Sevgi-Bilgi İlişkisi Bağlamında Allah ile İnsan Arasındaki Sevginin Mâhiyeti
(Fahreddin er-Râzî Örneği)
Hazırlayan: Hülya ALPER
Allah ile insan
arasındaki sevgi bağı, aşkın olan yaratıcının kuluna; mahlûk olan insanın da
rabbine yönelik sevgisini içerecek şekilde, çift yönlü anlamda düşünülebilecek
bir konudur. Ancak bu makale, bu iki yönlü sevginin sadece beşer tarafını,
İslâmî terminolojide yaygın bir şekilde kullanıldığı biçimiyle muhabbetullahı,
yani Tanrı sevgisini merkeze alarak oluşturulmuştur.
Vahyî
bildirimlerle Tanrı sevgisinin mü’min olabilmek için gerekliliğinin[1] açık bir
şekilde ortaya konulması insanın en temel duygularından biri olan sevginin,
yaratıcısını nesne alarak kullanımı, bu husususun bütün müslüman ilim adamları
tarafından tartışmasız bir şekilde kabul edilmesi
sonucunu doğurmuştur.[2] Ancak insana
ait bu kullanım ne anlama gelmektedir? Bir başka ifade ile insanın Tan- rı’yı
sevmesi nasıl açıklanmalıdır? "Allah’ı sevme” ile "Allah’ı bilme”
(muhabbetullah ve mârifetullah) arasında bir ilişkinin varlığından söz
edilebilir mi? Sevmek için bilmek zorunlu şart olarak görülebilir mi? Şâyet
böyle ise insan, Tanrı’nın zâtını bilmeye muktedir midir ki O’nu sevebilsin?
Zihinleri meşgul eden bu ve benzeri bir çok soru dolayısıyla konu hakkında
birbirinden farklı pek çok düşünce üretilmiştir.
Genelde bu soruların cevaplarını,
dolayısıyla Tanrı sevgisinin epistemolojik temellerinin olup olmadığını ve
Tanrı’yı bilmenin imkânını sorgulayan bu makale, Eş’ariyye kelâm ekolü içinde
kabul edilmekle birlikte, kendine has çok yönlü ve özgün bir fikrî yapıya sahip
bulunan Fahreddin er-Râzî’nin (ö. 606/1209) konuyla ilgili görüşlerini ve
yaklaşımını ele alacaktır. Araştırmanın Fahreddin er- Râzî’nin merkeze alınarak
yapılmasının sebebi ise onun bu konuda ilk anda çelişkili görünen bir anlayış
içinde olmasıdır. Zira bu bilgin, ileride görüleceği gibi, bir taraftan
mârifeti sevgiye temel yaparken, diğer taraftan insanın, Allah’ın zâtının
hakikatini bilemeyeceğini ifade etmektedir. Bu durumda söz konusu iki tez
birbiriyle nasıl uyuşacaktır? Râzî’nin bu konuya ilişkin problemlere önerdiği
çözümler etrafında kaleme alınan makalede, öncelikle Tanrı sevgisinin anlamı
üzerinde durulacak, daha sonra "sevme” ile "bilme” arasındaki ilişki
irdelenecek, buradan hareketle de Allah’ın zâtını bilmenin imkânı sorgulanarak
sonuç yerine genel bir değerlendirme yapılmasına çalışılacaktır.
Böyle bir çalışmanın giriş kısmında
sevginin kavramsal çerçevesinin çizilmesi, bu amaçla kelimenin etimolojik
incelenmesinin de yapılması gerekli görülebilir. Ancak bu konuda detaylı
değerlendirmelere yer veren klasik eserler yanında gerek Türkçe’de gerek
yabancı literatürde, son yıllarda giderek artan sayıda pek çok araştırmanın
mevcûdiyeti karşısında, aynı bilgilerin yeniden nakledilmesi yoluna
gidilmemiştir.[3]
“İnsanın
yaratıcısını sevmesinin anlamı nedir?” sorusu düşünce tarihimiz içinde
birbirinden farklı şekillerde cevaplanmıştır. Her ilim adamı, benzeri birçok
konuda olduğu gibi bu sorun etrafında yaptığı açıklamalarda da kendi temel
düşüncesine uygun yorumlar ortaya koymuştur. Dolayısıyla yukarıdaki soruya
verilen cevaplarda yer alan değerlendirmeler, benimsenen Tanrı tasavvuruna ve
insan anlayışına bağlı olarak yapıldığından değişiklik arz etmiştir. Kelâm
sahasındaki yetkinliği yanında tasavvufî yönelişleriyle öne çıkan Fahreddin
er-Râzî, bu konuda kelâmcıların ve tasavvuf erbabının iki farklı anlayış içinde
olduğuna dikkat çekmektedir. Makalede Râzî’nin ortaya koyduğu bu ayrımdan
hareketle Allah sevgisi konusu “Kelâmî Yorum” ve "Râzî’nin Getirdiği
Tasavvufî Yorum” şeklinde iki alt başlık altında tartışılacaktır.
Allah sevgisini tartıştığı kısımlarda, kelâm ekolüne mensup
ilim adamlarının büyük çoğunluğunun sevgiyi irâde ile açıkladığını belirten
Râzî,[4] bu
bilginlerin sevgi kavramını irâdenin bir çeşidi olarak değerlendirdiklerini
vurgulamaktadır.[5] Diğer
taraftan bu âlimlerin kelâm disiplininden kaynaklanan genel yaklaşımlarına
göre irâde ancak mümkünlere taalluk edebilir. Dolayısıyla bu düşünceyi
benimseyenler muhabbetin Allah’ın zâtı ve sıfatlarına ilişmesinin (taalluk)
imkânsız olacağını da iddiâ etmektedirler. Bu durumda böyle bir yaklaşım tarzı
içerisinde Allah’ı sevmek mecaz olarak değerlendirilmekte; “Allah’ı seviyorum”
sözü de “O’na itâat ve hizmet etmeyi veya O’nun sevaplarını ve ihsânını seviyo-
rum” anlamına gelmektedir. [6]
Klasik kelâm kitaplarında muhabbetullahı
konu başlığı edinen kısımlar bulunmamakla birlikte, bazı kelâmcıların
eserlerinde Fahreddin er-Râzî’nin nakletttiği düşünceyle örtüşen sınırlı
açıklamalar yer almaktadır. Meselâ İmam Mâtürîdî (ö. 333/944) Kitâbü,t-Tevhîd adlı eserinde
“şuurlu varlıklarınn yaratıcısını sevmesinin bir gereklilik
olduğunu ifade etmektedir. Onun açıklamalarına göre Allah, fiilinde hakîm olup
bütün varlıklar O’na muhtaçtır. Dolayısıyla insandaki akıl ve şuur nimetlerini
de veren Allah’tır. Bu durumda Mâtürîdî’ye göre söz konusu nimetlerin anlamını
yitirmemesi ve ziyan edilmemesi için insanın yaratıcısını sevmesi
gerekmektedir.[7] Mâtürîdî, Te,vîlâtü,l-Kur,ân isimli tefsirinde
ise inananların Allah’a yönelik sevgilerinin çok ileri bir düzeyde olduğunu
vurgulamakta ve bunu “Allah’a itâate yönelik irâdeleri ve O’nun emirlerine
bağlılıkları (müşriklerin putlarına olan bağlılığından) çok daha güçlü, O’nun
emrine yönelik ta’zîm ve ihtiramları da müşriklerin putlarına olan ta’zîm ve
ihtiramlarından üstündür” şeklinde açıklamaktadır. Ayrıca arzu ve temâyül
mânâsındaki muhabbetin yaratılmışlara yönelik olup Allah hakkında kullanılamayacağını;
ancak itâat etmek, emrini her şeyin üstünde tutmak ve yüceltmek anlamındaki bir
sevginin Allah hakkında kullanılmasının mümkün olacağını ifade etmektedir.[8]
Te'vîlât şârihi
Alâeddin es-Semerkandî (ö. 539/1144) ise mü’minlerin Allah’ı sevmesini
"O’nu övmek, O’na ibadet ve itâat etmek, saygı duymak ve yüceltmek”
şeklinde açıklamaktadır. Hoşlanmak ve arzulamak mânâsındaki bir sevgiye
şehvetin sebep olduğunu belirten Semerkandî, bunun ancak göze hoş gelen şeyler
için gerçekleştiğini düşünmekte; “maddî sevgi” şeklinde nitelediği bu sevginin
Allah’a yönelik olamayacağını vurgulamaktadır. Dolayısıyla Semerkandî’ye göre,
mü’minin Allah’ı maddî anlamda sevmesi ne doğru ne de mümkündür. Çünkü akıl,
Allah’ı tam olarak kavrayamadığı gibi O’nu tasavvur da edemez. Semerkandî,
gerçek Allah sevgisinin, O’nu yüceltmek, emirlerine uymak, Peygamber’ine gerçek
dost olmak, Allah elçisinin üzerimizdeki haklarının şuurunu taşımak ve ona da
itâat etmek anlamlarına geldiği kanaatindedir. Semerkandî bu düşüncesine “De
ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olun”[9] anlamındaki âyeti
delil getirmektedir. Ona göre bu âyette Allah, kendisini sevmenin Hz.
Peygamber’e saygı göstermek, onun davetine katılmak, ve emrini teslimiyetle
yerine getirmekten geçtiğini beyan buyurmaktadır.[10]
Mu’tezile mezhebinin önde gelen
ilim adamları arasında yer alan Zemahşerî’nin de (ö. 538/1144) sevgi konusuna
yaklaşımı benzer bir şekildedir. O da kulun rabbini sevmesinin, O’na taatta
bulunmak, O’nun rızâsını talep etmek ve O’nun gazabını ve cezasını gerektirecek
hususlardan kaçınmak anlamına geldiğini belirtmektedir.[11] Zemahşerî, insanın Allah’a
yönelik sevgisinin hakikat değil mecâz olduğunu düşündüğü için sevgiyi
yukarıdaki şekilde açıklamıştır. Dolayısıyla ona göre sevgi, “kulun
ibadetlerinde sadece Allah’a yönelme irâdesi göstermesi ve onları yerine
getirmeyi istemesi” mânâsına gelir.[12]
Beyzâvî (ö.
685/1286) de kelâmcıların yukarıda nakledilen düşünceleriyle uyumlu bir şekilde
olmak üzere kulun Allah’ı sevmesini, “O’na itâat etmeyi isteme (irâde) ve O’nun
rızâsını kazanma endişesi içinde olma” şeklinde değer- lendirmektedir.[13]
Fahreddin er-Râzî ise Muhassal
adlı eserinde kelâmcıların bu bakış açısına paralel bir biçimde şu ifadelere
yer vermektedir: “Muhabbet irâde demektir. Fakat Allah’tan kullara yönelik
olursa, sevabı irâde etmek; kullardan Allah’a yönelik olursa, boyun eğmeyi
irâde etmek demektir.”[14] Râzî’nin bu
ifadelerinden hareketle, onun sevgiyi, irâdenin bir çeşidi olarak
değerlendirdiğini söylemek mümkündür. Hattâ sadece buradaki ifadelerine
dayanıldığında, onun da diğer kelâm bilginleri gibi Allah sevgisini mecâz
olarak değerlendirdiği düşünülebilir. Ancak Râzî, bu ifadelerine rağmen diğer
eserlerinde, yukarıda düşüncelerine temas edilen kelâmcılardan farklılaşmakta
ve Allah’ın zâtının sevilemeyeceği sonucuna varmamaktadır. Bununla birlikte
bazı araştırmacıların Fahreddin er-Râzî’nin sevgi hakkındaki yorumunu
kelâmcılara nisbet edilen düşünce ile aynîleştirdikle- ri görülmektedir.[15]
Kelâmcıların
Allah sevgisi hakkında yaptıkları bu açıklamalar, sevginin mâhiyeti üzerinde
değil, onun sonuçları ve yansıması hakkında yapılan değerlendirmeler olarak
görülebilir. Muhtemelen onlar, yaratıcının “kalbin meyl etmesi” ve “hoşlanma”
anlamındaki bir sevginin nesnesi kılınmasının, aşkın bir Tanrı anlayışını
zedeleyeceğini düşünmüş olmalılar ki, sevgiyi sonuçları açısından anlatmayı
tercih etmişlerdir. Aslında bu tercih, kelâmın dayandığı Kur’ânî teoloji ile
âhenk içindedir. Nitekim Kur’ânî teoloji açık bir şekilde Allah’ın her şeyden
aşkın olduğu ve yaratılmışlara ilişkin bütün benzerliklerden uzak bulunduğu
temeline dayanır.[16] Ancak böyle
bir temel vurgu, vahyin anlam çerçevesi içinde yaratıcı ile insan arasında
hiçbir bağ kurulamayacağı hükmünün çıkarılmasına imkân vermemektedir. Çünkü
Kur’an’da Tanrı’nın aşkınlığı yanında, O’nun kullarına yakın olduğu hususus da
apaçık bir şekilde belirtilmektedir.[17] Buna rağmen Tanrı’nın
aşkınlığını öne çıkararak yapılan kelâmî anlatım, insanın ruhî yönüne hitap
etmekte yetersiz kalmış ve bu boşluk önemli ölçüde tasavvuf geleneği içinde
tamamlanmıştır. Şüphesiz Rabbini seven insanın, irâdesini O’na itâat etme
yönünde kullanması çok tabiîdir. Bu açıdan bakıldığında Fahreddin er-Râzî’nin
kelâmcılara nisbet ettiği yaklaşım ile tasavvufî açıklamalar pratik sonuçları
bakımından birbirine benzerdir. Yine de her iki bakış açısının temel
prensipleri noktasında bazı farklılıklar taşıdığı bilinmektedir.
b. Râzî’nin Getirdiği Tasavvufî Yorum
Allah sevgisi
hakkında yaptığı açıklamalarda Fahreddin er-Râzî’de mutasavvıf ne ş ve si hâkim
görünmektedir.[18] Nitekim o,
tefsirinde tasavvuf erbâbının bu konudaki görüşlerine sıklıkla yer vermekte ve
onların, kulun Allah’ı zâtından ötürü sevebileceğini savunduklarını, O’na
hizmet etmeyi ve O’nun mükâfatını sevmeyi ise daha aşağı bir derece kabul
ettiklerini belirtmektedir.[19]
Bu görüş şu
şekilde ortaya konulmaktadır: Açıkça görülmektedir ki lezzet de, kemâl de
bizâtihî (kendilerinden dolayı) sevilir. Meselâ, bize “Niye çalışıyorsun?” diye
sorulduğunda, biz “Mal elde etmek için.” deriz. “Niçin mal elde etmek
istiyorsun?” denirse, “Yiyecek ve içecek temin etmek için.” diye cevap veririz.
Aynı konuda “Niçin?” diye sormaya devam edilirse, bu soruyu da “Lezzetlerin
elde edilip, elemlerin de bertaraf edilmesi için.” şeklinde yanıtlarız. Bu
cevap üzerine yine “Niçin?” denirse bu kez cevaben “Bu noktadan sonra başka bir
sebep aranmaz.” deriz. Çünkü bu durumda artık teselsül yani kısır döngü söz
konusu olur. Şu halde lezzet, elde edilmesi bizâtihî istenen bir şeydir.[20]
Râzî, kemâlin
bizâtihî sevildiği hususunu ise peygamberlerin, velîlerin sevilmesiyle
bağlantılı biçimde açıklamıştır. Çünkü onlar sadece kemâl sıfatlarıyla
vasıflanmış oldukları için sevilirler. Nitekim bazı büyük kahramanların
hikâyeleri dinlenildiğinde, kalpler onlara meyleder. Hattâ bazen bu meyil,
onlara saygı göstermek için mal harcamaya ve canı tehlikeye atmaya kadar
varabilir. Ayrıca lezzetin bizâtihî sevilmesi, kemâlin de bizâtihî sevilmesine
engel değildir. Netice olarak Râzî’ye göre kemâlin zâtından dolayı sevilen[21] bir şey
olduğunu kabul etmek gerekir.[22]
Kemâlin zâtından ötürü sevilmesi gerektiğini düşünen Râzî, muhabbetullahı,
“Allah’a tâati sevmek” veya "Allah’ın sevabını sevmek” şeklinde
yorumlayanların, lezzetin lezzet için sevilir bir şey olduğunu anlamakla
birlikte, kemâlin de bizâtihî sevilen bir şey olduğunu kavrayamadıklarını
belirtir. Ona göre, “Allah, kendinde sevilendir (mahbûbun fî zâtihî) ve kendisi
için sevilir (mahbûbun lî zâtihî)” diyen âriflere, kemâlin kemâl olduğu için
sevildiği hakikati tecellî etmiştir. Aslında kâmil varlıkların en mükemmeli
Hak Teâlâ’dır. Çünkü bir şeyin varlık olarak kemâli, onun varlığının zorunlu
olması demektir. Allah zâtı itibariyle vâcibü’l-vücûd olduğu için O’nun zâtı
sevilir. Hattâ her şeyin kemâlinin kaynağı da O’dur. Allah, ilim ve kudret
açısından en mükemmel varlıktır. Râzî bu konudaki anlayışını, "İlmindeki
kemâlinden dolayı bir ilim adamını, cesaretinden dolayı bir kahramanı
sevdiğimize göre, ilmi karşısında bütün ilimlerin yokluk mesâbesinde bulunduğu,
kudreti düşünüldüğünde bütün güçlerin bir hiç hükmü taşıdığı, noksanlık ifade
eden sıfatlardan her bakımından tam anlamıyla münezzeh olan Allah’ı nasıl
sevmeyiz?” diye sorarak ortaya koyar.[23]
Allah’ın en kâmil varlık, mutlak
hayır olmasının O’na duyulan muhabbetin temel sebebi olduğu düşüncesi aslında
Râzî’den önce İbn Sînâ tarafından da ortaya konulmuştur.[24] [25] İbn Sînâ, aşk üzerine kaleme
aldığı risâlesinde Allah’ın, bütün varlıkların var oluşunda, onların
kendilerine ait özellikleriyle varlığını devam ettirmesinde ve kemâllerine
doğru gidişte ilk sebep olduğunu ifade eder. O, ilk illet olarak nitelediği
Yaratıcı’nın bütün yönlerden "mutlak hayır” olduğunu belirtir. Böylece
hayrı idrâk edenin, tabiatı gereği O’na âşık olacağını ileri 25 sürer.
Bu düşünceye dayanarak Allah’ın,
bütün varlıkları yokluktan varlığa çıkaran ve varlıklarını devam ettiren oluşu
dolayısıyla da sevildiği şeklinde bir çıkarım yapılabilir. Nitekim Râzî,
insanoğlunun kendi hayat ve bekasını sağlayanı, zâtı itibariyle sevdiğini;
kendisinin ölümüne ve yok oluşuna sebep olanı ise yine zâtı itibariyle kötü
gördüğünü belirtmektedir.[26] Sevginin
sebeplerini “insanın kendi varlığı, varlığının kemâli ve devamı, varlığının
devam etmesi hususunda tehlikeleri önleyip kendisine yardım eden, insanlara
karşı iyi ve güzel davranan, zâtı itibariyle güzel olan ve aralarında gizli bir
irtibat bulunan”[27] şeklinde
belirleyen Gazzâlî de sevgi konusunda yaptığı bu tesbitlerle[28] Fahreddin
er-Râzî’ye kaynaklık etmiş olabilir. Gazzâlî’nin de ifade ettiği gibi, bu
sebeplerin mükemmel bir şekilde varlığı sadece Allah hakkında tasavvur
olunabileceği için, gerçek sevgi ancak Allah’a yönelik olabilir.
Bütün bu açıklamalardan sonra Râzî’nin düşüncesine göre
gerçek mânâda sevilen varlığın ancak Allah olduğu kesin olarak kabul
edilmelidir.[29] Bu noktada
Râzî, âriflerin yaklaşımıyla uyumlu bir şekilde Allah’ın kendinde sevilen
olduğunu ve O’nun kendisi için sevildiğini özellikle vurgular. Bir başkası
O’nu sevsin veya sevmesin Yaratıcı’nın bu şekilde nitelenmesinde herhangi bir
değişiklik olmayacağını açıklar. “Kendinde sevilen” ifadesi bu düşünüşe işaret
edebilir. Çünkü aksi halde insanın sevmesi sonucu yaratıcının bir nitelik
kazanması söz konusu olur. Böyle bir durum ise Tanrı’nın aşkınlığı ile
bağdaşmaz. Muhtemelen bu sebeple Allah’ın sadece zâtından dolayı sevildiği
ifade edilmemiş, O’nun bizzât kendisinin sevilen olduğu belirtilmiştir.
Diğer taraftan Râzî, insanın Allah’a yönelik sevgisinin en
yüce sevgi olduğunu da vurgular. Çünkü ona göre, ruhun idrâki, en yüce idrâk,
Allah’ın varlığı da idrâke konu olanların en yücesidir. Bu durumda O’na yönelik
sevginin, sevgilerin en mükemmeli olması zorunlu bir sonuçtur. Sevenin,
sevdiğine ulaştığında aldığı tat, onun sevgi derecesi ve sevdiğine ulaşmasıyla
bağlantılıdır. Dolayısıyla ruh, mârifetullaha ulaşıp cismânî şeylere temayülden
arınırsa, onun ölüm sonrasında lezzet ve saadetin zirvesine ulaşması gerekir.[30]
Böyle düşünmekle birlikte Râzî, bu sevgiyi sadece âhiret
saâdeti için gerekli görmez. O, bunu insanı insan yapan temel bir unsur olarak
da kabul eder. Çünkü ona göre insan, ancak aklın nurunu elde ettiği, gayb
âlemine ve ilâhî nurlara muttali olduğu zaman gerçek anlamda insan olur. Şayet
insan, sürekli bedenî lezzetleri elde etmeyle meşgul olursa, onun akıl yetisi bulanıklaşır;
bilgi yolları kapanır, hayvanî yön baskın hale gelir, onu insan yapan değerler
körelip kaybolur. Bu durum sadece bedenî hazlara yönelip onlarla meşgul
olmanın kötülüğünü gösterir.[31]
Râzî, dünyevî hazlara ilgisiz kalan,
Allah’ın dışındaki her şeyle (mâsivâ) ilgisini kesen, günahlardan ve
kötülüklerden arınmış âlemin ışıklarıyla nurlanan kişinin durumunu, herhangi
bir şeye karşı şiddetli bir aşkla bağlanan kişiye benzeterek açıklar. Meselâ,
kendini mal ve mülk edinmeye adamış biri, mala olan düşkünlüğü ve onu muhâfaza
yolundaki olanca gayreti nedeniyle kendi beslenmesini dahi unutabilir. Râzî’ye
göre değersiz bir konuya karşı dahi böyle bir ilginin varlığı, Allah’ın böyle
bir şekilde sevilmesinin aklen reddedilemez bir gerçek olduğunu gösterir.[32]
Tanrı sevgisini temellendirmeye çalışan Râzî, sevgi ve
bilgiyi birbirinden ayrı düşünmemekte ve bilgiyi sevginin şartı olarak kabul
etmektedir. Hattâ ona göre, Tanrı sevgisinde bu iki unsur (bilgi ve sevgi),
karşılıklı bir etkileşim içinde bulunmaktadır. Dolayısıyla Râzî’ye göre,
Yaratıcı’nın hâkimiyeti üzerinde tefekkür etmeyen kişinin muhabbetullaha
ulaşması imkânsızdır. Çünkü Allah’ın hikmetinin inceliklerine, O’nun mahlukatı
üzerindeki kudretine muttali olan kişi, O’nun kemâlini de daha derinden idrâk
eder. Bu durumda O’na yönelik sevgisi daha mükemmel olur. Râzî’ye göre insan,
kemâl sahibinin kâmil olduğunu bildiğinde, bu mârifet sevgiyi gerektirir. Bu
konudaki mârifetin kemâli, muhabbetin de kemâlini doğurur.[33] O halde “ruhun özü, Allah’ın
varlığını, sıfatlarını ve fiillerinin gerçekleşme şeklini, O’nun süflî ve ulvî
âlemi yaratmasındaki çeşitli hikmetleri iyi bilip kavrarsa, bu bilgi O’na
yönelik muhabbeti zorunlu kılar”.[34]
Üstelik kulun, Allah’ın hikmetinin inceliklerini bilme mertebesi
sonsuz olduğuna göre, kişinin muhabbetullahtaki mertebesi de sonsuzdur.
O halde kulun Allah hakkındaki mârifeti arttıkça O’na ait sevgisinin mertebesi
de artar. Bu açıklama, Râzî’nin bilgi ile sevgi arasında birbirini besleyen,
birinin varlığı diğerinin de varlığını gerektiren zorunlu bir ilişki bulunduğu
yönünde bir kanaati olduğunu göstermektedir. Bilginin gelişimi ile birlikte
sevginin de çoğalması şeklinde devam eden bu süreç, çok yüce bir seviyeye
ulaştığında kulun kalbini muhabbetullahın tamamen kuşatması sonucu
doğar. Bu tıpkı sert bir kaya parçasını zamanla delen su damları gibi, sevginin
kalbin derinliklerine nüfûzunu sağlar. Muhabbetullah, kulun
kalbine böyle bir derinlikte yerleşince, kalp muhabbetullah ile yeniden
şekillenir. Bu durumda Allah sevgisiyle şekillenen kalp sayesinde, onun sevgi
kapasitesi daha da artar. Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere Râzî’de Tanrı
sevgisi olmuş bitmiş, son noktasına varmış bir hal değil- dir. Aksine Râzî’nin
ifadelerine dayanarak onun sevgiyi diyalektik ve dinamik bir yapıda gördüğü
çıkarımı yapılabilir. Sevginin bilgiyle ilişkisi onun diyalektik boyutuna,
kalbe nüfûz ettiğinde artması ise onun dinamik boyutuna işaret etmektedir.
Bu yapıdaki sevginin insan kalbinde
artmasına bağlı olarak onun Allah’ın dışındaki şeylerden hoşnutsuzluğu da
artar. Aslında Râzî’nin konuyla ilgili kurduğu sistemde bu orantısal ilişki
doğal bir durumdur. Çünkü sevgi, tabiî olarak sevilene yönelmeyi gerektirir.
Dolayısıyla sevende, sevilene karşı direkt ve zorunlu bir eğilim var iken
sevilenin dışındakilere karşı da açık bir ilgisizlik bulunur. Şayet kişi,
Allah’ın dışındakilere yöneliyorsa bu durum onu Allah’a yönelmekten de
alıkoyar. Halbuki seven, daima sevilenin huzurunda olmak ister. Bu durumda
kişinin mâsivâdan hoşnut olmaması, onu mâsivâdan yüz çevirmeye ve Yaratıcı
dışındaki her şeyle ilgiyi kesmeye kadar ulaştırır. Râzî, bu halden sonra
“insan kalbinin, kudsî nurla nurlandığı, mâsumiyet âleminin ışıklarıyla
aydınlandığını ve yaratılmış âlemle bağlantılı tüm lezzetlerden koptuğunu”
ifade eder. Ona göre, bu basamaklardan geçip böyle bir makama ulaşan kişi, en
üstün mânevî dereceleri de elde etmiş olmaktadır. [35]
Râzî’nin bu açıklamalarına göre
mârifetin kemâlinden, bir başka ifade ile bilgide tam yetkinlik durumuna ulaştıktan
sonra, muhabbetullah gerçekleşmektedir. Bu gerçekleşince kişi Allah’tan
başkası ile ilgilenmemekte ve sevenin sevdiğinde yok olmasının ne demek
olduğunu kavramaktadır. Dolayısıyla başlangıçta mârifet insanı sevgiye
götürürken, daha sonra sevgi, kişiyi mârifete ulaştırmaktadır. Burada ilk önce
sevgi, her ne kadar aklın tasavvuru, idrâkin kemâli ile irtibatlı ise de,
ikinci aşamada “kalbin nuru” ve “irfânî kavrayışn ile bağlantılıdır.[36] Neticede
burada mârifet ile başlayan yolculuk muhabbetullah ile devam etmektedir.
Bütün bu değerlendirmelerde
görüldüğü üzere Râzî, mârifeti Allah sevgisine götüren bir yol kılmak
suretiyle, insanın hakikate ulaşma çabası içinde tefekkürle edinilen bilgiye
vazgeçilmez bir rol vermektedir. Bu durum, onun mütekellim oluşuyla âhenklidir.
Bilindiği üzere kelâm metodunun hakikat arayışında temel yöntem, akla dayalı
olarak geliştirilmiştir. Kelâmcılar akıl yoluyla elde edilen bilgiye, özellikle
en temel hakikat olan Yaratıcı’nın varlığı ve birliğine inanma konusunda çok
özel ve önemli bir yer vermişlerdir. Zaten onlar, bu noktadaki vurgularıyla
tasavvufî yaklaşımlardan ayrışmaktadırlar. Burada da görüldüğü gibi, Râzî sevgi
konusunda yaptığı açıklamalarda her ne kadar salt akıl yöntemini kullanmamışsa
da, o sevginin başlangıcına bilgiyi koymakla tasavvufî yöntemden farklılaşarak
kelâmcı çizgisini sürdürmüş görünmektedir.
Râzî’den önce sevgi-bilgi ilişkisini çok açık bir biçimde
ortaya koyduğu bilinen Gazzâlî’ye göre de insan ancak bildiğini sevebilir.[37] Ona göre
genel olarak insanın bir nesneyi sevebilmesi için ilk şart onu tanımasıdır.
Dolayısıyla sevgi, bilgiden sonra gelir.[38] Eğer sevgiye konu olacak nesne
tanınmıyorsa, burada sevgiden bahsetmek mümkün değildir. Çünkü bir şeyin
niteliklerini, tabiatını bilmeden onun sevgiye lâyık olup olmadığı hakkında
karar verilemez. Bu sebepledir ki cansız varlıkların bir şeyi sevdiği düşünülemez.
Sevmek için canlı ve idrâk sahibi olmak gerekir.[39]
Bu düşüncelere yakın bir biçimde,
muhabbetin mâhiyeti ve hakikati hakkında detaylı incelemeleri bulunan İbn
Kayyim el-Cevziyye (ö. 751/1350) de muhabbeti doğuran halleri sıralarken
kalbin Allah’ın isim ve sıfatlarını mütâlaa etmesini, onları bilmesini ve
müşâhede etmesini ayrıca belirtmektedir. O da sevgide bilgiye yer açmakta,
isimleri, sıfatları ve fiilleri ile Allah’ı tanıyanın mutlaka O’nu seveceğini
vurgulamaktadır. Yani İbn Kayyim de sevgide bilgi boyutunu öne çıkarmış
olmaktadır.[40]
Sevginin bilgi ile
ilişkisi ve ondaki bilgi boyutunun varlığı çeşitli noktalardan tartışılabilir.
Ancak yukarıda yapılan açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Fahreddin er-Râzî
tarafından ortaya konan düşünce sisteminde mârifetullah, muhabbetullaha
temel kılınmaktadır. O zaman bu noktada bir başka soruyu cevaplama ihtiyacı
doğmaktadır: Muhabettullahın temeli kılınan mârifetullah ne demektir? Aşağıda
bu konu ve mâhiyeti üzerinde durulacaktır.
3.
Allah’ın Zâtının
Mâhiyetini Bilmenin İmkânı ve Muhabbetullah
Râzî’nin düşünce sisteminde muhabbetullah için
mârifetullahın varlığı zorunlu olmaktadır. Ancak Allah’ı bilmenin varlığı ve
nasıllığından önce, böyle bir bilginin mümkün olup olmadığının tartışılması
gerekir. Bu sebeple burada öncelikle “Allah’ı bilmenin imkân ve sınırı nedir?”
sorusu cevaplanacaktır.
Allah’ın zâtının mâhiyetinin
bilinmesi konusunda farklı görüşler bulunduğunu söyleyen Râzî, Dırâr b. Amr
(ö. 200/815), Gazzâlî ve İslâm filozoflarının bu konuda bilinemezliği
savunurken; Ehl-i Sünnet ve Mut’ezile kelâmcılarının çoğunluğunun Allah’ın
zâtının bilinebileceği görüşünde olduklarını belirtmektedir. Kelâmcılar,
Allah’ın zâtı ile varlığı arasında bir anlam farkı görmedikleri için bu görüşü
benimsemişlerdir. Bu durumda onlara göre, O’nun varlığını bildiğimize göre,
zâtını da biliyoruz demektir. Aksi halde bir nesne bir yönden hem bilinen hem
de bilinmeyen olur.[41]
Râzî ise, Allah’ın özel bir varlığının (zât-ı mahsûsa)
olduğunu ve bunun mâhiyetini bilemeyeceğimizi savunmaktadır. Bu konuyu özel
bir başlık altında genişçe incelediği el-Metâlibü'l-âliye adlı eserinde
Râzî, Allah’ın zâtının mâhiyetini bile- meyişimizin nedenlerini detaylı bir
şekilde incelemektedir.[42] Burada
yaptığı açıklamalara göre biz Allah’ın varlığını ve bu varlığa izâfe edilen ve
ondan nefye- dilen nitelikleri (yani sübûtî ve selbî sıfatları) bilmekteyiz.
Ancak bunları bilmek, Allah’ın özel varlığını bilmek ile aynı şey değildir.
Zaten Allah hakkındaki bütün bilgilerimiz küllî niteliktedir. Halbuki genel
özellikleri bilmek, O’nun özel varlığını bilmek anlamına gelmez.[43] Râzî
düşüncesini ilim kavramından hareketle de delillendirir. İnsan tasavvurlarının
beş duyu, duygular, aklî yöntemler ve hayal gücü vasıtasıyla elde edildiğini,
ancak Allah’ın özel varlığının, bu vasıtalarla oluşturulan hiçbir tasavvur
biçimi altında düşünülemeyeceğini ifade eder. [44]
Bu konudaki düşüncesini temellendirirken Râzî, felsefeciler
tarafından kabul edilen bazı önermelerden de istifade eder. Meselâ, onların
“illetin mâhiyetini bilmenin, mâlûmu bilmeyi gerektirdiği” hükmüne dayanır. Ona
göre bu hüküm gereğince, şayet insan, Allah’ın özel varlığını bilebilmiş olsa
idi bu takdirde bütün mümkünlerin hakikatini de tam olarak bilirdi. Halbuki
gerçeğin böyle olmadığı herkes tarafından açıkça görülmektedir. Bu durumda
bizim bütün mümkünlerin “illeti” olan şeyi bilemediğimiz kesinleşir. Râzî, bu
konuda felsefeciler tarafından ispat edildiğini belirttiği bir başka hükmü de
delil olarak kullanmaktadır. Buna göre bir şeyi bilmek, bilinenin mâhiyeti
hakkında eşit bir sûret elde etmekten ibarettir. Eğer biz Allah’ın kendine has
zâtını bilebilmiş olsaydık, bunun sonucunda elde ettiğimiz aklî sûretin,
mâhiyet açısından Allah’ın zâtına eş değer olması gerekirdi. Bunun imkânsız
olduğu ise açıktır.[45]
Allah’ın sonsuz olmasını da, O’nun özel varlığının
bilinemeyeceğini ispat eden bir delil olarak takdim eden Râzî, sonlu olan insan
aklının sonsuz olan Allah’ı ihâta etmesinin imkânsız olduğunu belirtir.[46] Konuya
ilişkin bir başka delil olarak aklın bütün bilinenleri bir anda ortaya koymaya
muktedir olmadığı hükmünden hareket eden Râzî, bunu akıl bir bilineni ortaya
koymakla meşgul iken aynı anda başka bir bilineni getiremez diyerek
temellendirir. Fahreddin er- Râzî bu hükme dayanarak “şayet akıl böyle ise
bilinenler içinde en üstün konum
da bulunan Tanrı’nın hakikatine nasıl ulaşır?” diye sorar.[47]
Allah’ın zâtını bilmenin imkânını
tartışan Fahreddin er-Râzî, yukarıda kısmen özetlenerek aktarılan delilleri detaylı
bir şekilde ele almış ve neticede Allah’ın zâtının mâhiyetinin bilinemeyeceği
sonucuna ulaşmıştır. Halbuki o, bu makalenin ilk kısımlarında belirtildiği
gibi, bilgiyi sevgiye götüren bir yol olarak düşünmektedir. Bu durumda onun
düşünce sistemi içinde Allah’ı sevmek nasıl mümkün olmaktadır? İnsanın,
mâhiyetini bilmediği bir Tanrı’yı sevmesi nasıl mümkündür?
Fahreddin er-Râzî bu soruya cevabı kelâm âlimlerinin genel
yaklaşımından farklıdır. Yukarıda özetlenen delillerde ortaya konulduğu üzere,
insanın Yaratıcının hakikatini idrâk etme imkânı yoktur. Ancak bu gerçek,
bizim Yaratıcı hakkında hiçbir şey bilmediğimiz anlamına gelmez. Her ne kadar
biz Allah’ın kendisine özgü niteliklerinin mâhiyetini bilmiyorsak da, O’nun
varlığını biliyoruz. Aslında Fahreddin er-Râzî’nin bu konudaki çıkış noktası,
onun zât kavramı ile Allah’ın özel varlığı (zât-ı mahsûsa) arasında ayırım
yapmasına dayanmaktadır. Nitekim bu ayırıma dikkat edilmediği takdirde, bazı
araştırmacıların düşündüğü gibi, onun çelişkili açıklamalar yaptığı izlenimine
gidilebilir.[48] Halbuki
Râzî, Yaratıcı’nın kendine mahsus hakikatini bilemesek de O’nun varlığı
anlamında zâtını ve sıfatlarını bilmemizin O’nu sevmemiz için yeterli olduğu
düşüncesindedir.
Hattâ bu durum, Allah’a iştiyâk duymanın da
sebebidir. Çünkü sevilene yönelik gerçekleşen iştiyâk iki şekilde olur:
Birincisi, insan sevdiğini gördüğünde ve daha sonra sevilen kaybolduğunda,
insanın hayalinde sevilenin şeklinden bir İkincisi ise, sevgilisinin sadece yüzünü görüp de
onun diğer güzelliklerini görmese bağlamında mümkündür. Hattâ Râzî’ye göre
böyle bir durum ârifler için zorunlu- dur.50 Üstelik irfân sahibine tecellî
eden ilâhî emirler her ne kadar bir açıdan açık olsalar da aslında hayal
gibidirler. Tecellînin tamamı âhirette gerçekleşecektir. İkinci anlamdaki
iştiyâkın âhirette de sonu yoktur. Zira Allah’ın celâli ve sıfatları,
fiillerindeki hikmeti kula inkişâf etse dahi, bu sonsuzdur. Sonsuz olana ise
detaylı bir şekilde muttali olmak sonsuzdur.[49] Râzî’ye göre ezelî ve ebedî
olan Allah’ın bir sonu ve sınırı bulunamaz. Allah böyle bir vasıftan
münezzehtir. Halbuki insan, yaratıcının aksine sonlu ve sınırlı bir varlıktır.
Dolayısıyla sınırlı olanın hiçbir sınırı bulunmayan bir varlığı tanıma süreci hiç
bitmeyen bir yol olarak düşünülebilir. Buna göre insanın Allah’ı bütünüyle
kuşatması imkânsızdır. O halde O’nu süreç içinde tanıma yolculuğu bitmeyeceğine
göre, O’nun özlenmesi de bitmeyecektir.
Râzî’ye göre, insanın meleklerden ayrıldığı nokta da burasıdır.
İştiyâk melekler için söz konusu değildir. Zira iştiyâk ancak bir yönden idrâk
edilip diğer yönlerden idrâk edilemeyen şeyler için söz konusudur. Asla idrâk
edilemeyen bir şeye ise iştiyak duyulmaz.[50] İnsan, kemâlini ve tamamını
idrâk ettiği bir şeyi özlemez. Çünkü "şevk” sözlük anlamı itibariyle
istemek demektir. Elde edilen bir şeyin istenmesi ise akıl açısından imkân
dışıdır. Dolayısıyla melekler için, kudsî melekeler ve ilâhî mârifetler meydana
gelir. Fakat onlar için hakkı özlemek söz konusu olmaz. Halbuki "şevk
makamı” yüksek bir makamdır. [51]
Bu makama yükselme imkânı olan
insan, yaratıcısını sevdiği gibi O’na karşı bir iştiyâk içinde de bulunabilir.
Dolayısıyla Râzî’ye göre insanın, Tanrı’nın mâhiyetini bilmemesi, O’nun
hakkında sınırlı bir bilgiye sahip olması, Allah’ı sevmesinin önünde bir engel
değildir. Aksine O’nun zâtı ve sıfatları hakkında sahip olunan bilgi, O’na
yönelik iştiyak sebebidir ve bu bilgi de sevgi için yeterli- dir.
Kelâm ilminde önemli bir yeri olan Fahreddin er-Râzî, insanın
Allah’ı sevmesinin mâhiyeti konusunda pek çok kelâmcıdan farklı bir görüş
ortaya koymaktadır. Ona göre insanın Allah’ı sevmesini mecaz olarak
değerlendirmek bir zorunluluk değildir. İnsanın hakiki mânâsıyla Rabbini
sevmesi mümkündür. Burada önemli olan, kişinin bu sevgi yoluna nasıl gireceği
ve orada nasıl ilerleyeceğidir. Bu noktada Râzî, kelâmcı tavrını takınmakta,
insanın Allah’a yönelik sevgisinin O’nun hakkındaki bilgisine bağlı olduğunu
iddia etmektedir. Ona göre her ne kadar insan, Allah’ın varlığının iç yüzü
hakkında bilgi sahibi değilse de, O’nun var olduğunu ve belirli sıfatları
bulunduğunu bilmektedir. Böyle bir bilgi ise insanı yaratıcısını sevmeye
götürür. Hattâ insanın bu konudaki bilgisi arttıkça sevgisi, sevgisi arttıkça
da bilgisi artar. Dolayısıyla sevgi ile bilgi arasında karşılıklı bir şekilde
gerçekleşen müsbet bir etkileşim bulunmaktadır.
Önce Allah
sevgisinin gerçekliğini benimseyip sonra da bu sevginin temeline bilgiyi
yerleştirmekle Râzî, aslında bu örnek problemde kendisinin İslâm düşüncesi
içinde durduğu yere de işaret etmiş olmaktadır. Hattâ onun Gazzâlî sonrası ilim
adamlarından biri olarak, döneminin genel karakterini yansıttığı da söylenebilir.
Nitekim bu dönem İslâm kelâmcıları, filozoflardan etkilenerek sistemleri içinde
felsefeye yer açtıkları gibi mutasavvıflardan da etkilenerek bazı tasavvufî
yaklaşımlarda bulunmuşlardır. Fahreddin er-Râzî’nin bu makalede ele alınan
fikirlerini, söz konusu etkilerin varlığını gösteren bir kanıt şeklinde değerlendirmek
de mümkündür.
49 Fahreddin er-Râzî, en-Nefs, s. 5.
50 a.g.e., s. 6.
[2] Gazzâlî, İhyâu ulûmi,d-dîn, Beyrut 2000, V, 3.
[3] Bu konuyu inceleyen klasik
kaynaklar arasında, İbn Kayyim’in Medâricü,s-sâlikîn (Kahire
1983) ve Ravzatü'l-muhibbîn (Beyrut 1987) adlı eserleri, İbn
Hazm’ın beşerî sevgiyi konu edinmekle birlikte bu alanda vazgeçilmez
nitelikteki Tavku'l-hamâme fî'l-ulfe ve'l-ulafmı (Kahire 1964) saymak
gerekir. Ayrıca sevgi hakkında günümüzde önemli bir literatür oluştuğu
görülmektedir. Bunlar arasında Türkiye'deki çalışmalara Raşit Küçük’ün Sevgi
Medeniyeti (İstanbul 2002); Mesut Kaynak’ın Kurbanda Sevgi (Kur'ân-ı
Kerîm'den Âyetler) (İstanbul 2000); Ali Galip Gezgin’in, Kur'ân'da
Sevgi (Isparta 2003); İsmail Karagöz'ün Âyet ve Hadislerin Işığında
Sevgi ve Dostluk (Ankara 2004); Zeki Bıyık'ın Din Eğitimi
Açısından Sevginin Kur,an,daki Yeri (M.Ü. Sosyal
Bilimler Enstitüsü, 1998); Zeynüddin Aslan, Sevgi Yoksunluğu ve D^ni
Dav^ranış (U.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1994) örnek olarak verilebilir.
Ayrıca konuyla ilgili yabancı dilde yazılmış pek çok eser arasında Ahmed Nasib
el-Mehâmid’in, el-Hub beynel-abd ve^ab (Beyrut 1992); Ahmed
Teymur Paşa'nın, el-Hub inde'l-Arab (Kahire 2000); Muhammed Hasan
Abdullah’ın, el-Hub f türâsi'l-arabî (Kahire 1994); Paul
Tillich’ın, Love, Pover and Justice Ontological Analyses and Ethical
Aplications (North Corolina 1960) adlı eserleri sayılabilir. Sevgi, felsefe
ve psikolojinin de yakından ilgilendiği bir konu olup bu açıdan da yaklaşımda
bulunan pek çok çalışmanın bulunduğu mâlûmdur. Ancak konumuzun öncelikli
literatürünün dışında kaldıkları için bu alana ilişkin olanlar örneklendirme
yoluna gidilmemiştir.
[4] Benzer bir açıklama tarzı için bk. Joseph Norment Bell
(Bergen), “Avicenne’s Treatise on Love and the Nonphilosophical Muslim
Tradition”, Der Islam LXIII/1 (1986), s. 84.
[5] Sevginin irâdenin bir çeşidi
olarak açıklaması Allah’ın fiili olan sevgi için de yapılmıştır. Allah’ın rızâ,
gazap gibi fiilleri de irâde ile açıklanmıştır. (bk. Eş’arî, Usûlü
Ehli's-sünne vel-cemâa (nşr. Muhammed Seyyid Cüleynid), Kahire 1987, s. 74;
İbn Fûrek, Mücerredü Makâlâti'ş-Şeyh Ebil- Hasan el-Eşarî' (nşr. Daniel
Gımaret), Beyrut 1987, s. 45; Bâkıllânî, el-İnsâf (nşr. İmâdüddin Ahmed
Haydar), Beyrut 1986/1407, s. 61; a.mlf., Kitâbü't-Temhîd (nşr.
İmâdüddin Ahmed Haydar), Beyrut 1993/1414, s. 47. İmam Mâtürîdî ise Allah’ın
niteliği olan muhabbet ve rızâ ile irâde ve meşîet arasında fark bulunduğu
görüşündedir. Muhabbet ve rızâ husûsî olup kulların fiilleri ile gereklilik
kazanmakta iken, irâde ve meşîet umûmî olup böyle değildir. bk. Mâtürîdî, Kitâbü't-Tevhîd
(nşr. Bekir Topaloğlu-Muhammed Aruçi), Ankara 2003, s. 473; Fahreddin er- Râzî
de “ashabımız” dediği kişiler arasında ilâhî muhabbet ile irâde arasında fark
görenler olduğu gibi ikisini de aynı kabul edenlerin bulunduğunu belirtmektedir
(bk. Fahreddin er-Râzî, Levâmiul-beyyinât şerhu Esmâillâhi'l-hüsnâ,
(nşr. Tâhâ Abdurrauf Sa’d), Beyrut 1984/1404, s. 363.
[6] Fahreddin er-Râzî, Mefâtihu'l-gayb,
Beyrut 1421/2000, IV, 185.
[7] Mâtürîdî, Kitâbü't-Tevhîd, s. 253; krş. Mâtürîdî,
Kitâbü't-Tevhîd Tercümesi (trc. Bekir Topaloğlu), Ankara 2002, s. 207.
[8] Mâtürîdî, Te’vîlâtul-Kur'ân
(nşr. Ahmet Vanlıoğlu), İstanbul 2005, I, 302.
[9] Âl-i İmrân 3/31.
[10] Semerkandî, Şerhu't-Te'vîlât,
vr. 51b. bk. Mâtürîdî, Te'vîlâtü'l-Kur'ân, I, 302 numaralı dipnotu.
[11] Zemahşerî, el-Keşşâf an
hakâikı gavâmizi't-tenzıl ve uyûni'l-ekâvî fî vücûhi't-te'vîl (nşr. Adil
Ahmed Abdü’l-mevcûd-Ali Muhammed Muavvid- Fethi Abdurrahman Ahmed el-Hicâzî),
Riyad 1998/1418, II, 256.
[12] a.g.e., I, 546.
[13] Beyzâvî, Envârü't-tenzîl ve
esrârü't-te'vîl, Beyrut 1410/1990, I,159.
[14] Fahreddin er-Râzî, el-Muhassal (nşr. Hüseyin Atay),
Kahire 1411/1991, s. 256; krş. Fahreddin er-Râzî, Kelâm'a Giriş
(el-Muhassal) (trc. Hüseyin Atay), Ankara 1978, s. 98.
[15] Ali Galip Gezgin, Kur'anda
Sev^, Isparta 2003, s.162.
[16] bk. Giuseppe Scattolin, “Love
(Hubb) of God in Islamic Mysticism- a Study of a Semantic Development-I-Love
(hubb) of God in the Koran”,MIDEO, 23 (1997), s. 253.
[17] Mesela bk. Kâf 50/16.
[18] Abdulhakim Yüce, Râzî'nin
Tefsirinde Tasavvuf, İzmir 1996, s. 214.
[19] Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'l-gayb, IV, 185;
Mutasavvıfların bu konudaki düşüncesi hakkında özet bilgi için bk. Süleyman
Uludağ, “Muhabbet”,DİA, XXX, 386-388.
[20] Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'l-gayb,
IV, 185-186; krş. a.mlf., Kitâbü'n-Nefs ve'^r-^rûh ve şerhu kuvâhumâ
(nşr. Muhammed Sagîr Hasan el-Ma’sûmî), Tahran 1364, s. 21.
[21] Kemâlin insan tarafından
sevilen bir şey olduğu hakkında Gazzâlî de benzer açıklamalar yapmaktadır. Ona
göre insan, kendisine bir faydası dokunmasa bile, iyileri ve erdemlileri fıtrî
bir temâyül ile sever. Meselâ insan geçmişte yaşamış kahramanları bu yüzden
sever. Oysa zalimler kişiye bir zararı dokunmasa dahi aynı sebepten dolayı
sevilmez (bk. Süleyman Derin, “Gazzâlî’de Allah Sevgisi”, Tasavvuf İlmi ve
Akademik Araştırma Dergisi, II/5 (2001), s. 151 vd.).
[22] Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'l-gayb,
IV, 186; a.mlf., en-Nefs, s. 20.
[23] a.mlf., Mefât£hu'l-gayb, IV,
186.
[24] Muhtemelen İbn Sînâ’nın bu görüşleri kendisinden sonraki
ilim adamları üzerinde etkili olmuştur. Bu konuda bir örnek olarak bk. Binyamin
Abrahamov, "Ibn Sina’s Influence on al- Ghazali’s Non-Philosophical
Works”, Abr-Nahrain, XXIX (1991), s. 1-17.
[25] İbn Sînâ, Risâle fî'l-ışk
(nşr. Hüseyin Sıddîk-Râviyah Jâmus), Dımaşk 2005, s. 79 vd.
[26] Fahreddin er-Râzî, en-Nefs,
s. 22.
[27] Gazzâlî, İhyâü ulûmi,d-dîn, V, 11.
[28] a.g.e., V, 7; krş. Süleyman Derin, “Gazzâlî’de Allah Sevgisi”,s. 151.
[29] Fahreddin er-Râzî, Mefâthul-gayb,
IV, 186.
[30] a.mlf., Mlâlimü usûli'd-dîn (nşr. Ahmed Abdürrahim
es-Siyah-Sâmî Afîfî Hicâzî), Kahire 1421/2000, s. 86; krş. Fahreddin er-Râzî,
İslâm İnancının Ana Konuları (trc. Nâdim Macit), Erzurm 1996, s.110.
[31] Fahreddin er-Râzî, en-Nefs, s. 99.
[32] a.mlf., Mefâtîhu'l-gayb, IV, 186-187.
[33] a.g.e., IV, 186.
[34] a.mlf., Meâlimü usûli'd-dîn, s. 86.
[35] Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'l-gayb, IV, 186.
[36] Ahmed Mahmuh Cezzâr, Fahruddîn er-Râzî ve't-tasawuf,
İskenderiye 2000, s. 170.
[37] Ahmed Mahmuh Cezzâr, Fahruddîn er-Râzî ve't-tasawuf,
s. 169.
[38] Binyamin Abrahamov, “Ibn Sina’s Influence on al-Ghazali’s
Non-Philosophical Works”, s. 12.
[39] Gazzâlî, İhyâ ulûmi'd-dîn, V, 6, 12.
[40] İbn Kayyim el-Cevziyye, Medâr^cü's-sâlikîn, Kahire
1333-1334, III, 11.
[41] Fahreddin er-Râzî, el-Muhassal,
s. 439-440; a.mlf. , Kelâmca Giriş, s. 181.
[42] Fahreddin er-Râzî, el-Metâlibü'l-âliye,
Beyrut 1420/1999, II, 59-65.
[43] a.mlf., Kitâbü'l-Erbaîn fî
usûli'd-dn (nşr. Ahmed Hicâzî es-Sekkâ), Kahire 1986, s. 308-309.
[44] a.g.e., s. 310.
[45] a.mlf., el-Metâlibü'l-âliye,
II, 61-62.
[46] a.mlf., Esrârü't-tenzîl ve envârü't-te'vîl (nşr.
Mahmud Ahmed Muhammed ve dğr.), Bağdat 1990, s. 139, 143.
[47] a.mlf., el-Metâlibü'l-âliye,
II, 63.
[48] Nitekim bu detayı fark etmeyen Muhammed Salih Zerkân,
Fahreddin er-Râzî’nin süreç içinde görüşlerinde farklılaşmalar olduğu sonucuna
varmıştır. bk. Muhammed Salih Zerkân, Fahruddin er-Râzî ve ârâuhu'l-kelâmiyye
ve'l-felsefiyye, Kahire, s. 205 vd.
[49] a.mlf., Mefât:îhu'l-gayb,
IV, 187.
[50] Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'l-gayb, a.y.
[51] a.mlf., en-Nefs, s. 5.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar