıştır.

Gerçekten de bir taraftan görsel, diğer taraftan sözsel olan arasındaki ilişki Shirin Neshat’ın işlerinde öncelikli bir yere sahiptir. Neshat, fotoğraflarında olduğu gibi 1998 yılında yaptığı Turbulent adlı işinden bu yana -ki bu video enstelasyonunda, 14. yüzyılın İranlı Sufi şairi Mevlana Celaleddin Rumi’nin şiirlerinden uyarlanmış bir müziğin performans sanatçısı Shoja Youssefi Azari tarafından söylendiğine tanık oluruz- 2001 tarihli Passage ve Logic of the Birds, 2004 - 2005 tarihli Women Without Men serisi başta olmak üzere diğer pek çok video enstelasyonunda görsel olan ile edebi veya müziksel olanı yan yana getirerek çoklu bir dil yaratmıştır. Ancak yaptığı söyleşilerde Shirin Neshat, kendisi için özellikle müziğin, görüntüyü desteklemekten ziyade başlı başına bir olgu olduğunu dile getirir.[104] 1998 tarihli Turbulentden başlayarak bugüne dek müziğe yer verdiği tüm işlerinde İranlı performans sanatçısı Sussan Deyhim ile çalışan Neshat, 2001 tarihinde yaptığı Passage adlı video enstelasyonunda Philip Glass ile çalışmıştır. Deyhim’in bir taraftan İran ve özellikle Pers mirasından beslenerek yaptığı diğer bir taraftan daha çok kadınsı mantık dışılıkla ilişkilendirilebilecek sözün ötesine geçen performatif ve kişisel müzik tarzı Shirin Neshat’ın videolarındaki Doğu imajıyla güçlü bir paralellik taşır. Glass ise şehitlik temalı Passage adlı video enstelasyonuna kendi müzik yorumunu getirmiştir.

University of California - Berkelef de pentüre dayalı klasik bir eğitim alan Neshat’ın 1993 yılında ilk çalışmasını sergilediğinde üzerinde durmak istediği konuyu; İran İslam devriminin kadınlar üzerindeki etkisini fotoğraf aracılığı ile görselleştirmesi dikkat çekicidir. Ülkesine yaptığı ziyaret sırasında ‘şok’ etkisiyle tanık olduğu İslam devriminin ortaya çıkardığı kadın manzarasını deyim yerinde ise bu kez de izleyeni şok edecek bir biçimde fotoğrafın tüm gerçekçi ve vurucu içeriği ile görselleştiren Neshat, 1996 yılından başlayarak görsel dilini fotoğraftan video enstelasyonuna kaydıracaktır. İşlerinde kavramın ve fikrin önemli olduğunu vurgulayan Neshat’a göre onun için fotoğraftan videoya geçiş aslında anıtsal imajın hareketli imaja dönüşmesinden başka bir şey değildir.[105] İlk olarak Face to Face with God ile başlayan ve video sanatı üzerine kurulan bu görsel dil, bugün Shirin Neshat’ın sanat tarihine bir video sanatçısı olarak geçmesini sağlamıştır.

Fotoğraflarında olduğu gibi videolarında da gerçekçi ve yalın bir biçimde ve daha da önemlisi performatif etkiden büyük ölçüde uzak durarak ele alınan konunun kendisine odaklanan ve bu yönüyle de minimal netliği tercih eder görünen Neshat, görsel dilinin merkezine İran toplumunu ve İslam kültürünü yerleştirmiştir. Bu açıdan fotoğrafik gerçekliğin, şeyleri görünür kılarak farklılıklarını ortaya çıkarma ve böylece onları gözetleme, denetleme, kontrol altına alma ve elbette yargılama mekanizmasını Neshat’ın işlerinde önemli bir eleştiri noktası olarak görebiliriz. Ancak görsel yaklaşımın kendisi kadar kareye yansıyan görüntünün ötekine dair kültürel kodu temsil ediyor olması da söz konusu fotoğrafik gerçekliğin denetimci ve yargılayıcı kurgusunu pekiştirir niteliktedir. Shirin Neshat’ın bir kare yaratma diğer bir tanımla durağan ya da hareketli görüntüyü kurma yaklaşımı ile 90’larda büyük başarı kazanmış olan yeni dalga İran sineması arasında önemli paralellikler vardır. Bu nedenle Neshat’ın görsel yaklaşımını sözelden görsele ya da sözlü gelenekten sinemaya uzanan İran’ın kültürel geleneği çizgisinde ele almak kaçınılmazdır.

Salaam Cinema

1900 yılında Paris’te düzenlenen Evrensel Sergi"ye sarayın ilk sinemacısı olacak Akkas Başı Mirza İbrahim Han ile birlikte katılan V. Kadjar Şahı Muzaffereddin burada ilk kez tanık olduğu cinema-photographe"a[106] büyük ilgi duyar ve bu sinema aletinin ülkeye getirilmesini sağlar. Sinema aletinin İran’a gelmesi ile sarayın ileri gelenleri, yapılan ilk gösterimde İran’ın geleneksel Şii kültüründe büyük önem taşıyan Taziye adlı dinsel gösteriyi bu kez perdenin gerisinden izlerler. 1905 yılına gelindiğinde ise Tahran’ın merkezinde ülkenin ilk halk sineması açılır.[107] Leyla ile Mecnun, Farhad ile Şirin, Binbir Gece Masalları gibi anlatı geleneğini, bu anlatı geleneğini temsil eden kıraathane resimlerini, meddahlık gibi performatif gösterileri ve Fars şiiri gibi büyük edebi mirası kültüründe barındıran İran’da sinema, tüm bu görsel ve metinsel geleneği yüzyıllardır yaşamış İran toplumu için görsel ve edebi geleneği yepyeni bir biçimde uzlaştıran ve böylece 20. yüzyılın başından bu yana en çok ilgi duyulan alan olmuştur.

İlk çekimlerinde saray çevresine ve Şah’a odaklanan dokümanter sinema gösterimleri Şah Rıza dönemine gelindiğinde ülke içinde yürütülen modernleşme etkinliği çerçevesinde değerlendirilmiştir. Bu dönemde İran’da, Amerikan sineması başta olmak üzere Avrupa’dan ithal edilen ticari filmler ile Hint ve Mısır etkili daha çok müzikal tarzda yapılan niteliksiz yerli filmler gösterilmiştir. 1933 tarihinde, Abdülhüseyin Sepanta tarafından Hindistan’da çekilen Lor Kızı'nın (Dokhtar-e Lor) 1936 yılında gösterime girmesi ile aynı tarihte Şah Rıza’nın kadınların peçe giymesini yasaklaması olayı kesişerek İran’da sonraki dönemlerde de sürecek olan büyük tartışma konusuna; modernleşme, sinema ve kadın arasındaki çapraşık ilişkiye tarihsel bir zemin hazırlamıştır.[108]

Fars kültürünün gerek edebi gerekse gösteriye dayalı temsil mirası içerisinde saray desteği ile ülkeye giren ve yine saray çevresince kolaylıkla benimsenen sinema özellikle Ermeniler, Yahudiler ve Zerdüştler gibi azınlıkların etkisiyle büyük bir gelişme kaydeder. 1929 yılında kurulan Fars Film, sinemanın kurumsallaşması açısından önemli bir olgudur. Öte yandan Ermeni-Rus asıllı Avanes Ohanian, ilk İran filmi olan Abi Rab?yi, 1932 yılında ise Haji Aga’yı yani sinemadan nefret eden geleneksel dini bir adamın (Hacı’nın) dönüşümünü anlattığı filmi çeker. Bu film, Pehlevi döneminde hem sahnede hem de toplum içinde varolan dinsel gelenekçilik ile Batı modernitesi arasındaki çatışmayı sergiler.[109] İran’da sinema, gerek Pehlevi döneminde gerekse İslam devrimi zamanında ideolojik bir aygıt olarak kullanıldığı kadar her türlü baskıya karşı duran ve yönetmenleri gerçek ve kurguyla hesaplaşmaya götüren ve gücünü en çok bu ikisinin arasındaki sınırların parçalanmasından alan bir olgudur. İran sineması bu başarısını elbette Abbas Kiarostami ve çağdaşlarının ortaya çıkmasıyla yakalamıştır.

Şah Rıza döneminde büyük ölçüde Batı filmlerinin egemenliğinde olan İran sineması, 1960’larda İran’da toplumsal konulara olan eleştirel yaklaşımın artması ile birlikte yeni bir sürece girer. İran’ın önde gelen düşünürlerinden Celal Al-i Ahmed’in Şah yönetiminin Batılılaşma politikalarını eleştirdiği ünlü makalesi Westoxication (Batılılaşma Hastalığı) 1962 yılında yayınlanırken aynı yıl İran’ın en baş kaldırıcı kadın tiplerinden biri olan Forug Farrokhzad’ın Siyah Ev (Khaneh Siyah Ast) adlı filmini çekmesi ve yine bu dönemde Farrokhzad’ın da içinde bulunduğu Söhrab Sepehri, Ahmet Şamlu, Mehdi Ehvan-ı Salis gibi şairlerin başını çektiği modern Fars şiirinin büyük çıkışı, 1960’lı yılların İran’ına düşünce ve sanat üretimi açısından köklü bir hareketlilik getirecektir. Tüm bu hareketliliğe karşın İran sineması bu dönemde cahil filmi (film jaheli) denilen ve içerik olarak lümpen topluma odaklanan en kötü örneklerini de ortaya koyar. 1969 yılına gelindiğinde ise Daryush Mehrjui’nin çektiği inek (Gav), İran’ın film tarihinde önemli bir süreci başlatır. Gholam Hüseyin Saidi’nin Azardan-e Bayal adlı bir hikayesinden uyarlanan ve İtalyan neorealist cinema’nın etkileri taşıyan bu film, İran’da yeni dalga film akımının ortaya çıkmasına öncülük eder.[110] Gerçekçi, eleştirel ve Naficy’nin tanımıyla da ‘hoşnutsuzluğun sineması’[111] olarak değerlendirilebilecek bu film akımı 1990’lardan itibaren İran sinemasına yön verir.

Modern Fars edebiyatının en yetkin örneklerinin verildiği 1960 - 70 döneminde yeni kimlik kazanmaya başlamış olan İran sineması, devrim zamanına gelindiğinde köklü bir değişim geçirir. Bu dönemde İslam rejiminin baskıcı ve sansürcü tavrı ironik bir biçimde İran sinemasının ulusal ve uluslararası platformda büyük başarılar kazanacak olan Abbas Kiarostami, Muhsin Mahmelbaf, Rahşan Beni İtimad, Emir Nadiri, Bahman Farmanara, Behram Beyzai gibi önemli yönetmenlerinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu yönetmenler, bir taraftan kadınların peçesiz sahneye çıkmasının yasak olduğu öte taraftan ise kadın ve erkek arasındaki ilişki, şiddet sahneleri gibi gerçek yaşamdan kaynaklanan konuların sansüre uğradığı bir dönemde yaptıkları filmlerle İran sinemasını dünya sineması içerisinde önemli bir yere taşımıştır. Ancak İslam rejiminin baskıcı ve sansürcü etkisi ile ortaya çıkan ve bir anlamda da yasakçı olana karşı yapılanan bu verimli süreçte söz konusu yönetmenlerin hepsini aynı kategoride değerlendirmek ve aynı tarz üretimler yaptıklarını öne sürmek elbette mümkün değildir. Örneğin her ikisi de 90 sonrası yeni dalga İran filmi kapsamında çalışmalar yapan Muhsin Mahmelbaf ile Abbas Kiarostami’nin sineması birbirinden tamamen farklı olduğu gibi, devrim döneminde İslam rejimini destekleyen, 90’lı yıllardan sonra eleştirel ve 2001 yılında çektiği Kandahar adlı filminde olduğu gibi daha çok festival eksenli filmler yapmaya yönelen Muhsin Mahmelbafın sanatsal yaklaşımı da kendi içerisinde farklılıklar göstermektedir.

İran sineması 1980’lerin başlarında îslami Sinema[112] olarak adlandırılan bir sürecin etkisini yaşamıştır. Devrimi izleyen bu dönemde îslami Sinema kapsamında değerlendirilebilecek üretimler yapılmış, birçok sinema yapısı kapatılmış, İslam rejimi Şah döneminin Batı yanlısı propaganda aracı olarak gördüğü sinemaya ya ciddi engeller getirmiş ya da onu kendi ideolojik tutumu ölçüsünde kullanmıştır. 1983 yılında kurulan Farabi Sinema Kurumu ise İran’da îslami Sinema endüstrisinin gelişimi açısından önemli bir rol oynamıştır.[113]

Devrimin ilk dönemlerinde etkili olan sansürcü devlet politikalarının ve aynı oranda da bazı sinemacılar tarafından yapılan gönüllü İslami filmlerin ardından 90’lı yıllar, İran sinemasının uluslararası platformda büyük başarılar kazandığı bir dönemdir. Örneğin “1986 yılında sadece iki devrim-sonrası film yabancı festivallerde gösterilmişken 1990’larda 230 film 78 uluslararası film festivalinde sahnelenmiş, 11 ödül kazanmıştır.”[114] Hatemi’nin cumhurbaşkanlığına seçildiği 1997 yılında Abbas Kiarostami’nin Kirazın Tadı (Ta’m-e Guilass) adlı filmiyle Cannes Film Festivalinde Altın Palmiye ödülünü kazanması ise İran sinemasının tarihinde bir dönüm noktası olarak önem taşır. Muhammed Hatemi yönetimi zamanında bazı sürgün film yapımcılarının ve filmlerinin İran’a gelmesi, İran sinemasının uluslararası platformda kazandığı başarının ulusal platformda da onaylanmasının bir göstergesi olmuştur. 2000 yılında Tahran’da yapılan Uluslararası Fajr Film Festivali’nde İran’ın sürgün yönetmenlerinin filmlerinin gösterilmesi bu açıdan tarihi bir öneme sahiptir.[115] 2000 yılının bir başka önemli olayı ise Muhsin Mahmelbaf’ın kızı Semira Mahmelbaf’ın (1980-), Karatahta (Takhteh-Siah) adlı filmiyle Cannes Film Festivali Jüri ödülünü kazanmasıdır. Henüz 20 yaşındaki genç bir kadın yönetmenin yaptığı ikinci filmle -ilk filmi 1998 yılında yaptığı Elma (Si^)dır-[116] uluslarası başarı elde etmesi İran sinemasının devrim-sonrası genç kuşak tarafından nasıl sahiplenildiğini de ortaya koymaktadır. Semira Mahmelbaf’ın yanı sıra devrim sonrası İran’da etkin olan yedi kadın yönetmen[117], kameranın karşısındaki konumu her zaman tartışmalı olan İranlı kadın figürünü bu kez kameranın gerisinde temsil etmiştir. Bugün içlerinde Amerika’da yaşayan Shirin Neshat’ın da olduğu Shirin Bazleh (ABD), Shirin Estessam (ABD), Farideh Fardjam (Hollanda), Ghazel Radpay (Fransa / İran), Marva Nabili (ABD), Soudabeh Oskoui-Babcock (ABD), Mitra Tabrizian (İngiltere), Persheng Sadeqh Vaziri (ABD / İran), Mehrnaz Saeed Vafa (ABD)’dan oluşan bir grup kadın film yapımcısı ise İran dışında yaşamakta ve üretimlerini gerçekleştirmektedir.

Cannes, New York, Venedik, Toronto uluslararası film festivallerinde kazanılan ödüllerle İran sineması bir taraftan baskı ve sansüre karşı yapılanırken diğer taraftan küresel platformdaki festivallerin öteki dünya merakını da besleyen filmler ortaya çıkarmıştır. İran sinemasının en büyük problemi ise küresel platformda izleyici ile buluşurken Batı’nın Ortadoğu imajını da destekliyor olması ve aynı oranda festival eksenli üretimler yapmaya doğru yönelmesidir. Fars edebiyatının mirasını paylaşan ve ondan daha büyük bir kitleye ulaşabilen 1990’larda ortaya çıkmış olan yeni dalga İran sineması, çoğunlukla profesyonel olmayan oyuncuları tercih ettiği için oyuncularından çok yönetmenlerin sineması olarak anılmıştır. Bu yönetmenler içerisinden Abbas Kiarostami’nin sineması ise İran’a dair tüm kanıksanmış yargıların uzağında bir film anlayışı ortaya koyduğu için bu film akımı kapsamındaki tüm festival eksenli ve Oryantalist üretimlerden farklı değerlendirilebilir. Kiarostami’nin sineması, Shirin Neshat’ın sanatında da etkileri görülen devrim-sonrası İran sinemasını analiz etmek açısından önem taşır. Onun sineması, Batı’daki İran imajını yapısöküme uğratan ve İran’daki sansürü doğrudan zorlamayı amaçlamayan yepyeni bir tarz ortaya çıkarmıştır. Abbas Kiarostami, yeni dalga gerçekçi İran sinemasını gerçek ve gerçek dışı tartışmasının dışında bir yere taşıyarak klişeleri, ihtimallerin gerçekliği ile değiştirmiştir.

Göstermenin Ötesinde Başka Bir Görsel Dil:

Bir Model Olarak Abbas Kiarostami Sineması

1970’lerin başlarından bu yana çektiği filmlerle İran sinemasının önde gelen yönetmenlerinden biri olan Abbas Kiarostami, 1979 yılında îlk Yorum ikinci Yorum (Qaziyeh Shekl-e Avval, Qaziyeh Shekl-e Dovvom) adlı filmi ile çocuklar arasında yaşanan bir meseleyi sahneye taşırken aslında sinemasını, devrimin ideolojik çalkantısının uzağında bir yere kuracağının da sinyallerini verir. 1980 yılında ise Kiarostami, babası ve dedesi takma diş kullanan, kendisi ise diş ağrısından muzdarip olan Muhammed adlı bir çocuğun hikayesini konu aldığı Diş Ağrısı (Dandan-dard) adlı filmini çekmiştir. İran sinemasının en ideolojik yorumlamalara açık olduğu bir dönemde Abbas Kiarostami sıradan insanların sıradan yaşamlarına odaklanmış ve bunu da çocukları filmlerinin baş kahramanı yaparak ortaya koymuştur.[118] 1997 yılına gelindiğinde ise Abbas Kiarostami, Kirazın Tadı (Ta’m-e Guilass) adlı filmiyle Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü kazanarak İran sinemasında yeni bir anlayışın öncüsü olmuştur.

Kiarostami sinemasının en önemli özelliği gündelik yaşamın ayrıntılarının tüm olağanlığı ile filme taşınması, daha da ötesi bunların filmin asıl konusu yapılmasıdır. Kiarostami’nin sinemasında belgesel ile kurgusal olanın birlikte kullanımı, profesyonel ya da yıldız oyuncuya karşı gerçek yaşamdan seçilmiş profesyonel olmayan oyuncu, mesaj kaygısı yerine umulmadık biçimde ilerleyen ya da sonlanan hikaye, düzçizgisel zaman anlayışı yerine kesiklikler ve sıçramalarla ilerleyen zaman anlayışı, gerçek yaşamın yanılsaması yerine gerçeğin ta kendisi ve izlenenin bir film olduğunu hissettiren yabancılaşma efektleri onun sineması ile 1960’larda ilk örneklerini veren yeni dalga Fransız sineması arasında ilişki kurmamızı sağlar. Ancak Kiarostami’nin sinemasını ele alırken özellikle onun görsel dilini İran ve İran’daki İslami rejimin yaşama ve sinemaya olan etkisi bağlamında değerlendirmek daha yerinde olacaktır. Çünkü Abbas Kiarostami’nin sineması, İran’da söz konusu olan tüm ideolojik katılığın uzağında (karşısında dahi değil), yaşamı tüm olağanlığı ve ironisi ile yansıtmakta ve böylece devrimle birlikte meydana gelen bu ideolojik ortama alternatif bir yaklaşım getirmektedir.

Abbas Kiarostami Kirazın Tadı (Ta’m-e Guilass) adlı filminde yaşamına son vermeye karar vermiş Bedii adlı bir karakterin hikayesine odaklanır. Bu filmde asla bir rütüele dönüşmeyen ölüm istenci, kendi kaderini belirlemenin bir yolu olarak önem taşır. Filmin kahramanı Bedii ölümüne karar vermiş ve intihar teşebbüsüne son noktayı koyacak kişiyi gündelik kayıtsızlık ve absürd yaşam kesitleri içerisinde aramaya koyulmuştur. Kiarostami filmlerinde yaşamın kendisi dışında her şey olağandır, olağan olan ise yaşamın kendisidir. Diğer pek çok filminde olduğu gibi bu filminde de Kiarostami, görsel açıdan izleyiciye asla kutsal ya da siyasal olanla ya da bunları simgeleyen unsurlarla mesaj verme yoluna gitmemiş, kültürel farklılıklara odaklanmamıştır. Kiarostami “Göstermeyerek gösteren bir sinema yaratmak istiyorum. Bu, günümüzün kelime anlamıyla pornografik olmayan ancak çok fazla şey göstererek pornografi özü kazanan ve bizlere hayal etme olasılığı bırakmayan birçok sinemadan farklıdır.”[119]der. Onun sineması gerçekten de temsil etmenin ya da gerçeği dokümanter bir biçimde sunmanın çok ötesine geçerek, film içerisinde kurgu ile gerçeği bir araya getirmenin örneklerini vermiştir. Kiarostami’nin 1990 yılında çektiği Yakın Çekim (Nama-ye Nazdik) adlı filmi bu açıdan önemli bir yapıttır. Kiarostami’nin kendisinin de bir yerinde filme dahil olduğu bu yapıt, Sebziyan adlı kişinin kendini yönetmen Muhsin Mahmelbaf olarak tanıtması ile başlar. Kandırmacası ortaya çıkan Sebzian bu kez de Kiarostami’nin isteği üzerine film içerisinde bu olayı tekrar canlandırır. Yönetmen Muhsin Mahmelbafın, Sebzian’ın canlandırdığı Mahmelbaf ile diyaloga girdiği sahne başta olmak üzere Kiarostami bu filmde izleyiciye izlenenin bir film hatta çekilme aşaması izleyiciye gösterilen bir film ya da gerçek hayattan kişilerle filmdeki kişilerin ve onların canlandırdığı ikinci kişilerin aynı sahnede olduğu bir film olduğunu gösterir. Filmin başlangıcındaki tüm kurgu, gerçeklik ile delinmiş ama bu kez de gerçeklik yeni bir kurgunun hazırlayıcısı olmuştur. Yakın Çekim (Nama-ye Nazdik), gerek filmde işlenen hikaye gerekse bu filmde kullanılan yabancılaştırma yaklaşımları ile Kiarostami’nin, yapıtlarında ‘temsil’i nasıl ortadan kaldırma yoluna gittiğinin de bir özeti gibidir.

Filmlerinde dünyanın yanılsamasını vermekten uzak duran Abbas Kiarostami “İnsanların düşüncelerini değiştirme arayışında değilim.”[120] der. Gerçekten de Kiarostami’nin insan doğasına, onun etik derinliklerine ve yaşamın tüm insancıl merkezine doğru odaklandığı 1987 yılında çektiği Arkadaşımın Evi Nerede? (Khaneh-ye Dust Kojast?) 1992 tarihli Ve Hayat Devam Ediyor (Va Zendegi Edameh Darad), 1994 tarihli Zeytin Ağaçlarının Altında (Zir-e Derakhtan-e Zeytun) adlı filmlerinde diğer bir deyişle metafizik yükü ağır olan filmlerinde dahi o, izleyiciye bir dünya tasavvuru ya da bir öğreti sunmamıştır. Farklı tarihlerde yapılmış söz konusu üç filmde de ortak bir mekana ya da tek bir kişinin farklı filmlerde farklı rollerde oynamasına tanık olan izleyici, Kiarostami’nin filmlerinde tesadüflere ve filmlerin sonuçsuz bitmesine de aynı oranda açık olmalıdır.

Bir taraftan devrim öncesinde yapılan ticari film dönemine, diğer bir taraftan İslam devriminin sinema üzerindeki baskısının en ağır olduğu sürece, öte taraftan da devrim-sonrası olarak tanımlanan ve özellikle Hatemi’nin cumhurbaşkanlığına seçilmesi ile ivme kazanan özgürlükçü ortama tanıklık eden Kiarostami sineması, İran’da yaşanan tüm ideolojik ve toplumsal dönüşümlerde doğrudan yaşanılan sürecin yansıması olmamıştır. Kiarostami bunu, hiçbir ideolojik manipülasyona izin vermeyecek olan sanatsal yaklaşımı ile gerçekleştirir.

Abbas Kiarostami’nin filmlerinde peçeli kadının ötekiliği, savaşın pornografik ve duygusal çarpıtma ile sunumu, bir kültürün hayrete düşüren ve cezbedici başkalığı, uzak coğrafyanın kurak ve yabanıl görüntüsü ya da bir toplumun tasviri yoktur. Öyle ki Abbas Kiarostami Batı festivallerine giden yeni dalga İran sinemasını apolitik olarak tanımlayan gazeteciye şu yanıtı verir: “Her gün ağır politik tartışmamız ve çekişmemiz yok. Kendi yaşantımızla meşgulüz, hava yağmurlu vs. İran'daki yaşam, düşündüğünüz kadar kasvetli değil.”[121] Hamid Dabashi’nin dediği gibi Kiarostami’nin gerçekliğin yeniden üretilme biçimlerine duyduğu büyük ilgi ve izleyiciye daha farklı bakmayı göstermedeki ısrarı, devrimin tüm acıları ve vaatlerinden uzakta yaşamayı öngören bir var olma biçimi sunar.[122]

Abbas Kiarostami 2002 yılında yaptığı Ten adlı filminde, film boyunca araba süren bir kadının ilk olarak yan koltuktaki oğlu ile daha sonra yolda arabasına aldığı on kadınla yaptığı konuşmasına odaklanır. Filmin başlangıcında, küçük çocuk ile arabayı sürenin o olduğu anlaşılan ancak filmin ilk 20 dakikası boyunca kamerada gözükmeyen annesi arasında yaşanan tartışmaya tanık oluruz. İzleyicinin ancak sesini duyabildiği arabayı süren kadın, İran filmlerinin en değişmez unsuru kara peçeli kadın figürlerinden birimidir yoksa o, konuşmalarından anladığımız biçimiyle kocasından ayrılan ve yeni sevgilisini oğluna kabul ettirmeye çalışan ve bu yönüyle de seyircinin tasavvurunda olmayan bir İran kadını mıdır? Kiarostami İran sinemasının en tartışmalı unsuru olan kadın figürünü filmin başlangıcında izleyiciden saklayarak onu bu merak uyandırıcı soruyla yüzleştirmeyi amaçlar. Yaklaşık 20 dakika sonra izleyicinin merak ettiği sesin sahibi ne peçeli ne de örtüsüz bir kadın olarak kameraya yansıyacaktır. Bu film 2000’li yılların İran kadınını ve gençliğini bütün gerçekliği ile ortaya koyar. Annesi tarafından yüzme okuluna bırakılacak olan çocuk da annesi kadar kendi bireyciliğini yaşamakta, onun yol boyunca konuştukları ve özel yaşamıyla ilgilenmemektedir.

İzleyicinin tanık olduğu her şeyin olağan seyrinde ve abartısız olarak aktığı bu filminde Kiarostami, arabaya binen birbirinden tamamen farklı karakterdeki kadınlarla arabayı süren kadın arasında geçen çeşitli konuşmalar yoluyla İran insanının ve onun yaşamının izleyicinin kafasında tartışma yaratmasını ister gibidir. Kiarostami 2002 yılında yaptığı bu filminde hangi İran?, nasıl kadın(lar)? biçimindeki soruların cevabını bire bir tasvir etmese de arabada geçen diyaloglar yoluyla soru sormanın kaçınılmazlığını hatırlatmaktadır. Bu soru İranlı bireyin, ailenin ve daha geniş anlamda toplumun kendi yeni yaşam değerleri hakkında olduğu kadar dışarıdan İran’a bakan izleyicinin öngörüleri hakkında da düşünmeye yöneltir. Bu bağlamda Kiarostami filmlerinin en önemli özelliği onun bütünüyle gerçek yaşama odaklanırken sadece bir arabanın içinde geçen bu filminde olduğu gibi gerçeği göstermedeki sanatsal becerisi ile gerçeği ondan uzaklaşmadan yeniden kurgulamanın sanatsal bir ifadesi olabilmesidir. Kiarostami’nin Ten adlı filminin paralelinde yaptığı 2001 tarihli Sleepers, 2004 tarihli Ten Minutes Older ve aynı tarihli Tazieh adlı üç video enstelasyonu özel ile kamu alanları arasındaki yön değişikliğini farklı biçimlerde ele alırken bu sanatsal uzamı en net biçimde 122 yansıtır.12

Videolarında belgesel yönü ağır basan eleştirel-gerçekçi tavrıyla, çoğunlukla profesyonel olmayan oyuncular ile çalışmasıyla ya da Zarin, The Last Word, Passage adlı videolarında olduğu gibi çocuk karakterleri bir metafor olarak kullanmasıyla 1990’larda ortaya çıkan yeni dalga İran sinemasıyla görsel açıdan yakınlığı olan Shirin Neshat, işlerinde temel olarak İran, İslam ve bu bağlamda kadını sorunsallaştırması bakımından en sıradan yaşam kesitinin bir dünya olduğu, doğrudan ideolojik yönü ortaya çıkmayan, ‘göstermeyerek gösteren’ Abbas Kiarostami sinemasının görsel bağlamından farklı bir yaklaşım ortaya koyar. Bu fark Neshat’ın, videolarında İran ve İslam kültürünü ‘temsil’ etmesi ile doğrudan ilgilidir. Denebilir ki uluslararası platformda üretim veren iki Batı-dışı ve dahası İranlı bir sanatçı olarak Kiarostami ve Neshat, İran’a ekranın gerisinden bakmanın iki ayrı

Dominique PAINI, Abbas Kiarostami: the Figure of the Carpet, Artpress, Fevrier 2006, Issue 320, 56 vd.

örneğini ortaya koyarken ‘İran gerçeği’ ile sanatçının sanatsal yaklaşımı arasında ortaya çıkan değişken ve göreceli mesafeyi de farketmemizi sağlar.

GÖRÜNTÜNÜN SINIRLARINI SORGULAMAK

Sanatçı - İzleyici Ekseninde Görüntünün Dili

Bir görüntü meydana getirme ve o görüntüyü alımlama sürecinde sanatçı ile izleyici arasına nüfus eden kültürel kodlar sanatçı, izleyici ve sanat yapıtı arasındaki organik ilişkinin biçimlenmesinde ne kadar belirleyici olabilir? 1970’lerden itibaren ortaya çıkan Ortadoğu imajındaki kültürel, siyasal ve toplumsal farklılığın karşılığı haline gelen İslam ve bu doğrultuda İslamcı gücün ve ötekiliğin adresi olan İran, Shirin Neshat’ın sanatında yalnızca sanatsal bir tartışma alanı olmaktan öte sanatçının adı ile anılan bir kimlik göstergesidir de: İranlı sanatçı Shirin Neshat. Amerika’da yaşayan, uluslararası platformda sanatsal üretimini gerçekleştiren bir sanatçının İran asıllı olma sıfatını taşıması onun doğrudan öteki dünyanın bir temsilcisi olma rolünü taşımasını da ortaya çıkarır. Uluslararası sanatsal, ekonomik ve siyasi değerlerin ve buna koşut olarak öteki dünya hakkındaki yargımızı belirleyen medya ağının yönlendiriciliğinde ifade kazanan farklı olana, ötekine yapılan vurgu 1993 yılında, adının ilk kez duyulmasından bu yana Neshat’ın sanatsal kimliğine yön vermektedir.

Montesquieu’nun 1721 yılında yayımlanan Lettres Persanes adlı yapıtında bir Parisli İranlı bir ziyaretçiye şöyle sorar: “Ah, oh! Bayım siz bir İranlısınız! Ne olağanüstü bir şey! Nasıl bir İranlı olunur?”[123] Çok eksenli bir İran kimliği sorgulaması yapmaya da olanak tanıyan bu soru, burada temel olarak öteki olmanın cezbedici egzotikliğine, yabancılığın, bilinmezliğin merak uyandırıcılığına ve aynı oranda yargılayıcı bir sese gönderme yapmaktadır. Öyle ki bu ses bugün Shirin Neshat’ın İranlı bir sanatçı sıfatı ile İran’ı anlatıyor olmasına dek etkisini gösterir. Neshat’ın uluslararası platformda karşı karşıya geldiği sanat izleyicisi ile arasında kurduğu görsel kodları İran üzerine temellendirdiği bir gerçektir. Ancak onun bu görsel kodları kurarken hangi çizgide durduğu esas olarak irdelenmesi gereken konudur. “Benim sanatım bütünüyle KİŞİSEL ve KURGUSAL*[124] diyen Shirin Neshat’ın sanatında İran’a dair olanın, özel-kamusal, modernite-gelenek karşıtlığı, toplumsal cinsiyet gibi yerleşik Batılı değerler tarafından sorunsallaştırılması, onun işlerinde ele aldığı kültürel, dinsel ve toplumsal temsillerin de eşliğinde bu sanatın doğrudan siyasal ya da ideolojik bir alana dahil olmasını sağlar.

Bir İranlı sanatçı sıfatı ile İran, İslam ve bu bağlamda kadına odaklanan işler gerçekleştiren Shirin Neshat’ın sanatındaki görüntünün sınırları sadece görüntü ile değil ama aynı zamanda ses ile de biçimlenir. Shirin Neshat’ın işlerinde görselin dışında öne çıkan unsur ise büyük ölçüde müziktir. 2000 tarihli Fervor, 2003 tarihli The Last Word ve 2005 tarihli Zarin adlı üç videosu dışında hiçbir işinde sözlü diyaloga yer vermeyen Neshat, yalnızca The Last Word adlı videosunda İngilizce alt yazı kullanmıştır. Neshat’ın videolarının uluslararası sanat izleyicisinin karşısına çıkarken taşıdığı en büyük engellerden biri dil, yani Farsçanın sadece kısıtlı bir izleyici kitlesi tarafından anlaşılabilecek olması sorunudur. Neshat’ın bu sorunu iki açıdan çözdüğünü öne sürmek mümkün. Birincisi videolardaki sahnelerde temel olarak fotoğraf etkisinin diğer bir deyişle her bir sahnede kadrajlanmış görsel temsil etkisinin baskın kılınması yoluyla sözlü diyalogun videodaki zamanı ve görsel etkiyi parçalamasına olanak tanımayacak biçimde geri plana itilmesi, ikincisi ise müziğin sözlü diyalogun yerine kullanılmasıdır. Sözlü diyalogun yerine geçen müzik anıtsal, simetrik ve geniş çekim olan görüntüye tınısal ve edebi bir etki kazandırdığı kadar bu görüntünün anlatım gücünü kuvvetlendirme işlevi de görür. Sinemada ‘anlatım göstergesi’(/ec/o.s/'gn)’nin önemi üzerinde duran Deleuze’ün dikkat çektiği gibi ‘görsel unsurlar’ kadar sese dayalı unsurların da önem kazanması imgenin görülmesi kadar okunması gerektiği anlamına da gelir.[125] Sinemanın bir düşünce üretimi olması doğrultusunda bakıldığında videolarında görüntü ile müziğin ilişkisini özellikle önemser görünen Shirin Neshat’ın bir taraftan görsel temsilinin diğer bir taraftan müziğe dayalı sessel temsilinin onun sanatının bir anlatım aracı haline gelmesini sağlayan unsurlarını meydana getirdiğini söylemek mümkün.

Shirin Neshat’ın sanatında görüntü ve görüntünün kendisi kadar önem taşıyan işitsel öge müzik, onun ülkesinden uzakta yaşayan bir İranlı ve dahası bir sanatçı olarak İran kültürü ile arasında bir köprü kurmasını sağlar. Bu bir anlamda sanatçının görsel ya da işitsel olan yoluyla kendi kültürüyle kurduğu bir diyalog ya da bir karşılaşma anıdır. Adorno’nun sürgünde olan yazar için söylediği “artık bir ana vatanı olmayan kişi için yazı yaşanacak bir yer haline gelir”[126] cümlesine benzer biçimde Shirin Neshat sanatsal üretim yoluyla ‘yurduna dönmenin’, köklerine bakmanın karşılığını sunmaktadır. Onun bir kültür taşıyıcısı rolünde İran ile ‘karşılaşması’ İran kültürüne dair bilgi yüklü işlerle bu kez izleyicisinin karşılaşmasını ortaya çıkarmıştır. Sanatçı ile izleyicisi arasında gerçekleşen buluşma anı, görüntünün bir fotoğraf ama en çok okunacak bir fotoğraf olmasını sağlar. Shirin Neshat’ın işlerinde her ne kadar da özel-kamusal alan, cinsler arası eşitliğe dayalı feminist yaklaşım gibi Batılı değerlerden yola çıkılan bir bakışın izlerini bulmak mümkün olsa da aynı oranda onun işlerinde İran’ın kültürel dokusunun izlerini bulmak da mümkündür. Bu, Neshat’ın işlerinde bir anlamda tarihsel ve kültürel bir kazı yapmayı gerektirecektir. Bu noktada Shirin Neshat’ın görüntüsünün sınırlarını sorgulamak için İran’ın sözlü ve gösteriye dayalı kültürel hafızasına odaklanmak kaçınılmazdır.

Bir Hikaye Anlatmak Bir Gösteri Yapmak

Estetik problemlerin yerini düşünsel sorgulamalara bıraktığı güncel sanat kapsamında değerlendirilebilecek Shirin Neshat’ın işlerinde İran kültürünün hikaye anlatmaya ya da gösteri yapmaya yönelik tarihsel geçmişinin izleri dikkat çekicidir. Böyle bir çıkış noktası Neshat’ın işlerinde temsilin tarihsel bir içerik taşıdığı anlamına da gelir. Temsil, bir taraftan şeyleri yeniden meydana getirme ya da dışsallaştırma dolayısıyla onlar üzerinde iktidar kurma bağlamında diğer bir taraftan ise bir olayı sahnede canlandırmak ya da gösteri yapmak bağlamında Shirin Neshat’ın sanatında önem taşır.

1995 tarihli Seeking Martyrdom # 2 (Görüntü 1) adlı fotoğraf çalışmasında siyah chador giymiş kadın yani sanatçının kendisi fotoğrafın merkezini kaplar. Fotoğrafın geri planındaki beyaz zemin üzerine yazılmış Farsça metnin önünde duran bu kadın güçlü bir ifadeyle izleyiciye bakmaktadır. Bu fotoğrafın en dikkat çekici tarafı kadının elinde, yere dayadığı kalaşnikof tüfekle birlikte kırmızıya ya da diğer bir tanımla kana bulanmış sarı bir gülü sıkıca tutuyor olmasıdır. Siyah ve beyazın minimal ve doğrudan etkisiyle çarpıcı bir ifade kazanan bu fotoğrafın tek renkli unsuru olan sarı gül fotoğrafta kitsch bir etki yaratır. Ancak burada chador giymiş kadının kalaşnikof tüfekle birlikte bir gül tutmasının ve bu gülün sanatçı tarafından siyah-beyaz fotoğrafın içerisinde özellikle renkli bir biçimde vurgulanmasının bir alt metni vardır. Fotoğraftaki kadın, Kerbela olayında şehit düşen İmam Hüseyin’in öcünü almayı misyon edinmiş, Tanrı yolunda savaşan ‘Allah’ın kadınlarını’ temsil eder. Fotoğrafın tüm minimal etkisini alt üst eden sarı gül ise Hüseyin’in Kerbela’da akan kanından yetiştiğine inanılan gülü temsil etmektedir. Seeking Martyrdom # 2 adlı işinde Neshat, İran Şii kültürüne özgü bir konuyu chador giymiş güçlü bir kadın imgesi, kalaşnikof tüfek ve kırmızıya bulanmış bir gül ile anlatmış diğer bir tanımla kültürel bir anlatıyı fotoğrafta temsil etmiştir. Bu fotoğraf çalışması da dahil olmak üzere Women Of Allah serisindeki diğer tüm fotoğraf çalışmalarında Neshat’ın temsil diline başvurduğunu görmek mümkündür. Yukarıda üzerinde durulan fotoğraf, temsilin bir dışsallaştırma biçimi olarak kullanılmasına açıklık getirirken temsilin İran kültürünün tarihsel hafızasına uzanan içeriksel etkisi Shirin Neshat’ın video çalışmalarında ortaya çıkar.

İran kültüründe geniş bir yer kaplayan dramatik temsil biçimleri içerisinde anlatı geleneğinin önemli bir yeri vardır. Anlatı temel olarak dinsel ya da edebi bir öykünün nakkali denilen bir anlatıcı tarafından topluluğa etkili bir biçimde sunulması olayıdır. Bir taraftan anlatının diğer bir taraftan ise onu eyleme dönüştüren gösterinin iç içe geçerek bir temsil biçiminde sahnelenmesinin İran kültüründeki en önemli örneği ise bir çeşit dinsel drama olan Ta’ziye’dir. Ta’ziye, Şii İslam inancı doğrultusunda Kerbela olayını anmak için yapılan Aşure törenleri kapsamında ortaya çıkmış, sonrasında bir çeşit tiyatro gösterimi şekline dönüşerek İran gösteri kültürünün temelini oluşturmuştur. Bu dinsel ritüelde amaç İmam Hüseyin’in Kerbela’da öldürülmesi olayını izleyicilerin katılımı yoluyla sahnede canlandırmak ve bu yolla Hüseyin’in ölümünün yasını tutmaktır. Aslında Şii dinsel ritüelinin bir parçası olan Ta’ziye" nvn köklerini İslam öncesi döneme kadar götürmek mümkündür. Ta’ziye 16. yüzyılda, Safevi döneminde İslami bir form almış 19. yüzyıl Kadjar İmparatorluğu zamanında ise dramatik bir performans türü olarak sahnelenmiştir. Kökeninde İslam öncesinin kültürel dokusunu barındıran bu gösteri biçimi, ruhowze veya takhthowze ve siyahbaze adlı komik tarzda düzenlenen ve özel kutlamalarda sahnelenen gösteri sanatlarıyla aynı dönemde, 19. yüzyılda gelişmiştir.[127] Gerek dinsel bir anlatıyı sahneye taşıyor olması gerekse toplumsal katılımla gerçekleşen bir ritüel türü olması bakımından Ta’ziye" nin dinsel ve sosyal içeriği iç içe girmiş, ikisi arasındaki konumu her zaman belirsiz kalmıştır. Ta’ziye"nin İran toplumunda bu denli benimsenmesinin öncelikli nedenlerinden biri kuşkusuz bu gösterinin kitlesel ve kolektif yapıyı meydana getirmesi, onun bir çeşit toplumsallaşma aracı olması diğeri ise kökeninde derin tarihsel bir geçmişin izlerini taşıyor olmasıdır.

İran Şiiliğinin kökenlerini sorgulayan Henry Corbin, Pers Zerdüştçülüğünün kutsal kitabı Avesta ögretilerinin İran Şii İslam kültüründe yaşam bulduğunu savunur.

Corbin’e göre Zerdüştçülükte önemli bir yer kaplayan ‘ulu kişi’ olgusu İran Şiiliğinde peygamber misyonu tanınan kişiye aktarılmıştır.[128] Henry Corbin’in Zerdüştçülük ile İran Şiiliği arasında kurduğu ilişki ya da bir tür kültürel devamlılık anlayışı Ta’ziye gösterilerine de yansımıştır. Şii İslam inancında yas fikrinden doğan Ta’ziye"nin kitlesel katılımla gerçekleşen bir tiyatro temsiline, bir ritüele dönüşmesi ve bu dinsel ritüelin gerçekleşme aşamasında yoğun kitlesel esrikliğin ortaya çıkması onu, İran toplumunun İslam öncesi kolektif belleği, özellikle Zerdüştçülük ve onun ritüel biçimleriyle yakınlaştırmaktadır. Bu kolektif belleği ve devamlılık fikrini Daryush Shayegan şöyle dile getirmiştir: “Nevroz derecesinde şoven olan Farsi’nin İmam’a hayranlık duyması Fars ülkesinin Damadı olmasındandır, Platon’a, Zerdüşt’ün yandaşı olmasından ötürü, Peygamber’e yol gösterici olarak Selman-ı Farısi’yi izlemesinden ötürü ve İsa’ya -bazı modern milliyetçiler için- Mitra’nın başka bir cisimleşmesi olmasından ötürü hayranlık duyar.”[129]

İran’ın tarihsel dokusunda Zerdüştçülükten Maniciliğe, Mazdekçiliğe, Ermeni, Yahudi ve Şii İslam’a kadar uzanan çok çeşitli dinsel inançlar ve bunların ortaya çıkardığı kültürel tortular önemli bir rol oynar. Gerek anlatı gerekse gösteri temsilleri bu kültürel çeşitliliğin uzantısında İran’da yüzyıllardır süregelen bir gelenek halinde yaşamaktadır. Görsel kültür üzerinden üretim veren İranlı bir sanatçı olarak Shirin Neshat’ın video işlerine İran’ın bu çok katmanlı gösteri kültürünün etkilerinin yansıması da aynı oranda kaçınılmazdır. Bu noktadan bakıldığında Neshat’ın video işlerinde İran gösteri kültürünün etkisini iki açıdan ele almak mümkündür. İlki onun sanatında öne çıkan İran odaklı konular paralelinde, videoda işlenen konunun doğrudan bir parçası olarak gösterinin kullanılması, diğeri ise İran gösteri ya da ritüel mirasının dolaylı olarak onun video işlerine olan etkisi.

Shirin Neshat, 1998-2000 yılları arasında İran’da İslam’ın toplumsal yaşama etkisini konu alan ve üç videoluk seriden oluşan Turbulent, Rapture ve Fervor adlı video enstelasyonlarını çeker. Fotoğraftan videoya geçiş sürecindeki yetkinleşmeyi ortaya koyan bu seri içerisinde yer alan Fervor adlı video enstelasyonunda Neshat, İran kültüründe perdenin üzerine yapılan resimler yoluyla dinleyici topluluğa dinsel hikayeleri teatral bir biçimde sunan perdedari denilen bir anlatıcının gösterisine yer vermiştir. Fervor'daki gösteri bir taraftan meddahlık geleneğinin uzantısında ama bu kez resimli bir anlatım biçimi olması yönünden Firdevsi’nin Şahname adlı manzumesinin resimlenme geleneği ile diğer bir taraftan İran’ın en önemli dramatik gösteri biçimi olan Ta’ziye'nvn izleyici topluluğunun da katılımıyla sahnelenmesi geleneği ile paralelik taşır. Bu gösteride karizmatik bir anlatıcı diğer bir tanımla perdedari, kadın ve erkelerden oluşan bir topluluğa Yusuf ile Züleyha’nın Kuran’da geçen öyküsünü perdenin üzerindeki minyatür resminden yola çıkarak aktarmaktadır.

Neshat, Fervor adlı video enstelasyonunda, İran İslam kültüründen hareket ederek bu kültüre özgü olan resimli dinsel vaaz etkinliğini izleyicisinin karşısına çıkartmıştır. Kutsal kitaptan alınan bir öyküyü adeta tek kişilik bir tiyatro gösterimi şeklinde kendisini dinleyen topluluğun karşısında canlandıran anlatıcı bir süre sonra kendisini dinleyenleri de bu performansa davet eder. Anlatıcı ya da gösterici ile izleyicinin toplu halde ve büyük bir esriklik içinde yaptığı bir ritüele dönüşen bu gösteri sahnesi, İran gösteri kültürünün Shirin Neshat’ın sanatına olan doğrudan etkisinin en dikkat çekici örneğidir. Toplumu ortak bir mekanda bir araya getiren Fervor’da işlenen gösteri, İran kültürüne özgü bir çeşit toplumsallaşma biçimi olarak değerlendirilebilir. Bir bütün olarak bakıldığında ise bu video enstelasyonunda perdedari tarafından ortaya serilen performans, İran’a özgü kültürel bir motif olarak ele alınmış ve esas olarak üzerinde durulan konunun bütünlüğü içinde anlam kazanmıştır.

Shirin Neshat, Fervor adlı video enstelasyonunda olduğu gibi 2001 tarihli Possessed adlı videosunda da İran’a özgü toplumsallaşma ya da kitlesel bir diyalog biçimi olan gösteri olgusu üzerinde durmuştur. Possessed'te esas olarak üzerinde durulan konu İslam’ın kadına dayattığı örtüyü (hejab) reddeden bir kadının toplumdan dışlanmışlığıdır. Bu video enstelasyonunda dinsel buyruğa ve toplumsal ön kabule aykırı düşen kadın karakteri, küçük bir yerleşim alanındaki yerel halkın önünde teatral bir gösteri yapmaktadır. Başlangıçta etrafındaki topluluğa anlaşılmaz bir dilde seslenen kadın, abartılı davranışlarıyla aykırı düştüğü yerel halkın ilgisini çekmiş ve onun etrafına toplananlarla birlikte ortaya çıkan sahne İran kültürüne özgü toplumsal bir gösteri havasına dönüşmüştür. (Görüntü 15) Burada izlenen sahnedeki gösteri ile toplumsal hareketlilik arasında doğrudan bir ilişkinin altı çizilebilir. Ancak daha da dikkat çekicisi Possesseddaki bu sahnede deliliğin sınırlarındaki kadının, daire biçiminde taştan bir yükseltinin üzerine çıkarak gösterisini gerçekleştirmesidir. Etrafı yapılarla kuşatılmış avlu benzeri bir alanda kadın, üzerine çıktığı sahne benzeri yükseltide meddahvari bir performans gerçekleştirmekte, onun önünde toplanan bir çeşit izleyici rolündeki halk ise kadının bu performansını bir gösteri biçimine sokmaktadır. Biçimsel olarak tiyatro gösterisi ile paralellik taşıyan bu sahne içeriksel olarak yasanın dışına çıkan kadının toplumla olan negatif diyaloğunu gözler önüne serer.

Neshat’ın sanatında gösteri olgusu, onun temel olarak üzerinde durduğu konuları anlatmasının en doğrudan aracıdır. 1998 tarihinde çekilen Turbulent adlı video enstelasyonu bu kapsamda değerlendirilebilir. İran’da toplumsal cinsiyet ve İslami rejim tarafından kadına dayatılan dinsel yasaklar üzerine odaklanan Turbulentda ele alınan konunun kendisi bu kez gösterinin kendisi, vurgu noktası ise İran’da kadının müzikli bir gösteri yapmasına getirilen yasaktır. Turbulent de üzerinde durulan gösteri, İran’da İslam Cumhuriyeti’nin toplumsal cinsiyet rollerini belirlemede nasıl dinsel ve ataerkil yasakları esas aldığı ile ilişkilidir. İki ekranın birinde kendisini izleyen topluluğun karşısında gösterişli bir biçimde şarkı söyleyen adama karşılık diğer ekranda sözsüz bir biçimde adeta çığırarak sesini duyurmaya çalışan kadın şarkıcının izleyicisinin olmaması onun esrikliğini güçlendirmekte İran’da kadının karşılaştığı dinsel ve toplumsal baskıyı gözler önüne sermektedir. (Görüntü 7) Temel olarak sözlü gösterinin kadına yasak edilmesini konu edinen ve tamamen bir gösteri biçiminde düzenlenmiş bu video enstelasyonunda Neshat’ın, işlerinde sıkça üzerinde durduğu İran’daki toplumsal cinsiyet sorununu alt metin olarak kullandığı görülmektedir.

Shirin Neshat’ın sanatında gösterinin, İran’ın kültürel belleği bağlamında ele alındığı en etkili örneklerden biri kutsal bir görev uğruna ölme diğer bir ifadeyle şehitlik konulu Passage" dır. Neshat, Passage adlı video enstelasyonunda kurak bir arazinin ortasında çember biçiminde bir araya gelmiş kadınların yas ritüeline odaklanır. Büyük bir esriklik içinde elleri ile toprağı kazan kadınlar aralıksız olarak yaptıkları bu eylemle Ta’ziye ritüellerinde ortaya serilen kendinden geçme sahnesini hatırlatırlar. (Görüntü 17) Burada sahnelenen Şii kültürüne özgü bir ölüm ritüelidir. Ritüeli gerçekleştiren kadınların etrafının bir süre sonra ateşle kuşatılması olayı ile İran Zerdüştçülüğünde ateşe tapma geleneği arasında bir ilişki kurmak mümkündür. (Görüntü 18) Kullanılan bu kültür eksenli simgesel dil ve odaklanılan gösteri, Shirin Neshat’ın Passage adlı video enstelasyonunun Scott MacDonald’ın tanımladığı anlamda bir çeşit sinemaritüel[130] olarak okunmasına olanak tanımaktadır.

Gösteri unsurunun videonun doğrudan bir parçası olmasının yanı sıra Neshat’ın bazı video işlerinde gösteri ögesini İran’a dair kültürel bir temsil olarak kullandığı da görülmektedir. 1999 tarihli Rapture adlı video enstelasyonunda seyircinin hiç beklemediği anda karşısına çıkan birkaç saniyelik ayak dansı gösterisi, ‘Doğu’ diye işaretlenene özgü pitoresk bir unsur olarak dikkat çeker. Burada sadece çıplak ayakları gözüken ve kadın olduğu anlaşılan bir kişinin gürültülü bir biçimde yaptığı gösteri, oryantalistlerin hayalindeki müzikli, danslı eğlenceleri çağrıştırmaktadır. Bu sahnenin videonun içerisinde kısa süreliğine bir motif olarak belirmesi onun, Doğu’ya dair bir kültür göstergesi olduğu kadar Neshat’ın kendi kişisel belleğinden arta kalan bir unsur olduğunu da düşündürtür. Rapture’dakine benzer biçimde 2002 tarihli Tooba adlı video enstelasyonunda da kısa bir süre ortaya çıkan bir ritüel sahnesi dikkat çeker. Çember biçiminde toplanmış bir grup erkeğin karanlık bir ortam içerisinde gerçekleştirdiği bu dinsel gösteri sahnesi videoda anlık bir kültürel motif etkisi yaratmakta, İran kültüründe Zerdüştçülükten Şiizme kadar uzanan dinsel ritüel sahnelerini hem dramatikliği hem de simgesel göndermeleri açısından kapsamaktadır.

Shirin Neshat’ın işlerinde gösteri içindeki gösterinin varlığından söz etmek kaçınılmazdır. Possessed" da olduğu gibi doğrudan ya da Tooba" da olduğu gibi anlık bir görüntü biçiminde ortaya çıkan gösteri öğesi, her iki açıdan da Neshat’ın İran’a dair kültürel belleğinin izlerini yansıtmaktadır. Bu bellek yalnızca Neshat’ın videolarındaki temel unsur olan Şii İslam kültürünü değil, İran’ın çok katmanlı ve çok kimlikli tarihsel geçmişini de ortaya koyar.

Değişimin Seyri

Shirin Neshat’ın 1993 yılından bugüne uzanan sanatsal çizgisinde büyük değişimlerden ya da kopma noktalarından söz edilebilir mi sorusu paralelinde Neshat’ın sanatına bakıldığında, onun sanatında köklü tarihsel kırılmalardan söz etmenin mümkün olmadığı görülecektir. Ancak Shirin Neshat’ın bir kurgu unsuru, bir görsel etki ya da bir ifade aracı olarak edebiyatla olan ilişkisinin, onun sanatındaki tarihsel seyiri ve dönüşümü belirleyen önemli bir unsur olduğu ortaya çıkmaktadır. Berkeley’de pentüre dayalı klasik bir eğitim alan ancak görsel dilini fotoğraf ve video üzerine kurup, sanatında müzik ve edebiyatı özellikle ön çıkaran Neshat için edebiyat, görüntünün sınırlarını biçimlendiren ve birçok açıdan ona yön veren etkili bir araç olmuştur. Her ne kadar da Women of Allah başlığında toplanan fotoğraf serisiyle birlikte Neshat’ın sanatında edebiyatın ve özellikle bu seride “metaforlar ve sembolizm yoluyla imajları kuran şiirlerin”[131] varlığı yadsınamayacak olsa da onun sanatında edebiyatın daha da ayrıcalıklı bir yeri vardır. Bu ayrıcalık, edebiyat olgusunun Neshat’ın sanatında tarihsel dönüşüme yol açması ile doğrudan ilgilidir.

İlk işlerini gerçekleştirdiği dönemde İslam devrimine, daha sonraki işlerinde devrim sonrası İran toplumu, İslam kültürü ve bu bağlamda kadına odaklanan Shirin Neshat’ın 1993’ten bugüne uzanan sanatına bir bütün olarak bakıldığında onun temel olarak üzerinde durduğu bu konulardan hiç uzaklaşmamış olduğu ortaya çıkar.

Ancak 2001 yılı, Shirin Neshat’ın sanatında köklü bir konu değişimine işaret etmiyorsa da bu tarihte gerçekleştirdiği Logic of the Birds adlı video enstelasyonu onun sanatının yeni bir sürece girdiğini gösterir. Hamid Dabashi’nin ortaya koyduğu gibi Shirin Neshat, Logic of the Birds adlı videosunda Shaykh Farid al-Din Attar Nishapuri’nin Pers, Arap ve Hint edebiyatının izlerini taşıyan Mantiq al-Tayr (Kuşların Toplantısı) adlı yapıtından hareket etmiş ve bu şiirsel anlatıdaki Simurg kuşunun hikayesini görsel dile uyarlamıştır.[132]

Attar ile Neshat’ın metni arasında ilk olarak sözsel ikinci olarak ise görsel açıdan farklılıklar olduğuna dikkat çeken Dabashi’ye göre Attar’ın hikayesinde söz edilen kuşlar insansı vasıflar taşırken onun bu hikayesinden yola çıkan Neshat’ın videosundaki anlatıda ise insanlar kuşlara ait vasıflar taşımaktadır.[133] Hamid Dabashi’nin ‘palindromik mimesis’[134] (dönüşlü benzetme) olarak adlandırdığı bu durum aslında Neshat’ın kendi kültürel belleğinden ödünç aldığı edebi metinler ile video işleri arasındaki mesafeyi, diğer bir deyişle edebiyattan videoya adapte etme sürecinin nasıl bir yeniden üretim mekanizmasına dönüştüğünü gösterir. Neshat’ın 2001 yılında yaptığı bu video enstelasyonu ile başlayan metinsel olanı videoya dönüştürme yaklaşımı New York’da gerçekleşen 11 Eylül Olayı’nın hemen ardından Meksika’nın küçük bir kasabası olan Oaxaca’da çektiği Tooba[135] adı videosu ile doruk noktasına ulaşır. Neshat bu kez Kuran’da geçen ve cennette bulunduğuna inanılan Tuba adlı bir ağacın öyküsünden yola çıkmıştır. (Görüntü 21) Kutsal metinden hareket ederek çekilen video enstelasyonu, bu metinde geçtiği gibi simgesel ve olağandışı aslına uygun bir biçimde yani son derece mitsel bir kurgulama ile meydana getirilmiştir. Burada en dikkat çekici olan nokta Shirin

Neshat’ın, 11 Eylül sonrasında doğrudan ideolojik içeriğin veya temsillerin okunmadığı bir video enstelasyonu çekmiş olmasıdır. Sanatını, İran’daki toplumsal duruma, İslami yaşam biçimine ve daha genel anlamıyla da Ortadoğu’ya dair ön kabullere yakın kuran Neshat’ın bu kez New York’da yaşayan bir Ortadoğulu olarak çok yakından tanık olduğu İslamizmin bu en çarpıcı gösterisinin hemen sonrasında tamamen metin / edebiyat eksenli ve mitsel niteliği ağır basan bir iş üretmesi hangi kapsamda sorunsallaştırılabilir? 11 Eylül’ün ardından çektiği bu mitolojik niteliği öne çıkan Tooba adlı videosuyla ilgili olarak Shirin Neshat, “2001’den sonra İran’a geri dönemezdim dolayısıyla yaşamımdaki daha varoluşsal soruları araştırmaya başladım. İşlerimde evrensel konuları dile getirmek, kişisel olanın ötesinde daha evrensel bir düzlemde hareket etmek istedim.”[136] demiş ve böylece sanatında, kendi kültürel köklerinden kaynaklı edebi metinden başlayıp evrensel boyuta vardığı tarihsel değişime de açıklık getirmiştir.

Denebilir ki Neshat, 2002 yılında çektiği Tooba adlı videosuyla, edebi metni esas alarak sanatsal çizgisinde belirmeye başlamış olan yeni bir sürece ivme kazandırmıştır. 2001 tarihli Logic of the Birds ile başlayan, Tooba ile devam eden ve bugüne kadar gelen bu süreç Neshat’ın sanatında ‘kültüralist dönem’ olarak adlandırılabilir. Bu kültüralist dönemde, Shirin Neshat’ın işlerindeki İran kültürü kaynaklı edebi okuma Oryantalizm odaklı ideolojik okumaya baskındır. 2003 tarihinde çekilen The Last Word, Neshat’ın sanatında edebiyatın bu sürece olan etkisini bu kez referans noktası olarak değil bizzat videonun konusu olarak özetleyen bir yapıttır. Yazdıklarından dolayı yargılanan bir kadın yazarı hikaye edinen The Last Word, edebiyatla içerik kazanan kültüralist dönemin yüceltici bir çalışması olarak değerlendirilmelidir. (Görüntü 24)

Shirin Neshat 2004 yılına gelindiğinde çağdaş İran edebiyatının en muhalif kadın yazarlarından Shahrnush Parsipur’un 1989 yılında yayınlanan ve aynı yıl yasaklanan Women Without Men (Zanan Bidun-i Mardan) adlı kitabına odaklanır. Parsipur 1980’lerin sonlarına kadar İran’da iyi tanınmayan bir yazarken 1989 yılında yayınlanan Tuba and the Meaning of the Night (Tuba va Mana-yi Shab) ve Women Without Men (Zanan Bidun-i Mardan) adlı sadece popüler değil aynı zamanda tartışmalı iki romanıyla büyük ün kazanmıştır. Onun kadınların durumuyla ilgili bu iki çalışmasında da kadın karakterler kendi yaşam hikayelerinden yola çıkarak kadınların maruz kaldığı cinsel baskıları dile getirir, iffetle dalga geçilir ve erkek egemen topluma karşı koyulur.[137] Shahrnush Parsipur’un ataerkil ve dinsel baskıya muhalif, feminist içerikli edebiyat yaklaşımı ile fikirsel açıdan uyuşan Shirin Neshat, 2004 yılında Women Without Men adlı romanda adı geçen beş kadın karakterden biri olan Mahdokht’un hikayesini ele aldığı ve üç videoyu yan yana kullandığı Mahdokhfu, 2005 tarihinde ise romanın diğer bir kahramanı Zarrinkolah’ın hikayesini ele aldığı Zarin adlı video enstelasyonunu gerçekleştirir.

Beş videodan oluşacak serinin bu iki videosuna zamansal olarak bakıldığında 2005 tarihli Zarin adlı yapıtın 2004 tarihli Mahdokht’tan daha Oryantalist bir bakış açısını ortaya koyduğunu ya da Mahdokhf un Neshat’ın, Tooba adlı videosuyla birlikte en simgesel ve mitsel ağırlıklı, deyim yerinde ise ideoloji-dışı işi olduğunu söylemek mümkündür.[138] Bu da gösterir ki Neshat’ın sanatında onun başlangıçtan beri üzerinde durduğu İran toplumu ve İslam kültürü eksenli konuların önemi hiçbir zaman azalmamış ve dahası onun sanatı art zamanlı ve köklü bir değişim içerisine girmemiştir. Ancak yine de 2001 yılından son işini gerçekleştirdiği 2005 yılına kadar uzanan süreçte Neshat’ın, Logic of the Birds, Tooba, The Last Word, Mahdokht, Zarin adlı arka arkaya yaptığı video enstelasyonlarıyla sanatında yeni bir süreci başlattığını özellikle vurgulamak gerekir. Daha sonra yapacağı işleriyle devam edeceği kesin olarak bilinmese de 2001 - 2005 tarihleri arası onun sanatında edebiyatın yön verdiği kültüralist bir dönem olarak anılmalıdır.

İran toplumunda bir tür İrancılık anlayışının hakim olduğundan söz eden Daryush Shayegan, İran’da bu kendi kültürel geçmişine olan düşkünlüğü şöyle dile getirir:

İranlı, kendi hakkında çok güzel bir fikre sahiptir. Hintli, vatanından, Mother India’daki gibi şefkatle bahsederken, Japonlar Kamiler’in toprağından gururla bahsederken, İranlı, kendini Keyhüsrev’lerin ve Dara’ların meşru mirasçısı olarak, dolayısıyla tüm komşularının üstünde sayar. Tarihsel cüreti, Büyük Hükümdarlar’ı ve Muzaffer Hanedanlar’ı putlaştırması ve ezelden beri orada duran Büyük Halk’ın kendi hakkında yarattığı abartmalı görüntü bunun tanıklarıdır... Büyük bir coğrafi mekanda üç bin yıldır kesintisiz olarak varlığını ve kimliğini sergilemiş olması olgusu, İranlı’ya büyüklük ve devamlılık duygusu verir. İmparatorluklar kurup sonra yıkıntıları altında kalarak, küllerinden yeniden doğup başka biçimler altında başkalaşıma uğrayarak İranlı, güncel sınırlarının da ötesine yayılan bir dünya yaratmıştır. Bunun farkına varmak için Orta Asya’ya, Afganistan’a ve Hint Yarımadası’na gitmek yeterlidir. Geçmişinin kalıntılarını her yerde görür, yeniden doğuşunu ise hiçbir yerde. Yüz yıldan beri artık büyük bir kaderi olmadığını bilmektedir. O andan itibaren nostalji zamanını yaşar.”[139] Shayegan’ın burada ifade ettiği gibi köklerinde derin bir tarihsel geçmişi barındıran İran toplumunda ve özellikle edebiyat ve sanatla uğraşan İranlılarda kendi kültürel geçmişi ile büyülenme ve ‘Kayıp Cennet’e döner gibi bu kültürel mirasın derinliklerine dönme, bazılarında ise bugünün İran’ını yadsıma dünün mitoslarının büyüleyici alanına sığınma kaçınılmaz gözükmektedir.

“Ben yazıyorum, çünkü az sayıdaki atalarım - Rabe’e ‘Adaviyee (8. yüzyıl Müslüman azizesi), yarı meşhur, yarı çıldırmış birkaç mistik; Tahereh Quorratol ‘Ayn, Parvin E’tessami, Farrugh Farrokhzad, Simin Daneshvar, Simin Behbahani ve benim kuşağımdan olanlar: Mahshid Amirshahi, Goli Tarraqi, Ghazaleh ‘Alizadeh, Mihan Bahrami, ve belki diğer birkaçı benim yazılı ya da edebi denemelerimin tüm dağarcığını oluşturur.”[140] diyen Shahrnush Parsipur’dan onun yazınsal alandaki bu kültürel mirası sahipleniş yaklaşımını görsel alanda temsil eden Shirin Neshat’a, İranlıların kültürel bellekleri ile olan diyalogları dikkat çekicidir.

Nitekim Shirin Neshat kendisiyle yapılan röportajlarda Tooba (kutsal kitaptaki cennet bahçesi) ve Women Without Men (romanda geçen Tahran yakınlarındaki Karaj adlı bahçe) adlı videolarından söz ederken çoğu kez simgesel bir değer olarak ‘bahçe’nin önemi üzerinde durmuştur.[141] Bu ‘bahçe’, onu çağdaşı Parsipur ile ya da bütün zamanlardan gelen Firdevsi, Hafız, Hidayet, 1993 tarihli Offered Eyes adlı fotoğrafında IFeel Sorry For the Garden adlı şiirine yer veren ve şiirlerinde özellikle bahçe simgesini kullanan Farrokhzad[142] ile buluşturan Perslerin cennet bahçesinin ta kendisi, edebi metinden Shirin Neshat’ın sanatına nüfus eden bir kültür ögesi, ortak bir kültürün zenginliğini paylaşan îranlıların karşılaşma noktasıdır.

GÖRÜNTÜDEKİ ÜÇ ODAK: KİMLİK, BEDEN, YAZI

Kimliği Tanımlamak

Tarihsel bağlamı gereği devamlılık ve köken fikrinden doğan kimlik, içeriksel yapısı gereği farklılık kavramı ile anlam kazanan, icad edilmiş bir olgudur.[143] Burada kimliğin icad edilmesi ve dolayısıyla onun söylemsel bir değer olması durumu özellikle önemlidir. Öyle ki kimliğin mutlak ve kendinden kaynaklı bir şey olmaması bizi, onun üzerinden söylem üreten kaynak ile karşı karşıya getirir, dahası o kaynağı tartışmamıza olanak tanır. Shirin Neshat’ın sanatında kimlik olgusu, onun sanatının sınırlarını belirleyen temel bir anlam ifade eder. İslam, Şii, Pers ve cinsiyet kimlikleri biçiminde Neshat’ın sanatında sorunsallaşan kimlik kategorileri bir taraftan sanatçının 1993 yılından bu yana yaptığı tüm işlerinde etkisini gösterirken diğer bir taraftan onun uluslararası platformda çalışan Batı-dışı bir sanatçı olarak üstlendiği farklı olma misyonunu ortaya koyar.

Stuart Hall, “sürgün kimlikler” der, “dönüşüm ve farklılık içinde kendilerini sıklıkla bir yenilik olarak üretir ve yeniden üretirler.”[144] Shirin Neshat’ın kişisel serüveninden kaynaklanan bu sürgün olma hali onun sanatsal serüvenine bir kimlik tanımı oluşturma biçiminde yansımıştır. Ancak bugün İslam ülkeleri diye tanımlanan coğrafyalardan gelen ve sanatlarında bu kültürel dokuyu ele alan sanatçıların aslında İslam ile o denli doğrudan bir ilişkisinin olmadığı dikkate alınmalıdır.[145] Denebilir ki Neshat İslam kültüründen Pers geçmişine kadar uzanan çok parçalı yapıyı küresel sanat ortamında bir farklılık biçimi olarak ele almaktadır. Ancak burada daha da dikkat çekici olan öteden beri Pers ve İslam kimliği biçiminde kutupsallaşan İran’ın kimliksel dokusunun Shirin Neshat’ın sanatında nasıl sorunsallaştığıdır.

90’lardan bu yana İran’da İslam’ın sadece dinsel bir buyruk olarak görülmesi mümkün olamayacağı için “İslam”dan neyin anlaşılması gerektiği üzerinde durulmalıdır. Artık “İslam, kesinlikle fıkıhın ötesinde ve bir dinden ibaret olmanın da ötesinde bir kültür ya da uygarlık olarak tanımlanmaktadır.”[146] İran’da devrim sonrası dönemde meydana gelen bu anlayış biçimi kuşkusuz dışarıdaki İranlılarda daha da net bir biçimde kendini gösterir. Pers kültürel mirası ile İslam kimliği arasında giyim kuşamdan yaşama biçimlerine dek uzanan habitüs farklarının yön verdiği mesafe her ne kadar da iki alan arasında ideolojik bir tavır belirlemeyi gerektirmişse de bugün, geçmişin Pers kimliği kadar kutsal kitap Kuran’ın metinlerinden dinsel ritüellere dek uzanan olguları bünyesinde barındıran İslam kimliği de 1970-80 döneminde devrim karşıtı olan, dışarıya göç etmiş İranlılar için kültürel bir değer haline gelmiştir. Bu doğrultuda Shirin Neshat’ın sanatında 2001 yılı ile belirginlik kazanan kültüralist döneme dikkat çekmek mümkün. Bu dönemde

Neshat, Pers ve İslam kültürel mirası arasında bir seçim yapmaz aksine o, öteden beri kutupsallaştırılan ancak temelde İran’ın tarihsel yapısı içerisinde birbiriyle kaynaşmış olan bu kimliksel ayrımları öncelik ilişkisi tanımadan ele almıştır. Ancak sadece 2001 yılı ile başlayan bu süreçte değil, 1993 yılında Unveiling adlı ilk işini yaptığı dönemden bu yana ister kültüralist isterse Oryantalist yaklaşım çizgisinde olsun Neshat’ın sanatında bir tanım alanı ya da bir tasvir etme unsuru olarak kimliğin öncelikli bir yeri olduğu görülmektedir.

Shirin Neshat’ın sanatında söylemsel bir unsur, kurulmuş bir yapı olan kimliğin bu denli merkezi bir önem taşıması ile onun İran’dan Amerika’ya göç etmesi paralelinde şekillenen kişisel serüveni ve 1990’lardan bu yana küresel sanat dünyasında durduğu yer arasında doğrudan bir ilişki kurmak kaçınılmazdır. Neshat’ın üç seri olarak tasarladığı 1998 ile 2000 yıllarını kapsayan Turbelent, Rapture, Fervor adlı video enstelasyonlarını gerçekleştirdiği sırada, 1999 yılında yapmış olduğu Soliloquy, onun sanatında bir tanım unsuru olan kimliğin en dikkat çekici biçimde tartışıldığı çalışmadır.

Soliloquy adlı video enstelasyonunda Neshat, kişisel belleğe temellenen bir iş üretir. Kendi kişisel serüveni içerisinden küçük oğlunu kaybeden kızkardeşinin hikayesine odaklandığı bu video enstelasyonunda da sanatçının anlatım içerisinde kaldığını dolayısıyla hikaye odaklı bir film ortaya çıkardığını görmekteyiz. İki videonun yan yana gösterildiği bu çalışmada Shirin Neshat Doğu-Batı, İslam- Hristiyan, modern-geleneksel, kişisel-kitlesel biçiminde karşıtlık oluşturan iki kutuplu dünya anlayışı ile esas aldığı hikaye arasında bir konu örgüsü meydana getirmiştir. Her şeyden önce Doğu-Batı biçiminde bir sorunsallaştırma yapmanın ve bağlamda iki söylemsel değer arasında bir karşıtlık ilişkisi kurmanın 1980’lere dair bir yaklaşım biçimi olması, 1999 tarihli bu çalışmanın eleştirel bir bakış açısı ile okunmasına olanak tanımaktadır. Bu kapsamda değerlendirildiğinde sanatçının ilk kez kendisinin rol aldığı bir video enstelasyonu olarak Soliloquy, Doğu-Batı diye tanımlananın içinde bulunan bir kadının yani Neshat’ın kendisinin bir otobiyografisi olarak önem taşır. Neshat, Soliloquy adlı çalışmasında kendi kişisel kimliği üzerinden Doğu-Batı biçiminde kutupsallaşan bir kimlik tanımı oluşturmuş, böylece kişisel serüveni ile sanatına yön veren kimlik olgusu arasında meydana gelen bağın da altını çizmiştir.

Bu çalışmada, videonun birinde Mardin’de (Görüntü 10) diğerinde ise New York’ta (Görüntü 11) geçen sahneler aracılığıyla birbirine karşıtlık oluşturduğu öngörülen her iki dünyaya Doğu ve Batı’ya dair görsel kodlara odaklanıldığını görmekteyiz. Doğu diye işaretlenene özgü sahnede bir cenaze töreni en ifadeci ve adeta teatral bir biçimde gerçekleştirilen bir ritüele dönüşürken Batı diye işaretlenen sahnede World Trade Center, Rockefeller Plaza ve Manhattan’da seçilen en modern kilise yapısı St. Anna’da tamamen yalınlık ve sistematiklik içinde gerçekleştirilen bir Hristiyan dinsel töreni gösterilmektedir. Soliloquy’nin ilk karesinden bir hikaye ve daha da ötesi bir yolculuk biçiminde süregelen son karesine kadar her iki videoda iki kültüre dair yargılar ve her iki dünyayı birden yaşayan kadın kahramanın yabancılığı dikkat çekicidir. Doğu diye işaretlenen ‘kitleseldir’, ‘aşırıdır’, ‘doğaya ve ilksel olana yakındır’, ‘mistik ve ruhanidir’, ‘düne dairdir, bu haliyle bir bellek coğrafyasıdır Doğu’, son sahnede gösterildiği şekliyle ‘Doğu bir çöldür, zamansızdır, boşluktur, yatay eksendir ve işte Doğu bir sonsuzluktur’. Batı ise ‘dikeydir, inşaa edilmiştir, rasyoneldir’, ‘Batı tekildir’, ‘yalnızlıktır’, ‘hız ve değişimdir’, ‘şimdidir Batı’. Neshat, 1999 yılında gerçekleştirdiği bu video enstelasyonunda İran’dan Amerika’ya göç serüveninden beslenen iki dünya tasavvuru ortaya koyar. Gerçekten de Soliloquy' de Neshat, kendi kimliği üzerine sorular sorarken cevap olarak ne ‘Doğu’ ne de ‘Batı’yı öngörür. Burada ortaya çıkan ‘Doğu / Batı böyledir’den ötesi değildir, her iki dünya arasında yabancı ve aidiyetsiz olan kadın kahramanın video boyunca izleyiciye gösterdiği de tam olarak bu yargı metninin görsellik kazanmış halidir. Neshat için bir özdeşleşme gerçeği olamayacak olan kimlik olgusu, artık sanatsal malzemenin tam karşılığı olmuştur. Öyleyse Soliloquy, kimlik üzerine bir iş olduğu kadar sanatçının ya da videodaki kadın kahramanın her iki kareye diğer bir ifadeyle her iki karedeki kimliğe olan mesafesini de gösteren bir iştir. Neshat’ın sanatında dikkat çekici olan ise budur: kimlik siyaseti yapmak değil kimlik tanımı yapmak.

Shirin Neshat’ın sanatında kimliği bir tanım alanına dönüştürmek onun ilk işlerini yaptığı döneme dair bir tavır değildir; Neshat’ın 1993’den bu yana yaptığı tüm işlerinde etkisi görülen bir yaklaşım biçimidir. Bu bakımdan 1999 tarihli Soliloquy adlı video enstelasyonu onun sanatında kimliğin nasıl bir fetişizasyona dönüştürüldüğünü ortaya seren etkili bir yapıt olarak karşımıza çıkmaktadır.

Videodaki Mahrem

İslami Cinsiyet Kimliklerini Kurmak

19. yüzyılın Oryantalistleri için sırları keşfedilecek bir yer olan Doğu ya da kendisi ele geçirilecek bir beden olan Doğulu kadın, anlamsal olarak birbirini kuşatır ve ortak bir noktaya vurgu yapar: mekanın ve bedenin sınırları arzuya dayanır ve aynı ölçüde politiktir. 19. yüzyılda Batı’nın Doğu imgesi paralelinde 20.yüzyılın ortalarından itibaren İslamizm ile yeni bir kimliklenme içerisine girmiş olan Ortadoğu’ya bakıldığında ise mekan ile bedenin, arzu ve politika ile olan ilişkisi bu kez İslami Ortadoğu toplumlarının kamusal mekanını beden ve ona duyulan arzu mekanizması ile biçimlendirmeleri olmuştur. Aslında öteden beri İslami toplumlarda hakim olan bu durum İslam’ın politik bir niteliğe bürünmesi diğer bir ifadeyle İslamizm ile bilinçli bir ivme kazanmış, toplumsal bir kimlik sorunsalı haline getirilmiştir. Bu bağlamda İslami kimliğin simgesi olan kadın bedeni ve onun görünürlük sorunu tüm bir İslami Ortadoğu toplumlarının kamusal mekanına ve bu mekan içerisindeki “kadın-erkek ‘samimiyetini’ denetlemeyi amaçlayan İslamcı politikalara”[147] işaret eden bir unsur olarak önem taşımıştır.

Kadın bedeni ve onun Müslüman erkek özne tarafından arzulanır olması İslami toplumlarda bu bedene getirilen yasaklara ve bu yasaklar yoluyla kamu hayatına getirilen düzenlemelere kadar uzanan toplumsal bir dinamiği ortaya çıkarır. Fatima Mernissi’ye göre İslami toplumlardaki kadınlara getirilen yasakçı uygulamalar bu toplumlardaki aktif kadın cinselliği inancından kaynaklanmaktadır.[148] Aktif kadın cinselliğinin erkek düzenini tehdit edici ve yıkıcı bir unsur olması İslami toplumlarda kadınların denetim altında tutulmasına yol açmıştır.[149] Mernissi’nin okumasından da izleneceği biçimde İslam toplumlarının toplumsal yapısının biçimlenmesinde olduğu kadar bu toplumsal yapıyı yorumlamada da cins kimliklerinin ayırt edici bir işlevi vardır. Mernissi’nin görüşlerine koşut olarak İslami toplumlarda İslam’ın kendisinden değil onu yorumlayan ve hayata geçiren erkek egemen anlayıştan kaynaklanan bir kadın sorunu olduğu tezi[150] İslam ve kadın konusuna eğilenler için farklı bir feminist anlayış biçimini ortaya çıkarmaktadır. Ancak hangi eksende ele alınırsa alınsın öteden beri İslam ve kadın konusu ve bunların birlikte sorunsallaştırılması İslami toplumların tartışılmasında ortak bir anlam ifade etmiştir. Öyle ki bir kimlik alanı olarak İslam ile bir kimlik alanı olarak kadın konusu bu toplumların yorumlanmasında ya da sanatsal olarak üretilmesinde baştan belirlenmiş bir kimlik tartışmasını öngörmektedir. Bir taraftan İran’da İslami yaşam diğer taraftan da buradaki cinsiyet kimlikleri meselesinden hareket ederek işlerinde feminist bir bakış açısı ortaya koyan Shirin Neshat, İslam ve kadın sorunu doğrultusunda yapılan bu tartışmanın tam merkezinde yer almaktadır. Neshat’ın sanatında İslami kamusal alanın ve bu kamusal alan içerisindeki cinsiyet kimliklerinin nasıl kurulduğunu ele almak onun yapıtlarında kimlik olgusunun nasıl bir tanım alanına dönüştüğünü ortaya koymak adına önem taşıyor.

Shirin Neshat sanatında İran’daki İslami toplum yapısını bütünüyle feminist bir okumanın içerisinden yorumlarken özellikle 1998 tarihli Turbulent, 1999 tarihli Rapture, 2000 tarihli Fervor ve 2001 tarihli Passage adlı video enstelasyonlarında kadın ve erkek dünyası biçiminde tasvir edilen ve iki kutuba ayrılan bir cinsiyet kimliği yaklaşımı ortaya koyar. 1998 tarihli Turbulent, Neshat’ın kadın ve erkek dünyası biçiminde ayrılan bakış açısının yansıdığı ilk çalışmasıdır. Bu video enstelasyonunda Shirin Neshat, İslam Cumhuriyeti’nin İran’da kadınların şarkı söylemesine getirdiği yasak konusuna[151] odaklanır. Karşılıklı iki video gösterimi olarak düzenlenen bu çalışmada Neshat, videonun birinde kadın diğerinde ise erkek karakteri kullanır. Erkek karakter seyircisi önünde sesli bir biçimde şarkı söylerken kadın karakter seyircisiz bir salona sözsüz ama çığlığa yakın bir tarzda haykırmaktadır. Bu yapıtta bu denli doğrudan bir anlatımın ortaya serilmesi bir yana Neshat’ın kadın ve erkek kimliğini aynı ağırlıkta tasvir etmesi ve onlardan kalıplaşmış kimlik sınırları üretmesi bir eleştiri noktası olarak karşımıza çıkmaktadır.

Turbulentde esas olarak kadına kamusal alanın yasak edilişini ve onun yalıtılmışlığını vurgulayan sanatçı diğer bir taraftan da erkeğin alanını ve kimliğine odaklanmaktadır. Bu, kadının özel, mahrem, dilsiz ve çığlık atan kimliğine karşı topluma, dil ve gelenek dünyasına hapsedilmiş olan erkek kimliğidir.[152] Burada tasvir edilen cinsiyet kimliklerinin karşılıklı iki videoda gösterilmesi adeta bu kimliklerin kalın bir çizgi ya da bir uzlaşmazlık ile algılanmasını talep ediyor gibidir. Neshat’ın çalışmasında kadının gösterildiği video ile erkeğin gösterildiği video bir yan yana gelmezlik pozisyonundaki erkek ve kadın kimliğini karenin içerisine sıkıştırmakta ve onları izleyicinin gözünde Ortadoğulu ya da daha özel olarak İranlı kişiler olma durumu ile çifte bir klişenin içine sokmaktadır.

Turbulentin izleyicisinden, sergilendiği mekanın duvarlarına karşılıklı olarak yerleştirilmiş iki videonun merkezinde durarak şu yargıya varması beklenir: İran’da kadınların mekanı özel, erkeklerin mekanı ise kamusal olandır. Bu, gerçekten de oldukça Batı merkezli bir feminist eleştirinin ürünü olan bir bakışla Doğu diye işaretlenen toplumları yargılamak değil midir? Shirin Neshat, 2001 tarihli Pulse adlı işinde de aynı sorunsal üzerinde durmaktadır: tek video gösteriminden oluşan 8.30 dakikalık bu filmde odasının (özel mekanın) içerisine adeta hapsolmuş kadının dışarısı (kamusal mekan) ile olan tek bağlantısı radyodur. (Görüntü 19) Mahrem alandaki kadın dışarıya duyduğu özlemi odanın içerisinde radyo ile kurduğu organik ilişki aracılığıyla gözler önüne serer. Kadın kendi yalıtılmışlığına oda metaforuyla döndükçe radyonun bir kaçış, özgürlük metaforu olarak gerçekliği büyümekte ve ortaya çıkan bu karşılıklı hareket, kadının odayla diğer bir deyişle mahrem alanla olan sancılı ilişkisini bir toplumsal eleştiri biçimine dönüştürmektedir. Her iki yapıtta da vurgulandığı biçimde Neshat’ın sanatında bir toplumun tasviri cinsiyet kimlikleri üzerinden yapılmaktadır.

Shirin Neshat 1998 ile 2000 yılı arasında gerçekleştirdiği ve onun sanatında gerek fotoğraftan videoya geçiş sürecindeki yetkinleşmeyi gösteren, gerekse en fazla sergilenen, bu yönüyle de kültleşmiş olan üç yapıtlık Turbulent, Rapture ve Fervor adlı video enstelasyonlarında peşi sıra cinsiyet kimlikleri sorunsalı üzerinde durmuştur. Neshat, Women of Allah ile başlayan, Anchorage ve 5. İstanbul Bienali için yaptığı The Shadow Under The Web ile devam eden militan ya da peçeli kadın kimliği konusunun ardından gerçekleştirdiği bu seride Ortadoğu’ya özgü kadın-erkek arasındaki uzlaşmaz kimlik tasvirlerini incelemektedir.

Karşılıklı iki video gösterimi olarak düzenlenen ikinci çalışması Rapture’da Neshat, Ortadoğu imajını karşılayan bir Fas manzarası[153] içerisinde görkemli sahneler gözler önüne serer. Videonun birinde yerleşik düzenin ve onun getirdiği yasaların simgesi olan kalenin içerisinde gösterilen ve dolayısıyla bu yerleşik tanımlarla tasvir edilen erkekler, (Görüntü 8) diğerinde ise dışarıda, geniş ve sonsuz toprakta, tekinsiz alanda temsil edilen, (Görüntü 9) asi tavırlarıyla düzen karşıtı bir kimliğe işaret eden kadınlar izlenmektedir. Bu çalışmada karşılıklı olarak yerleştirilmiş iki videodaki kadın ve erkeklerden oluşan iki farklı grubun diğer cinsin yer aldığı videoyla dolayısıyla birbiriyle etkileşim içerisinde olması önemlidir. Bu kapsamda bakıldığında kadınlardan oluşan topluluğun, karşı yöne yerleştirilmiş videodaki erkeklerin gerçekleştirdiği abdest ritüelinden gelen sesi bastırma girişimleri ve bunun paralelinde bir daire biçiminde suyun başına toplanmış erkeklerin başlarını kadınların çıkarttığı uğultunun geldiği yöne yani kadınlara ya da onların bulunduğu videoya doğru çevirmeleri, son sahnede kadınların denize doğru sürükledikleri kayığa binip denize açılmaları ve geride bıraktıkları kalenin içerisindeki erkeklere ya da onların bulunduğu videoya el sallamaları, erkeklerin de özgürlüğe doğru yol alan kadınlara kalenin içerisinden el sallamaları bu iki video arasındaki etkileşime vurgu yapar. İzleyicinin bakışını, videolararası bu etkileşimli gösteriye davet eden filmde, izleyicinin takip ettiği her iki yöndeki kareyi bir bütün olarak algılaması durumu onun hangi kareye bakacağı gibi bir insiyatif hakkını ortaya çıkarır ama bu durum dış zaman ile videoda işleyen zaman arasındaki kesişmezlik fikrini de devreye sokar ve böylece Rapture’un kurgusal başarısından kaynaklanan sanatsal gücü öne çıkar. Tüm bunlarla birlikte videolar arasındaki ya da her iki videoda konumlanan cinsiyetler arasındaki etkileşim fikri, Neshat’ın bu video enstelasyonundaki cinsiyet kimliklerinin arasında çizilen sınıra engel olmamış aksine cinsiyetler arası sınırların hem uzamsal hem de kimliksel olarak daha da belirginleşmesini sağlamıştır.

Rapture"da erkeğin yasanın ve geleneğin içerisinde tanımlanması ile kadının yasanın ve düzenin karşısında olduğu yargısı bir taraftan erkeklerin film boyunca içinde kaldıkları kale diğer tarafta da kadınların yol aldıkları özgürlüğü ifade eden deniz ile vurgulanır. Kale ve deniz metaforları arasında Neshat’ın belirlediği kareye yerleştirilen iki grup insan sadece kitleselliğin ve kendilerine öngörülen cinsiyet kimliklerinin rolünü yerine getirmektedir. Bu anlamda bir karenin diğer bir kare ile olan etkileşimi ancak aynı olabilme ya da yan yana gelebilme mümkünsüzlüğünü vurgulamaktadır. Hiçbir kadının kaleye ya da yasaya ait olmadığı ya da hiçbir erkeğin yasanın karşısında durmadığı dolayısıyla tekilliklerin Ortadoğu imajına ait görülmediği bir video enstelasyonudur Rapture.

2000 yılına gelindiğinde Neshat, serinin son çalışmasını yapar. Bu kez hem kimlik kategorilerinin dayattığı bağlamda anlamsal, hem de fiziksel olarak yan yana gelmeleri mümkün olmayan cinsiyetleri aşk en azından biçimsel olarak yan yana getirmiştir. Neshat’ın gerek teknik gerekse çeşitli okumalara açık olabilecek tarzda içeriksel açıdan kuşkusuz en yetkin işi olan Fervor, serinin çözülüşünü ortaya sererken onun sanatının büyük bir ivme kazanmış olduğunu da gösterir. Aşk, gerçektende klişe yargıları, tasvirleri ve öngörüleri ortadan kaldırma gücüne sahip olabilmişmidir? Shirin Neshat, bu video enstelasyonunda serinin diğer iki çalışmasından farklı olarak iki video karesini karşı karşıya değil yan yana yerleştirir ve böylece konusu birbirine aşık olan iki cinsin hikayesini biçimsel olarak da sorunsallaştıran bir yaklaşım ortaya serer. Gerçekten de Fervor’u ilginç kılan onun hem konu hem de çekim kurgusu bağlamında kendi içerisinde ilişkisel bir ilerleyiş ortaya koymasıdır. Videoda birbirine aşık olan kadın ve erkeğin hikayesi paralelinde, bu hikaye ile temsili bir ilişkiyi vurgulayan perdedarinin anlattığı Yusuf ile Züleyha yani Züleyha’nın Yusuf’u baştan çıkarma hikayesi, konu bağlamında meydana gelen bağıntının tam karşılığı olmuştur. Kamusal mekanda ama birbirinden keskin sınırlarla ayrılmış alanlarda iki kahramanın da içinde bulunduğu kadın ve erkeklerden meydana gelen grubun dinlediği Züleyha’nın ‘şeytansı’lığıyla Yusuf’u baştan çıkarma hikayesi adeta bir alt metin olarak birbirine aşık olan iki cins arasında yaşanan ‘şeytana uyma’ hikayesini kuşatmaktadır. Öte yandan bu video enstelasyonunun belki de en güçlü yanı kadın ve erkeğin ve onların mekanlarının bir kez daha iki farklı videoda temsil edilirken bu videoların yan yana yerleştirilmesiyle meydana gelen yakınlık değil ama bu yan yanalık içerisinde Neshat’ın kullandığı çekim teknikleriyle iki video arasındaki sınırların, videonun konusu olan aşkın elektriğine paralel olarak sık sık ortadan kalkmasıdır. Göle’nin vurguladığı gibi burada da “İslamcı kamusal alanın yasakları bizzat Müslüman kadın ve erkeğin yakınlık ilişkisiyle delinmektedir. Aşk kadın-erkek özneselliğinin bastırılışına ve kamusal alanın saflaştırılmasına karşı bir direniş noktası oluşturmaktadır.”[154] Gerçekten de bu video enstelasyonunun toplantı mekanında geçen sahnesinde, video karesinin birinde inançlı ve ateşli kadın grubunun içinde bulunan aşık kadın kahraman, diğerinde ise inançlı ve ateşli erkek grubunun içinde yer alan aşık erkek kahraman birbirlerinden İslami toplumlara özgü haremlik-selamlık fikri ile ayrılmışken onların, bulundukları bu cinsiyet kitlelerinin içindeki tekil tavırları Neshat’ın kitlesel cinsiyet kategorilerinden farklı bir anlam ifade etmektedir. Bu doğrultuda aşk, İslami toplumlarda yerleşik olduğu gösterilen değerlere karşı duran bir unsur olarak kullanılmıştır.

Fervor’da cinsiyet kimlikleriyle tasvir edilen bir kitlesellik, kadın ve erkek grubun arasında kalın bir sınıra, çizgiye işaret eden gerilmiş siyah bir perde ve bu haliyle cinsiyetlerin belirlediği kamusal bir bölünmüşlük elbette güçlü bir biçimde vurgulanmaktadır. (Görüntü 13) Burada ‘erkekler’ ve ‘kadınlar’ vardır ve son kertede cinsiyet kimliklerinden meydana gelen toplumsal bir fotoğraf. Bu genelleştirilmiş fotoğrafta filmin erkek ve kadın kahramanının arasında ise aynı mekana giderken yolda karşılaştıkları ilk kareden dinsel mekanda gerçekleşen kitlesel gösteriyi aynı anda terk edişlerine kadar devam eden bir elektrik, ancak bu elektriği sürekli bir gerilime dönüştüren zorunlu bir sessizlik ve İslami kamusal alana ait olduğu öngörülen mahrem kurallar vardır. Filmin son karesinde, kadın ve erkek kahraman şeytanın ya da Züleyha’nın lanetlendiği gösteri mekanını taştan uzun bir koridor boyunca ters yönlerden yürüyerek terk ederler. Neshat’ın iki farklı videoda gösterilen bu ters açıyı oldukça estetik bir çekim tekniği ile enerjinin simgesi olan üçgen formuna döndürerek kadın ve erkeği bir araya getirişi ile hikaye tamamlanmakta, ekran kararmaktadır. Aşk, sadece toplumsal ve dinsel yargıyı, yasağı değil Neshat’ın sarsılmaz kutupsal bakış açısını da yerinden oynatmıştır.

Shirin Neshat FervoF da olduğu gibi 2001 tarihli Passage adlı işinde de kadın ve erkeklerden oluşan iki kitleyi kareye taşır. Her biri siyah chadorlu kadınlar ile her biri siyah pantolon ve beyaz gömlekli erkeklerin aynı videoda ama birbirinden ayrı mekanlarda gösterildiği Passage tek videoluk bir iştir. Bu videoda cinsiyet kimlikleri, Neshat’ın her iki cinsi farklı mekanlarda ve onları birbirinden keskin sınırlarla ayıran giyim kuşam kalıplarıyla gösterme yaklaşımıyla görünürlük kazanır. Bu, bir kez daha oldukça klişeleşmiş kimlik kategorilerini tekrarlamak değil midir? Aşırılık içerisindeki kadın kitle ile düzeni ve yasayı temsil eden sakin erkek kitle yargısını ortaya koyan Passage’ın son sahnesinde cenaze taşıyan erkeklerin toprağı kazan kadınların bulunduğu alana gelmesiyle ortaya çıkan ateşten bir çember, Doğu yargısını besleyen çöl benzeri uçsuz bucaksız toprakta tasvir edilen İslami kamusal alanın gerilimini ortaya koyar.

‘Kadınlar’ ve ‘erkekler’ klişesi onların Ortadoğulu olmaları ölçüsünde Shirin Neshat’ın sanatında çifte bir kimlik sorunsalı olarak durmaktadır. Gerçekten de

Neshat, 2005 tarihli Zarin adlı işinde olduğu gibi Doğu kadınlarını en mahrem mekanlarında tasvir ettiği hamam sahnesinden birçok videosunda geleneğin ve düzenin yansıması olarak gösterdiği erkek cinsine kadar işlerinde cinsiyet kimliklerini sorunsallaştırmıştı^ Bu ise Shirin Neshat’ın sanatında onun bir taraftan feminist diğer taraftan ise devrim ile gelen İslami toplumsal cinsiyet düzenini tartışan pozisyonunun ortaya çıkarttığı kendini tekrarlayan bir kimlik açmazı değil midir?

Beden: Kutsal, Sürgün, Gizli, Güzel

Shirin Neshat’ın sanatında beden, bir taraftan onun üzerinde durduğu konuları ifade etmesinin en doğrudan aracıyken diğer taraftan da kelimenin en net biçimiyle ‘güzel’ olandır. İran ve daha genel tanımıyla Ortadoğu’ya dair işler üreten dolayısıyla sanatını siyasal okumanın yakınına kuran bir sanatçı olarak Shirin Neshat’ın sanatında bedenin ‘güzel’ ile ilişkisi dikkat çekicidir. Öyle ki onun sanatında beden, tüm ideolojik temsil yüküyle birlikte ama onun da ötesinde estetik bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.

Öteden beri sanatın en değişmez konusu olan beden, özellikle 1980’lerdeki yapısalcılık-sonrası eleştiri kapsamında dönemin birçok düşünürüyle paralel olarak bu konuda sarsıcı kuramsal okumalara imza atmış olan Michel Foucault’nun ve onun üç ciltlik Histoire de la Sexualite adlı başyapıtının açtığı ufuk ile bir kez daha sanat alanında köklü bir sorunsal haline gelmiştir. Dönemin düşünürleriyle gelişen beden tartışması, aynı dönemde feminist eleştiri ve onun paralelinde işler üreten feminist sanatçılar ile bu kez kimlik bağlamında ele alınan sanatsal bir unsur olarak önem kazanmış ve dahası bu sanatçılarla birlikte bedenin kendisi başlı başına sanatın en önemli aracı haline gelmiştir. Shirin Neshat’ın beden ile ilişkisi ise kuşkusuz bu feminist çizgiye oturtulabilir, onun devamcısı olarak görülebilir. Ancak Neshat’ın sanatında bedenin sadece feminist kimlik tartışmasına ait bir içerik taşıdığını öne sürmek elbette yeterli değildir. Shirin Neshat’ın sanatında Doğu diye tanımlananı ve özel olarak da İslami İran’ı temsil eden bedenin tüm bunlara koşut olarak kutsal ve politik olanla ve sürgün olma haliyle ilişkisi kaçınılmazdır. Bedenin dinsel bağlamda kutsal ya da politize edilmiş kutsal ile ilişkisi Neshat’ın sanatında temel bir rol oynarken onun gerek fotoğraf gerekse video işlerinde bedenin yazı ya da müzik gibi estetik bağlamda bir değer taşıyor olması, Shirin Neshat’ın tüm işlerinin biçimsel kurgusunda estetik bir yaklaşım biçimini özellikle benimsiyor olmasından kaynaklanmaktadır. Estetik biçimsel kurgunun ön planda tutulduğu bir sanatsal yaklaşımda beden de tüm politik içeriğini zorlamakta, görüntünün içindeki bir güzellik unsuruna dönüşebilmektedir.

Ortak bir başlık altında toplanmış, 1993-97 yıllarını kapsayan Women of Allah adlı fotoğraf dizisi ve bu fotoğrafların hareketlendirilmiş görüntüsü olarak sayılabilecek 1997 yılında gerçekleştirilmiş, ilk video enstelasyonu Anchorage, Shirin Neshat’ın sanatının ilk adımını meydana getirirken bedenin onun sanatında ne denli önemli bir yer kapladığını da ortaya koyar. 1979 İran İslam Cumhuriyet devrimi ve 1980-1988 yılları arasında gerçekleşen İran-Irak Savaşı’nın tüm bir İran toplumunu özel olarak da kadınları savaşçı, militan bir kimlikle donatmasını konu edinen bu çalışmalarda (Görüntü 1, 5) beden bütünüyle kutsal ile siyasalın temsil alanına dönüşmüştür. Neshat, Women of Allah ve buna paralel olarak Anchorage"da bedeni ya da uzuvlarını fotoğraf karesinin içerisinde oldukça anıtsal boyutlarda ele almış ve sadece bedenin kendisine odaklanarak minimal bir fotoğraf düzenlemesi gerçekleştirmiştir. Böylece beden, minimal yalınlık içerisindeki anıtsal görüntüsüyle ifadeci bir nitelik kazanmıştır. Neshat’ın bu çalışmalarda model olarak kendisini kullandığı dolayısıyla bir İranlı olarak kendi bedeni üzerinden İranlı kadının bedenini yansıttığı görülmektedir. Bu beden Dabashi’nin tasvir ettiği biçimde bir başkaldırı tiyatrosu, sessiz ama baştan çıkarıcı cümbüşlü bir karnavaldır.[155] Burada İslam devriminin simgesi olan chadorlu, savaşçı, militan, şehit annesi, devrim yoldaşı kadın karakteri bir taraftan kadın bedeninin bireysel, toplumsal, Oryantalist tüm anlamlarını diğer taraftan da bu bedenin İslam devriminin simgesi olarak taşıdığı zorunlu ya da gönüllü misyonu kendinde somutlayarak çok parçalı ama çok da gösterişli bir ifade aracı haline gelmiştir. Bu bağlamda bakıldığında Shirin Neshat’ın 1996 tarihinde gerçekleştirdiği Untitled başlıklı fotoğrafı, onun Women of Allah serisinde gerçekleştirdiği en dikkat çekici işlerinden biri olarak bedenin nasıl politik ve estetik bir sorunsala dönüştüğünü ortaya koymak adına önem taşır.

Untitled’da biri kadın diğeri 4-5 yaşlarında bir erkek çocuğu (Neshat’ın oğlu) fotoğraf karesinin merkezinde el ele tutuşmuş, yüzleri izleyiciye dönük bir biçimde ayakta durmaktadır. (Görüntü 4) Siyah chadorun içerisindeki kadının bedeni, yüzü dahil örtünün gerisindedir ve bu haliyle kadının bedeni gözükmemesiyle gözükmekte, doğrudan bir görünürlük kazanmaktadır. Kadının yanındaki çocuğun bedeni ise çıplaktır ve üzerine çizilmiş natüralist desenlerle süslenmiştir. Tüm fotoğrafın tek öğesi olan bu iki anıtsal ve birbiriyle karşıtlık oluşturan figür, dini buyruğun kadın ve erkek bedenini nasıl farklı görünürlük biçimlerine soktuğunu gözler önüne serer. Untitled’a göre İslamcı yasa kadına bedensel gizliliği ya da yalıtılmışlığı erkeğe ise bedensel özgürlüğü tanır ve fotoğrafın tüm eleştiri noktası kadın bedenine dayatılan söz konusu yasakçı uygulamadır. Bu, gerçekten de Shirin Neshat’ın sanatında oldukça kökleşmiş bir eleştiri noktası olarak karşımıza çıkmaktadır ancak Untitled başlıklı fotoğrafı ve aslında Neshat’ın tüm fotoğraflarını sadece bu tarz eleştirel okumaların içinde değerlendirmek yeterli değildir.

İzleyici, Untitled daki erkek çocuğunun bedeninde Ortadoğu toplumlarına özgü bedensel güzelliğin aşırı bir biçimde vurgulanması, bu bedenin süslenerek kutsal bir ritüel alanına dönüştürülmesi ile karşılaşırken chadorlu kadının da aynı biçimde ama farklı yollarla fotoğraf içerisinde estetik bir unsur olarak kurgulandığına tanık olmaktadır. Burada kadın soyut bir resimde olduğu gibi siyah bir leke, arka fondaki beyaz renk ile kontrast yaratan ve yanındaki çıplak çocuğun süslü bedenini işaretleyen görsel bir öğedir, o tam anlamıyla görüntünün içinde bir renk, siyah bir boşluktur. Denebilir ki bu fotoğraf tüm eleştirel vurgu noktasının da ötesinde estetik bir gösteri olarak düzenlenmiştir. Burada olduğu gibi Neshat’ın tüm işlerinde bedenin başlı başına bir gösteri alanına, resmin içinde bir güzellik öğesine dönüştürüldüğünü görmek mümkündür. Rapture adlı video enstelasyonunda kumsala doğru koşuşan chadorlu kadınların meydana getirdiği sahne ve onların kumsalın sonsuzluğunda uçuşan her biri siyah bir çizgiye dönüşmüş görüntüsü ve artık peçenin değil ama videodaki bu karenin ve estetik kurgunun ortaya çıktığı son nokta, Shirin Neshat’ın bedeni nasıl estetik bir objeye dönüştürdüğünün en dikkat çekici örneğidir. Öte yandan Passage adlı çalışmada kadınların büyük bir esriklik içinde toprağı kazdığı kare, chadorlu bedenin kendinden geçmişçesine devinimini ortaya koyarken onun videonun içerisinde nasıl hareketin hızından kaynaklanan bir soyutlamaya ve eleştirel bağlamını bir anlık da olsa geride bırakan bir sahneye dönüştüğünü gösterir. Burada artık chadorlu beden değil, salt bedenin hareketi ve bu hareketin görüntüye kazandırdığı biçimsel etki öne çıkar.

Shirin Neshat’ın sanatında büyük bir yer kaplayan beden olgusu, onun 2001 tarihli Possessed (Fetneh) adlı video enstelasyonunda çarpıcı bir biçimde sorunsallaşır. Karışıklık ve fesat yaratma, baştan çıkarma anlamına gelen fitne bu videodaki kadın kahramanı işaret etmektedir. Buradaki kadın bizzat bedeniyle ortaya serdiği isyankar tavrıyla toplum, yasaya uymaz giyim biçimiyle ise erkekler için bir fitne, bir baştan çıkarma unsurudur. Kadının bedeni esrik bir biçimde kalabalık mekan içerisinde uyumsuzca salınır ve bu haliyle o, estetik kurgunun ve gösterinin kendisi olur. (Görüntü 14) Bir gösteri olarak kadın bedeni, İslami giyim yasağına uymayarak bu kez de erkeği tehdit etmekte, onu günaha teşvik etmektedir. Böylece Possessed, bedene özel olarak da kadın bedenine dair tüm yargılarla mücadele eden çıldırmış kadının çifte gösterisinden meydana gelen bir yapıt olarak karşımıza çıkar. Bedenin ya da kadın bedeninin kamusal alanda sorunsallaştırıldığı bir başka çalışma ise Neshat’ın 1997 tarihinde gerçekleştirdiği The Shadow Under The Web adlı dört ekrandan oluşan 5 dakikalık renkli video enstelasyonudur. İstanbul’da sokak, cami, mezarlık gibi kamusal alanlarda koşan peçeli bir kadın; Neshat’ın kendisi, bu video enstelasyonunda İstanbul’u odak noktası olarak seçerek İslami toplumlarda kamusal alan ile kadın arasındaki uzlaşmazlığa vurgu yapar diğer ifadeyle bu toplumlarda kamusal alanın erkeğe ait olduğu üzerinde durur.[156]

İstanbul’un kamusal mekanlarında durmaksızın hareket eden çarşaflı kadın figürü Neshat’ın tüm çalışmalarında olduğu gibi bedenin, İslami yasaya ya da İslamcı yasağa olan eleştirisini ortaya koyar. (Görüntü 6) Bu bedeni ifade eden en doğrudan araç ise peçedir. Siyasal İslam’ın simgesi olan peçe, kadın bedeninin güzelliğini ortaya çıkarmakta ve bu bedene duyulan yasaklanmış arzuları temsil etmektedir. Peçe bu haliyle fiziksel bir kod olduğu kadar görsel bir motif olarak da anlam kazanır. Bu video enstelasyonunda kadının bedenine dair estetik bir görsel imge rolü oynayan peçe aynı zamanda doğrudan kadının gizli kalmış bedenini temsil etmekte, bu chadorlu beden ise sonu gelmez bir biçimde kat ettiği mekana vurgu yapmakta ve böylece kadının kamusal alandaki sürgün halini işaretlemektedir. Gerçekten de chadorun bedeni, yersiz-yurtsuz bedenin ise toprağı işaretlemesi en net tanımıyla her ikisinin de işaretledikleri ile olan uzlaşmazlıklarını vurgulamaktadır. The Shadow Under The Web’in en dikkat çekici tarafı onun, peçe imgesi ile Neshat’ın sanatında öteden beri yerleşik hale gelmiş İslamcı yasağın hedefi olan kadın bedeninin görünürlüğü tartışmasını ortaya koyması ve aynı zamanda kadının kamusal mekandaki sonu gelmez koşuşu ile Soliloquy'dekine benzer bir biçimde yersiz yurtsuz bir beden gerçeğine de vurgu yapıyor olmasıdır. Bu açıdan bakıldığında her iki çalışmada da Neshat’ın kendisinin rol alması, kendi bedeni ile bu meseleyi sorunsallaştırması tesadüf değildir.

2005 tarihine gelindiğinde Zarin adlı video enstelasyonu ile Shirin Neshat, sanatının en büyük sorunsallarından biri olan beden olgusuna hiçbir yapıtında olmadığı kadar kavramsal bir yorum getirecektir. Women Without Men adlı serinin ikinci çalışması olan Zarin, Neshat’ın beden ile olan ilişkisini İslam ülkelerinde oldukça marjinal bir yer tutan bir konu üzerinden, bir fahişenin hikayesinden yola çıkarak ortaya koyar. (Görüntü 27) Zarin bu haliyle ilk olarak konu bağlamında anlam kazanan bir beden tartışmasını öngörmekte ve bu kapsamda o, kadın bedeninin İslami dinsel yasaklar, kişisel ve toplumsal etik ile olan sonu gelmez ilişkisini gözler önüne sermektedir. Zarrinkolah adlı kadın kahramanın başlı başına bedenin kendisi olduğu diğer bir deyişle onun bedenden ibaret olduğu, bedeni ile özdeşleştiği bir video enstelasyonu olarak Zarin, kadın bedenine dair dinsel ve toplumsal yargıların tartışıldığı hamam sahnesi ile en yetkin ifadesine ulaşmıştır. Bir genelevde çalışan Zarin’in birlikte olduğu müşterilerini suretsiz olarak görmeye başlaması ile biçimlenen hikayede[157], videonun başından sonuna kadar onun gerek içinde bulunduğu genelev sakinleri gerekse ortak mekanları paylaştığı toplumla olan uyumsuzluğuna dikkat çekilmiştir. Bu açıdan bakıldığında Neshat’ın Zarin adlı kahramanı, kitleselden bireyselleşmeye doğru dönüşüm geçiren 90 sonrası İran toplumunun bir temsilcisi, devrim kuşağının aksine büyük inançları ve ideolojileri olmayan aşırı bireyleşmiş bu kuşağın iyi bir örneğidir. Videoda tamamen uyumsuz bir figür olarak çizilen Zarin, o gün odasına gelen müşterilerinin ‘yok yüz’leriyle bir kez daha karşılaşınca uzun zamandır yaşadığı bu dehşete daha fazla dayanamayıp kendini genelevden dışarı atar. Onun koşarak geldiği yer ise tamamen Ortadoğu toplumları ile özdeşleşmiş olan ve bu toplumlarda kamusal alan ile özel alan arasındaki farkı ortadan kaldıran hamam mekanıdır. (Görüntü 28)

Doğrudan doğruya bedene gönderme yapan bir mekan olarak hamam, videonun kurgulanmasında öne çıkan Oryantalist bakış açısını etkili bir biçimde gözler önüne serdiği kadar bedenin hem fiziksel hem de ruhen arınmasına işaret etmesi bağlamında değerlendirildiğinde Zarin’in içindeki dehşetten kurtulabileceği eşsiz bir arınma mekanı olarak karşımıza çıkmaktadır. Kuşkusuz bu videonun en dikkat sahnesi Zarin’in hamamda, çevresindeki kadın topluluğundan bağımsız bir biçimde kendine, bir deri bir kemik bedenine döndüğü sahnedir. Zarin’in bedenini kanatırcasına keselendiği bu sahnede onun deliliğin sınırlarına varan günahtan arınma isteği bedenine daha fazla zarar vermesine yol açmakta ve mekanik bir hızda devam eden bu keselenme sahnesi bedeni bir fetiş nesnesine dönüştürmektedir. (Görüntü 29)

Günahın ve kutsalın aynı anda ifade bulduğu bir yer olarak beden, burada günahtan arınırken kutsallığına acı ile kavuşmakta, kendini yok ederek varlığını hatırlatmaktadır. Denebilir ki Shirin Neshat, Zarin adlı bu çalışmasında kadın bedeninin dinsel, toplumsal ve etik gerçekliğini Şii toplumunda bedende gerçekleştirilen mazoşist uygulamalara gönderme yaparak ortaya koymuştur. Bu noktada beden kutsal, günah ve elbette bir toplumun, bir kültürün temsilidir artık.

İslami toplumlarda bir ibadet aracı olan beden aynı zamanda kişisel arzuların, toplumsal kuralların yaşamsallaştığı bir alandır. Giyim kuşam kalıplarından davranış kodlarına kadar görünürlüğün tartışma alanı olan beden Shirin Neshat’ın sanatında, onun odak noktası olarak belirlediği İran merkez olmak üzere tüm bir İslami Ortadoğu toplumlarını tasvir etmesinin ve tartışmasının bir aracı olmuştur. Neshat’ın işlerinde beden tartışmasının karşılığı haline gelmiş olan ise kadın bedenidir ve dolayısıyla onun işlerinde kimlik bedene dahil olmuştur.

Yazıyı “Çizmek”

Pers mitolojisine göre Kral Tahmuras döneminde diklerden (şeytan) öğrenilmiş yazı sanatı, zaman içerisinde bu kültürün tarihsel belleğinde görsel ile anlatımsal olanın sınırında bir yer teşkil etmiş ve bu nedenle çift yönlü bir önem taşımıştır. İran kültürünün yazı ile olan bu çift yönlü diyalogunun bir tanığı olarak Shirin Neshat’ın sanatında da yazı aynı biçimde bir taraftan görsel diğer taraftan anlatımsal bir unsur olarak ifade kazanmaktadır. Neshat’ın sanatında yazının görsel ve anlatımsal bağlamda sorunsallaştığı en dikkat çekici iş kuşkusuz onun Women of Allah serisinde yer alan fotoğraf çalışmalarıdır. Ancak bu fotoğrafların paralellinde Neshat, 1999 yılında gerçekleştirdiği iki çalışması; Rapture ve Soliloquy" de yazıyı fotoğraflarındakine benzer bir biçimde bir video enstelasyonunda ilk kez kullanmıştır. Her iki videonun da yazının ele alındığı sahnelerinde onun beden ile ilişkisinden yola çıkılarak estetik ve politik odak noktaları ortaya serilmiştir.

Shirin Neshat, Rapture adlı işinde uçsuz bucaksız kurak arazideki kadın topluluğunun, karşılarındaki erkek topluluğun sesini bastırarak burada bir protesto biçiminde gerçekleştirdikleri namaz kılma sahnesine odaklanır. Bu sahnede ilginç olan bir kare kadınların namaz ritüeli sırasında topluca ellerini kaldırarak avuç içlerindeki yazıları izleyiciye göstermeleri ile meydana gelir. Bir fotoğraf etkisi yaratan bu karede yazı salt görsel bir unsur mudur ya da o okunması beklenen bir metin midir? Kadınların avuç içlerindeki İranlı kadın şair Forugh Farrokhzad’ın şiirlerinden oluşan bu yazılar elbette Farsça dilini okuyabilen izleyici tarafından görsel olduğu kadar anlatımsal bir metin niteliği taşırken bu dili okuyamayan izleyici tarafından salt görsel bir etki olarak değer taşıyacak ve daha da ötesi bu yazılar Doğu imajı ile özdeşleşmiş gizemli motifler olarak bellekte asılı kalacaktır. Neshat burada bedeni bir taraftan Farrokhzad’ın muhalif şiirlerinin bir manifesto alanı haline getirirken diğer bir taraftan da yazının bedeni süsleyen, onu bir gösteri alanına dönüştüren ve kutsal bir iz niteliği taşıyan dinsel ve kültürel geçmişinden faydalanmıştır. Ancak her iki durumda da videonun içerisinde yazının kültürel bir motif olarak kaldığını görmek mümkündür. Rapture’de ortaya serilen bu sahnede olduğu gibi Shirin Neshat’ın işlerinde izleyicinin kişisel bilgisine göre anlam kazanan yazı unsuru onun Women of Allah serisinde de aynı biçimde sorunsallaşmaktadır. Neshat, bu seride gerçekleştirdiği fotoğraflarında bedenin daha çok İslami inanca göre kutsal sayılan yüz, el, göz gibi kutsal bölgelerini, kimi zamansa fotoğrafın kurgusuna göre ayak tabanını, kadının peçesini ya da erkek gövdesini Forugh Farrokhzad ve Tahereh Saffarzadeh’ın şiirleri ile süslemiştir. Bu yazıları kim okuyabilecektir? Gerçekten de yazı bu fotoğraflarda tüm görsel ve anlatımsal değeri ile birlikte Neshat’ın kültüralist tavrının bir göstergesi olarak durmaktadır.

Shirin Neshat’ın 1993-1997 yılları arasında gerçekleştirdiği bu fotoğraf çalışmalarında yazıyı fotoğrafların üzerine mürekkep boya ile çizmesi ve adeta bu fotoğrafları bir beden olarak işlemesi dikkat çekicidir. Burada onun bir taraftan bir ressam olarak diğer taraftan da yazıyı süs unsuru olarak çizen, onu resimselleştiren bir kültürden gelen bir sanatçı olarak Women of Allah serisini ele aldığını görmekteyiz. Berkeley’ de resim ağırlıklı bir sanat eğitiminden sonra 10 yıl boyunca aktif olarak sanatla uğraşmamış olan Neshat, sanatının ilk adımı olan bu fotoğraf işlerinde pentüre dayalı aldığı eğitim ile kendi kültürel geçmişinden gelen süslemeci yaklaşım biçimini kaynaştırmıştır.

Yazının Neshat’ın sanatındaki önemi onun edebiyatla olan ilişkisinden bağımsız değerlendirilemez. Bu açıdan bakıldığında yazı onun sanatında büyük bir vurgu noktası olan kültürel kimlik sorununun bir yansıması, Shirin Neshat’ın sanatının başlangıçtan beri kurucu bir öğesidir. Women of Allah fotoğraflarında İslam devriminin ortaya çıkarttığı başkaldırıcı ama sessiz bedeni işaretleyen, onu sorunsallaştıran yazı süreç içerisinde Neshat’ın Logic of The Birds ya da Mahdokht adlı video enstelasyonlarında olduğu gibi edebi metinden yola çıkılarak meydana gelen sanatsal üretimin karşılığı olmuştur.

SONUÇ

Siyasal İslam’ın, Batı için Ortadoğu’da tehdit unsuru olan ötekinin bir karşılığı olan İran, öteden beri Pers ve İslam kültürünü içinde barındıran tarihsel yapısı, İmparotorluk’tan monarşiye, monarşiden İslami Cumhuriyet’e uzanan siyasal değişim süreci; Zerdüştçülükten Şiizme kadar çeşitlilik gösteren kültürel dokusu ile edebi, dinsel, toplumsal ve siyasal açıdan dünyanın en dikkat çekici uygarlıklarından biridir. İran’dan Amerika’ya göç etmiş bir sanatçı olan Shirin Neshat, sanatsal üretimini kültürel geçmişini meydana getiren bu zengin doku ve kendi yaşam serüveniyle yani İran’dan Amerika’ya uzanan kişisel hikayesi ile biçimlendirmiştir. Dolayısıyla Neshat’ın sanatında anlatının, diğer bir deyişle bir anlatım içerisinden üretim yapmanın büyük bir önemi vardır. İran’ın ve sanatçının kendi kişisel hikayesinin odak noktası yapıldığı sanatsal bir ifade alanı olarak anlatı olgusu, Neshat’da edebi metni ve edebi metinden hareket etme yaklaşımını da içermektedir. Bu haliyle bir anlatım içerisinden üretmek ya da metne bağlı kalmak Shirin Neshat’ın işlerindeki kurgunun temelidir. Shirin Neshat’ın sanatında temel bir işlev taşıyan anlatı unsuru, onun sanatının Oryantalist ve kültüralist bağlamda tartışılmasına olanak tanımakta ve bu kapsamda değerlendirildiğinde Neshat, daha çok kültüralist bir sanatçı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Amerika’dan İran’a bakan ve bir anlatım dili içerisinden İran, İslam ve bu bağlamda Ortadoğu’ya dair tasvirler yapan, onları tanımlayan ve aktaran Neshat’ın sanatında Oryantalist bir yaklaşımın izlerini bulmak mümkündür. Ancak ülkesinden uzakta, sürgünde yaşayan bir sanatçı olarak Neshat’ın odak noktası olarak belirlediği çok eksenli bu kültürel yapıyı bir taraftan küresel sanat ortamının öngördüğü biçimde bir farklılık unsuru öte taraftan da kendini ifade edebileceği bir aidiyet unsuru olarak ele alması onu kültüralist bir sanatçı yapmaktadır. Bununla birlikte Neshat, işlerinde sorunsallaştırdığı kültürel kimliği asla bir kimlik siyasetine dönüştürmez aksine kültürel kimliği sadece sanatsal üretimin bir aracı olarak değerlendirir. Bu kapsamda Amerika’dan İran’a bakmak, İran’dan uzakta yaşayan Neshat için Kayıp Cennet’e duyulan bir merak, onun kendi kültürü ile kurduğu bir karşılaşma anıdır. Amerika’yı yurt edinmiş bir İranlı olarak Shirin Neshat’ın İran ile karşılaşması, onun İslam devriminden 12 yıl sonra sanat yapma düşüncesi doğrultusunda İran’a gitmesi ve İran İslam devriminin sonuçlarını görmesi ile önce bu devrimi ve onun kadınlar üzerindeki etkisini, daha sonrada İran’ın İslami toplum yapısını ve kültürünü irdelemesine yol açmıştır. İran ile karşılaşma, burada Neshat’ın ülkesi ile kurduğu bir diyalog ve bu diyalogun sanatsal bir tavra dönüşmesi biçiminde gerçeklik kazanır.

Fotoğraf ve video temelli bir sanat üreten Shirin Neshat’ın işlerinde her ne kadar İran ve İslam’a dair olanı tasvir eden belgesel bir gerçeklik dikkati çekse de onun işlerinde kurgu ve kurgusal yaklaşım öne çıkar. Başından sonuna kadar bir hikaye anlatan ancak asla yaşanmış olanın ya da tarihsel bir anın bire bir yansıması olmayan bu işler Shirin Neshat’ın kurgusal sanat üretiminin bir ürünü olarak önem taşır. Onun kurgusal sanat yaklaşımında İran ve İslam’a dair olanın bir farklılık unsuru olarak ele alınması ve bunların kültüralist bir tavırla etkileyici / büyüleyici hale getirilmesi Neshat’ın sanatının eleştirel ve kavramsal boyutunu gündeme getirir. İlk çalışmasını gerçekleştirdiği 1993 yılında İslam devriminin İran toplumu ve özellikle kadınlar üzerindeki etkilerini tartışan, sonrasında ölüm, delilik, sürgün, kutsal gibi kavramlar üzerinde duran Shirin Neshat’ın sanatı, kurgusalın içinde ifade kazanan kavramsal bir sanattır. Gerçekten de hikaye biçiminde süregelen ve bu hikayenin içerisinden eleştirel odak noktaları belirleyip mesaj veren işleriyle Neshat, kavramsal bir sanatçıdır.

Düşüncenin ve mesajın öne çıkarak sanatta estetiğin büyük ölçüde geri plana itildiği güncel sanat ortamında üreten Shirin Neshat’ın yapıtlarında estetik yaklaşım büyük önem taşır. Bu estetik yaklaşım onun sanatını oluşturan düşünsel, kavramsal çıkış noktalarını etkiler ve kurguyu yapılandırır. Bu bağlamda Neshat’ın işleri, estetik bir kurgunun düşünsel bir ifadesidir. Güncel sanat kapsamında siyasal ve kültürel anlatıdan hareket ederken kurgusal bir ifadenin izini sürme ve bu ifadeyi estetik bir yapıya dönüştürme tavrı Neshat’ın sanatında, fotoğraf çalışmalarının üzerinin mürekkep boya ile süslenmesi, videodaki görüntünün bir fotoğraf karesi biçiminde estetizasyonu, buna koşut olarak çekim tekniklerindeki incelikler, müzik, yazı ve bir kültüre özgü unsurların etkileyici sahnelere dönüştürülerek görselleşmesi ile kendini gösterir. Öyleyse onun bu estetizasyonu ya da süslemeci tavrı kültüralist yaklaşımının bir yansıması olarak görülmelidir.

İran İslam devrimini hazırlayan Şiizm kökenli siyasal İslam hareketi, Cumhuriyet yönetiminin devlet mekanizması içinde dönüşüme uğramış ve devrime yön veren bu siyasal İslam hareketi Cumhuriyet’in kurulması ve kurumsallaşması sürecinde sıradanlaşmıştır. İran’da Şii idealleri doğrultusunda gelişen İslamizm, her ne kadar çarpıcı toplumsal ve kültürel sonuçlar ortaya çıkarsa da İslamizm’in İran’ın kendi içsel dinamiklerinden ve tüm dünyada etkisini gösteren küresel hareketten aldığı ivme, aynı ölçüde çarpıcı bir İran fotoğrafını okumayı da olanaklı kılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında İran İslam Cumhuriyeti zaman içerisinde, devrim ile özdeşleşmiş gerçekliğinden uzaklaşmakta ve yeni gerçeklik biçimlerine dönüşmektedir. Devrim ile özdeşleşmiş olan alışılmış İran imajının yapısöküme uğratıldığı bu noktada İran’ın sanatsal bir malzeme olarak ele alınmasına bakmak ise kuşkusuz büyük bir sorunsal olarak karşımızda durmaktadır.

Neshat’ın sanatında İran, onun İran ile karşılaştığı ilk anın yani 1990 yılının ardından 1993 yılında yaptığı ilk işinde devrim eleştirisi biçiminde bir tartışma alanına dönüşmüştür. Ancak 1979 İran İslam devrimi ile Neshat’ın devrimden 14 yıl sonra bu konuyu ele almasında ortaya çıkan zamansal mesafe bu dönemde sanatçının İran’a bir göçmen nostaljisi ile yaklaştığını ortaya koymaktadır. Bu açıdan bakıldığında Shirin Neshat için sanatının ilk döneminde İslam devrimi üzerinden sanat yapmak İran ile karşılaşmanın ya da onunla bağ kurmanın en doğrudan yolu olmuştur. Neshat’ın ardarda yaptığı video enstelasyonlarında bu alışılmış İran imajı yerini, İran toplumu ve özellikle toplumsal cinsiyet üzerinden yürütülen bir tartışmaya bırakmıştır. Bununla birlikte edebi metinden hareket edilerek ifade kazanan kültüralist yaklaşımın onun sanatında artık bir dönem olarak tanımlanması,[158] İran üzerinden sanat yapmanın farklılaşan çizgisini ortaya koymaktadır. Burada İran’ın sanatsal bir malzeme olarak ele alınmasında izlenen değişim ile devrimden İslami cumhuriyetin sürekli değişen koşullarına dek İran’ın kendi içerisinde gösterdiği değişim arasında doğrudan bir ilişki kurmanın, Neshat’ın değişen sanatsal süreci ile İran’ın değişen koşulları arasında paralel bir okuma yapmanın mümkün olup olmadığı sorusunu gündeme getirir. Bu soru kapsamında değerlendirildiğinde, ilk işi Women of Allah fotoğraf serisini gerçekleştirdiği dönemden itibaren Shirin Neshat, sanatçının bir eylem insanı olarak tavır koyan pozisyonunu kendinde sergilemiş; sanatının düşünsel ve eleştirel gücü onun İran’da olanlara karşı gösterdiği tepkiden kaynaklanmıştır. Ancak yine de ülkesinden uzakta yaşayan bir İranlı olarak ‘Neshat’ın İran’ı’ ile ‘İran’ arasında zamansal çakışmanın ortaya çıkardığı mutlak bir paralellikten bahsetmek mümkün gözükmemekte ve burada onun bir kurgu yapıcı olarak durduğu pozisyon öne çıkmaktadır. Göçebe bir belleğin izini süren Shirin Neshat, işlerinde kişisel kaygılardan yola çıkarak bir topluma dair tarihsel, kültürel ve kolektif temsillerin zamansız yansımasını göstermektedir.

Uluslararası sanatın merkezi New York’da çalışan ve Amerika’nın 1970’lerden bu yana odak noktası olan İran’ın bir temsilcisi sayılan Shirin Neshat’ın küresel sanat ortamında durduğu yer, bu ortama katılımını büyük ölçüde belirleyen olgu ‘farklılığın sahiplenilmesi’ ile ilişkilidir. Neshat’ın bu sanat ortamında izleyicisi ile farklılığın ortaya çıkarttığı mesafede karşı karşıya gelmesi, onun sanatının çağdaş sanat müzelerinin sergi mekanlarında egzotik ya da ürkünç ama daima merak uyandırıcı ve anlaşılmaz olarak görülmesine neden olmuştur. Aynı durum, Neshat’ın sanatının İslam, İran - Amerika biçiminde ifade kazanan tüm uluslararası ön kabullerden ve tartışmalardan ya da bu sanatın içinde taşıdığı temsil yükünden uzak bir biçimde sorunsallaşmasını da engellemiştir. Bu anlamda küresel sanat ortamının ekonomik ve politik kaynaklı büyük sanat fonlarınca desteklenen, görselleştirdikleri ile Batı’nın Ortadoğu’ya dair Oryantalist bakışını besleyen ve Doğu-Batı, İran- Amerika gibi büyük başlıklara ya da çoğulluklara eklemlenmiş olan Shirin Neshat’ın sanatının bu politik ve büyük söylemlerden uzaklaşabildiği ve tekilleşebildiği bir durumdan bahsetmek mümkün gözükmemektedir. Neshat’ın bu denli küresel, politik, ekonomik bağlamda anlam kazanan işler üretmesi, onun sanatında ele alınan konunun ve sanatının durduğu yerin daima sanatsal üretim biçiminin önüne geçmesine neden olmaktadır. Ancak bütün bunlarla birlikte onun çalışmalarında büyük önem taşıyan minimalist kurgu, mimarinin sanatsal bir unsur olarak öne çıkması, sinema ve fotoğraf dilinin büyük bir ustalıkla kullanılması, ritüel ya da gösteri sanatlarının tekrar gündeme getirilmesi, fotoğraf işlerinde fotoğraf, imgenin kendisi ve fotoğraf yüzeyine mürekkep ve yağlıboya ile işlenen süslemenin üçlü bir biçimde içerik ile biçim arasında bir bağ oluşturması kadar bunun resimsel bir yaklaşım meselesini gündeme getirmesi, video enstelasyonlarında karşılıklı, yan yana, iki ya da üç video kullanımı ve bunlar arasında meydana gelen ilişki ile bunların seyirciyle olan ilişkilerinin performatif yaklaşımı öne çıkarması Shirin Neshat’ın sanatının ikincil planda kalan ama aynı zamanda onun sanatının sınırlarını ve yetkinliğini belirleyen noktalarıdır. Bu bağlamda değerlendirildiğinde İran ile Amerika’nın sınırından, şimdi ile geçmişin çoğul perspektifinden hareket eden, eleştirel tavrı ile kültüralist yaklaşımını birlikte görselleştiren ve böylece bir ait olmayış içerisinden konuşan Shirin Neshat, en sonunda küresel sanat dünyasına ait olmanın gerçekliğini ortaya koymakta; toplumsal, kültürel ve tarihsel anlatıları başarı ile kurgulayan bir sanatçı olarak karşımızda durmaktadır.



[2] Said Amir ARJOMAND, The Turban For The Crown-The Islamic Revolution in Iran, 137.

[3] Michel FOUCAULT, “Iran: The Spirit of the World without Spirit” in Politics, Philosophy, Culture: Interviews and other Writings 1977-1984, Çev. Alan Sheridan, 215.

[4] Nilüfer GÖLE, “Batı-Dışı Modernlik: Kavram Üzerine’, Melez Desenler- İslam ve Modernlik Üzerine, 165.

[5]Batı-dışı modernlik kavramı; Batı’nın merkezden kaydırılarak Batı dışında kalan toplumların modernlik deneyimlerini yeni bir perspektiften değerlendirmeyi öngörür. Bu kavram, farkılıkların, çoğulluğun ve alternatiflerin üzerine temellenen yeni bir modernlik analizini de ortaya çıkarır. A.g.m.,159-174.

[6] Ahmad ASHRAF, “From the White Revolution to the Islamic Revolution”, Iran after the Revolution Crisis of an Islamic State, 21-39.

[7] Gilles KEPEL, Jihad-Expansion et declin de I’islamisme, 174.

[8] John L. ESPOSITO, The Islamic Threat-Myth or Reality?,114.

[9] Farhad KHOSROKHAVAR - Olivier ROY, İran: Bir Devrimin Tükenişi, Çev.İsmail Yerguz, 24.

[10]            Bkz. (7), ESPOSITO, 107.

[11] Olivier ROY, Genealogie de I’Islamisme, 63.

[12] A.g.k. 66.

[13] Ali M. ANSARI, Iran, Islam and Democracy- The Politics of Managing Change, 42.

[14] Ervand ABRAHAMIAN, Humeynizm, Çev. Mehmet Toprak, 10.

[15]A.g.k., 19.

[16] Bernard LEWIS, The Middle East, 378.

[17] Bkz. (8), KHOSROKHAVAR - ROY, 42.

[18] Rehber: İran İslam Cumhuriyeti’nde cumhurbaşkanın üstündeki dini merciye verilen isim.

Humeyni, 1979’da Cumhuriyet kurulduğunda Rehber olarak yönetimdeki yerini almıştır.

[19] Bkz. (7), ESPOSITO, 113.

[20] Nilüfer GÖLE, Modern Mahrem-Medeniyet ve Örtünme Üzerine, 77.

[21] Fatima MERNISSI, Beyond The Veil - Male - Female Dynamics in Muslim Society -, 19.

[22] A.g.k.,137.

[23] Nayereh TOHIDI, “Modernity, Islamization, and women in Iran”, Gender and National Identity- Women and Politics in Muslim Societies, 126.

[24] Daryush SHAYEGAN, Yaralı Bilinç-Geleneksel Toplamlarda Kültürel Şizofreni, Çev. Haldun Bayrı, 105.

[25] A.g.k.,105.

[26] Ali Shariati, devrimin en ateşli zamanı 1978 yılında ‘Fatma Fatma’dır’ (Fatemeh Fatemeh Ast) adlı bir kitap çıkartarak İran’daki kadın sorununa (mas’aleh-e zan) iki açıdan yaklaşmıştır; birincisi müslüman kadınların sorgusuzca geleneksel rolle uyumu diğeri ise Batı taklitçisi modern kadının akılsızca tüketiciliği. Shariati, kitabının ikinci bölümünde ise Fatma kişiliğini tarihsel bağlamında analiz etmiş ve onun yaşamını Şii idealleri doğrultusunda romantize ederek betimlemiştir. (Bu konuyu ele alan: Ziba Mir-HOSSEINI, “Religious Modernists And The “Woman Question””, Twenty Years of Islamic Revolution Political and Social Transition in Iran since 1979, Syracuse University Press, New York, 2002, s.78-80)

[27] Bkz.(22), TOHIDI,121.

[28]İran’da “Thermidor Dönemi” ile ilgili olarak bu çalışmada adı geçen Olivier ROY, Fariba ADELKHAH kaynaklarına bakılabilir.

[29] Ervand ABRAHAMIAN, Radical Islam-The Iranian Mojahedin-, 42-47.

[30] Bkz.(8), KHOSROKHAVAR - ROY, 28.

[31] Farhad KHOSROKHAVAR, Les Nouveaux Martyrs D’Allah, 116.

[32] Farhad KHOSROKHAVAR, “Iran- En phase post-islamiste”, L’Islamisme, 116.

[33] Edward W. SAID, Haberlerin Ağında İslam, Çev. Alev Alatlı, s. 157-187.

[34] Bkz. (13), ABRAHAMIAN, 128.

[35] Olivier ROY, Siyasal İslam’ın İflası, Çev. Cüneyt Akalın, 227.

[36] İran’daki cumhuriyet yapısında; ‘cumhurbaşkanlığı’, ‘meclis’, çıkarılan yasaların İslami kurallara uygunluğunu denetleyen ‘muhafızlar konseyi’ ve siyasi şemanın en üstünde bulunan ‘rehber’ dört temel bürokratik mekanizmadır.

[37] Bkz. (22), TOHIDI, 126.

[38] Bu konuyu ele alan kaynak: Fariba ADELKHAH, La Revolution sous le voile: femmes islamiques d’Iran, Karthala, Paris, 1991

[39] Hint asıllı İngiliz romancı Salman Rüşdi’nin 1989 yılında yayımladığı The Satanic Verses (Şeytan Ayetleri) adlı kitabı nedeniyle aynı yıl Humeyni tarafından kendisi hakkında bir ölüm fetvası çıkarılmıştır. Bu olay İngiltere ile İran arasında diplomatik gerginliğe yol açmış ve bu tarihte iki ülke karşılıklı olarak büyükelçiliklerini kapatmıştır.

[40] Nikki R. KEDDIE, Modern Iran-Roots and Result of Revolution-, 272.

[41] A.g.k., 280.

[42] Bkz. (8), KHOSROKHAVAR -ROY,124.

[43] Afsaneh NAJMABADI, “Feminism in an Islam Republic”, Islam, Gender, and Social Change, s.72- 73.

[44] Bkz. (10), ROY, 114.

[45] A.g.k., 115.

[46] Bkz. (8), KHOSROKHAVAR - ROY

[47] Bkz. (34), ROY

[48] Bkz. (3), GÖLE, “Yeni Sosyal Hareketler ve İslamcılık”

[49] Fariba ADELKHAH, İran’da Modern Olmak, Çev. İsmail Yerguz, 141.

[50] A.g.k., 104.

[51] Adelkhah, İran’da kadınların hayır işlerinde yer almaları ile Victoria dönemi İngiltere’sindeki kadınların hayır işlerinde bulunmaları arasında paralellik kurar. (A.g.k., 159) Her iki durum birbirinden temel farklılıklar gösterse de kadınların kent dinamiğinde etkinlik alanı kurmaları ve sosyal hayata yön vermeleri açısından bakıldığında çarpıcı bir benzerlik taşır.

[52] Cezayir’de, peçe’nin gerek Fransız sömürgeciler gerekse Cezayirli İslamcılar ve özel olarak da İslamcı kadınlar tarafından nasıl çifte bir manipülasyon aracı haline getirildiğini sanatında sorunsallaştıran Cezayir asıllı, Fransa doğumlu, İngiltere’de yaşayan sanatçı Zineb Sedira’yı burada anmak yerinde olur.

[53] Pierre BOURDIEU, The Algerians, 156.

[54] E. Said’in burada bahsettiği Jean Leon Geröme’un 1866 tarihli ‘Le Muezzin’ adlı resmidir.

[55] Bkz. (32), SAID, 92-93.

[56] Bkz. (15), LEWIS, 377.

[57] Shireen T. HUNTER, The Future Of Islam And The West, 71-73.

[58] Musulmanes, Musulmans au Caire, a Teheran, Istanbul, Paris, Dakar, Parc de la Vilette - Paris, 19 Mayıs -14 Kasım 2004 tarihli serginin yayını

[59] Hamid NAFICY, “The Making Of Exile Cultures - Iranian television in Los Angeles”, The Culturel Studies Reader, 538.

[60] Oussama CHERRIBI, “The Growing Islamization of Europe”, Modernizing Islam,198-199.

[61] Theodor W. ADORNO, Minima Moralia, Çev. Orhan Koçak- Ahmet Doğukan, 41.

[62] Bkz. (59), CHERRIBI, 193.

[63] Bkz.,(23), SHAYEGAN, 117.

[64] 2003 tarihinde Londra’da, inlVA’da (Institute of International Visual Arts) düzenlenen ‘Veil’ sergisi kapsamında çıkarılmış Veil, Veiling, Representation and Contemporary Art adlı sergi kitabı bu konu hakkında geniş bir bilgi alanı sunmaktadır.

[65] Aktaran Fran LLOYD, “Cross-Cultural Dialogues: Identities, Contexts and Meanings”, Contemporary Arab Women’s Art: Dialogues of the Present, 38.

[66]  Susan HORSBURGH tarafından yapılan görüşme, “No Place Like Home”, Time Europe, August 14, 2000

[67] Scott MACDONALD, “Between Two Worlds: An Interview with Shirin Neshat”, Feminist Studies, Fall 2004, Vol.30, 625.

[68]A.g.m., 625-626.

[69] 1970’lerde, yaptığı röportajlarla tanınan Amerikalı gazeteci Barbara Walters, NBC ve ABC kanallarındaki programlarlarıyla büyük ün kazanmıştır.

[70] Bkz. (7), ESPOSITO, 105

[71] Bkz.,(66), MACDONALD, 626.

[72] A.g.m, 627.

[73] Susan HORSBURG, “The Great Divide”, The Time Europe, August 28, 2000

[74] Suzie MACKENZIE, “An Unveiling”, The Guardian, July 22, 2000

[75] Francine BIRBRAGHER tarafından yapılan görüşme, “Shirin Neshat”, ArtNexus, No.50, September 2003, http: // www.artnexus.com/ NewsDetail/10205

[76] Shadi SHEYBANI tarafından yapılan görüşme, “Women of Allah: A Conservation With Shirin Neshat”, Michigan Quarterly Review, Spring 1999, Vol.XXXVIII, No.2, 205.

[77] Bkz. (66), MACDONALD, 629.

[78] Arthur C. DANTO, Bomb Magazine, http://www.bombsite.com/neshat/neshat2.html

[79] Bkz. (75), SHEYBANI, 206.

[80] Bkz. (32), SAID,180.

[81] Lina BERTUCCI, “Shirin Neshat: Eastern Values”, Flash Art, November-December 1997, 84-87

[82] Shirin Neshat ile 04. 01. 2006 tarihinde, e-mail yoluyla yapılan görüşme

[83] Shirin Neshat ile 04. 01. 2006 tarihinde, e-mail yoluyla yapılan görüşme

[84]  Shirin Neshat, Shadi Sheybani’nin dikkat çektiği gibi bir fotoğraf sanatçısı olarak anılsa da, o hiç bir zaman fotoğraflarını kendisi çekmemiştir. Larry Barnes ve Bahman Jallali, Neshat’ın çalıştığı fotoğrafçılardır. Neshat’a göre onun fotoğraflarında en önemli şey kavramdır, “ben, der bir ressam olarak yetiştim, bir fotoğrafçı olarak değil”(Bkz. (75), SHEYBANI, 205.) Shirin Neshat, Women of Allah serisinde yer alan fotoğraflarının üzerindeki kaligrafileri ise kendisi resmetmiştir.

[85] Nina CICHOCKI, “Veil, Poems, Guns, and Martyrs: Four Themes of Muslim Women’s Experiences in Shirin Neshat’s Photographic Work”, Thirdspace 4/1, November 2004, 48.

[86] Neshat’ın 1996 yılındaki bu ilk video enstelasyonu yaygın bir biçimde Anchorage adı ile anılsa da bu çalışmanın gerçek adı Face to Face with God’dır.

[87] Shirin Neshat ile 04. 01. 2006 tarihinde e-mail yoluyla yapılan görüşme

[88] Örneğin Neshat’ın 2000 yılında yaptığı Fervor adlı video enstelasyonu 200.000 Dolar’a, Rapture ise 1999 yılında 100.000 Dolar’a mal olmuştur.

[89] Wendy Meryem K. SHAW, Ambiguity and Audience in the Films of Shirin Neshat”, Third Text, Winter 2001-02, Vol.57, 52.

[90] A.g.m., 52.

[91] Hamid DABASHI, “Bordercrossings: Shirin Neshat’s Body of Evidence”, Shirin Neshat, 36.

[92] Pradeep DALAL tarafından yapılan görüşme, Thoughts in Exile, http://www.egothemag.com/archives/2005/08/shirin_neshat.htm

[93] Bkz. (75), SHEYBANI, 213.

[94] Özellikle Bkz. (66), MACDONALD, 620 vd. ve Bkz. (77), DANTO, http://www.bombsite.com/neshat/neshat2.html

[95] Shirin Neshat’ın sanatında, Doğu-Batı olarak tanımlanan iki kültürün en çarpıcı biçimde tartışıldığı video enstelasyonu 1999 yılında yaptığı Soliloquy’dir. Soliloquy, sanatçının kendi otobiyografisi olarak da değerlendirilebilir.

[96] Emre KOYUNCUOĞLU tarafından yapılan görüşme, Cumhuriyet Gazetesi, 29 Kasım 1995

[97] Neshat’ın iki ayrı dünya tasavvuru sadece Doğu - Batı biçiminde değil aynı zamanda ülkesinin Pers ve İslam kimliği eksenin de kendini göstermektedir.

[98] Bkz. (88), SHAW, 51.

[99] Shirin Neshat ile 04. 01. 2006 tarihinde e-mail yoluyla yapılan görüşme

[100]          İran başbakanı Mohammad Mossadeq’ın, İran’da büyük ölçüde İngiltere’nin hakimiyetinde olan petrol endüstrisini (AIOC - Anglo-Persian Oil Company) millileştirme çabaları onun yönetiminin 1953 tarihinde CIA (United States Central Intelligence Agency) tarafından desteklenen bir darbe girişimi ile devrilmesine neden olmuştur. Petrol endüstrisine olan müdehalesi ile İngiltere ve Amerika’nın çıkarlarına ters düşen Mossadeq yönetiminin ortadan kaldırılmasının hemen ardından ise bu tarihte Amerika’da bulunan Şah Muhammed Rıza Pehlevi, tekrar İran’a dönerek Amerika ile yakın ilişkiler içerisinde gerçekleştireceği modernleşme etkinliğini başlatacaktır. 1953 yılı bu açıdan İran’da ki Beyaz Devrim sürecine zemin hazırlayan önemli bir dönüm noktasıdır.

[101] Shirin Neshat ile 04. 01. 2006 tarihinde e-mail yoluyla yapılan görüşme

[102] Sarah Graham BROWN, Images of Women: The Portrayal of Women in Photography of the Middle East, 118.

[103] Forugh Farrokhzad ile Tahereh Saffarzadeh İran şiirinin iki farklı yönünü temsil etmektedir. Farrokhzad 1960’larda İran’daki feminist kadının muhalif temsilcisi olmuştur. Onun şiirlerinde aşık özne pozisyonundan konuşan kadının, modernist ve bireyci kadın tipini inşa etmesi söz konusu iken Saffarzadeh’ın şiiri İslam devriminin yükselen sesini temsil eder. 70'lerde Amerika’da, University of Iowa’da aldığı eğitimin ardından tekrar İran’a dönen Saffarzadeh, devrimin en ateşli zamanlarında bu toplumsal harekete destek veren şiirler yazmıştır. Shirin Neshat’ın en çarpıcı ve provakatif fotoğraf işlerinden biri olarak kabul edilebilecek 1994 tarihli Allegiance with Wakefulness,da fotoğrafın merkezini oluşturan ayakların altına resmedilmiş metin; Tahereh Saffarzadeh’ın şiiridir.

[104] Bkz. (66), MACDONALD, 633.

[105] Bkz. (75), SHEYBANI, 209.

* İranlı yönetmen Muhsin Mahmelbaf’ın ilk kez 1995 yılında Cannes Film Festivali’nde gösterilen filminin adıdır.

[106] Bu sergideki gösterimde Afrikalılar, Bedeviler, Sein’deki teknelerin trafiği vb. sahnelere yer verilmiştir.

[107] Yves THORAVAL, Les cinemas du Moyen-Orient: Iran, Eqypte, Turquie, 14-15.

[108] Hamid DABASHI, İran Sineması, Çev.Barış Aladağ-Begüm Kovulmaz, 11.

[109] Hamid NAFICY, “Cinematic Exchange Relations: Iran and the West”, Iran and Surrounding World, 256.

[110] A.g.m., 258.

[111] A.g.m., 259.

[112] İslami değerleri yücelten filmler, Irak savaşının etkisi ile savaş konulu filmler ve Batı karşıtı filmler devrimi izleyen ilk dönem İran sinemasına yön vermiştir.

[113] Bkz. (106), THORAVAL, 66.

[114] Hamid NAFICY, “Islamizing Film Culture in Iran: A Post-Khatami Update”, The New Iranian Cinema- Politics, Representation and Identity, 51.

[115] Hamid NAFICY, An Accented Cinema Exile and Diasporic Filmmaking, 79.

[116] S. Mahmelbaf’ın bu filmi 1998 Cannes ve New York Film Festivali’nde gösterilmiştir.

[117] Hamid NAFICY, “Veiled Vision / Powerful Presences: Women in Post-revolutionary Iranian Cinema” In The Eye Of The Storm - Women in Post-Revolutionary Iran, 131-150.

[118] Hamid Rıza SADR, “Children in Contemporary Iranian Cinema: When we were Children”, The New Iranian Cinema- Politics, Representation and Identity, 236.

[119] David STERRITT tarafından yapılan görüşme, Taste of Kiarostami, http://www.sensesofcinema.Com/contents/00/9/kiarostami.html.

[120] Veronique Bouruet-AUBERTOT tarafından yapılan görüşme, Abbas Kiarostami, Beaux Arts Magazine, Decembre 1999, no:187, 57

[121] Pat AUFDERHEIDE tarafından yapılan görüşme, Real Life is More Important Than Cinema, Cineaste, Vol.21, Issue:3, June 1995, 32.

[122] Bkz. (107), DABASHI, 53.

[123] Aktaran Michael C. HILLMANN, “Epilogue: An Iranian Identity Crisis Past and Present”, Iranian Culture A Persianist View, s. 175.

* vurgular sanatçının kendisine aittir.

[124] Shirin Neshat ile 04. 01. 2006 tarihinde e-mail yoluyla yapılan görüşme

[125] Gilles DELEUZE, The Time Image, Translated by Hugh Tomlinson - Robert Galeta, 22.

[126] Bkz. (60), ADORNO, 89.

[127] M.R. GHANOONPARVAR, “Persian Plays and the Iranian Theater”, Colors of Enchantment- Theater, Dance, Music, and the Visual Arts of the Middle East, 88.

[128] Henry CORBIN, En Islam Iranien- Aspects Spirituels et Philosophiques I, Le Shi’isme Duodecimain, 13.

[129] Bkz. (23), SHAYEGAN, 170.

[130] Bkz. (66), MACDONALD, 624.

[131] RoseLee GOLDBERG, “Shirin Neshat. Material Witness”, Shirin Neshat, 67.

[132] Hamid DABASHI, “It was in China, late one moonless night”, Social Research, Fall 2003, Vol.70, Iss.3, 942.

[133] A.g.m.,956 vd.

[134] A.g.m., 956.

[135] Shirin Neshat, Francine Birbragher ile yaptığı röportajda 11 Eylül Olayı sonrası İran’a bir film çekmek için gitmek istediğini fakat bunun çok zor olduğunu söylemiştir. New York’da yaşanan bu olaydan sonra zor zamanlar yaşadığını ve oğlunun bu olaydan derin bir etki aldığını belirten Neshat, arkadaşının tavsiyesi üzerine Meksika’daki Oaxa kasabasına gitmiş ve burada Tooba adlı filmini çekmiştir. Videoda görev alan 250 kişinin tamamı bu kasabada yaşayan halktır, başrolde ise Hint asıllı, Maria de los Angeles adlı yerli halktan bir kadın oynamıştır. (Bkz. (74), BIRBRAGHER, http: // www.artnexus.com/ NewsDetail/10205 ) Neshat’ın Tooba adlı videosunun, içeriğiyle olduğu kadar burada dikkat çekilen birçok yönünden dolayı da onun sınırlarötesi, evrensel bir yapıya sahip olduğunu öne sürebiliriz.

[137] Kamran TALATTOF, The Politics of Writing in Iran- A History Of Modern Persian Litterature-, 141-142.

[138] Neshat’ın kültüralist ‘döneminin’ bu iki video enstelasyonundan; Tooba 2003-2004 tarihinde “Hunt for Paradise” başlıklı sergi ve Mahdokht 2004 tarihinde “Gardens of Persia: Old Wisdom, New Vision” başlıklı sergi kapsamında Tahran Çağdaş Sanatlar Müzesi’nde sergilenmiştir.

[139] Bkz.(23), SHAYEGAN, 168-169.

[140] Farzaneh MILANI, Veils and Words -The Emerging Voices of Iranian Women Writers-, 12.

[141] Bkz. (66), MACDONALD, 620 vd. ve Bkz. (74), BIRBRAGHER, http: // www.artnexus.com/ NewsDetail/10205

[142] Bahçe simgesinin Farrugh Farrokhzad’ın şiiri başta olmak üzere İran edebiyatındaki yeri için; Michael C. HILLMANN, “An Iranian Finally Speaks As A Woman And As Individual”, Iranian Culture A Persianist View, 145-172.

[143] Kimlikleri ve daha geniş kapsamda kültürleri, “farklılığın yeniden icad edilmesi” bağlamında ele alan temel kaynak: James CLIFFORD, The Predicament of Culture -Twentieth Century Ethnography, Literature and Art -, Harvard University Press, 1988

[144] Stuart HALL, “Culturel Identity and Diaspora”, Identitiy Comunity Culture, Diference, 236.

[145] Feresteh DAFTARI, “Islamic Or Not”, Without Boundary-seventeen ways of looking-, MOMA, 26 Şubat-22 Mayıs 2006 tarihli serginin yayını

[146] Bkz. (8), KHOSROKHAVAR - ROY,190.

[147] Nilüfer GÖLE, “Modernist Kamusal Alan ve İslami Ahlak”, İslamın Yeni Kamusal Yüzleri, 21.

[148] Fatima Mernissi, Doğu toplamlarında aktif kadın cinselliği düşüncesinin, Batı toplamlarında ise pasif kadın cinselliği düşüncesinin sözkonusu olduğunu Gazali ve Freud’un görüşlerinden hareket ederek ortaya koyar.

[149] Bkz. (20), MERNISSI, 26-41.

[150] Bu konuda ele alınmış en yetkin kaynak: Leila AHMED, Women and Gender in Islam-historical roots of a modern debate-, Yale University Press, New Haven, 1992

[151] Neshat, Shadi Sheybani ile 1999 yılında gerçekleştirdiği röportajda İstanbul’a yaptığı ziyaret sırasında görmüş olduğu göçmen, genç bir müzisyen kızın ona İran’da kadın şarkıcılara getirilen şarkı söylememe yasağını hatırlattığını ve Turbulenf in bu olayın etkisi ile ortaya çıktığını belirtmiştir. Bkz. (75), SHEYBANI, 210.

[152] Bkz.(88), SHAW, 44.

[153] Shirin Neshat, videolarını siyasal nedenlerden dolayı İran’da çekememektedir. Bu nedenle Ortadoğu’nun diğer bir ülkesi olan Fas onun işlerini çektiği başlıca ülkedir.

[154] Bkz.(147), GÖLE, 40.

[155] Hamid DABASHI, “The Gun and the Gaze: Shirin Neshat’s Photography” , Women of Allah, 5.

[156] The Shadow Under The Web'de İstanbul’un mekan olarak seçilmesi bu işin 5. İstanbul Bienali için yapılmasından kaynaklanmakla birlikte videodaki sorunsalla mekanın, kentin doğrudan bir bağıntısı olduğunu var saymak Ortadoğu toplumlarına dair oldukça genellemeci ve Oryantalist bir yaklaşım biçimidir.

[157] Women Without Men adlı serinin iki video enstelasyonu; Zarin ve Mahdokht için: Ed. Britta SCHMITZ-Beatrice E. STAMMER, Shirin Neshat, Nationalgalerie im Hamburger Bahnhof, Museum für Gegenwart-Berlin, 1 Ekim-4 Aralık 2005 tarihli sergi yayını

[158] Bu tanımlama 6.3. numaralı “Değişimin Seyri” adlı alt başlıkta kullanılmış ve Neshat’ın sanatında bir dönüşüm süreci olarak ele alınmıştır.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar