EL-HASÂİSU'L-KÜBRÂ PEYGAMBER EFENDİMİZ VE MU'CİZELERİ 4
13-1 Kurayza Savaşında Vukua Gelen Fevkalâdelikler
Sahihtir
kaydiyle Hâkim ve Beyhekî Âişe validemizden rivayet
ederler. O şöyle demiştir: "Peygamber Efendimiz benim yanımda idi ve biz evde bulunuyorduk. Bir
adam gelip bize selam verdi. Bu selamı işiten Peygamberimiz derhal dışarı çıktı. Ben de onun
peşinden çıktım. Dışardaki selam veren
Dıhyetü'l Kelbî idi. Peygamberimiz: "Bu Cebrâîl'dir, bana Kurayza Oğullarıyla
savaşa çıkmamı emrediyor" buyurdu. Cebrâîl şöyle diyordu: "Siz
silah yere, etmişsiniz. Halbuki bizler, müşrikleri
Hamrâü'l-Esed'e kadar tâkîb ettikten sonra, silahlarımızı bırakmadık!" Bu
ise Hendek Savaşından sonra olmuştu. Peygamberimiz de hazırlanıp
çıktı. Kurayza Oğuilarına giderken bir topluluk ile karşılaştı
ve onlara: "Buradan birisi geçti mi?" diye sordu. Onlar da: "Bir
alaca katıra binmiş olan Dıhyetü'l-Kelbî geçti" dediler. Peygamberimiz kendilerine:
"O Dıhye değildir! Kendilerini
sarsmak ve kalblerine korku salmak için ordusuyla birlikte Kurayza Oğullarına gitmiş bulunan Cebrâîl'dir" karşılığım vermiştir. [71]
Yine İbn-i Sa'd, Numeyd bin Hilâl'dan nakleder: "Peygamberimiz ile Kurayza Oğulları arasında andlaşma
vardı. Hendek Savaşı sırasında Kurayzalılar, Kureyş'e
yardım ederek andlaşmayı bozdular ve böylece
Allah'ın Resulüne hiyânet etmiş oldular. Fakat
Yüce Allah'ın yardımı ile, şiddetli ve kuvvetli bir rüzgar vermesi ile birleşik
ordular hezınıete uğrayarak kaçtılar. Kurayza Oğulları ise,
kâralarında kaldı, İşte bu sırada Resûllah da silahlarim bırakmıştı. Cebrâîl gelip: "Biz, henüz silahlarımızı
bırakmadık! Sen derhal hazırlanıp Kurayza'ya gitmelisin!" dedi. Resûlüllah
da: "Ashabım yorgundur, ey Cebrâîl onlara birkaç gün mühlet versen!"
buyurdu. Cebrâîl, mühlet vermenin söz konusu olmadığına işaretle: "Derhal onlara savaşa çıkacaksın, ben dahî onları sarsmak, kalblerine
korku salmak üzere derhal oraya gidiyorum!" dedi ve dönerek gitti. Cebrâîl, beraberindeki meleklerle
Ansardan Ganem Oğullarimn
yurdundan geçerken ortalığı toz-dumana boğmuştur. Hendek Savaşı sırasında kaşından yaralanan Sa'd bin
Muaz'ın yarası iyileşmiş, kanaması dinmişti. Sa'd bin Muaz'ın
bu sırada, Cenâb-ı Hakk'^ şöyle dua ettiği
duyuldu: "Allah'ım, Sevgili Peygamberimizi büyie nazik bir zamanda hiyânet eden Kurayza ile
savaşmadıkça, benim canımı cima."
"Kurayzahlar
ise, Resûlüllah'ın kendileriyle savaşmak için geldiğini öğrenince korku ve üzüntüleri çok
büyük olmuştur. Nihayet Sa'd bin Muaz'ın hakemliğine râzî oldular. Sa'd bin Muaz da, harbe
katılanların öldürülmesi ve kalanların esir edilmesi hakkında hükmünü verdi.
Bu şekilde, Kurayzahlar cezasını
bulmuş oldular." [72]
Beyhekî İbn-i İshâk tarikiyle şöyle nakleder: Bana Amr bin Hizam'ın oğlu
Muhammed'in torunu Abdullah bin Ebû Bekr anlattı: Kurayza Oğullarimn harbe katılmayanları esir edildiği zaman, esirler arasında
bulunan Amr kızı Reyhâne'yi Peygamber Efendimiz kendileri için seçmişler. Reyhâne, Müslüman olmayı kabul etmediği
için Peygamberimiz tarafından azledilmiş. Bir gün Peygamberimiz, ashabı ile sohbet
ederken bir ayak sesi
duymuş ve bunun üzerine şöyle buyurmuş: "Duyulan bu ayak sesleri, İbn-i Süayye'ye aittir: O, Reyhâne'nin Müslümanlığı kabul ettiğini müjde etmeye gelmektedir!"
Yine İbn-i İshâk tarikiyle Beyhekî, İbn-i Seken ve Ebû Nuaym rivayet ediyorlar. Asını bin Ömer bin Katâde, Benî
Kurayza'lı bir ihtiyardan şöyle nakleder:
"Müslümanlık haberinin çıkmasından önceleri idi. Bize Şam'dan bir
haham gelmişti. İbn-i Heybân adındaki bu yahûdî, çok
bilgili ve iyi bir zât idi.
Biz Kurayzahlar, yağmurların kesildiği zamanlarda kendisine gider:
"Dua et de Allah rahmetini ihsan eylesin!" diye ricada bulunurduk. O
da derdi ki: "duaya çıkmazdan önce fakirlere iyilik
edip onları sevindirmeniz lâzını" Biz de Öyle yapar, sonra yağmur duasına çıkardık. ve her
defasında Allah onun duası bereketiyle bize yağmur ihsan ederdi. Bu çok bilgili
ve muhterem zât, hastalandığı zaman şöyle konuştu: "Benim şâm gibi
yeşillik ve bolluk bir yeri bırakarak böyle
açlık ve kıtlık yurdu olan bir yere niçin geldiğimi sanıyorsunuz?" Biz
kendisine "Bilmiyoruz,
bunu sen bileceksin" dedik. O da dedi ki: "Çıkması çok yaklaşmış bulunan bir Peygamber'in çıkışim görmek ümidiyle gelmiştim. O'nun hicret Yurdu ise burası olacaktır, ihtimâl
ben kendisine kavuşamıyacağım. Fakat sizlere samimiyetle tavsiye ediyorum, O çıktığı zaman, hiçbir engel tanımadan
kendisine inanıp ittibâ ediniz! Hem de herkesten evvel davranimz." İşte o, böyle nasihat etmiş ve az sonra da vefat
etmişti. Kurayza kal1 asının müşlümanlar
tarafından kuşatıldığı gece, Süayye'nin iki oğlu Salebe ile Üseyyid'in
müslüman olmaları ve Ubeyd oğlu Esed'in İslâm'ı
kabul etmelerinin sebebi de bu olmuştur."
(Bu rivayeti İbn-i Seken; yine İbn-i
İshâk tarikiyle ve fakat Asını bin Ömer'in Saîy bin Cübeyr'den, onun da
Câbir'den sevkettiği bir rivayet olarak kaydetmiştir.)
İbn-i Sa'd, Yezid bin Râmân ve Asını bin Ömer'den rivayetle der ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz Kurayza Oğullarimn
kal'asmı kuşattığı zaman, Ka'b bin Esed Kurayzalılar'a şöyle demiştir: "Ey yahûdî
cemâati! Şu Peygamber'e tabî olunuz! Allah'a yemin ederim ki, bu zât, hak
Peygamberdir! O'nun gerçekten Peygamber olduğunu, sizler dahî yakînen öğrenmiş bulunuyorsunuz.
Tevrat'ın haber verdiği,
Îsâ'nın müjde eylediği zâtın, bu zât olduğunda bir şüpheniz kalmamıştır. O halde, O'na tabî
olmamanız için bir sebep yoktur.. " Kurayzalılar şu karşılığı verdiler: "Evet, bu zat, O'dur! Buna bir
diyeceğimiz yoktur. Fakat bizler Tevrat'ı
bırakıp da O'na tabî olmayız!"
Yine İbn-i Sa'd'ın
Salebe bin Ebû Mâlik'ten sevkettiği rivayet de şöyledir: "Süayye Oğlu Salebe ile Üseyyid
ve Esed bin Ubeyd, Kurayzalılar'a dediler ki: "Ey Benî Kurayza topluluğu, Allah'a yemin ederiz ki,
sizler Muhammed'in hak Peygamber olduğunu
biliyorsunuz! O'nun sıfatı sizce malumdur, bunu bizlere daha evvel âlimlerimiz haber vermiştir. İşte Huyey bin Ahtab, [73]onların ilkidir, nitekim
Nadir Oğullarimn âlimleri de
bunu bize haber vermiş durumdadırlar. İnsanların en gerçek
sözlüsü olarak kabul
ettiğimiz haham İbn-i Heymân'ın sözleri ve vasiyeti de hepimizce bilinmektedir. Bu durumda, Muhammed'e tabî olmamanız için hiçbir
sebeb görünmemektedir." Onlar da dediler ki: "Biz,
Tevrat'ı bırakıp da Muhammed'e tabî olmayız!" İşte bunun üzerinedir ki, bu
üçü, kal'adan inerek Peygamber'in yanına gittiler ve
müslüman oldular.."
Buhârî ve Müslim Âişe validemizden rivayet
ederler. O şöyle demiştir: Hendek Savaşında Sa'd bin Muaz kaşından yaralanmıştı. Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz, yakından kendisini ziyaret edebilmek için
Mescid'in içine bir çadır kurdurmuş, onu bu çadıra aldırmıştı. Peygamberimiz, Jîendek Savaşından dönüp geldiği zaman, silahim koyup yıkandı. Bıi sırada Cebrâîl gelip selâm verdi. Peygamberimiz ise başim tarıyordu. Cebraîl: "Yâ Muhammed, sen silah
yere etmişsin! Biz ise henüz silahlarımızı koymadık. Hemen
hazırlanıp onlara karşı çıkmalısın!" dedi. Peygamberimiz: "Nereye?" diye sordu.
Cebraîl, Kurayza Oğullarına işaret etti. Peygamberimiz de ashabim alarak onlara
gitti. Onlar da Peygamberimiz'in hükmüne teslim oldular. Peygamberimiz ise, Sa'd bin Muaz'ı hakem tayin etti. Onun bu hakemliğini
Kürayzalılar da kabul ettiler. Sa'd bin Muaz ise: "Ey Allah'ın Resulü,
onların harbe katılanlarimn öldürülmesine,
katılmayanların da esîr edilmesine, mallarimn
da ganimet olarak alınmasına hükmediyorum!" dedi.
Sonra Sa'd bin Muaz
şu şekilde dua edip münâcâtta bulundu:
"Allah'ım Sana malumdur ki, Senin
Resulünü yalanlıyan şu kavm ile savaşmayı
sevdiğim kadar, başka
birisini sevmiş değilim! Allah'ım sanıyorum ki şu Kureyş ile olan savaşı sona erdirmiş bulunuyorsun! Eğer onlarla dahaftsavaşılacaksa, bana biraz daha Ömür
ver!. Eğer onlarla savaş bitmiş bulunuyorsa, dinmiş gibi görünen yaramın kanimn
akmasına izin ver de, ölümüm bu .yüzden olsun! Çünkü bu yarayı ben, ancak Senin yolunda almış bulunuyorum!"
Sa'd bin Muaz'ın, bu duadan sonra yarasının kanı yine akmaya başladı
ve bu yüzden vefat etti.."
Beyhakî Câbir'den rivayet eder:
"Ahzâb (yâni Hendek) Savaşında Sa'd bin Muaz kaşından yaralanmıştı. Kanı dinmeyince, kaşimn
kesilmesi ile bir nevî ameliyat yaptılar. Fakat kanim din diremediler. Sa'd bin
Muaz, bunun üzerine Yüce Allah'a teveccüh ederek şöyle bir niyazda bulundu:
"Allah'ım, ben, şu
Kürayzalılar1 a karşı da Senin yolunda vezife yapmak isterim! Böyle bir cihâdı yapmadıkça, benim canımı alma!"
O, böyle bir duada
bulundu ve duasını bitirince, yarasının
akmakta olan kanı durdu. Kurayza Oğulları Savaşında,
hakemlik vazifesini de yaptıktan sonra, yarasının kam akmaya başladı ve bu yüzden vefat etti.."
Beyhekî İbn-i Ömer'den şöyle rivayet etmektedird: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Sa'd bin Muaz hakkında buyurdular: "O' nun
vefatı sebebiyle Arş
harekete gelip titredi ve onun cenazesinde yetmiş bin Melek bulundu."[74]
Yine Beyhekî Câbir'den nakleder: Cebrâîl geldi ve Peygamberimize hitaben: "Şu vefat eden
bahtiyar ve iyi kul, kimdir? Onun için Arş titremiş ve göklerin kapıları açılmıştır!"
dedi. Peygamberimiz de bunun üzerine
dışarı çıktı, vefat eden zâtın, Sa'd bin Muaz olduğunu gördü."
Beyhekî İbn-i İshâk tarikiyle Muaz bin Rifâa'dan, o da RâfV
el-ZürakVden naklediyor."Bana kendi kavminden bâzı
adamlar haber verdi" diye söze başlıyor
ve şöyle diyor: "Cebrâîl Peygamber Efendimiz'e gelip sormuş: "Bu gece
vefat eden bahtiyar adam kimdir? O'nun için Arş titredi,
semâların kapıları açıldı!" Bunun üzerine Peygamberimiz, hızla yerinden kalkıp
Sa'd bin Muaz'ın yanına gitti. O'nun vefat etmiş olduğunu gördü."
Yine Beyhekî'nin Hasan-ı Basrî'den nakline göre, o şöyle demiştir: "Sa'd bin Muaz'ın vefat ederek ruhunun
Mele-i Alâ'ya yükselmesi üzerine, Arş-ı ilâhî sevincinden hareket edip titremiştir."
Ebû Nuaym, Sa'd bin Ebû Vakkâs'ın torunu Eş'as bin İshâk'tan nakleder. O şöyle demiştir: "Peygamber sallalâhü aleyhi vesellem Efendimiz, Sa'd bin
Muaz'ın vefatı üzerine onun yanına gitmişti. Bir ara dizlerini
birbirine yapıştırdı. Kendisine niçin bpvle yaptığı sorulduğunda, meleklerin çokluğu
ve sıklığı sebebiyle böylle yaptığim söylediler. Sa'd'ın
cenazesini kaldırdıkları zaman, münafıklardan bâzısı: "Biz, bu kadar hafif
bir cenaze görmedik" dedi.
Halbuki Sa'd, uzun boylu ve büyük vucudlu
idi. Efendimiz de bunun üzerine buyurdular ki: "Sa'd'ın cenazesine, yetmiş bin
aded melek katılmıştır kî, bu melekler daha önce hiç yeryüzüne
inmemiştir!"
İbn-i Sa'd'ın Hasan-i Basrî'den rivayeti de şöyledir: "Sa'd bin Muaz,
gerçekten kuvvetli ve uzun boylu idi vefat ettiği zaman, cenazesinin hafifliği üzerine münafıklar dedi-kodu ettiler."Bu günkü
kadar hafif bir cenaze görmedik" dediler ve bunun sebebinin,
Kurayzahlar'a karşı yaptığı hakemlik sebebiyle olduğunu ve bunun, onun aleyhine tecellî ettiğini söylediler. Peygamber Sallalâhü aleyhi vesellem buna muttalî olunca:
"Varlığım elinde olan Allah'a
yemin ederim ki, onun cenazesine şahit olan melekler dahî cenazesini
yüklenmiştir." buyurmuştur."
(Bu rivayeti, Hâkim de Katâde tarikiyle Enesten
nakletmiştir.) [75]
İbn-i Sa'd ve Ebû Nuaym'in, Muhammed bin el-Münkedir
tarikiyle Muhammed bin Şürahbil bin Hasene'den bir rivayeti var. Bu rivayette
de şöyle denilmektedir: "Sa'd bin Muaz'ın
cenazesi defnedildikten sonra, adamın biri onun kabir toprağından bir miktar eline almış, bunun misk gibi koktuğuna şahit olmuştur. Peygamber Efendimiz de: "Sübhânellah!
Sübhânellah!" diyerek hayretini ifâde etmişşlerdir. Sonra büyük bir sürür
içinde şöyle buyurmuşlardır: "Allah'a hamdolsun! Eğer herhangi bir kimse, kabir sıkmasından tam manâsı ile kurtulmuş olsaydı,
muhakkak Sa'd, o kişi olurdu. Kabir onu, biraz sıkmış, sonra Yüce Allah kendisini
bundan halâs eylemiştir."
İbn-i Sa'd'ın biri de Ebû Saîd el-HudrVden bir rivayeti vardır.
O da demiştir ki: "Ben,
Sa'd bin Muaz'ın kabrini kazananlar
arasında idim. Kabri kazarken devamlı olarak açılan topraktan misk kokusu
geliyordu." [76]
Ebû Râfi'nin Öldürülmesinde Görülen Fevkalâdelik
Buhârî'nin Berâ bin Azib'ten rivayetine
göre, Abdullah bin Atik, Ebû Hâfii öldürdüğü zaman, evin merdiveninden
inerken düşüp ayağim kırmıştı.
Kendisi der ki: "Ben durumumu gidip Hazret-i Peygamber'e arz ettim. O da bana hitaben:
"Ey Abdullah, haydi şu ayağim güzelce
uzat!" buyurdu. Ben de uzattım. O günden sonra, ayağımın hiçbir ağrısını
duymadım." [77]
Süfyan bin Nebih El-Hüzelî’nin Öldürülmesinde Görülen
Fevkalâdelik
Beyhekî ve Ebû Nuaym, Abdullah bin Üneys'ten rivayet
ederler. O şöyle demiştir: Peygamber Efendimiz beni çağırdı ve şöyle buyurdu: "Bana ulaşan habere göre, Süfyân
bin Nebîh el-Hüzelî, insanları toplayıp
bizınıle savaşmaları için kışkırtıyormuş. Sen gidip onu Öldürmelisin!" Ben de dedim ki: "Ey Allah'ın
Resulü, ben o adamı tanımıyorum, onu bana tarif ediniz." Bunun
üzerine Peygamberimiz: "Sen onu
tanıyacaksın, onu görür
görmez korkup titremeye başlayacaksın, İşte sana alâmet
budur" buyurdu. Ben de derhal yola çıkıp ona vardım. Onu gördüğüm zaman, gerçekten titremeye başladım. Ben, kendisiyle bir müddet yürüdüm. Derken
fırsatim bulup üzerine hamleyi yaptım ve kendisini öldürdüm. Dönüp Peygamber Efendimiz'e geldiğimde, bana, "Tamam mı" buyurdu. Ben de
kendisine: "Evet, yâ Resûlellah" dedim. Bana: "Doğru söylüyorsun" buyurdu ve ayrıca bir asâ hediye etti
ve: "Bu asayı yanında sakla, bu benim sana hediyemdir" dedi. Ben,
"Ey Allah'ın Resulü, bu asayı bana niçin verdiniz?" diye sordum. O da
buyurdu ki: "Bu asâ kıyamet gününde seninle benim aramda bir alâmet
olacaktır. İnsanların o gün yükü en hafif olanları, asaya dayananlardır!"
"Abdullah bin Üneys, Resûlüllah'ın
verdiği bu asayı kılıcimn
yanına koydu. Ölünceye kadar, kılıcıyla beraber onu da taşıdı. Öldüğü zamanda kefeninin içine ve yambaşma konulmasını
emretti ve öyle yapıldı."
(Bunu, îmain Ahmed bin Hanbel de rivayet etmiştir. Ayrıca İbn-i Kesîr de El-Bidâye adlı tarihinde,
hicri beşinci seneye âit olaylar arasında bunu zikretmiştir.)
Beyhekî ve Ebû Nuaym, Mûsâ bin Ukbe'den ziaklederler,
Abdullah bin Üneys bu hususta demiştir ki: Ben onu, gördüğüm zaman gerçekten bir korkuya kapılmıştım.
Halbuki ben korku nedir bilmeyen bir adamım! Kendi kendime: "Gerçekten Resûlüllah
doğru söylemiştir"
dedim. Heyacânımı kendisine belli etmemeye çalıştım.
Bir müddet kendisiyle konuşup yürüdüm. Tam fırsatim bulunca
da kılıcı ensesine indirip onu öldürdüm."
(Bu hususta bâzı kimseler derler ki:
"Abdullah bin Üneys, henüz dönmemişti
ki, Resûlüllah onun vazifesini yapmış olduğunu, yanındakilere
haber vermiştir.")[78]
Mustalık Oğulları Savaşında Vukua Gelen Bazı Özellik
ve Mucizeler [79]
el-Vâkidi der ki:
Bana Sâid bin Abdullah bin Ebû'l-Ebyaz söyledi.
Ona da babası, Cüveyriye Vâlidemiz'in azadlısı olan ninesinden naklen anlatmıştır. Şöyle ki: Ben Cüveyriye Bint-i
Hâris'ten işittim. O bana dedid ki: "Resûlüllah bize geldiği zaman biz Müraysi'de idik. Babam diyor ki: Bizını
asla kendilerine karşı koymaya gücümüz yetmeyecek olan bir kuvvetli ordu geldi." Hakikaten gelen
askerlerin ve silahların çokluğu, anlatılmayacak derecede idi. Nihayet ben
müslüman oldum ve Resûlüllah beni nikahladı. Medine'ye dönüşümüz sırasında ben, İslâm askerinin durumuna bir daha
baktım, onları daha önceki kadar çok sayıda göremedim.
Anladım ki, daha önceki
gördüğüm; Allah'ın dilemesi ve yaratması ile müşrikleri korkutmak içinmiş. Nitekim bizim kabileden müslüman olan biride,
"Biz bu sırada, daha önce hiç görmediğimiz şekilde ve çoklukta askerler
gördük! Bunlar alaca atlara binmiş, beyaz elbiseli adamlar suretinde idi."
demiştir.."
(Bu haberi bu
şekilde Beyhekî ve Ebû Nuaym sevketmiştir.)-El-Vâkidi
ise şöyle demektedir:
Bana Hizam bin Hişam'in anlattığına göre, Cüveyriye validemiz şöyle demiştir:
Ben, Peygamber Efendimiz'in gelişinden üç gün önceki rüyamda, Ay'ın Medine'den hareket edip geldiğini ve benim kucağıma düştüğünü görmüştüm. Ben bu rüyamı herhangi bir kimseye söylemek istememiştim. Nihayet üç
gün sonra Peygamberimiz askeriyle birlikte geldiler. Bizi esir aldılar. Ben, gördüğüm rüyamı hatırladım ve ümîd ettiğim gibi çıkacağim bekledim
ve ben müslüman oldum. Resûlüllab da beni azâd etti ve nikâhı altına alarak
benimle evlendi."
(Bunu bu
şekilde Beyhekî de rivayet etmiştir.)
Müslim Câbir'den şöyle rivayet
eder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir seferden dönmüştü. Medîneye
yaklaştığı sırada, öylesine şiddetli bir fırtına esti ki, neredeyse devesine binmiş adamı
devesiyle beraber kumlara gömecek gibiydi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Bu fırtına, bir münafıkm ölümü sebebiyle
gönderilmiştir" buyurdu. Medine'ye geldiğimizde
de, münafıkların en büyüklerindi! birinin Ölmüş olduğunu öğrendik."
(Bu haberi, Beyhekî ve Ebû Nuaym da Mûsâ bin Ukbe tarikiyle
rivayet etmişlerdir.)
Beyhekî'nin rivayetinde şu fazlalık vardır: Şiddetle
esmekte olan fırtına akşama
doğru dindi. İnsanlar
fırtınanın şiddetiyle dağılmış bulunan develeri
topladılar. Bu sırada Resûlüllah'ın devesinin kaybolduğu görüldü ve aranmasına başlanıldı. Ânsardan bir gurup
sahabfnin yanında bulunan bir münafık, ileri-geri
laf edip: "Madem ki Muhamme-d'e kaybolan bir deveden daha mühim işler
hakkında semâdan haber geliyor, o halde devesinin de nerede olduğunu Allah
kendisine haber verse ya" dedi. Sonra bu sahâbîlerin yanından ayrılarak Peygamber'in yanına gitti. Peygamberimiz de bu sırada konuşurken:
"Münafıklardan birisi: Peygamberin kaybolan devesinin nerede olduğunu Allah kendisine haber verse ya!" diyerek
saygısızlıkta bulunmuştur! İyi biliniz ki, devenin nerede olduğunu Allah bana haber vermiştir! Kaybolan devem, İşte sizin tam karşimza düşen şu vâdîdedir ve yuları bir ağaca takılmış vaziyette beklemektedir! ve yine iyi biliniz ki, gaybı da Allah'tan başka kimse bilmez!" diye
söylemiştir. Ashabdan bazıları da hemen karşı vadiye koşmuşlar ve onu
orada Peygamberimiz'in buyurdukları gibi,
yularından bir ağaca takılmış bir vaziyette bulup getirmişlerdir. Münafıklar ise, hızlıca daha önceki konuştuğu yere gitmiş,
onların hepsinin orada oturmakta olduğunu hiç birinin yerinden ayrılmadığim görmüştür. Buna rağmen, "Allah aşkına
doğru söyleyiniz,
içinizden gidip de benim söylediğim sözleri Peygambere haber veren
olmuş mudur? diye sormaktan da kendini
alamamıştır. Onlarda kendisine: "Allah'a yemin ederiz ki,
içimizden bir tek kişi yerinden ayrılmamıştır!"
Cevabim vermişlerdir. O münafık da demiştir
ki: "Zira ben, buradan kalkıp Peygamber'in
yanına gittim ve benim burada Söylediğim sözden kendisinin haberdâr
olduğunu gördüm. Eğer benim, O'nun gerçek bir
Peygamber olduğunda bir şüphe ve tereddüdüm bulunuyorsa, kesin olarak
şehâdet ediyorum ku, O gerçekten Allah'ın
Resulüdür!"
(Bu rivayetin bir
benzerini üstadlarından nakleden İbn-i İshâk, Medine'ye dönüş sırasında
vefat ettiği öğrenilen münafığın, Rifâa bin Zeyd bin el-Tâbût
olduğunu söylerler.)
Ebû Nüaym'in
Câbir'den seukettiği rivayet de şöyledir: "Biz, bir seferde
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve
sellem) ile birlikte idik.
Fena koku yayan bir rüzgar esti. Peygamber Efendimiz de: "Münafıklardan bâzıları, bâzı mü'ıninleri çekiştirip gıybet ettiler. Bu sebeple bu fena kokan
rüzgar esmiştir!" buyurdular." [80]
İbn-i Asâkir, İbn-i Azi tarikiyle Muhammed bin Şuayb'tan, o da
Abdullah bin Ziyâd'tan rivayet ediyor. O demiştir
ki: "Mustalık Oğulları savaşında Müreysi denilen
yerde esîr edilenler arasında Cüveyriye de vardı. Babası onun fidyesini vererek
kurtarmak için gelip mürâcâtta bulundu. Yolda gelirken, Akıl denilen yere
geldiği zaman fidye develeri arasında bulunan seçkin iki deveyi ayırarak vâdîye
saldı. Onları fidye için ayırmışken, sonradan vermeye kıyamadı. Sonra Peygamber Efendimiz'e geldiği zaman "Ya Muhammed kızımı esîr aldimz. Ben de onun fidyesi olarak
develeri getirdim. Fidye karşılığı olarak kızımı
serbest bırakmanızı istiyorum!" diyerek mürâcâtta bulundu. Peygamberimiz de
kendisine: "Fidye için yola çıkarmışken, Akîk vadisinde
ayırıp da orada bıraktığın seçkin iki deveyi ne yaptın" buyurdu. Haris
bunun üzerine hayret edip: "Ben şehâdet ederim ki sen,
gerçekten-Allah'ın Resulüsün! Evet, ben o develerin
ikisini ayırıp sakladım. Bunu ise Allah'tan başka bilen yoktu! Muhakkak bunu sana Allah haber
vermiştir!" Haris bu sözleri söyleyip müslüman oldu."
Buhâri ve Müslim Âişe Vâlidemiz'den şöyle rivayet
ederler. O demiştir ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir sefere çıktıkları zaman, zevceleri arasında kura
çekerdi. Kur'âda hangisi çıkarsa sefere onunla birlikte çıkardı. Bir gavzeye
çıkmak üzere iken de böyle kur'â çekdi ve bana çıktı. Ben de Resûlüllah ile
birlikte çıktım. Bu sırada hicâb âyetleri de inmiş bulunuyordu.
Ben hicabıma bürünmüş
olarak hevdecin içine. girdim, hevdecide beni taşıyacak olan deveye yüklediler.
Böylece hevdec ile taşmıyor, hevdec ile birlikte
iniyordum. Çıkılan bu gavze sona erdikten sonra dönmek
üzere yola çıktık, kafilemiz yoluna devamla Medine yakınlarına kadar gelmiştik. Bir yerde konakladık. Ben geceleyin hacetim için
orduyu geride bırakacak kadar yürüdüm, hacetimi bitirdikten sonra binit deveme
döndüm. Göğsümü yokladığımda gerdanlığımın olmadığim gördüm. Hacetimi defettiğim yere gidip, esasen bende emânet olan bu gerdanlığı aramaya başladım.
Aramakla epey uğraşmış olacaktım ki bu
sırada kafile yola çıkmış. Hevdecimi de kaldırıp
binit devemin üzerine koymuşlar.
Ben vücutça o yıllarda oldukça hafif
olduğum için, beni hevdecimin içinde sanmışlar.
Ayrıca yaşımda küçük idi. Üstelik kilo alacak miktarda yemek
yiyemezdik. Bu itibarla hevdecin hafifliğini
hic de yadırgamamışlar. Ben, haylice aradıktan sonra kaybolan gerdanlığımı
buldum ve kafilenin mola verdiği yere geldim. Bir de baktım ki, ortalıkta
kimseler yok! Benim hevdec içinde olmadığımı anlayarak beni almaya gelirler
kanaatiyle, yerimde oturup beklemeye başladım. Derken üzerime
uyku bastı ve oracıkta uyumaya başladım... Derken üzerime
uyku bastı ve oracıkta uyumaya başladım. Derken ordunun
arkasında gelmekte olan Safvân bin Muattıl el-Sülemî, sabahleyin benim uyumakta
olduğum yere gelmiş ve
birisinin uyumakta olduğunu görmüş. Dikkat edince beni görüp tanımış. Hicâb âyeti gelmezden önce, beni görüp tanımakta idi. Onun: "Innâ lillah!11 diyerek
istircâda bulunması üzerine uyandım ve derhal cilbâbımla yüzünü örttüm.
Allah'a yemin ederim
ki, ne o bana birtek kelime söyledi, ne de ben ona.
Onun, sâdece istircâ etmesi "Inna Lillah!" demesi sırasında sesini
duydum. Safyân devesinden indi ve devesini yere çöktürdü. Beni devesine bindirdi, kendisi de deveyi yularından
yederek çekti. Bu şekilde
yola devam ederek orduya yetiştik. Onlar kaba kuşluk
vakti, sıcağın şiddeti sebebiyle
mola vermişlerdi. Benim bu durumda orduya yetişmem sebebiyle, kötü düşünceye
saplanarak helak olan, helak olup gitti. Şüphesiz
hakkımda uydurulan ve söylenen o büyük iftiranın başı,
Abdullah bin Ubeyy bin Selûl idi. Kendisi, zâten bütün münafıkların da reisi
idi. Derken oradan hareketle geçip Medine'ye geldik. Ben Medine'ye gelişimden sonra, bir ay kadar rahatsız olmuştum,
insanlar, iftiracıların uydurdukları söz üzerine ileri geri konuşurlarimş. Benim ise, hiç
birşeyden haberim olmamıştı.
Fakat yadırgadığım bir hal vardı. O da diğer rahatsızlıklarım sırasında
Resûlüllah Efendimizden görmeye alışık olduğum sıcaklık ve ilgiyi görmemiş olmamdır. Resûlüllah, yanıma geliyor, selâm
veriyor ve: "Nasılsın?" diyor, sonra da çıkıp gidiyordu. Onun bu hâli
beni düşündürmüyor değildi. Fakat, hakkımda söylenenlerden kesinlikle hiçbir
şey bilmiyordum. Derken iyileşmeye başladım
Bir gün Ümmü Müsattah
ile birlikte helaya gitmiştik. Biz, zâten geceden
geceye dışarı çıkardık. Bu çıkışımız
da geceleyin olmuştu. Giderken Ümmü
Müsattah, ayağı sürçmüş olacak ki, yere düştü ve bu sırada: Müsattah'ın burnu yerlerde sürtülsün!" diyerek kendi oğlu hakkında bedduada bulundu. Ben de: "Sen ne
diyorsun? Hiç Bedir'e katılmış bir müslüman için
beddua mı edilir?" dedim. O da bana: "Ey kızını, o neler söylüyor, sen duymuyor musun?"
dedi. Ben: "Neler söylüyor?" dedim. O da bana, bunun üzerine iftiracıların söylediklerini
haber verdi. Ben bunun üzerine tekrar hastalandım ve hastalığım arttı. Dönüp evime gittiğim zaman, Resûlüllah odama girdi, selam verdi ve
"Nasılsın?" dedi. Ben de kendisine: "Ben, ana ve babamın evine
gitmek istiyorum, bana izin verirmisin?" dedim. Resûlüllah bana izin
verdiler. Ben de ana babamın evine gittim. Ben, hakkımda söylenenler için, onlardan sağlam bir bilgi ve haber almak istiyordum. Anama
hitaben: "Anneciğim, insanlar benim hakkımda neler söylüyor? diye sordum. Anam: "Anam kızcağızını, kendine iyi davran!
Allah'a yemin ederim ki, senin gibi bir kaç kuması olan, kocasının yanında
çokça sevilen güzel bir kadın, birtakım kötü söylentilerden kolay kolay kurtulmaz" diye
konuştu.
Ben hayretler içinde
kalarak: "Sübhânellah! demek insanlar öyle şeyler mi söylüyorlar?" demekten kendimi alamadım. O gece,
sabaha kadar ağladım. Gözyaşlarim
sabaha kadar hiç dinmedi, uyku nedir bilmedim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, Ali bin Ebû Tâlib'i çağırıp kendisiyle benim hakkımda konuşmuş, Üsâme bin Zeyd ile de
görüşüp konuşmuş. Üsâme bin Zeyd: "Ey Allah'ın Resulü,
kendimi ve kendi ehlimi nasıl biliyorsan, sizin ehlinizi de öyle
biliyorum. Sizin ehliniz için, hayırdan başka bir şey bilmiyorum"
demiştir. Fakat Ali bin Ebû Tâlib:
"Ey Allah'ın Resulü, Âişe'den başka
kadın mı yok!" diyerek karşılık vermiştir.
Ayrıca, Hizmetçileri Büreyre'ye sormasını da sağlık
vermiş. Peygamberimiz de Büreyre'ye hitaben:
"Ey Büreyre, sen Âişe hakkında hiç
seni şüpheye düşüren bir
şey gördün mü?" diye sormuş. Büreyre'de: "Seni hak Peygamber olarak
gönderen Allah'a yemin ederim ki, onun
hakkında yadırgadığım
hiç bir şey görmedim! Şu kadar var ki, Âişe anası evinde küçücük kızken, hamur yoğurmakta
iken uyur kalırdıı. Evin keçisi de hamuru yerdi" diye cevap vermiştir.
O gün, Hazret-i Peygamber, iftiracıların başı Abdullah bin Übeyye gidip
özür dilemesini söylemiş. Ben ise, bütün gun boyu ağlamaya devam etmiştim. Asla gözyaşım dinmiyor, uyku diye bir şey gelmiyordu. O kadar
şiddetli ağlıyordum ki, ciğerlerimin parçalanacağim zannetmiştim. Ben bu şekilde ağlarken, anam ve babam başucumda oturuyorlardı. Bu sırada ansardan bir kadın
geldi. Yanıma gelmesi için izin istedi, ben de kendisine izin verdim. Gelip
yanıma oturdu ve benimle birlikte ağlamaya başladı. Biz İşte bu durumdayken Resûlüllah çıkageldi. Selâm verip oturdu. Hakkımda söylenti
çıkardıkları günden beri, hiç yanımda oturmamıştı.
Aradan bir ay gibi bir zaman geçmesine rağmen benim hakkımda bir vahiy de
gelmemişti. Bu sefer
oturduktan sonra şehâdet getirdiler ve sonra dediler ki: "Ey Âişe, senin hakkında bana, şöyle şöyle sözler geldi. Sen
hakikaten bu hususta suçsuz isen şüphesiz Allah, seni beraat
ettirecektir. Eğer bir günah işlemişsen Allah'a tevbe ve istiğfarda bulun, zira günahim itiraf edip tövbe ve istiğfarda bulunan kulunu Yüce Allah Affeder."
Peygamberimiz sözünü bitirince, gözyaşim
dindi, bir damla bile düşmez oldu. Babama dedim ki: "Resûlüllah'a cevap
ver." Babam: "Ben Resûlüllah'a ne diyeceğimi bilmiyorum dedi. Bunun üzerine ben anama hitaben: "Anacığım, benim namıma Resûlüllah'a cevap
ver!" dedim. O da babam gibi: "Vallahi ben ResûldUah'a ne diyeceğimi bilemiyorum!" dedi.
Bunun üzerine ben şu şekilde konuştum: "Ben yaşı küçük olan bir kızcağızını. Kur'âri'dan çok şey de bilmiyorum. Demek ki, insanlar benim hakkımda o şekilde konuşuyorlar ve onların bu konuşması
da sizlerin içine iyice işlemiş durumda ve siz
buna inanmış görünüyorsunuz. Eğer ben sizlere: "Ben öyle biv şeyden kesinlikle
berîim (uzağım)!" desem, siz bana inanmayacaksınız. Eğer bir şey
hakkında size itirafta bulunsam, hepiniz bana inanacaksınız. Halbuki yüce Allah benim öyle
bir şeyden berî olduğumu bilmektedir. Vallahi sizinle benim durumum, ancak
Yusufun babasının durumu gibidir! Nitekim o, o sırada:
"Ben, Allah'ımdan sabr-ı cemîl niyaz ederim! Sizin dediklerinize karşı, kendisine ve yardımına sığınacak olan da ancak
Allah'tır!" demişti.
Sonra ben, dönüp yatağıma uzandım. Kesin olarak biliyordum ki,
Allah beni beraat ettirecektir.
Fakat benim hakkımda Özel olarak vahiyy geleceğini hiç de düşünemiyordum. Şüphesiz naçiz bir kul olarak, Allah'ın benim hakkımda
devamlı okunacak bir vahiyy göndereceğini düşünemezdim de. Belki diyordum, Resülüllah efendimiz
benim berâtim hakkında bir rü'ya görür de böylece suçsuzluğum anlaşılmış olurdu, İşte ben ancak böyle zannediyordum. Fakat yüce Allah'ın hikmetine ve
tecellisine bakınız ki,
ne Resülüllah oturduğu yerden intikâl etmişti,
ne de oradakilerden herhangi birisi yerinden ayrılmıştı
ki Yüce Allah'ın vahyi imdadıma yetişti. Resülüîlah'a vahiyy geldi ve kendileri vahiyy
hâline girdiler. Mübarek yüzlerinden inci daneleri gibi ter döktüler. Sonra vahiyy hali O'nun üzerinden açıldı. O da
gülümsemeğe başladı. îlk söylediği söz de şu oldu: "Ey Âişe Allah seni beraat
ettirdi." Anam, hemen bana "haydi kızını,
Resülüllah'ın yanına dikil" dedi. Ben: "Vallahi O'nun yanına kalkmam,
O'na teşekkür de etmem!
Sa'dece Allah'a hamdederim!" diyerek anama karşılık verdim ve bu hususta yüce Allah, Kerim
kitabındaki şu on âyeti inzal
buyurdu."
Bu âyetleri,
meâlen arz edelim:
"O yalan haberi
getirip ortaya atanlar, içinizden bir topluluktur. Siz, onu sizin için bir şer
sanmayimz. Bil'akis o sizin için hayırdır.
Onlardan her kişiye, kazandığı günahın cezası vardır. Onlardan o
yalanın en büyüğünü idare edene de
büyük bir azâb vardır."
"Onu işittiğiniz zaman inanan erkek ve kadınların
kendiliklerinden güzel zanda bulunup: "Bu, apaçık bir iftiradır!"
demeleri gerekmez miydi?"
"Ona dört şahit
getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki şahitleri
getirmediler, o halde Allah yanında yalancıların tâ kendileridir."
"Eğer siz dünyada ve âhirette Allah'ın lutfu ve rahmeti
olmasaydı, içine daldığimz
bu yaygarada size mutlaka büyük bir azâb dokunurdu."
"Çünkü siz onu dillerinizle birbirinizden
alıveriyorsunuz ve hakkında hiç bilginiz olmayan bir şeyi, ağızlarimzla söylüyorsunuz ve onu önemsiz bir iş sanıyorsunuz. Oysa o, Allah katında büyük bir
günahtır."
"Onu işittiğiniz zaman, bunu konuşmamız
bize yakışmaz, Hâşâ bu, büyük bir iftiradır" demeniz gerekmez
miydi?"
"Allah
size öğüt veriyor ki, eğer inanan insanlar iseniz, böyle
bir şeye bir daha asla dönmeyiniz."
"Allah size âyetlerini açıklıyor.
Allah bilendir, hikmet sahibidir."
"inananlar
içinde edepsizliğin yayılmasını isteyenler için dünyada
da, âhirette de acı bir âzab vardır. Allah bilir siz bilmezsiniz."
"Eğer size Allah'ın lutfu ve rahmeti olmasaydı, Allah
çok merhametli olmasaydı, şüphesiz bu iftiranız
sebebiyle büyük bir azaba uğrardimz!"
"Ey inananlar! Şeytanın adımlarim izlemeyiniz! Kim şeytanın
adımlarim izlerse, o ona
edepsizliği ve kötülüğü emreder. Eğer size Allah'ın lutfu ve rahmeti olmasaydı, hiç
birinizi asla temizliğe
erdirmezdi. Fakat Allah dilediğini temizler. Allah işitendir,
bilendir." [81]
Allâme Zemahşeri,
Keşşâfü'l-Kur'an adlı meşhur tefsirinde der ki:
"Herhangi bir
günahla ilgili olarak inmiş bulunan âyetlerin hiç birinde, Hazret-i Âişe hakkındaki iftira günahıyla ilgili olarak inen
âyetlerdeki kadar ağır bir suçlama vâki olmamıştır. Hazret-i Âişe'ye yakıştırılan iftira ile
ilgili inen âyetlerde ise, muhtelif tahrikler ve çeşitli üslûblar ile pek ağır suçlama ve şiddetli
azâb ile korkutma vardır. Bunların her biri şüphesiz irtikâb edilen suçun ağırlığim göstermektedir. Hatta iyi düşünecek olursak,
Hazret-i Âişe'ye iftira suçunun günahimn ağırlığı ve bu iftirayı irtikâb edenlere verilecek olan
cezanın şiddetinin, putlara tapmanın günah ve cezasından daha
ağır olduğunun gösterildiğini farkedebiliriz. Bu ise
hem Âişe validemizin taharet ve iffetini, hem de
Resülüllah Efendimiz'in Allajı yanındaki üstün mertebesini ifâde eder."
Allâme Ebû Bekir el-Bakıllânı de bu konuda
der ki: "Yüce Allah, müşriklerin kendisine isnâd ettikleri şeyleri Kur'ân'da
zikrettiği zaman, Kendi Zâtim tesbîh ve tenzih eder. Meselâ bir
âyet-i celîlesinde şöyle buyurur: "Onlar (yâni müşrikler),
"Allah bir çocuk edindi!" dediler. Sübhâneh = Halbuki Allah böyle bir
şeyden münezzehtir!" [82]ve daha buna misâl olarak zikredebileceğimiz pek çok âyet var. Fakat münafıkların Hazret-i Âişe'ye isnâd ettikleri şeyi zikrettiği zaman da zâtim tenzih ve tesbîh etmiştir ve
"Sübhânek hazâ bühtânün azîm!" =Hâşâ,
bu büyük bir iftiradır, buyurmuştur. Hazret-i Âişe'nin öyle bir şeyden berâetini
beyân sadedinde kendisini tesbîh etmek suretiyle, Âişe vâlidemiz'in suçsuzluğunu çok üstün ve nezîh bir beyânla, kullarına
bildirmiştir."
Müfessir İbn-i Cerîr, Abdullah bin Caşh'ın oğlu Muhammed'ten şöyle nakleder: "Hazret-i Âişe ile Hazret-i Zeyneb, bir gün kendi aralarında iftihar ediştiler. Zeyneb validemiz: "Ben
Peygamberle nikâhı hakkında Allah'ın âyet indirdiği bir kimseyim!" diyerek
îftihâr etti. Âişe validemiz de: "Ben
suçsuzluğu hakkında Allah'ın âyet ettiği kimseyim!" diyerek
iftiharda bulundu. Bunun üzerine Zeynep Validemiz, Hazreti Âişeye hitaben: "Gerçekten
ey Âişe, sen yapayalnız kaldığın o karanlık gecede nasıl duâ
ve niyazda bulundun; diye
sordu. Âişe validemiz de şu karşılığı verdi: "Hasbiyallahü ve ni'ınel vekîl=Bana Allah yeter, O ne güzel
vekil'dir!" diyerek duâ ve niyazda bulundum; yegâne vekilimiz bulunan
Allah'a sığındım!"
Benim halam ve mü'ıninlerin de anası bulunan Zeyneb, Âişe validemizin bu cevabı karşısında:
"Kulti kelimete'I mü'ıninîn= Gerçekten ey Âişe sen ehli imanın sözünü söylemişsin!" diyerek
takdirlerini belirtti.
İbn-i Ebî Hâtim'in çıkardığı bir habere göre, Sâid bin
Cübeyr şöyle demiştir: "Nur süresindeki .on âyetten başka beş âyet daha vardır ki, bunların hepsi, yani on beş âyet, Hazret-i Âişe'ye iftira edenlerin tekzibi ve
Hazret-i Âişe'nin beraatı ile ilgili olarak nazil olmuştur." Yine tbn-l Ebû Hâtim'in çıkardığı bir habere göre, İbn-i Abbâs da şöyle demiştir: "Nûr süresindeki:
"O namuslu, bir şeyden habersiz ve inanmış kadınlara
zina iftira edenler, dünyada da âhirette de lanetlenmişlerdir.
Onlar için büyük bir azâb vardır" mealindeki âyet-i kerîme, özel olarak Hazret-i Âişe hakkında nazil olmuştur."
Saîd bin Mansûr
ile İbn-i Cerîr'in İbn-i Abbâs'tan olan rivayetleri ise şöyledir: İbn-i Abbâs bu âyeti okumuş sonra şöyle demiştir: "Bu
âyet özel olarak Âişe ve diğer Peygamber zevceleri
hakkında inmiştir ve onlar hakkında bu âyette tevbeden bahsedilmemiştir. Diğer âyet ki:
"Namuslu kadınlara zina suçu atıp da
sonra dört şahit
getirmeyenlere seksen değnek vurunuz" buyurulmuştur, bunu tâkîb eden âyette de o zina iftirasında
bulunanlar için: "Artık bundan sonra tevbe edip islâh-ı nefs edenler
hâriç. Çünkü Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir" buyurulmuştur.
Yâni: mü'ıninlerin kadınlarına iftira edenlerin bu
iftira suçu için, sonra islâh-ı nefs ettikleri takdirde tevbe hakkı tanınmıştır.
Fakat Peygamber zevcelerine zina suçunu isnâd edenlerin bu
günâhına, bir tevbe hakkı tanınmamıştır. Onların
tevbelerinin kabul edilmeyeceğine işarette bulunulmuştur." [83]
Teberânî'nin çıkardığı bir habere göre, Husayf
demiştir ki: "Bir defasında ben, Saîd bin
Cübeyr'e sordum: "Ey imam, zina suçunu irtikâb etmek mi, yoksa namuslu bir
insana zina isnadında bulunmak mı daha büyük bir günahtır?" dedim. O,
verdiği cevapta: "Zina etmek daha büyük bir günahtır" dedi. Ben kendisine:
"Yâ imam, ilgili âyet, namuslu insanlara zina iftirasında bulunanların,
dünyâda da âhirette de lanetlenmiş olduğunu
haber vermektedir. Ayetin bu beyânı, zina iftirasında bulunmanın daha büyük
günah olduğunu göstermiyor
mu?" dedim. O
da bana verdiği cevapta: "Evet, gösterir. Fakat bu âyet-i
kerîme, validemiz Âişe ile ilgilidir" dedi.
Yine Taberânî, Dahhâk bin Müzâhim'den şu
haberi nakletmiştir: "Bu âyet-i kerîme, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) zevceleri ile ilgili olarak
inmiştir."
Bu konuda,
Feryâbî, İbn-i Cerir ve İbn-i Ebî Hâtim'in tefsirlerinde, İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet ettiklerini görmekteyiz. O demiştir
ki: "Peygamberlerden hiç birinin, hiç bir hanımı, asla
zina etmemiştir! Böyle bir ayıbı, şanı
yüce Allah, hiçbir Peygamberin başına getirmemiştir." [84]
Uraniyyin Olayında Vukua Gelenler
Buhârî ve Müslim Enes'ten rivayet ederler, O
demiştir ki: "Ukel veya Ureyne'den birkaç adam Medîne'ye gelip Peygamberimiz'e mürâcâtta bulundular; müslüman
olduklarim söylediler ve müslüman oldukları kabul
edildi. Onlar, birgün Peygamber Efendimiz'e debiler ki:
"Ey Allah'ın Resulü, biz yayla
havasına alışmış, süt ile gıdalanan
kimseler idik. Şimdi
şehre gelince, buranın havası bize
yaramadı, hepimiz hastalandık." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de kendilerine Beytü'l-Mâl'e ait develerin yanına
gitmelerini, develerin süt ve bevlini içerek tedâvî olmalarim emretti. Onlar da bunun üzerine Medine'den
çıkarak develerin yanına gidip bir müddet kırda kaldılar ve orada iyileştiler.
Bir gün, kendileri ve devlete âit develer ve bu devletin çobanları Harra
yakınlarında iken, çobana saldırıp onu oracıkta öldürdüler. Devlete âit develeri
de önlerine katarak, İslâm'dan da irtidâd ederek
gittiler. Durumdan haberdâr olan Peygamber Efendimiz, bu mürted ve katillerin peşine
adamlar gönderdi. Bunlar onların izini tâkîp ederek
kendilerini yakaladılar. Gözlerini oyarak,
ellerini keserek oracıkta bıraktılar. Devletin develerini de alarak geri döndüler. Onlar da orada cezalarim
buldular, ölüp gittiler."
Beyhekî de bunun bir benzerini Abdullah
bin Câbir'den rivayet eder ve fazladan olarak şunları
kaydeder: "Peygamberimiz bu katil ve
mürtedlerin arkasından adamlar gönderdi ve onların
aleyhine duâ etti. Buyurdu ki; "Allah'ım, yolu onlar üzerine kapat!
Gepgeniş yol, başlarına dar gelsin, bir bilezik kadar küçülüp onlara
geçiş vermesin! Hâinler cezalarim bulsun." Gerçekten gepgeniş yollar başlarına dar gelmiş, kendilerine geçit vermemiştir. Peşlerinden giden müslümanlar, kolayca kendilerini
yakalayıp cezalandırmıştır. Ellerini, ayaklarim keserek, gözlerini oyarak onları ölüme terketmiş, onlar da orada
ölüp gitmişlerdir." [85]
Dümetü’l-Cendel Seriyyesinde Vukua Gelenler [86]
İbn-i Sa'd el-Vâkidî tarikiyle onun üstadlanndan
şöyle nakleder: "Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem Abdurrahmân bin Avfı, Dûme- tü(l-Cendel'e gönderdiği seriyyesi (askerî birlik) içinde göndermişti.
Ona demişti ki: "Onları İslâm'a davet ettiğimizde, eğer
icabet ederlerse, onların hükümdarlarimn kızı ile evlen!"
Abdurrahman, o askerî birlikle beraber Kelb kabilesine gitti. Oraya vardıkları
zaman onları İslâm'a
davet ettiler, üç gün mühlet verip beklediler. Kelb kabilesinin reîsi bulunan
Esbağ bir Amr, İslâm'ı
kabul etti. Kendisiyle beraber kabilesinden pek çok kimseler de müslıhnan
oldular. Esbağ, daha önce nasrânî idi. Müslüman olduktan sonra kızı
Temâzar'ı, Abdurrahman ile evlendirdi. Aynı kabileden bazıları ise, cizyelerini
vermek üzere kendi dinlerinde kalmayı tercih ettiler. Abdurrahman bin Avf,
Medine'ye Temâzar ile birlikte döndü. Efendimiz'in kendisine söylediği de, böylece gerçekleşmiş oldu."
Yukarıdaki rivayeti İbn-i Asâkir de el-Vakidîtarikiyle rivayet etmiştir.[87]
Hudeybiye'de Vukua Gelen Ayetler ve Mucizeler
"Muhammed, Biz sana apaçık bir fetih
ihsan ettik." [88]
Beyhekî,
Mücemmi bin Câriye'den şöyle nakleder: "Biz Hudeybiyede bulunduk. Orada
yapılan andlaşmadan sonra döndük ve dönüş sırasında Kurâu'l-Ganim denilen yere
geldiğimiz de Resûlüllah Efendimiz'e: "Yâ Muhammed, biz sana apaçık bir
fetih ihsan ettik" mealindeki âyet nazil oldu. Peygamberimiz bu
âyeti okuduğu zaman, kendisine "Ey Allah'ın Resulü, bu Hudeybiye
andlaşması bir fetih midir?" diye soruldu. Peygamberimiz de cevabında:
"Evet varlığım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, bu bir fetihtir!" buyurdular.
Beyhekî Abdurrahman
bin Ebû Leylâ'dan şöyle rivayet eder: "Cenâb-ı Hak, Fetih
sûresi'indeki bir âyette:" ve Allah onlara yakın bir fetih daha
verdi" buyurmuştur. [89]Bu Hayber'in fethidir. Yine bu sûredeki bir
âyetinde: "Size bir başka fetih daha vermiştir ki, henüz sizler ona güç
yetiştirmiş değilsiniz" buyurmuştur.
[90]Bu da, iran'ın ve Anadolu'nun fethine işarettir."
Buhârî,
Berâ bir Azib'ten şu haberi nakletmiştir: "Sizler, fetih denilince-sâdece
Mekke'nin fethini anlıyorsunuz. Evet Mekke'nin fethi, büyük bir fetihtir. Fakat
biz sahâbiler, fetih söz konusu olunca, bununla Hudeybiye günündeki
"Rıdvan BîatTni hatırlarız. Biz, bindörtyüz kişilik bir ordu hâlinde
Resûîüllah ile birlikte çıkmıştık. Hudeybiye'ye geldiğimiz de, kuyunun suyunun
bir damlası kalmaymcaya kadar çektik. Susuz kalışımız Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e malum olunca, gelip
kuyunun kenarında oturdu ve bir miktar su getirilmesini istedi. Suyu
getirdiler, Peygamber efendimiz bu su ile abdest aldılar. Sonra mazmaza yapıp
duâ buyurdular, sonra bu suyu kuyuya döktüler. Orada bir müddet bekledik.
Fazlaca bir vakit geçmedi ki, kuyu feveran edip hepimizin ihtiyacına kâfi
gelecek şekilde suyunu kabarttı. Hem kendilerimiz, hem de hayvanlarımız için
yetti ve arttı."
Buhâri, Misver bin Mahreme'den ve Meruân
bin Hâkem'den rivayet eder. Bu ikisi demiştir ki: "Resûlülîah (sallallahü aleyhi ve sellem), Hudeybiye gününde bin
kusur kişi ile yola çıktılar. Zü'l-Huleyfe'ye geldikleri zaman hedy kurbanim
taklîd ve iş'âr etti (Harem-i Şerîf için adanmış kurbanlığimn gerdanına ip
bağladı ve belli olsun diye örkücünün sağ tarafim yararak kanim orada bıraktı)
Kurbanlığim bu şekilde işaretledikten sonra, Umre için ihrama girdi. Sonra
kureyş hakkında bilgi getirmesi için gözcü gönderdi. Sonra yoluna devam ederek
Usfân yanındaki Gadîrul-Eştâd denilen yere geldiğinde, gönderdiği gözcü geri
geldi ve dedi ki: "Kureyş büyük bir topluluk hâlinde bir araya gelmiş
ayrıca diğer kabilelerden de adamlar toplanmış. Sizin umrenizi engellemek, sizi
Mekke'ye sokmamak için harbe hazırlanmış bir vaziyetteler."
Peygamber Efendimiz, bu haberi aldıktan sonra, ashabına hitaben: "Ey
nâs, bu husustaki fikrinizi söyleyiniz! Bizi Mekke'den uzaklaştırmak için
kararlı görünen bu adamlarla savaşmaya mı karar verelim, yoksa niyet ettiğimiz
gibi Umremizin ifâsına yönelip de engel olmaya kalkıştıkları takdirde, biz de
onlara karşı mı koyalım?" Açılan bu istişare üzerine Ebû Bekir: "Ey
Allah'ın Resulü, madem ki Umre için yola çıktınız, herhangi bir kimseyle
savaşmak niyetimiz de yoktur, o halde Umreyi ifâ için teveccüh ediniz, eğer
onlar engel olmaya kalkışacak olurlarsa, bu takdirde kendileriyle
savaşırız." Peygamberimiz de onun bu konuşması ve fikri üzerine:
"Uygundur o halde Allah'ın ismi üzerine yürüyünüz!" buyurdular.
Bir müddet ilerledikten sonra Peygamberimiz"
Hâlid bin Velîd, Kureyşe âit atlar içinde gözcülük yapmaktadır. Bunun için sağ
tarafı takîb edelim!" buyurdular. Hayli ilerledikten sonra Gudratü'l Ceyş
denilen asker geçidinden geçerlerken Halîd kendilerini görmüş oldu ve tehlikeyi
haber vermek üzere atına tepinerek Kureyş'e gitti. Peygamber Efendimiz yoluna
devamla Seniyye'ye geldiği zaman devesinin çöktüğü görüldü. İnsanlar "Hal,
hal!" diye bağırarak deveyi kaldırmak istediler ve "Ey Allah'ın
Resulü, deveniz Kusvâ yorulup yılgınlık gösteriyor, yerinden kalkmıyor"
dediler. Peygamberimiz de: "Hayır,
Kusvâ yılgınlık göstermiyor. Onu Kabe'yi tahribe gelen ashab-ı
filin fillerini hapseden hab s etmiş tir. Vallahi onlar
benden, içinde Allah'ın şiarlarına hürmet edilen herhangi bir yer isteseler, orasını
onlara vermekte hiç tereddüt etmezdim!" buyurdu. Kalkması için devesine
ihtarda bulundu, deve de sıçrayarak kalktı. Peygamberimiz de Kureyş'in üzerine sarkacak bir yerde iken,
yön değiştirip Hudeybiye'nin tâ ilerisinde çukur bir yere indi. Burada su az idi. İnsanlar ancak az az su alabiliyorlardı. Derken bir
damlası kalmayacak şekilde kuyunun suyunu bitirdiler. Susuzluktan dolayı Resûlüllah'a mürâcât ettiler.
Efendimiz de bunun üzerine okdanhğından bir ok çıkardı ve bunu kuyuya
saplamalarim söyledi. Kuyunun
suyu öylesine coştu ki, hepsi kana kana içtiler,
hayvanlarım da suladılar. Derken Hudâa'lı Bedîl bin verkâ yanında kabilesinden bâzı kimselerle birlikte oraya
geldi. Dedi ki: "Ben Ka*b bin Luiy ve Amîr bin Luiy'i Hudeyb iye'deki su
başlarim tutmuş olarak
gördüm. Uzun sürecek bir mukâteleyi göze alarak ve düşünerek geldikleri belli ki, yanlarında sağılır
develeri de getirmişler.
Sizi Kabe'ye sokmamak üzere savaşmakta
kararlı görünüyorlar. Durumu
size haber verelim dedik."
Peygamberimiz de buna karşı dediler ki: "Biz kimseyle savaşmak için
gelmedik! Biz ancak umre yapmak için geldik. Kureyş'e gelince, Önceki savaşlar onları iyice hırpalamıştır,
dolayısiyle savaşmayı göze alabileceklerini
sanmıyorum. Eğer dilerlerse
kendileriyle bir müddet için anlaşabilirim:
Bu müddet zarfında ben İslâm'ı tebliğe davet ederim, İslâm iyice yerleşir ve kabul
edilmiş olursa, onlar dahî diledikleri takdirde diğer insanlar gibi İslâm'ı
kabul ederler. Aksi halde İslâm'ın istikbâli ile ilgili işlere
karışmamış ve zarar görmemiş olurlar. Eğer bana bir müddet tanımazlar ve mutlak suretle karşı
koyup engel olmaya kalkışırlarsa; ben de kanımın
son damlasına kadar onlarla çarpışırım: Yâ bu uğurda şehîd olurum, yahut da Allah
emrini infaz eder!"
Bedîl: "Senin bu
söylediklerini gider Kureyş'e tebliğ ederim" dedi ve gidip
Kureyş'e: "Biz Muhammed'in yanından
geliyoruz. O, bazı şeyler söyledi. Eğer onları size arz etmemi istiyorsanız arzederim"
dedi. Ku-reyş'in akılsızlarından bazıları: "Bize Muhammed'den
hiç birşey anlatmanı istemiyoruz!" dediler. Bâzı
akıllıları ise: "Onun ne dediğini bize arz et!" dediler. Bedîl de
kendilerine Hazret-i Peygamberin söylediklerini nakletti. Bu sırada Urve bin Mes'ûd
ayağa kalkıp dedi ki: "Ey kavmim, siz ata değilmisiniz? Siz evlâd değil misiniz?" diye ayrı ayrı sordu. Her defasında
da Kureyş: "Evet"
karşılığim verdi. Urve: "Beni herhangi bir şekilde itham
edebilir' misiniz? dedi. Kureyş: "Hayır" karşılığim verdi. Urve: "Bilmez
misin ki, Ukazhlar bana karşı haksızlık ve
saygısızlık ettikleri zaman, çoluk çocuğumu alarak oradan uzaklaştım ve size geldim. Bana itaat edenleri de beraberimde
getirdim!" Kureyş:
"Evet" dedi. Urve: "Şimdi bu adam size, doğru ve iyi bir teklifte bulunuyor. Siz bu teklifi
kabul ediniz ve bırakınız ben gidip kendisiyle konuşayım!" dedi. Kureyş de kendisine: "Peki git,
konuş" dedi. Bunun üzerine Urve derhal
yola çıkıp Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldi ve O'nunla konuşmaya
başladı. Peygamberimiz de kendisine, daha evvel
Bedil'e söylediklerinin aynısını söyledi. Bu sırada Urve: "Ey Muhammed, eğer sen kavminle savaşa tutuşup onların kökünü kazırsan, hiç
duydun mu ki senden evvel Araplardan biri çıkmış da kavminin kökünü kazımış? Hiç bu olur mu? Eğer tersine olursa, yâni onlar
sana gelebe çalacak olursa; netice ne olacak? Ben şu anda senin yanındaki adamları da zaten böyle
bir çatışma anında soluğu kaçmakta alacak kişiler olarak görüyorum. Bu takdirde yapayalnız kalacaksın." dedi.
Urve'nin bu sözlerini
dikkatle dinlemekte olan Ebû Bekir, derhal ona karşılık verdi ve: "Ey Urve! Sen tapınmakta olduğun
putunun bıdrmı yala! Sen bizleri kaçacak ve Peygamber'i yanlız bırakacak kimseler mi sandın!" diye
haykırdı. Onun bu sözlerine muhatab olan Urve: "Bu kim?"
demekten kendisini alamadı. Peygamberimiz de: "Bu, Ebû Bekir'dir" dedi. Urve de:
Eğer vaktiyle senden gördüğüm
bir iyilik olmasaydı, şimdi sana nasıl cevap
verdiğimi görürdün!"
diye konuştu ve yine Hazret-i Peygamber ile konuşmaya başladı. Konuşmasını yaparken Peygamberimizin sakalından tutmaya başladı.
Mugîre bin Şu'be ise elinde kılıcı ve başında mihferi ile Peygamberimizin başucunda beklemekte idi. Urve
elini yine Hazret-i Peygamberin sakalına uzatınca, Mugîra elindeki kılıcın kabzası
ile onun eline vurdu ve kendisine hitaben: "Ey Urve, elini Peygamberin sakalından çek!" dedi. Urve başım
yukarı kaldırıp: "Bu kim?" diye sordu. Dediler ki: "Bu Mugîre
bin Şûbe'dir." Bunun
üzerine Urve: "Ey haddini bozan
vefasız adam, senin vefasızlığimn yükünü ben çekmedim mi?" diyerek Mugîre'yi
azarlamak istedi. Bunun sebebi ise şuydu: Mugîre, vaktiyle câhiliye devrinde
bir topluluğa arkadaşlık
etmiş, sonra onları öldürmüş, mallarim da alarak
gelip müslüman olmuştu. Bu durumda Peygamber Efendimiz de: "Ey Mugîra: Senin
gelip müslüman olmana hiçbir diyeceğim yoktur! Fakat öldürdüğün adamların malları hakkında hiçbir mes'ûliyet kabul
edemem" buyurmuştur.
Sonra Urve, Peygamberimizin ashabim süzmeye başladı. Gördü ki, ashabın Hazret-i Peygamber'e olan hürmeti ve itaati,
görülmemiş derecede kuvvetli ve şiddetlidir. Her emir ve işaretini derhal yerine
getirmekteler, her bir sözünü tam bir sessizlik ve dikkatle
dinlemekte-ler. Hazret-i
Peygamber'e olan saygimn
büyüklüğünden, başlarim kaldırıp
da O'na bakamamaktadırlar. Bu durumu da böylece tesbît eden Urve bin Mes'ûd Kureyş'e döndüğü zaman dedi ki: "Ey kavmim, vallahi ben
vaktiyle bâzı hükümdarlara elçi olarak gittim. Iran Şah'ına, Rum Kayser'ine ve Yemen
Necâşfsine de gidip gördüm. Vallahi Muhamme-d'in ashabimn kendisice olan saygısı kadar kendisine saygı gösterilen
bir hükümdarı şimdiye
kadar görmüş değilim! ve Muhammed'in size olan teklifi, gayet yerinde
ve doğru bir tekliftir, bunu kabul etmenizi tavsiye
ederim!"
Bu sırada Kinâne kabilesinden bir adamın:
"Bana yetki veriniz, gidip kendisiyle görüşeyim" dediği duyuldu. Kureyş de hadi git de konuş dedi. Bunun üzerine yola çıkan
Kinâne'li adam, müslümanlara yaklaştığı zaman, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdular:
"Şu gelen Kinâne'den bir adamdır ve Kabe'ye adanan kurbanlıkları
çok seven bir kabiledendir. Bu itibârla üzerleri işaretlenmiş kurbanlık hayvanlarımızı onun Önüne sürün de, durumu gözleriyle
görsün!"
Ashâb, bu emr-i
nebevi gereğince kurbanlık hayvanları derhal
ona doğru sürdüler ve "Lebbeyk Allahümme lebbeyk!"
diyerek telbiye okumaya başladılar. Bunu gören Kinâne'li adam:
"Sübhânellah! Bu adamlar Umre için gelmiş kurbanlıklarim da işaretlemiş durumdalar!
Böyle bir topluluk Kabe'yi ziyaretten menedilemez!" demiş ve bu müsbet
intiba ile Kureyş'e dünmüştür ve demiştir ki: "Adamlar umre için gelmişler, kurbanlıklarimn
kilâdesini asıp işaretlerini de yapmışlar.
Kendilerini Beytüllah'ı ziyaretten menetmek doğru olmaz." Bunun üzerine
Kureyş'den Mikraz bin Hafs adındaki adam ayağa kalkıp: "Bana izin verirseniz gidip onlarla görüşeyim!" demiştir. Kureyş
de kendisine izin vermiştir. Müslümanlara yaklaştığı zaman Peygamberimiz: "Bu gelen de
Mikraz bin Hafs'tır. Hileci ve fâsık bir adamdır, kendisine dikkat edelim"
buyurmuştur. Mikraz, Peygamberimizle konuşmaya devam ederken Süheyl bin Acar'ın dahî gelmekte
olduğunu gördü. Bunun
üzerine Süheyl'in adının güzelliği ile tefe'ül buyuran Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):
"Ashabım, İşte Süheyl göründü, işiniz de
kolaylaştı, demektir" buyurdu."
Muammer Zührî'nin bu
konuda şöyle dediğini nakleder: "Süheyl bin Amr gelip "Kağıt kâlem getiriniz,
aramızda bir anlaşma yapıp yazıya alalım!" dedi. Bunun
üzerine Peygamber Efendimiz de kâtip talebinde bulundu.
Ali, bu kâtiplik görevini üstlendi. Peygamberimiz Ali'ye: "Ey Ali önce Bismillahirrahmânirrahîm yaz!" diye emretti.
Süheyl buna itiraz etti ve: "Bu sizin Besmele'nizde bir de Rahman adı
geçmektedir. Ben Rahman'ın ne olduğunu bilmiyorum. Bu şekilde yazmanızı kabul edemem. Ancak bizını Besmele'ıni z olan BÎSMÎKE ALLAHÜMME (Ey
Allah'ım ancak senin adınla)" diyerek yazabilirsiniz" dedi.
Müslümanlar da Süheyl'e itiraz edip: "Vallahi biz, ancak
"Bismillahirrahmânirrahîm = Ey Rahman ve Rahîm olan Allah'ımız, ancak
Senin adınla!" diyerek kendi Besmele'ınizin
yazılmasını kabul
ederiz!" diyerek bağırdılar. Peygamber Efendimiz ise Ali'ye "Süheyl'in
dediği gibi yaz!" diyerek emretti. Ali de
yazdı. Sonra: "Ey Ali, "Bu, Allah'ın Resûlu Muhammed'in üzerine imza
koyduğu hükmüdür"
diyerek yaz!" buyurdu. Süheyl buna da itiraz
edip: "Vallahi bizler, senin Allah'ın resulü olduğunu kabul etmiş olsaydık, seninle böyle bir andlaşma yapmamıza zâten lüzum kalmazdı. Ancak:
"Abdullah'ın oğlu
Muhammed'in hükmüdür" diyerek yazabilirsiniz" dedi. Peygamber Efendimiz de: "Vallahi sizler her ne kadar yalanlarsanız
da, Ben Allah'ın Resulüyüm! Fakat senin dediğin gibi de yazabiliriz. Ey Ali,
haydi onun dediği gibi: "Abdullah'ın oğlu Muhammed" diye yaz!"
buyurdu.
Zührî der ki:,"İşte Peygamber Efendimiz'in: "Vallahi onlar bana, içinde Allah'ın şiarlarına
hürmet edilecek herhangi bir yer isteseler, bunu onlara vermekte hiç bir
tereddüt göstermem!" buyurması, burada böylece kendisini göstermiş oluyordu ve yine, onların elçisinin istediği
gibi yazılıyordu."
Peygamberimiz bundan sonra: "Ey Süheyl, Beytullah ile bizını aramıza
girmeyeceksin, Umre için tavafımıza engel olmayacaksın! Andlaşmamızm
birinci maddesi budur" buyurdu. Süheyl şu karşılığı verdi: "Bu taktirde Araplar bizını
zayıflığımıza hükmederler. Ancak, gelecek sene gelip Umre'nizi
yapabilirsiniz." Peygamberimizin de bunu kabul etmesiyle, birinci madde bu şekilde iki taraf arasında kabul edilmiş oldu, İkinci madde üzerinde Süheyl: "Ve sana müslüman olarak içimizden ayrılıp sığman
olursa, onları bize iade edeceksin" dedi. Müslümanlar bunu hayretle karşılayıp: "Müslüman olarak bize gelen birisi, müşriklerde
nasıl iade edilebilir?" diyerek red ettiler. Tam bu sırada Süheyl bin
Amr'in oğlu Ebû Cendel, ayaklarındaki zincirler sebebiyle ağır ağır
yürüyerek geldi ve müslümanlara sığındı. Derhal Süheyl:
"İşte ey Muhammed, yaptığın andlaşmaya riâyet ederek uygulayacağın ilk şey! Onu derhal bize iade etmelisin!"
dedi. Peygamberimiz: "Ey Süheyl, bu hususta
henüz andlaşmaya varmış değiliz!" buyurdu. Süheyl ise diretip: "Vallahi
siz bunu kabul etmezseniz, ben de sizinle bir andlaşma yapmam!" diyerek bağırdı. Peygamberimiz: "Bu adamcağızı
bana bağışlayimz!" dedi.
Süheyl, "Asîâ onu sana bağışlayacak değilim" dedi. Peygamberimiz: "Bağışlarsın, haydi dediğimi
yap! dedi. Bu sırada söze karışan Mikraz: "Niçin
olmasın, onu size bağışlarız" dedi. Derken Ebû Cendel'in şöyle feryâd ettiği duyuldu: "Ey müslümanlar topluluğu, ben size müslüman olarak gelip sığınmışken beni müşriklere nasıl iade edersiniz? Benim müşriklerin elinden neler çektiğimi görmüyor musunuz?"
Gerçekten Ebû Cendel,
müşriklerden çok çekmiş, îslâm uğrunda nice çile ve işkencelere katlanmış idi. O gün onu müşriklere iade
etmeye, müslümanlardan hiç birinin yüreği
razı olmazdı. Nitekim bunu, daha önce müslümanlar da dile getirmişlerdi. Fakat, sıradan bir-müslümanm sırrına nüfûs edemiyeceği kadar mesele büyük ve derin
idi. Nitekim bu mevzuda koskoca Hazret-i Ömer bile bocalamıştı.
Nitekim kendisi bu durumu şöyle anlatır:
"Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gidip: "Sen, hak olarak Allah'ın elçisi değil misin?" dedim. O da bana:
"Evet" dedi. Ben kendisine: "Bizler de müslümanlar olarak hak üzere
bulunup, düşmanımız olan müşrikler
ise bâtıl üzere değiller
midir?" dedim. O da bana: "Evet" dedi. Bunun üzerine ben:
"Madem öyle, o halde niçin dînimizde bizleri alçaltan bir ta'vîzi vermeye
yanaşıyoruz?" dedim. Resûlüllah da bana
cevâbında:
"Ben Allah'ın Resülü'yüm! Allah'a
isyan edemem ve O benim yardımcım'dır!" buyurdular. Ben yine kendimi
alamayıp: "Yâ Resûlallah, Sen bizlere Kabe'ye varıp tavaf edeceğimizi söylemedin mi?"
dedim. Peygamber Efendimiz de: "Evet yâ Ömer. Fakat "bu sene" diye size zaman tayîn
ettim mi?" buyurdu. Ben de: "Hayır yâ Resûlallah, zaman tayîn
etmediniz" dedim. Peygamberimiz: "Ben sizlere yine söylüyorum, Kabe'ye varıp onu tavaf edeceksiniz!" buyurdular. Bunun
üzerine ben, Ebû Bekir'in yanına gittim, Peygamberi mi z'e söyleyip sorduğum şeyleri, aynen ona da söyleyip teker teker sordum.
Ondan da, aynen Peygamberimiz'den aldığım cevapları
aldım. O da sözünü: "Peygamberimiz bizlere, bu sene tavaf
edeceksiniz şeklinde söylemedi. O halde, aynen Peygamberimizin haber verdikleri gibi, Kabe'ye
varacağız ve onu tavaf edeceğiz! Bunda hiç şüphen olmasın ey Ömer!" diyerek tamamladı. [91]
İmam-ı Zührî der ki: Ömer bu hususta demiştir ki:
"Ben, bu olaydan sonra çok korktum ve üzüldüm. Bu söylediklerime keffâret
olsun diye, pek çok amellerde bulundum."
Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), andlaşmanm yazılıp imzalanması bitirildikten sonra ashabına
hitaben buyurdular ki: "Ashabım, haydi kalkınız kurbanlıklarimzı
burada kesiniz, sonra tıraş olarak ihramdan
çıkınız!"
Fakat ne kadar şaşılacak bir şeydir
ki, ashaptan hiç biri kalkıp da Peygamber'in kendilerine olan bu emrini, yerine
getirmedi. Nihayet Peygamber Efendimiz bu emrini üç defa tekrarlamak zorunda kaldı. Fakat üçüncü defa
emrini tekrarladıktan sonra dahî, ashâbtan hiç biri kalkıp da kurbanlığim kesmedi.
Tıraşim olup da ihramından çıkmadı. Bunun üzerine Peygamberimiz çok üzülmüş bir vaziyette,
içinde Ümmü Seleme vâlidemiz'in bulunduğu
çadırına girdi. İnsanların bu şaşılacak hâlini orada Ümmü Seleme'ye anlattı. Ümmü Seleme Validemiz de
kendilerine şu tavsiyede bulundu: "Ey Allah'ın
Resulü, Sen çadırından çık, hiç kimseye bir şey söylemeden kendi kurbanim
kes, berberini çağır ve
tıraşim olarak ihramdan çık! Mes'ele bu şekilde halledilmiş olacaktır."
Peygamber Efendimiz, Ümmü Seleme'nin kendisine
söylediği gibi, çadırından çıkıp kimseyle bir
tek şey konuşmadan hedy
kurbanim kesti, berberim çağırarak tıraş oldu ve böylece Umre'sinin ihramından çıkmış oldu. Peygamber Efendimizin böyle yaptığim gözleriyle görmüş bulunan
ashâb-ı kiram da, hemen kalkıp hedy kurbanlarim kestiler
ve birbirlerini tıraş ederek ihramdan çıktılar. Daha önce bu hususta ağır davranan ashâb, şimdi bunu ifâ ederken o kadar acele
ediyorlar ve o kadar üzüntülü görünüyorlardı
ki, neredeyse birbirini çiğneyeceklerdi." [92]
Bir müddet sonra mü'ınine kadınlar geldiler. Yüce Allah onlar
hakkında şu âyet-i kerîmeyi
indirdi:
"Ey mü'ıninler! mü'ınin
kadınlar göç ederek size geldiği zaman, onları imtihan ediniz. Allah onların îmanlarim daha iyi bilir. Eğer onların gerçekten inanmış olduklarim anlarsanız, onları kâfirlere geri döndürmeyiniz. Ne bu kadınlar o kâfirlere helâldir, ne de onlar
bunlara helâldir. Onların kâfir kocalarimn bunlara sarfettikleri mehirlerini onlara
veriniz. Mehirlerini kendilerine verdiğiniz
taktirde, bu kadınlarla sizin evlenmenizde bir günâh yoktur. Kâfir kadınların
ismetlerini, (nikâh veya akrabalık bağlarim) tutmayimz ve kâfirlere katılan kadınlara harcadığimz
mehirleri isteyiniz. Onlar da size katılan mü'ınin kadınlara
harcadıkları mehirleri sizden istesinler. Bu,
Allah'ın hükmüdür. Allah bilendir, hikmet sahibidir."[93]
Bu nazil olan âyetteki Allah'ın hükmü
gereğince yapılan imtihan neticesinde, Ömer (radıyallahü
anh),- vaktiyle şirk zamanında nikahladığı iki hanımim boşadı. Bunlardan birini Ebû Süfyân oğlu Muaz [94]diğerini de Ümeyye oğlu
SafVân nikahladı. Sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye döndü. Bu sırada Kureyş'ten müslüman olan Ebû Basîr adındaki adamın kaçarak Medine'ye
gelip Peygamber'e sığındığı görüldü. Kureyş de kendisini yakalamak için
peşinden iki adam göndermişti. Bu iki Kureyş'li Medine'ye gelip, andlaşma gereğince Ebû Basir'in kendilerine teslim edilmesini
istediler. Peygamber Efendimiz de teslim etti. Mekke'ye
dönerlerken Zü'l-Huleyfe'ye vardıkları sırada develerinden
inip hurma yemeğe başladılar. Ebû Basir, yanındaki iki adamdan birine:
- "Kılıcın ne kadar da güzelmiş!" dedi. Adam:
-
"Evet" dedi, ben bu kılıcı savaşlarda çok tecrübe ettim. Ebû Basir:
- "Bakmama
müsâde eder misiniz?" dedi. Adam
da kılıcim ona verdi. Bunu fırsat bilen Ebû Basir, bir vuruşta
adamın kellesini yere düşürdü. Diğer Kureyşli de bu sırada kaçmayı başardı.
Medine'ye geri gelip doğruca Peygamber'e gitti. Yaklaşırken kendisini gören Peygamberimiz:
- "Bu adam
muhakkak korkunç birşeyle karşılaşmış" buyurdu. Adam geldi ve:
- "Arkadaşım öldürüldü, ben de öldürülmekten
kıl payı kurtuldum, dedi. Derken Ebû Basir de çıka geldi. Dedi ki:
- "Ey Allah'ın Resulü, sen
vallahi andlaşmana uyarak ahdini yerine getirdin. Beni onlara teslim
ettin. Allah da bana yardım ederek fırsat verdi,
ben de düşmanımı öldürerek
kurtuldum!" dedi. Peygamberimiz bunun üzerine:
- "Hayret! Bu,
harb ateşinin yeniden tutuşmasına sebeb
olabilir!" buyurdu.
Peygamberimiz'in bu sözünden kendisini tekrar
Kureyş'e iade edeceğini sezen Ebû Basir, soluğu kaçmakta aldı. Medine'den ayrılarak Seyfü'l-Bahr'a
gitti. Süheyl'in oğlu Ebû Cendel de bir fırsatim bularak Mekke'den kaçtı ve Seyfü'l-Bahr'a giderek Ebû
Basir ile birleşti. Kureyş'ten her
kim müslümanhğı kabul etse, soluğu
Ebû Basir'in yanında alıyordu. Derken buradaki müslümanlar bir topluluk hâline
geldiler.
Kureyş'in Şam'a
sevkettiği kervanları haber alır almaz,
kervanın önünü kesiyor, bâzılarim öldürüyor, mallarim da ele geçiriyorlardı. Kureyş, böylece kendilerinden iyice rahatsız ve şikayetçi idi. Nihayet
Peygamber'e adamlar gönderip "Allah aşkına
ve aradaki akrabalık hürmetine" diyerek onları oradan aldırmasını istirham ettiler ve
kendilerine ilişilmezlik hakkı tanıdılar. Peygamberimiz de adamlar gönderip onları oradan aldırdı. Bu olay üzerine de şu âyet-i kerimeler nazil oldu:
"Mekke vadisinde
onlara karşı size zafer verdikten sonra, onların
ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çeken Allah'tır! Allah, yaptıklarimzı
görmektedir."
"Onlar öyle kimselerdir ki, inkâr ettiler, sizi mescid-i
harâm'ı ziyaretten ve bekletilen kurbanlıkları yerlerine varmaktan alıkoydular.
Eğer orada, kendilerini tanıyamayacağimz için tepeliyeceğiniz ve bilmiyerek tepelemenizden ötürü, kendileri
yüzünden bir belâya uğrayacağimz
inanmış ve masum bazı erkekler ve kadınlar
olmasaydı; (Allah sizin onlarla savaşmanıza engel olmazdı.
Allah böyle yaptı) ki, dilediği kulları rahmetine kavuştursun! Eğer inananlar ile inanmayanlar birbirlerinden ayrılmış olsalardı,
elbette onlardan inkar edenleri acı bir azaba çarptmrdık."
"O zaman inkâr edenler, kalblerine
kızgınlık ve gayreti, o câhiliye çağimn kızgınlık ve gayretini
koymuşlardı. Allah da Elçisi'ne ve mü'ıninlere
huzur ve güvenini indirdi; onları takva kelimesine (sebata ve ahde vefaya)
bağladı. Zaten onlar, buna layık ve ehil idiler. Allah her şeyi bilendir." [95]
İlgili ayet-i kerime'de işaret olunan "câhiliye çağimn kızgınlık ve gayreti" Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Peygamberliğini ikrar etmemeleri ve sırf câhiliye taassubu ile
Besmele'nin "Bismillahirrâhmanirrahim" şeklinde
yazılmasına karşı çıkmaları idi. Aynı zamanda müslümanların sırf İslâmi bir ibâdet olarak Umre'yi yapmalarına mâni olmaları idi."
Ahmed, Nesâî ve sahihtir
kaydiyle Hâkim, Abdullah bin MugaffeVden şöyle naklederler: Biz, Kur'ân'da da zikri geçen ve
altında "Rıdvan Biati" alınan ağacın gövdesinin
yanında idik. [96]Bu ağacın dalları, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sırtına sarkıyordu. Andlaşmayı
yazacak olan Ali bin Ebû Tâlib ile Süheyl bin Amr de Resûlüllah'ın önünde idiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ali'ye:
-
"Bismillahirrâhmanirrahim" diye yaz!" buyurdu. Süheyl derhal
Ali'nin elini tuttu ve:
- "Bu şekilde Besmele yazamazsın! Biz Kureyşliler olarak Rahman
ve Rahîm ne demektir bilmeyiz. Bildiğimiz şekliyle yazabilirsin" dedi. Peygamberimiz de:
- "Peki,
Bismikallahümme şeklinde yaz!" buyurdu. Ali de yazdı.
Sonra Peygamberimiz: "Bu, Allah'ın
Resulü Muhammed ile Mekke Ehli arasında bir andlaşmadır"
diye yaz!" buyurdu. Süheyl buna da itiraz etti, Ali'nin elini tuttu ve:
- "Sen gerçekten Allah'ın
Resulü isen, bu takdirde biz sana zulmetmiş oluruz. Bizim
an dlaş m al arımız da adet olan şekliyle yazabilirsin!"
dedi. Peygamberimiz de bunun üzerine Ali'ye hitaben:
- "Bu
Abdullahoğlu Muhammed ile Mekke Ehli arasında bir
andlaşmadır" diye yazmasını emretti. Tam bu sırada
üzeri silahlı otuz kadar genç çıkageldi. Üzerimize hücum ettiler. Derhal Resûlüllah Efendimiz, onların
kulaklarimn sağır -gözlerinin de kör-
olması için duâ ettiler. Bizler de yerimizden sıçrayıp onları
yakalayıp getirdik. Peygamberimiz kendilerine: "Buraya
gelmeniz için herhangi bir kimseden bir sözleşme veya emân aldimz mı?" diye sordu. Onlarda:
- "Hayır hiç bir kimseden izin
almadık" dediler. Peygamberimiz de kendilerini serbest bıraktı. (Bu olay
üzerine de yukarıda mealleri yazılmış bulunan âyetler nazil oldu.)
Müslim Câbir'den rivayet eder. O
demiştir ki: "Hudeybiye'ye varıldığında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: "Şu Seniyetü'l-Mürâr'a kim çıkacak olursa, ondan
vaktiyle îsrâil Oğullarından affedildiği kadar günah ve hatâlar affolunur!" Bu nebevi
ferman üzerine o gözetleme tepesine ilk çıkanlar
Hazreç'in atlıları oldu. Sonra herkes sür'atle o tepeye koştu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:
"Hepiniz Allah'ın mağfiretine nail oldunuz! Ancak şu kırmızı deve sahibi hariç" buyurdular. Ashâb, o
kırmızı deve sahibine dediler ki: "Haydi gel de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) senin için Allah'tan mağfiret isteyiversin!" O adam da, şu karşılığı verdi: "Vallahi, benim kaybolan devemi
bulmak, arkadaşimz Muhammed'in bana istiğfar edivermesinden benim için
daha sevimlidir!" O böyle dedi ve kaybolan devesini aramakla meşgul
oldu."
(Ebû Nuaym'in el-Vâkidî'den sevkettiğİ bir rivayette, bu kırmızı deve sahibinin, Damura
Oğullarından bir bedevî olduğu, Resûlüllah'ın askerine dâhil olmadığı, o sırada
kaybolan devesini aramak için askerin içine sokulduğu, devesini aramak maksadiyle Sürâvi' dağına kadar gittiği, orda tehlikeli bir noktada sağı solu gözlerken dengesini kaybederek aşağıya düşüp parçalandığı,
cesedinin yırtıcı hayvanlar tarafından yenildiği şeklinde
fazladan bilgiler vardır.)
Ebû Nuaym Ebû Saîd el-HudrVden
rivayet eder, O şöyle der: "Hudeybiye yılı biz, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte çıktık. Usfân denilen yere vardığımızda
gece yürüyüşüne devam ettik.
Nihayet geçilmesi zor bir tepeye geldik. Ebû Cehil karpuzu denilen bitkisi bol ve çetin bir tepe idi burası.
Bu yüzden Peygamber Efendimiz: "Burada karşılaştığimz bu zorluk, Benî Isrâîi'in
karşılaştığı ve girmekte, zorluk çekerek
imtihan verdiği kapuya benzer. Burada bu zorluğu yenerek tepeyi aşanlara, muhakkak Allah'ın mağfireti vardır" buyurdular.
Hamdolsun selâmetle tepeyi aştık. Sabah da olmak
üzere idi. Sonra binitlerimizden inerek mola verdik. Ben Hazret-i Peygamber'e yaklaşarak: "Ey Allah'ın Resulü, Kureyş ateşimizi görürse, bizını için tehlikeli olmaz mı?" dedim. Peygamberimiz de: "Asla onlar sizi
goremiyecek!" buyurdu. Sabah olunca Efendimiz bize sabah namazını kıldırdı? Sonra şöyle buyurdu:
"Varlığım elinde olan Allah'a yemin
ederim ki, bu gece kafilemizde bulunanların hepsi Allah'ın mağfiretine nail oldular! Ancak bir
adamcağız müstesna!"
Kafilemizin adamları, o adamcağızın kim
olduğuna baktıklarında kafilemizden olmayan bir yabancı bulunduğunu görüp anladılar. Baktık, kaybolan devesini aramak için
yakimmıza kadar gelmiş bir ârabî idi. Sonra Peygamber Efendimiz,
"Yakında öyle bahtiyar müslümanlar gelecektir ki, onların amellerinin
çokluğuna bakarak, kendi amellerinizi azınısarsınız" buyurdular. Biz de:
"Ey Allah'ın Resulü, Onlar Kureyşten midir?" dedik
Resûlüllah Efendimiz ise: "Hayır onlar Kureyşten değil Yemendendir; kalbleri sizden daha yufka ve daha
yumuşak olan kimselerdir" buyurdu. Biz
yine: "Ey Allah'ın Resulü, bu müslümanlar bizden daha mı hayırlı
olacaklar?" diye sorduk. Bizını bu sorumuz üzerine de Peygamber Efendimiz şöyle buyurdular:
"Eğer bir kimsenin
altından bir dağı olsa ve bütün
bu altim Allah yolunda harcasa, sizden
birinizin bir müd veya onun yarısı kadarı ile (bir kısınılık) yaptığı
hayır ve sadakanın sevabına bile yetişemez! Haberiniz olsun ki, bizınıle diğer müslümanların arasındaki farkı, yâni bizim büyük özelliğimizi beyân eden, Allah'ın şu âyetidir:
"Neden sizler Allah yolunda
harcamıyacaksınız ki? Göklerin ve yerin mîrâsı zâten Allah'ındır. Elbette
içinizden Mekke'nin fethinden Önce Allah yolunda harcayan ve savaşanlar, ötekilerle
bir olmaz. Onların derecesi, sonradan infâk eden
ve savaşanlardan daha
büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine en güzel sonucu va'detmiştir. Allah, bütün yaptıklarimzdan
haberdârdır." [97]
Ebû Nuaym, İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hudeybiye'ye indiği zaman, sıcak çok şiddetli
idi. Asker de kalabalık idi. Kuyuda ise bir damla su kalmamıştı.
Bunun üzerine Peygamberimiz biraz su
getirilmesini istedi. Getirilen kuyuya âit bu kova içinde abdest aldı. Mazmaza
yapıp ağzındaki suyu da âit bu kovanın içine bıraktı. Sonra kovadaki suyu
kuyuya döktü. Derken kuyunun suyu yükseldi. Ashâb kuyunun
etrafında idiler. Kuyunun suyunun coştuğunu görünce, su kablarım getirip, bol bol su aldılar."
Ebû Nuaym el-Vâkidî'den nakleder. O şöyle der:
"Naciye bin A'cüm derdi ki: "Hudeybiye'de suyun yokluğundan şikâyet edildiği zaman Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beni çağırdı ve "Şu oku al!" diyerek
okdanlığından çıkardığı oku bana verdi. Sonra bir kova istedi ve bu kovanın
içinde abdest aldı. Ağzında mazmaza yaptığı suyu da bunun içine boşalttı. Sonra bana hitaben: "Haydi kuyuya in,
elindeki oku kuyunun zeminine sapla, bu kovayı da oraya boşalt ve çek!" buyurdu. Ben
de kuyuya indim ve O'nun buyurduğunu aynen yerine getirdim.
Allah'a yemin ederim ki, kuyunun suyu derhal öylesine coştu ki, çıkarken peşimden beni suya garkedecek diye
endişe ettim. Su, adetâ tencerenin kaynaması
gibi kaynıyordu. Nihayet su yükselip kuyunun ağzına kadar doldu. Etrafımda
bekleşmekte olan Ashâb,
koşarak kaplarim getirdiler, hepsi bol bol su
aldılar. Kendilerinin ve hayvanlarimn bütün su ihtiyacim karşıladılar."
Bu sırada, kuyunun yakimnda
münafıklardan da bâzıları vardı. Bu mucizeyi onlarda gözleriyle gördüler. Suyun coşarak
yükselişine bakmakta olan Abdullah bin
Ubeyye hitaben Evs bin Havlı dedi ki: "Ey Ebû'l-Habbâb, üzerinde bulunduğun şey hakkında basiret
sahibi olmanın zamanı, hâlâ gelmedi mi? Gözlerinle gördüğün şu mucizeden sonra, daha neyi
görmek istersin? Senin de bildiğin ve gördüğün gibi, buraya geldiğimizde
kuyunun suyunu çektim, bir içimlik dahî su kalmamıştı. Peygamber Efendimiz kovada
abdestini alıp bu suyu kuyuya döktürmesi ile, kuyunun suyunun coşup hızla yükseldiğini hepimiz gördük. Buna rağmen, hâlâ basiret ehlî olmayacak mısın?"
Abdullah bin Übeyy,
Evs bin Havlî'nin bu sözlerine karşılık:
"Biz, bu gibi şeyleri daha önce de gördük" (?)
demekle yetindi. Aldığı cevap
karşısında hayretler içinde kalan Evs bin
Havlı: "Allah, senin de, senin sakat düşüncenin de cezasını
versin!" demekten kendisini alamadı.
Abdullah bin Übeyy, derhal oradan ayrılarak Hazret-i Peygamber'in yanına gitti. Peygamberimiz de kendisine: "Bugün,
şu gördüğün mucize karşısında
ne dersin?" buyurdu. Abdullah: "Böyle bir şeyi şimdiye kadar hiç
görmemiştim!" dedi. Peygamberimiz de: "O halde demin o söylediklerini niçin
söyledin?" buyurdu. Abdullah: "O söylediklerim için Allah'tan mağfiret dilerim!" karşılığim verdi. Bu baş münafığın oğlu Peygamberimiz'e: "Ey Allah'ın
Resulü, babam için istiğfar ediver de Allah onu affetsin!" dedi. Peygamberimiz de onun için istiğfarda bulundu. "([98]
Buhârî Câbir'in şöyle dediğini rivayet eder: "Hudeybiye'de insanlar susadı.
Resûlullah Efendimiz önündeki su kovasından
abdest aldıktan sonra insanlara dönüp: "Neyiniz var?" diye sordu. İnsanlar da: "Sizin önünüzdeki su kovasında bulunan sudan başka abdest almak ve içmek için
hiç su yoktur" dediler Bunun üzerine Peygamberimiz elini, önündeki su kovasına soktu, parmakları arasından çeşme gibi su akmaya başladı. Biz bu sudan hem içtik, hem de abdest
aldık."
Bu hususta Câbir'e
denildi ki: "Siz o gün orda kaç kişi idiniz?" Câbir de onlara şu karşılığı verdi: "Eğer biz orda yüz bin kişi bile olsaydık, o su bize yine kâfi gelecekti. Fakat
biz o gün orda bin beş
yüz kişi idik." [99]
(Câbir'den çeşitli
tarîklerle bu şekilde rivayet edilmiştir. Beyhekî ve başkaları ise, paygamber efendimizin mübarek parmakları
arasından su akması mucizesinin birkaç kere vukua geldiğini naklederler, az ileride bu
hususta bir bölüm gelecektir.)
Müslim, Seleme bin el-Ekva'dan
nakleder. O şöyle der: "Biz, bir gazvede Resûllüllah ile birlikte idik.
Bir ara şiddetli bir şekilde yiyecek sıkıntısı çektik. Hattâ
binit develerimizden bâzılarim kesmek istedik. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, bizlere yiyecek olarak bütün bulunanları bir
yere toplamamızı emretti. Biz de bir yaygı serdik ve bu yaygimn üzerine neyimiz varsa getirip
koyduk. Ben, toplanan yiyeceklerin yekûnunun miktarim tahmin etmek için yaygıyı toprarlayıp kaldırdım.
Hepsi, bir oğlağı doyuracak kadardı. Biz ise, bin dörtyüz kişi idik. Hepimiz bu yaygı üzerindeki yiyecekten yedik
ve doyduk. Sonra kablanmızr yiyecek ile doldurduk. Sonra Resûllüllah Efendimiz:
"Abdest almaya su var mır**r?" buyurdu. Birisi, içinde çok az su
bulunan su kabim getirdi ve bir tasın içine döktü. Hepimiz bu sudan abdestimizi aldık. Biz yine bin dörtyüz kişi idik." [100]
İbn-i Sa'd, sahihtir kaydiyle Hâkim, Beyhekî ve Ebû Nuaym Ebû Artırandan rivayet ederler. O şöyle der: "Biz bir
gavzede Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte idik. İnsanlar aç kaldılar. Bâzı
binit develerinin kesilmesi için Peygamber Efendimiz'den izin istediler. Ömer ortaya atılıp: "Yâ Resûlellah, bugün
bu şekilde karnımızı doyurduk diyelim! Peki yarın düşmanla hem aç, hem de yaya bir
şekilde karşılaştığımızda hâlimiz nice
olur?" dedi ve ilâve etti: "Ey Allah'ın Resulü, eğer dilerseniz
insanların arta kalan yiyeceklerini bir yaygı üzerinde toplamalarim emrediniz,
sonra bunun bereketlenmesi için dua buyurunuz, Allah'ın bizi duanız bereketiyle
gayemize erdireceğini
ümîd ederiz!"
Bunun üzerine Peygamberimiz, bir yaygı yazılıp
üzerine bütün arta kalan yiyeceklerin getirilip birleştirilmesini emretti. Az veya çok
herkes nesi varsa getirip döktü. Bütün arta kalan
yiyecekler yaygı üzerinde birleştirildi. Sonra Peygamberimiz bir müddet dua buyurdular.
Sonra askere: "Herkes kabim getirsin,
elleriyle yaygıdan alarak kabim doldursun!" diye ilân etti. Kabim bu yaygı üzerindeki yiyecekten doldurmayan
kalmadı. En sonunda yaygimn üzerinde bir o kadar
daha yiyecek kaldı. Bunu gören Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), büyük bir sevinç duydular ve
şöyle buyurdular:
"Ben şehâdet
ederim ki Allah'tan başka bir ilâh yoktur! Yine şehâdet
ederim ki ben Allah'ın Rasulüyüm! Her kim, Allah'tan başka
ilah olmadığına ve Muhammed'in de Allah'ın Resulü olduğuna şehâdet eder olduğu halde Allah'a kavuşacak olursa;
muhakkak cehennemden halâs olur!"
Beyhekî Urve'den şu haberi
nakletmiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hudeybiye'ye indiği zaman Osman bin Affân'ı Kureyşe elçi olarak gönderdi ve ona şu
emri verdi: "Onlara, bizını savaşmak için değil, sâdece Umre yapmak için geldiğimizi haber ver! Aynı zamanda kendilerini İslâm'a da davet et!"
Peygamberimiz ayrıca Osman'a,
Mekke'deki kadın ve erkek mü'ıninleri ziyaret edip görmesini
ve fethin yakın olduğunu müjdelemesini, çok yakın bir zamanda Allah'ın
dînini gâlib kılarak Mekke'de hiçbir kimsenin îmânim gizlemeye
mahal kalmıyacağim haber vermesini de
söyledi. Osman, bu emirle Mekke'ye gitti. Orada Kureyş'i görüp elçiliğini tebliğ etti. Kureyş ise kabul etmedi ve harbe hazırlandı. Peygamberimiz de bunun üzerine
ashabından bîat aldı ve birisi şu nidayı yaptı:
"Herkes duysun! Peygamber'e bîat edilmesi üzerine Cebrâîl (aleyhisselâm) (ilâhi emirle) inmiştir. Bunun üzerine
müslümanlar, ebediyen Peygamberi yalnız
bırakmıyacaklarına daîr biat ettiler. Bu suretle Allah, müşriklerin
kalblerine büyük bir korku saldı. Müslümanlardan rehin aldıklarim serbest
bıraktılar ve Hazret-i
Peygamberden sulh andlaşması yapılmasını istediler.
Bu sırada müslümanlar, Osman bin Affân'ın Mekke'de Kabe'yi ziyaret şerefine nail olduğu hakkında konuştular. Resûlüllah
Efendimiz onların bu sözüne
karşılık: "Biz burada mahsur kalmışken>
Osman'ın tek başına Kabe'yi ziyaret edeceğini
zannetmiyorum!" buyurdu. Derken Osman çıkageldi. Müslümanlar kendisine Kabe'yi tavaf
ettin mi?" diye sordular. Osman şu karşılığı verdi: "Ne kötü zanda bulunuyorsunuz! Allah'a yemin ederim ki,
Resûlüllah Hudeybiye'de mahsur kalmışken, ben Mekke'de bir sene kalsam dahî tek başıma tavaf etmeyi asla düşünmezdim! Aslında Kureyş bana, Kâbeyi tavaf
etmemi teklîf bile etti. Fakat ben kabul etmedim!" Müslümanlar da bunun
üzerine: "Gerçekten Allah'ın Resulü, hepimizden daha iyi biliyor ve daha
güzel zanda bulunuyor" demekten kendilerini alamadılar."
Beyhekî İbn-i İshak'tan nakleder. O der ki:
Bana Yezîd bin Süfyân Muhammed bin Ka'b'ın şöyle dediğini söylemiştir:
"Hudeybiye sulh andlaşmasında. Peygamber
Efendimizin kâtibi, Ali bin Ebû Tâlib idi. Peygamberimiz kendisine:
"Haydi yâ Ali, "Bu, Muhammed bin Abdullah'ın Kureyş ile
andlaşmasıdır" diye yaz!" dediği zaman, Ali, ağırdan alıyor ve bu
şekilde yazmak istemiyordu. O, ancak; "Allah'ın Resulü Muhammed ile"
şeklinde yazmak istiyordu. Peygamberimiz de bunun üzerine kendisine: "Haydi Ali yaz!
İleride aynı durumla sen de karşılaşacak ve istemediğin halde aynı tâvîzi
vermek zorunda kalacaksın!" diyordu." [101]
Ahmed ve Beyhekî, İbn-i Abbâs'ın
şöyle dediğini rivayet ederler: "Peygamberimiz'in ve ashabimn sevkettikleri hedy kurbanları, yetmiş
kadar vardı. Bunlar, Hudeybiye Musâlahası gereğince umrelerini seneye kaza etmek
üzere bu hedy kurbanlarim burada kestiler. Bu kurbanlık develer, Beytullah'tan
menediîmeleri sebebiyle, yavrularimn hasretiyle inledikleri gibi acı acı
inlediler."
El-VâkıdVnin Abdullah bin Ebû Bekir'den
çıkardığı bir habere göre, Huvaytıb bin Abdü'l-Uzzâ demiştir ki: "Ben,
Hudeybiye andlaşma-sınm imzalanmasından sonra geri döndüğüm zaman, Muhammed'in
az zaman sonra kesin galebeyi elde edeceğine muhakkak nazarıyla bakıyordum.
Mekke'ye bu görüşle dönmüştüm. Düşündüğüm gibi de oldu."
Beyhekî İbn-i
Mes'ûd'un şöyle dediğini rivayet eder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) Hudeybiye'den dönüşü sırasında yolda
mola verdi, inip istirahata geçtiğimiz sırda Hazret-i Peygamber:
- "Bizi kim
bekleyecek?" buyurdu. Ben hemen:
- "Ben
bekliyeceğim!" dedim. Resûl-i Ekrem bana:
- "Sen uyur kalırsın!"
buyurdu ve yine: "Bu gece bizi kim bekliyecek?" dedi. Ben yine:
- "Ben
beklerim!" karşılığim verdim. Bu sefer Hazret-i
Peygamber kabul etti
ve:
- "Peki, sen
bekliyeceksin" buyurdu.
Peygamberimiz ve ashâb
istirahata geçtiler, ben de bekçilik yapmaya başladım.
Sabah olurken, Peygamberimiz'in buyurduğu başıma geldi. Olduğum yerde
uyuyakalmışım! Uyandığımda güneş doğmuş idi. Peygamberimiz ve
ashâb da uyandılar. Peygamber Efendimiz bu hususta şöyle dediler: "Eğer Allahü
teâlâ, uyumamanızı dileseydi, sizler de uyuyakalmaz ve sabah namazını vaktinde
kılardimz. Fakat Yüce Allah, bu hususta bizden sonrakilere bir örnek kılmak istemiştir." Sonra kalkıp namaza hazırlandı ve sabah
namazı kaza edildi. Sonra şöyle buyurdular: "Ümmetimden herhangi birisi,
bu durumda kaldığı zaman, o da böyle yapar, yâni namazını kaza
eder." [102]
Sonra insanlar, develerini arayıp
toplamaya başladılar. Bu arada Hazret-i Peygamber'in devesi bulunamadı. Peygamber Efendimiz bana,
"Haydi şu tarafa git ve ara!" buyurdu. Ben de derhal Hazret-i
Peygamber'in dediği tarafa gittim ve arayıp devesini buldum. Devenin
yuları bir ağaca dolaşıp kalmıştı ve el ile çözülmesi adetâ imkansızdı. Çalışıp
çözdüm ve alarak getirdim. Durumu da Hazret-i
Peygamber'e arz ettim." [103]
Beyhekî Mücâhid'in
şöyle dediği haberini nakletmiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) Efendimiz, Hudeybiye'de Mekke'ye vardığı
ve ashâbıyla birlikte umre'lerini yaptıkları, tıraşlarim olarak ihramdan
çıktıkları şeklinde bir rüya görmüş ve bu rüyasını ashabına haber vermişti.
Kabe'ye gitmek mümkün olmayıp kurbanlıklarim Hudeybiye'de keserek ihramden
çıkıldıktan sonra ashâb: "Ey Allah'ın Resulü, siz bizim umremizi edâ
ettiğimiz şeklinde bir rü'yâ görmüştünüz?" dediler. [104]Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)-, onların böyle bir
sorusu ile karşılaşınca, Yüce Allah derhal şu âyetini inzal buyurdu:
"Andolsun, Allah, elçisinin rü'yâsını
doğru çıkardı. înşaallah, emniyet içinde kiminiz başlarim tıraş ederek, kiminiz
saçlarim kısaltarak, hiçbir korku duymaksızın Mescid-i Harâm'a gireceksiniz.
Allah sizin bilmediğinizi bildi ve bundan önce size yakın bir fetih
ihsan eyledi." [105]
Böylece İslâm ordusu Hudeybiye'den geri döndü. Dönüşte de
Hayber'in fethi kendilerine müyesser oldu. Andlaşmada kaydedildiği gibi, ertesi sene de gidip Mescid-i Harâm'a emniyet
içinde girdiler, Umrelerini yerine getirdiler. Peygamber Efendimîz'in gördükleri rü'yâsınm tasdiki de böylece
gerçekleşmiş oldu. Yâni rü'yânın görüldüğü sene değil de, ertesi sene
yerini bulmuş oldu."
Beyhekî, Ebû Nuaym, Ebû Hüreyre'den
şu haberi nakletmiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yatsı namazını kıldıktan sonra, son
rek'atinde şöyle dua ederdi: "Allah'ım, Velîd bin Velîd'e
kurtuluş ver! Allah'ım, Seleme bin Hişam'a kurtuluş ver! Allah'ım Ayyaş bin Ebû Rabîa'ya kurtuluş ver! Allah'ım, mü'ıninlerden müstez'af olanlara
kurtuluş ihsan eyle! Allah'ım, Mudar üzerine de şiddetli bir belâ ver! Onlara,
Yusufun seneleri kadar açlık ve kıtlık seneleri ver!"
Gerçekten Mudarlılar, çok şiddetli bir
açlık ve kıtlığa mübtelâ oldular. O derecede ki, kan ve idrar karışımim bile yemek zorunda
kaldılar. Peygamber Efendimiz ise, müstez'af olan (Mekkelilerîn elinde
kalan) mü'ıninleri kurtuluşa ermelerine kadar, onlar lehine olan duasına devam
ettiler. Sonunda Allah onlara kurtuluş verdi. Peygamberimiz de, onlara
hâs olan duasını bıraktı."
Heysem bin Adiyy El-Ahbâr adlı eserinde
Saîd bin el-Âs'tan
şöyle nakleder: Ebû'l-As, Bedir'de katledildiği zaman ben, amcam
Ebân bin Saîd'in kucağında idim. Amcam, ticâret
maksadiyle Şam'a gitti ve bir müddet orda kaldı.
Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) çokça sövüyordu. Şam'dan döndüğü zaman da ilk
sorduğu şey; "Muhammed ne yaptı?" sorusu olmuştu. Amcam Abdullah,
kendisine §u cevabı vermişti: "Vallahi Muhammed şimdi, eskisinden daha
kuvvetli ve daha izzetli durumdadır!"
Bunun üzerine amcam Ebân, sükût etti ve
eski âdeti veçhile sövmedi. Sonra Kureyş'in iîeri gelenlerine bir ziyafet
verdi. Yemek sırasında onlara dedi ki: "Ben Şam'a gittiğim zaman bir
karyede iken, bir râhib gördüm ve kendisi ile tanıştım. Manastırından tam kırk
sene hiç inmemiş. Bir gün manastırından inip halka va'z etti. Halk kendisini
dinlemek ve görmek için toplanmıştı. Konuşmasını bitirdiği zaman ben kendisine
sokuldum ve kendisiyle konuşmak istediğimi söyledim. O da kabul etti ve benimle
yalnız olarak konuşmayı tercih etti. Ben kendisine dedim ki: "Ben Kureyş'ten bir adamım. Bizde bir adam zuhur etti ve
kendisinin Allah'ın Resulü olduğunu iddiada bulundu." Râhib bunun üzerine bana: "O adamın adı
nedir?" diye sordu. Ben: "Onun adı Muhammed'dir" dedim. Râhib
tekrar: "Peygamberliğini ilân edeli ne kadar oldu?" diye sordu. Ben: "Yirmi
sene oldu" dedim. Râhib: "Ben sana O'nun kim olduğunu anlatayım mı?" dedi. Ben de:
"Evet" dedim. O'nu bana öyle
anlattı ki, O'nun hiç bir sıfatında hata etmedi. Sonra da şu sözlerde bulundu:
"O, vallahi şu ümmetin Peygamberidir ve O, Ailah'a yemin ederim ki
davasını izhar edecektir!" Böyle dedikten sonra da benden ayrılıp
manastırına girdi. Ayrıca bana şu tenbihde de bulunmuştu: "Sen, o
Peygamberliğini ilân eden Muhammed'e benden selâm götür!" Benim o rahiple
konuşmam, Hudeybiye andlaşmasının yapıldığı zamana rastlıyordu."[106]
Halid bin Velid'in Müslüman Oluşu
İbn-i Sa'd ve Beyhekî Hâlid bin
Velîd'den rivayet ederler. O şöyle demiştir:
"Azız ve Celîl olan Allah, benim hakkımda hayır ve hidâyet dilediği zaman,
benim kalbime müsîümanlık sevgisini attı. Doğruyu görmeyi bana nasîb etti.
Zaten ben kendi kendime: "Bugüne kadar Peygamber'in aleyhine katıldığım
bütün vak'a ve harblerden döndüğüm sırada, isabetli hareket etmediğimi düşünür,
er veya geç Muhammed mutlaka davasında başarılı olacaktır" derdim. Benim
yine böyle bir vicdan muhasebesi yaptığim sırada, Peygamber (aleyhisselâm) Hudeybiye seferine çıkmıştı. Ben de
müşriklere âit süvariler arasında çıkmış, îslâm Ordusuna yaklaşmış, Usfân
denilen yere gelip tam Peygamber'in hizasında vaziyet almıştım. Peygamber
ashabına bizim önümüzde öğle namazını kıldırıyordu. Biz bu sırada Kureyş'in
atlıları olarak ve tam zamanıdır diyerek onlara saldırmayı tasarlamıştık. Fakat
bu düşüncemizi tatbik etmedik. Peygamber ise bizını bu kasdımızdan haberdâr
edildi. İkindi namazını ashabına Havf Namazı olarak, yâni nöbetleşe bir şekilde
kıldırdı. [107]
O'nun böyle bir tedbîr alması, namazı
kıldırırken bile bir tedbîre tevessül etmesi; doğrusu bizını üzerimizde çok
te'sîr etti. Ben kendi kendime dedim ki: "Bu adam,
muhakkak Allah tarafından korunuyor." Sonra suvâri -kuvvetleri- ......... ayrılıp değişik yerlerde mevzilendik.
Peygamber bu hareketimize karşı dahî tedbîr aldı ve
bizim atlıların yolundan saparak sağ istikâmeti takîb etti. Ben de yolumu takîbederek
Kureyş'e durumu haber vermeye gittim.
Peygamberimiz, Hudeybiye'de
Kureyş ile bir barış andlaşması yaparak geri döndüğü zaman, kendi kendime sordum: "Şimdi geride ne kaldı? Ne yapmam, nasıl hareket etmem
doğru olur? Yemen kralı Necâşî'ye gitsem, O, Peygambere tâbi olmuş ve
Peygamberin ashabim himayesine almış durumda. Yoksa Rûm diyarimn kralı
Herakliyus'a mı gitsem? Yahut da kendi dînim olan putperestliği bırakarak
hiristiyanlığa veya yahûdîliğe mi girsem? Yoksa kalkıp Acem diyarına giderek
onların dînine mi girsem? Arabın dîninden Acemin dînine geçmek de benim için ne
kadar ayıp olur? Yoksa, kendi ülkemde kendin dînimde, diğer Araplar gibi sabır
ve sebat mı etsem?" İşte ben, böyle tereddüdler içinde kıvranırken Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kureyşle olan
andlaşması gereği Umresini kaza için asn âbı ile birlikte Mekke'ye geldi. Demek
ki aradan bir sene geçip gitmişti. Peygamberle birlikte kaza umresi'ne gelenler
arasında kardeşim Velîd bin Velîd de vardı. Ben, müslümanların Mekke'ye
girişlerini ve Umre yapışlarim görmemek için, ortalıktan kayıp oluverdim.
Kardeşim beni hayli aramış ve bulamamış. Nihayet bana bir mektup yazıp
göndermiş. Mektubunda ise şöyle diyordu:
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın
adıyla. Bundan sonra derim ki:
Kardeşim, sen hem bu kadar akıllı ol, hem
de İslâm'dan kaçıyor ol, doğrusu bunun kadar şaşılacak bir şey görmedim!
İslâm'ın ne olduğuna gelince: Şimdi bunu bilmiyen mi var? Peygamber efendimiz, seni benden
sordu ve, "Halid nerededir?" buyurdu. Ben de: "İnşaallah gelir" dedim. O da buyurdu ki:
"Halid gibi biri, İslâm'ın ne olduğuna
cahil kalmış olamaz! Şimdi o, gücünü ve kahramanlığim müslümanlarla birleştirmiş olsa, kendisi için ne kadar da hayırlı
olur!"
Kardeşim hiç durma, acele et! Kaçırdığın nice güzel
fırsatları, derhal telafi eyle!"
İşte ben kardeşim Velîd'in bu şekilde yazdığı mektubunu alınca, İslâm'a rağbetim arttı ve Resûlüllah'ın sözleri beni çok sevindirdi. Zâten
o günlerde şöyle bir rü'yâ da görmüştüm:
"Sanki ben, dar ve bitkisiz bir arazide idim ve buradan çıkıp geniş ve yeşillik bir arazîye
gitmişim." Kardeşimin bu mektubunu alınca, tamam dedim,
benim gördüğüm rü'yâ da buna çıksa
gerekir. Yani böyle yorum yaptım. Medine'ye vardığımız zaman, bu
rü'yâmı Ebû Bekime muhakkak açmalıyım, dedim ve kendisini görerek
rü'yâmı ona naklettim. O da bana dedi ki;
"Bak Hâlid,
gördüğün bu rü'yâdaki dar ve bitkisiz arazî, senin içinde
bulunduğun şirk hâlini gösteriyor. Çıkıp gittiğin yeşillik ve bol arazî ise,
Allah'ın seni hidâyette kılacağı İslâm demektir."
Bunun üzerine
ben, Peygamber Efendimiz'e
gitmeye kesin karar verdim. Fakat yalnız olarak gitmek de istemedim. Acaba bana
kim arkadaş olur? diye
düşünürken, yolda Safvân bin Ümeyye ile karşılaştım.
Ona dedim ki: "Ey Ebû Vehb, içinde bulunduğumuz durumu, düşünüp görmüyor musun? Artık Muhammed'in Arab'a ve Acem'e
galebe çaldığı açıkça ortaya çıkmıştır.- Birlikte O'na
gitsek ve güzelce müslüman olsak, bizını için ne kadar hayırlı olacak! Hem,
Muhammed'in şerefi bizını
şerefimiz, O'nun üstünlüğü bizını üstünlüğümüz değil midir? Safvân, benim bu teklîfîmi şiddetle red etti
ve: "Tek başıma kalsam, yine de ben ebediyen Muhammed'e tabî
olmam!" karşılığim verdi.
Bunun üzerine ayrıldık. Ben giderken kendi
kendime: "Bu adamın kardeşi ve babası
Bedir'de öldürüldüğü için bu derece şiddet ve öfke ile dolu" dedim
ve bu sefer de Ebû Cehl'in oğlu tkrime ile karşılaştım. Kendisine Safvân
bin Ümeyye'ye söylediklerimin aynısını söyledim.
O da bana, Safvân'ın verdiği cevâbın aynısını verdi. Fakat ben kendisine:
"Ey Ikrime, sana olan bu teklifimi bir sır olarak sakla" dedim. O da:
"Olur, kimselere söylemem"
dedi. Ben, Hazret-i Peygamber'in yanına mutlaka bir arkadaşla
gitmek istediğim için, bu durumda evime döndüm ve binit devemin hazırlanmasını emrettim. Sonra
deveme binerek Osman bin Talha'nın yanına gittim. Ona da aynı teklifi yapmak
istiyordum. Fakat onun da atalarından öldürülenleri
hatırlıyor, diğerleri gibi onun dahî
teklifimi red edeceğinden endişe
ediyordum. Fakat bu tededdüdü-mü yenerek, derhal ona gittim. Durumu kendisiyle
etraflı olarak görüştüm ve: Bu durumda biz, inine bir kova su atılsa
derhal çıkacak durumdaki bir tilkiye benziyoruz. Küçük bir bahane ile içinde bulunduğumuz şirk yuvasından ayrılıp
müslümanlığa kavuşmamız, çok kolay ve yakındır" dedim ve Öncekilere
yaptığım teklifi, açıkça ona da yaptım. Osman ise, derhal teklifimi kabul etti
ve bana dedi ki: "Derhal hazırlıklarımızı yapalım ve yola çıkalım. Ye'cic'de buluşalım, oraya ben erken varırsam seni bekleyeyim, sen
erken varırsan beni beklersin" dedi. Ben de peki dedim ve evime dönerek
hazırlığımı tamamladım. Seher vakti yola çıktık, şafak atmadan da Ye'cic'de
birleştik. Birlikte yola devam edip Hüdde denilen yere geldiğimiz zaman, Amr bin el-Âs ile karşılaştık. O bize
"Merhaba arkadaşlar!"
diye hitap etti. Biz de kendisini "Merhaba" diyerek karşıladık. Sonra bize "- yolculuk nereye?" diye
sordu. Biz de kendisine "- Sizin çıkış sebebiniz nedir?" dedik. O tekrar sordu:"- Sizin çıkış sebebinizin ne olduğunu söyler misiniz?" Biz
de kendisine: "- Biz müslümanlığı kabul etmek maksadıyla yola çıktık"
cevabim verdik. Amr da aynı maksatla yola çıktığim bildirince, birlikte yolumuza
devam ettik. Nihayet Medine'ye vardığımızda binit
develerimizi Harra'nın ortasında bıraktık. Gelişimiz, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) haber verilmiş ve kendileri
bundan çok sevinç duymuşlar. Harra'da hazırlığımızı yaptık. Ben en
güzel elbisemi giyerek Hazret-i Peygamberin huzuruna çıkmak istedim ve öyle
de yaptım. Beni ilk karşılayan kardeşim Velîd oldu
ve bana: "Hemen huzura çık, sizin gelişiniz Peygamber Efendimiz'e haber verilmiş ve kendileri
bundan çok sevinmiştir! Ve şu anda O, sizleri
beklemektedir" dedi. Biz de hızla yürüyerek O'nun huzuruna gittik. Hazret-i Peygamber, devamlı tebessüm buyuruyordu.
Ben kendilerine "Selâm sana, ey Allah'ın Peygamberi!"' diyerek selam
verdim. O da bizlere, güler
yüzle selam verdi. Ben, derhal şehâdet getirdim:
"Ben gerçekten
şehâdet ederim ki, Allah'tan başka
ilâh yoktur, sen de gerçekten Allah'ın Resulüsün!"
Benim müslüman olmam
üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Seni hidâyette kılan Allah'a
hamdederim! Ben, gerçekten senin aklına güveniyor, bu aklın, seni ancak hayır
ve iyiliğe kavuşturacağim ümîd ediyordum!"
Ben dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü,
biliyorsunuz ki ben, birçok yerde cephede sizin aleyhinize faaliyetlerde
bulundum. Siz, benim için Allah'tan mağfiret isteyiveriniz de Allah-beni affetsin!"
Efendimiz de bunun
üzerine:
"İslâm, kendinden öncekileri keffâretler" buyurdu,
Hâkim, İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini haber vermiştir: "Bir gazvede Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Usfân'da müşriklerle karşılaştı. Orada öğle namazını kıldırırken müşrikler onu gördüler ve bunu bir fırsat bilerek saldırmak istediler.
İçlerinden biri: "Onların, bundan sonra da
kılacakları bir namazları vardır, onlar bu namazı çocuklarim ve mallarim sevdiklerinden daha fazla severler. O ikindi
namazıdır. O namazı kılarlarken saldırır, haklarından geliriz" dedi. Müşrikler de bunun üzerine saldırma işini te'hîr ettiler. Bunun
üzerine şu âyet-i kerîme nazil oldu:
"Sen onların içinde bulunup
kendilerine namaz kıldırdığın vakit." (Nisa Sûresi, 102.) İşte bu âyet-i celîle, korku ve tehlike zamanlarında
kılınacak namazın şekil
ve esaslarim beyân etti. Aynı zamanda o
sırada Peygamber Efendimiz'e müşriklerin neyi tasarladığı da bildirildi. İkindi vakti geldiğinde müşrikler, Peygamber Efendimizin ön tarafında ve kıble cihetinde idiler Peygamberimiz de müslümanlan iki saf yaptı, her bir saf nöbetleşe namaz kıldı. Müşrikler, müslüman saflardan
birinin Hazret-i Peygamber ile rükû' ve secde
ettiklerini, diğer safın ise ayakta durduklarim ve kendilerini
gözetlediklerini görünce, müslümanlara birşey
yapamıyacaklarim anladılar ve "Kendilerine yapmayı tasarladığımız
saldırıyı haber almışlar,
biz bunlara birşey yapamıyacağız!" dediler."[108]
Zigarad Gazvesinde Vukua Gelen Mucize ve
Fevkalâdelikler
Müslim, Imrân bin Husayn'ın şöyle dediğini haber verir: Müşrikler Medine otlağına baskın yaparak serbestçe
yayılmakta olan develeri sürüp götürdüler. Bu meyanda bir kadim da esir
etmişlerdi. Peygamberimizin el-Adbâ adındaki
devesi de müşriklerin götürdükleri develer arasında bulunuyordu. Esîr düşen
kadın, geceleyin develerin araşma girdi,
hangisinin üzerine elini koysa, o deve yaramazlık edip bağırıyordu. Derken bir
devenin üzerine elini koyduğunda, bu deve kendisine yakınlık ve uysallık gösterdi. O da bu deveye binerek
oradan uzaklaştı ve Medine'nin yolunu tutarak geri
geldi. Ona bu yakınlık ve uysallığı gösteren, Peygamberimiz'in devesi el-Adbâ idi. El-Adbâ,
böylece hem kendisini kurtarmış, hem de o kadımın kurtuluşuna
sebeb olmuştur."
Beyhekî, Ebû Katâde'nin oğlu Abdullah tarikiyle şöyle rivayet eder: Bir gün Ebû
Katâde, Medine'ye gelen satıcıdan bir at almıştı.
Yolda kendisiyle karşılaşan Mes'ade el-Fizârî
"Ey Ebû Katâde, bu atı ne yapacaksın?" diye takıldı. Ebû Katâde de:
"Resûlüllah ile birlikte Allah yolunda gazaya gitmek için besliyeceğim!" dedi. Mes'ade:
" -Siz öyle bir
gazada öldürmek ne kadar kolay olur!" dedi. Onun
bu küstahlığına kızan Ebû Katâde: <
-Öyle bir gazada, bu atın üzerindeyken seninle karşılaşmak
isterim!" dedi. Mes'ade de alaylı bir şekilde:
" -Âmîn"
diyerek karşılık verdi. Bir gün, Ebû Katâde, sevdiği
ve iyi baktığı bu
atma, cübbesinin etek ucuna doldurduğu
hurmaları yediriyordu. At, birden bire başim kaldırıp kulaklarim dikti. Ebû Katâde de:
" -Allah'a yemin ederim ki bu, bâzı
atların kokusunu aldı!" dedi. Ne kadar ibretli ve hikmetlidir ki, onun bu
sözünü işiten anası, derhal şu uyarıda bulundu:
" -Oğlum, sen ne yapıyorsun? Biz, aklı başında insanlar olarak, câhiliye çağında bile kehânette bulunmazdık. Şimdi, Peygamberimiz Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) getirdiği İslâm Hidâyeti üzerinde bulunduğumuz halde mi, kâhinlik yapacağız?"
Fakat, Ebû Katâde'nin atı, yemini yerken
birden başim kaldırır ve kulaklarim diker,
Ebû Katâde de: "Vallahi atların kokusunu aldı!" der ve derhal atim eğerler ve' üzerine binerek silâhı ile birlikte atım
sürer.
, Kendisiyle karşılaşan bir adam:
"Likâh: damızlık develer alimp götürüldü. Peygamberimiz ve ashâb onu
aramaya çıktılar!" haberini iletir. Bunun üzerine atim süren Ebû Katâde, Peygamberle
karşılaşır. Peygamberimiz kendisine der ki:
"Atim sür, ey Ebû Katâde! Allah yoldaşın olsun!" Ebû Katâde der ki: "Ben de hızla atımı
sürdüm, baktım develeri sürüp götürüyorlar. Peşlerinden yetişip kendilerine hücum
ettim. Üzerime ok atmaya başladılar. Bu arada ben
alnımdan yaralandım. Okun temrenini çıkardım. Bu sırada güçlü bir süvari
üzerime geldi, yüzü zırhlı idi. Yüzünden zırhim açtı
ve: "İşte ey Ebû Katâde,
Allah beni seninle karşılaştırdı" dedi. Yüzünü
açınca onun, Mes'ade el-Fizârî olduğunu gördüm. Bana, "Ölümlerden ölüm beğen!" dercesine, "söyle ey Ebû Katâde,
dövüşelim mi, vuruşalım mı, yoksa güreşelim mi?" dedi.
Ben de "Sen seç!" dedim. O, "Peki güreşelim" dedi ve atından indi. Ben de atımdan indim
ve hemen tutuştuk. Derken ben
kendisini yere indirip göğsüne çöktüm.
Elimi onun kılıcına attığımda:
, "Beni öldürme, çocuklarıma bağışla" dedi. Ben, kendisini serbest bırakamıyacağımı söyledim
ve onu kendi kılıcımla orda öldürdüm. Silâhım,
elbisesini ve atim alarak askere
yetişip saldırmak istedim. Bu sırada kendi atım
ürkerek uzaklaşmıştı. Ben Mes'ade'nin atı
üzerinde askere yetiştim.
Onlar da Mes'ade'nin atim görünce durumu anladılar.
Mes'ade'nin kardeşi de asker arasındaydı. On yedi kadar kişiyle
birlikte ilerliyordu. Ben onlara saldırıya gaçtim ve Mes'ade'nin kardeşini
de okla yaraladım. Peygamberimiz'in devesi Likâh, bunların yanında idi. Ben Mes'ade'nin kardeşini de yaralayınca onun etrafındakiler
dağılıver-diler. Ben mızrağımı uzatarak Likâh'ı habsettim. Derken Peygamberimiz ve ashabı da
arkadan yetiştiler. Askerin olduğu yere geldiklerinde benim atımla karşılaşmışlar.
Atımın arka ayaklarimn sinirleri
kesilmiş bir vaziyette imiş. Bunun farkına varan
birisi:
" -Ey Allah'ın Resulü, Ebû Katâde'nin
atimn arka sinirleri
kesilmiş!" demiş. Peygamberimiz de kendisine iki defa:
-Vay sana, harpte
nice düşmanla karşılaşacaksın" demiştir. Peygamberimiz ve ashabı, benim
Mes'ade ile mücâdele ettiğim yere geldikleri zaman, yerde bir adamın, benim
elbiselerimin altında cansız yatmakta olduğunu görmüşler. Hemen adamın biri:
-Yâ Resûlâllah, Ebû
Katâde şehîd düşmüş!" diye konuşmuş. Peygamber Efendimiz ise:
-Allah esirgesin! Ebû
Katâde Allah'a yemin ederim ki, şarkı
söyleyerek düşmanın izinden gitmektedir!" buyurmuştur.
Ömer ile Ebû Bekir, koşarak yerde yatmakta olan adamın yanına gitmiş ve
üzerindeki elbiseyi kaldırmışlar. Onun Mes'ade olduğunu görünce "Allahü
Ekber!" diyerek tekbîr getirmişler ve: "Allah ve Resulü, sözünde gerçektir" diyerek
Resûlüllah'ın mucizevî bir şekildeki konuşmasını tasdik etmişlerdir.
Ben, bu sırada müşriklerin
elinden kurtardığım damızlık develeri sürüp getiriyordum. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beni görünce
" -Ey Ebû Katâde, yüzün felah ve
saadette olsun! Sen, atlı askerlerin efendisisin! Yüce Allah, sana, senin
evlâdına ve ahfadına, iyilik ve bereketler ihsan eylesin!" diyerek sena ve
dualarda bulundu. Sonra dedi ki:
" -Ey Ebû Katâde, alnındaki nedir?" Ben de:
" -Düşmana
yetiştiğim zaman, attıkları okla yaralandım"
dedim. Peygamberimiz:
" -Bana yaklaş bakayım!" buyurdu. Ben de kendisine yaklaştım.
Meğer ben, alnıma isabet eden okun, yalnız ağaç kısmim çıkarmışım, temreni ise hâlâ
duruyormuş. Peygamber Efendimiz,
kendi mübarek elleriyle alnımdaki ok temrenini çıkardı, sonra mübarek tükrüğü
ile ilaçlandı ve mübarek elini yaramın üzerine koyarak biraz tuttu. O*na Peygamberlik veren Allah'a yemin
edirim ki, bundan sonra bu alnımdaki yaranın ne bir
acısını duydum, ne de
bir kanama oldu."
İbn-i Sa'd, Salih bin el-Keysân'ın şöyle dediğini haber vermiştir:
"Mihraz bin Nadla dedi ki: Birinci kat semânın kapısının bana açıldığim gördüm, bu kapıdan girerek yükselmeye başladım.
Sonunda tâ yedinci kat semaya kadar vardım. Oradan da ilerleyerek Sidre-i
Müntehâ'ya kadar çıktım. Orada bana denildi ki: "İşte senin menzilin
burasıdır!" Ben bu rü'yâmı Ebû Bekir'e arz ettim. Zira o, insanların en
iyi rü'yâ tabir edeni idi. Bana dedi ki: "Ey Mihraz, sana müjdeler olsun! Sen şehid olacaksın!"
Bu rü'yayı gören
Mihraz bin Nadla, bu rü'yadan bir gün sonra, Zîkırad Gazvesi'nde şehid düştü[109]
Zübeyr bin Bekkâr şu
haberi verir: Bana İbrahim, bin Hamza rivayet etti. İbrahim bin el-Haris demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Zîkırad Gavzesi'nde bir suya uğradılar, bu suyun adim sordular.
Dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, bu suyun adı Beysan'dır, suyu da acı ve
tuzludur." Bunun üzerine Peygamber efendimiz: "Hayır, bu suyun adı Na'ınân'dır, suyu da hoştur!" Efendimiz,
böyle buyurarak suyun adim değiştirdi ve tadımın değişmesi için de şefaatçi
oldular. Adım değiştiren Peygamberimiz, tadim değiştiren de Yüce Allah
oldu. Ashabtan Talha, bu suyu satın alarak Allah yolunda tasadduk eyledi ve
vakfetti."[110]
Hayber Gavzesi'nde Vukua Gelen Mucize ve
Fevkalâdelikler
Buhârî ve Müslim, Seleme bin el-Ekva'dan rivayet
ederler. O demiştir ki: Biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Hayber'e doğru geceleyin yola çıktık. İçimizden biri Amir bin el-Ekva'a
dedi ki: "Haydi, o senin güzel şiirlerinden biraz böyle de
dinliyelim!" Amir, şâir bir adamdı ve
gerçekten güzel şiirler
söylerdi. Kendisine yapılan bu rica
üzerine şunları söylemeye başladı:
' "Allah'ım, eğer sen olmasaydın, biz
doğru yolu bulamazdık! Sa'daka da vermez, Namaz da
kılamazdık!"
"Bağışla bizleri, bütün
yaptıklarımız feda olsun Sana! Ayaklarımızı sabit kıl karşılaştığımız
zaman düşmanla!"
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, " Bu güzel şiiler
söyleyerek kafileyi sevkeden kimdir?" buyurdular. "Amir'dir"
dediler. Peygamberimiz de: "Allah
ona rahmet eylesin!" buyurdu. Dediler ki: "Ey Allah'ın resülu, siz böyle dua edince, Amir'i kaybedeceğiz demektir. Onu bize bağışlasamz
da kendisiyle biraz faydalansak daha iyi olmaz mı?" Asker dizilip savaş vaziyeti aldığı zaman, Amir kılıcına el attı ve
karşısındaki yahûdiyi ayaklarından vurmak istedi. Fakat
kılıcı geri tepip kendi dizine dokundu. Bundan aldığı yaranın tesiri ile vefat
etti."
(Bu haberi Müslim, diğer bir vecihten de rivayet etmiştir. Bu vecihte ise
şöyle denilmiştir: "Bu şiiri söyleyen kimdir?" diye Hazret-i Peygamber'in sorusuna,
"Amir'dir" denildiği zaman, Efendimiz "Rabbin
seni bağışlasın, ey Amir!"
dedi. Peygamberimiz, her kim hakkında
bu şekilde duada
bulunursa, muhakkak o kişi, şehid düşerdi. Bunun için kendilerine: "Yâ
Resülallah, onu bize bağışlasan olmaz mı?"
denilmişti.) Diğer bir rivayette ise şöyle denilmiştir: (Her kimin hakkında Efendimiz, Özel olarak istiğfarda bulunursa, o kişi muhakkak şehid düşerdi.)
Buhârî ve Müslim Seki bin Sa'd'dan şöyle
nakleder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hayber günü buyurdular ki:
"Ben, şu sancağı yarın, Allah'ın kendi elleriyle bize
fetih nasib edeceği
birine vereceğim!" Sabah olduğu zaman efendimiz, "Ali
nerede?" diye sordu. Kendisine verilen cevapta, Ali'nin iki gözünün de ağrıdığı söylendi. Peygamberimiz de: "Onu bana
getiriniz!" buyurdular. Ali geldiği zaman, mübarek tükrüğünü onun gözlerine
sürerek ilaçladı ve kendisinin şifâ bulması için Allah'a
dua etti. Ali'nin de bunun üzerine gözleri iyi oldu. Hiçbir
acısı kalmadı."
Yine Buhârî ve Müslim Seleme bin el-Ekva'dan rivayet ederler. O der
ki: "Hayber seferinde Ali, rahatsızlığı sebebiyle Peygamber Efendimiz'den
geri kalmıştı. Her iki gözü de ağrıyordu.
Fakat: "Ben, Hazret-i
Peygamber'den nasıl ayrı kalabilirim?" dedi ve
arkadan yetişti. Fetih gününün
gecesinde, akşam üzeri idi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Yarm ben bu sancağı, Allah'ın da Resülü'nün de sevdiği bir kişiye vereceğim! buyurdu. Sabah olunca» birde ne görelim, sancağı Ali'ye verdi. Biz ise, Ali'nin rahatsızlığı
sebebiyle Resülüllah'ın huzurunda bulunabileceğini ve sancaktar olacağını ümit
etmiyorduk. Dediler ki, İşte bu Ali'dir. Peygamber sancağı kendisine verdi. Hayber kalasını da Yüce Allah,
onun sancaktarlığında müslümanlar için
fethetti."
Bu rivayeti Haris
ve Ebû Nuaym şu şekilde vermiştir: Ali,
sancağı aldıktan sonra kal'aya doğru ilerledi
ve kal'anın yakimna sancağı dikti. Kal'adan başım çıkaran bir yahudi, "Sen kimsin?" dr#e
bağırdı. O da "Ali" diyerek cevap verdi. Yahudi bunun üzerine:
" Âli olacaksınız, üstün geleceksiniz" dedi ve
Allah'ın Mûsa'ya indirdiği Tevrat üzerine yemin etti. Ali de bulunduğu yerden hiç gerilemeksizin, onun elleriyle Allah
bize Hayber'in fethini müyesser kıldı."
Ebû Nuaym der ki: Bu haberde, bu yahudinin>
kitaplarından edindiği bazı bilgilerle, Hayber'in kimler tarafından
fethedileceğine dâir önceden
bilgi sahibi olduğu anlaşılmaktadır."
[111] (Yukardaki kıssanın İbn-i Ömer, İbn-i Abbâs, Sa'd bin Ebû Vakkâs, Ebû Hüreyre, Ebû Sâid
el-Hudrî, İmrân bin Husayn, Cabir ve Ebû Leylâ
el-Ensari gibi sahabiler tarafından da rivayet edilmiş olduğunu görmekteyiz. Keza aynı
mealdeki bir rivayeti de Büreyde'den nakletmiştir, Beyhekî ve Ebû Nuaym.).
Ahmet Ebû Yâ'Lâ, Beyhekî ve Ebû Nuaym, ayrıca Ali'nin şöyle demiş olduğunu naklederler: "Hayber günü Resülüllah
Efendimiz'in mübarek tükrüğü ile gözlerimi ilaçlayıp tedavi etmesinden sonra, bir daha ne
gözlerim ağrıdı, ne de bir baş ağrısı
duydum."
Beyhekî ve Taberânî ve Ebû Nuaym, Abdurahman bin Ebû Leyla'dan şöyle naklederler: "Ali, çok sıcak bir günde
astarlı ve kaim cübbe giyer, hiç sıcağa aldırış etmezdi. Keza çok soğuk bir günde de hafif bir elbise giyer, hiç soğuğa aldırmazdı. Kendisine
sorulduğunda: "Ben Hayber seferi'ne arkadan katıldığım halde, fetih gününün gecesi akşamında Resülüllah Efendimiz; ertesi günün sabahında
sancağı, Allah ve Resülü'nün
sevdiği bir kişiye vereceğini buyurmuş ve sabahleyin sancağı bana vermişti.
Benim için bu sırada dua etmişti. Sonra benim hakkımda
demişti ki: "Allah'ım, Ali'yi sıcaktan ve soğuktan da koru!" İşte Resülüllah'ın bu duasından sonra ben, soğuk nedir
sıcak nedir hiç duymam."diyerek karşılık vermiştir.
Taberânî el-Eysat'ında Süveyd bin Gafle'den şöyle nakleder: "Biz Ali ile
karşılaştık. Üzerinde soğuğa rağmen hafif bir elbise vardı. Dedik ki: Ey Ali burası
sizin oraya benzemez, burası soğuktur, siz de soğuğa karşı tedbirli olmalısınız!" O bize verdiği cevapta şöyle dedi: "Vaktiyle soğuk havada ben de herkes gibi üşürdüm. Hayber'de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ağrıyan gözlerime mübarek tükrüğünden
çalarak ilaçlamıştı ve benim için dua etmişti. İşte o günden beri ben, ne sıcak, ne de soğuk nedir bilmem. Gözlerim de hiç
ağrımadı."
İbn-i İshak, Hâkim, Beyhekî Câbir'den rivayet ederler.
O şöyle demiştir: "Müslümanlar Hayber'i kuşattığı
zaman, Yahudi Merhab kal'adan çıkarak kendisine mübariz istedi ve müslümanlara
meydan okudu. Muhammed bin Mesleme ortaya atıldı ve ona mübâriz oldu.
Derhal Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dua buyurup: "Haydi, onun üzerine yürü!" buyurdu ve:
"Allah'ım, ona yardım et de düşmanim haklasın!
"diyerek Allah'a niyaz eyledi. îkisi tutuştular. Muhammed bin Mesleme, düşmanın hakkından geldi ve onu yere serdi." [112]
Beyhekî, Mûsâ bin Ukbe ve Urve tarîkıyla şu haberi nakletmiştir: Hayber
Günü, Hayber ehlinden siyah bir köle
efendisine ait koyunları da önünde sürerek geldi ve: "Eğer ben müslümün olursam, bana ne var?" diye
sordu. Peygamberimiz de kendisine:
"Müslüman olursan sana cennet var!" buyurdu. O da derhal müslüman
oldu. Sonra şöyle dedi: v"Ey Allah'ın Resulü, benim
sürüp getirdiğim şu koyunlar, benim yanımda emânet idi. Ben bunları ne
yapacağım?" Peygamber Efendimiz de:
"Bu koyunları, bizını askerimizin dışına çıkar sonra Hayber'e
doğru sür! Yüzlerine kum
atarak ve kendilerini o tarafa doğru
ürküterek kovalayıver! Onlar, âit oldukları yere giderler." Müslümanlığı kabul eden o habeşî de böyle yaptı. Koyunlar koşturarak yerlerine döndüler. Koyunların sahibi olan yahûdi durumu görünce, kölesinin müslüman olduğunu sezdi.
Bu müslüman olan ve bu suretle hürriyetini kazandığı gibi cenneti de hak eden
habeşî, savaşta bir de şehîd mertebesine nail oldu. Peygamberimiz de bunun üzerine:
"Gerçekten Yüce Allah, bu kuluna çok büyük ikramda bulundu, onu hayır ve
keramete nail eyledi. O gerçekten
içten gelerek müslüman oldu! ve ben, onun başucunda iki cennet hûrîsmîn nöbet
tuttuğunu da gördüm!" buyurdu.
Hâkim ve Beyhekî Şeddâd bin el-Hâd'tan
rivayet eder: Bedevi Araplardan biri, îman edip hicret etmişti.. Hayber Gazvesi
gününde alman ganimetleri taksını eden Peygamberimiz, bu ârâbîye de
hissesini ayırıp verdi. Arâbî dedi ki: "Ben Sana, bu ganimet payim almak
için tabî olmadım. îslâm uğrunda şehîd
olayım ve cennete gideyim, diye tabî oldum!" Efendimiz de buyurdu ki:
"Eğer Allah'a karşı sözünü tutarsan, Allah da sana şehitliği nasîb eder!" Sonra savaş başladığında, onun şehid olduğu görüldü. Efendimiz de:
"Sözünü tuttu, Allah da ona şehitlik nasîb eyledi!" buyurdu."
[113]
Beyhekî İbn-i İshak tarikiyle şu haberi rivayet eder: "Müslüman
olanlardan bâzıları Hayber'de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında gelip: "Ey Allah'ın Resulü, bizler
çok aç kaldık, elimizde hiçbir şey bulunmamaktadır"
dediler. Peygamber Efendimiz de
Yüce Allah'a niyaz etti: "Ey Allah'ım, Sen bu kullarimn hâlini bilmektesin! Bunlar çaresiz kalmışlar, benim dahî elimde
kendilerine verecek birşeyim bulunmamaktadır. Kendilerine bir
büyük ganimet nasîb eyle. diyerek duada bulundu. Sonra Cenâb-ı Hakk, kendilerine
Hayber'in en çok zengin kal'ası bulunan Sa'd bin Muaz Kal'asının fethini
müyesser eyledi."
İbn-i Kani', Beğavî ve Ebû Nuaym Saîd bin Şiiyeym'den şöyle naklederler: Saîd, babasından naklen der ki:
"Ben Müslümanlar Hayber'i kuşattıkları zaman Uyeyne bin
Hısn'ın askerleri arasında idim. Biz Hayber yahûdilerine imdâd kuvveti olarak
yola çıkmıştık. Uyeyne'nin askeri içinde bir sesin: "Ey nâs,
evlerinize dönünüz, sizinkiler
onlara üstün geldiler!" diye nida ediyordu. Biz de, bizınıkiler galip
gelmiş diyerek geri döndük. Sonradan anladık ki, bize Uyeyne'nin
askeri içinde nida eden her hangi bir kimse olmamıştır.
Bu ses semâdan gelmiştir. Yâni müslümanlara Allah'ın manevî bir yardımı imiş."
El-Vakıdi'nin sevkettiği bir habere göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hayber'deki Şık Ehli'ne âit müteaddid kal'alan kuşattğı zaman, Şıklılar
Nizâr'lüann kal'alarına çekilmek zorunda kaldılar. Burada kendilerini şiddetle
müdâfâ ettiler. O kadar çok ok atıyorlardı ki, Peygamber Efendimiz'in eteklerine bile ok düşüyordu.
Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), yerden bir avuç kum alıp onların kal'alarına doğru
attı. Kal'a büyük bir sarsıntı île sarsılıp yerle bir oldu, Müslümanlar da
ilerleyip onları esir ettiler." (Bunu, bu şekilde, Beyhekî de rivayet etmiştir.)
Buhârî ve Müslim Enes'ten şöyle rivayet
ederler. O demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sabah namazını şafak söker sökmez kılıp yola çıktı. Hayber önüne gelip şöyle haykırdı:
"Allah yegâne büyüktür! Hayber harâb
oldu demektir! Biz, bir kavmin sahasına indiğimiz zaman; daha Önce uyarılmış ve teblîğ
alıp reddetmiş bulunan bu kavmin
sabâna erdiği vakit, talihi ne kötüdür!"
Beyhekî, İbn-i Ömerin şöyle dediğini kaydeder: "Peygamber Efendimiz, Safiye Vâlidemiz'in gözünde morarma
gördü bunun sebebini sordu. O da şu
cevâbı verdi: "Ben, Hucur bin Ebû'l-Hukakyk'ın
nikâhında bulunduğum sırada, bir rü'yâ gördüm. Ay, semâdan inip benim kucağıma düştü. Ben, bu rü'yâmı
kendisine anlattığım zaman, bana kızdı ve: "Sen Medine kralı Muhammed'i arzu ediyorsun!" diyerek bağırdı ve
gözümün üzerine bir
yumruk indirdi.) İşte bu morarma onun eseridir."
Ebû Ya'lâ Humeyd bin Hilâl'dan şöyle
nakleder: "Safîye vâledimiz demiştir ki: Ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)*in yanına götürüldüğüm zaman, insanlar içinde en çok nefret ettiğim kendileri idi. O bana dedi ki: "Ey Safîye,
senin kavmin, şunları şunları
yaptı. Bunun için netice böyle oldu." Onun bu konuşmasını dinledikten sonra yanından kalktığım zaman,
bütün insanların benim yanımda en sevgilisi, Peygamberimiz olmuştur."
Beyhekî Asını el-Ehval'dan şu haberi nakletmiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hayber'e geldiği zaman, oradaki hurmalar yeşildi. İnsanlar da acele edip bu hurmalardan bol miktarda
yediler. Sonra sıtma oldular ve durumlarim Hazret-i Peygamber'e haber verdiler. Peygamberimiz de kendilerine suyun, sabahın ayazı ile iyice soğutulmasını, bu soğuk suyu üzerine dökünmelerini
kendilerine tavsiyede bulundular. Bu tavsiyelerinde; suyun sabahın iki ezanı
arasında dökünülmesi, üzerine Besmele çekerek Allah'ın adının
zikredilmesi kaydı da vardı. Ashâb da aynen böyle
yaptılar ve sanki hiç sıtma görmemiş gibi iyileştiler."
Vâkıdî ve Beyhekî Abdullah bin Üneys'ten şu
haberi nakletmiştir: Ben Hayber'e çıktığım zaman, yanımda
eşim de vardı ve o hâmile idi... Yolda ağrısı tuttu.
Durumu Hazret-i Peygamber'e haber verdim. O da bana şu tavsiyede bulundu: "Hurmayı güzelce ezip suya
ısla. Şırası çıktığı zaman, bunu bir şerbet
hâlinde hanımına içir!" Ben de aynen Peygamber Efendimiz'in tavsiyesini yerine getirdim.
Eşim, hoşuna gitmeyen bir aksilikle karşılaşmadı."
Beyhekî Vâkidî tarikiyle onun üstadlarından şöyle bir haber nakleder: Ebû
Şüyeym el-Müzenî müslüman olduğu zaman, gerçekten de güzel
müslüman olmuştu. Vaktiyle müslümanlık öncesi
bir olayı şöyle anlatmıştı: "Biz, Hayber
yahûdilerine imdâd kuvveti olarak Üyeyne
bin Hısn'ın askerleriyle
birlikte giderken, işittiğimiz bir ses üzerine geri dönmüştük. Uyeyne, bizleri tekrar toparlayıp yola çıkardı ve
Hayber'e yaklaştığımız bir sırada, gece molası verdik. Geceleyin
ansızın uyandık. Uyeyne bize dedi ki: "Arkadaşlar, size müjde edebilirim. Burada
gördüğüm bir rü'yâda, Hayber'deki dağlardan Zü'r-Rukaybe dağimn bana verildiğini gördüm. Bu, Muhammed'in rakabesinin, yani boynunun
bizim elimize geçmesi, bizını ona karşı
zafer kazanmamız demektir." Sabahleyin yerimizden kalkıp Hayber'e
vardığımız zaman, Muhammed'in Hayber'i ele geçirdiğini gördük. Komutanımız Uyeyne, Hazret-i Peygamber'e- gidip dedi ki!: "Ey
Muhammed, benim kendileriyle anlaşmam
bulunan dostlarım Hayberlilerden ganimet olarak aldığın malları, bana teslim
etmen lâzınıdır. Zira ben seninle savaşmayı bırakıp geri döndüm!" dedi. Hazret-i Peygamber de kendisine dedi ki:
"Ya'lân söylüyorsun, ey Uyeyne! Sen yolda işittiğin bir ses sebebiyle geri dönmüştün!" Bunun
üzerine Uyey-ne, "öyleyse beni mükâfatlandır"
dedi, Hazret-i Peygamber de "ZüY-Rukeybe
senindir" buyurdu. Uyeyne, bunun ne olduğunu sordu. Peygamber de:
"Bu, rü'yânda senin olduğunu gördüğüm dağdır!" buyurdu. Bunu
duyan Uyeyne, derhal oradan ayrılıp kabilesine döndü. Sonra Haris bin Avf onun
yanına gelip dedi ki! "Ey Uyeyne, ben sana vaktiyle doğru hareket etmediğini, Muhammed'in mutlaka üstün
geleceğini, Allah'ın dîninin zahir olacağını ve
her tarafa yayılacağim
söylemiştim. Yahudî bilginleri de bunu vaktiyle bize söylemişlerdi. Yemîn
ederim ki ben, Selâm bin Ebû'l-Hukayk'ın "Biz
Muhammed'e hased eden kimseleriz! Yoksa O aslında hak Peygamberdir ve bizim Ondan
göreceğimiz iki darbe vardır. Bunlardan biri
Medine yakimnda, diğeri ise Hayber'de olacaktır" diye konuştuğunu de kendi kulağımla duydum. Selâm, bu şekilde konuştuğu zaman ben kendisine: "Demek O'nun dîni, her
tarafa yayılacak mı?" diye sormuştum. O da Tevrat'a yemin ederek "Evet"
demişti."
İbn-i Sa'd İbn-i Abbâs'ın şu haberini nakleder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz Hayber'i fethettiği zaman, Hayber halkimn çocuklarim ve ev halkim alarak çıkmaları üzerinde kendileriyle andlaşma
yaptı. Yalnız, altın ve gümüşlerini götürmeyeceklerdi. Kinâne ve Rabîl çağırıp "Mekke halkına ariyet olarak verdiğimiz
altın ve gümüş kablannız nerede?" diye sordu. Onlar da şu
karşılığı verdiler: "Bizler yurdumuzdan
kaçtıktan sonra, kâh şuraya, kâh buraya indik. Kötü durumda kaldıkça onları harcadık." Peygamberimiz: "Ya'lân söyleyip andlaşmamıza hiyânet etmek yok! Aksi halde, kanimzı
ve malimzı bize helâl kılmış olursunuz" dedi. Onlar da
"Ya'lân söylemiyoruz" diye ısrar ettiler. Bunun
üzerine Peygamber Efendimiz,
ansârdan bir adamı çağırıp: "Susuz ve ağaçsız olan falan yere git, sonra
hurmaların bulunduğu
yere ilerle, Sağına ve soluna iyi dikkat et. Bir ağacın yerinden kaldırılmış olup
olmadığim gör! O ağacın kaldırıldığı yere gömülmüş bulunan altın ve gümüş kabları
getir" buyurdu. Ansârlı adam da bu şekilde
hareket ederek az sonra kabları ve malları getirdi. Peygamberimiz de, Kinâne ile Rabîi idam
ettirdi ve ev halkim da esir etti." [114]
Buhârî, Yezld bin Ebû Ubeyd'ten rivayet
eder. O şöyle demiştir: Bir gün ben Seleme bin el-Ekva'ın dizinin alt tarafında bir kılıç darbesi gördüm
ve kendisine: "Bu nedir?" diye sordum. O da bana: "Hayber
Gavzesinde aldığım bir yara
izidir. İnsanlar orda: "Seleme
yaralandı!" diye bağırdılar. Ben de derhal Hazret-i Peygamber'in yanına vardım. Peygamber Efendimiz, mübarek tükrüğü ile yaramı ilaçlayıp tedavi etti. O günden bu güne,
yaram bir daha açılmadı." karşılığim verdi."
Buharî ve Müslim Sehl bin Sa'd'tan rivayet
ederler: O, şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), savaşlarimn birinde
müşriklerle karşılaştığı zaman, müslümanların içinde bir adam çok kahramanca savaşıyor, müşriklerin yakimnda dolaşıyor, birlikten
az ayrılan veya yalnız kalan her müşriği takîb ediyor ve
mutlaka kılıcıyla vurup öldürüyordu. Dediler ki:
"Ey Allah'ın Resulü, bugün şu adam, herkezden fazla
cesaret ve kahramanlık göstermiştir" dediler. Peygamberimiz de: "Bu adam,
cehennemliklerden biridir" buyurdu. O'nun bu sözü, ashâb-ı kirama ağır geldi. Dediler ki: "Eğer bu kişi cehennemliklerden biri ise, bizını hangimiz
cennetliktir?" O da buyurdu ki: "Vallahi bu adam, bu hâl üzere ölmez!" Derken ben bu adamı, adım adım takip
ettim. O, hızlı gitse ben de hızlı gidiyordum, ağır davransa ben de ağır davranıyordum. Nihayet savaşırken ağır bir yara aldı ve derhal intihara kalkıştı.
Kılıcimn kabzasını yere,
ucunu da göğsüne dayadı ve kılıcı üzerine şiddetle yüklenerek intihar etti.
Kendi kendisini öldürdü. Durumu gören bîri, koşarak
geldi ve: "Ey Allah'ın Resulü, ben yine şehâdet
ederim ki Sen Allah'ın Resulüsün!" dedi. Peygamberimiz: "Ne var?" diye sordu.
Adam da, o kahramanca savaşan adamın akıbetini
haber verdi."
(Buhâri ve Müslim'in aynı mealde Ebû Hüreyre'den de bir rivayetleri
bulunmaktadır.)
Beyhekî Zeyd bin Hâlid
el-Cühenî'den nakleder: "Hayber gününde Peygamberimiz'in ashabından biri
vefat etmişti. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bunun cenaze namazını siz kılimz"
buyurdu. Ashabın yüzü,
O'nun bu sözünden fena halde bozuldu. Peygamber Efendimiz de bunun üzerine: "Bu
arkadaşimz bu savaşta, Allah için savaşırken
gulûl yapmış, henüz ganimet malı taksını edilmeden ondan çalmıştır!"
buyurdu. Bunun üzerine biz onun eşyasını araştırdık,
iki dirhem etmeyecek bir gerdanlığı çalmış olduğunu gördük."
Yine Buhâri ve Müslim'in Ebû Hüreyre'den bir rivayeti
var. O demiştir ki: Biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Hayber'e çıktık. Elbise ve bazı eşya
ve malların dışında, altın veya gümüş ganimet etmedik. Dönüş sırasında Peygamber Efendimiz Vâdi'l-Kurâ denilen yere geld:r sırada, kendilerine siyah bir
köle hediye edildi. Müd'im adındaki ) j. adam, Peygamber Efendimizin göçünü indirirken, atılan bir ok gelip kendisini yaraladı
ve o, bu yaradan öldü.
Ashâb, "Adamcağız, ne güzel hizmet ediyordu! Ne mutlu kendisine ki, o
cennetliktir!" dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki:
("Yok, sizin sandığimz gibi değil! Varlığım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, onun Hayber gününde ganimet msı;an henüz
taksını edilmemişken çaldığı semle (üste giyilen elbise), bir cehennem
ateşi olarak onu saracaktır!")
Buhâri, Ebû
Hüreyre'nin şöyle dediğini nakleder: Hayber fethedildikten sonra,
Peygamber'e (sallallahü
aleyhi ve sellem) kızartılmış bir kuzu hediye edildi.
Kuzu, Peygamberimiz'in ölümüne sebebiyet verilmesi maksadı ile zehirlenmişti. Peygamberimiz: "Burada ne kadar yâhudi
varsa toplayimz!" buyurdu. Onları çağırıp
topladılar. Peygamberimiz kendilerine: "Ben,
size bir şey soracağım, bana doğru söylermisiniz?" dedi.
Onlar da "Evet" dediler. Peygamberimiz "Sizin atanız kimdir?" diye sordu.
Onlar da "filandır" dediler. Peygamberimiz "Ya'lân söylediniz, sizin atanız filandır" dedi.
Onlarda Peygamberimizi "Evet" diyerek tasdik
ettiler. Peygamberimiz tekrar onlara sordu:
"Doğru söyleyiniz, bu kızarttığimz
kuzuya zehir koydunuz mu?" Onlar da "Evet" dediler. Onlara, bunu
niçin yaptıklarim sordu. Onlarda
dediler ki: "Eğer sen yalancı biri isen, senden
kurtulmak istidik. Eğer
hak Peygamber isen, sana bir zararı dokunmaz, diye
düşündük."
Beyhekî ve Ebû Nuaym'ın Ebû Hüreyre'den olan rivayetleri ise şöyledir:
Yahudilerden bir kadın, Peygamber Efendimiz'e kızartılıp zehirlenmiş bir kuzu hediye etti. Peygamberimiz de ashabına:
"Sakın bu kuzudan yemeyiniz! Çünkü bu
zehirlidir!" buyurdular. Sonra huzuruna getirdikleri o kadına sordular:
"Bunu niçin yaptın?" Kadın şu cevabı
verdi: "istedim ki, gerçekten Peygamber olup
olmadığın meydana çıksın! Eğer hak Peygamber isen, bundan haberdâr edilirsin, eğer yalancı birisi isen, insarları senden kurtarmış olurum, dedim" Peygamber Efendimiz, bu kadim serbest bıraktı." [115]
Buhâri ve Müslim'in Enes'ten olan rivayetleri ise
şöyledir. Enes bu konuda demiştir ki: "Bir yâhudi
kadım, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) kızartılmış ve zehirlenmiş bir kuzu getirip hediye etti. Peygamberimiz de: bundan yemişti. Sonra bu kadın Hazret-i Peygamber'in huzuruna getirildi. Peygamberimiz kendisine niçin
bunu yaptığim sordu. Kadın "Sizi öldürmek istedim"
dedi. Peygamber Efendimiz de kendisine: "Allah
buna izin vermezdi!" karşılığı verdi."
Darimî, Beyhekî, Câbir bin Abdullah'tan şöyle nakleder:
Hayber'li yahudî kadim, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) zehirlenmiş ve kızartılmış bir kuzu hediye etti. Peygamberimiz de döşünü (ön kolunu) alıp ondan bir miktar yedi. Bundan, ashabtan
bâzıları da yediler. Peygamberimiz: "Sakın yemeyin, bu zehirlidir!"
buyurdular. Kadim çağırtıp niçin bunu yaptığını sordular. Kadın:
"Bunu sana kim haber verdi?" dedi. Peygamberimiz de "Elimdeki şu parça haber verdi" buyurdu. Bunun üzerine
kadın, kuzuyu zehirlediğim itiraf etti ve: "Eğer sen gerçekten Peygamber isen, bundan haberdâr
edilirsin dedim. Eğer bir yalancı isen, senden kurtulmayı düşündüm!" dedi. Peygamberimiz de bu kadim serbest bıraktı." [116]
Abdullah bin Revaha Serriyyesinde Vukua Gelen
Fevkalâdelikler
Beyhekî ve Ebû Nuaym, Urve ve Mâsâ bin Ukbe
tarikiyle İbn-i Şihâb'dan şöyle rivayet
ederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Abdullah bin Revâha başkanlığında otuz süvari askeri, yahudî Yüseyr bin Rizâm'a gönderdi. Bu çarpışmada Abdullah bin Üneys
de vardı... Çarpışma esnasında Yuseyr,
Abdullah bin Üneys'i yüzünden yaralamıştı.
Döndükleri
zaman, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mübarek tükrüğü ile Abdullah bin Üneys'in yarasını ilaçlayıp tedavi etti. ve ölünceye kadar Abdullah'ın bu yarası, ne bir kanama
yaptı, ne de kendisine bir acı verdi..."[117]
Kaza Umresrnde Vukua Gelenler [118]
Vahidi ve Beyhekî Ebû Hüreyre'nin şöyle dediğini naklederler: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kaza Umresi için yola çıkıp silahı ile birlikte
Ye'cic Vâdisi'ne geldi. Durumu haber alan Kureyş, on kadar adam gönderip
itirazda bulundu ve: "Ey Muhammed, sen Hudeybiye'deki andlaşmanda Mekke'ye silahsız olarak gireceğini kabul etmiştin. Bu sözleşmeye aykırı haraket edemezsin... Mekke'ye, ancak
misafir olanların silâhı ile girebilirsin. Diğer silahlarim dağarcığına koymak zorundasın!" dediler... Peygamberimiz de kendilerine
"Elbette ben, Mekke'ye silahh olarak girmeyeceğim!" buyurdu. [119]
Ahmed'in İbn-i Abbâs'tan rivayeti de şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabı Mekke'ye geldikleri zaman müşrikler dediler ki: "İşte, Medine'nin sıtması ile perişan olmuş, zayıf düşmüş adamlar
geldiler..." Onların bu konuşmasından Cenâb-ı Allah
Resulünü haberdâr etti. Peygamber Efendimiz de bunun üzerine tavafın ilk üç şavtmda
"Remel" yapmalarını emretti... Bununla müslümanların gücünü, müşriklere göstermek
istedi..." [120]
Beyhekî’nin bu husustaki İbn-i Abbâs'tan rivayeti ise şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kaza Umresi için yola çıktığında, Merru'z-Zahrân denilen yere
geldiği zaman, müşriklerin
kendileri hakkında: "Müslümanların gıdasızlık ve zayıflıktan kımıldayacak
halleri kalmamış!" diye
konuştuklarından haberdâr oldu... Ashâb dediler ki:
"Yâ Resûlüllah, binit develerinden bâzılarim kesip
etinden yesek, bol gıdalı çorbalar içsek de yarın Mekke'ye daha neşeli
bir halde girsek, daha uygun olmaz mı?" Peygamberimiz "hayır"
dedi ve binit develerinin kesilmesini kabul etmedi... Buyurdu ki: "Haydi bütün
yiyeceklerinizi Önümde toplayimz!" Bunun üzerine Peygamberimizin Önüne bir yaygı yazıldı ve bütün yiyecekler getirilip
bu yaygimn üzerine döküldü.
Bundan bol bol yediler ve kablarim da doldurdular Sonra kalkıp Mescid-i Harâm'a gittiler ve Peygamberimiz kendilerine
"Remel" yapmalarim emretti... Kureyş de bunu gördüğünde: "Yürümeye râzî olmadılar da geyik gibi
sekiyorlar" diye söylendi..."[121]
Galib El-Leysi Seriyyesînde Vukua Gelenler
Bu seriyye, sekizinci
Hicret yılimn
Sefer ayında yola çıkarılmıştı. Cündeb bin Mekis el-
Cüheni'den İbn-i Sa'd'ın bu hususla ilgili çıkardığı haber şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Gâlib bin Abdullah
el-Leysî'nin başkanlığında gönderdiği seriyyede ben de vardım.. Peygamberimizin bu husustaki emri şöyle idi: "Kedid denilen yere vardığimzda, Mellûh Oğullarına karşı bir akın
düzenleyiniz!" Biz de Peygamberimiz'in emri gereğince
akın düzenledik ve hayvanlarım ele geçirip sürdük.. Kabilenin gözcüsü durumdan kendilerini haberdar etti. O kadar büyük bir kalabalık
toplandı ki, bizını onlarla çatışmaya girmemize imkan yoktu.. Biz ilerlemeğe devam ettik. Kabilenin adamları ise arkamızdan yetişti.
Bu sırada biz vadinin karşı- tarafına geçmiş idik.
Baktılar aramızda sadece vadi var.. Derken kuvvetli bir sel geldi, vadinin iki
tarafım dolduruyordu.. Bu bize, Allah'ın bir yardımı ve imdadı idi.. Halbuki
biz,ne bir yağmur gördük, ne de havada bulut vardı.. Onlar da karşı
tarafta bakakaldılar.. Hiç birinin bizden tarafa geçmesine imkân yoktu.. Biz de
yolumuza ilerleyip, onların arkamızdan yetişemiyeceği kadar arayı açtık ve yakalanmadan yerimize döndük..". [122]
13-2 Ebû Mûsa Seriyyesinde Vukua Gelenler
Hâkim İbn-i Abbâs'tan şöyle naklediyor: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Mûsa'yı Deniz Seriyyesi'ne gönderdi.. Onlar giderlerken, bir
ses işittiler. Bu ses diyordu ki: "Size
Allah'ın bir hükmünü bildirelim mi? Her kim sıcak bir günde Allah yolunda
susuzluğa katlanırsa, Allah da onu susuzluk gününde suya kavuşturacaktır!" [123]
Zeyd bin Harise Seriyyesf Nde Vukua Gelenler
Zeyd bin Harise
Seriyyesi, Ümmü Karafe'ye gönderilmişti. Ümmü Karafe, Fizâre Oğullarına mensub idi. Bu kadın, kendi oğulları ve
torunlarından otuz altıyı hazırlayıp Peygamber Efendimiz'e saİdırmak üzere yola çıktı.. Durumdan haberdar
edilen Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz; "Allah'ım, bu kadim bütün evladlarından mahrum eyle!" diye bedduada bulundu.. Sonra
Zeyd bin Hârise'yi bir bölük askerle onların üzerine gönderdi. Ümmü Karafe ve bütün evladı bu çarpışmada telef oldular.. (Ebû Nuaym'ın, Âişe Vâlidemiz'den olan rivayeti, bu merkezdedir..)
[124]
Diğer Bir Seriyyede Vukua Gelen Fevkalâdelikler
Ahmet ve sahih bir
senedle Beyhekî Enes'ten şöyle rivayet
ederler: "Kadımın biri gelip dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, ben bir rüya gördüm. Şöyle ki: Sanki ben
cennete girmişim, orada bazı ayak sesleri işittim.
Baktım, Filan ve filanlar imiş.. On iki kişilerdi,
Cennette yürüyorlardı.. Üzerlerinde atlastan
elbiseleri vardı. Üzerlerinden ter yerine kan akıyordu.. Denildi ki:
Haydibunları cennet İrmağına götürüp daldırimz!'orada yıkansınlar!". Bunun üzerine götürüldüler.
Nehre dalıp çıktılar.. Yüzleri ayın on dördü gibi parlıyordu.
Sonra gelip Altın kürsiler üzerine oturdular. ve altından
tepsiler içinde yiyecek
getirildi ve bundan yediler.. Ben de kendileriyle birlikte o meyvelerden
yedim.."
Kadın bu şekilde rü'yasını anlatıp bitirdiği sırada, Peygamber Efendimiz'in daha önce göndermiş bulunduğu bir seriyyeye âit bir haber geldi. Haberci dedi ki:
"Ey Allah'ın Resulü, karşılaştığımız çarpışma
esnasında filan ve filanlar şehid oldular." Habercinin bu şekilde saydığı kimselerin sayısı ve kendileri, kadımın rü'yasını anlatırken söylediği kişilerin ve sayimn
aynısı idi. Bunun üzerine Peygamberimiz o kadına dedi ki: "daha önce bana anlattığın rüyam, gönderdiğim seriyyenin şu
habercisine de anlat!". Kadın rü'yasını ona da aynen anlattı. O haberci
de: "Evet yâ Resülüllah, aynen bu kadımın rü'yasında gördüğü gibidir"dedi.." [125]
Mute Gavzesinde Vukua Gelen Mucizeler ve Ayetler
BuharVnin bu
hususta İbn-i Ömer'den rivayeti şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mûte Savaşma giden askerin başında Zeyd bin Hârise'yi komutan tayın etti. ve buyurdu ki: "Zeyd şehîd
düşerse, komutanimz Cafer'dir. Eğer Cafer de şehid düşerse,
komutanimz fcn-i Ravâha'dır!"
Vâkıdî der ki: Bana Rabta bin
Osman'ın Ömer bin Hakem'den naklettiğine göre, onun babası şöyle demiştir: Nûmân bin Rahtî adındaki yahûdî gelip diğer insanlarla birlikte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında durdu. Peygamberimiz de bu sırada:
"Askerin komutam Zeyd bin Hârise'dir. O şehid düşerse komutan Cafer'dir!
O da şehid düşerse komutanimz Abdullah bin
Ravâha'dır! Şayet Abdullah da şehid olursa, müslümanlar râzî olacakları birini
kendilerine komutan seçsinler!" buyurdu... O'nun bu sözlerine kulak vermekte olan Nûmân dedi ki: "Yâ
Eba'l-Kâsını, Sen eğer
hakîkaten bir Peygamber isen, burada, eğer şehid olursa diye isınılerim saydığın adamlarimn hepsi şehid olacaklardır. Daha pekçoklarimn isınılerini saymış olsan, muhakkak onlar da şehit olacaklardır... Senden önceki Benî İsrâ'îl Peygamberlerinde de bu böyle olmuştur... Bir
Peygamber, yüz kişinin "Eğer şehîd olursa..." diye ismini saymışsa,
onların yüzü de o savaşta
şehîd olmuştur... " Nûmân adındaki bu yahûdî,
sonra Zeyd bin Hârise'ye
dönerek şu nasîhatta bulundu: "Ey Zeyd, savaşa gitmeden vasiyyetini yap!
Zira sen bu savaştan geri dönmezsin, asla Muhammed'i bir daha göremezsin! Eğer o, bir Peygamberse, bu muhakkak böyle olacaktır." Zeyd de ona karşı "Elbette ki O, hak
Peygamberdir! iyi ve güzel ahlaklı olup doğru sözlüdür!" diye cevap
verdi..."
(Bu haberi, bu
şekilde Beyhekî de rivayet etmiştir...)
[126]
Vâkıdî ve Beyhekî Ebû Hüreyre'den
naklederler. O demiştir ki: "Mûte savaşına
ben de katılmıştım. Düşmanın askeri ve
malzemesi o kadar çoktu ki, sayılmayacak derecede... Sonra elbiselerinin süsü,
altın ve gümüşlere bezenmiş olmaları da göz kamaştırıyordu... Benim gerçekten gözüm kamaşmıştı... Bunu farkeden
Sabit bin Akram, bana dedi ki: "Ey Ebû Hüreyre, sana ne oluyor? Herhalde,
gördüğün manzarayı çoğumsadm ve gözün kamaştı?" Ben de "Evet öyle" diye cevap verdim.
Sonra bana şunu söyledi: "Doğrudur,
çünkü sen Bedir'de bizınıle bulunmadın! Unutma ki biz Bedir'de asla sayı
çokluğu ile muzaffer olmadık!"
Buhârî, Enes'in şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mûte Savaşma ordusunu gönderdiği zaman bayrağı Zeyd'e vermişti... Zeyd,
Cafer ve İbn-i ravâha sırasiyle şehid
oldukları zaman, bunu ashabına haber verdiler... Henüz onlardan haberci gelmeden Önce şöyle buyurdular:
"Bayrağı taşıyan Zeyd şehîd oldu... İşte bayrağı
Cafer aldı, fakat o da şehid oldu... Şimdi bayrağı Abdullah bin Ravâha taşıyor... Fakat o da şehid düştü. En sonunda bayrağı Hâlid bin Velîd ve onun sayesinde müslümanlar
kurtuldu..."
Beyhekî'nin Ebû Katâde'den sevkettiği rivayet de aşağı-yukarı
bu mealde olup yalnız bu rivayette şu önemli fark
bulunmaktadır:"... Peygamber Efendimiz minbere çıkıp Zeyd'in, Cafer'in ve Abdullah bin
Ravâha'nın şehid
olduklarim birer birer haber verdi ve sonunda buyurdular ki: "İşte şimdi bayrağı Hâlid bin Velîd aldı... Allah'ım, o Senin kılıçlarından bir
kılıçtır! Sen ona nusret eyle!" İşte bugünden sonra Hâlid bin Velîd'e,
"Seyfullah" denilir oldu..."
VâkıdVnin Muhammed bin Salih el-Temmâr ile
Abdül Cebbar bin
Umâra'dan sevkettiği rivayette ise şöyle denilmektedir: Mûte'de iki taraf
karşılaştığı zaman Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) minber üzerinde oturup konuşmaya
başladı. Şâm
ile kendisi arasındaki perde keşfolunup olanlar aynen kendisine gösterilmişti. O,
Mûte'deki savaşı gözlüyor ve şöyle diyordu: "Elindeki bayrağı ile düşmanın
üzerine yürüyan Zeyd'e, Şeytan vesveseler verip ölümü kötü, yaşamayı güzel göstermek istedi... Zeyd ise: "Şimdi îmân alabildiğine mü'ıninlerin kalblerinde yerleşmiş- ken, sen dünyâya mı rağbet edeceksin?" deyip
ilerledi... ve şehîd olup cennete girdi... İşte şimdi de bayrağı Cafer aldı. Şeytan
ona da musallat olup aynı vesveseleri vermek istedi ise de, o da Zeyd gibi bu
ves veseleri red ederek ilerledi... Nihayet o da şehîd düştü ve cennete
gitti... Sonra bayrağı Abdullah bin Ravâha aldı ve o da diğerleri gibi şehîd oldu... Şu
farkla ki, onun Önceki iki arkadaşı koşarak cennete giderken
Abdullah, yan yan cennete giddi..." Hazret-i Peygamber'in bu sözü ashaba ağır geldi... Dediler ki:
"Ey Allah'ın Resulü, onun itirazı ne idi ki, böyle oldu?" Hazret-i Peygamberin cevabı ise şöyle oldu: "O savaşırken yara alınca geri döndü ve savaşı bırakmak istedi. Sonra toparlanıp kendi kendini
azarlayarak cesarete geldi ve savaşıp şehîd oldu... Cennete girdi ve
fakat arkadaşlarimn derecesine ulaşamadı..."
İbn-i Sa'd'ın Salim bin Ebû'l-Ca'd tarikiyle Ebû Amir
el-SahabVden şöyle bir rivayeti var: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Cafer ve arkadaşlarimn haberi
geldiği zaman çok üzüldü... Sonra tebessüm ettiler. Bunun
sebebi sorulduğunda şöyle
buyurdular: Ashabımın ölümleri bana çok hüzün vermişti... Nihayet onları cennette karşılıklı kürsîlerde kardeşâne oturduklarım gördüm de sevindim... Fakat
içlerinden birinin biraz yan çizdiğini görüp kılıcı ve ölümü hoş karşılamadığim anladım... Cafer'i
ise iki kanadıyla uçarken gördüm. Kanadlan ve
ayakları, şehitlik kanma bulanmış vaziyette idi..."
İbn-i İshâk, İbn-i Sa'd, Beyhekî ve Ebû Nuaym Esma bint-i Amîs'ten rivayet ederler. O şöyle
der: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), benim yanıma geldi ve bana: "Haydi Cafer'in oğullarim bana getir!" dedi. Ben de onları
getirdim. Peygamberimiz onları kucaklayıp
sevdi, okşadı ve kokladı... Her iki gözünden yaşlar döktü... Ben bunun
üzerine kendisine: "Ey Allah'ın Resulü, niçin
ağlıyorsunuz? Size Cafer ve arkadaşlarından bir haber mi
ulaştı?" dedim. O da bana cevâbında: "Evet,
onlar bugün savaşırken şehîd oldular" buyurdu."
Vâkidi, Beyhekî ve İbn-i Asâkir Abdullah bin Cafer'den şöyle naklederler:
Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in anama gelip de babamın şehid düştüğünü haber verdiğini
hatırlıyorum? O vakit Resûlüllah buyurmuştu ki:
"Ben sana müjde ediyorum! Allah,
Cafer'e iki kanat verdi, o da bu iki kanadıyla cennete uçmaktadır!"
"Resûlüllah
Efendimiz bize geldiği vakit ben, kardeşime
ait koyunlara kakıyordum. Peygamberimiz bunu görerek şöyle
dua buyurdular: "Allah'ım, onun malına bereketler ihsan eyle!" O'nun
bu duasından sonra her malımda bereket oldu... Ne aldım ve sattımsa, son derece berekete nail oldum?"
Buhârî İbn-i Ömer'den şu haberi rivayet eder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Cafer'in oğlu Abdullah'ı gördüğü zaman: "Selâm sana, ey iki
kanad sahibi Cafer'in oğlu!" diyerek selam verirdi..."
Hâkim sahih olduğunu söyleyerek Ebû Hüreyre'den şöyle bir rivayet
nakleder: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ben, Cafer'i
cennette uçan bir melek olarak gördüm.
Ayaklarından da kan damlıyordu... Zeyd'i ise ondan daha geri mertebede gördüm. Sebebini sorduğumda, "Zeyd,
mertebe bakımından Cafer'den geri değildir, fakat Cafer sizin yakimnız olduğu için ona daha büyük bir mertebe lutfedilmiştir"
denildi..." [127] (Hâkim'in bu hususta İbn-i Abbâs'tan da bir rivayeti bulunmakta ise de, o da aynı
mealdedir...) [128]
Seyfu’l-Bahr Savaşında Görülen Bazı Mucizeler
Buharî ve Müslim Câbir'den rivayet ederler.
O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bizi üçyüz süvari kuvveti
olarak Ebû Ubeydetü'b-Nül Cerrâh'ın
komutanlığında sefere çıkardı... Biz, Kureyş'in kafilesini gözlüyorduk... Çok aç kalmıştık. Hattâ çaresizliğimizden
develerin yemini yedik... Derken denizden karaya bir hayvan vurdu. Bu, Anber
adında çok büyük bir balık idi. Onbeş gün, bu balıktan
yedik ve yağından süründük... Bedenlerimiz gıdasını alarak zindeleşti... Anber'in kaburga kemiklerinden birini Ebû Ubeyde
en uzun boylu askere kaldırtarak en uzun boylu deveye yükletti. Diğer ucunuda,
askere tutturarak altından geçti..."
Müslim Câbir'den rivayet
eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bizi, Kureyş'in kafilesini karşılamak üzere Ebû Ubeyde'nin komutanlığında sefere
çıkarda. Yiyecek olarak da sâdece hurma yardımında bulundu. Sefere çıktığımızda
komutanımız da bize hurmayı dâne dâne veriyordu... Yâni hurmamız da çok değildi... Bir torbadan ibaretti... Bize verilen bir tek hurmayı ağzımıza koyup
sorarak eritiyor, üzerine de su içerek idare ediyorduk. Yâni sabahtan akşama kadar yiyeceğimiz bundan ibaretti...Derken denizden karaya Anber
adında bir büyük balık vurdu.. Bu bizim için büyük bir ganimet oldu.. Bir aya
yakın bununla geçinip beslendik..". [129]
Mekke'nin Fethinde Görülen Bazı Özellik ve Mucizeler
Mekke'nin fethi Gavzesi, Hicretin
sekizinci yılında ve Ramazan Ayı'nın ilk on günü geçtikten sonra idi. Peygamberimiz bu sefere çıkarken
Medine'ye vali olarak da Gülsüm bin Husaym el-Gıfari'yi tayin etmişti.. Bir rivayete göre de,
Abdullah bin Ümmü Mektûm'u bırakmıştı..
Beyhekî bununla ilgili olarak İbn-i îskak'tan rivayet eder. O şöyle der: Bana Urve
bin Zübeyr'in Mervân bin Hakem'den ve Misver bin Mahreme'den naklettiğine göre, bu ikisi şöyle demişlerdir: Hudeybiye'de varılan andlaşmaya göre, etraftaki
kabilelerden dileyen Peygamber Muhammed aleyhisselam ile andlaşabilecek,
dileyen de Kureyş tarafi ile andlaşma yapabilecekdi. Bu maddeye uyarak Hudâa
kabilesi derhal: "Biz Muhammedle andlaşma
yaparak O'nun tarafına geçeriz" dediler ve öyle
yaptılar. Bekir oğulları da "Biz Kureyş tarafı
ile andlaşma yapar onların himayesine gireriz" dediler
ve öyle yaptılar.. Bir seneden fazla yâni onyedi veya on
sekiz ay kadar, bu andlaşmayı ihlal eden olmadı. Derken kureyş tarafı
ile an^laşmış bulunan Bekir oğulları,
Hudâalılara geceleyin baskın düzenlediler. Kureyş de kendilerine silâh ve eşya yardımında bulundu. "Gece karanlığında yapıp
bitireceğimiz bir baskim,
Muhammed nereden bilecek?" diye düşündüler.. ve geceleyin gidip Hudâahları, suları başında vurdular.. Onlara olan düşmanlıkları ise, onların Peygamber tarafına geçmiş olmalarına
kızmaları idi.. Hudâa'dan Amr bin Salim ise,atma binerek hızla yola çıktı ve
durumu haber vermek
üzere Peygamberimiz'e geldi. ve olup bitenleri anlattı.. Peygamberimiz de kendisine: "Zafere
ereceksin yâ Amr!" buyurdu..
Aradan zaman geçmeden
semâda bir bulut belirip geçti. Peygamberimiz de: Bu bulut, Ka'b Oğullarimn zaferini kolaylaştıracaktır!" buyurdu.. ve derhal
hazırlanılınasmı emretti ve fakat nereye çıkılacağım hiç söylemedi. Ayrıca Kureyş'in
durumdan haberdar olmaması için Cenab-ı Hakk'a dua ve niyaz eyledi:
"Allah'ım, biz kureyş'i kendi yurdunda ele geçirinceye kadar, onlara bir
körlük ver! Bu seferimizden hiç haberleri olmasın!"
dedi.. [130]İbn-i İshâk ve Beyhekî'nin Urve'den olan bir rivayeti
de şöyledir: Peygamber salallahü aleyhi vesellem, Mekke'nin
fethine karar verip müslümanları topladığı zaman, Hâtıb İbn-i Ebî Beltea Kureyş'e bir mektup
yazarak, Peygamber'in bu hazırlık ve seferinden haber
verdi.. Bu mektubu Müzeyne'li bir kadına vererek ve bu hizmetine karşılık
bir mükâfat va'dederek gönderdi.. Bu kadın da
mektubu başına koyup örgülerinin
altına sakladı ve bu şekilde yola çıktı.
Fakat Peygamber Efendimiz durumdan
haberdar edildi.. Ali bin Ebû Tâlib ile Zübeyr bin el-Avvâm'ı çağırarak vazifelendirdi ve bu
kadımın peşinden yola çıkardı.. Kadim yakalayarak mektubu geri
getirmelerini emretti..".
Bu haberi tamamlayan
Bûhâri ve Müslim'in Ali'den rivayeti ise
şöyledir. Ali demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beni, Zübeyr'i ve Mikdâd'ı gönderdi ve buyurdu ki:
"Derhal gidiniz ve Ravda-i Hâv'a varimz!
Orada devesiyle gitmekte olan bir kadın göreceksiniz, onun götürmekte olduğu mektubu ondan alarak getiriniz!".
Biz, derhal atlarımıza binerek hızla
ilerledik. Sanki at yarışına çıkmış gibiydik..
Hâh Râvdası'na vardığımız zaman, hakikaten devesi üstünde yolculuk etmekte olan
bir kadın gördük. Ona dedik ki:
"Kureyş'e götürmekte olduğun mektubu çıkar ve derhal
bize teslim et!". Kadın,kendisinde mektup olmadğığim söyledi. Biz kendisine, "Sen kendin vermezsen, biz
mecburen üzerini arar mektubu alırız!" dedik. Durumun ciddiyetini
anlayınca, mektubu saclarimn arasından çıkardı sve bize teslim etti.. Biz de derhal
getirip Peygamberimiz'e teslim ettik. Peygamberimiz çıkarıp okudu,
Mektubda şöyle yazıyordu:"
Hâtıb bin Ebû Beltea'dan Mekke'deki müşriklerden
bâzılarına.." ve bu mektubda, Hazret-i Peygamber'in Kureyş üzerine yürüdüğü, müşriklere haber
veriliyordu. Durumu ortaya çıkaran Hazret-i Peygamber,
Hâtıb'a hitaben: "Ey Hâtıb bu nedir?" buyurdu. Hâtıb da şu karşılığı verdi: "Ey Allah'ın Resulü, hükmünü acele
verme! Ben, Kureyş'le çok yakın ilişkisi olan biri idim. Ben
Kureyş'li değil, Kureyş'in bir dostu idim.. Bunun için Kureyş
içinde benim bir yakimm bulunmamaktadır. Halbuki Kureyş'li
olup da müslüman olmaları sebebiyle Medine'ye hicret etmiş bulunanların
Mekkede bâzı yakınları bulunmaktadır ve onlar bu yakınları vasıtası ile oradaki
aile fertlerini ve mallarımı korumaktadırlar.. Benîm ise, böyle
bir imkanım bulunmamaktadır, İşte bu sebebten, Kureyş'ten bâzı dostlar sebebiyle oradaki yakınlarımı ve
mallarim korumak istedim!
Yoksa (hâşâ), kesinlikle İslâm'dan irtidâd
etmeyi (dönmeyi) düşünmüş değilim! İslâm'a olan inancım ve bağlılığım tamdır ve devam
etmektedir. Ben, Müslüman olduktan sonra, asla küfre rızâ göstermiş değilim!" ,
Kendini bu şekilde savunan Hâtıb'a karşı Hazret-i Peygamberin sözü: "Evet, seni bu
söylediklerinde tasdik ediyoruz!" oldu.. Ömer'in bu sırada: "Ey Allah'ın Resulü, izin veriniz
de bu münafığın başim vurayım!" diye bağırdığı duyuldu. Resûlüllah
Efendimiz de buyurdular ki: "Ey Ömer, bu adam Bedirde bulunmuştur! Ne
biliyorsun, belki Yüce Allah Bedir Gâzîlerine özel olarak lütfedip: "Ey Bedir
Gazileri, istediğinizi yapimz, ben sizleri gerçekten mağfiret ettim buyurmuştur.." İşte bunun üzerine Allah, şu âyet-i celîlesini inzal
buyurdu:
"Ey îmân
edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanimz olan kimseleri dost
edinmeyiniz! Onlar, size gelen gerçeği
inkar ettikleri, Rab'biniz Allah'a inandığimzdan
dolayı Allah'ın elçisini ve sizi yurdunuzdan sürüp çıkardıkları halde, siz
onlara meveddet (sevgi) ulaştırıyorsunuz (mektup
yazıp gönderiyorsunuz). Eğer benim yolumda savaşmak
ve benim rizâmı kazanmak için çıktınız ise, içinizde onlara sevgi mi gizliyorsunuz?
Oysa ben sizin gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz her şeyi bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur[131]
Beyhekî İbn-i Şihâb'tan şöyle nakleder: Bize söylenildiğine göre, Ebû Bekir Mekke'nin
fethi sırasında Hazret'i Peygamber'e
hitaben: "Ey Allah'ın Resulü, ben bir rüya gördüm: ikimiz birlikte Mekke'ye
yaklaşmışız. Bu sırada bir dişi köpek çıkıp bize hırlamağa başladı,. Biz, biraz daha yaklaşınca bu dişi köpek sırtüstü yatıp süt akıtmaya başladı..
"Ebû Bekir'in bu rüyasını dinleyen Hazret'i Peygamber buyurmuş ki:
"Müsterih ol, Kureyş'in köpeği gitti, sâf sütü akmaya başladı.. "Şimdi onlar, aramızdaki
akrabalık hürmetine sığimp
bizden af dileyeceklerdir. İçlerinden
bazıları da karşı koymaya kalkışabilir. Fakat Ebû Süfyan ile karşılaştığimzda onu Öldürmeyiniz!".
Müslümanlar da Merru'z-Zahrân'da Ebû Süfyan ile Hakim'e rastladılar..".
Müslim, Tayâlesi ve Beyhekî Ebü Hüreyre'den şu haberi
nakleder: Mekke'nin fethi gününde ensâr dediler ki: "Adam,
kendi memleketine ve akrabasına kavuşunca, buraya ve bunlara olan rağbeti iyice arttı. Burada kalabilir. "Tabii
Ensar, böyle derken Hazret-i Peygamber'i kastediyor ve O'nun, Fetih'ten sonra Mekke'de
kalmasından endişe ediyordu.. Bu sırada Peygamber Efendimiz'e vahiy hâli geldi. Kendisine
vahiy hâli geldiği zaman, kolayca belli olurdu. ve hiç kimse başim kaldırıp da Hazret-i Peygamber'e bakamazdı.. vahiy hâli geçince Hazret-i Peygamber, ensara hitâb ederek: "Benim hakkımda söylediğiniz bana malum olmuştur! Fakat asla sizin söylediğiniz gibi değil! Faraza sizin söylediğiniz gibi olsa, o Taktirde,benim adım ne olacak? Size
tekrar: "Asla, sizin söylediğiniz gibi değil!" diyorum. Ben, Allah'ın kuluve Elçisi'yim!
Sizinle beraber yaşayıp beraber öleceğim! Asla burada kalmak, sizlerden ayrılmak diye bir şey yoktur!" Peygamber1 imiz in bu açıklaması üzerine, ensâr ağlamaya başladılar.. ve dediler ki:
"Vallahi bizler, Allah ve onun elçisi hakkında kötü zanda
bulunuyoruz". Peygamberimiz de buna karşılık:
"Allah ve Resulü, sizleri tasdik ediyor ve sizin bu husustaki özrünüzü
kabul ediyor!" buyurarak onları teselli ettiler.."[132]
İbn-i Sa'd Ebû İshâk el-Sebei'den şu haberi nakletmiştir: Kilâb
kabilesine mensûb olan Zü'l-Cevşen Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldiği vakit, Peygamberimiz ona dedi ki: "Senin müslümanhğı kabul etmene manî nedir?" Zü'l-Cevşen şu
karşılığıverdi: "Kavmin seni yalanladı,
seni Mekke'den çıkardı, sana karşı savaş açtı... Ben bu durumda beklemeyi tercih ediyorum. Eğer sen kavmine galip gelirsen, ben sana îmân eder ve
tabî olurum. Yok kavmin sana galip gelirse, bu taktirde ben de sana tabî
olmam." Onun bu cevabı üzerine Resûlüllah da şöyle buyurdu: "Ey
Zü'l-Cevşen, biraz yaşıyacak olursan, Benim kavmim üzerine galebemi gözlerinle
görmüş olursun!"
"Bir ara biz, Dureyye'de idik...
Mekke tarafından bir binitli geldi. Biz kendisine Mekke'de ne haber var? diye
sorduk. O da, "Muhammed Mekke halkına galip geldi. Bu haberin üzerine
yanımızdaki Zü'l-Cev-şen,
vaktiyle Müslüman olmadığından dolayı çok
üzüldü. "Keşke Resûlüllah'ın beni davet ettiği zaman, İslâm'ı kabul etseymişim!" diyerek üzüntüsünü
belirtti..."
"Sahihtir"
kaydiyle Hâkim'in ve Beyhekî'nin Kays bin Ebû Hâzını'dan naklettiklerine göre, Ebû Mes'ûd şöyle demiştir: "Mekke'nin
fethedildiği gün idi. Adamın biri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile konuşuyordu. Adamcağız, Peygamberimiz'in heybetinden titremeye başlamıştı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz kendisine hitaben şöyle
buyurdu:
"Hiç sıkılma, rahat ol ve rahat konuş! Zira
ben (hükümdar değilim), ancak Kureyş'ten bir kadımın oğluyum, Anacığım da, güneşte kuruttuğum
et parçasıyla geçinen bir kadındı"
Beyhekî ve Ebû Nuaym'in Abdullah bin Dînâr tarikiyle
naklettiklerine göre, İbn-i Ömer şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'ye girdiği zaman, orada üçyüz altmış put bulunduğunu gördü... Elindeki asası
ile her bir puta işaret
ettiğinde o put yüzüstü yere düşüyor, Peygamber Efendimiz de şu âyet-i celîleyi
okuyordu "de ki: Hak geldi, bâtıl gitti, zâten
bâtıl yok olmağa mahkûmdur!"
[133]
Ebû Nuaym'in Nâfi tarikiyle İbn-i Ömer'den sevkettiği rivayet de şöyledir:
"Mekke'nin fethi gününde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mescid-i Harâm'a girip durdu. Kabe'nin etrafında
üçyüz altmış put bulunduğunu gördü... Şeytanlar
onları birbirine bakır ve kalaylarla yapıştırmıştı... Peygamberimiz bu putlardan her birine
yaklaşıyor, elindeki asası ile dokunmaksızın işarette
bulunuyor, bu sırada putlar, teker teker yüzüstü yere düşüyordu... Efendimiz de: "Hak geldi, bâtıl gitti..."
buyuruyordu.
Beyhekî ve Ebû Nuaym Saîd bin Cubeyr tarikiyle aynı hadisi İbn-i Abbâs'tan rivayet etmişlerdir:
(Beyhekî, yukarıda geçen İbn-i Ömer hadîsi'nin senediyle ilgili
olarak şöyle demiştir: Bu rivayetin senedi her ne
kadar zayıf ise de, İbn-i Abbâs hadîsi bunu destekler
mâhiyettedir...)
İbn-i Asâkir Atâ'dan şu haberi
sevkediyor; o da İbn-i Abbâs'tan naklen diyor ki: Mekke'nin
Fethi Gazvesi'nde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'ye yaklaştığı gece şöyle buyurdu: "Mekke'de dört adam var
ki, onlar şirkten uzaklaşıp İslâm'ı
kabul etmelerini ümîd etmekteyim!" Bunun üzerine, bu dört kişinin kimler olduğu soruldu. O da buyurdu ki: "Attâb bin Esîd,
Cübeyr bin Mut'ım, Hâkim bin Hızân ile
Süheyl bin Amr'dır İslâm'a
olan rağbeti, diğerlerinden
daha fazladır..." [134]
Hâkim, Ali bin Ebû Tâlib'ten şu haberi
nakletmiştir: Mekke'nin fethi sırasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bizlerle birlikte Kabe'nin yanına vardı... Bana
hitaben "Otur" dedi. Ben de Kabe'nin duvarları dibine oturdum. Peygamberimiz omuzlarına çıktı
ve bana "kalk!" dedi. Ben de kalktım. Benim omuzlarımda Peygamberimiz'i taşıyamıyacağımı anlayınca "otur!" dedi. Ben
de oturdum. Efendimiz de omuzlarımdan indi... Sonra yine bana: "Ey Ali,
haydi omuzlanma çık!" buyurdu. Ben de O'nun emrini yerine getirdim.
Sonra Peygamberimiz yukarıya doğruldu. Ben de kendimi adetâ
semâya doğru yükseliyormuşum gibi hayâl ettim... Bu şekilde Kabe'nin damına çıktım. Peygamber Efendimiz Kabe
duvarından geriye çekilerek bana seslendi ve: "Haydi önce Kureyş'e ait
en büyük putu aşağıya at!" buyurdu. Bu putlar, demir
direklerle yere irtibatlı ve dayalı idi... Peygamberimiz bana hitaben: "Haydi,
haydi!" diyerek teşvikte bulunuyor, aynı zamanda da:
"Hak geldi, bâtıl gitti; zâten bâtıl yok olmağa mahkûmdur!"
mealindeki âyeti okuyordu... Ben de bütün gücümle çalışıp
koca putu yere yuvarladım..."
Ebû Ya'lâ İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'yi feth ettiği zaman, şeytan askerlerine seslenip onları topladı ve dedi ki: "Artık
bugünden sonra Ümmet-i Muhammed'i Müslümanlıktan çıkarıp da şirke döndürmek hususunda
ümidinizi kesiniz!" [135]
Beyhekî t n-i Ebzâ'dan şu haberi
vermektedir: Peygamber
Efendimiz Mekke'yi feth
ettiği zaman, siyah renkli, yaşlı ve ak başlı bir kadın gelip saçim başim yolmaya ve'Yazıklar olsun, yazıklar olsun" diye feryâd etmeğe başladı... Kadımın bu durumu Hazret-i Peygamber'e haber verildiğinde, şöyle
buyurdular! "Bu Naile adındaki şeytandır! Ülkenizde
artık kendisine tapınmayacağim bildiği için böyle yapmaktadır!
İbn-i Sa'd, Tirmizt, Hâkim, İbn-i Hibbân, Dârekutnî ve Beyhekî Haris bin Mâtik'ten
naklediyor, O şöyle diyor: "Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Mekke'nin fethi gününde
şöyle dediğini işittim:
"Bu günden sonra Mekke ehline, tâ
kıyamete kadar gaza yapılmıy acaktır!"
(Bunu, Haris bin
Mâlik'ten rivayet edenlerden Beyhekî, bu hususta der ki: "Peygamber Efendimiz bu sözleriyle, "Bu
günden sonra, "Mekke ehli kâfir oldu!" diyerek, üzerlerine gaza yapılmayacaktır" demek istemiştir..."
Müslim'in MutVden rivayeti şöyle:
"Mekke'nin fethedüdiği gün ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Kureyş bu günden
sonra îdâm edilmek suretiyle katledümeyecektir" dediğini işittim."
(Beyhekî bu hususta der ki: Peygamberimiz bu sözüyle, Kureyş'in hepsinin artık müslüman olduğunu ve küfür üzere öldürülmeyeceğini, demek istemiştir) [136]
Beyhekî ve Ebû Nuaym Ebû't-Tufeyl-den şu haberi
nakletmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'nin fethinden sonra, Mekke ile Tâif arasında bulunan ve hurmalık olması
sebebiyle "Nahle" denilen yere Hâlid bin Velîd'i gönderdi. Arabın taptığı meşhur putlardan el-Uzzâ orada idi. Hâlid'in vazifesi bu
putu ve put evini yıkmak idi... Hâlid derhal yola çıktı, Nahle'ye gidip putun iplerini kesti, putu
ve üzerinde bulunduğu put evini yıktı. Sonra dönüp durumu Hazret-i Peygamber'e haber verdi. Peygamberimiz ise kendisine:
"Ey Hâlid, Nahle'ye tekrar git! Zira el-Uzzâ adındaki putu yıkmakla ilgili
vazifen henüz bitmedi!" buyurdu. Hâlid tekrar Nahle'ye döndü. Put evinin bakıcıları ise dağa doğru çekiliyorlar ve: "Ey Uzzâ, onu çarpıp helak
et, ey Uzzâ onu kör et! Aksi halde geber git!" diyorlardı... Derken
Hâlid'in karşısına bir kadın çıktı. Kadımın saçları dağimk
bedeni çıplak idi...
Başına-topraklar saçıyor ve feryâd ediyordu.
Hâiid kılıcıyla vurup onu öldürdü. Sonra etrafına
bakındı, yapılacak bir iş olmadığim anlayarak geri döndü... Durumu
aynen Hezret-i Peygamber'e haber verdi... Peygamberimiz de kendisine: "Ey
Hâlid, İşte şimdi el- Uzzâ putunu öldürmüş oldun!"
buyurdu..."
İbn-i Sa'd'ın bu hususta Saîd bin Amr el-Hezlt'den. rivayeti
ise şöyledir: Peygamber (s.a;v.) Mekke'yi fethettikten
sonra, etrafa askerî birlikler gönderdi. Hâlid bin Velîd'i de el-Uzzâ adındaki putu tahrîb etmeğe gönderdi. Hâlid el-Uzzâ'yı yıkmak için Nahle'ye
gittiğinde, siyah, saçları dağimk ve çıplak bir kadınla
karşılaştı... Dövünen ve üzerine
topraklar saçan bu kadim kılıcıyla vurup Öldürdü. Putu ve puthâneyi de
tahrîb ederek döndüğünde, bu kadımın durumunu Hazret-i Peygamber'e haber verdi. Peygamberimiz de kendisine: "İşte bu el-Uzzâ'dır! Artık şu müslüman ülkenizde puta
tapmaktan ümidini tamamen kesmiştir." buyurdu..."
İbn-i Sa'd'ın Vâkıdî vâsıtasiyle onun üstadlarından da bu hususta
bir rivayeti var. Şöyle
ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'nin fethinden sonra Sa'd
bin Zeyd el-Eşhelfyi de Menât adındaki meşhur
putu yıkmaya gönderdi. Bu put ise,
Müşelşel demlen yerde idi. Emrindeki yirmi
süvâ-rî ile oraya vardığında, put evinin bekçisi kendisine: "Ne istiyorsun?" diye sordu...
Sa'd: "Menât putunu yıkmak istiyorum!" dedi. Bekçi: "İşte sen, İşte o!" karşılığım verdi. Sa'd puta doğru ilerlerken önüne
çıplak bir kadın çıktı. Kadın siyahtı ve saçları da darmadağın idi... Göğsünü yumrukluyor ve "yazıklar
olsun!" diye feryâd ediyordu... Bu sırada puthânenin bekçisi de:
"Haydi Menât, şu düşmanimn
hakkından geliver!" diye söyleniyordu... Sa'd kılıcim çekerek bu kadim öldürdü, sonra Menât üzerine yürüdü ve onu da yıkıp
harabeye çevirdi..."
İbn-i Sa'd, Beyhekî, İbn-i Asâkir'in nakline göre Ebû tshâk el-Sübey'î şöyle demiştir:
Ebû Süfyân bin Harb, Mekke'nin fethinden sonra oturduğu yerde kendi kendine: "Muhammed'in hakkından
gelmek için bâzı askerleri toplayıp üzerine yürüsem..." diye konuşurken, birisi omuzuna dokunuvermisj Biri de bakmış ki, omzuna dokunan Hazret-i Peygamberdir... ve Hk. Peygamber kendisine
hitaben: "O taktirde ey Ebû Süfyân, Allah seni rezîl ve perişan
eder!" buyurmuştur... Ebû Süfyân da derhal: "Şu anda seksiz şüphesiz inandım ki, Sen hak Peygambersin!"
demiştir..."
(Beyhekî ve İbn-i Asâkir bu haberi, Ebû's-Sefîr tarikiyle İbn-i Abbâs'tan
da naklederler... Ayrıca İbn-i Sa'd da yine Ebû's-Sefîr'den
bunu mürsel olarak rivayette bulunur...)
Beyhekî, Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir'in Saîd bin Müseyyeb'ten olan rivayetleri ise
şöyledir: Mekke'nin fethi gününde İslâm
askeri Mekke'ye girdikleri zaman, devamlı olarak tekbîr ve tahlil
okuyorlardı... "Allahü Ekber!" ve "Lâilâhe illallah!"
nidalarıyla Mekke ufkunu çınlatıyorlar, Kabe'yi tavaf ediyorlardı... Bu şekilde
sabaha kadar Mekke ufukları çmlamıştı... Ebû Süfyân ise bu
durumu hazmedememişti... Karısı Hind'e demişti
ki: "Sen, bütün bu olup bitenleri Allah'tan mı biliyorsun?" Ebû
Süfyân, sabahın erken saatinde Hazret'i Peygamber'in huzuruna gittiği zaman, Peygamber Efendimiz kendisine dedi ki: "Ey Ebû Süfyân, bütün bu
olup bitenler Allahtan mıdır? diyerek karın Hind'e soruyorsun! Sana bunun
cevabım ben vereyim! Evet, bütün bunlar Allah'tandır!" Ebû Süfyân da bunun
üzerine: "Kesin olarak şehâdet ederim
ki Sen, Allah'ın kulu ve Resûlü'sün! Vallahi benim bu sözümü Hind'ten başka insanlardan hiçbir duyan olmamıştı.
Elbette ki Allah da duyuyordu. Sana haber veren şüphesiz
Allah'tır!" diyerek şehâdet getirmiştir..."
Ukaylî ve İbn-i Asâkir Vehb bin Münebbih tarikiyle İbn-i Abbâs'tan şöyle naklederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tavaf ederken Ebû Süfyân bin
Harb ile karşılaştı ve onu: "Hindle
konuşurken böyle böyle
dedin mi?" diye sordu. Ebû Süfyân derhal bozulup: "Demek Hind,
kendisine söylediğimi başkalarına
ifşa etmiş!" demekten kendini alamadı... Peygamberimiz kendisine:
"Sakın Hind'e birşey
söyleme! Çünkü o, sana âit birşeyi ifşa etmiş değildir." buyurdu. Bunun
üzerine durumu idrâk eden Ebû Süfyân: "Seksiz şehâdet ederim ki Sen, Allah'ın Elçisi'sin!" dedi..."
İbn-i Sa'd ve Haris bin Ebû Üsâme
Müsned'inde ve İbn-i Asâkir, Ebû Bekir bin Hızâm'ın oğlu Abdullah'tan şöyle nakleder:
Peygamber sallallahü aleyhi vesellam Mescid-i
Harâm'a çıktığı zaman Ebû Süfyân
bin Harb de orada oturuyordu. Kendi kendine
dedi ki: "Muhammed bize ne ile galip geliyor, anlıyamıyorum!" Peygamberimiz de kendisine yaklaştı onun göğsüne vurarak: "Allah'ın yardımıyladır
ki size galip geliyorum!" buyurdu. Bunun üzerine Ebû Süfyân: "Şehâdet
ederim ki Sen Allah'ın Elçisi'sin!" dedi.
Buhârî ve Müslim Ebû Şürayh el-Advfden
rivayet eder. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke'nin fethinden sonra
okuduğu hutbede buyurdular ki:
"Mekke'yi
Harem-i Şerîf kılan Allah'tır, insanlar değildir! Allama ve ahiret gününe
inanan bir insana, burada kan dökmesi
ve buranın ağacim kesmesi asla
helâl olmaz!"
"Eğer birisi size, "Peygamber burada dövüşmüş
tür!" diyerek, böyle birşey yapmağa
kalkışacak olursa; o
kişiye deyiniz ki: "Peygamber bunu, Allah kendisine izin verdiği için yapmıştır!"
Allah'ın bana olan izni de, gündüzün bir saatinden ibaret idi... ve şu andan itibaren, Harem-i
Şerifin eski hürmeti avdet etmiştir! -ve kıyamete
kadar da devam edecektir!-"
Yine Buhart ve Müslim Ebû Hüreyre'den rivayet
ederler. O demiştir ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: "Fil
ordusu Mekke'ye sevkedildiği zaman, Allah o orduyu
habsederek Mekke'yi korumuştur. Fakat şimdi, Resulü ve mü'ıninler için bir engel koymamıştır!
îyi belleyiniz, burası harem-i Şerîf olup kan dökmek
kesinlikle yasaktır! Allah, Elçisi için gündüzün bir saatinde izin vermişse de, Ben'den sonra böyle bir şey, hiçbir kimseye helâl olmaz! Bu kıyamete kadar böyledir!.,.
İbn-i Sa'd, şu haberi rivayet etmiştir: Bana Vâkıdî İbrahim bin Muhammed el-Abdert'den
nakletti. Ona da Osman bin Talha konuşmuş ve şöyle
anlatmış: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hicretten evvel beni Mekke'de
gördüğü zaman İslâm'a davet etmişti... Ben de
kendisine şöyle karşılık vermiştim: "Ey Muhammed, Sen
kendin kavminin dînini terkediyorsun ve yeni bir dîn getiriyorsun, böyleyken benim de Sana uymamı istiyorsun! Benim,
kavmimin dînini bırakarak Sana uyacağımı ümîd etmene, doğrusu şaşıyorum!..."
Biz, câhiliye zamanında Kabe'yi, pazartesi
ve perşembe günleri açardık... Bir gün, Kabe'nin açıldığı bir
sırda baktım Muhammed de gelmiş ve insanlarla birlikte Kabe'ye girmek istiyor... Ben
kendisine çok ağır sözler söyledim
ve hakarette bulundum... O ise bana, anlayış ve olgunluk gösterdi... Sonra dedi ki: "Ey Osman bakarsın gün
gelir sen Kabe'nin
anahtarim benim elimden alarak onu açmış olursun! Çünkü o gün ben,
Kabe'nin anahtarim dilediğime verebilecek durumda bulunurum!..." O'nun bu
sözlerine karşılık ben de kendisine şunu söylemiştim: "O
taktirde Kureyş helak oldu ve zillete düştü demektir!"
Hazret-i Peygamber ise: "Hayır ey Osman, o gün Kureyş helak
ve rezîl olmayacak, bil'akis Kabe'yi mâmur kılacak ve kendisi de azîz
olacaktır!" Hazret-i
Peygamber bunu söyledi ve
akabinde Kabe'ye girdi... O'nun bu sözleri, bende gerçekten büyük bir te'sîr bıraktı... ve ben, O'nun bu söylediklerinin
gün gelip olabileceğini düşünmeye başladım...
Hattâ bu düşünceyle müslüman olmak bile istedim. Fakat bunu
anlıyan kavmimin bana şidetle atıp-tutmaları,
beni bu karanından caydırmış oldu... Mekke'nin Fethi gününde Hazret-i Peygamber beni gördüğü zaman: "Ey Osman, Kabe'nin anahtarim getir, bana ver!" buyurdu. Ben de kendisine
verdim. Anahtarı mübarek eline aldı, sonra bana verip dedi ki: "Ey Osman,
hep sende ve senin nesline kalmak üzere Kabe'nin anahtarim al! Bu anahtarı sizden ancak zâlim bir kişi alabilir..." Ben de O'nun
mübarek elinden Kâbenin anahtarim alıp
döndüğüm sırada, beni çağırdı ve şöyle buyurdu: "Ey Osman,
Ben bunu sana, daha önce haber vermemiş miydim?" Bunun üzerine ben, derhal
O'nun bana Medine'ye hicretinden önce burada söylediği sözleri hatırladım ve
kendisine hitaben: "Evet, hatırladım ey Allah'ın Resulü. ve şimdi kesin olarak şehâdet ediyorum ki Sen, gerçekten Allah'ın
Resûlü'sün!" diyerek müslüman oldum." [137]
Huneyn Gazvesinde Görülen Bazı Mucizeler
Buna Evtas Gazvesi de
denilmektedir. Her iki yer, Mekke ile Tâif arasındadır.
Ayni zamanda Hevâzin Gazvesi dahi denilmektedir. Çünkü Peygamberimizde
savaşmaya gelenler onlardı... Bunlar, Mekke'nin fethini düyunca sıra bize
geliyor diyerek silahlanmışlar, Mâlik bin Avf'ın kumandasında birçok kabîle ile
birleşerek Huneyn'e gelmişlerdi... Peygamberimiz de on ikibin askeriyle onları orada
karşılamıştı...
Buhârî ve Müslim Berâ bin Âzib'ten rivayet eder. Ona denilmiştir
ki: "Siz Huneyn Gavzesi'nde Resûlüllah'ı bırakarak firar mı ettiniz?"
O da şu cevabı vermiştir; "Fakat Allah'ın Resulü firar etmedi! Hevâzin
askerleri gerçekten atıcı kimselerdi. Biz kendileriyle karşılaşıp iyi bir hamle
yapınca onlar bozuldular. Bizınıkiler de ganimet toplamaya başladılar. Bu
sırada onlar geri dönüp üzerimize saldırınca bizimkiler bozguna uğradı...
Fakat Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) katırimn üzerinde sebat ediyor ve şöyle
diyordu:
"Ben Peygamberim,
yalan yok! Ben Abdü'l-Muttalib Oğluyum!"
Müslim, Ebû Uvâne ve
ISfesâî Abbâs'ın şöyle dediğini naklederler: Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) Huneyn Günü, katırından yere indi ve bir
avuç toprak alarak kâfirlerin yüzüne doğru saçtı ve sonra şöyle buyurdu:
"Bozguna uğraymız! Muhammed'in Rabbine kasem
olsun!" Allah'a yemin ederim ki, Peygamberimiz yüzlerine doğru toprağı saçar saçmaz onlarda bir
bozgun oldu ve derhal kaçmaya başladılar..."
Yine Müslim'in Seleme bin el-Ekva'dan rivayeti ise şöyledir:
Huneyn Gazvesinde Peygamberimizin katırından indiğini görünce kâfirler üzerine
üşüştüler. Peygamberimiz de yerden bir avuç toprak alıp onların
üzerlerine doğru saçtı ve: "Hepsinin yüzleri kara olsun!" buyurdular.
Hepsinin iki gözü toprakla dolmuştu. Çâreyi geri dönüp kaçmakta
buldular..."
Târih'inde Buhârî, îhn-i Sa'd, Hâkim ve Beyhekî,
Ayyâd bin Haris el-Nusarî'nin şöyle dediğini kaydederler: "Peygamberimiz Huneyn
Günü'nde bizını üzerimize bir avuç toprak saçtı... Bu toprak bizını gözlerimize
dolarak kaçmamıza sebep oldu..."
Yine BuharVnin Târih'inde ve Beyhekî'nin
rivayetinde Amr bin Süfyân el-Sakafi'nin şu haberi verdiği kaydedilir:
"Huneyn Günü Hazret-i Peygamber üzerimize bir avuç toprak saçtı. Bu toprak
gözlerimize dolarak bizim hezimetimize sebep oldu. Biz orada, etrafımızda ne
kadar taş, ağaç ve asker varsa hepsinin üzerimize yağacağım zannettik ve çâreyi
kaçmakta bulduk..."
İbn-i Asâkir'in Haris bin
Bedel'den rivayeti de bu şekildedir... Abd bin Humeyd'in ve Beyhekî'nin Yezid bin
Amir el-Süvâî'den rivayeti de bu merkezdedir. Huneyn Savaşı'na müşrikler
safında katılmış bulunan bu zât da, durumu bu şekilde
anlatmış, sadece farklı olarak: "O sırada her birimiz,
arkadaşimn gözüne toprak
dolduğuna dâir şikâyette bulunduğunu görmekte idi..." ifâdesini
kullanmıştır... Kendisinden sevkedilen diğer bir rivayete göre,
ona o gün, Allah'ın kalblerine ilkâ ettiği korkudan suâl etmişler, o da
demiştir ki: "Hazret-i Peygamber yerden toprak alıp atıyordu, sanki demirden
taslar içinde gökten kum yağıyordu! Bu, dışarıda böyle olduğu gibi, içimizde de
aynen böyle oluyor, kalblerimiz korku ile doluyordu..."
Beyhekî, İbn-i Asâkir ve
Müsned'inde Müsedded, Ümmü Bürsen'in âzadlısı Abdurrahmân'dan şu haberi
nakleder: "Bana, Huneyn Savaşına müşriklerle beraber katılmış bulunan bir
adam şöyle anlattı: Biz Huneyn'de Peygamber'in ashabı ile karşılaştığımız
zaman, onlar bizını karşımızda bir koyun sağımı kadar tutunanı a dılar... Biz,
bozguna uğrayan müslüman askerlerin peşine düşmüş onları kovalıyorduk... Derken
beyaz katıra binmiş bulunan birisiyle karşılaştık... Bir de ne görelim, bu
zat, Hazret-i
Peygamber imiş... O'nun yanında bulunan güzel yüzlü ve beyaz adamlar
bizi karşıladılar! Bize karşı durup: "Hepsinin yü2)eri ksra olsun) Haydi
gen dönünüz)" diye haykırdılar... Arkasm-dan, omuzlarımıza binerek bizi
geri sürdüler... İşte bizim oradaki geri dönüp kaçışımız böyle
olmuştur..."
Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i
İshâk tarikiyle Ümeyye bin Abdullah'tan şöyle nakleder: "Huneyn Gününden
önceki gecede Mâlik bin Avf, Peygamber'in ordusunu gözetleyip haber getirmeleri
için bâzı adamlar (üç kişilik küçük bir grup) gönderdi... Bunlar kısa bir
müddet sonra kaçarak geldiler. Korkudan titriyorlardı. Mâlik, kendilerine
çıkışıp: "Nedir, bu hâl?" diye bağırdı. Onlar da dediler ki:
"Biz onlara yaklaşmak üzere giderken alaca (siyahlı beyazlı) âtlara
binmiş bâzı beyaz adamlarla karşılaştık... Onlar üzerimize doğru yürüyünce,
gördüğünüz gibi kaçıp dönmeye mecbur olduk..."
İbn-i İshak, Beyhekî ve Ebû
Nuaym Cübeyr bin Mut'ım'den şöyle rivayet
ederler: Huneyn Günü'nde biz Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) ile beraber idik. Tam savaşın kızıştığı
bir sırada ben, düşmanla bizını aramızda semâdan, kıldan Örülmüş siyah
elbiseler kıyafetinde bâzılarimn inmekte olduğunu gördüm. Sanki vadinin her
tarafim karıncalar kaplamış gibiydi... ve hemen sonra düşman saflarında
hezınıet de yüz göstermiş idi... Biz, bu semâdan inenlerin melekler olduğuna
hiç şüphe etmedik..."
Vâkıdî der ki: Bana Muhammed bin
Şerahbil'in oğlu İbrahim, babasından naklen dedi ki: Huneyn Savaşı ile ilgili
olarak Nadir bin Haris şunları söylemiştir: "Peygamber Huneyn Savaşına
çıkarken Kureyş'ten katılan iki bin kadar asker arasında ben de vardım. Fakat
bizını maksadımız, eğer durum Muhammed'in aleyhine dönerse, karşı tarafa yardım
etmekti... Fakat bizını için böyle bir fırsat olmadı... Huneyn'den dönüşte
Cîrâne denilen yere geldiğimizde, Resûlüllah beni gördü, yanına çağırdı ve:
"Sen Nadır'sın, değil mi?" dedi. Ben de "Evet, ey Allah'ın
elçisi" diyerek karşılık verdim. Fakat hâlâ Huneyn Günündeki niyet ve
düşüncede idim... Hazret-i Peygamber bana dedi ki: "Samimî olarak şehâdet
getirmen, senin için Huneyn günündeki düşündüğün şeylerden çok
hayırlıdır!"
İşte bunun üzerine ben, derhal Allah'tan
başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın elçisi olduğuna şehâdet
getirdim... Benim, huzurunda bu şekilde şehâdet getirmem üzerine Hazret-i Peygamber,
benim hakkımda şu duada bulundu: "Allah'ım onun, bu şehâdet üzerindeki
sebatim ziyâde eyle!" İşte ben, bu ikinci şehâdetimden ve Hazret-i Peygamber'in
benim hakkımdaki bu duasından sonradır ki, îmânım ve şehâdetim üzerinde yalçın
kaya gibi sabit oldum; hak ve hakîkat üzerindeki hasîretim de son derece ziyâde
oldu..."
Beyhekî ve İbn-i Asâkir,
Sa'daka bin Saîd tarikiyle Mus'ab bin Şeybe'den, o da babası Şeybe bin
Osman'dan nakleder. Şeybe demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) Huneyn'e çıktığı zaman, ben de O'nunla
birlikte çıkmıştım. Vallahi ben, bu sefere bir müslüman olarak çıkmış değildim.
Benim maksadım, Hevâzin'in bir zafer kazanarak Kureyş'i de emri altına almasın,
idi... Huneyn'de Resûlüllah ile birlikte iken, O'na dedim ki: "Ey Allah'ın
Resulü, ben askerin arasında alaca atlara binmiş tanımadığım bâzı askerler
görüyorum!" Bunun üzerine Hazret-i Paygamber bana: "Ey Şeybe, semâdan inen bu melekleri alaca atlı olarak
sâdece kâfirler görür!" Sözünü bu şekilde bitirdikten sonra, mübarek elini göğsüm üzerine koyan Hazret-i Peygamber: "Allah'ım, Şeybe'ye hidâyet ihsan eyle!" diye benim hakkımda duada
bulundu. ve bu duasını üç
defa tekrar eyledi... Elini kalbimin üzerinden çeker çekmez kalbimin değiştiğini gördüm. Artık Allah'ın yarattığı kuÜarı arasında, bana en sevgili olan O idi! Müslümanlar
da Hevâzin ile şiddetli bir çarpışmaya tutuşmuştu. Hazret-i Peygamber'in
binitinin yularından Ömer tutuyordu. Abbâs da saçağından... Abbâs bu
sırada: "Ey muhacirler! Ey Bakara Sûresi'nin ehli olan ashâb! Sizler
neredesiniz!... İşte, Allah'ın Resulü buradadır!" diye yüksek sesle
bağırıyordu... insanlar da sür'atle Hazret-i
Peygamberdin yanında toplanmaya başladılar... Peygamberimiz bu
sırada: "Haydi ilerleyiniz! Ben Peygamberim, yalan yok! Ben,
Abdü'l-Muttalib oğluyum!" diyordu... Müslümanlar bunun üzerine bütün
güçleriyle düşmana karşı yöneldiler... Çarpıştılar... Peygamber Efendimiz durumu
gördü ve: "İşte şimdi harb kızıştı!" buyurdu.
İbn-i Sa'd ve İbn-i Asâkir Abdü'l-Melik
bin Ubeyd'ten ve daha başkalarından şu haberi nakletmiştir: Şeybe bin Osman,
kendisinin nasıl müslüman olduğunu anlatır ve şöyle derdi: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke'yi fethettiği
zaman, Kureyş ile birlikte Hevâzinliler'le savaşmaya gitmeye ben de karar
vermiştim. Maksadım, karışıklık çıktığı bir sırada ansızın Muhammed'in yanına
yaklaşmak ve O'nun hakkından gelmek idi... Bu şekilde, bütün Kureyş'in intikamim
almış olacağımı düşünüyordum... Müslüman olmak meselesinde ise; "Arapda ve
Acemde bütün insanlar istisnasız müslüman olsalar da yalnız ben kalsam, yine de
müslüman olmam!" diye düşünüyordum. Nihayet Huneyn'e gittik. Ben, hâlâ ve
devamlı olarak fırsat gözlüyordum... Bir ara, ümîd ettiğim karışıklık meydana
gelmişti. "İşte fırsat doğdu!" diyerek, Hazret-i Peygamberce
iyice yaklaştım. Hattâ kılıcımı kimndan sıyırarak kaldırdım. Tam vuracağım
sırada, şimşek çakar gibi ateşten bir alev beni kaplayıverdi... Beni yakıp kül
edecek zannettim ve çok kortum. Derhal elimle gözlerimi kapamıştım... Elimi
gözümden çektiğim sırada, Hazret-i Peygamber "Ey Şeybe, yakimma gel" diyerek beni
çağırdı. Kendisine yaklaştığımda eliyle göğsümü sıvadı sonra şu duada Dulundu:
"Ey Allah'ım, onu şeytanın şerrinden koru ve kendisine hidâyet ver!"
Vallahi, Peygamber'in bu duasından sonra ben Peygamberimiz'i,
gözümden, kulağımdan ve öz canımdan daha çok sever oldum... Bende olan şeytanın vesvesesinden de Allah beni kurtardı..."
Sonra Hazret-i Peygamber bana: "Haydi kılıcınla diğer müslümanlar gibi, Allah
yolunda sen de savaş!" buyurdu... Ben de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Önünde savaşmaya başladım. Allah bilir ki, sâdece O'nun Önünde savaşarak kendisini düşmandan canım pahasına korumak, bana her şeyden sevimli geliyordu... Eğer o sırada babam sağ olsaydı , da karşıma çıkmış bulunsaydı, onu
geri çekilmeye zorlamak için kendisine karşı
kılıcımı kullanmakta hiç tereddüt etmezdim... Sonra Peygamberimiz çadırına girdi. Peşinden ben de girdim. Bana dedi
ki:
"Ey Şeybe, senin
o kendi kendine konuştuğun şeylerden, Allah'ın
sana verdiği hidâyet, senin hakkında gerçekten hayırlı olmuştur!" Ben de karşılığında: "Anam-babam sana feda olsun! Ben, Allah'tan
başka ilah olmadığına ve senin Allah'ın
elçisi bulunduğuna şehâdet
ediyorum!" diyerek müslüman oldum. Sonra benim için istiğfar edivermesini rica ettim. O da: "Allah seni,
mağfiret etsin!" buyurdu.
Ebû'l-Kâsını el-Beğavî, Beyhekî, Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir Abdullah İbn-i Mübarek tarikiyle Ikrime'den riâyet
ederler. İkrime şöyle demiştir: "Şeybe
bin Osman, kendi macerasını şu şekilde dile getirmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Huneyn Gazâsma çıktığı zaman, ben, Ali ve Hamza
tarafından öldürülen babam ve amcamı hatırladım ve:
"Bugün,onlârın intikamim alacağım gündür!" diye düşündüm. Bu
düşünce ile Huneyn'e katıldım ve dâima
Muhammed'i haklıyacağım bir fırsatı gözetledim bir ara kendisine yaklaşmak istedim ve sağ tarafına doğru ilerledim. Baktım onun sağında
amcası Abbâs var. Amcası bana fırsat vermez dedim... O'nun
sol tarafına yaklaşmak istedim, sol tarafında da Ebû Süfyân bin Haris
vardı. O da bana fırsat vermez dedim... İyisi arkasından yaklaşayım
dedim... ve epey kendisine
yaklaştım. Hattâ kılıcımı çekip tam hamle yapmak
istediğim anda, şimşek çakar
gibi ateşten bir alevin üzerime gelip beni sardığim gördüm. Beni yakıp kül edeceğinden korktum ve geri çekildim.,
Bu sırada Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bana döndü ve: "Ey Şeybe yanıma yaklaş!" buyurdu. Ben de yaklaştım. Mübarek elini kalbimin üzerine koydu ve göğsümü
eliyle sıvadı. Bu sırada Allah şeytanı kalbimden*
çıkarmıştı. Başımı kaldırıp da Hazret-i Peygamber'e baktığımda, O'nu cümle âlemden ve öz canımdan daha sevgili olarak buldum... Hazret-i Peygamber, bana tekrar hitap ederek:
"Ey Şeybecik, haydi diğerleri gibi sen de
Allah yolunda çarpış!"
dedi... Sonra amcası Abbâs'a hitaben:
"Amca Rıdvan Ağacı altında biat
edenleri, Medine'nin îslâm merkezî olması için Allah'ın dinîne yardım edenleri
buraya çağır, sesinin çıktığı kadar bağırıp
kendilerine seslen!" buyurdu. Abbâs da onlara nida
etti... Ashâb-ı kiram
oraya öyle akıp geliyorlardı ki, sanki yavrusunu
çok özlemiş dişi devenin
yavrusuna koştuğu gibi... Derhal orada toplanıp Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i çepeçevre çevirip ortalarına almışlardı...
O'nu bu şekilde korumaya çalıştılar.
Bu sırada Hazret-i Peygamber, amcası Abbâs'a yerden bir avuç toprak alıp kendisine
vermesini istedi ve eline bir avuç toprağı aldığı zaman kâfirlerin yüzlerine
doğru saçtı ve:
"Yüzleri kara
olsun! Hâ Mîm. Inşaallah yardımsız kalıp perîşan olsunlar!" buyurdu.
Bunun üzerine düşmanlar kaçışmaya başladılar..."
Ebû Nuaym'in Enes'ten rivayeti de
şöyledir: Huneyn Savaşında müslümanlar, düşmanı
hezınıete uğrattıktan sonra acele edip ganîmet toplamaya başlayınca,
karşı taraf toparlanıp hücuma geçti ve bu sefer de müslümanlar hezınıete uğradı... Bu sırada Hazret-i Peygamber Düldül adındaki boz katırı üzerinde idi.
Düldül'e alçalması için işaret etti. O da alçaldı.
Bu sırada yerden bir avuç toprak alıp kâfirlerin yüzlerine saçtı ve: "Hâ
Mîm. Yardımsız kalıp perişan olsunlar!" buyurdu. Kâfîrleride hazîmete uğradılar... Biz o sırada ne bir ok attık, ne de
mızraklarımızı kullandık..." [138]
Hâkim, Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir, Haşrac bin Abdullah'tan, o
da babası yoluyla dedesinden şöyle nakleder: Bana Aziz bin Ömer şöyle anlatmıştı: Huneyn savaşında kâfirlerle çarpışırken
bana bir ok isabet etti. Alnım yaralanmış ve akan kanlar yüzümü ve göğsümü bürümüştü. Durumu gören Hazret-i Peygamber eliyle kanı yüzümden sildi ve göğsümün alt
kısmına kadar sıvadı... Sonra benim hakkımda duada bulundu... Göğsümde Peygamberimizin eliyle dokunduğu yer, beyaz bir nişan hâlinde kalmıştı..."
İbn-i Asâkir'in tek başına sevkettiği rivayette de, Abdurrahmân bin
Ezher'in şöyle dediğini görüyoruz: Huneyn Savaşı gününde Halil bin Velîd, yara almıştı... Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onun yarasını mübarek tükrüğü ile ilaçlamış, Hâlid'in yarası da
derhal iyi olmuştu..."
İbn-i Sa'd da, Abdullah bin Zübeyr'den
şunu rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Huneyn Savaşma katılanlar arasında SafVân bin Ümeyye de vardı. Fakat Safvan, bu savaşa
bir kâfir olarak katılmıştı... Huneyn'den dönülüp Ci'râne denilen yere
gelindiğinde, Peygamber Efendimiz, ganimet olarak alınan mallar arasında dolaşıyordu...
Bu sırada SafVân da O'nun yakimnda idi. Safvân, gözünü
bir düzlükte toplanmış bulunan ganimet malı hayvanlara dikmiş,
hep onlara bakıyordu... Peygamberimiz kendisine: "Ey Ebû Vehb, bu mallara
imrendin mi yoksa?" dedi... O da "Evet" cevabim verdi... Peygamberimiz kendisine:
"Haydi onların hepsi senin olsun!" buyurdu... Safran bunun üzerine: "Bu
kadar büyük bir cömertlik ve bağış, Peygamber olmayan birisinden gelemez!" düşüncesi de vardı, derhal müslümanhğı kabul etti..."
Ebû Nuaym Atiyye el-Sa'dfden şu
haberi nakletmiştir: Atiyye, Hevâzin'den alınan ganimetler
hakkında Hazret-i Peygamber'e laf eden kişidir. Peygamberimiz de ona konuşup: "Allah'ım, onun hissesini hasis eyle!"
demişti... Atiyye,
ganimet mallardan bir türlü nasibini seçemiyor, ne bir hizmetçi beğeniyor, ne de bir bakire cariyeyi kabul ediyordu...
Derken çok yaşlı bir kadına rastladığı zaman, kendi kendisine dedi
ki: "İşte ganimet hissem olarak bu yaşlı kadım almalıyım. Zira bu kadın, onların hepsinin
anası sayılır. ve
bu yaşlı ananın azadlığım sağlamak için de bana, istediğim malı onun fidyesi olarak vermeyi kabul
ederler..." tşte bu düşünce ile, o yaşlı
kadim ganimet hissesi olarak aldı... ve çok
kârlı bir hisse aldığı kanaatiyle
"Allahu Ekber!" diyerekJ sevincinden tekbîr getirdi... Kendisini,
adetâ başlı başına
bir zafer kazanmış zannediyordu... Halbuki Resûlüllah, onun hissesinin hasîs
olması için onun aleyhinde duada bulunmuştu... Sonra Atiyye, bu yaşlı kadim fidye vererek kurtarmaya hiçbir kimsenin gelmediğini görünce, hatâsını ve isabetsiz hareket ettiğini anladı. "Yâ Resûlallah, ben ne kadar yanlış hareket etmişim?" diyerek
üzüntüsünü belli etti... Sonra hiç bir işe ve hizmete yaramayacak olan o yaşlı kadim, hiç bir karşılık
almaksızın serbest bırakmaya mecbur oldu..." [139]
Taif Gazvesinde Vukua Gelen Bazı Mucizeler
Zubeyr bin Bekkâr ve
Ibn4 Asâkir çeşitli tarîklerden Saîd bin Ubeyd el-Sekafi'nin şöyle dediğini nakleder: Tâif Gazvesi'rie çıkılıp kuşatma
yapıldığı zaman, ben Ebû
Süfyân bin Harb'i, İbn-i Ya'lâ'ya âit bahçenin duvarı dibinde hurma yerken gördüm. ve kendisine bir ok
atarak yaraladım... O, Hazret-i Peygamber'e giderek yaralandığim haber vermiştir. Hazret-i Peygamber de ona: "Eğer dilersen, Allah yolunda aldığın bu yarayı iyi
etmesi için, senin hakkında Allah'a duâ ederim. Eğer yaranın tedavisi yerine
cenneti tercih edersen, cenneti kazanmış olursun!" Ebû Süfyan bunun üzerine: "Ben
cenneti tercih ediyorum" demiştir..."
Beyhekî ve Ebû Nuaym'in rivayetine göre, Urve şu
haberi vermiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Tâifi kuşattığı zaman, Uyeyne bin Hısn Peygamberimiz1 e gelerek, kendisinin
Tâiflilerle gidip konuşmasına izin verilmesini istedi. Peygamberimiz de izin verdi. Uyeyne gidip
Tâiflilerle konuştu. Onlara Allah'ın hidâyeti istikâmetinde
konuşma yapacağı yerde, tersine onları kışkırtıp
teslim olmamalarım söyledi... Onlara açıkça dedi ki: "Sakın yerinizden
ayrılmayimz! İşte önünüzde Örnek biziz! Biz Kureyşliler teslim olduk
da ne oldu? Biz şimdi, kölelerden daha zelîl durumdayız! Sizler de
teslim olup da sakın bu duruma düşmeyiniz! Allah'a yemin
ediyorum ki, bir fırsat
geçtiğinde Arablar O'nun elinden kurtulacaktır!
"İşte Uyeyne bin Hısn, bunları söyledi ve geri döndü... Peygamber Efendimiz kendisine: "Bana söz
verdiğin gibi, Allah'ın hidâyeti istikâmetinde
onlara konuştun mu?"
buyurdu... O da: "Evet yâ Resûllah" diyerek
cevabladı. Fakat Hazret-i
Peygamber kendisini
tasdik etmedi ve ona dedi ki: "Ey Uyeyne, sen yalan söylüyorsun! Onlara bu
istikâmette konuşmuş değilsin. Bil'akis onları, teslim olmamağa teşvikte bulundun; ve şunları söyledin!" Bunun üzerine Uyeyne, "Evet ey Allah'ın Resulü, size malûm olduğu gibi, bunları
söyledim ve çok büyük hatâ ettim. Bu hatâmın affı için
Allah'a tevbe ederim! Sizden de beni bağışlayıp mâzûr görmenizi beklerim!" diyerek
tevbesini ve Hazret-i
Peygamberden özür dilediğini ifâde etti..."
Az sonra Havle
bint-i Hakim, Hazret-i Peygambere yönelerek: "Ey Allah'ın Resulü, sizin kalkıp da
Tâiflilerin üzerine yürümeniz için bir mânı mi vardır?" diye konuştu... Hazret-i Peygamber de şu karşılığı verdi: "Şu âna kadar bu hususta bana izin
verilmiş değildir. ve şimdilik Tâifin fethedileceğini de ümîd ediyor değilim."
Bu sırada Ömer bin el-Hattâb'ın: "Yâ Resûlellah, onların aleyhinde dua
etseniz, sonra kalkıp onların üzerine yürüseniz, belki de Allah Tâifin fethini
nasîb eyler!" dediği duyuldu. Ona veriği cevapta da Hazret-i Peygamber: "Bize, onlarla savaşmak
için izin verilmedi!" buyurdu... Sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabı ile birlikte geri dönüşe geçti. Dönüşü sırasında onların iyiliğine dua edip:
"Allah'ım, onlara hidâyet veri..." dedi. [140]
Beyhekî, İbn-i İshak tarikiyle bunun benzeri bir haberi rivayet eder.
Ancak bunda şu farklılık vardır: "...ve sonra
Tâifliler'i temsil eden bir heyet, Ramazan Ayı'nda Medine'ye gelerek
müslümanlığı kabul
ettiler... Yine TâifLiler ile ilgili bir haberde şu kayıt bulunmaktadır: Tâifin muhasarası
sırasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebû Bekir'e şöyle demiştir:
"Ey Ebû Bekir, rü'yâmda bana bir kab dolusu tereyağı hediye edildi. Bir horoz gelerek onu gagaladı ve
içindeki yağın tamamim yere döktü... Bilmem sen bunu nasıl yorarsın?" Ebû Bekir
de demiştir ki: "Ey Allah'ın Resulü, Ben bunu, bu Tâif
muharasmdan bir netice alamıyacağmız şeklinde
yorumluyorum..." Peygamber Efendimiz de: "Evet yâ Ebû Bekr,
ben de böyle düşünmekteyim!" diyerek mukabele etmiştir..."
Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Ömer'den nakleder. O demiştir ki: Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in; kendisiyle birlikte Taife çıktığımızda ve bir
kabre uğradığımızda: "Burası, Ebû Reğâl'in
kabridir. O, Tâiflilerin atası sayılır. Aslında Semûd kavmindendir. Burada onun
bir kal'ası vardı. Dışarı çıktığı zaman, ölümüne sebeb olan musibetle karşılaştı ve buraya
defiıedildi. Büyükçe bir altın çubuk da kendisiyle beraber defnedümişti.
isterseniz onu çıkarabilirsiniz..." buyurduğunu ^rada olanlarla birlikte
bizzat O'ndan işitmiştim. Derhal orayı kazdılar ve büyükçe bir
altın çubuğu çıkardılar..."
İbn-i Sa'd, Muhammed bin Cafer'in şöyle
dediğini rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Tâif dönüşü Ci'râne'ye geldiğinde, burada Umre için ihrama girdiler ve:
"Burada yetmiş Peygamber, Umre niyetiyle ihrama girmiştir!"
buyurdular...[141]
Kutbe bin Amir Seriyyesinde Görülen Fevkalâdelik
İbn-i Sa'd, Vâkıdî tarikiyle onun üstadlarından şöyle bir haber nakleder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kutbe bin Amir kumandasında küçük bir askerî birliği, Yemen'deki Tebâle Nahiyesinde
bulunan Has'amîler üzerine gönderdi... ve mümkin
mertebe gizli hareket etmelerini tenbihledi... Oraya vardıklarında,
aralarında şiddetli çatışmalar oldu... Kutbe,
onların bâzılarım öldürdü ve hayli ganimet malı da alarak dönüşe geçti... Peşlerine düşen Has'amîlerle aralarına ansızın bir sel suyu geldi.
Müslümanlar da bu yüzden salimen dönmüş oldular..."[142]
Bir Diğer Gazvede Görülen Fevkalâdelik
Taberanî ve Ebû Nuaym Ebû Talha'dan rivayet
ediyorlar. O demiştir ki: Biz, bir gazvede Peygamberimizle birlikte bulunuyorduk.
Düşmanla karşılaştığımız zaman, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini işittik:
"Ey din gününün
mâliki olan Allah'ım! Biz, ancak sana ibâdet ediyor, ancak
Sen'den yardım diliyoruz." Cenab'ı Hak da imdadim göndermişti. Semadan inen
melekler, Peygamber Efendimiz'in
etrafına üşüşen kâfirleri vurup cansız yere seriyorlardı... Ben o
savaşta, şapır şapır yere düşen
adamları gözlerimle
gördüm..." [143]
Tebük Gazvesinde Vukua Gelen Bazı Mucizeler
İbn-i İshak, Hâkim ve Beyhekî İbn-i Mes'ud'tan naklederler. O diyor ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebük Seferi'ne çıktığı zaman, ashâbdan bâzıları
geri kalmıştı... Ebû Zerr de, geri kalıp sonradan yetişmişti...
Müslümanlardan biri, arkadan bir adamın
gelmekte olduğunu gördü ve: "Ey Allah'ın Resulü, arkadan bir adam
yola düşmüş, yürüyerek
gelmektedir" dedi. Resûlüîîah Efendimiz bunun üzerine: "Bu gelen Ebü
Zerr olsun!" buyurdular... Ashâb, yürüyerek gelmekte
olana bakıyorlardı. Onun biraz daha yaklaşması ile, Ebû Zerr
olduğunu tanıdılar ve: "Ey Allah'ın Resulü, gerçekten gelen adam Ebû
Zerr'dir" dediler. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah Ebû Zerr'e merhamet buyursun! O, yalnız
yürür, yalnız ölür, yalnız olarak dirilir!'
Aradan bir müddet
geçmişti ki, Ebû Zerr, Rabze'ye sürgüne gönderildi.
[144]Orada yalnız olarak vefat etti... Ölürken
yanında, hanımı ve bir hizmetçisinden başka kimseler
yoktu... Cenazesi yol kenarına konulmuş, gerekenleri yapacak birisini bekliyordu...İleriden bir kafile görünmüş. Kafilede İbn-i Mes'ûd da bulunuyordu. Cenazenin bulunduğu yere geldiği aman, "Bu nedir?"
diye sordu... "Ebû Zerr'in cenazesidir" dediler, İbn-i Mes'ûd ağlamaya başladı ve Hazret-i Peygamberin yukarıdaki sözünü hatırlayıp:
"Allah'ın Resulü gerçeği söylemiştir.
O, Ebû Zerr ile ilgili olarak: "Allah Eb'û Zerr'e merhamet buyursun! O,
yalnız yürür, yalnız Ölür, yalnız
dirilir!" buyurmuştu"
dedi. Sonra binitinden inen İbn-i
Mes'ûd, Ebû Zerr'in cenazesini kaldırmak için gerekli vazifeleri, bizzat
kendisi edâ etti..."
Beyhekî, İbn-i İshak tarikiyle
Ebû Bekir bin Hazm'ın oğlu Abdullah'tan şöyle
nakleder: Tebük Seferi'nde geri kalanlar arasında Ebû Has'amada bulunuyordu. Peygamberimiz Tebük'e varıp
konakladığı zaman o da
arkadan gelip orada Peygamberimiz'e yetişti... Uzaktan bir gelen olduğu görüldüğü
zaman, müslümanîar: "Ey Allah'ın Resulü, arkadan bir gelen var!" diye
haber verdiler. Peygamberimiz de bunun üzerine:
"Gelen. Ebû Has'ama olsun!" buyurdu... Derken gelen adam hayli yaklaştı. Bu sırada gelenin kim olduğuna dikkat eden müslümanîar,
onun gerçekten Ebû Has'ama olduğuna şahit oldular..."
Beyhakî ve Ebû Nuaym Urve'nin şöyle dediğini naklederler: "Peygamber sallalâhü aleyhi
vesellem Tebük'a indiği zaman, oradaki su kaynağında çok az miktarda su bulunuyordu... Peygamberimiz eliyle kaynaktan
biraz su aldı ve bu suyu ağzına koyarak çalkaladı, sonra kaynağa bıraktı...
Kaynağın derhal coştuğu görüldü».. Kaynak iyice doldu... O, şimdi dahî hâlâ dolu bulunmaktadır..."
Müslim Muâz bin Cebel'den şöyle
rivayet eder; Ashâb, Feygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Tebük'e çıktıkları zaman, Peygamberimiz kendilerine dedi
ki* "Yarın inşallah
Tebük kaynağına varmış olacaksınız, kuşluk varki oraya vardığimzda, suyuna hiç dokunmayimz!". Ertesi günü oraya vardıklarında, suyun ancak
kuş gözü gibi azıcık kaynadığim gördüler... Peygamberimiz bu sudan avucuyla
azar azar alıp bir kabda topladı. Sonra bu kahdaki suda, yüzünü ve elİerini yıkadı. Daha sonra bu suyu, kaynağa döktü... Kaynak öylesine coştu ki, herkes bu sudan ihtiyâcım te'ınin etti... Suyun
bu kadar zengin kaynadığim gören Hazret-i Peygamber buyurdu ki:
"Ey Muâz, ömrün
uzun olursa, burasının yakında yemyeşil bahçelerle donatıldığim görürsün." [145]
İbn-i İshak da bunun benzeri bir haberi rivayet eder. Farklı
olarak der ki: "Kaynağın suyu Öylesine coştu
ki, bundan bir su harkı meydana geldi... Suyun kaynarken çıkardığı sesi duyan, sanki gök
gürüldüyor sanırdı... Şimdiki halde Tebük'te kaynamakta
olan su» İşte bu sudur... Hatıb'in "Ruvât-ı
Mâlik" adlı kitabında da bu rivayet vardır... Ancak burada da farklı
olarak şu ifade bulunmaktadır: "Biz, susuzluktan Hazret-i Peygamber'e şikayetçi olduk... O da, bizden aldığı bâzı okları, buradaki kaynağa sapladı...
Sonra su, bolca fışkırmaya başladı. Hazret-i Peygamber de Muâz'a hitaben o sözünü
söyledi..."
Müslim Ebü Hüreyre'den rivayet
eder, O demiştir ki: Tebük Gazvesi olduğu
zaman, insanlar aç kaldılar... Hazret-i Peygamber'e
mürâcât ederek: "Ey Allah'ın Resulü, izin verseniz de develerimizden bir
kısmim kessek"
dediler. Ömer derhal ortaya atılarak: "Bu takdirde binit
sıkıntısı çekeriz. Ifakat siz yâ Resûleîlah, ashabın arta kalan yiyeceklerini
bir yere toplasanız, sonra bunun bereketlenmesi için dua buyursamz, ümüd ederiz
ki Allah onu bize yetecek hale getirir" dedi. Peygamberimiz de derhal öyle yapılmasını emretti. Arta kalan yiyecekler
toplandıktan sonra bereketlenmesi için Allah'a duada bulundu.,. Baktılar ki
yaygı üzerinde toplanmış bulunan azıcık yiyecek, herkese yetecek şekilde bereketlenivermiş...
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve
sellem) "Herkesi çağırimz, ihtiyacı kadar
alsınlar, kablarim doldursunlar" buyurdu... Herkes gelip
ihtiyacı kadar cüdı... Askerlerin kabları içinde doldurulmayan kalmadı... Hepsi
de yiyip doydular... Yine de ortada duran yaygimn
tilerinde jâyecek arttı... Durumu böylece müşahede buyuran Hazret-i Peygamber: "Her Müslüman gibi hen de
şehâdet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur! Muhammed de O'nun eîçİoi'dir" buyurdu. ve her kimin bu şehadeti;
kalbden inanarak olursa, cennete gideceğini müjde eyleyip duyurdu../'
İbn-i Râhûye, Ehû Yâiâ, Ebû Nuaym ve tkn-i Asâkir, Ömer bin. el-Eattâb'ksn rivayet
ederler, O demiştir ki: Biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Tehük'e çıktığımızda, bize açhk isabet
etti... Ben Hazret-i Peygamber'e mürâcât edip; "Yâ
Resûiallah, düşmanlarımız Rumlar, hiçbir yiyecek
sıkıntısı olmadan bize karşı sefere çıkmışlar.
Halbuki bizler açız... Bu sebeble Ansârdan bâzıları, develerinin bir kısmim boğazlamak istiyorlar..." dedim. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, önüne
bir yaygı yayılıp bütün artakalan yiyeceklerin getirilip bunun üzerine dökülmesini emretti Nihayet az
miktarda bir şey toplandı. Peygamberimiz bunun yanıbaşına
oturdu ve bereketlenmesi için Allah'a dua etti. Sonra buyurdu ki: "Ey
insanlar, haydi berkes ihtiyacı kadar alsın! Ancak kapışır
gibi almak yok!". Bunun üzerine bütün askerler gelip ihtiyâcı kadar
aldılar. Torba ve çuvallarim bundan doldurdular.
Dolduracak bir kabı olmayanlar da eteğini doldurdular... Herkes aldıktan sonra,
yine eskisi kadar yaygimn üzerinde yiyecek arttı... Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun üzerine sürür ve müjde
ile buyurdular ki:
"Ben şehâdet
ederim ki: Allah'tan başka ilâh yoktur! ve Ben
de Allah'ın elçisi'yim! İşte hangi kul, bu iki îmân esâsına kalbden ve gerçekten şehâdet ederse, muhakkak o kulu
Allah cehennemden korur!'1.
Ebû Nuaym'in Ebû Hâlid et-Huzel tarikiyle
Muhammed bin Hamza'nın dedesinden şu haberi naklettiğini görüyoruz: Tebük seferine çıkıldığında
benim vazifem, tulumların korunması idi. Yağ tulumuna baktığım zaman, onun
azaldığim gördüm. Halbuki
ben, Hazret-i Peygamber için yemeklik hazırlamıştım...
Yağ tulumunu
içindeki erisin ve toplansın diye güneşe
koydum ve uzanıp uyudum. Fakat tulumdan akmakta olan yağın çıkardığı sesle
uyandım. Hemen tulumun ağzim elimle kapattım.
Beni görmekte olan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Eğer ona engel olmasaydın, bir dere gibi yağ aktığim görecektin!" buyurdu.
İbn-i Sa'd da Muhammed bin Hamza'nın babası Hamza'dan şu haberi nakletmiştir: Biz Tebük'te iken Akabe'ye varıldığı sırada
münafıklar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in devesini ürküttüler... Deve
ürkünce üzerindeki eşyadan bazıları da kaybolmuştu. Bir de ne göreyim, sağ elimin baş parmağı
ucundan lamba gibi ışık çıkmaktadır! Ben, elimde beliren bu ışığın
yardımıyla, gece karanlığında kaybolan o eşyayı
arayıp buldum... Kamçı, ip ve benzeri şeyleri,
birer birer toplayıp getirdim..."
Vâkıdi ve Ebû Nuaym, Ebü Katâde'den naklederler. O
şöyle der: Biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Tebük Seferine çıktığımızda, yolda
giderken bütün ordu büyük bir susuzluk sıkıntısına mâruz
kaldık... O derece ki,
insanlar ve hayvanların, susuzluğun şiddetinden boyunları kopacak gibiydi... Hepsi,
susuzluğun şiddetinden sallanıp kalmıştı... Peygamberimiz içinde su bulunan
bir kab istedi. Mübarek parmaklarım bu suyun içine koydu ve suyun
bereketlenmesi için dua buyurdular... Parmakları arasından su fışkırmaya
başladı. Bunun üzerine insanlar ihtiyâcı kadar su
aldılar, hem kendileri bol bol içtiler, hem de bütün hayvanlarim bol
bol suladılar... Askerin sayısı ise otuz bin idi. Hayvanların sayısı da: on iki
bin at, on iki bin de deve idi..."
Peygamberimiz Tebük dönüşü sırasında da çok şiddetli
bir sıcak altında susuzluk sıkıntısı geçirmiştir... Daha önce iki defa mâruz kalınan susuzluktan sonra, bu
üçüncü defa mâruz kalınan susuzluk oluyordu... Bütün ordu, susuzluktan
kırılacak hâle gelmişti...
Yol, hem çok uzundu hem de suyu bulunmayan çöllerden geçiyordu... Su, bâzan çok
az bulunuyor, bâzan da hiç bulunmuyordu... Peygamberimiz bu sırada Üseyd
bin Hudayr'ı su araması için göndermişti. Üseyd,
Tebük ile Hıcır arasında hayli su aradı... Sonra rastladığı bir kadına su
aradığim söyledi. Kadımın sırtında su kırbası vardı. Onu alıp Hazret-i Peygamber'e getirdi. Peygamberimiz bu suyun bereketlenmesi
için dua buyurdular... Sonra:
"Haydi herkes,
su kabim getirip suyunu alsın!"
dediler... Herkes gelip su kırbasını doldurdu. Bol bol kendileri içtikleri gibi,
hayvanlarim da kanmcaya kadar suladılar...
Suyun, bu dönüş sırasındaki bereketlenmesini rivayet edenler
derler ki: Bu sırada Hazret-i Peygamber, Üseyd'in bulup getirdiği suyu, geniş bir kaba döktü. Elini bu suyun içine sokup yüzünü ve ayaklarım bunda
yıkadı. Yâni abdest aldı. Sonra iki rek'at namaz kıldı, sonra ellerini kaldırıp
Allah'a yalvardı.... Sonra baktılar ki, içinde su bulunan kabdan kuvvetle su fışkırmaktadır. Peygamberimiz: "Herkes ihtiyâcı
olan suyunu alsın" buyurdu. Asker de sıraya girerek ihtiyacı olan suyu
aldı... Sırada yüz veya iki yüz kişinin su almak üzere saf
oldukları görülüyordu... Hepsi teker teker suyunu aldı... Yine de
o kabta su kaynamağa
devam etti ve tükenmedi..."
İbn-i Huzeyme, İbn-i Hıbbân, Beyhekî, sahihtir kaydiyle Hâkim ve Ebû Nuaym, İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini kaydederler: Bir gün Ömer bin el-Hattâb'a, "O,
susuzluk çekilen güçlük zamanim anlatır
mısın?" dediler. O da dedi ki: Biz, şiddetli
bir sıcak altında Tebük'e çıktığımız zaman, mola verip bir yere indik. Hiç
suyumuz yoktu. Susuzluktan boyunlarımızın kopacağım zannettik. Hatta içimizden
bâzıları, devesini kesip işkembesi içindekini
sıkarak ondan çıkan sıvıyı içmek zorunda kalmıştı... ve bu
sırada Ebû Bekir, Peygamber Efendimiz'e
mürâcât ederek: "Ey Allah'ın Resulü, şüphesiz yüce Allah sizin
dualarimzı kabul buyurur. Şu
sıkıntımızın giderilmesi için Allah'a dua etseniz" dedi. Peygamberimiz de ellerini
kaldırarak duaya başladı. Daha Peygamberimiz duasını bitirmeden bulutlar peyda oldu... Sonra iyice bulutlar sıklaşıp yağmur yağmaya başladı... Ordudaki askerler de kablarim doldurmaya başladılar... Hem kendileri, hem de hayvanları yeterince
suya kandılar... Sonra önümüzde ki vadiye
bakmaya gittik. O kadar sel akıyordu ki, askerin geçmesi mümkin değildi..." (Keza Ebû Nuaym'in, Ayyaş bin Süheyl'den
sevkettiği haber de bu mealdedir..."
İbn-i Ebî Hatim, Ebû Hazra'dan şu haberi
nakleder: Peygamberimiz Tebük Gazvesine
çıktığı zaman, Hıcır denilen yerde askerine mola vermişti. Fakat oranın suyundan taşımamaları
için de emir vermişti... İşte oradan su alm'adan yola çıkılmış,
bundan sonraki konaklama zamanında da büyük bir su sıkıntısı çekilmişti.
Yanlarında su olmadığı gibi,
mola verdikleri yerde de su bulunmamakta idi. Durumu Hazret-i Peygamber'e arz ettiler. Peygamber Efendimiz,
kalkıp iki rek'at namaz kıldı, sonra dua ederek yüce Allah'a yalvardı...
Cenâb-ı Hakk da bulutlarim gönderdi ve yağmurunu yağdırdı... Asker, bol bol suya kandı, ihtiyacı olan
suyu da alıp kablarim
doldurdu..."
Bu sırada Ansardan biri, kendisi
münafıklık ile itham edilen birine dedi ki: "Yazıklar olsun sana! İşte gözlerinle
görüyorsun, Hazret-i Peygamber dua ediyor, Cenâb-ı Hakk da O'nun duasını kabul buyurup yağmurunu veriyor! Sen, böyle bir mucizeyi gözlerinle
gördüğün halde hâlâ münafıklıktan vaz geçip,
samimî bir müslüman olmayacak mısın?"
O adam da şu karşılığı verdi: "Biz, yağmur yağması için bâzı
yıldızların te'siri ve yağmur yağdıracağı zamana
rastlaması neticesi yağmura
kavuştuk!".
İşte o münafığın bu şekilde bâtıl cevâbı üzerine, Kur'ân-ı Kerîm'deki şu âyet nazil oldu. "Şimdi siz, nasibinizi hakikati yalanlamanızdan ibaret
mi kılıyorsunuz?" [146]
Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i İshak tarikiyle, Abdü'l-Eşhel Oğullarından bâzı kimselerden şu haberi nakletmişler-dir: Mola
verdikten sonra istirahata geçildi... Sabah olduğu
zaman hiç su bulunmadığı anlaşıldı.
Susuz kaldıklarim Hazret-i Peygamber'e haber verdiler. Peygamber Efendimiz de Allah'a dua ettiler.,.
Derken bulutlar belirdi ve yağmur yağmaya başladı.
İnsanlar da suya kandılar, ihtiyaç duydukları kadar su
aldılar...
Bu hususu anlatan Asını der ki:
"Kendi kavmimden bâzıları bana şöyle ifâde ettiler: O
sırada orada münafıklardan biri de bulunmakta imiş. Peygamberimiz'in duası üzerine
Allah'ın yağmurunu yağdırması karşısında, nifaktan
vazgeçip samîmi bir şekilde inanması için
kendisini uyaranlar olmuş. O da demiş ki: "Üzerimizden geçen bir bulut!
Hepsi bu kadar!?" Yâni vukua gelen mucizeyi, kendi gözleriyle gördüğü halde, münafıklıktan vazgeçmemiştir..."
Müslim Ebû Humeyd'ten rivayet
ediyor. O diyor ki: "Biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Tebük'e çıktığımız zaman, Vâdil-Kurâ
denilen yere gelip konakladık... Burada bir kadına âit bir hurmalık
vardı. Peygamberimiz, bu bahçede ne kadar hurma
bulunduğunun tahminini yapmamızı istedi. Biz ve
kendisi tahminde bulunduk, on vesak olduğuna karar verdik. (Bir vesak: 200
kg. civarında bir ölçek)
Sonra Peygamberimiz bahçe sahibi
kadına: "Biz dönünceye kadar hurmanın ne kadar olduğunu, ölçerek sayımda bulununuz" buyurdu. Sonra yolumuza
devam edip Tebük'e vardık. Resûlüllah askere hitaben buyurdular ki: "Bu
gece çok şiddetli fırtına esecek! Geceleyin hiçbiriniz
kalkmasın. Herkes devesini sınısıkı bağlasın."
Geceleyin hakikaten
çok şiddetli fırtına esti. Tedbirsizlik edip kalkan
bir kimseyi fırtına tâ Tay Dağı'na kadar sürüklemiştir. Sonra Vâdil-Kurâ'ya
dönüşümüzde Hazret-i Peygamber, kadımın hurmasının ne kadar
geldiğini sordular. "On vesak" geldiği, kendisine bildirildi..."
İbn-i Sa'd, sahih bir senedle Muğıra bin Şube'den şöyle nakleder: Muğıra'ya "Peygamber Efendimiz'e namaz kılarken, Ebû Bekir'den başka
imamlık eden oldu mu?" diye sordular. O şu
cevabı verdi: "Evet, oldu. Biz, bir seferde idik. Seher vakti idi. Peygamberimiz ve ben insanlardan
ayrılıp uzaklaştık, iyice kaybolduktan sonra devesinden inen Peygamberimiz deveyi bana teslim edip
kendileri, bana dahî görün-meyecek kadar uzaklaştı.
Hacetini yapıp bir müddet sonra geldi. Ben kendisine su döktüm.
O da abdestini aldı. Ayaklarında mestleri vardı, onların üzerine meshetti...
Sonra her ikimiz develerimize binerek insanlara yetiştik. Fakat onlar namaza
durmuşlar idi. Ben,
kendisi için Ezan okumak istedimse de, beni bundan menetti... Her ikimiz
cemâate uyduk. Yetişebildiğimiz rek'ati onlarla
birlikte kıldık, kaçırdığımız rek'ati de kaza ettik... Bu namazda insanlara
imamlık eden, dolayısıyla Peygamber Efendimiz'e de imamlık yapmış bulunan
zât, Abdurrahmân bin Avf idi. Orada bu vesile ile Abdurrahmân bin Avf
hakkında şöyle buyurdular:
"Hiçbir
Peygamberin; ümmetinden sâlih (iyi) bir kimsenin
.arkasında namaz kılmadan ruhu kabzedilmemiştir!".
(İbn-i Sa'd der
ki: Ben bu hadîsi Vâkıdî'ye hatırlattım. O da bana: "Bu hadîs Tebük
Gazvesi'nde irâd buyurulmuştur" cevabim verdi...) [147]
Bezzâr, Ebû Bekir el-Sıddik'tan rivayet eder. O demiştir
ki: Peygamber (s.a.u.) bir hadislerinde:
"Hiçbir Peygamberin; ümmetinden birinin arkasında namaz
kılmadan ruhu kabzedilmemiştir."
İbn-i İshak ve Beyhekî Sehl bin Sa'd el-Sâidî'den
nakleder. O demiştir ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) el-Hıcr'da konakladığı zaman, "Hiçbiriniz
geceleyin yanına bir arkadaşim almadan dışarıya
çıkmasın!" buyurmuştu.
Herkes bu tenbîhe uydu, fakat iki kişi
uymadı. Bunlardan biri, yalnız olarak haceti için çıkmıştı.
Diğeri de kaybolan
devesini aramaya gitmişti... Haceti için giden, fırtınanın şiddetinden geri dönememişti. Devesini aramaya giden de fırtına tarafından Tay
Dağı'na savrulmuştu...
Durum Peygamber Efendimiz'e haber verildiği zaman, şöyle
buyurdular: "Ben sizlere, hiçbiriniz yanına arkadaşim almadan dışarı çıkmasın, diye
tenbihte bulunmadım mı?" Sonra haceti için gidip de kumlara boğulan kimsenin iyileşmesi için dua
buyurdular. O da şifâya kavuşup iyileşti... Diğeri ise, ancak Peygamberimiz Tebük'ten dönerken yetişe
bildi..."
Taberânî, Fedâle bin Ubeyd'ten sahih bir
senedle şu haberi nakleder: Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebük Gazvesi'ne çıktıkları zaman, sıcağın ve susuzluğun şiddetiyle binek ve yük
hayvanları yürütmek ve taşımakta çok zorluk
çekiyorlardı... Durumu Hazret-i Peygamber'e arz
ettikleri zaman, o baktı, o sırada insanlar dar bir geçitten geçmekteler ve
hayvanlarim zorlukla
sevketmekteler... Derhal bulunduğu
yerde durdu ve derince bir nefes aldı... Sonra şu şekilde duada bulundu:
"Allah'ım, şu hayvancağızların yükünü taşımalarına kolaylık ve
güç ver! Bunlar şüphesiz Senin yolundadır. Sen, senin yolundakilere
dilediğini kolayca taşıttırırsın! Onlar, ister zayıf olsunlar, ister
kuvvetli... ister yaş,
ister kuru... İster denizde bulunsunlar, ister karada!..."
Resûlüllah'ın bu şekilde
dua buyurmalarından sonra onlar öylesine güçlendiler ki, Medine'ye dönüş sırasında biz, onların yularından tutup zor
zaptediyorduk... Sıkıca tutmasak, neredeyse bizi geçip gideceklerdi..."
Ebû Nuaym Vâkıdî'den, Abdullah Zü'l-Bicâdeyn'in şöyle dediğini nakleder: Ben, Tebük'e Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte çıktım. Bir ara Hazret-i Peygamber'e dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, dua buyurunuz
da Allah bana şehitlik
nasîb etsin!" Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:'"Allah'ım,
Zü'l-Bicâdeyn'in kanim
dökmelerini kâfirlere nasîb etme!" şeklinde
dua buyurdular. Ayrıca dediler ki: "Sen, Allah yolunda cihâda çıktığın
zaman, sıtma hastalığına tutulsan da bu hastalık sebebiyle vefat etmiş olsan, şehîd olarak ölmüş
olursun!"
Tebük Gavzesi'ne çıkıldığı zaman, bir müddet orda kalınmıştı,
İşte o günlerde
hastalanan Abdullah Zü'l-Bicâdeyn, orda vefat etmiştir..'[148]
İbn-i Sa'd ve Beyhekî Alâ bin Muhammed el-Sekafî
tarikiyle Enes'ten şu haberi nakleder: Biz Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bulunuyorduk.
Güneş doğduğu zaman, her
zamankinden fazla ve farklı olarak daha parlak vp daha ışıklı
olarak doğmuştu... Bu sırda Cebrâîl gelip Hazret-i Peygamber'e mülâki olmuştu. Peygamberimiz Cebrâîl'e sordu: "Bugün Güneş'in
hiç görülmemiş şekilde nurlu ve ışıklı
doğmasının sebebi
nedir?" Cebrâîl de şu cevabı verdi: "Bunun sebebi, Muaviye bin
Muâviye'nin bugün Medine'de vefat etmiş olmasıdır. Onun
cenaze namazında bulunmaları için Allah yetmiş bin melek göndermiştir."
Peygamberiniz de bunun üzerine: "Peki bunun hikmeti nedir?" diye
tekrar sordu. Cebrâîl şu cevabı verdi: "O, Kul hüvallahü ehad"
Sûresini çok okuyordu; gecede ve gündüzde, yürürken, dikilirken ve otururken
hep buna devam ediyordu." Sonra Cebrâîl Peygamberimizi hitaben:'"İstersen arzı
senin için kabzederim, sen de onun namazını kılarsın!" dedi... Peygamberimiz de "Evet,
isterim" dedi ve onun cenaze namazını kıldı..."
[149]
İbn-i Sa'd, Ebû Ya'lâ ve Beyhekî, diğer bir tarîkten ve Atâ bin Ebû Meymene'den, o da
Enes'ten rivayet eder. O şöyle demiştir: "Cebrâîl gelip: Ey Muhammed, Muâviye
bin Muâviye vefat etti. Onun cenaze namazını kılmak
ister misin?" Peygamberimiz de: "Evet" dedi. Cebrâîl, her iki kanadim yere vurdu, ne
kadar ağaç ve tepe varsa hepsi ona itaat etti... Muâviye bin
Muâviye'nin tabutunu kaldırıp yükseltti. Peygamberimiz de
ona bakarak namazını kıldı... Arkasında meleklerden iki saf vardı ve her bir
safda yetmiş bin melek
bulunmakta idi..."
Peygamberimiz buyurur ki: "Ben Cebrâîl'e: Muâviye bin Muâviye'nin bu mertebeye nasıl ulaştığim" sordum. O da bana dedi
ki: "O kul hüvallahü ehad sûresini çok severdi! Ayakta iken, otururken,
giderken ve gelirken, hep onu okurdu!" [150]
Beyhekî'nin Urve'den rivayeti ise
şöyledir; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebük'ten Medine'ye dönüşü sırasında, Hâlid bin Velîd'i dört yüz yirmi atlı asker ile Dûmetü'l-Cendel'deki
Ukeydir'e gönderdi. Bu sırada Hâlid, "Ey Allah'ın Resulü,
Dûmetü'l-Cendel'de Ükeydir gibi bir hükümdar varken, biz orasını nasıl ele geçirelim? Meğer oraya yeterince askerî
kuvvetle gitmiş olalım..." demişti. Hazret-i Peygamber de kendisine: "Allah'tan ümîd edilir ki,
sen yola çıktığında Ükeydiri ava çıkmış bulursun!
Kendisini yakalayıp kal'anm anahtarim ondan alır, gider
kal'anın kapısını açıp fethedersin!" buyunmuş idi...
Hâlid yola çıkıp hayli ilerledikten sonra
Dûmetü'l-Cendel yakınlarına kadar geldi ve beklemeye başladı... Peygamberimizin kendisine söylediği gibi, Ükeydir'in
kal'a dışına çıkarak vahşî sığır avı peşinden giderken kolayca ele geçirilmesini
ümîd ediyordu... Hâlid askerleriyle birlikte herlerken, bir
sığır gelip kal'anm kapısına boymızlarıyla vurmaya başladı... Ükeydir
ise bu sırada iki kadim arasında kal'ade içki içmekle meşgul
idi... Kadınlarından biri dışarı sarkıp da baktığı zaman,
bir yaban sığırimn kal'a kapısını vurmakta olduğunu gördü. Durumu Ükeydir'e haber
verdi ve: "Böylesi etli bir sığırı şimdiye kadar hiç
görmemiştim!" dedi... Bunun üzerine Ükeydir köşkünden inerek atim hazırlattı, hizmetçileri ve kendi ev halkından bazıları
ile birlikte o sığırı avlamaya çıktı... Biraz gidince Halid bin velid'in askerî birliği ile karşılaştı...
Halîd, onları kolayca ele geçirip teslim aldı... ve olayın
aynen Hazret-i Peygamber'in kendisine haber verdiği gibi cereyan edişini, ibretle müşahede etti..."
Ükeydir Hâlid'e dedi ki: "VAllahi ben bu yaban sığırimn dün geceden Önce hiç geldiğini görmedim, İşte
iki gecedir gelmekte, ben de kendisi için tedbirler almakta idim. Zira bu yaban
sığırı çok hızlı koşup kayboluyordu... Onu yakalayalım diye yola çıktık,
fakat size yakalandık..."
Beyhekî ve "ei-Sahâbe" adlı kitabında İbn-i Mende İbn-i İshak'tan
aynı haberi naklederler. Farklı olarak şu
ilave vardır:
"Tay kabilesinden Büceyre bin Becre
adında biri vardı. Bu durumla ilgili şunları (şiir halinde) söylemişti: "Sığırları sürüp götüren, mübarektir. Ben, Allah'ın her hidayet isteyeni
hidâyete kavuşturduğu-nugörüyorum! Her kim Tebük Gâzîsinin yolundan
saparsa, biz onunla cihad etmekle me'ınûruz!". Onun bu sözleri
üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştu:
"Allah,
senin (şu güzel sözleri söyleyen) ağzını gümüşe muhtaç eylemesin! O
günden sonra o adam, doksan sene daha yaşadığı halde, ağzındaki hiç bir dişi
sallanmadı..." [151]
İbn-i Mende, İbn-i Seken ve Ebû Nuayn Es-Sahâbe adlı eserlerinde,
Tay Kabilesinden olan Büceyre bin Becre'nin ahfadından Ebû'l-Meârik el-Şemmâh tarikiyle
şu haberi vermektedirler: Büceyre demiştir ki: "Peygamber E fendimiz'in
Ükeydir'e karşı gönderdiği Halid bin Velîd'in askerleri arasında ben de vardım. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hâlid'e hitaben: "Sen onu, sığır avına çıkmış iken
bulacaksın!" buyurmuştu. Nitekim öyle
de oldu. Biz ona, mehtaplı bir gecede raslayıp kolayca kendisini teslim almıştık...
Dönüşte Peygamber Efendimiz'e geldiğimiz zaman, ben O'nun huzurunda bazı beyitler söylemiştim. Bu beyitler arasında: "Sığırları sürüp
getiren mübarektir. Ben, Allah'ın hidayet isteyen her kulunu hidâyete kavuşturduğunu görüyorum!"
anlamındaki beyit de vardı..."
Büceyre'nin bu
sözleri üzerine Hazret-i
Peygamber de kendisi için
şu mealde dua etmişti; "Allah, senin şu ağzına,
gümüşe muhtaç olmayı göstermesin!" Büceyre, bu
olaydan sonra doksan sene daha yaşadığı halde, ağzındaki dişlerden hiç biri sallanıp
da gümüşle bağlanmaya muhtaç olmadı..."[152]
Beyhekî Ukbe'den şu haberi
vermektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebük'ten dönerken bazıları kendisine tuzak kurdular. Münafıklar,
yolda tam yokuşu inerken Hazret-i Peygamber'i aşağı yuvarlamak üzere kendi aralarında anlaştılar...
Bunun için hazırlandılar ve yüzlerini maskeliyerek kendilerini gizlediler...
Tam yokuşun başına geldiği
sırada, Hazret-i Peygamber, Huzayfe'ye emrederek onları geri çevirmesini istedi.
Huzayfe de bu maskeli adamlara koşarak elindeki değnekle hayvanlarimn yüzlerine vurmaya ve onları döndürmeye
çalıştı... ve bu adamların
yüzlerinin maskeli olduğunu bizzat gördü...
Allah da onların kalbine büyük bir korku verdi... Kendi aralarında kurdukları
tuzağın ortaya çıktığim
zannederek paniğe kapıldılar... Hızla geri dönüp
askerin arasına karıştılar... Huzayfe de arkalarından geri geldi. Bu
sırada Hazret-i Peygamber kendisine: "Ey Huzayfe, onların hâlini ve
ne yapmak istediklerini bilebildin mi?" buyurdu... Huzayfe "Hayı yâ
Resûlallah" cevabim
verdi... Peygamberimiz bunun üzerine buyurdu ki:
"Onlar bana tuzak kurmuşlardı. Ben yokuşun zirv .ne doğru çıkarken benimle birlikte yürüyecekler, tam
zirveye çıktığımız zaman beni aşağı
yuvarlayacaklardı!..."
(Beyhekî, İbn-i İshak tarikiyle de bunun benzeri bir haberi
vermektedir. Fakat onda şu farklı ifâde bulunmaktadır... Bu
sırada Peygamber Efendimiz Huzayfe'ye:
"Yüce Allah, bana onların isınılerini bildirmiştir.
Onların kimler olduğunu
ileride ben sana haber vereceğim" buyurmuştur...)
Beyhekî sahih bir senedle
Huzeyfetü'b-nül-Yemân'dan şöyle rivayet eder: Tebük'ten dönerken Hazret-i Peygamber'in devesinin yularim ben
çekiyordum. Ammâr da arkadan sürüyordu. Akabeye geldiğimiz zaman ansızın önümde on iki kişi belirdi.
Bunlar bize doğru yönelmişlerdi. Resûlüllah Efendimiz kendilerine
karşı yüksek sesle haykırmca hepsi kaçıştılar. Peygamberimiz bize dedi ki:
"Onları tanıyabildiniz mi?" Biz, "Hayır tanıyamadık" diye
cevap verdik. Buyurdular ki: "Bunlar, ta kıyamete kadar
münafıklardır!" Sonra Peygamber Efendimiz bize, "Onların ne yapmak istediklerini
biliyor musunuz?" buyurdu. Biz de "Hayır" diye cevap verdik.
Buyurdu ki: "Onlar, yokuşun tepesine vardığımız
zaman, develerini üzerimize sürerek izdiham meydana getirip Allah'ın Resûlü'nü
aşağıya yuvarlamak istiyorlardı..." (ve onlar buna, bir kaza süsü
vereceklerdi...) Sonra Peygamberimiz onlar hakkında bedduada bulundu ve: "Ey
Allah'ım, onlara dübeyle belâsı ver!" dedi. Biz, "Ey Allah'ın Resulü,
dübeyle nedir?" diye sorduk. Peygamber Efendimiz de: "Onlardan birinin
kalb köküne (damarına) düşecek olan bir ateş parçasıdır ki, onun helak olmasına
yetecektir" buyurdu.
Huzeyfe'den Müslim'in rivayeti ise şöyledir:
Huzeyfe demiştir ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular:
"Ashabım içinde on iki münafık
vardır! Bunlar, deve iğne
deliğinden geçmedikçe cennete giremeyeceklerdir! İçlerinden sekizine
dübeyle kâfi gelecektir... Dübeyle, onlardan birinin iki omuzu arasında
belirip, sonra kalbini yakacaktır!"[153]
Gazvetü'l Esved
Seyf, "Kitâbü'r-Ridde" adlı
eserinde şöyle der: Bana,
Müstenîr bin Yezîd Urve bin Guzeyye'den, o da Dahhâk bin Feyrûz'dan, o da
Cüşeyş el-Deyleml'den rivayet eder. O demiştir ki: Bize vebre bin Yahnis Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mektubunu getirdi. Bu
mektubda Peygamber Efendimiz bize:
"Dinimizde sebat etmemizi, yalancıktan Peygamberlik dâvasına kalkışan Esved el-Ansı ile
savaşmamızı" emrediyordu... Biz de emir gereğince
derhal hazırlanıp Esved ile savaşa gittik. Onunla
kıyasıya savaştık... Bir ara ben fırsatim bulup Esved'i Öldürdüm ve kellesini onun askerleri içine fırlattım...
Derken hepsini dağıtıp perişan ettik..."
Durumu yazarak Hazret-i Peygamber'e gönderdik. Fakat bizını
haberciler varmadan Peygamber Efendimiz'e vahiy yoluyla durum malûm
olmuştur. ve Peygamberimiz durumu ashabına haber
vermişlerdir. Sonra hastalığı şiddetlenip âhirete irtihal
buyurmuşlardır. Bizim gönderdiğimiz haberciler Medine'ye ulaştığı zaman, haberi ancak Ebû Bekir'e vermişlerdir... Haberimizin alındığına dâir bize cevap gönderen de
Ebû Bekir olmuştur.»
Deylemî İbn-i Ömer'in şöyle haber verdiğini nakleder: "Esved
el-Ansî'nin öldürüldüğüne dair semavî haber, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e o gece gelmiştir. Peygamber Efendimiz bu
semavî haberi alınca dışarı çıkıp durumu ashabına derhal haber verdi ve buyurdu
ki: "Ya'lâncı Esved, dün gece öldürülmüştür! Onu, ev halkimn
hepsi mübarek olan bir ailenin mübarek bir ferdi öldürmüştür!" Bunun
üzerine "Onu kim öldürdü?" dediler... Peygamberimiz de: "Onu Feyrûz Öldürdü, Feyrûz zafer kazandı!" buyurdu... [154]
------------------------
[1] Al-i Imran suresi,
123
[2] Enfal suresi, 9
[3] Enfal suresi, 44
[8] Enfal suresi, 9
[10] Enfal suresi, 12
[13] Enfal suresi, 17
[14] Enfal suresi, 19
[15] Enfal suresi, 11
[22] Rûm suresi, 4-5
[25] Enîal suresi, 9
[26] Al-i Imran
suresi, 124
[27] Al-i Imran
suresi, 125
[29] Maide suresi, 11
[32] Haşr suresi, 1-5
[33] Haşr suresi, 6
[34] Maide suresi, 11
[39] Al-i İmran suresi, 152
[46] Al-i İmran suresi, 174
[61] Ahzab suresi, 12
[63] Bakara suresi,
214
[64] Ahzab suresi, 9
[68] Mümtehine suresi,
7
[81] Nur suresi, 11-21
[82] Enbiya suresi, 26
[88] Fetih suresi,
1
[89] Fetih suresi,
18
[90] Fetih suresi,
21
[93] Mümtehıne suresi, 10
[95] Fetih suresi,
24-26
[97] Hadîd suresi,
10
[105] Fetih suresi, 27
[131] Mümtehıne suresi, 1
[133] İsrâ Suresi, 81
14
PEYGAMBERİMİZİN HÜKÜMDARLARA MEKTUPLAR GÖNDERMESİ VE BU SIRADA VUKUA GELEN BAZI
MUCİZELER
Peygamberimizin Hükümdarlara Mektuplar Göndermesi ve Bu Sırada
Vukua Gelen Bazı Mucizeler
Buharî ve Müslim Hasan el-Basrı'nin şöyle dediğini rivayet ederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), etrafdaki krallardan Kisrâ'yâ,
Kayser'e, Necâşî'ye ve her bir cebbâr'a mektuplar yazıp
onları Allah'a ve Allah'ın dîni olan İslama davet etti. Bu sırada kendisine
mektub gönderilmiş bulunan
Necâşî (Habeşistan Kiralı), vefatı üzerine Peygamberimizin hakkında gıyabî
cenaze namazı kıldığı Necâşî
değildi..." [1]
İbn-i Ebî Şeybe "el-Mûsannef adlı eserinde şöyle der: Bize Hatim bin îsmâîl
Yâkûb'tan, o da Cafer bin Amr'den nakleder. Şöyle ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), dört cihetten her birine birer
elçi gönderip onları Allah'a davette bulundu...
Kisrâ'ya; Kayser'e, Mukavkıs'a ve Necâşî'ye ayrı ayrı adamlar gönderdi
ve bunlardan her birine giden her bir elçi, onların diliyle konuşur oldu..." [2]
İbn-i Sa'd Büreyde'den, Zührl'den,
Yezîd bin Râmân ve Şa'bl'den şöyle rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bâzı cihetlere bâzı adamlar gönderdi...
Bunlara, "Allah'ın kullarına nasîhatta bulunmalarim, İslâm'ı güzel bir şekilde duyurup teblîg etmelerini
emretti... Gönderilen bu elçilerden her biri, gönderildiği yerin halkimn konuştuğu lisan ile konuşurlardı... Bu durum Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e haber verildiği zaman, şöyle buyurdular: "Böyle bir şey, Allah'ın kullarimn işleriyle ilgili olarak, onların üzerinde en büyük ilâhî
bir hak idi..."[3]
Peygamberimizin Kaysere (Bizans Kralına) Gönderdiği Mektub ve Bu Sırada
Meydana Gelen Bazı Fevkalâdelikler
Buhâri ve Müslim İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet ederler: Ebû Süfyân bana,
kendisinin içinde bulunduğu o haberi, şu şekilde
anlattı: Biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Kureyş ile akdettiği Hudeybiye andlaşması gereği on senelik sulh zamanında, Şam'a Kureyş tüccarları olarak gitmiştik.
Bu sırada Hazret-i Peygamber, Bizans Krah'na bir mektub
gönderip kendisini İslâm'a davette bulunmuş...
Kral bu sırada Kudüs'de bulunuyormuş... Bizim de o
yakınlarda olduğumuzu haber almış bulunan Kral kendi adamlarim topladıktan sonra, bizlerin de huzuruna celbini
emretmiş. Biz de gittik. Bütün Rum büyükleri, Kral'ın
huzurunda idi. Kral, tercümanına emrederek onun vasıtasıyla bize birtakım önemli sorular yöneltti... Kral'ın tercümanı vasıtasıyla bize sorduğu ilk soru şu idi:
- Peygamber olduğunu söyleyen ve bizleri
Allah'ın dinine davette bulunan, bu maksatla elçisi vasıtasıyla bize bir mektub
gönderen şu
adam (yâni Muhammed); içinizden hangisinin daha yakim oluyor?"
Ben, kendisine şu cevabı verdim:
- Buradaki arkadaşlar içinde Muhammed'e neseb bakımından en yakın olan
benim.
Bunun üzerine Kral, benim kendisine daha
yakın oturmamı, diğer
arkadaşlarımın da arkamda oturmalarim emretti... Biz de öyle yaptık. Sonra Kral, tercümanına emrederek,
bize şöyle söylemesini
istedi:
- Bu adamlara söyle, ben, Muhammed hakkında şu en önde oturan adama sorular
soracağım, eğer yalan söyliyecek olursa, arkasında oturanlar onun yalan söylediğini muhakkak bana bildirsinler!".
Kral'ın böyle söylemesine rağmen, vallahi ben, arkamdaki arkadaşların hep benim yalan söylediğimi tekrarlayıp adımı yalancıya çıkaracaklarından
korkmasa idim, yalan söylemeyi
göze almış idim... Fakat bu korku ve
utanma duygusu ile Kral'ın sorularına karşı yalan cevablar vermeye
cesaret edemedim... Kral'ın bana yönelttiği ilk soru da şöyle olmuştur:
-Muhammed'in sizin içinizdeki soy-sop
bakımından durumu nasıldır?
Ben kendisine şu
karşılığı verdim:
- O'nun aramızdaki soy-sop şerefi ve asaleti,
gerçekten çok yüksektir!
Kral sormaya devam
ederek:
- Daha önceleri,
içinizden böyle Peygamberlik dâvasına kalkışan olmuş mudur?
- Hayır, olmamıştır, dedim. Kral:
- "O'nun atalarından hükümdar var
mıdır?" diye sordu, ben de
- "Hayır" dedim. Sorularına
devam eden Kral:
- insanların Önde
gelenleri mi, yoksa zayıf olan kısınıları mı kendisine tabî oluyorlar? Ben:
- O'na, insanların zayıfları tabî
oluyor... Kral:
- Zaman ilerledikçe müslüman olanların
sayısı artıyor mu, yoksa eksiliyor mu? Btr*
- Bil'akis fazlalaşıyorlar... Kral:
- Müslüman olduktan
sonra, İslâm'dan nefret ederek dinîni
terke-den oluyor mu? Ben:
- Hayır! Kral:
- Peki O, böyle
Peygamberlik dâvasını ortaya atmazdan önce,
sizin kendisini yalancılıkla itham etmeniz olmuş mudur? Ben:
- Kesinlikle böyle
bir şey olmamıştır!
Kral:
- Hiç, O'nun haksızlık ettiği olmuş mudur? Ben:
- Hayır! Kendisini bildik bileli böyle bir şey hiç olmamıştır... Kral:
- Hiç O'nunla savaşmanız olmuş mudur?
Ben:
- Evet, savaştık... Kral:
- Peki, savaşın neticesi nasıl olmuştur?
- Bazan O bizi
yenmiştir, bazen da biz O'nu yenmişizdir. Kral:
- Peki, O'nun size
esas itibariyle neyi emrettiğini söyler misin? Ben:
- O'nun bize
emrettikleri şunlardır: "Yalnız Allah'a ibâdet ediniz! Hiç bir
şeyi Allah'a eş koşmayimz! Atalarımızın dediklerini, putperestlik
izlerini kesinlikle bırakınız!..." İşte O'nun bize başlıca emri budur... Fakat ayrıca O bize: "Namaz
kılmayı, zekat vermeyi, dâima doğru sözlü olmayı, iffet ve
namuslarımızı titizlikle korumayı ve özellikle
de yakınlarımızı görüp
gözetmeyi" de emretmektedir..."
Kral, bu sırada soruları bitmiş gibi
bir tavırla tercümanına iltifat edip onun vasıtasıyla bizlere şunları
söyleyip tekrarladı:
- Ben sana,
O'nun nesebinin nasıl olduğunu sordum, sen de
cevâbında bana: "O'nun soy-sop bakımından içimizdeki durumu, çok
yüksektir" dedin. Zaten bütün Peygamberler, bu şekilde kavminin en şerefli ve soylu
aileleri içinden seçilerek gönderilir... Ben sana, "Kavminizde daha Önce,
böyle bir iddiada bulunan olmuş mudur?" diye
sordum, sen de bana "Hayır, olmamıştır" dedin... Ben
sana: "O'nun atalarından hükümdar olan var mıdır?" diye sordum^
sen de bana "Hayır" cevabim verdin... Eğer "Evet" deseydin, ben
de bu hususta, "Demek ki bu da, atalarından
hükümdar olan gibi, hükümdarlık davasına kal-kışmışdır"
diye düşünecektim... Ben
sana, "Bundan önce, hiç kendisinin yalan söylediği olmuş mudur?"
diye sordum, sen de bana "Olmamıştır" diye cevap
verdin... Ben de biliyorum ki, insanlara karşı herhangi bir hususta asla yalan söylememiş bir
kimse, Allah'a karşı yalan söylemekten
de son derece uzaktır... Ben sana, O'na uyanların, insanların önde
gelenleri mi, yoksa zayıf olanları mı olduğunu sorduğumda, sen de bana "zayıf olanları" diye cevap vermiştin... Ben de biliyorum
ki, zâten bidayette Peygamberlere hep insanların
zayıf olanları tâbi olmuşlardır...
Bu arada ben sana,
"dîninden dönenler oluyor mu?" diye sormuştum. Sen de bana, "Hayır, hiç dîninden dönen olmuyor" diye cevap
ver-" mistin. Ben de zâten biliyordum ki, sıhhatli ve
esaslı bir inanç bir defa kalbe yerleşti de kalb onun tadim ve güzelliğini duydu mu, bir daha bu kalbler, böyle bir îmandan
dönmezler! Yine ben sana, "O'nun
herhangi bir kimseye haksızlık yapması olmuş mudur?" diye sorduğumda, sen bana "hayır, asla böyle bir hâli hiç
görülmemiştir" diye cevab vermiştin...
Ben de bu sırada, hiç bir Peygamber'in
hiç bir kimseye haksızlık yapmıyacağim hatırlamıştım..."
Ey Ebû Süfyân, ben
sana: "O, başlıca size neyi emrediyor?" diye sordum. Sen de bana verdiğin cevabında: "O bize, yalnız Allah'a ibâdet
etmemizi ve ibâdetimizde hiç bir şeyi Allah'a ortak koşmamamızı
emrediyor!" demiştin... Ayrıca O'nun sizlere, "namaz kılmakla,
zekat vermekle, dâima doğru söylemekle, iffet ve namusun titizlikle korunması ile özellikle
akrabayı görüp gözetmekle"
emrettiğini söylemiştin... Ey Ebû Süfyân, senin şu dediklerin
eğer doğru ise, hiç şüphe etmem,
Mu-hammed'in dîni ve mülkü buralara kadar uzanacak, şu bastığım yerler de O'nun olacaktır!... Ben O'nun
çıkacağim biliyordum, fakat sizin içinizden çıkacağına dair bir bilgim yoktu... ve aslında böyle olacağını da
sanmıyordum... Eğer şimdi kendisine
ulaşabileceğimi bilsem, hiç durmam giderim, O'na ulaşmak için bütün zorlukları canıma minnet bilirim!... O'na ulaştığım takdirde, O'nun ayaklarına su dökmeyi kendim için bir şeref sayardım..."
, -
Kral, bunları söyledikten sonra, Resûlüllah'ın kendisine gönderdiği mektubu istedi. Getirip verdiler... O da okumaya başladı. Mektûb şöyle idi:
"Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla. Allah'ın kulu ve
Resulü Muhammed'ten Rûm diyarı'nın ulu hükümdarı Herakliyus'a!"
"Allah'ın selâmı, Allah'ın hidâyetine
tâbi olanlara olsun! Bundan sonra derim ki, ey hükümdar, ben seni Allah'ın dîni
İslâm'a davet ediyorum!
Müslüman ol da selâmete er! Bu takdirde Allah senin mükâfatim da iki kat
verecektir. Eğer İslâm'a
yüz çevirip onu kabul etmezsen, bütün emrindeki insanların vebali de senin
omuzlarındadır..."
"Ey kitâb ehli olanlar! Geliniz,
sizinle bizını aramızda müsâvî olan bir kelime üzerinde (tevhîd kelimesi) üzerinde
birleşip kardeş olalım! Şöyle ki: Allah'tan başkasına ibâdet etmeyelim ve hiçbir şeyi Allah'a ortak koşmayalım! Bâzımız bazısını tanrı edinmesin! İçimizden hiç biri, Allah'tan başka hiçbir varlığı tanrı edinmesin!".
"Eğer onlar, yüz çevirip İslâm'ı kabul etmiyecek olurlarsa; siz deyiniz ki:
Hepiniz şahit olunuz, bizler müslümanlarız!".
(İşte Resûlüllah'ın
Kayser'e yazdığı mektûb, Al-i
Imran Sûresinin bu mealdeki ayetiyle sona eriyordu... ve olayın kalan kısmim anlatmak üzere Ebû Süfyân
diyor ki:)
Kral, sözlerini bitirip mektubu da okuttuktan sonra,
etrafındakiler müthiş bir gürültü kopardılar... Seslerini iyice
yükselttiler, çağırıp bağırdılar... ve bizi
dışarı çıkardılar... Dışarı
çıkarıldığımız zaman ben yanımdaki arkadaşlarıma dedim ki:
"Arkadaşlar, sizde gördünüz
ki, İbn-i Ebî Kebşe'nuı (yâni Muhammed'in) şanı;
koskoca Bizans Kralim korkutacak
bir hâle gelmiştir!" ve ben, o günden
itibaren O'nun davasında mutlaka muvaffak olacağında zerre kadar şüphe etmedim. Bu
durum bende, tâ İslâm'ı kabul ettiğim güne kadar hiç zâiî
olmamıştır..."
İbn-i Nâtûr, Kudüs ve Şam'ın metropoliti idi. Herakliyus'unda çok samimi
arkadaşı idi... Onun anlattığına göre, Herakliyus Kudüs'e geldiği zaman, sabahleyin neşesiz olarak kalkmış. Durumu farkeden patriklerden
bâzısı, niçin neşesiz olduğunu sormuş.
Herakliyus; aslında falcılık ve kehanette bulunan birisiymiş.
Onarın bu- sorusuna karşılık olarak demiştir ki:
"Bu gece ben, yıldızlara bakmıştım.
Gördüğüm şey, benim neşemi
kaçırdı... Zira sünnet olan bir kavmin, şu millete hâkim olduğunu gördüm."
Etrafındakiler de: "Hükümdarımız, siz hiç üzülmeyiniz, zira şu bir avuç yahûdîlerden başka sünnet olan bir kavim bulunmamaktadır. Bunların
ise, korkulacak bir tarafı bulunmadığı sizce de
malûmdur..." diyerek Kral'ı teselliye çalışmışlar...
Ayrıca Kral'a, bütün valilerine nâmeler göndererek, vilâyetlerdeki bir avuç yahûdînin
öldürülmesini de tavsiye etmişlerdir; Derken, Kral Herakliyus'un huzuruna bir
adam getirilmiş. Bu adam, Gassân Emîri'nin bir elçisi olarak gelmiş ve
kendisine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın zuhurundan ve davasının ilerlemekte olduğundan haber getirmiştir...
Herakliyus, bu haberi alır almaz adamlar gönderip bu Peygamberin ve kavminin sünnet olup olmadıklarim araştırmalarim emretmiştir.
Adamları araştırıp soruşturmuşlar ve Hazret-i Peygamber'in ve kavminin sünnet olduklarına dâir haberlerle
geri gelmişler. Haberi
He-rakliyus'a ulaştırdıkları zaman o, "Demek ki, şu âhir zaman milletinin
Peygamber'i zuhur etmiş oluyor!" demekten
kendisini alamamıştır. Bir de ayrıca Rûmiyye (İtalya) kralına
mektub yazarak durumu ondan da sormuştur... Bu sırada
Kudüs'ten ayrılıp Humus'a gitmiştir. ve Hu-mus'ta bulunduğu sırada Rûmiyye Kralından da cevap gelmiştir. O da, Hazret-i Muhammed'in
Peygamber olduğu ve âhir zaman ümmetimin peygamberi olduğu şeklindeki Herakliyus'un
fikrine katılıyor, bunu kabul ediyordu... Bunun üzerine Herakliyus, ülkesinin
büyüklerinin köşk salonunda
toplanmalarim emretti. Hepsi toplantıktan sonra,
kapıların kilitlenmesini emretti. Kendisi de yüksekteki özel yerine geçti ve şu konuşmayı yaptı:
"Ey Rûm cemâati,
doğru yola kavuşup
ebedî felah ve saadete ermek istemez misiniz? Ayrıca şimdi sâhib olduğunuz memleketinizi korumak istemez misiniz? Eğer bunda samîmi iseniz, bizi İslâm'a çağıran, şu Peygamber'e tabî olmalısınız!"
Kralın bu sözleri üzerine Rûm büyükleri,
büyük bir telaşla geri çekilip kapıya koşuştular
ise de, kapılar kilitli olduğu için çıkamadılar...
Herakliyus, Rûm
büyüklerinin bu hâlini görünce, onların îmana
gelmeleri hakkındaki ümidini kaybetti. ve "Onları
bana getiriniz!" diyerek emretti. Onlar tekrar kendisine yaklaştıkları
zaman, onlara hitaben dedi ki: "Ben deminki konuşmamda kasden öyle söyledim ve bu
sözlerimle sizlerin dîninize ne derece bağlı
olup olmadığimzı ölçmek ve imtihan etmek
istedim... Yoksa, gerçekten, müslüman olmanızı istemiş değilim?" Rûm büyükleri de, Kral'ın bu şekilde konuşmasından
çok hoşnud oldular ve
eskiden âdetleri olduğu veçhile derhal Kral'a secde e-derek bağlılıklarim gösterdiler...,tşte
Bizans Kralı Herakliyus'un son hâli de bu idi... Dünyâ saltanatına aldanıp,
İslâm'a bile bile arka
çevirdi..."
Hafız el-Bezzâr'ın veEbâNuaym'in deDıhye el-Kelbî'den bu olayla
ilgili bir rivayetleri var... Bazı Önemli farklılıklar arzettiği için bu rivayeti de aynen kaydediyoruz. Bu rivayete
göre Dıhye demiştir ki:
"Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beni Bizans Kralı Kayser'e gönderdi. Ben, Peygamberimizin yazdırdığı mektubu ona götürüyordum.
Gidip Kral'ın huzuruna çıkarılmam için izin istedim. Dedim ki:
"Kral'ın huzuruna çıkarılması için Allah
Resulünün elçisine izin veriniz!". Gidip Kral'a haber verdiler. Aynen
benim söylediğimi naklettikleri için, oradakilerin hepsi ürpermişler... Kral, derhal içeri alınmamı söylemiş. Beni alıp Kral'ın huzuruna çıkardılar. Kral'ın yanında
patrikleri vardı. Ben mektubu kendisine verdim. Mektubun okunmasını emretti, okudular... Mektub
aynen şöyle idi:
"Rahman ve Rahîm olan Allah'ın
adıyla. Allah'ın Resulü Muham-med'ten, Rumun sahibine!".
Mektubun bu kısmı okunur okunmaz Kral'ın kardeşi itiraz etti ve: "Mektubuna kendi adıyla başlayan
ve.KraTınuza "Rum'un Sahibi" diye hitabeden bir adamın mektubunu
okumamalısın!" dedi. Kral, onun bu itirazına aldırış etmeksizin okumaya devam etti
ve sonuna kadar okudu... Sonra yanmdakilerin dışarı
çıkmasını emretti. Beni
yakimna alıp bazı sorular sordu, ben de ceyablarim verdim... Sonra metropoliti
çağırdı, derhal onu da huzuruna getirdiler.
Onlar Metropolit'in emrinden dışarı çıkmazlarimş... ve her önemli işi, ona danışırlarimş... Kral, mektubu ona karşı okuduktan1 sonra, bu hususta ne düşündüğünü sordu. Metropolit de cevap olarak! "Vallahi
bu zât, Peygamberimiz Meryem Oğlu isa'nın ve Mûsa'nın geleceğini haber verip
müjdeledikleri zâttır! ve bundan
dolayıdır ki, O'nun geleceği hep beklenmekte idi. V dedi.
Kayser, Metropolit'e hitaben: "Peki,
bize ne yapmamızı emredersin?" dedi... Metropolit de: "Ben, şahsım
adına O'na inanır, O'nu tasdik eder ve kendisine tabî olurum" dedi...
Kayser bunun üzerine şu sözleri söyledi: "Doğru söylersin, O'nun beklenen Peygamber olduğunu ben de kabul ediyorum. Fakat ben kendisine tabî
olacak olursam mülküm e-Hmden gider ve Rumlar beni öldürür..." Kayser,
daha sonra Arablar'dan bir adam bulunup getirilmesini emretti... Ebû Süfyân da o sırada ticâret maksadıyla orada bulunuyormuş. Gidip onu getirdiler... Kral'ın huzuruna çıkarıldığı zaman Kral kendisine Hazret-i Peygamber ile ilgili sorular yöneltti
ve şunları sordu:
- İçinizden çıkan ve Peygamberliğini üân eden bu adam hakkında ne dersin?
Ben, onun bu sorusuna
şu cevabı verdim:
- O, Kureyş'ten bir
gençtir, soyu itibariyle içimizde en şerefli
olanıdır. Bizden hiçbir kimse bu hususta O'nunla boy ölçüşemez!" Kayser:
- Bu, bir
Peygamberlik alâmetidir... Fakat O'na tabî olanları
da sorayım, onlar kimlerdir? Ben:
- Bazı gençler ve zayıf olanlar... Kayser:
- Bu da bir
Peygamberlik belirtisidir... Peki, Ö'na tabî.olanlardan vazgeçen, dîninden
dönen oluyor mu? Ben:
- Hayır, hiç dininden dönen olmaz! Kayser:
- Bu da bir
Peygamberlik belirtisidir... Peki aranızdaki savaşlarda
durum nasıl oluyor? Ben:
- Bâzan O galip
geliyor, bâzan da düşmanları... Kayser:
- İşte bu da bir Peygamberlik alâmetidir. Q halde sen,
memleketine döndüğün zaman kendisine bildir ki, O'nun
gerçekten bir Peygamber olduğunu ben biliyorum! Fakat mülkümü
terkederek kendisine tâbi o-lamam..."
Kayser bunu
söyledikten sonra mektubu başimn üzerine koydu, sonra öptü ve altın işlemeli bir mendile sararak dolaba koydu...
Metropolit'e gelince: Nasrânîler her pazar
günü onun yanında toplanırlar, kendisinin verdiği va'z ve dersleri
dinlerlermiş... Bir ara beni çağırıp konuşmak istedi... ve aramızda kalacak bâzı şeyler
sorup benden bilgi aldı... Önümüzdeki pazar günü,
bütün cemâati toplandığı halde, Metropolit onlara va'z vermeye gelmedi...
Kendisine haber gittiği halde, hasta olduğu
bahanesiyle çıkmadı. Tekrar tekrar rica edilmesine rağmen va'z vermeye
gelmedi... En sonunda va'z vermeye çıkmadığı takdirde, kendisinin yanına
cemâat halinde gideceklerini söyleyip zorladılar...
"Şu Arabistan'dan gelen adamın gelişinden sonra, zâten sende bir değişiklik olduğunu
hissediyoruz..." diye onu tehdit ettiler... Bu sırada Metropolit beni
çağırttı. Yanına gittiğimde
bana dedi ki: "Dönüşünde Peygamberiniz
ı Muhammed'e benden selam söyle. ve kendisine haber ver ki, ben gerçekten:
Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Mu-hammed'in de
Allah'ın kulu ve resulü olduğuna şehadet ediyorum!"
Sonra Metropolit dışarı
çıktığında, cemâati
kendisine hücum ederek, orada onu öldürdüler..." [4]
İbn-i Asâkir de Dıhyetil'l-Kelbîden şu haberi rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beni Rum Meliki'ne elçi olarak
gönderdi. Ben, peygam-berimiz'in mektubunu ona götürdüm...
Rum Meliki mektubu aldıktan sonra, mührünü açtı ve üzerine oturmakta olduğu minderin altına koydu. Sonra Rum büyüklerini ve patriklerini
toplantıya çağırdı. Makamında ayağa kalkarak onlara şu şekilde hitâb etti: "Şu
elimdeki, vaktiyle Mesîh Îsâ'nın bizlere geleceğini müjdelediği Peygamber Mu-hammed'in mektubudur!" Rum
büyükleri bunu duyar duymaz büyük bir telaşa
kapılarak dağılmak istediler...
Melik, kendilerine işaret ederek durdurdu ve onlara şöyle dedi: "Ben
sizlerin, kendi dîninize ne derece bağlı
olduğunuzu imtihan etmek istedim! Kaçmanıza bir sebep yoktur!" dedi ve
onları sükûna davet etti..."
Rum Meliki, ertesi
günü beni gözlice çağırtıp büyük bir binaya götürdü
ve orada birtakım suretler gösterdi... Söylendiğine göre orada, tam üçyüz on üç suret (heykel) varmış... ve bu suretlerin hepsi,
nebiler ve resullere âit imiş... Burada Rum Meliki
bana dedi ki: "Bak bakalım, şunların hangisi
senin Peygamberine aittir?" Baktım, Peygamberimiz'in sureti de orada
bulunmaktadır! Sanki insana karşı konuşuyor gibiydi... Ben,
bu sureti göstererek, "İşte budur" dedim... Melik
de bana "Doğru söyledin" karşılığim verdi. Sonra Melik bana:
"O'nun sağındaki şu
suret kimdir?" diye sordu. Ben de: "O'nun kavminden Ebû Bekir adında
birisidir" dedim... Sonra solundaki adamın kim olduğunu sordu, ben de onun, Ömer olduğunu söyledim... Bunun üzerine Rum Meliki şu sözleri
söyledi: "Ben de okuduğum kitapta, bu iki
zâtın, O'nun dininin yerleşip yayılmasında çok
büyük hizmetler-edeceklerini görmüştüm."
Ben elçiliği bitirip Peygamber Efendimizde döndüğüm zaman, o da bana dedi ki: "Evet, Rum Meliki doğru söylüyor, Allah şu dinî, Ebû Bekir ve Ömer ile tamâma erdirecektir! ve
bu ikisinin elleriyle İslâm'a nice fetihler nâsîb
eyleyecektir!..." [5]
Beyhekî ve Ebû Nuaym, Ebû Ümâme'den şu haberi rivayet
ederler: Hişam bin el-Âs der ki: "Ben ve Kureyş'ten bir adam, Ebû Bekr'in hilâfeti
zamanında Rum Meliki Herakliyus'a gönderildik. Vazifemiz, Onu İslâm'a davet etmek idi... Yola çıkıp ilerledik. Dımeşk yakimndaki Gota denilen ve
Gassânîler'in oturduğu yere geldiğimizde,
bunların, emîri bulunan Cebele bin Eyhüm'un huzuruna çıkarıldık... Aslında o
bize elçi gönderip, bu elçi ile
konuşmamızı emretmişti... Biz, elçi ile görüşemiyeceğimizi, ancak Melik ile görüşebileceğimizi İsrâ'rla
belirtince, bizi kabule mecbur kaldı...Onunla Hişam konuştu ve kendisını İslâm'a davet etti. Üzerinde
sınısiyah bir elbise vardı. Hişam: "Bu üzerindeki
nedir?" dedi. O da: "Ben bunu sırtıma giydim ve sizleri Şam'dan
çıkarmadıkça çıkarmayacağıma da yemin ettim!" dedi... Biz de kendisine dedik
ki: "Vallahi, biz müslümanlar senin şu oturduğun yeri de alacağız! înşaallah, buraları dahî en büyük melik olan, sizden
alacaktır! Bunun böyle
olacağını bize Peygamberimiz haber vermiştir..."
Cebele bize şu mukabelede bulundu: "Buraları alacak olanlar,
sizler değilsiniz! Burasının
fatihleri gündüzleri sâim, geceleri de ibâdetle kâim
olacaklardır!" Sonra bize oruçlarımızın nasıl olduğunu sordu. Bizden cevabim alınca çok üzüldü... ve bizi
huzurundan kaldırdı. Yanımıza bir adam katarak Rum Meliki'ne yolcu etti. Rum
Meliki'ne vardığımız zaman, büyükçe bir odaya alındık.
Hayvanlarımızdan inip eşyamızı
yerleştirdik. Sonra dikilip "Lâ îlâhe illallahü vallahü
ekber!" diyerek haykırdık... Tekbîr ve tevhîd sesiyle bina sanki sarsılıp
çatırdamıştı... Melik de bu sırada bize bakmakta imiş...
Sonra kılıçlarımız üzerimizde olduğu halde Melik'in huzuruna çıktık... Melik
bize dedi ki: "Kendi aranızda selamlaştığımız
gibi, bana da aynı şekilde selam verseniz,
bir sakıncası mı vardı?" Biz de bunun ü-zerine "Esselâmü aleyk!"
diyerek onu selamladık... Sonra bize şunu sordu: "Siz, eğer kendi hükümdarimzı
selamlıyor olsaydimz nasıl selamlardimz?"
Biz de: "Aynı şekilde selamlardık"
diye cevabladık... Bunun üzerine dedi ki: "Siz müslümanların en büyük sözü nedir?" Biz de dedik ki:
"Lâ ilahe illallahü vallahü ekber!" dir.
Biz, müslümanların en büyük sözü olan bu: "Lâ ilahe
illallahü vallahü ekber!" sözünü o kadar kuvvetli ve şiddetli söylemişiz
ki, içinde bulunduğumuz bina sanki çökecek
gibi çatırdamıştı... Rum Meliki Bunun üzerine başim yukarı kaldırıp bakmak zorunda kalmıştı...
Sonra bize dönerek dedi ki:
"Siz bu sözü söylediğiniz zaman, hep böyle içinde bulunduğunuz bina yıkılacakmış gibi
çatırdar mı?" Biz, "Hayır, daha önceleri böyle bir fevkalâdelik
görmemiştik" dedik... Melik de bunun ü-zerine şunları söyledi: Keşke her söyleyişiniz de böyle içinde bulunduğunuz bina çatırdamış olsaydı!
Bu takdirde ben size, mülkümün yarısını teslim ederdim..." Biz bunun sebebini sorduğumuzda, o şunları
söyledi: "Çünkü o
zaman, bunun bir Peygamberlik alâmeti değil
de devamlı olarak vukua gelen hileli ve san,atlı (yapmacık) bir şey olduğunu kabul e-derdim ve kendim için, bütün mülkümün
elimden çıkacağı tehlikesini yok sayardım..."
Sonra Melik bize,
dilediği bâzı söyleri sormaya başladı. Biz de cevaplar verdik. Oruç ve namaz
ibâdetlerimizin nasıl olduğunu sordu, cevapladık... Sonra kalkmamızı ve bir
güzel yerde ağırlanmamızı emretti. Onun huzurundan böylece
ayrıldık. Üç gün güzelce ağırlandık. Sonra Melik bizi geceleyin huzuruna çağırmış, biz de gittik. Bize, ne
diyorsunuz diyerek sözümüzü sordu, biz de aynısını tekrar
ettik. Sonra bizim yanımıza dört köşe
ve altınlarla işlenmiş büyük bir sandık getirtti. Kapağım açtıktan
sonra, Özel bir bölmeden bir suret çıkardı: Bu kırmızı tenli, gözleri
ve kulakları çok büyük bir erkek sureti idi... Boyu çok u-zundu. Sakalı
yoktu... iki büyük saç örgüsü sarkıyordu. Çok
güzel bir yaratılışta idi... Kral bize, bunu tanıyıp tanımadığımızı
sordu. Biz de tam madiğimizi
söyledik. Kendisi, bunun Âdem aleyhisselâm olduğum söyledi... Sonra sırasıyla Nûh ve İbrahîm Peygamberlere âit olduğunu söylediği
suretler çıkarıp bize sordu. Biz de tanımadığımızı söyleyince, kimler olduğunu kendisi ifâde etti... Sonra bir suret daha
çıkarıp sordu. Biz de: "Bu, bizını Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır" dedik. Sonra kendisi, önce ayağa kalkıp oturdu ve: "Evet, bu odur" dedi...
Bir müddet ona baktı ve konuşmadı... Sonra,
"Bunu size en son çıkarıp göstermem
lazınıdı..." dedikten sonra sırasıyla Mûsâ, Hârûh, Lût, İshâk, Yâkûn, îsmâîl, Yusuf, Dâvûd ve
Süleyman Peygamberlere (Allah'ın selamı hepsinin
üzerine olsun) ait suretler çıkardı ve bunların kimlere ait olduğunu bize teker teker söyledi... En sonunda bir sûr,et daha çıkarıp, onu
tanıyıp tanımadığımızı sordu. Bizden de tanıma.dığımız şeklinde
cevap alınca: "İşte bu da, Meryem oğlu Îsâ aleyhisselâtü vesselâm'dır!" dedi... Biz de kendisine,
"Sen bu suretleri nereden elde ettin?" diye sorduk. O da bize şu cevabı verdi: "Vaktiyle Âdem aleyhisselâm Cenab-ı Hakk'tan, kendi neslinden gelecek
olan Peygamberleri
kendisine göstermesini istedi... Cenab-ı Hakk da
onların suretlerini semâdan indirip Âdem'e verdi ve gösterdi...[6] Âdem aleyhisselâm bu suretleri kendi hazînesinde saklıyordu...
Sonra kaybolmuştu... Derken Zü'l-Karneyn gelip bunları güneşin battığı
yerden (batıdan) bulup çıkardı... ve Danyâl (aleyhisselâm)'a teslim etti..."
Rum Meliki bunları söyledikten sonra
netice olarak dedi ki: "Şiddetle arzu ediyorum ki, mülkümden huruç
edeyim (hükümdarlığı bırakayım), ölünceye kadar kölelik yapayım! Ben bir köle olunca, hem de
hepinizden iyi kölelik yaparım..." Sonra bize bâzı
bağışlarda bulundu ve biz onun huzurundan ayrıldık. Dönüşte Ebû Bekir'i gördüğüm zaman, gördüklerimizi ve Kral'ın bize söylediklerini
ona anlattım. Bunları duyunca Ebû Bekir ağlamaya başladı ve dedi ki: "O zavallı bir adamdır! Eğer Allah
onun hakkında hayır ve hidâyet dilemiş olsaydı, o da
dediğini yapardı... Demek ki nasibi yokmuş..." Bundan sonra Ebû Bekir, şu sözleri ilâve
etti: "Gerek Hristiyanların, gerek Yahudilerin
kaplarında Peygamberimizde ait vasıfları okuyup
bildiklerini; Peygamjer (sallallahü aleyhi ve sellem) bize haber vermişti..."
Hafız Ebû Nuaym, yukarıda geçen haberi Mûsâ bin Ukbe'den rivayet eder
ve bu kıssa ile ilgili olarak der ki: "Bu kıssada geçen: "Ebû
Bekir'in elçilerinin orada kuvvetli bir sesle: Lâ ilahe illallahü vallahü
ekber!" diye haykırdıkları sırada, içinde bulundukları odanın yıkılacak-mış gibi
çatırdaması, delâlet eder ki: Peygamberler
vefat edip gittikten sonra da bâzı mucizelerin (veya mucizevî hallerin) vukua gelmesi de caizdir...
Nitekim, Peygamberler gönderilmezden önce de mucizevi haller vukua
gelmiştir..."
Ebû Ya'lâ Abdullah bin Ahrned, Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir Saîd bin Ebû Raşid'ten şöyle rivayet ederler: "Ben, Rum Kralı
Herakliyus'un Resûlüllah Efendimiz'e elçi olarak gönderdiği el-Tenûhî ile karşılaştığım zaman, kendisine dedim ki:
Senin, Herakliyus'un elçisi olarak görevin ne idi?" O da dedi ki:
"Resûlüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem) Tebük'e vardığı zaman, Dıhye-tü'l-Kelbî'yi ona elçi olarak
göndermişti. Resûlüllah'ın mektubu ona geldiği
zaman o, bütün Rum büyüklerini topladı, patrikleri çağırdı ve kapıların
kapatılmasını emrettikten
sonra onlara şöyle hitap etti: "Bakınız, bu adam bana mektub göndermiş,
beni İslâm'a devet ediyor. Vallahi sizler de daha önce bu
Peygamberin çıkacağim ve benim ülkemi de eline
geçireceğini kitaplarimzda okumuş bulunuyorsunuz. Geliniz biz
bu Peygambere güzelce tâbi olalım!"
Onun bu sözleri üzerine hepsi yerlerinden fırlayıp kaçmak
istedi. Fakat kapılar kapalı olduğu için çıkamadılar. Kral
baktı, durumun kendisi için tehlikeli olduğunu gördü, "Bana dönünüz,
ben sizleri bu sözlerle imtihan etmek istedim!" dedi
ve onların iltifatim tekrar kazandı... Sonra beni çağırıp dedi ki:
"Haydi benim şu
mektubumu al ve bu adama götür ve kendisi bu hususta
ne derse, hiç bir kelimesini eksik bırakmaksızın aynen bana getir!
Bilhassa şu üç şeye çok dikkat
et:
1. Daha önce
kendisinin bana gönderdiği mektup hakkında bir şey deyip demediğine,
2. Benim bu
mektubumu okuduğu zaman, geceden bahsedip etmediğine,
3. İki omuzu arasında seni düşündüren bir başkalık olup olmadığına... İşte bu üç şeye de dikkat edip neticelerini bana
getir..."
Ben, bu şekilde görevlendirilip yola çıktım. ve Peygamber henüz Tebük'ten
aynlmadan kendisine yetiştim. Mektubu kendisine verdiğim zaman, bana dedi ki: "Ey Tenuhlu kişi, Ben bu Rum Kralı'na bir mektub göndermiştim. O benim bu mektubumu yırtıp parçaladı! Allah da
onun mülkünü parçalıyacak ve Ben onun mülkünü ele geçireceğim! Ben, Yemen Kralı'na da mektub gönderdim.
O da mektubumu yırttı. Allan da onun mülkünü yırtacak ve orasını da
müslümanların mülkü eyleyecektir... Ben, senin enrîrine de mektub yolladım. O
ise, mektubumu saklamaktadır ve yaşadığı müddetçe insanlar
ondan bâzı sıkıntılar görecektir..."
Ben, Peygamber'in bu
söylediklerini güzelce dinledikten sonra, İşte bana tenbih edilen üç
şeyden birisi bu dedim. Sonra dikkat ettim Hazret-i Peygamber benim getirip kendisine
verdiğim mektubu sağındaki bir a-dama verdi ve
okumasını söyledi, o da okudu. Meğer bu mektubda şöyle yazmakta
imiş: "Sen beni, genişliği yerle gökler kadar olan cennete
çağırıyorsun. Peki bu durumda cehennem
nerededir?" Resûlüllah bunun cevabında dedi ki: "Sübhânellâh! Bu ne
biçim soru? Acaba gündüz geldiği zaman, gece nereye gitmektedir?" Sonra
Peygamber beni çağırdı ve: "Ey Tenuhlular'ın kardeşi, haydi bana yakın ol!" dedi. Ben kendisine
yaklaştığımda, elbisesinin omuzunu örten kısmim aşağı sarkıtarak:
"Haydi, sana tenbih edildiği gibi, iki omuzumun arasını görebilirsin!"
buyurdu... Ben de baktım ve büyükçe şişe ağzı kadar bir mühür olduğunu gördüm..."[7]
Peygamberimizin Kisra’ya Yazdığı Mektub ve Bu Sırada Görülen
Bazı Haller
Buharî İbn-i Abhâs'tan rivayet eder: İbn-i Abbâs bize şu bilgiyi verir: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Kisrâ'ya (Iran Kralı'na) mektub yazı gönderdi.
Kisrâ bu mektubu alıp okuduğu zaman, yırtıp parçaladı... Peygamber Efendimiz de onlara beddua edip:
"Kendileri de parça parça olsunlar!" buyurdu..." [8]
Beyhekî İbn-i Şihab tarikiyle şu haberi nakleder:
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve
sellem), Kisrha'ya mektub
gönderdi. Kisra ise mektubu parçalayıp attı.
Bunun üzerine Hazret-i
Peygamber "Kisrâ, kendi mülkünü
parçaladı!" buyurdu.
Yine Beyhekî, Bezzâr ve Ebû Nuaym, Dıhye'nin şöyle dediğini naklederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kisrâ'ya mektub gönderdiği zaman müthiş kızan
Kisrâ, San'âdaki valisine şöyle yazmıştır:
"Senin ülkende bir adam çıkıp Peygamberlik
iddiasında bulunuyor, sonra kalkıp bana mektub yazmak cür'etini gösteriyor ve beni kendi dînine davet ediyor! Derhal'bu adamın hakkından
gelmezsen, ben senin hakkından gelmeyi bilirim!" Bunun üzerine San'â Emîri
derhal bir mektub yazarak Hazret-i Peygamber'e gönderdi. Peygamberimiz onun mektubunu getiren adamlarim
beş gün beklettikten sonra, onlara hitaben dedi ki: "Şimdi sizler
Emîrinize gidiniz ve. deyiniz ki, Muhammed'i hak Peygamber olarak gönderen Allah, senin hükümdarın Kisrâyı katletmiştir!".
Adamlar hızla yola çıktılar, San'â
Emîri'ne gittikleri zaman, Hazret-i Peygamber'in söylediklerini aynen haber
verdiler... Az sonra da, Kisrâ'nın Öldürüldüğü haberi geldi..."
İbn-i Cerîr, İbn-i Humayd tarikiyle Yezîd bin Ebû Habîb'in şöyle
dediğini rivayet eder: Resûlüllah, Abdullah bin Huzâfe'yi,
Kisrâ'ya gönderdi. Abdullah yanında Resûlüllah'ın mektubunu götürüyordu.
Mektub şöyle idi: "Rahman ve Rahim ölen
Allah'ın adıyla. Allah'ın Elçisi Mu-hammed'ten Fâris'in Ulu Hükümdarı'na.
Allah'ın selamı, hidâyete tabi olan Allah'a ve Resûlü'ne inanan; Allah'tan başka
ilâh olmadığına ve Muhammed'in
Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şehâdet eden kimselerin üzerine olsun! Ben seni,
Allanın dînine çağırıyorum! Çünkü ben, Allah'ın
dînini bütün insanlara teblîg etmek için gönderdiği Elçisiyim! Eğer İslâm'ı kabul edersen, ebedî saadete erersin, İslâm'dan yüz çevirecek o-lursan, bütün mecûsîlerin günahı senin
boynunadır..."
İşte, Kisrâ'ya yazılan mektubun şekli böyleydi... Kisrâ, bu mektubu alıp okuduğu zaman, "Benim bir kölem, nasıl olur da bana böyle
bir mektub yazabilir? " diyerek mektubu parçalayıp atmıştır... Peygamber Efendimiz de
bunun üzerine "Kisrâ, kendi mülkünü parçaladı..." buyurmuştur.[9]
Beyhekî İbn-i Avn tarikiyle Umeyr bin İshâk'tan rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kisrâ'ya ve Kayser'e mektub
gönderdiğinde, Kayser o-kuyup yerine koydu...Kisrâ ise tamâmim okumaksızm yırtıp attı... Peygamberimiz de bunun üzerine:
"Mektubumu yırtanların mülkü parça parça olacaktır! Okuyup güzelce yerine
koyanlar ise, bir müddet daha hükümrân olacaklardır..." buyurdu.
Ebû Nuaym, Muhammed bin Ka'b el-Kurazî'in
şöyle anlatığim kaydeder:
"Iran Kral'ı (Kisrâ), bir gün uyurken bir rüya görür:
Yeryüzüne bir merdiven kurulur ve merdivenin bir ucu tâ semâya dayanır... Bu
merdivenin etrafına çok sayıda insanlar toplanır. Bu sırada Arapların
giyiminde ve başı sarıklı bir adam gelir, merdivenden semâya doğru tırmanmaya
başlar. Belli bir yere
gelince durur ve oradaki insanlara şöyle
nida eder: "Hani Fârisli adamlar, kadınlar, askerler ve hazîneler nerede?
Derhal onları buraya getiriniz!". ve arkasından
Fârisliler getirilir,
çuvallara konularak merdivenin yüksek bir yerinde beklemekte olan o adama
gönderilirler... Hazîneleri de..."
Geceleyin böyle bir
rüya gören Kisrâ, sabahleyin çok üzgündür... ve bu rüyasını yakınlarına anlatır. Onlar da böyle bir rüyadan korkuya kapılıp Kralın da korkmasına sebeb olurlar... Kral
henüz bu korku ve üzüntüsünü atmadan, kendisine Peygamber Efendimizin mektubu ulaşır..."
"Mektub
kendisine verildiği zaman Kisrâ, derhal Yemen'deki valisi Bâzân'a bir
mektup yazar.... ve bu'ınektubunda ona:
"Adamlarından kuvvetli ikTkişiyi Hicaz'da Peygamberliğini ilân eden şu adama gönder, derhal onu yakalayıp bana getirsinler!"
diye emreder... Yeman valisi Bâzân'da derhal bir nâme yazarak iki kuvvetli
adamıyla Peygamberi-miz'e
gönderir. Bu iki kişi getirdikleri mektubu Peygamberimiz'e verdikleri zaman, Peygamber Efendimiz manâlı
bir şekilde gülümsemiş ve bunların her ikisini de İslâm'a davet etmiştir... Adamlar da korkularından titremeye başlamışlar. Peygamberimiz kendilerine: "Haydi
bugün gidiniz, yarın yanıma geliniz!" buyurmuştur... Ertesi günü bu iki
adam Hazret-i Peygamber'in huzuruna geldiklerinde,
onlara şöyle buyurmuştur: "Gidip valinize haber veriniz
ki, Benim Ezelî ve Ebedî olan Rab'bim, onların sahte tanrısını öldürmüştür! Kisrâ bu gece
helak olmuştur. Allah, onun oğlu Şiraveyh'i kendisine musallat kılmıştır.
Hemen gidip bunu vali Bâzân'a haber veriniz!".
Bâzân'in adamları derhal yola çıkıp bu haberi götürmüşler. Bunun üzerine Bâzân ve onun yanındaki Fârisliler,
derhal müslüman oldular..."
Ebû Nuaym'in Şerafü'l-Mustafâ adlı kitabında İbn-i Sa'd'in
Zührl'den naklettikleri rivayet ise, biraz daha farklılık arzeder. Zührı'nin
rivayetine göre, Seleme bin
Abdurrahmân bu haberi şu şekilde vermektedir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mektubu Kisrâ'ya ulaştığı zaman, Kisrâ derhal Bâzân'a bir mektub yazıp gönderdi. O bu mektubunda şöyle
emrediyordu: "Derhal şu Hicaz'da Peygamberliğini ilân etmiş bulunan adama iki
yiğit gönder, onu yakalayıp bana
getirsinler!". Bâzân da Bunun üzerine ellerine bir name verdiği iki yiğidini Peygamberimiz'e gönderdi... Bu yazıda Bâzân, Peygamber'e bu iki adamla birlikte Kisrâ'ya teslim edilmek
üzere yola çıkmasını emrediyordu... Bu iki adam da derhal yola çıkıp Peygamberimiz'e geldiler ve durumu haber
verdiler. Peygamberimiz de kendilerine, o gün
istirahat etmelerini ve ertesi günü yanına gelmelerini emretti... Ertesi sabah
Bâzân'ın adamları geldiklerinde Peygamber Efendimiz kendilerine dedi ki:
"Allah, Kisrâ'nın oğlu Şiraveyh'i kendisine musallat kılarak Kisrâ'yı öldürmüştür!" Elçiler Peygamberimiz'e: "Sen, ne dediğini biliyor musun?" dediler... Peygamber Efendimiz de: "Evet, gidip
Bâzân'a bunu haber veriniz! ve şunu da biliniz ki, Benim dînim ve hükmüm, Kisrâ'nın hükümdar olduğu yerlere yerleşecektir! Hem
kendisine deyiniz ki, eğer Müslümanlığı kabul ederse, şimdi emri altında bulunan yerlerin hâkimiyeti kendisine verilecek-
tir". Elçiler, bu haber ve emirlerle Bâzân'a döndüler... Durumu olduğu gibi kendisine tebliğ ettiler. Bâzân durumu
iyice öğrendikten sonra: "Bu sözler, hiç de bir hükümdar
sözüne benzemiyor! Bunun üzerinde ciddiyetle düşünelim!" dedi. Derken bir
müddet sonra, babasını öldürerek yerine geçmiş bulunan Şirâveyh'in elçileri ve
mâmesi geldi. Şiraveyh; babasını, halka çok zulüm ettiği ve eşraftan
nice kıymetli adamları öldürttüğü için öldürdüğünü bildiriyor, daha önce
babasına itaat ettiği
gibi kendisine dahî ayni itaati göstermesini
istiyordu... Ayrıca Bâzân'a, "Hicaz'da Peygamberliğini ilân eden zâtın, hoş tutulup tanrîk edilmemesini"
de emrediyordu... Bâzân, yeni Kisrâ'nın mektubunu okudu ve:
"Hiç şüphem kalmadı ki, bu zât hak Peygamber'dir!" dedi. ve
derhal İslâmiyet'i kabul ederek müslüman oldu...
Onun yanında bulunan diğer İranlılar
da müslüman oldular... Bâzân, bu sırada elcilerine, Hazret-i Pey-gamber'i nasıl bir kişi olarak gördüklerini sordu.
Elçisi cevaben dedi ki: "Vallahi ben O'nu, şimdiye kadar görüp görüştüğüm1 kimselerin en vakarlı ve heybetlisi olarak gördüm!".
Bâzân tekrar sordu ve "Yanında bekçi ve koruyucuları var mıydı?"
dedi. Elçisi de, "Hayır, yanında hiç muhafız bulundurmuyor" karşılığım verdi..."
Ahmed, Bezzâr Taberanî ve Ebû Nuaym ise, Ebû Bekre'nin şu haberini
rivayet ederler: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kisrâ'ya mektub gönderdiği zaman Kisrâ, derhal Yemendeki valisi Bâzân'a bir nâme yazıp gönderdi ve bu nâmede şöyle
emrediyordu: "Bana ulaşan habere göre, sizin taraflarda bir adam,
Peygamberliğini ilân etmiş. Ona emret, terhal bu iddiasını bıraksın! Yoksa askerlerini sevkederek kendisini
ve kavmini kılıçtan geçirtirim!11. Bâzân da Kral'ından aldığı emir gereğince Pey-gamberimiz'e elçiler gönderip durumu haber
verdi. Peygamberimiz de dedi ki: "Eğer bu Peygamberlik davasını ben kendiliğimden yapmış olsaydım, Onun
emrine uyarak bırakırdım. Fakat bu bana Allah'ın
kesin emridir ve Ben, Allah'ın Elçisiyim!" Bâzân'ın elçisi bir müddet
Peygam-berimiz'in yanında kaldıktan sonra Peygamberimiz ona dedi ki:
"Bak, Ben sana Allah'ın tecellîsini haber vereyim! Benim hak ilâhım olan
Allah, sizin sahte tanrimz olan Kisrâ'yı helak etmiştir. Artık bugünden sonra Kisrâ yoktur! Kayser da
helak olmuştur ve bugünden sonra Kayser da yoktur!".
Bâzân'ın elçisi geri döndüğü zaman, Peygamber Efen-dimiz'in kendisine haber verdiği gün, Kisrâ'nın ve Kaysei'ın ölmüş oldukları
haberini alıp, duyduklarimn aynen
hakikat olduğuna vâkıf olmuştur..."
Deylemî'nin de bir
haberi var. Buna göre Ömer bin el-Hattâb şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kisrâ'nın emriyle kendisine Bâzân'ın gönderdiği elçilere hitaben şöyle buyurdular: "Benim
Rab'bim, sizin (sahte) rabbinizi geçen gece gerçekten öldürmüştür!
Kisrâ'ya, kendi oğlunu musallat kılarak, onu helak etmiştir! Siz dönüşünüzde Bâzân'a ve onun yeni Kralına söyleyiniz, eğer gerçekten müslüman olurlarsa, ülkeleri ve
egemenlikleri kendilerine bırakılacaktır. Aski halde,
Allah'ın yardımıyla ülkeleri ellerinden alınacak, müslümanlar tarafından
fethedilecektir!".
Hazret-i Peygamber'in, Bâzân'ın elçilerine: "Rab'bim, sizin
rabbinizi öldürdü!" buyurması, onların Krallarına Rab ve
Tanrı tanımaları itibariyledir. Çünkü onlar, Krallarimn rab olduğuna inanıyorlar, Krallarına "Rab"
diyorlardı... "Rab"lan öldüğüne ve öleceği de muhakkak olduğuna göre, "Rab" veya Tanrı olmadığı da meydana
çıkmış oluyordu...
Zâten İslâm ve onun şanlı Peygamberi de bunun iyece anlaşılması için mücadele ediyordu... Nitekim Bâzân'ın
elçileri geldiği zaman,
durumlarim Hazret-i Peygamber beğenmemişti.
Zira onlar, bıyıklarim iyice uzatmış, sakallarim ise traş ettirmişlerdi... Bu manzarayı iyi karşılamıyan Peygamberimiz onlara: "Yazık
sizlere, böyle yapmanızı size. kim emretti?" buyurmuştu... Onlar da cevab olarak
"Rabbimiz emretti" demişlerdi... ki ertesi günü tekrar Hazret-i Peygamber'in huzuruna geldiklerinde, gerçek Rab ve Hak Tanrı
olan Allah'ın Elçisi'nin dilinden: "Dün gece, sizin rabbiniz öldü!"
haberini duymuş olmaları; ne kadar manâlı ve
hikmetli idi...[10]
(Kisrâ, yâni
Hürmüz'ün oğlu Ebruyez, gerçekten halkına çok zulüm
etmiş, memleketin ileri
gelenlerinin de çoğunu sudan bahanelerle öldürtmüştü... Onu öldürüp
yerine geçen Şi-raveyh ise, onun Bizans Kralı'nın
kızkardeşınden doğma çocuğu idi... Babasını yakalatıp
gözlerini oydurmak
suretiyle öldürttü. Kardeşlerinden de on sekizini idam ettirtmişti... Diğerleri ise kaçarak kurtulmuşlardı... İdaresi iyice yerleştikten
sonra, halkın yararına olan bazı kararlar alıp vergileri hafifletti... Haraç
adı altında toplanan vergilen ise tamamen kaldırdı... Arkasından tâûn hastalığı
zuhur edip, pek çok sayıda insan ölüp gitmişti..[11]
Peygamberimizin Haris El Gassani'ye Yazdığı Mektub ve Bu Sırada
Vukua Gelenler
İbn-i Sa'd Vâkıdî tarikiyle onun şeyhlerinden şu haberi
naklet-miştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Şücâ' bin Vehb el-Esedî'yi
Haris el-Gassânî'ye elçi olarak gönderdi. Beraberinde Peygamberimiz'in mektubunu Hâris'e götüren
Şücâ, bu görevine dâir haberi bizzat kendisi şöyle nakletmiş tir: "Ben, yola çıkıp Dımaşk yakimndaki Gota'ya vardım Hâris'in
hatibini" (kapıcısını) gördüm ve durumu anlattım.
O bana dedi k? "Kendisini ancak falan gün dışarı
çıktığında görebilirsin". Hâris'in kapıcısı Rum icl ve benimle
konuşmak istedi. Bana, Resûlüllah hakkında bâzı şeyler
sordu, ben de kendisine gerekli bilgileri verdim... Ayrıca Resûlüllah'ın davet ettiği dinden ve bu dînin başlıca özelliklerinden bilgi verdim...
Kapıcı çok mütehassis oldu, hattâ ağlamaya başladı ve Peygamberimiz'e âit bâzı sıfatları, okuduğu înrîl kitabından öğrenmiş olduğunu söyledi ve:
"Bu zât, hak
Peygamberdir. Ben, kendisine inanır ve O'nun
getirdiği haberleride tasdik ederim! Fakat inancımı açığa vuracak olursam, emîrimiz
Hâris'in beni Öldürmesinden korkarım..." dedi...
Sonra Haris dışarı çıkıp halka hitab etmek estedi Tacim başına giyip makamına o-turdu. Ben de kendisine bu sırada
Resûlüllah'ın mektubunu verdim. Mektubu okuyup yerine koydu. ve halkına hitab ederek dedi ki: "Hükümdarlığı
benden hanginiz teslîm alacak? Ben, gerçekten bu adama gitmek istiyorum! Tâ
Yemen'de bile olsa, Ona gitmek istiyorum..." Bunun üzerine İsrâ'r etti, hatta bir atimn
hazırlanmasını bile söyledi.
.. Sonra bana iltifat ederek Git Peygamberiniz'e bunu haber ver ve bu hususta
ne buyuracağim öğrenip
bana da haber getir" dedi... Sonra Kayser'e bu hususta bir mektub yazıp gönderdi... Kayser ise kendisine
gönderdiği cevabda: "Sakın O'nun yanına
gitme, kesinlikle O'nu bırak!" diye emrediyormuş... Kayser'ın cevabim aldıktan
sonra beni çağırttı ve bana dedi ki: "Ne zaman buradan ayrılmayı düşünüyorsun?" Ben de:'Yarın" dedim. Bana yüz mıskal altın verilmesini
emretti ve bana hitaben şunları söyledi: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e benden selam söyle!" Ben oradan ayrılıp Hazret-i Peygamber'e döndüğüm zaman, Peygamberimiz1 e durumu arz ettim... Bunun üzerine Peygamberimiz: "Onun mülkü elinden
gitmiştir!" buyurdu. ve fetih yılında
Haris el-Gassânî vefat etti..."[12]
Peygamberimizin Mukavkas'a Mektub Yazması ve Bu Sırada Vukua
Gelen Bazı Haller
Beyhekî, Hâtıb bin Ebû Beltea'nın şöyle dediğini nakleder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beni, iskenderiye Meliki
Mukavkas'a elçi olarak gönderdi. Ben, beraberimde ona, Resûlüllah'ın mektubunu götürüyordum.
Oraya vardığın da, Melik'in emriyle misafir edildim... Sonra Melik, patrikleri
toplayıp beni huzuruna çağırdı. ve bana sordu: "Seni elçi olarak gönderen bu
zât, bir Peygamber değil midir?" Ben: "Evet" dedim. O:
"Pekâ, niçin kavmi kendisini doğduğu şehirden
çıkardıkları zaman, onların kahrı ve helaki için dua etmedi?" Ben dedim
ki: "Meryem oğlu Îsâ, kendisinin Peygamber olduğuna şehadette bulunmadı mı?
Peki böyleyken niçin kendi kavmi Îsâ'yı yakalayıp da idam etmek istedikleri
zaman, onların kahr ve helaki için aleyhlerinde duada bulunmadı?" Benim bu
karşılık sorum üzerine duygulanan Mukavkas: "Sen,
büyük bir hikmet sahibinin bize gönderdiği hikmet sahibi bir
elçisin." diyerek mukabele etti..."
Vâkîde ve Ebû Nuaym Muğîra bin Şu'be'den şu haberi nakleder: Muğîra der ki: "Ben, Mâlik Oğullarından bâzı adamlarla mukavkas'ın yanına gittiğimiz zaman, onunla bizını aramızda bir konuşma geçmişti: O bize demişti ki: "Sizler yurdunuzdan kalkıp buraya nasıl
ulaştınız? Halbuki aramızda Muhammed ve O'nun adamları bulunmaktadır?"
Biz de dedik ki: "Önce deniz kenarına yetiştik, sonra deniz yoluyla buraya
ulaştık..." Mukavkas bize tekrar sordu:
- Muhammed sizi,
getirdiği dine çağırıyor!
Siz O'nun bu çağrısına karşı nasıl davrandimz?
Biz de şu cevabı verdik:
- İçimizden bir tek kişi, Muhammed'in davetini kabul
etmiş değildir... Mukavkas:
- Niçin kabul
etmediniz? Biz:
- Muhammed bize
yepyeni bir din getirdi! ne başımızdaki Emîr'in, ne de
daha önceki atalarımızın bu din ile bir ilgisi vardır...
Bizler, atalarımızdan ne gördükse onun üzerinde bulunuyoruz! İşte bu sebeblerle biz,'ınuhammed'in dinini kabul
etmedik..." Mukavkas:
- Peki, Muhammed'in kendi kavmi bu hususta
nasıl davrandı?
-içlerinden gençler ve zayıf kimseler
Muhammed'e tabî oldular...
ve bunlarla kendisine karşı koyanlar arasında
zaman zaman mücâdele ve mukâteleler olmuş, bâzan Muhammed ve
adamları üstün gelmiş,
bâzan da O'na karşı çıkanlar üstün gelmiştir...
- Peki, Muhammed'in esasen insanları
neye davet ettiğini, bana söyler misiniz?
- Muhammed insanlan, yalnız Allah'a ibâdet
etmeğe ve hiç bir şeyi
Allah'a ortak koşmamağa, atalarımızın tapındığı şeyleri terketmeğe, Namaz kılmağa ve oruç tutmağa, zekat vermeğe çağırmaktadır...
- Kıldıkları namazın muayyen bir vakti,
verdikleri Zekatın muayyen bir miktarı var mıdır?
- Evet, günde
beş vakit namaz kılarlar ve kıldıkları
namazların hepsinin muayyen vakitleri ve sayıları vardır... verdikleri
zekatın da... Yirmi miskâle ulaşan maldan ve her beş deveden bir koyun öderler... ve
daha birtakım sadakalar verirler...
- Peki Muhammed, bu zekat ve
sadakaları ödeyenlerden aldıktan sonra nereye harcar? Bana bu
hususda haber verir misiniz?
- O bunları, fakirlere dağıtır...
- Peki, O'nun
daha başka emirleri vermıdır? Varsa bunlar nelerdir.
- Evet, o insanların kendi yakınlarim gjrüp gözetmelerini, sözünde
durmalarim, zina etmemelerini, riba-fâiz yememelerini, içki içmemelerini ve
Allah'tan başkası için kesilmiş bulunan
hayvanların etlerini yememelerini emreder...
- Bakın ben sizlere açıkça söylüyeyim ki, ,^u bahsettiğiniz zâçt,"hiç şüphesiz bir Peygamberdir; hem de
bütün insanlara gönderilmiş bir Peygamberdir! Eğer
bu zât, Mısırlılar veya Rumlar içinden çıkmış olsaydı,
muhakkak onlar bu Peygambere tâbi olurlardı... Çünkü bu milletlere vaktiyle Îsâ Peygamber, bu Peygamber'e uymalarim emretmiş bulunmaktadır. Hem sizin şu
anlattıklarimz, daha önce gelip
geçmiş bulunan bütün Peygamberlerin Allah'tan getirip insanlara tebliğ ettiği şeylerdir... ve yakın bir gelecekte Muhammed'in dîninin her
tarafa yayıldığım, insanların ve atlarimn ulaşabildiği yerlere kadar ulaştığim, denizlerin sınırına
kadar gittiğini
göreceksiniz..."
Bunun üzerine biz de
dedik ki:
- Yeryüzünde bütün insanlar O'na tabi
olsalar, biz yine tâbi olmayız! Bizını bu sözümüz üzerine başım sağa-sola sallamaya başlayan
Mukavkas:
- Siz bu işi oyuncak mı sanıyorsunuz. Ne kadar düşüncesiz
davra nıyorsunuz? Mukavkas, bu sözlerinden sonra da
bazı şeyler sormak istedi
ve dedi ki:
- Size bir de onun nesebinden sorayım, bu
hususta ne dersiniz?
- O, kavmimiz içinde
nesebi en şerefli olan bir ailedendir.
- Zaten bütün
Peygamberler, kavminin en şerefli ailelerinden seçilir. Peki O'nun sözünde gerçek olup olmadığı hususunda ne dersiniz? Hiç
yalan söyler mi?
- O'nun bir defacık olsun yalan söylediği olmamıştır. ve bundan
dolayıdır ki Kendisi, kavmimiz içinde "Muhammedü'l-Emrn" diye çağırılır.
- Demek ki sizler O'nun hakkında
güzelce düşünemiyorsunuz!* Zira
ömründe bir defacık olsun yalan söylememiş ve bu yüzden kavmi
içinde "Muhammedü'l-Emin" unvanim almış bulunan
bir zât; nasıl olur da Allah hakkında ve Allah'ın dîni hususunda yalan söyleyebilir? Bu o-lacak iş midir?
Bizi bu şekilde
müâhaza eden ve düşüncesizlikle ithamda bulunan Mukavkas,
sorularına devamla dedi ki:
- Peki O'na kimler tabî
olmaktadır?
- Gençler ve bazı zayıf olanlar...
- O'ndan pnceki
Peygamberlerin de tabî olanları böyle
idiler... Size bir de Medine'deki yahudilerin ne yaptıklarim sorayım:
Nedir onların durumu?
- Yahudiler O'na, şiddetle muhalefet ettiler... Aralarında çarpışmalar oldu... O, onları yendi, esir aldı ve darma - dağın etti...
- Gerçekten yahûdîler, Tevrat ehli
oldukları ve hakikati bildikleri halde O'na karşı
haksızlık etmişlerdir. Çok kıskanç bir topluluk olan yehûdiler, O'na da
kıskançlık etmişler ve bu yüzden
muhalefete düşmüşlerdir..."
Olayı böylece nakleden Muğîra bin Şu'be
der ki: Biz, müsâade alıp Mukavkas'ın huzurundan ayrıldık. Gerçekten Muhammed
hakkında bizi oldukça yumuşatan ve insafa davet eden sözler duyarak oradan ayrıldık... Kendi kendimize dedik
ki: "Gerçekten Arab'ın ve Acem'in hükümdarları Muhammed hakkında hep
doğrulayıcı sözler söylüyorlar ve üstelik kendisinden korkuyorlar... Bizler
ise O'nun yakınları olduğumuz halde kendisine çok uzaklarda duruyor, anlayış göstermiyoruz... Halbuki O
bizi, kendi yurdumuzda ve yanı başımızda
Allah'a ve O'nun hak dînine çağırıp durmaktadır..."
Yine Muğira der ki: Ben iskenderiye'de kaldığım müddetçe pekçok kilise
yetkilisi ile de görüşüp Hazret-i Peygamber hakkında
sorular sorup bilgiler almıştım. Hepsi de O'nun
hakkında müsbet şeyler
söylemişti... Hatta bir gün bir patrikle konuşurken ona sormuştum: "Peki,
Hazret-i isa'dan sonra gönderilecek olan bir Peygamber var mıdır?" demiştim. Patrik de bana şu karşılığı vermişti: isa'dan sonra Ahirzaman Peygamberi
gelecek O'nunla Îsâ' arasında hiçbir Peygamber bulunmayacak. Îsâ dahî,
bu son Peygamber'e tabî olunmasını emretmiştir.
Bu son Peygamber, Araplar arasında çıkacak, adı Ahmed olacak ve okuyup-yazma görmemiş bulunacak. Kavmi ile kendisi arasında çetin mücâdeleler
olacak... O'nun ashabı, O'nun uğrunda seve seve canlarim ve
mallarım fedadan çekinmeyecek... O, Harem-i Mekke'den hicret edip Harem-i
Medine'ye yerleşecek... İbrahim Peygamber'in Tevhîd ve Haniflik dînini takîb
edecek... Abdeste ve her türlü temizliğe çok önem verecek... Kendinden
önceki Peygamberlere verilmemiş olan bazı özellikler kendisine verilecek...
Meselâ: Önceki Peygamberler yalnız kendi kavimlerine gönderilirdi. Son Peygamber
olan Ahmed ise, bütün beşeriyete
gönderilmiş olacak... Yeryüzünün her tarafı
kendisi için mescid olacak, nerede vakit gelirse orada namazını kılacak... Su
bulamazsa, topraktan teyemmüm ederek kılacak... Halbuki daha önceleri
yalnız su ile abdest alimr
ve sadece mâbedlerde ibâdet edilirdi..."
İşte ben, bütün bunların te'sîriyle geri döndüm ve kesin karar vererek
müslüman oldum..."
İbn-i Sa'd Vâkıdî tarikiyle onun üstadlarından şu haberi naklet-mistir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mısır Meliki Mukavkıs'a mektub gönderdiği zaman, Mukavkıs şu cevabî mektubu gönderdi:
"Ben, şahsen bir Peygamber'in daha geleceğini biliyordum, fakat bu
Peygamberin Şam'dan çıkacağim zannediyordum. Ben, Senin
elçini gayet iyi karşıladım ve ikramlarda bulundum. Ayrıca
kendisiyle hediyelerimi de göndermiş bulunuyorum." O, Peygamber'in elçisini
iyi karşılamak ve bazı hediyeler göndermekle beraber, İslâm'ı kabul de etmemiştir.
Bu sebeble Peygamberimiz onun hakkında: "Habîs mülküne esîr oldu,
fakat mülkü dahî e-linden gidecektir!" buyurmuştur..." [13]
Peygamberimizin Hımyer'e Mektub Göndermesi ve Bu Sırada Vukua
Gelenler
Yine İbn-i Sa'd'ın
naklettiği bir habere göre
Zührî şöyle demiştir: Resûlüllah Efendimiz Hımyer'deki
Hâris'e, Mesrûh ve Nuaym bin Abdü Külâl'a mektub yazıp Ayyaş bin Ebû Rabîa el-Mahzûmî ile
gönderdi... ve ona şu tenbihte bulundu:
"Onların memleketine vardığın zaman geceleyin girme sabah olunca gir...
Sabah olunca abdestini alıp namazını kıldıktan sonra başarın
ve hüsnü kabul görmen için güzelce dua edip Allah'a yalvarırsın. Kötülüklerden
de Allah'a sığimrsın... Sonra mektubumu sağ eline alarak gider
verirsin, giderken de şu âyeti okursun: "Kitap ehlinden ve
puta tapanlardan Hakk'ı tanımayanlar, kendilerine açık delil gelinceye kadar
bulundukları halden ayrılacak değillerdir." (Beyyine, âyet 1). Sonra:
"Ben Muhammed'e inandım, ben inananların ilkiyim!" de. Bu takdirde
karşında hiçbir şey tutunamaz. Onlar kendi dillerince
birşeyler söylemeye başlayınca, söylediklerini sana terceme
etmelerini iste. ve bu sırada da: "Ben Allah'a
sığındım, Allah'ın indirdiği Kitâb'a îman ettim. Aranızda adalet yapmakla da
emrolundum..." (Şûra, 15). Bunu da sonuna kadar okursun... Eğer onlar İslâm'ı
kabul edecek olurlarsa, huzuruna gidip secde ettikleri üç ağacı onlara sor!
Ilgın ağacim kesip beyaz ve sarı renklerle parlatmışlardır...
Kayın ağacına da bezler
bağlayarak tapınmışlar... Abonoz ağacına da... İşte put hâline koydukları bunların
yerini öğren ve her üçünü de
ateşe vererek imha et! Hem de bunları
yerlerinden sökerek çarşılarimn meydan yerinde yak!"
Ayyaş el-Mahzûmî der
ki: Hazret-i Peygamber'den bu emirleri aldıktan sonra yola çıkıp Hımyer'e
vardım. Aynen Peygamberimiz1 in buyurdukları gibi
davrandım, onlara dedim ki: "Ben sizlere Allah Resûlü'nün gönderdiği elçisiyim. O sizi İslâm'a davet ediyor!" İşte bu şekilde kendilerini îslâm'a davet
ettim. Peygamberimiz1 in bana tenbih ettiği hususları da aynen yerine getirdim... Resûlüllah
Efendimiz'in buyurdukları gibi oldu... Ağaçlardan edindikleri putların
her*üçünü, getirip meydan yerinde yaktım...."[14]
Peygamberimizin Uman Meliki El-Cülendi'ye Yazdığı Mektub ve Bu
Sırada Vukua Gelenler
Vüseyme, "el-Ridde" adlı
kitabında İbn-iİshak'tan
şu haberi verir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Uman meliki el-Cülendfye mektub yazıp Amr bin el-Âs ile gönderdi ve onu
îslâm'a davet etti. Amr gidip mektubu verdiği zaman o şu mukabelede bulundu:
"Beni îslâm'a çağıran bu zât, okuma-yazma görmemiş bir Peygamberdir.
Öyle bir Peygamber ki, ne ile emrederse onu herkesten evvel yapan odur. Neyi
de yasaklarsa herkesten Önce ondan sakınan da odur! Düşmanlarıyla
savaşırken üstün geldiğinde şımarmayan, yenilgiye uğradığı zaman da ümitsizliğe düşmeyen bir zâttır...
Dâima hayrı emreden, sözünde
duran, söz verdiği zaman yerine getiren bir zâttır!
Kesinlikle inanıyor ve şehadet getiriyorum ki, bu zât, hak
Peygamberdir!"
Burada kısaca anlatılan bu kıssanın
tamamım, İbn-i Sa'd'ın, Amr bin el-Âs'in
azadhsı Amr bin Şuayb
tarikiyle sevkettiği haberden takib edebiliriz. Şöyle ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Uman melikine mektub yazıp Amr bin el-Âs ile gönderdi. Bu mektub
şöyle idi:
Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adı ile.
Abdullah'ın oğlu ve Allah'ın resulü Muhammed'ten el-Cülendî'nin iki oğlu
Ceyfer ve Abd'e... Allah'ın hidâyetini kabul edenlere selam olsun! İmdi Ben sizi îslâm'a erdiren
Kelime-i Şehadet'e çağırıyorum! Müslüman olup selâmete eriniz!
Zira Ben, bütün insanlara gönderilmiş bir Peygamberim... Eğer sizler müsîüman olursanız, Umân'da sizi vâlî
olarak bırakırım. Eğer İslâm'ı red ederseniz, mülkünüz kesinlikle elinizden
gider, atlı askerlerim gelip orasını elinizden
alırlar... ve İslâm orada da yayılmaya başlar...."
Hazret-i Peygamberin bu mektubunu Übeyy bin Ka'b yazıp mühürledi. Mektubu alarak Uman
Emirliğine giden Amr bin
el-Âs, kıssanın gerisini şöyle
anlatmaktadır: Oraya vardığım zaman, iki kardeşten Abd, daha yumuşak olduğu için önce ona gittim. Kendisine ve kardeşi Cey-fer'e Resûlüllah'ın elçisi olarak geldiğimi söyledim. Abd de bana dedi
ki: Kardeşim benim büyüğümdür, ben seni ona ulaştırırım.
Mektubunu ona kendin okursun..." Sonra bana: "Peki, senin bizleri davet ettiğin şeyin esası nedir?"
diye sordu. Ben de kendisine: "Ben sizi, Allah'ın varlığına ve birliğine, Allah'tan başka
ilah olmadığına inanmaya,
Allah'tan başka ibâdet olunmakta olan şeylerin
terkedilmesine, Muhammed'in de Allah'ın Resulü olduğuna inanmaya çağırıyorum!" Bunun üzerine Abd bana dedi ki:
"Ey Amr, sen gerçekten kavminin
efendisi olan bir zâtın oğlu idin. Peki senin efendi baban ne yaptı? Çünkü biz bunu öğrenmek ve bu hu-suta babana uymak isteriz...."
Onun bu sorusuna karşılık ben de dedim ki:
"Babam,
Peygamber Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e imân etmeden öldü. Fakat
ben, onun îmân etmiş olarak Ölmesini çok isterdim...
Ben dahî, Allah'ın bana hidâyet buyurduğu zamana kadar hep babam gibi düşünmüştüm.."
Benim bu sözüm üzerine Abd: "Peki sen, ne zaman müslümanhğı kabul ettin?" diye sordu. Ben de şu cevabı verdim: "Ben müslüman olalı, fazla bir
zaman geçmedi. Ben Habeş Kralı'nın yanında müslüman oldum... Necaşî, kendisi dahî müslümanhğı kabul etti..." Bunun üzerine Abd,
"Peki, Necaşî'nin müslümanhğı
kabul etmesinden sonra halk onun hükümdarlığına itirazda bulunmadı mı?"
diye sordu. Ben de "Hayır" diye cevab verdim. O tekrar sordu:
- Peki, metropolitler
ve râhibler de mi itiraz etmediler?
- Hayır, itiraz etmediler...
- Yâ Amr, sen ne
dediğini bilmiyor musun? Unutma ki, bir insan için yalan söylemek kadar utanılacak bir şey yoktur!
- Ben sana yalan
söylemiyorum! Sonra benim dînimde yalan söylemek de helâl değildir.
- Peki,
Peygamberiniz sizlere neleri emrediyor, neleri nehyediyor? Bana bu hususta da
bilgi verir misin?
- Yüce ve büyük olan Allah'a itaat edip
isyan etmemeyi, akrabayı görüp gözetmeyi,
kim olurlarsa olsunlar Allah'ın kullarına iyilik etmeyi emrediyor! İşte şunları
da nehyediyor: Zulüm, düşmanlık, zina, içki, taşlara ve putlara tapınmak,
boyuna salîb, haç takınmak veya ona tapınmak, İşte bunlar da O'nun başlıca
yasakladığı şeylerdir...."
- O'nun
insanlara olan daveti, gerçekten ne kadar da güzelmiş! Eğer kardeşim sözüme
baksa, atlarımıza binerek yola çıkar ve Muham-med'e varıp O'nun huzurunda
müslüman oluruz... Fakat kardeşim, mülküne çok haristir. Böyle bir şeyi kabul edeceğini sanmıyorum... Çünkü o, hep baş olmak ister, kuyruk olmayı kabul etmez...
- Eğer müslüman olursa, Resûîüllah Efendimiz kendisini
mülkünde bırakır, insanların zenginlerinden zekatı toplar, fakirlerine
verir...
- Bu söylediğin de gerçekten çok güzel bir şey... Bunu biraz izah eder misin?
- Yirmi miskâl
altimn, iki yüz dirhem gümüşün, beş devenin,
kırk koyun veya keçinin, otuz sığırın zekatı vardır...
- Yâ Amr, ben bizını insanların bunları
yâni, İslâm'ı kabul etmediği takdirde sizin Peygamberinizin bu kadar uzaklardan atlılar gönderip
burayı emri altına alabileceğine ihtimal vereceklerini sanmıyorum."
Ben, bir müddet onun yanında kaldım. O,
benden aldığı haberleri gidip
kardeşine ulaştırdı. Sonra kardeşi beni huzuruna çağırdı. Bu sırada onun adamları beni kolumdan sıkıca
tutmuştu. Ceyfer, "Bırakınız" dedi, bıraktılar.
Gidip yanına oturmak istedimse de buna müsâade etmediler. Ceyfer, konuşmamı
emretti. Ben de Hazret-i Peygam^er'in mektubunu çıkarıp kendisine verdim.
O da mektubu sonuna kadar okudu. Sonra mektubu, kardeşi
Abd'e verdi. O da bunu, sonuna kadar okudu. Bu sırada büyük kardeş olan Ceyfer bana: "Peki,
Kureyş'in bu husustaki durumu nedir?" diye sordu. Ben de kendisine bütün
Kureyş'in O'na tabî olduklarim, gerek istiyerek, gerek istemiyerek İslâm'a teslim olduklarını haber verdim. Bunun
üzerine Ceyfer, "O'nun yanında şimdi kimler var?" dedi. Ben de:
"Müslümanlar! Zira insanlar İslâm'a çok rağbet ettiler, diğer
dinleri bırakıp İslâm'ı tercih ettiler... Allah'ın kendilerine hidayet
vermesiyle beraber akıllarıyla da bildiler ki, daha önceki
din ve inançları hep bâtıl imiş. İslâm ise yegâne hak din imiş!
Şimdi senden başka şu kargaşa içinde kalan hemen yok gibidir... Eğer bugün müslü-man olmazsan, O'nun orduları gelip
seni ayaklar altında çiğneyecektir! Haydi müslüman ol da, selâmet bul! Bu
takdirde kavminin üzerindeki hükümdarlığın da devam edecektir...."
Benim bu Fözlerim
üzerine bana: "Sen, bugün git, yarm sabah geldiğinde görüşelim"
dedi. Ben de oradan ayrıldım. Sonra onun kardeşi Abd ile görüştüğümde o bana: "Yâ Amr, kardeşimin müslüman
olacağını ümîd etmekteyim" dedi... Ertesi günü gittiğimde Ceyfer beni kabul etmedi. Dönüp kardeşini gördüm. O da beni onun huzuruna çıkardı. Fakat Ceyfer bana
dedi ki:
"Ey Amr, senin
bizi davet ettiğin şey üzerinde uzun uzadıya
düşündüm. Aramızdaki bu kadar uzaklığa rağmen, Peygamberinizin
buraya atlılar göndereceğine hiç ihtimal vermiyorum. Şayet O'nun askerleri
buraya kadar gelmiş olsalar, şimdiye kadar karşılaştıkları
askerlere benzemeyen askerlerle karşılaşacaklardır!
Onlarla olacak savaşımız çok çetin olacaktır!...."
Ben de Ceyfer'in bu
sözlerine şu karşılığı verdim:
- Karar sizindir! Ben
yarm erkenden yola çıkıyorum!
Ben onun yanından ayrıldım. Kardeşi Abd ile başbaşa kaldılar. Uzun müddet görüştüler... Ertesi günün sabahında bana haber geldi ve
ben Ceyfer'in huzuruna çıktım. Bana dedi ki:
- Ey Amr, ben
ve kardeşim, İslâm'ı kabul etmeğe karar verdik. Şehâdet getirip
müslüman oluyoruz!
Böylece onlar müslüman oldular ve müslümanca hüküm
vermem, zekâtın tahsil ve taksınıini yapmam için benim orada kalmamı, bu hususta
kendilerine yardımcı olmamı istediler... Ben de orada kaldım... Şayet bana muhalefet eden olursa, her ikisi de bana bu hususta yardımcı
oldular...
(Olayı bu şekilde kendisi nakleden Amr bin
el-Âs; Peygamber E-fendimiz'in irtihaîine kadar
Umân'da kaldı. Tabiî bu, Peygamber Efen-dimiz'in izniyle olmuştur...) [15]
Peygamberimizin Harise Oğullarına Yazdığı Mektub ve Bu Sırada
Vukua Gelenler
Ebû Nuaym Vâkıdî tarikiyle onun üstadlarından
naklediyor. Şöyle ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Harise Oğullarına mektub yazıp gönderdi
ve onları İslâm'a davet etti...
Onlara mektub ulaştığı zaman, deri
üzerine yazılmış bulunan bu mektubun yazısını su ile yıkayarak
giderdikten sonra, derisini su kovalarına yama yaptılar... Peygamberimiz de kendileri
için: "Bunlara ne oluyor? Allah akıllarim gidersin!" buyurdu...
Bunlar, yâni Harise Oğulları, heyecanlı, aceleci, konuşmasını bilmez bir topluluk idi... Ben, bizzat bu
kabileye mensub bazı kişilerle tanıştım, gerçekten meramim anlatmaktan âcizdi...."
Beyhekî'nin Enes'ten naklettiği bir rivayette de şöyle denilmektedir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabından birini müşriklerin büyüklerinden birine
elçi olarak gönderdi ve onu İslâm'a davette bulundu...
Müşrik, Hazret-i Peygamberin elçisine şu karşılığı verdi; "Sizin beni davet ettiğiniz ilâh, nasıl bir ilahtır? Altından mı, gümüşten mi, yoksa bakırdan mıdır?" Onun bu tutumu karşısında
elçi geri döndü. Elçi döndükten sonra oraya bir yıldırım düştü, o müşriki yakıp kül etti... Peygamberimiz'in elçisi ise, birşeyden
habersiz geri döndü. Bu sırada Peygamberimiz ona: "Senin elçi
olarak gittiğin müşriki, yıldırım düşüp
yaktı, kül etti!" buyurdu. Bu sırada şu âyet-i celile nazil oldu:
"Gök gürültüsü O'nu överek, melekler de O'ndan korkarak Zâtim teşbih ederler. O, yıldırımlar gönderir de onlarla dilediğini çarpıp helak eder. Allah pek kuvvetlidir, böyleyken
onlar hâlâ O'nun hakkında mücâdele ederler." [16]
------------------------
[8] Buharî'nin tesbitine göre, bu mektuba Abdullah bin
Huzâfe, Bahreyn Emîrîne, o da Kisrâ'ya vermiştir..
[9] Keza: El-Sîratü'n
- Nebeviyye, 3/508 - Beyrut, 1393
[10]
El-Sîratü'n-Nebeviyye, 3/509
[16] Ra'd
suresi, 13.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar