Abdülkadir Saynaç Efendi
Bazı
eserlerde kendisinin devrin “ünlü hattat”larından olduğundan bahsedilse de Abdülkadir Efendi şöhretten uzak yaşayan,
ihtiyarlığı devresinde, bilhassa yetîm-i devrân ve yetîm-i akrân kaldıktan sonra
unutulan, bu dünyadan sessiz sadâsız göçen, vefâtından sonra da kendisinden
bahsedilmeyen, sâhasıyla ilgili hazırlanan çalışmalarda bile hatırlanmayan bir
hattattır. Nurullah Tilgen ve Şevket Rado’nun hazırladıkları eserlerdeki birer kısa
paragraflık bilgileri saymazsak Abdülkadir Efendi hakkında az da olsa bilgi
veren en önemli kaynak İbnülemin Mahmud Kemal İnal’dır.6 A. Süheyl Ünver’in
notları ve Osman Nebioğlu’nun
hazırladığı “Saynaç, Abdülkadir” maddesi
de zikredilmesi gereken önemli kaynaklar arasındadır.
Sadrazam
Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın (v. 1143/1730) soyundan gelen ve geniş bir
âileye mensup olan Abdülkadir Efendi Osmanlı bürokratlarından Kayseri kadısı
Ahmed Tevfik Efendi’nin ve Şerife Hanım’ın oğlu olarak 1299/1881’de Kayseri / Tavlusun’da
doğmuştur. İlk eğitimini burada almış,
Kayseri Rüşdiyesi’ni bitirmiş (1316/1898), aynı yıl 17 yaşındayken üç aylık
meşakkatli bir yolculuktan sonra İstanbul’a gelmiştir. Burada Fâtih
Medresesi’nde okumuş, Fâtih Camii’nde “Arnavut Hoca” nâmıyla şöhret bulmuş
Hasan Necmeddin Efendi’den aldığı derslerden sonra icâzet sahibi olmuş, Hattat
Hasan Rızâ Efendi (v. 1338/1920) ve Filibeli Bakkal Hacı Ahmed Ârif Efendi’den
(v. 1327/1909) sülüs ve nesih, Sâmi Efendi’den (v. 1330/1912) ta'lîk,
Karınâbâdî Hasan Hüsnü Efendi’den (v. 1914) rik’a, Reîsülhattâtîn Ahmed Kâmil
Efendi [Akdik]’den (v. 1360/1941) değişik yazılar meşkedip icâzet almış, birkaç
yıl Medresetü’l-Hattâtîn’e giderek “mütenevvi yazılar”da meşke devâm
etmiştir. Ferîd Bey (v. 1920’ler),
İsmail Hakkı Bey [Altunbezer] (v. 1946), Hulusi Efendi [Yazgan] (v. 1940),
Hasan Tahsin Efendi (v. 1916), Ârif Hikmet Bey (v. 1918) de Abdülkadir
Efendi’nin hüsn-i hat hocaları arasında yer almaktadır. Feyhaman Duran Koleksiyonu’ndaki bir hilyenin
ketebesindeki “ketebehû el- hâc Yahyâ rahimehullâh ve etemmehu kıtmîruhu
Abdülkadir” ibâresinden anlaşıldığına göre Abdülkadir Efendi’nin hocaları
arasında XIX. asrın meşhur hattatlarından Yahya Hilmî Efendi de (v. 1325/1907)
bulunmaktadır. Abdülkadir Efendi’nin
1330/1912 tarihini taşıyan icâzet levhasında (Hilye-i Şerîf) Ahmed Kâmil, Hâfız
Tahsin ve Hasan Rızâ Efendilerin imzâları vardır.
Abdülkadir
Efendi, elli yıl sürecek memurluk hayatına İstanbul’a geldiği 1898 yılında
Dâire-i Meşîhat’in Mektûbî Kalemi’nde başlamıştır. 14 yıl boyunca burada
aralıksız vazife yapmış, Şeyhülislâm Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi’nin (v. 1921)
emri üzerine mühimme kâtibi sıfatıyla Mâbeyn’e ve üst makamlara gidecek
yazıları yazmıştır. I. Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine Hayri Efendi’nin zarurete
binâen bazı birimleri lağvetmesiyle açıkta kalmış, ancak kısa süre sonra Evkaf
Nezâreti’ne bağlı Hicaz Askerî Demiryolu’nda çalışmaya başlamış, 1914-1918 arasında burada, 1918-1924 arası
ise tekrar Dâire-i Meşîhat Kalemi’nde çalışmıştır. Aynı kalemde çalıştıkları
hattat Aziz Efendi [Aktuğ, v. 1934] 1922’de Mısır hükûmetinin davetlisi olarak
Kahire’ye gidince onun vazifesini üstlenerek yeniden mühimme kâtipliği
yapmıştır. 1924’de Dâire-i Meşîhat’in lağvedilmesi üzerine İstanbul
Müftülüğü’nde vazifesini sürdürmüş, zaman içinde Evrâk ve Mushaf Tetkik
Heyeti’nde görev almış, Şer’î Siciller Arşivi’nde başmemurluğa kadar yükselmiş,
1948 yılında emekliye ayrılmıştır.
Abdülkadir
Efendi Cumhuriyet’ten önce Dârülmuallimîn, Dârü’l-hilâfe, Sultan Ahmed ve Fâtih
Medreseleri’nde; Cumhuriyet’le birlikte ise Köprülü, Sultanselim, Gazi Osman
Paşa okullarında ve 1924’te açılıp 1930’da kapatılan İstanbul İmam Hatip
Mektebi’nde hüsn-i hat hocalığı yapmıştır.
Abdülkadir
Efendi, 1912’de Dârülfünûn’un Ulûm-ı Şer'iyye (İlâhiyat) şubesinden mezun
olmuştur. Ardından Dârülfünûn Edebiyat Fakültesi’ni bitirmiş, Cumhuriyet
Dönemi’nde bu fakültelerin diplomaları geçersiz sayılınca kırk yaşından sonra
Hukuk Fakültesi’ni okumuş ve diplomasını almıştır.
İbnülemin
merhumun verdiği bilgilere göre 1909’da Meclis-i Kebîr-i Maârif tarafından
açılan “Hutût-ı Mütenevvia” müsabakasına girerek birinci seçilmiştir.
Damat
İbrahim Paşa ve hanımı Fatma Sultan hayrâtında “vakfiye mucebince” vaaz ve
irşâd faaliyetinde bulunmuştur. Vezneciler’deki Damat İbrahim Paşa Camii’nde 40
yıl boyunca verdiği vaazlar halk ve ekâbir tarafından ilgiyle takip edilmiştir.
Abdülkadir Efendi bu ilgiyi kimsenin duymadığı, söylemediği sözleri söylemesine
bağlamaktadır. Damat İbrâhim Paşa’nın
soyundan gelenler arasında yaşayan en büyük erkek evlât olduğu için kendisine
vakfın mütevelli heyeti başkanlığı teklif edilmiş ama o bu teklifi vakfın
gelirlerini ilgililere dağıtma hususunda adâleti sağlayamayacağı endişesiyle
kabul etmemiştir.
Abdülkadir
Efendi bizzat hacca gidememiş, hac parasını ödeyerek oğlu Âtıf Bey’i 1947
yılında vekâleten hacca göndermiştir.
Feyhaman Duran Koleksiyonu’nda bulunan bazı levhalarının arkasında bu
sebeple kendisinden “Hacı Abdülkadir Efendi” olarak bahsedilmektedir. Âtıf Bey, gemi ile yaptığı bu hac seyahatini
kaleme almış ve İstanbul’da haftalık yayımlanan Doğru Yol gazetesinde “Hac Hâtıraları” başlığı ile 41 tefrika
hâlinde neşretmiştir (sy. 23 [19 Aralık 1947]- sy. 70 [12 Kasım 1948]).
Her
çeşit hattı ustalıkla kullanabilen Abdülkadir Efendi’nin bilhassa sülüs, celî,
nesih, ta’lîk ve rık’ada şöhreti, mürekkep imâlinde de mahâreti vardır. Şekilli istifleri ise mükemmeldir.
Abdülkadir Saynaç Efendi ve Sait Yada’nın Soyadları Meselesi
Abdülkadir
Efendi, 21.06.1934 tarih ve 2525 sayılı Soyadı Kanunu yürürlüğe girince “sayan,
saygı gösteren, muhâsebe eden” gibi mânâlara gelen “Saynaç” soyadını
almıştır. Âtıf Bey ile Sait Bey
Abdülkadir Efendi’den sonra nüfus dâiresine giderek babalarının soyadını almak
istediklerinde nüfus memuru bu soyadının alındığını, aynı soyadının reşid olan
çocuklar için verilemeyeceğini belirterek
Saynaç’ı almalarına müsaade etmemiştir. Bunun üzerine iki kardeş
“Yada” soyadını tercih etmek zorunda
kalmışlardır. Ancak Âtıf Bey bir müddet sonra mahkemeye müracaat ederek babasının
soyadını almış, Sait Bey ise “Yada”da
karar kılmıştır. Bu durum Abdülkadir Efendi hayattayken bile karmaşaya yol
açmıştır. Bazı çalışmalarda ve bilhassa
Sait Bey’in arkadaş çevresi tarafından kendisinden “Abdülkadir Yada” olarak
bahsedilmiştir. Bu karışıklık okuyucuyu birbirinin çağdaşı iki ayrı hattat
Abdülkadir Efendi olduğu kanaatine götürecek kadar kuvvetlidir. Meselâ Milliyet
gazetesinin 11.12.1958 tarihli nüshasında yayımlanan bir vefât ilanında vefât
eden zâtın yakınları arasında ismi geçen Abdülkadir Efendi “Abdülkadir Yada”
olarak kayıtlıdır. İsmail Hikmet
Ertaylan’ın öncülüğünde yedi yılda hazırlanan Fatih Divanı’na Sultan’ın gazellerini eski harflerle yazan Kâmil
Akdik, Necmeddin Okyay, Mustafa Halim Ozyazıcı, Macid Ayral, Nuri Korman, Şeref
Akdik ve Ali Alparslan gibi hattatlar arasında “Abdülkadir Yada” da
vardır. İbrahim Hakkı Konyalı ise Tarih
Hâzinesi dergisinde yayımladığı bir yazısında Abdülkadir Efendi’nin soyadını
hem makale başlığında hem de makalenin farklı yerlerinde “Sayanc” olarak
zikretmekte; Ali Haydar Bayat da Hüsn-i
Hat Bibliyografyası (1888-1988) ’nda aynı soyadını kaydetmektedir. Ayrıca Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü’nün
yayımladığı Cumhuriyetin 50. Yılına Armağan adlı eserde de Abdülkadir Efendi
“Sayanc” soyadıyla anılmıştır. Ancak,
Abdülkadir Efendi’nin soyadı olarak “Saynaç”ı seçtiği ve bunu kullandığı
kat’îdir.
İlmî- Edebî Şahsiyeti ve Eserleri
Abdülkadir
Efendi hattatlığı yanında eski edebiyâtın bütün inceliklerine vâkıf bir
şâirdir. O, edebiyat sahasındaki istidâdını Edebiyat Fakültesi’nden mezun
olarak tâclandırmış, aşağıda bahsedileceği üzere bir siyeri Arapça’dan nazmen
tercüme etmiş, yazdığı bazı şiirleri Dîvânnâme adıyla bir mecmuada
toplamış, Arınâme başlıklı manzumeyi
kaleme almıştır. “Abdülkadir” ve “Kadrî” mahlaslarını kullanan Abdülkadir
Efendi şiirlerini ekseriyetle hikemî tarzla kaleme almıştır. Bir çok âyet ve
hadislerden iktibasların bulunduğu bu manzumelerde ana gâye okuyucuya Hakk’ı ve
hakikati anlatmak, onu “sırât-ı müstakîm”e sevketmektir. Kendisini yakinen
tanıyan Eyüp Halkevleri Başkanı Nurullah Tilgen’in onun “Fârisî edebiyâtında
akranlarına fâik olduğu”nu belirtmesi
Abdülkadir Efendi’nin ilmî ve edebî seviyesine işaret etmesi bakımından
dikkate değerdir.
İbnülemin
Mahmud Kemal İnal, Abdülkadir Efendi’nin Cezerî’nin Siyer’ini nazmen tercüme ve “mütenevvi hatla tahrir”
ettiğini söyleyerek bu esere hazretin
amcazâdesi ressam ve hattat Feyhaman Duran Bey’in (v. 1970) isteği üzerine bir
takriz yazmıştır. 1948 tarihi taşıyan bu kısa manzûm takrizde İbnülemin gibi
müşkilpesend ve müdakkik birinin Abdülkadir Efendi’yi
Sâhib-i
ilm ü hüner revnak-ı hattâtîndir
Hüner
ü ilmine işte eseri bir burhân
Hüsn-i
ahlâkına her hâli şehâdet eyler
Başka
şâhid aramaz hulkuna ehl-i irfân
gibi
mısralarla medhetmesi dikkate şâyândır.
Aslına bakılırsa Abdülkadir Efendi’nin soyundan geldiği Fâtih dönemi
sanatkârlarından Baba Nakkâş’ın torunu Nevşehirli Damad İbrahim Paşa da meşhur hattat Hâfız Osman’dan sülüs ve nesih
meşketmiş, Ressam Ömer Efendi’den dersler almış, güzel sanatlara meraklı, iyi
bir hattattı. Dolayısıyla torunları
Abdülkadir Efendi, Feyhaman Bey, Âtıf ve Sait Beyler’in güzel sanatlarda mâhir
olmasına, bugün o nesli devam ettiren Ayşe Zühal Saynaç Hanım’ın müzehhibeliğine
bakarak bu geniş âilenin sanat merakının
beş asırlık bir geçmişe dayandığını söylemek yanlış olmaz.
Abdülkadir
Efendi’nin Arapça bir Siyer-i Nebî’yi tercüme etmesi hattatlığı yanında iyi bir
Arapça bilgisine sahip olduğunu da gösterir. Nitekim İbnülemin, onun tercüme
ettiği eseri muhtelif hat ile yazmasını “hüner”ine, başarılı tercümesini
“ilm”ine, kusursuz nazmını ise bu sâhadaki vukufuna işâret sayarak onu ve
eserini şu mısralarla medhetmektedir:
Cezerî’nin
siyer-i pâkini Abdülkadir
Terceme
eyleyerek kıldı uyûnı tâbân
Öyle
bir terceme ki aslı gibi a’lâdır
Cezerî
görse olurdu ebeden tahsîn-hân
Muhtelif
hat ile tezyîn-i sahâif etmiş
Her
sâhife ediyor âdemi cidden hayrân
Nazm-ı
zîbâsına dilbeste onun nâzımlar
Hatt-ı
ra'nâsına âşüfte onun hattâtân
Zuhr-i
ahret olur elbette bu dürlü âsâr
İstifâza
edüp ondan nice sâhib-i îmân
Hâlık-ı
levh ü kalem sa’yini meşkûr etsün
Eylesün
şâh-ı rüsül şânına lâyık ihsân (1948)
Abdülkadir
Efendi’nin Nazmü’l-cevâhir Tercemesi, Mevlûd, Arınâme, Emâlî Manzumesine Nazîre,
Kırkanbar Kırk Hikmet, Kelimât-ı Ledünniyye Külliyât-ı Dîniyye, Hayât-ı Tayyibe
Tâlibi gibi eserleri vardır. Çeşitli
sahalarda kaleme alınmış olan bu eserler onun geniş bilgisine ve meraklarına
dair önemli ipuçları vermektedir. Abdülkadir Efendi, Süheyl Ünver’e Ulûm-ı
Şer'iyye’de okurken Fakülte’nin hocalarının Arapça kasidelere nazireler
yazdıklarını, bu kasideleri tercüme ettiklerini söylemekte ve Bağdatlı Arapça
hocasını kendisini yetiştirdiği için hayırla yâd etmektedir. Onun Emâlî Manzûmesine Nazîre’si o dönemde
hazırladığı eserlerinden olmalıdır. Süheyl Ünver Abdülkadir Efendi’nin
Şeceretü’l-hattâtîn mine’l-evvelîn ile’l-âhirîn isimli bir çalışmasının
olduğunu ve bunu kendisine verdiğini de ifâde etmektedir.
Abdülkadir
Efendi âhir ömründe aralarında yazma eserlerin de bulunduğu bütün kitaplarını
Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne vakfetmek istemiş ama bu mümkün olmayınca bunları
yakinen tanıdığı ve itimâd ettiği Erzurumlu hattat Mustafa Necâtüddîn Dumlu
Hocaefendi’ye (1912-1991) vermiştir. Bu hocaefendi bilâhere Medine’ye
yerleşmiş, kitaplar ondan oğluna intikal etmiştir. Mustafa Necâtüddîn Efendi
Abdülkadir Efendi’nin hutût-ı mütenevvia ile yazdığı eserlerinin büyük bir
kısmını kendi imkânlarıyla neşretmiştir. Hadâikü’l-hutût serlevhasıyla 5 risâle
olarak yayımlanan bu eserler çok az sayıda basılmış ve bilâ ücret
dağıtılmıştır. Bu serinin tamamı kataloglarını taradığımız kütüphanelerde
maalesef bulunmamaktadır.
Abdülkadir
Efendi’nin başta İbnülemin, Süheyl Ünver ve Feyhaman Duran olmak üzere bir
kısmı özel koleksiyonlarda saklanan levhaları da bulunmaktadır. Bu çalışmalardan bazıları maalesef
kaybolmuştur.
Abdülkadir
Efendi, ayrıca İbnülemin’in eserlerinden birini tebyiz etmiş, Hicaz
Demiryolu’nun menzil (durak) isimlerini yazmıştır. Bunların dışında onun
kaleminden çıkmış mushaf-ı şerîfler de vardır. Hattâ, nesih hatla yazdığı
“mütenâzır” mushafı Demokrat Parti
Kayseri Milletvekili İbrahim Kirazoğlu
tab’ etmek için ısrarla kendisinden isteyince ona vermiş ancak mushaf ne
basılmış ne de geri gelmiştir...
Abdülkadir
Efendi uzun süre Eyüp’ün tarihî semtlerinden Rami’de, Rami Kışlası’nın
karşısındaki bağlı-bahçeli ahşap köşkte ikamet etmiş, orada geniş bir çevre
oluşturmuş ve bu sebeple “Eyüplü Hattatlar” arasında zikredilmiştir. 30 seneden fazla oturduğu bu evde hem
arıcılık hem de bağcılık yapmıştır. Çavuş, misket, yapıncak, yediveren gibi
türlü türlü üzümler yetiştirmiştir. Türk-İslâm edebiyatında başka bir örneği
bulunmayan Armdme’sini de bu meşguliyeti sırasında yazmıştır.
Bilahere
Fatih Kıztaşı’na yerleşmiş, geri kalan hayatını burada sürdürmüş, 30 Zilhicce
1386 (10 Nisan 1967) Pazartesi günü 86 yaşındayken bu evde vefât etmiştir.
Abdülkadir Efendi’nin na’şı Fatih Câmii’nde kılınan cenâze namazının ardından
Edirnekapı Mezarlığı’na, kendisinden 13 yıl önce vefât etmiş olan hanımı Fatma
Dürefşan Saynaç (d. 1309[1891]-v. 1373 [1953])’ın yanına defnedilmiş, ancak E5
Karayolu’nun yapımı sırasında mezarın olduğu yer yola gidince Abdülkadir
Efendi’nin âilesine 14.10.1970’de Sakızağacı Şehitliği, 9. Ada, 8. Kısım’da
bulunan bugünkü mezar yeri verilmiş (mezarlık nr. 434), 15.02.1971’de de nakl-i
kabir gerçekleşmiştir. Mezar taşının dış
cephesinde Abdülkadir Efendi’nin ismi müsennâ “Hüve’l-bâki” serlevhasıyla
yazılıdır. Taşın iç kısmında ise hanımının ismi kelime-i tevhîd serlevhasıyla
kayıtlıdır. Mezar taşına eski / yeni harfli yazıları ve motifleri daha sonra
kendisi de aynı mezara defnedilen oğlu Âtıf Bey hakketmiştir:
Abdülkadir
Efendi’nin Ayşe Sıddıka [Saynaç] (1910- 12 Eylül 1980), Ahmed Said (1912- 26
Eylül 1968), Fatma Zehrâ (Zarife) [Birkul] (d. 1916), Mehmed Nizâmeddin Âtıf
(1920- 31 Mayıs 1975), Emine Dürdâne [Saraçoğlu] (d. 1930), isimli çocukları
vardır. Âtıf ve Said Beyler ilk
isimlerini kullanmamışlardır. Âtıf Bey gibi Ayşe Sıddıka Hanım da anne ve
babasının mezarına defnedilmiştir.
Abdülkadir
Efendi ahlâk-ı hamîde sahibi, her hâli ölçülü ve tertipli bir zât olarak
tanınmıştır. Mütevâzı hayatı yanında dürüstlüğü, azmi, ileri görüşlülüğü, dünya
malına tama’ etmemesi, tokgözlülüğü, yardımseverliği, kanaatkârlığı,
misâfirperverliği, babacan tavrı, adâlet ve hakkaniyetli yapısı, sâlih ve
mütedeyyin şahsiyeti ile etrafına örnek olmuştur. Hangi şartlarda olursa olsun
doğru bildiği şeyleri söylemekten çekinmemesi, cesur tavırları, coşkun ruh hâli
dolayısıyla hemşehrileri tarafından “Deli Abdülkadir” şeklinde de tavsif
edilmiştir.
Abdülkadir
Efendi hanımının vefâtından sonra kızı Ayşe Sıddıka Hanım’a yük olmamış, aynı
evde yaşamalarına rağmen kendi işlerini kendisi görmüştür. Başta torunları
olmak üzere komşu ve arkadaşlarının kız çocuklarını / torunlarını okula
gitmeye, yüksek tahsil yapmaya teşvik etmiş, onların okumasını sağlamak için
maddî-mânevî destek sağlamaktan çekinmemiştir.
“Yesârî”
olan Abdülkadir Efendi’nin son zamanlarında eli titremesine rağmen büyük bir
titizlik ve gayretle yazı meşkine devâm etmesi azmine örnek olarak
zikredilmelidir. Onun çocukluğundan itibaren eksilmeyen bu azmine bir başka
örnek de Necmeddin Efendi (Okyay)’nin aşağıya kaydettiğimiz hâtırasıdır.
Necmeddin Okyay, Abdülkadir Efendi ile birlikte ta'lîk meşki için Sâmi
Efendi’ye gidiş mâcerâlarını yıllar sonra Uğur Derman Bey’e şu sözlerle
anlatmıştır:
“Biz
ta'lîk yazmak istediğimiz sırada kendilerinin [Sâmi Efendi] biricik kızı vefât
etmiş, üzüntüsünden yazı göstermiyordu. ‘Sultân Hamid irâde etse göstermez,
lâkin reddedemeyeceği kimse Özbekler Şeyhi Edhem Efendi’dir.’ dediler. Hemen
ebrî hocamız olan Şeyh Efendi’ye koştuk. Bizi Sâmi Efendi’ye götürdü. Derse
başladık. Ertesi hafta gittiğimizde arkadaşım Abdülkadir’in meşkine baktı, ‘Bir
daha böyle gelirsen kendimi ‘evde yok’ dedirtirim’ dedi. Benim meşkimi de şöyle
elinden sallayıp ‘Al bir mel'abe-i sıbyân daha!’ demez mi? Dünya başıma yıkıldı
zannettim. Bir dahaki sefere çalışmaz mısın? Sonraki hafta korkudan titreyerek
gittik. Meşke şöyle bir baktı, ‘Hımm, bizim tekdîrin fâide-i azîmesi görülmüş’
dedi.”
Abdülkadir
Efendi, Hattat Kayışzâde Osman’ın Merkezefendi’deki kabrinin başına gidip
bilâhere kaybolan mezar taşının resmini yapmış, kitâbesini aynen kaydetmiştir.
İbnülemin Mahmud Kemâl Bey Kayışzâde Osman’ın terceme-i hâlini yazarken mezar
taşını görmek istemiş, hasta hâliyle Merkezefendi’ye gitmiş ancak mezar taşının
kırılıp kaybolduğunu görünce çok üzülmüştür. Bundan haberi olan Abdülkadir
Efendi de yıllar önce yaptığı resmi ve kitâbeyi İbnülemin’e göndermiştir.
İbnülemin Son Hattatlar’da bu meseleyi anlatarak söz konusu resmi kitaba
koymuş, Abdülkadir Efendi’nin azmini övmüş, kendisini “değerli ve gayretli
hattat” olarak takdir etmiştir.
Abdülkadir
Efendi, hayatı boyunca Latin harflerine mesafeli durmuş, mecbur kalmadıkça bu
harflerle yazı yazmamayı tercih etmiştir. Az da olsa rastladığımız örneklerde
onun Latin harflerini de bir usta titizliğiyle yazdığını belirtmek isteriz.
Abdülkadir
Efendi’nin birçok meslektaşı gibi para için yazı yazmadığı, eserlerini
karşılıksız dağıttığı, kalemini ve yazılarını İslâm’a adadığına dair Hattat
Mustafa Necâtüddîn Efendi’nin kaydettiği aşağıdaki satırlar onun gayret-i
diniyyesini göstermesi bakımından son derece dikkat çekicidir:
“Üstâd-ı
muhterem, kalemini ve yazılarını dîn-i İslâm içün vakf eylemişdir. Para için
yazı yazmaz. Yazmış olduğu hutût, resâil ve mesâhifi para ile satmaz. Yalnız
yalnız âlem-i İslâm’a neşr olunmalarını ve bütün müslümanların fâide
görmelerini nazar-ı i’tibâra alır. En ufak bir misâli: 1378 sene-i
hicriyyesinde (m. 1959) İstanbul’da Fâtih’deki evinde kendisini ziyâret
eylediğim esnâda bana birtakım yazılar verdi ve tab' edilmesini emreyledi.
Yazıların kıymetini vermek istedim. Cevâbında buyurdular ki: Ben şimdiye kadar
yazılarımdan hiç birini para ile satmadım. Maksadım bunların intişârıdır. Siz
bunları tab' ettiriniz ve bana “tab' olundu” diye bir mektup yazınız kâfidir.
Şâyet âlem-i dünyâdan göçmüş bulunur isem kabrimin üzerine birisi gelip
“yazılar tab' olundular” desin.. .”
Merhum
A. Süheyl Ünver Bey talebeleri Uğur Derman, Âzâde Akar ve çok sevdiği samimi
dostu Bandırmalı Ali Öztaylan Bey’le birlikte 26 Kasım 1964 Perşembe günü
15.15’te Abdülkadir Efendi’yi Fatih Kıztaşı’nda Bozdoğan Kemeri’nin hemen
karşısında bulunan evinde ziyâret etmiştir.
45 dakika süren bu ziyârette Süheyl Bey Abdülkadir Efendi’nin hayatı ve
hat çalışmaları hakkında anlattıklarını dinleyip notlar almış, iki poz fotograf
çektirmiş, Abdülkadir Efendi’nin bazı hat örnekleriyle birlikte bunları dosyalamıştır.
Kısa anekdotlardan ve birbirinden bağımsız cümlelerden oluşan bu notlar
Abdülkadir Efendi’nin hayatı ve fikriyatı hakkında önemli ipuçları
barındırmaktadır. Bu notlardan hareketle şu bilgilere ulaşabilmekteyiz:
Abdülkadir
Efendi’nin yazılarının müzehhibleri arasında Ali Bey, Osman Yümni ve Saffet
Efendiler vardır. Mekânları Bâyezid’de
olan bu zevât devrin meşhur hattatlarının yazılarını zer-endûd olarak işler ve
tezhiplerlerdi.
Filibeli
Ârif Efendi talebesi Abdülkadir Efendi’ye şu tavsiyelerde bulunmuştur: “Yazı
yazacaksın ama evvelce yazılanları yazmamaksın. Üstâdının yazısını taklid
edebilirsin. Fakat büyük levhaları taklid ederken üstâdlarının imzalarını da
nakletmelisin. Yok eğer sen imza atmak istersen yazının şeklini değiştirmeli,
istifini o zamana kadar yapılmayan tarzda yapmalısın. Medresetü’l- Hattâtîn’de
20 kadar hattat vardı. Hepsi ‘Kelime-i Tevhîd’ yazmış. Ama seninki diğerlerine
benzemesin. İstifini başka yap. Meleğe benzer bizim istiflerimiz. Biri birine
uymaz.. .”
Abdülkadir
Efendi’nin Dârülmuallimîn’deki hocalık serüveninin başlangıcını Süheyl Bey kâh
onun ağzıyla kâh kendi cümleleriyle şu şekilde aktarmaktadır: “Dârülmuallîmin
hüsn-i hat muallimliği için iki satırlık bir arzuhal yazmış. Hıncahınç
nâmzedler dolu. Ana baba günü, yer yok. Mümeyyizler geldi. Koltuklarında
yaldızlı İngiliz kağıtları. Evvelâ ona İngiliz kağıdı verdiler. Bir ibâre
yazdılar. Hutût-ı mütenevvia ile donatacaksın demişler. Yazan gitti. Ben yalnız
kaldım. Acelem yok. İstediğin[iz] kadar yazın demişler. Abdülkadir Efendi
buyurur ki: Mürekkebsiz kalemle bir duâ yazdım. Bir Ayete l-kürsı gibi. Mıstar
et olur diyorlar. Bir gün sonra gitmiş. Meclis-i Maârif’den bir zat elinde iki
yazı, birisi Abdülkadir Efendi’nin. İki kişinin yazısı aynı. Biri Beşiktaşlı
Nûri. Dârülmuallimîn Çarşamba’da
Serasker Refet Paşa konağında. Yazı haftada 1 sınıf. Maaşı ikiye bölüp dersleri
ikiye bölünecek. Nısf-ı maaş size, bir nısfı ona. Nuri Efendi Beşiktaş’ta
otururmuş. Gelemem demiş. O da sizin demişler. Bu 31 Mart’tan önce. Abdülhamid
zamanında...”
Abdülkadir
Efendi gerek çalıştığı dâirelerin lağvedilmesi, gerekse yeni gelen idarecilerin
kararıyla açıkta kalmıştır. O hem işsiz kalmasını hem de yeni bir işe
başlamasını hep Allah’ın takdiri olarak görmüş, karşılaştığı zorlukları tevekkülle
aşmaya gayret etmiştir. Süheyl Bey’e Dâire-i Meşîhat lağvolunca “kapıları çekip
çıkmak” zorunda kaldığını anlatırken bir kış akşamı Medresetü’l-Hattâtîn
müdürünün kendisini istediğine dair haber geldiğini, ertesi gün görüşmeye
gitmeden önce gece vakti “Sûre-i
Feth”i yazdığını söyler. Çünkü ona göre “bir adam Sûre-i Feth’i teberrüken
yazarsa Allah fütûhât ihsan eder.” Nitekim sabah Medrese’ye gidince
Ankara’da TBMM Hükümeti bünyesinde kurulan Şer'iyye [ve Evkaf] Vekâleti’nin
icazet alacak talebe yazıları için nümûne istediğini öğrenmiş ve gece yazıp
beraberinde götürdüğü Sûre-i Feth’i vermiş, böylelikle kendisine yeni kapılar
açılmıştır.
Abdülkadir
Efendi’nin anlattığına göre Dârülmuallimîn’de hocalar ve talebeler medreselerde
olduğu gibi hep sarıklı imiş. 31 Mart Vak’ası’ndan (13 Nisan 1909) sonra mektep
yenilenmiş, Meşrutiyet Dönemi’nin meşhur reformist eğitimcilerinden Sâtı' Bey
Dârülmuallimîn’e müdür olarak atanmış. Kendisine tanınan geniş yetkilerle
koltuğu devralan Sâtı' Bey mektebin ders müfredatını değiştirmiş, sarıklı hoca
ve talebe istemediğini bildirmiş, uygulamak istediği sisteme uyum
sağlamayacağını düşünerek Abdülkadir Efendi’nin de aralarında bulunduğu bazı
hocaların işine son vermiş. Hoca ve talebeleri kendi arzusuna göre yeniden
seçmiş. Açıkta kalan Abdülkadir
Efendi’ye devrin Maârif Nâzırı Ali Kemâl Medresetü’l-Hattâtîn hüsn-i hat hocalığını
teklif etmiş. Abdülkadir Efendi oranın hüsn-i hat hocası olan Tuğrakeş İsmail
Efendi’nin yerine geçmeye teeddüp ederek Saraçhânebaşı’ndaki Köprülü Mektebi’ni
istemiş, orayı vermişler.
Abdülkadir
Efendi uzun yıllar Rami’den Süleymâniye’deki Dâire-i Meşîhat’e gelip gitmiştir.
Zaman zaman bu uzun mesâfeyi bilâ vâsıta katettiği olmuştur. Çalışırken ara
vermekten hoşlanmazmış. Bu durum Şeyhülislâm Hayri Efendi’nin dikkatini çekmiş
ve kendisini takdir etmiştir.
İstirahat
ederse daha iyi yazacağı düşünülerek Mektûbî kalemindeyken Şeyhülislâm’ın
emriyle kendisine haftada bir gün izin verilmiş, dâire lağvoluncaya kadar maaşı
da iki katına çıkarılmıştır.
Hicâz’la
ilgili düşüncelerini “Hicâz, peygamberlerin seccâdesi. Bütün Peygamberlerin
bulunduğu yer. Arabistan Peygamber Efendimiz zamanında cennetmiş. Bakılsa ne
olmaz ki... Devlet ‘buraları kim bağ yaparsa tapusunu vereceğim’ desin, bakın
görün ne olur oraları. Hacılar Hicâz neresi bilmiyor. Nereye gitmiş, bilmiyor.
Bir harita yaptım, onlara gösterdim.” cümleleriyle özetleyen Abdülkadir Efendi’nin
“kalem”le ilgili sözleri de bir hattatın bakış açısını göstermesi bakımından
önemlidir: “Mahz-ı Kur’an: Mesnevî[dir] demişler. Kur’an nasıl başlamış?
Cenâb-ı Hakk’ın kalemi ilmi neşrediyor. Neyden maksat kalem[dir], kaval değil.
‘Kalemden dinle’ demek istiyor. İnsan da kaleme benzer. Selçuklular zamanında
‘in-ney: bu neyden dinle kendinden dinle’ [şeklinde olan ibâre] zamanla yazı
bilmeyenler tarafından ‘ez-ney’ olmuş.”
Abdülkadir
Efendi’nin başta Sâmi Efendi, Bakkal Ârif ve Karınâbâdi Hasan Efendiler olmak
üzere hocalarının meşklerini titizlikle muhafaza ettiğini ve bunları kendisini
ziyârete gelen sanat erbâbına iftiharla gösterdiğini yine Süheyl Bey’in
notlarından anlıyoruz.
Abdülkadir
Efendi’nin Süheyl Bey ve talebeleriyle sohbet esnasında muhtemelen başı
terlemiş, mendilini sarığının altından başına götürüp terini silerken de şu
cümleleri sarfetmiştir: “Meşîhat’de baştan sarık çıkmaz. Teri mendil ile
silerken de çıkmaz!”
Abülkadir
Efendi birçok talebe yetiştirmiş, bunların bir kısmına icâzet vermiştir. İcâzet
belgesinde imzâsı bulunan talebelerine örnek olarak Süleymâniye Câmii emekli
imamı Adapazarı-Taraklılı hâfız hattat Saim Özel’i (1915-2005) sayabiliriz.
Abdülkadir Efendi’nin Âtıf ve Sait Beylerle İrtibatı
Abdülkadir
Efendi’nin devraldığı beş asırlık kültür ve mirası oğlu Âtıf Bey devam
ettirmiştir. Usta bir ressam ve dekoratör olan Âtıf Bey aynı zamanda babasının
izini takip eden iyi bir hattat ve şâirdir. Özünden kopmayan muhafazakâr hayat
tarzı vesilesiyle babasının ayrıca muhabbetini kazanmış ve yukarıda da
bahsedildiği gibi Abdülkadir Efendi hac vazifesini icrâ edemeyeceğini anlayınca
vekâletini ona vermiş, Âtıf Bey de büyük bir heyecânla onun nâmına
haccetmiştir. Kim Kimdir Ansiklopedisindeki özgeçmişinde kendisinden “Hereke
Câmii Yaptırma Derneği İkinci Başkanı” olarak bahsedilmesi muhafazakâr
çizgisini göstermesi bakımından önemlidir.
Bugün bu çizgi Âtıf Bey’in kızı Ayşe Zühal Hanım vasıtasıyla devam
etmektedir. Âtıf Bey 1938-1939 ile 1942-1943 yıllarında eğitim için Almanya’ya
gitmiş ancak bilhassa son gidişinde orada II. Dünya Savaşı’nın ortasında
kalmış, hayli zor bir yolculuktan sonra Türkiye’ye dönebilmiştir.
Âtıf
Bey 1945’te Güzel Sanatlar Akademisi Orta Resim Bölümü ve Feyhaman Duran
Atölyesi’nde akademik eğitimini tamamladıktan sonra “modern sanatlar”ı
bırakarak klasik sanatlara dönmüş, tablolarını da büyük bir resim çantasına
yerleştirerek Feyhaman Duran Atölyesi’nden arkadaşı neyzen, müzehhib ve ressam
Kütahyalı Ahmet Yakupoğlu Bey’e yollamıştır.
Hocası Süheyl Ünver’in teşvikleriyle nefis hat ve tezhip örnekleri
ortaya koyan Âtıf Bey’in eserleri kızı Ayşe Zühal Hanım tarafından muhafaza
edilmektedir. Süheyl Bey’in Âtıf Bey’den “Bizim Âtıf” diye bahsetmesi
aralarındaki kuvvetli irtibatın göstergesidir.
Sait
Bey’in hayatı ve fikriyâtı ise devlet tarafından gönderildiği Almanya
mâcerâsından sonra başka bir yöne doğru evrilmiş, aşağıda teferruatlı bir
şekilde anlatılacağı üzere Batı’yı model alan bir hayat ve düşünce tarzını
benimsemiş ve ömrü boyunca bunun sözcülüğünü yapmıştır. Onun bu hayat tarzı
babası Abdülkadir Efendi’yi derinden yaralamıştır. Yaptığı nasihatler tesir
etmeyince oğluyla irtibatını asgarî seviyeye indiren Abdülkadir Efendi ona
kırgın bir şekilde terk-i hayat eylemiştir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar