Dürzülük Bu
DÜRZÎLÎK
Doç. Dr. Mustafa Öz
GİRİŞ '
îslâm tarihinde Şiî îsmailîler tarafından
kurulan devletler içinde, yaklaşık üç asır süreyle varlığını devam ettiren en
güçlü devlet Fâtımî Devleti'dir. Dâî Ebû Abdullah eş-Şiî'nin büyük gayret ve
mücadelelerle zaptettiği Kuzey Afrika'da Mehdî olarak ortaya çıkan İsmailî
İmamı Ubeydullah (297-322/909-34) kısa zamanda hakimiyetini kurmaya muvaffak
oldu.[1]
el-Kâim (322-34/934-46) ve el-Mansur (334-41/946-53) devresinde büyük
gelişmeler kaydeden Fâtımîler, el-Muizz (341-65/953-75) ve oğlu el-Aziz
(365-86/975-96) devrinde devletin geleceği için başarılı olacak bir idarenin
esaslarını kurdular.[2]
Fâtımîler'in altıncı halifesi el-Hâkim bi- Emrillâh'm (386-411/996-1021)
Ismailiyye'nin mezhep hiyerarşisi üzerinde İlâhî bir şahsiyet olma yolunda,
büyük gayretler sarfettiği görülmekte idi. Bu durumu önemli bir fırsat olarak
değerlendirmek isteyen bir kısım Îsmailîler, halifenin düşünce ve
tasavvurlarını destekleyerek, onun izni ve yardımlarıyla teşkilatlanmaya
başladılar. Nihayet 1 Muharrem 408/30 Mayıs 1017 Perşembe günü akşama doğru
el-Hâkim, ilahlığmı açıkça ortaya koyarak yeni bir devrin başladığını ilân
etti. Kurulan yeni dinin imamlığına da îran asıllı Hamza b. Ali ez-Zûzenî tayin
edildi. Aslında, hareketin kurucusu olan Hamza b. Ali, inanılması gerekli olan
yardımcılan- m (el-Hudûd) da tayin ederek, yeni devrede İslâmî mânada ibadete
ihtiyaç kalmadığını, insanların gerçek ilahi bilgiyi, kendilerinden öğrenmeleri
gerektiğini açıkça ortaya koydu. Hamza'ya göre başlatılan bu hareket, bütün
dinî hakikatleri en geniş mânasıyla ihtiva eden, müstakil bir sistem
hüviyetindedir. Bu sistem nadiren el-Hâkimiyye ismi ile anılırsa da, en yaygın
olan adı Dürzîlik veya ed-Dürziyye'dir. Fırkanın bu ismi alması, ileride
görüleceği üzere, önceleri Hamza'nın yakını ve dâisi durumunda iken, daha
sonra mürted sayılan Neştekin ed-Derezî (veya ed- Dürzî)'nin, yoğun
propagandalarından dolayıdır.[3]
Batınî karakterli olan, ortaya çıktığı İslâmî
ve İsmailî çevrenin inançlarını reddeden ve kendilerini tevhid ehli
(el-Muvahhidun) diye adlandırılan bu fırka, uzun asırlar boyu, hemen herkes
için bir muamma olma özelliğini sürdürmüştür. 1831-1838 yılları arasında
Kavalah Mehmet Ali Paşanın oğlu İbrahim Paşa, Suriye seferi esnasında, bu günkü
adı Şûf olan Vâdi't-Teym'de Dürzîler'i mağlup edince, Mısır askerleri mabetlerine
girerek, çok sayıda kitaplarını ganimet olarak ele geçirdiler. Hepsi de Arapça
olan bu yazma eserler, daha sonra dünyanın belli başlı kütüphanelerine intikal
etti ve diğer dillere tercüme edildi. Bundan sonra fırka hakkında bilgi edinmek
nisbeten kolaylaşmış oldu. Özellikle 1935 Dürzî ihtilalinden sonra mezheple
ilgili eserler, açıkça basılıp yayımlanmaya başlamış bulunmaktadır.[4]
Bütün bunlara rağmen batınî karakteri ve gizliliği prensip edinmesinden
dolayı, bu fırkanın gerçek yüzünü tesbit etmek, günümüzde de bir kısım
zorluklar arzetmektedir.
Biz bu makalemizde adı geçen fırkayı, inanç,
ibadet, kutsal risaleleri ve toplum yapısıyla ele alıp asıl hüviyetini, kendi
eserleri ve diğer müelliflerin muteber çalışmalarından istifade ederek ortaya
koymaya çalışacağız.
I. DÜRZÎLİĞİN ESASLARI
Dürzîlik konusunda eser veren müellifler, bu
mezhebin iman ve amelledlgili esaslarını, genel olarak dört ana bölümde ele
almaktadırlar.[5]
Bu esaslar:
1-
el-Hâkim
bi-Emrillâh'ın ilâh olduğuna inanmak,
2-
Eşyanın
ilk illeti, yaratılışın aslı olan emri yani Hamza b. Ali'yi bilmek,
3-
Hamza'nın yardımcıları olan hudûd veya vezirleri tanımak,
4-
Yedi
esası (hisal veya vesâyâ) bilmek ve gereğini yerine getirmektir. Dürzîliğin
bir bakıma amentüsü diyebileceğimiz bu esasları belirledikten sonra
tafsilatına geçelim:
1-
el-Hâkim bi-Emrillâh:
a) Hayatı ve Şahsiyeti: el-Hâkim bi-Emrillâh,
Fâtımî halifelerinden el-Aziz'in oğlu olup 375/985 yılında doğdu. Sekiz
yaşında veliahd tayin edildi. Onbir yaşında iken (386/996) devlet adamlarından
Ebu'l-Fütûh Bercevan, Hâşan b. Ammar ve Muhammed b. Nu'man b. Hayyûn'dan kurulu
üç kişilik bir heyetin vesayetinde halife oldu. Onbeş yaşma gelip vesayetten
çıktığında, vasilerden ilk ikisini şiddetle cezalandırdı.
Tarihî rivayetlere göre
el-Hâkim, sert tabiatlı, merhametsiz, insanları katletmekten haz duyan, kendi
nasihat etmek isteyenlere karşı son derece zalim bir kimse idi.[6]
Cuma
hutbesinde ismi okunduğu zaman, halkın tazim için ayağa kalkmalarını emretmiş,
bunu Haremeyn dahil olmak üzere her yerde uygulatıyordu. Söz ve
davranışlarında, ne yapacağı bilinmeyen bir kimse idi.[7]
Bazan
son derece cömert, bazan da son derece cimri bir kimse olurdu. Kahire ve Fustat
arasında yaptırdığı mescide Hz. Peygamber'in cesedinin nakledilmesini
planlamıştı, fakat bunun Medine'liler tarafından duyulmasından sonra vazgeçti.[8]
Zulmen
öldürdüğü kimseler için türbeler yaptırır, daha sonra halkı ö türbeleri
ziyarete mecbur ederdi. Giydiği yünlü elbiseyi yedi sene süre ile üzerinden
çıkarmamıştı.
Eşek
üzerinde Kahire sokaklarında dolaşırdı. Bir gün karşılaştığı on kişilik bir
cemaat, kendinden yardım istedi. O da, onların ikiye ayrılıp kavga yapmalarını
isteyerek hayatta kalanlara yardım edeceğini söyledi. Kavga sonunda sağ kalan
bir kişiyi de yanındaki uşağına öldürttü.[9]
Uluhiyetini
ilân etmeden önce geceleri sık sık Mukattam dağına gider, bu esnada yanında bulunan
hizmetkârlarının edep mahallerini açtırıp dokunur ve benzeri anormal
davranışlarda bulunurdu.[10] 395/420
yılında, Hz. Ebû Bekir, Ömer, Aişe, Osman ve Amr b. As gibi sahabeye küfretmeyi
emretmiş, bu mânadaki ibareleri, mescid, mezar ve dükkan kapılarının üzerine
yazdırmıştı.
Şam'daki
naibine bir Mağripli bulup Ebû Bekir ve Ömer'i sevenin cezası budur diye onu
öldürmesini emretmişti.[11] iki yıl
sonra bu tatbikattan vazgeçti.[12]
Yine
395/1005 yılında çıkardığı bir emirle Yahudi ve Hıristiyanlar'ın özel elbiseler giyip, zünnar bağlamalarını, 399/1009'da
Kahire'de bulunan kiliselerin yıkılmasını, içinde bulunan eşyaların
yağmalanmasını ve Kudüs'teki Kıyamet Kilisesi'nin yıkılmasını emretti. Ertesi
yıl Hıristiyanlar'm bayramlarını da yasakladı. Müteakiben isdâr ettiği
sicillerle bunları tamamen serbest bıraktı.[13]
Hisbe
görevini bizzat kendisi yürütür, sokaklarda eşeği üzerinde dolaşır, hile
yapanları tesbit ettiği zaman Mes'ud isimli siyahi köleye emreder ve onlara
fiil-i şeni yaptırırdı.[14] Şarap
içme yasağı uzun süreden beri tatbik edilmediği için, içki alışkanlığını
ortadan kaldırmak maksadıyla, Mısır'da pek çok olmayan üzüm asmalarını
söktürdü. Tebaasının eğlence ve zevklerini takyid etmeye gayret ederek, musiki,
satranç ve Nil nehri üzerinde kayıkla gezinmeyi yasakladığı gibi, yaşlı kadın
casuslar vasıtasıyla
fuhşu önlemeye çalışıp, muvafak olamayınca, kadın
ayakkabıları yapımını yasaklayarak, kadınların dışarı çıkmalarını menetti.[15]
el-Hakim'in
önemli teşebbüslerinden biri Dâru'l-Hikme ismini verdiği bir akademi
kurmasıdır. Daha çok felsefî ve mezhebi konularda faaliyet gösteren bu kuruluş,
îsmailiyye'nin mihveri sayılarak birçok dâînin Kahire'ye gelmesine vesile
olmuştur. Burada toplanan dâîler sistemli bir çalışma ile el-Hâkim'in gönlünde
zaten mevcut olan uluhiyet iddiası konusunda, onu tahrik ve teşvik ettiler.[16]
el-Hakim'in
yukarıda belirtilen tenakuzlarla dolu hareketleri, Dürzîler tarafından onun
uluhiyyet belirtileri olarak anlaşılmaktadır. Çünkü bu fiillerin zâhir ve
bâtını vardır. Normal insanların bildiği sadece zahirdir, bu fiillerin batını
ancak fırka mensuplarınca bilinebilir. Hamza b. Ali'nin büyük bir ustalıkla
belirttiğine göre el-Hakim'in tevazuu, şiddet ve şecaati, saçlarını
salıvermesi, yünlü giymesi, karşısındakinin idrar deliği ve tenasül uzvuna
bakması ve dokunması uluhiyetin delillerindendir.[17]
Yukarıda
belirttiğimiz gibi, el-Hakim, uluhiyetini ilân etmeden önce geceleri sık sık
Kahire yakınlarındaki el-Mukattam dağına gider, yıldızları seyreder ve
geceleyin bir müddet orada kalırdı. İlahlığını ilân ettikten sonra
da bu adetini devam ettirdi.
Yanında
bazan bir, bazan da iki rikâpdârı bulunurdu. el-Hâkim 411 yılı Şevval ayının
27. Pazartesi (12-13 Şubat 1021) gecesi el-Mukattam dağına gittikten sonra bir
daha dönmedi. Müverrihlerin ekseriyeti onun, bu çılgın hareketlerinden
rahatsızlık duyan kızkardeşi Sittü'l-Mülk tarafından öldürtüldüğünü rivayet
etmektedirler.[18]
Sittü'l-Mülk el-Hâkim'in ölçüsüz
hareketlerinden dolayı Fâtımî hilâfetinin ortadan kalkmasından korktuğu gibi,
daha önce hareketlerini düzenlemesi için halifeye hatırlatmalarda bulunmuş ve
el-Hakim'in kendisini öldüreceğinden endişeli idi. Daha çabuk davranarak o,
halifeyi öldürtmüştür.[19]
el-Hâkim'den kalan, sadece düğmeleri çözülmemiş ve fakat üzerinde hançer izleri
bulunan elbiseleri idi. Bu durum Şia'nın aşın fırkalarında görülen ve tatmin
olmamış psikolojik arzulann neticesi olarak doğan gaybet ve ric'at esasına
uygun olarak, Dürzîler tarafından el-Hakim'in ölmediği, semaya uruc ettiği,
gaybete girdiği, insanlar düzeldikten sonra tekrar döneceği ve onlara
hakikatleri göstereceği[20]
şeklinde yorumlanmıştır.
b) el-Hâkim'in İlahlığı:
Kaynakların, hakkında bu bilgileri verdiği
el-Hâkim bi-Emrillah Dürzîler'e göre lâhut ve nâsutu birbirinden ayrılmayan bir
ilâh olarak düşünülmektedir. Îhvanu's-Safa vasıtasıyla Yeni Eflatuncu
düşüncelerden etkilenen Dürzîler'e göre bütün varlığın kaynağı bir Allah'tır.
Her şeyin var oluş sebebi odur, asıl illet yahut sebep kendisidir. Akıllar onu
idrak edemez, zira o akılların yaratıcısıdır. Allah ezeli ve büyük bir
cevherdir. Hareket ve hareketin devamının sebebi odur. Allah birdir, fakat
hikmet kudret ve adalet gibi sıfatlar olmaksızın hakim, aziz ve âdildir.[21]
Onun hakkında nerede, nasıl, ne zaman gibi sorular, bahis konusu değildir. O idrak
ve anlayışın ötesinde olup düşünceyi aşar, herhangi bir isim veya sıfatın
şümulüne girmez, kelimelerle açıklanamaz. Benzersiz, ortaksız, kadim ve
ebedîdir, zaman ve mekânla mukayyet değildir. Benzeri olmamak bakımından
birdir. Bütün eşyayı nûrundan[22]
yaratmıştır, hepsi ona dönecektir. Bu kadar yüceliklere sahip olan Allah ile
insanlar arasında, insan düşüncesinin ifade vasıtası olan kelimelerle konuşmak
mümkün olmadığı için, Allah muhtelif zuhur ve tecellilerle insanlara
yaklaşmıştır. Bu tecellilerin ilki, el-Aliyyü'l-A'lâ şeklindeki zuhurdur. Bu
zuhuru bazı perdelenme dönemleriyle birlikte yetmiş devre takip
etmiştir. Yedibinlerce yıl olarak devam eden bu
devreler, toplam olarak üçyüzkırküç milyon yıla ulaşır. Bu devreler sonunda
Allah, el-Berr şeklinde tecelli etti. Müteakiben kısa aralıklarla Fâtımî
halifelerinden el-Kaim (322-34/934-46), el- Mansur (334-41/946-53), el-Muizz
(341-65/953-75) ve el-Aziz'de (365- 86/975-96) zuhur etti. Allah'ın en son ve
en mükemmel tecelli ve zuhuru, Fâtımîler'in altıncı halifesi el-Hakim
bi-Emrillâh'da görülmüştür. Bu bakımdan el-Hakim birbirinden kati'yyen
ayrılmayan lâhutî ve nasûtî özelliklere sahiptir.[23]
Allah'ın bir cisme girdiğini
(hulul=incarnation) kabul etmeyen Dürzîler, O'nun bir hicab ve nâsûti suret
edindiğini, insanlara karşı yazıdaki mana gibi perdelendiğini (el-ihticâb)
ifade etmektedirler.[24]
Hamza b. Ali, bir risalesinde bu hususu şöyle belirtir:
"Siz, ey Müslüman, Yahudi ve
Hristiyanlar! Siz Allah'ın Musa'ya kuru bir ağaçtan hitap ettiğine; ona cansız,
duymayan bir dağdan konuştuğuna inanır, ağaç ve dağdan ses duyduğu için onu
Kelimullah diye isimlendirirsiniz. Mevlâna el-Hâkim'in yeryüzü hükümdarlarından
birisi olduğunu kabul ettiğinize göre, binlerce kişiye hâkim olduğu için,
fazileti taş veya ağaçla kıyaslanamaz. Bu bakımdan o Allah'ın, dilinden
konuşmasına, kudretini kendisinden izhara, insanlardan onunla gizlenmesine en
layık kimsedir. Biz Mevlânâ el- Hâkim'in sözlerini duyduğumuz .zaman
"Allah şöyle dedi" deriz. Musa'nın ağaçtan duyduğu söz için
"Allah şöyle dedi," demeyiz. Zira düşünen ve anlayan bir varlık,
düşünmeyen ve anlamayan varlıktan daha çok hicap olmaya layıktır. Bu hiçbir
kimsenin inkâr edemeyeceği aklî bir delildir.[25]
Bu zuhur ve tecellinin nasûtî surette olmasının
sebebi insanların zâhir ve mevcuda ibadet etmesi içindir. Her asırda, her zaman
ve mekânda ibadet, görülen kelâmı işitilen ve kendisiyle konuşulan bir varlığa
yapılır.[26]
Lahut'un nasut suretine yapılan ibadet, gerçek ibadettir, diğer din mensupları
ise mevcut olmayana yani ademe ibadet etmektedirler.[27]
Yukarıda Dürzîler'in hululu kabul etmediklerini
belirtmiştik. Mez-' hepte asıl olan zuhur ve tecelli olmasına rağmen, bazı
risalelerde bu aslî anlayışa aykırı olarak, Allah'ın muhtelif görünümlerde
zuhur etmiyeceği, sadece el-Hâkim'e hulul ettiği ve onun tek mabud olduğu
kaydedilmekte ve "Mevlâmız tek mabud ... el-Hakim'e tevekkül ettim."
ibareleri görülmektedir.[28]
Bu arada el-Hakim'i, el-Aziz'in oğlu yahut
ez-Zâhir'in (411-27/1021- 36) babası olduğunu söylemenin caiz olmadığı, onun
babası ve oğlu düşü- nülemiyeceği belirtilmektedir. Hamza Risaletu'l-Belâğ
ve'n-Nihaye'de, bir kimsenin el-Hakim'i yukarıda zikredilen özelliklerle tavsif
etmemesinin gereğini belirterek, onun her asır ve mekânda görülecek vasıfta ve
dilediği surette bir beşer olarak, insanların salâhı için zuhur edebileceğini
belirtir. Ona göre bu sadece isim ve sıfat değişimi olup cevherde değişme değildir.
Bundan dolayı, Mevlâna el-Hâkim'in, kudret ve azametini emir Ali b. el-Hakim'e
intikal ettirdi, denilmemelidir. Böyle bir sözden dolayı el- Hakim'e dönüp af
dilenmelidir.[29]
(1) Yaratılış: „
Dürzîlik'te yaratılış tıpkı Allah inancında
olduğu gibi yeni Eflatuncu görüşlere dayanır. Buna göre bütün varlığın kaynağı
Allah'tır. Fakat Allah, fizikî âlemle doğrudan temas kuramayacak kadar yüce ve
münezzehtir. Bir olan Allah'tan çıkan el-Aklu'l-Küllî yaratışın âleti, Allah
ile mahlukat arasında aracıdır. Çokluk ve karmaşıklık Allah'a değil, el-Ak-
lü'l-Küllî'ye râcidir.[30]
Birden çıkan el-Aklü'l-Küllî en-Nefs'e, buradan da maddeye uzanmaktadır. Dürzi
sisteminde yaratıcı ebedî ve varlığında hiçbir şeye muhtaç değildir, onun
dilemesi esnasında, emri vasıtasıyla nûrundan kaynaklanan el-Aklu'l-Küllî'nin,
muhalifi olmaması ve kendi nûrundan hayrete düşüp gururlanması sonucu, iradesi
dışında, zulmet asıllı olan iblis ortaya çıktı. Hatasıyla İblis'in ortaya
çıktığını anlayan el- Aklu'l-Küllî, Allah'a yalvarıp af dileyince, kendisi için
bir ortak mahiyetinde olan en-Nefsu'l-Külliyye yaratıldı. el-Aklu'l-Küllî'nin
nûru, en-Nef- sü'l-Küllîyye'ye hakim olurken, îblis'in zulmetinden cüz'î bir
kısmı da en- Nefs'e intikal etti, iyi ve kötü arasında seçim yapabilme
konusunda hür ve serbest olan bu üç unsurdan, önce el-Akl ve en-Nefs birlikte
İblis'i itaate getirmeye çalıştılar, fakat o bunları reddederek esfel-i
sâfiline düştü. İlâhi hikmet herşeyin, karanlık, aydınlık, iyilik ve kötülük
gibi çift olmasını dileyince en-Nefs'in nuru ve îblis'in zulmeti arasında,
en-Nefs'e karşı ve îblis'e yardımcı olan iyiyi ve kötüyü seçmekte serbest bir
unsur, Zıd (opponent) ortaya çıktı. el-Akl ve en-Nefs'in, onu yaratıcının
bilgisine ulaştırma çabalarına rağmen, o hidayeti kabul ettikten sonra îblis'e
tabi oldu ve onunla birlikte esfel-i sâfiline düştü.[31]
Bütün hayat
en-Nefsü'l-Külliyye'den ortaya çıkmıştır. en-Nefs'in nûrundan iyi ve kötüyü
seçmekte serbest olan Kelime, ondan Sâbık veya Cenâhu'l-Eymen, ondan Tâlî veya
el-Cenâhu'l-Eyser zuhur etti. en-Nef- su'l-Külliyye'de potansiyel olarak mevcut
olan bütün akıllı ruhlar, vücut- suz olarak diğer ruhi güçler arasından geçip,
iyi ve kötüyü tercihte serbest olarak Tâlî yahut el-Cenâhu'l-Eyser'den ortaya
çıktılar. Bu ruhlar cesetleri olmadığı müddetçe yaratıcıyı bilmezler. Semalar,
arz, soğukluk, sıcaklık, kuruluk, rutubet ve dört unsur; hava, su, ateş,
toprak ve beşinci unsur olan madde, Tâlî'den ortaya çıkmıştır. En dışda bulunan
sema yıldızsızdır, onu takib eden semalarda, Satürn, Jüpiter, Mars, Güneş, Venüs,
Merkür ve diğer sabit yıldızlar bulunur. Bütün bunların merkezi; üzerinde
madenler,.bitkiler ve canlıların bulunduğu arzdır.[32] ,
Akıllı ruhlar insan vücutlarında bulunan kalbe
girerler. Varlıkların yaratılması ile ceset ve ruh, iyi ve kötüyü ayırma
kabiliyetine ve İlahî kaynaklı bilgiye ulaşırlar, insan yaratılışın gayesidir,
zira o Allah'a kulluk ve onun birliğini itiraf etmek için varedilmiştir.
(2) Tenasüh/ Tekammus [gömlek değiştirme]
İnsanların ruhları bir defada ve sınırlı olarak
yaratılmıştır. Bu bakımdan sayıları artmaz ve eksilmez. İnsan ölünce, ruhu
derhal bir başka cesette yeniden doğar, ruh cesedi bir zarf veya libas gibi
kullanır.[33]
Dürzîler bu
tenasüh inancı için gömlek değiştirme manasına gelen "tekammus"
terimini benimserler.[34]
Kutsal risâlelerde tekammusun insan ruhları için daimi bir ameliye olduğu belirtilmektedir.
el-Muktenâ Bahauddin bu hususu şöyle belirtir:
"Hakikate vakıf akıl ve marifet sahiplerinin
bildiği üzere, insanların ruhlarının sayısı artmaz ve eksilmez. Onlar ilk
devirlerden, âlemin sonuna kadar mahdut sayıdadırlar. Zira bin yılda bir
kişinin arttığı düşünülürse, yeryüzü insanlara dar gelir. Keza her bin yılda
bir kişi eksilse, bu kadar uzun süren zaman içinde yeryüzü tamamen boş kalır.
Buna göre akıl sahiplerinin kabul ettiği husus, hayır ve şer işlemelerine göre
ruhların muhtelif cesetlerde zuhurudur.[35]
İnsanlara yaşadıkları müddet içinde isabet
eden her türlü belâ ve musibet onların gömleği durumundaki cesed yahut cisme
râcidir. Dürzi akidesini kabul edenler ve geçmişte hakikate yönelenler daima
doğarlar. Tekammus ruhun değişimi olmayıp, yükselmek için çeşitli hallere
intikalidir. Gerçeğin sesini kabul etmeyenler, gelecek hayatta bir netice elde
edemiyecekler dir.[36]
Nebi ve mürseller için de tekammus geçerlidir. Zira el-Hakim devrindeki Haraza
b. Ali, Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellemdevrinde Selmân el-Fârisî idi.[37]
Yaşadığı devrede, kör, topal, fakir ve cahil olan kimselerin bu durumu önceki
hayatındaki günahları sebebiyledir.[38]
Fakat tekammusda kadın ve erkeklik aynen devam eder. Kadın öldüğü zaman da,
ruhu kadın cesedinde tekrar doğar.[39]
Ruh bir cesetten başkasına intikal edince bir Önceki cesette bulunduğu
devredeki malûmatı diğer devreye taşıyıp taşımaması konusunun da mümkün olacağı
belirtilmektedir.[40]
Dürzîler tekammusun Kur'ân-ı Kerîm'de de bulunduğunu ifade ederek "Ölü
iken sizi diriltti, sonra öldürecek, sonra diriltecek ve sonunda ona
döneceksiniz."[41]
"Derilerinin her yanışında, azabı tatmaları için onları başka derilerle
değiştireceğiz."[42]
"O ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarır. Yeryüzünü öümünden sonra o
canlandırır."[43]
âyetlerini bu hususta delil göstermektedirler. Nefsin arza benzetilmesi, onlara
göre tekammusun münakaşa kabul etmez bir maddî isbatıdır. Arzın mevsimleri,
ölümü ve dirilmesi düşünüldüğü zaman bunun doğruluğunun ortaya çıkacağını
belirtmektedirler.[44]
Burada dikkat edilmesi gereken husus insanlar
öldükten sonra ruh- larnın yine insan cesetlerine intikalidir. Bu konu kutsal
metinlerde açıkça ortaya konmuş, özellikle tenâsuh deyince hatıra gelen,
ruhun, hayvan ve bitkilere de geçeceği inancını bertaraf etmek için tekammus
terimi kullanılmıştır. Avam tabaka arasından görülen ve günahkar ruhların hayvan
cesetlerine geçeceği inancını dikkate alan müellifler bu konuda hataya
düşmüşlerdir.[45]
Hamza b. Ali Akıllı, iyi ve kötüyü ayıran insana verilecek cezanın, anlamayan,
ibret almayan ve akletmeyen bir hayvana verilmekle pişman olma imkânı
bulunmadığını belirterek, ruhların ölümden sonra hayvan cesetlerine intikalini
kesinlikle reddeder.[46]
Tenasüh yahut tekammus alemin sonuna kadar devam edecektir. Ruhlar hakikate
yakınlıkları nisbetinde varlığın en yüksek derecesine ulaşacakları gibi, aksine
hareket edip, dinin emirlerini ihmal etiklerinden dolayı da dereceleri düşecektir.
Din ilminde iffetli ve faziletli gelişme, imamete varıncaya kadar büyük bir
mükemmeliyete ulaşmaya vesile olacaktır.[47]
2-EMRİ TANIMAK
Dürzî inancının ikinci aslı Emri yani Hamza b.
Ali'yi tanımaktır, el- Hakim bi-Emrillâh tarafından hareketin imamlığına
getirilen Hamza, el- Aklu'l-Küllî yani ilk kozmik unsurdur.
a) Hamza b. Ali'nin Hayatı ve Tarihi Şahsiyeti:
’
Hamza b. Ali 375/985 yılında İran'da Horasan'ın
Zûzen şehrinde doğdu. Dürzîlerin inancına göre el-Hakim ile Hamza'mn doğumu,
yukarıda belirtilen senenin Rebiülevvel ayının yirmiüçüncü Perşembe günüdür.[48]
Mısır'a ne zaman geldiği bilinmemekle birlikte, yirmi yahut otuz yaşında iken
Daru'l-Hikme'deki tevil meclislerine devam ettiği, buradaki îranlı İsmaili
dâîler arasında el-Fâtimi adıyla şöhret kazandığı bilinmektedir. Kısa zamanda
dailerin reisi olan Hamza, el-Hakim bi-Emrillah'ın yakınları arasına katıldı ve
halifenin kasrında ikamet etmeye başladı.[49]
Diğer taraftan Hamza'nın Mısır'a dâî olarak gelmediği el-Hakim'in sarayında
zeki ve kabiliyetli bir hizmetkâr olması dolayısıyla Dâru'l-Hik- me'deki
meclislere devam ederek, burada öğrendiklerini daha sonra siste- matize ettiği
de ileri sürülmektedir.[50]
Bir kısım gizli Îsmailî belgelerine göre de, Hamza'nın, el-Hakim'den
ayrılmadığı, daima onunla beraberliğini sürdürdüğü, dâîlik mertebesine
ulaştığı, ihlas ve cedel konusundaki mahareti, ortaya koyduğu mezhebin
felsefesini iyi bilmesi, etrafına halifenin ilâh olduğunu telkin ederek cemaat
toplayabilmesi, Îsmailî usûl ve ahkamından yararlanarak yeni bir sistem
vaz'etmesinden dolayı el-Hakim nezdinde itibarı son derece artmıştır.[51]
Bu ifadeler, Dürzîliğin tarih boyunca baştaki hükümdarın kudsîyetine inanan
îranlı dailer tarafından kurulduğuna işaret etmektedir.
el-Hâkim'in Bâbu'n-Nasr dışında yaptırdığı
camiye devam eden Hamza, orada Allah'ın el-Hâkim bi-Emrillah'ta zuhur ve
tecelli ettiğini gizlice propaganda etmeye başlayınca, müfrit Îsmailîler'den
bir kısmı kendisine uydular. el-Hâkim, zaman zaman o taraflara gidince, Hamza
mescidden çıkıp, halife ile beraber bulunuyor, bu durum da onun halk nazarında
itibarının yükselmesine sebep oluyordu.[52]
Zamanla el-Hâkim'e nüfuz eden Hamza, vezir îsa b. Nestûr ve Fehd b. İbrahim'i
sebepsiz yere öldürdükten sonra, kendisini vezirliğe tayin ettirdi. Halifenin
karmaşık ruh yapısını bilen ve son derece zeki bir insan olan Hamza, el-Hâkim
adına, îslâm, Yahudilik, Hristiyanlık, Budizm, Yunan felsefesi, eski Mısır firavunlar
devrinden kalan inançlardan aldığı unsurlarla,[53]
kendisinin de içinde kutsal bir şahsiyet olarak yer aldığı bir mezhep kurmak
için bütün gücünü kullandı. Mezhep 408/1017 yılında ilân edildiği için
mensupları bu yıla Hamza senesi adını vermektedirler.53
el-Hâkim'in ilahlığı ilân edildikten sonra
galeyana gelen halk, Kahire'de Mescid-i Rîdan'da bulunan Hamza'ya saldırdılar.
Bu esnada yanında oniki kişi bulunan Hamza, halifenin müdahalesi ile canını
kurtardı.[54]
Bu çetin şartlarda Hamza'nın en yakınlarından biri Haşan b. Haydare el-
Fergânî idi. Ahram diye anılan, cür'et ve cesareti ile meşhur olan bu zat,
el-Hâkim'in ilahlığma inanmış ve peygamberliğe karşı olan düşünceleriyle
tanınmıştı. 409/1018 yılında şöhreti artan ve Hamza'nın mezhebini yaymakta
hiçbir şeyden çekinmeyen bu şahıs,[55]
el-Hâkim tarafından hilat giydirilmek ve hilâfet alayında eğerlenmiş ata
bindirilmek suretiyle taltif ediliyordu. Aynı yılın Ramazan ayında Ahram ve
elli kişilik maiyyeti, Ka- hire'de Amr Camii'ne, atlar üzerinde girerek Kadı
Ahmed b. Ebi'l- Avvâm'a, Rahman ve Rahim olan el-Hâkim adına bir fetva teslim
edince, kadı ve camide bulunan halk galeyana gelerek Ahram'm adamlarını öldürdüler.
Ahram da birkaç gün sonra atının üzerinde iken, Kerh'li bir sünnî tarafından
attan indirilip öldürülünceye kadar dövüldü. el-Hâkim de bu zatı yakalatıp
derhal öldürttü. Bu arada halife ve yakınlarına karşı çıkan halk, galeyana
gelerek Ahram'm Kahire'deki evini yağma ettiler.[56]
Hamza'nın en güçlü ve cesaretli dâîlerinden
biri de, Muhammed b. İsmail ed-Derezî (veya Neştekin ed-Derezî) idi. Mezhebe
ismini verecek kadar etkili ve fakat günümüzdeki mezhep mensupları tarafından
mürted sayılan bu dâî, büyük bir ihtimalle 407/1016 yılında Mısır'a geldi.
Bâtmiyye'ye mensup ve tenâsühe inanan bir kimse idi. Mezhebe hakim olma
konusunda Hamza'ya rakib olan, kendisine Rehberlerinin Efendisi
(Seyyidu'l-Hâdîn) ünvanmı veren bu zat, büyük bir ihtimalle, Mısır'a gelmeden
önce Hamza ile davetin planlarım tesbit etmişti.[57]
Fakat daha sonra Hamza'nın yerine kendisinin imam olması ve onun mensuplarının
kendine intisabı için büyük çabalar sarfetti. Hamza, Risaletu'l-Gâye ve'n-
Nasîha'da, ed-Derezî'nin önceleri kendisini iman kılıcı manasına gelen
Seyfu'l-imân diye isimlendirdiğini, bu sebeple ona imanın kılıca muhtaç
olmadığını bildirdiğini, fakat ikazlarına kulak asmadığını, daha sonra
Rehberlerinin Efendisi diye anıldığını, kendisinin imamından daha hayırlı
olduğunu iddia ettiğini, bu yüzden de şirke düştüğünü belirtmektedir.[58]
ed-Derezî faaliyetlerine devam ederek, İsmâiliyye'nin
baş dâîsi Hatkin ve diğer ileri gelen kimselere mezhebi yaymak için risaleler
göndererek kendisine tabi olmalarını istedi. İsmaililer
ve Sünnîler bu durumdan rahatsız olarak, onu halifeye şikayet ettiler. el-Hâkim
şartların zorlaması neticesinde, onunla bir ilgisi bulunmadığını söylemeye
mecbur kalmasına rağmen, hareket onun adıyla şöhret kazandı. 409 yılının
bitiminden bir gün önce ed-Derezî'nin mensupları, Kahire'de Sünnîler'le kavga
ettiler. Kavga esnasında Rîdan Mescidinde bulunan Hamza onlara yardım etmeyi
reddedince, ed-Derezî ve tâbileri onları kuşattılar, fakat el-Hâkim sarayının
balkonundan görününce dağıldılar. Ertesi gün 1 Muharrem 410/9 Mayıs 1019 da
ed-Derezî öldürüldü.58 [59]
Bu arada bazı kaynaklarda belirtilen, ed- Derezî'nin el-Hâkim'in yardımıyla
Bilâdu'ş-Şam'a kaçtığı, orada mezhebi yaymak için faaliyetlerini sürdürdüğü ve
411/1020'de öldüğü[60]
tarzındaki rivayetler, Dürzîler'ce kabul edilmemektedir.
Hamza b. Ali, Mısır ahalisinin aleyhindeki
kıyamından sonra 409/1018 yılında inzivaya çekildi. Bu seneye gizlenme ve
gaybet senesi adı verilmektedir.[61]
[62]
Bütün bunlarla birlikte Hamza b. Ali, davetin ilan yılı olan 408/1017 ve
gaybete girdiği seneden sonraki iki yıl içinde faaliyetlerini açıkça sürdürdü.
el-Hâkim'in öldürülmesi ile (411/1021) tekrar gay- bete girdi. ez-Zâhir
ünvanıyla halife olan Ali b. el-Hâkim, adaletli, asker komutan ve idarecilerle
iyi ilişkiler kuran ve babasının hareketlerini katiyen tasvib etmeyen bir
kimse idi. Dürzî yazmalarında "La'netullah" diye anılan bu halife,
el-Hâkim'in taraftarlarını sıkı bir şekilde takip ettirerek, şiddetle
cezalandırmaya başladı. Dedelerinin uluhiyet iddialarını reddederek, böyle bir
inanca saplananların kılıçla karşılık göreceklerini ilân edince,[63]
Dürzîler Mısır'ı terkederek kendileri için daha emin bir yer olan Lübnan'daki
Vadi't-Teym'e (Şûf) kaçtılar.[64]
Bu arada Hamza da büyük ihtimalle yeni halifenin hareket tarzından korktuğu
için, belirtilen yere kaçmaya mecbur kaldı. Orada mensupları çoğaldı, kendisi
setr halinde bulunduğu için, taraflarının işlerini el-Muktena Bahaüddin'e
havale etti. Yahut Dürzîler'in çoğunluğuna göre, Mısır'da sadece el-Muktenâ
Bahaüd- din'in bildiği bir yerde gaybete girdi.[65]
Hamza kendi yazdığı el î'zâr ve'l-înzâr risalesinde, mabudun gaib olması
dolayısıyla kendisinin de gaybete girmesinin gerekli olduğunu, bu yüzden
gözden kaybolduğunu belirtir.[66]
Bütün bunlarla birlikte, el-Hâkim'in ölümünden sonra, Hamza'nın akıbeti tamamen
meçhul olup bu konuda ileri sürülen bilgiler kesin değildir. Dürzi kutsal
risaleleri içinde Hamza'nm 411/1021 tarihinden sonra yazılmş hiçbir risalesi
bulunmadığı görülmektedir.
b- Dinî Şahsiyeti: .
Tarihî şahsiyeti yukarıda belirttiğimiz gibi
olan Hamza b. Ali, Dürzîlik'te el-Hâkim'den sonra gelen en önemli unsur olan
Emr'dir. Hamza din lisanında el-Aklü'1-Küllî, et-Tariku'l Müstakim,
Kâimu'l-Hak, İma- mu'z-Zaman, en-Nebiyyu'l-Kerim îlletu'l-îlel ve
Hadi'l-Müstecib'in gibi isimlerle anılmaktadır.[67]
Hamza muhtelif devrelerde, çeşitli zuhurlar göstermiştir. Adem devrinde
Şantil, Nuh devrinde Pisagor, İbrâhim zamanında Dâvud, Musa devrinde Şuayb,
Isa zamanında, Incil'in gerçek sahibi Mesih, Muhammed devrinde Selman el-Fârisî
ve nihayet el-Hâkim zamanında Hamza b. Ali olarak görünmüştür.[68]
O, Allah'a giden yol, Allah'ın arşını taşıyan meleklerin yaratıcısı, Allah ile
insan arasındaki aracıdır. Hamza taı;ih boyunca ve günümüzde mensuplarınca
daima hürmetle anılmıştır. Tâli rütbesi verilen Muktenâ Bahauddin, onu
efendisi kendisini de kul olarak vasıflandırdıktan sonra, yazışmalardaki
isâbetin Kâimu'z-za- man'dan, hataların ise kendinden olduğunu belirtir.[69]
Günümüzde de Dürzîler aynı inancı devam ettirmekte ve Hamza'ya büyük bir saygı
duymaktadırlar.[70]
‘' ’
3- HUDUDU BİLMEK:
Arap dilinde had kelimesinin çoğulu olan hudûd,
Dürzîler’e göre, el- Hâkim veya Hamza tarafından görevlendirilen, Islâm'daki
peygamberler derecesinde bulunan, dinî bakımdan salahiyetli ve muayyen
görevleri yüklenen kimselerdir. Bazan vezirler diye de anılan yüksek dereceli
hu- duddan başka dâî, mezûn, mükâsir gibi, aşağı dereceli hudud da bulunmaktadır.[71]
Hamza b. Ali, îsmâiliyye'den hudud prensibini alarak, ruhanî ve cismanî
kısımlara ayırmayı terkedip, her ikisini de birbirinin aynı kabul etmiştir.
el-Hâkim'in son devresinde, nurundan kendisini (el-Aklu'l- Küllî) yarattığını
belirleyerek hududun mertebelerini, îsmailiyye'ye muhalif bir tarzda tesbit
etmiştir.[72]
Dinin esaslarından olduğu için hududu bilmemek tevhid davetini bilmemektir.
Bundan dolayı her dürzînin, yaratılan en şerefli varlıklar olan hududu bilip
iman etmesi, en önemli farzlardandır. Hudud sayılan kimseler, evlenmek, çocuk
sahibi olmak ve her türlü günah ve hatalardan münezzeh ve masumdurlar.[73]
Hamza, et-Tahzir ve't-Tenbih isimli risalesinde hududun isim, sıfat, rütbe ve
makamlarının bilinmesinin gereği üzerinde durarak, onları İlâhi hikmet kapıları
ve rahmet anahtarları olarak tavsif etmektedir.[74]
Bu hudud her asırda birbirine zıt, muhtelif isim ve suretlerde zuhur ederler.
Meselâ Mabud, Zekeriyya şeklinde zuhur edince, Hamza Karun, İsmail et-Temimî de
Ebû Said el- Malatî şeklinde zuhur etmiştir.[75]
Hz. Muhammed devrinde Hamza, Sel- man-ı Fârisî şeklinde görününce, diğer dört
hudud da, sahabeden Mikdâd b. Esved, Ebû Zerr el-Gıfârî, Ammar b. Yâsir ve
Necâşî şeklinde zuhur ettiler.[76]
Hudud arasında Harazanın çok farklı bir yeri olması dolayısıyla, biz onu
müstakil ikinci esas olarak ele aldık. Burada Hamza tarafından derecelendirilen
dört hududu ve özelliklerini göreceğiz.
İbrahim b. Muhammed b. Hamid et-Temimî,
Zûmassa, Meşie, İdrisu Zemanih, Uhnûhu evânih, Hermesu'l-Heramise,
el-Huccetu's-Safiyyetü'r- Radıyye, eş-Şeyhu'l-Mücteba ve daha çok
en-Nefsu'l-Külliye diye bilinen bu hudud, ilmini Hamza b. Ali'den[77]
almaktadır. el-Akl'm, Hâlik'a nisbeti ne ise, en-Nefsu'l-Külliyye'nin de,
el-Akl'a nisbeti öyledir. en-Nefs, el- Akl'dan feyezan eden mütemmim cüzdür.
Hamza b. Ali herhangi bir hududu görevlendirdiği zaman, ona tayin belgesi
demek olan bir "Mersu- müt'-taklid" gönderirdi. et-Temîmi'ye
gönderilen mersûma, Sicillü'l- Müctebâ adı verilmektedir. Bu sicilde Hamza
çeşitli iltifatlardan sonra, et-Temimî'ye Mevlâna el-Hâkim'in nuru ile
baktığını, onu diğer dâiler üzerine kendi halifesi olarak tayin ettiğini,
istemediği dâîyi azil yetkisine sahip bulunduğunu belirtir.[78]
et-Temimî, Harazanın en yakın yardımcılarından birisi olduğu için, ona hitaben
yazdığı risalelerde enişte yahut dâmâd diye hitap ederdi. Bu ifade Dürzîler'in
hudud hakkındaki inançla-
rina aykırı olduğu için,
mecâzen kullanılmıştır.[79]
Dürzi kutsal risaleleri arasında et-Temimî'ye nisbet edilen beş risâle vardır.
et-Temîmî, el- Hâkim'in ölümünden sonra kutsal risâlelerde zikredilmemesine
rağmen 427/1036 yılında ölümüne kadar, Hamza ve diğer dâîlerle birlikte gizlendiği
tahmin edilmektedir.[80] ,
Ebû Abdullah Muhammed b. Velid el-Kureşî,
Sefiru'l-Kudreh, Fahru'l-Muvahhidîn, Beşiru'l-Mu minin, Îmâdu'l-Müstecibîn,
eş-Şeyhu'r-Radî diye de anılan bu zat, Murtaza isimli bir görevlinin ölümü
üzerine, Hamza tarafından Taklidu'r-Radî[81]
isimli mersumla tayin edilmiştir. Hamza bu mersumda ona, Şeyh Murtaza'nm bütün
ilimlerini teslim aldığını, tevhidle ilgili bütün kitaplarını kendisine
vereceğini, kendisini bütün dâî, mezûn, nakib, mükâsir, müstecip ve
muvahhidlerdeiı önde gelen el-Kelime makamına tayin ettiğini belirtmiştir.
Fakat el-Hâkim'in ölümünden sonra Muhammed b. Vehb'den tayin ötesinde hiçbir
haber günümüze ulaşmamıştır.[82]
Ebu'l-Hayr Selâme b. Abdülvehhab es-Sâmirî.
el-Cenahu'l-Eymen, Nizâmü'l-Müstecibîn, Azmu'l-Muvahhidin gibi adlarla anılan
bu zatın, tayin mersumu elde mevcut olan Dürzi risâlelerinde bulunmamakta,
fakat zamanımıza kadar intikal etmemiş bir mersumla tayin edildiği zannedilmektedir.[83]
Bahauddin Ebu'l-Hasan Ali b. Ahmed es-Semûkî.
el-Cenâbu'l-Eyser, Lisanu'l-Mu minin, Senedu'l-Muvahhidin, Ma'denu'l-Ulûm,
Ellezi yekûmu bi ef âli's-sahîhati'l-ma'lûme, en-Nâsıh likâffeti'l-halk ecmain
ve ed-Dayf gibi Unvanlarla da anılan bu zat,[84]
mezhebin sözcüsü ve Dürzîliğe muhalif görüşleri reddetmek için yazılmış çok
sayıda risâlenin müellifidir. Baha- üddin, risâlelerini büyük bir vukufla
yazmıştır. Özellikle Hristiyanlık'la ilgili risalesinde Yeni Ahid ve Hristiyan
ibadetleri konusunda alışılmamışın dışında bir aşinalık göstermesinden dolayı,
bazı araştırıcılar onun hristiyan olabileceği ihtimalini ileri sürmektedirler.[85]
Bahauddin Hamza'dan sonra, mezhebin devam
ettirilmesinde ençok hizmeti geçen hudud olarak tanınmaktadır.
el-Cenâhu'l-Eyser yani mezhep sözcüsü olması hasebiyle devrindeki birçok
hükümdar ve devlet ileri gelenlerine, mezhebi benimsetmek için mektuplar yazdı.
Daveti yürütürken içte birtakım bölünme, dıştan da düşmanlıklarla karşılaştı.
Tayin ettiği bazı dailerin, davetin öğreti ve ahlâkî standartlarından
uzaklaşmaları dolayısıyla onlarla mücadele etti. Meselâ Şam'a dâî olarak tayin
edilen Sükeyn isimli şahıs, el-Hâkim'e çok benzemesinden ötürü, 434/1042
yılında, kendisinin el- Hâkim olduğunu ve ricat ettiğini belirterek, Kahire'de
birçok menfî olayların ortaya çıkmasına sebep oldu.[86]
Bahauddin yazdığı risâlelerle, bunları önce ikaz etti, daha sonra bütün
dailerle ilgisini kestiğini ilân etti. Bu arada mensuplarını fırsatçılara karşı
uyardı. Müteakiben onyedi yıllık faaliyetinin sonunda 434/1042 yılında
Menşûru'l-Gaybe adını taşıyan yü- zonbirinci risâleyi[87]
neşrederek, selefleri gibi o da gaybete girdi. Bu andan itibaren Dürzîlik,
Hamza ve diğer hududun ortaya koyduğu prensiplerden başkasını bünyesine
almayan, dinlerine girecek kimseleri kabul etmeyen, dinden çıkmak isteyenlere
de müsamaha göstermeyen, tam anlamıyla kapalı bir mezhep haline inkılap etti.[88]
Bu son hududa bağlı olan el-Cidd diye anılan
Eyyûb b. Ali, el-Feth ismini alan Rifâa b. Abdülvâris ve el-Hayal denilen
Muhsin b. Ali aşağı dereceli hududdur.[89]
Kezâ yukarıda zikredilen en-Nefs'in ondokuz dâîsi, el-Kelime'nin oniki hüccet
ve yedi dâîsi, sağ ve sol cenahın onikişer hücceti, dâî mutlakm bir mezun ve
iki mükasiri olduğu, hepsinin sayısının yetmişe ulaştığı belirtilmektedir.[90]
Dürzîler'e göre Hamza ile birlikte dört hududun
kendine has renkleri vardır. Yeşil Hamza'ya, kırmızı et-Temîmı ye, sarı
el-Kureşî'ye, mavi es-Sâmirî'ye, beyaz ise Bahauddin'e mahsus renktir.
Fransızlar Lübnan'da Cebel-i Dürûz'a müstakil emirlik hakkı verince, cebelde
bu beş renkten mürekkep bayraklar, resmî merkezlerde görülmeye başladı. Bu beş
renkli bayrağı günümüzde Beyrut Dürzî Merkezinde (Beytu't-Taife- ti'd-Dürziyye)
görmek mümkündür.[91]
4. YEDİ ESASI (VESÂYÂ,
HİSAL) BİLMEK:
Dürzîliğin hem inanç hem de
ahlâkî yönü ile ilgili olan yedi vasiyet yahut haslet, mezhepte dördüncü farz
olarak bilinir. Dürzîlere göre Ham- za b. Ali tenzil ve te vil ehlinin yani
Ehlü's-sünne ile Şia'dan İsnaaşeriyye, Ismailiyye, ve Karamita'mn gerekli
gördüğü, şehadeteyn, namaz, zekât, oruç, hac, cihad ve velâyet gibi esasları,
el-Kitabu'l-Ma'ruf bi'n-Nakdı'l- Hafî[92]
adlı risâlesinde iptal etmiştir. Hamza bu esasları iptal ederken, el- Hâkim
bi-Emrillah'm fiil ve davranışlarından ilham almıştır. Ona göre el- Hâkim,
Cuma namazı dahil, uzun müddet namaz kılmamış, cenaze ve bayram namazlarına
iştirak etmemiş, 400/1009-1010 yılında zekâtı kaldırmış, oruç için belirlenen
vakit olan Ramazan ayında oruç tutmayı ve Kâbe'nin Rabbi sıfatıyla da haccı
ibtal etmiştir. Cihadın zâhir ve batınını ilga etmiş ve tevil ehli olan
Batmiyye yahut İsmailiyye'nin özellikle Ali b. Ebî Talib ve nesline tahsis
ederek yanlış uyguladıkları velâyeti, sadece kendisine tahsis etmiştir.[93] .
Yukarıda ibtal edildikleri bildirilen İslâmî
esasların yerine konulan yedi esas şunlardır:
a)
Doğru
sözlülük (Sıdku'l-lisan): Namaza karşılık olmak üzere konulan bu esasa göre,
bir dürzî, dindaşı için doğru sözlü olmak zorundadır. Diğer din mensupları
için, katil suçu bile olsa doğruluk prensibinin uygulanması gerekmez.
Bahauddin'in ifadesine göre, zalim, kör ve cahil olan diğer din mensuplarına
karşı, Dürzîlerin doğruyu söylemeleri gerekmediği belirtilmektedir.[94]
Dürzîler sıdk kelimesini ve bütün müştaklarını sâd harfi yerine sîn ile
yazarlar. Zira onlara göre sîn altmış, dâl dört, kâf yüz değerli olup toplamı
yüzaltmışdört eder. Bu rakam hudûd ve dailerin sayısını belirtir. Dâilerin
doksandokuz adedi imama aittir. Allahın dok- sandokuz ismi olduğu ve bunları
sayanların cennete gireceği anlamındaki hadisde belirtilen mana, imamın
doksandokuz dâîsini tanıyan kimse, davetin hakikatine ulaşır, demektir.[95]
el-Cenâhu'l-Eymen ve el-Cenâhu'l-Ey- ser'e bağlı olan altmış dâî, dört hudud ve
Kaimu'z-Zaman Hamza bu sayıya eklendiğinde zaman yüzaltmışdört sayısı elde
edilecektir.[96]
b)
Din
kardeşlerini korumak (Hıfz ve sıyanetu'l-ihvan): Zekâtın yerine konulan bu
kural, insânî kardeşliğe değil, mezhep kardeşliğine yöneliktir.
c)
Var
olmayana ve bühtâna ibadetten vazgeçmek (Terku ibâdeti'1-adem ve'l-bûhtân):
Oruca karşılık konulan bu kurala göre, el- Hâkim'den önceki ibâdetler, mevcut
olmayan şeye yani ademe ibadet sayıldığı için, bunların hiçbir değeri yoktur.
O halde değeri olmayan ve yok sayılanın bırakılıp el-Hâkim'e ibâdet kelimesi
gerekir.
d)
İblisler
ve azgınlardan uzaklaşmak (et-Teberrî mine'l-ebâlise ve't-tuğyan): Hacca karşı
konulan bu kurala göre kaçınılacak ve uyulmayacak kimselerden maksat, geçmiş
peygamberlerdir. Dürzîler prensip itibariyle bütün peygamberlere
muhaliftirler. Çünkü onlar el-Hâkim'i bira- kıp, insanları katiyen zuhur
etmeyen bir ilâha çağırmışlardır. Bu sebeple bütün nebi ve resulleri, mevcut
olmayan ilâhın birliğine çağırmak, mevcut olanlardan yüz çevirmek ve cehaletle
itham etmişlerdir.[97]
Bu yüzden Hamza bütün peygamberlerle özellikle şeriat sahibi, Adem, Nuh, Musa,
Isa ve Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem.)
ile savaşmayı, onların bozulmuş akide, şeriat ve dinlerinden uzaklaşmayı zarurî
sayar. îsmailiyye'de görülen natık ve esas yani peygamber ve varisi, onlara
göre İblis ve şeytandır. İblis Adem'in cisminde zuhur etmiş, daha sonra
sırasıyla Nûh, İbrâhim, Musa, İsa, Mu- hammed, Saîd ve Ubeydullah el-Mehdî'ye
intikal etmiştir. Şeytan ise önce Âdem'in oğlu Şit'in cesedinde zuhur ederek
sonra sırasıyla Sâm, İsmail, Yûşâ b. Nün, Hânın, Şem un, Ali b. Ebî Talib ve
Meymûn el-Kaddah'a intikal etmiştir.[98]
Âdem şecere itibariyle, beşerin dedesi, topraktan yaratılan ve Allah'ın
halifesi olan Adem değil, Maniheizm'deki kadim ve orijinal insan veya Yahudi
Kabalizmi'ndeki Adam Kadmon olarak kabul edilmektedir." Hz. Muhammed
için el-îsrailiyye risâlesinde vahyi tebliğ etmediği, zalim ve azgın bir kimse
olduğu[99]
[100]
ifade edilirse de, günümüz Dürzîler'i daha mülâyim bir yol takip ederek, Hz.
Muhammed'in dinlerinde sadece risalet vasıtası olmak gibi sınırlı bir yeri
bulunduğunu[101]
yahut onu Allah'ın elçisi olarak kabul ettiklerini[102]
belirtmektedirler.
e)
el-Hâkim
bi-Emrillâh'ı her zaman ve her devirde tek ilâh olarak tanımak (Tevhidu'l-Hakim
fi külli asr ve zamân): Şehâdeteyne karşı konulan bu kural gizlilik esasına
riayet maksadıyla, başka din mensuplarının yanında lisânen terkedilip, kalben
uygulanabilir. Zor durumlarda el-Hâkim'in uluhiyeti dille inkâr edilebildiği
gibi, Hamza b. Ali'ye de, lisânen küfür ve lânet caizdir.[103]
f)
el-Hâkim'in
hüküm ve fiiline rıza göstermek (er-Rıdâ'an külli mâ yef alüh): Cihâda karşı
konulan bu kurala göre el-Hâkim'in yukarıda belirttiğimiz her türlü fiiline
razı olmak, o fiillerin mutlaka bir hikmete göre işlendiğine inanmak gerekir.
g)
Kolaylık
ve zorlukda el-Hâkim'in hükmüne boyun eğmek
(Teslimu'n-nefs ileyh
fi's-serrâi ve'd-dârrâ): Şia'daki velâyetin yerine konulan bu kural, Hamza b.
Ali'ye göre bütün öğretilenlerin gayesini teşkil etmektedir.[104]
II. DÜRZÎ KUTSAL RİSÂLELERİ,
AHLÂKÎ ve MEDENÎ SİSTEMİ
Dürzîlik'te ahlâkî ve medenî sistemin dayandığı
esaslar, Kutsal metinler olması dolayısıyla, bu bölümde öncelikle dinî
metinleri daha sonra da, son asırlarda batıdan çok etkilenmiş olan ahlâkî ve
medenî sistemlerini göreceğiz.
Dürzîler'in Kutsal risâleleri[105]
dört yahut altı kitaba taksim edilmiş Resâilu'l-Hikme veya el-Hikmetu'ş-Şerîfe
denilen yüzonbir risâleden meydana gelir. En erken tarihlisi Safer 408/Temmuz
1017 olan bu risâleler henüz tam ve kesin sayıya ulaşmamış olup, sadece bir
devrede toplanmış risâleler mecmuası durumundadır. Risâlelerin sayısı şimdilik
yüzonbir- dir [106]
Çoğu, Dürzîler'in yaşadıkları bölgelerdeki baskıların neticesi, didaktik ve
polemik mahiyetle yazılmış bu risâleler, daha önce belirttiğimiz gibi özellikle
1831-1838 yılları arasında İbrahim Paşanın Suriye'yi istilâsı ve 1860 yılında
Lübnan'daki iç savaş sonunda, konu ile ilgilenen âlimlerin eline geçmiştir. Ele
geçirilen ilk yazma, daha önce Suriyeli bir doktor tarafından 1700'de XIV.
Louis'ye hediye edilmiş olup halen Bibliotheque Nationale'de bulunmaktadır. Bu
risâleler, yazı ve gramer itibariyle Kuran dilinden çok uzak olup birbirine zıt
ve müphem pasajlar, şifreli ibâreler muğlak kelimeler ihtiva etmektedir.[107]
Batıda Arap ilimlerinin kurucusu sayılan Silvestre de Sacy, iki büyük cild
tutan Expose de la Religion des Druzes adlı eserinde bu risalelein meallerini,
yazılış tarihlerini ve özelliklerini ortaya koymaktadır.[108]
Dört kitapta toplanan yüzonbir risâle birinci
kitaptan başlayarak sırasıyla, 14, 26, 28, 43 risâle ihtiva etmektedir.[109]
Buna mukabil altı kitaptan teşekkül eden risale mecmuaları sırasıyla 14, 26,
15, 13, 7 ve 36 risâleden meydana gelmektedir. Dörtlü ve altılı taksimde,
risâle sayısı de- ğişmemektedir. Altı kitaplı düzenlemede ilk dört risâle
el-Hâkim'e atfedilirken, otuz risâlenin yazarı Hamza b. Ali'dir. Son beş
risâle Muhammed et-Temîmî'ye aittir. Otuzikinci risâlenin müellifi kesin olarak
belli değildir. Üç dört beş ve altıncı kitapta bulunan risâleler, Hamza'mn
çekilişini takiben davet görevini üstlenmiş olan beşinci büyük hudud,
el-Muktenâ Bahauddin'e ait olup, Dürzîlik hareketinin propagandası için
muhtelif vesilelerle yazılmıştır. Risâleler sadece bu koleksiyondan ibaret
değildir.[110]
Bir şifahi rivayete göre kutsal metinler yirmidört kitap hacminde iken zamanla
birçok risâleler kaybolmuş bulunmaktadır.[111]
Elde mevcut olan 111 risâlenin en eskisi yukarıda belirtildiği gibi Safer
408/Temmuz 1017, tarihinde Hamza tarafından yazılmış, en sonuncusu ise
Bahauddin taa- fmdan 434/1042 tarihlerinde yazılan 109 ve 110. risâlelerdir.
Son zamanlarda bulunan bir kutsal metin de, el-Mushafu'l-Münferid bizâtih adlı
yazmadır. Kaybolmuş kitaplardan biri olan bu eserin, el-Hâkim tarafından,
Sind'deki mensuplarına yazıldığı tahmin edilmektedir.[112]
Dürzîler'e göre, kutsal risâlelerde hile ve tahrif mevcut değildir. Tahrif
etmek isteyenlere dâîler manî olmuşlar, gerektiğinde ed-Derezî ve Sükeyn
olaylarında görüldüğü gibi cezalandırmışlardır.[113]
Dürzî ahlâkî sisteminde, yedi esastan birincisi
olarak görülen doğru sözlülük, bütün faziletleri içinde bulunduran tevhid ile
eşdeğerde olup, yalancılık müşriklik sayılır. Muvahhidler kardeş ve bacı kabul
edildiği için, karşılıklı yardımlaşma gereklidir. Zengin fakire yardım
etmelidir. Mâlî gücü kentline kâfi olan bir kimsenin, bir başka dindaşından
yardım istemesi de yasaklanmıştır. Din mensupları özellikle, hastalık, sıkıntı
ve felâket anlarında, birbirini ziyaret etmeye teşvik edilmişlerdir. Her iyi
amel, sadaka olarak kabul edilmek suretiyle, sadaka umumîleş- tirilmiştir.[114]
Bir Dürzînin bir başka dindaşını koruması dini bir görevdir. Toplum tehlikede
olduğu zaman hepsinin toplanıp kendilerini savunmaları gereklidir. Karşılıklı
yardım sadece maddî konulara münhasır olmayıp, manevî rehberlikte ve dinî
bilgileri öğretme konusunda da geçerlidir. Bundan dolayı Dürzi kutsal
metinlerini öğretmek büyük bir sadaka sayılmış ve bu konuda ücret alınması
yasaklanmıştır. Öğrencisinin manevî babası olması hasebiyle dinî rehber ve
öğreticiye, samimi olarak hürmet gerekli sayılmıştır. Keza Hamza, dâî Şeyh
er-Rıza'ya, müminlere dinlerini öğretirken, müşfik bir baba ve efendice davranan
bir kimse olmasını tavsiye etmiştir.[115]
Tefecilik iğrenç bir olay olarak kabul edilirken, özellikle yiyecek maddeleri
karaborsacılığı yapmak da, büyük bir ahlâkî suç olarak değerlendirilmektedir.
Diğer ahlâkî görevler arasında en. önemlilerinden biri iffettir,[116]
onlara göre tevhid dini, mensuplarını ahlâklı iffetli ve namuslu olmaya
yöneltir. Sıle-i rahimde bulunmak, misafire ikram, söz söyleme ve oturup
kalkmada edep, iktisada uymak, ahlâkî bakımdan uygulanması istenen
hususlardır.[117]
Gözü yukarıda olmamak, kanaatkâr davranmak, sağlık hususunda dikkat ve itina
göstermek, kâtil, hırsız, soyguncu ve diğer ahlâksız kimseleri toplumda
barındırmamak, hayvani şehvetlerden ve fenalıklardan kaçınmak en önemli ahlâkî
vazifelerden sayılmaktadır. Bu tip günahları işleyenlerin tevbe ederek
asrın imâmnıa müracat etmeleri gereklidir.[118]
Davranışlarında ve inançlarında kendilerin den olmayanlara ifşaatta bulunmayan
ve tehlikelerden korunmak gayesiyle takiyye uygulayan Dürzîler, 1860 yılma
kadar kendilerini müslüman göstermişler ve muhtelif camiler de inşa
etmişlerdi. Bu tarihten sonra şartların değişmesi dolayısıyla takiyyeye daha
az riayet etmişlerdir. Gizlilik esasına riayetleri, önce Nusayriler olmak üzere
pek çok kimse tarafından, ahlâksızlıkla itham edilmelerine sebep olmuştur.[119]
Hamza bu ithamlara karşı er-Risaletu'l-Dâmiga adlı eserini yazarak suçlamaları
reddetmiştir.[120]
Kezâ Tudela'lı Benjamin 1165 yılında Lübnan'ı ziyareti esnasında, Dürzîler'in
yakın akrabaları ile zinâ ettiklerini, senede bir gün yapılan toplantılarda
birbirleriyle serbestçe cinsî ilişkide bulunduklarım yazmaktadır.[121]
Bu tip ithamlar genellikle gizlilik içinde hareket eden mezhep mensupları için,
daima iddia edilegelmiştir. Keza Perşembe akşamları, çoğu dağbaşlarındaki
halvetlerde yapılan ibâdetlere kadınların katılmaları da, bu nevi ithamların
ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Hamza b. Ali 410/1019 yılında, Fâtımîler'in
Mısır Kadi’l-Kudatı Ah- med b. Ebi'l-Avvâm'a gönderdiği er-Risâletu'l-Müneffeze
ile'l-kâdî adlı risâlede, muvahhidlerin davalarına bakmamasını, bu davalara
eş-Şeria- tu'r-Rûhâniyye adını verdiği şeriata göre kendisini bakacağını
belirtti.[122]
Buna göre, ruhanî şeriatın ona kaynağı, Kadı en-Numân'm Deâimu'l- îslâm
adlı eseridir. el-Hâkim bi-Emrillâh da, Yemen dâisi Hârun b. Mu- hammed ve
Suriye dâisi Ebu'l-Fevâris Ahmed'den, görevlerini Deâim'e göre yürütmelerini
istemişti. Bahauddin, Hind risâlelerinde Deâim'e atıfta bulunarak, Kâdı
en-Nu'man'ı, ölmez muvahhidlerinden biri olarak takdim eder. Rûhânî Şeriat,
Deâim'den, kölelik ve taaddüd-i zevcatı ibtal etmekle ayrılmaktadır.[123]
a) Evlenme ve Boşanma:
Kutsal metinlerde dürzî kadınlarla erkekler,
kardeş kabul edilmekte, bir dürzî erkeğin, dürzî kadınla evlenmesi halinde,
kadını kendisine eşit kabul etmesi, bütün mallarını onunla paylaşması
emredilmektedir. Bu bakımdan Dürzîlik kadın ve erkeğin eşit olduğunu, hukuki
bakımdan aralarında bir farklılık bulunmadığını, kuvvetle ortaya koymaya
çalışmıştır. Evlenme konusunda, genellikle Hristiyanlığın tesirinde olan
Dürzîlerde, 24 Şubat 1948 tarihli medeni kanunun ilk maddesine göre, evlenme
yaşı kadınlarda 17, erkeklerde 18 olarak kabul edilmektedir.[124]
İcâb ve kabulden ibaret olan evlilikte, mehir belirlenmemişse, kadı tarafından
tesbit edilir. Birden fazla kadınla evlenmek kesin olarak yasaktır. Bu bakımdan
bir kimse karısı üzerine bir başka kadınla evlenirse, ikinci evliliği batıl
sayılır.[125]
Evlenme sadece cemaat içinde olur. Kadın veya erkeğin dürzî toplumu dışından
bir kimse ile evlenmesi kesin olarak yasaklanmıştır.[126]
Müt'a nikâhı ve câriye edinmek de yasaklanmış bulunmaktadır.[127]
Boşanma konusunda ric'î ve bâin talak ayırımı yapılmaz, onlara göre boşanma bir
defadır. Boşanılan kadınla tekrar evlenme durumu yoktur.[128]
Dürzî toplumunda, kadının kısır olması ve erkek çocuk verememesi, en çok
görülen boşanma sebepleridir. Diğer sebepler ise kadının itaatsizliği, zihni
rahatsızlığı, cinsî soğukluk, düşmanlık, zulüm ve ihtilaf, zıddiyet ve
geçimsizliktir.128 [129]
Keza Dürzî dini hukukuna göre, erkeğin boşanma hakkı olduğu gibi kadının da
boşanma hakkı vardır.[130]
Ayrıca zina eden kimsenin evliliği de nihayete ermiş sayılır. Bir boşanma
muamelesinde, eğer boşanmak isteyen kadınsa, durumlarını bilen kimseler, erkeğin
karısına karşı vazifelerini yerine getirdiğine şehâdet ederlerse, bu takdirde
koca, karısının malının yarısını almaya hak kazanır. Fakat erkek karısından
ayrılmak isterse, fakat kusurlu görülürse, bu takdirde karısının malından hiç
birşey taleb edemez. Eğer erkek karısını hiç bir kusuru yokken boşarsa, bu
takdirde karısı onun sahip olduğu malın yarısını alır. Her ne hal olursa olsun
talak hoş karşılanmaz.[131]
îddet süresi, talak, tefrik veya vefat tarihinden itibaren dört aydır. Kadın
hamile ise doğum veya ceninin düşmesi ile iddet nihayete erer. îddet esnasında
nafaka kocaya racidir.[132]
Kadın, kocasının ölümünden sonra hukuken ve ahlâken en yakın akrabası olan
erkek tarafından himâye edilir. Çocuklar ve mallarının idâresi, kadın
kocasının ölümünden sonra tekrar evlenmemişse, ona verilir.[133]
Lübnan'da evlilikle ilgili davalara bakan ve 25 Mayıs 1929'da kurulan mezhep
mahkemeleri vardır. Bidâyet mahkemeleri bir dürzî kadıdan teşekkül eder ve
Sünnî Şer'i mahkemelerde uygulanan usul uygulanır. Bu mahkemenin kararlan iki
şeyhu'1-akl veya yüksek dereceli dürzî kadılardan teşekkül eden bir heyet
tarafından temyiz edilir.[134]
b) Vasiyet:
Dürzîler arasında miras taksimi, Sünnî Hanefî
hukuk sisteminin tatbikatına uygun cereyan etmekle birlikte, en çok görülen
yazılı vasiyet uygulamasıdır. Daha çok, toprağın başkasına intikal etmemesi
için uygulanan bu usul, kendilerinin dünyadan ayrılacaklarını hatırlatması
bakımından da, teşvik görmektedir. Çok önem verdikleri vasiyet konusunda,
herhangi bir tahdid yoktur. Bir dürzî malının hepsini veya bir kısmını, yalan
veya uzak, dilediği bir kimseye vasiyet edebilir. Bu konunun önemi dikkate
alınarak, Osmanlılar zamanında sadece vasiyet davaları ile ilgilenen bir kadı
görevlendirilmişti.[135]
Diğer hukukî mükellefiyetler ve müeyyideler,
yenilip içilmesi serbest veya yasak şeyler, çocukların sünnet edilmesi,[136]
cenaze namazı gibi konular İslâmî kurallara uygun olarak cereyan eder.[137]
Ramazan bayramı gününe tesadüf eden küçük bayram ve Kurban Bayramı günü
kutladıkları büyük bayram diye senede iki bayramları vardır.[138]
Çoğu zaman kadın erkek çıplak ayaklarla, kilometrelerce yürüyerek bazı
velilerin özellikle Cemaluddin Abdullah et-Tenûhî (ö. 884/1479)'nin Abeyh'deki
mezarını ziyaret etmeleri, bir müddet güney Lübnan'da kalan herkesin dikkatini
celbeden[139]
Ayrıca nişanlanan çiftler nişan merasiminden Fenikelilerden kalma birer akasya
dikme adetini sürdürürler.[140]
III. DÜRZÎ TOPLUMU
el-Muktena Bahauddin'in 434/1042 yılında
Menşuru'l-gaybe'yi yayınlayıp çekilmesi yahüt ölümü üzerine Dürzîliğe giriş ve
çıkış konusu kapanmıştır. Dürzî toplumunun ayakta kalması politikası
istikametinde alman bu tedbir, bazı nüfuzlu arap aileleri istisna olmak üzere,
devamlı uygulanmıştır. Bu bakımdan dürzî toplumu misyoner teşkilatına ihtiyacı
olmayan, gizli ve kapalı bir toplum olmak özelliğini, yaklaşık bin yıldır
muhafaza etmiştir.[141]
Dürzî toplumunun fertleri arasında, en önde gelen ve onları bir cemaat halinde
tutan, din bağıdır. Diğer sosyal, coğrafî ve aile bağları, tâli derecede
olmakla birlikte, dînî bağı destekleyen unsurlar olarak görülür. Sadece kendi
toplundan içinde evlenen Dürzî cemaatinin büyük bir kısmı, dışardan olan bir
kimsenin kolayca geçemiyeceği dağlık bölgelerde yaşadıkları için, dıştan bir
karışma olmaksızın hayat tarzlarını devam ettirmektedir. Asırlarca devam eden
toprağa bağlılık ve istiklâl fikri, bu cemaatin hayat anlayışının temelini
teşkil etmektedir.[142]
Ekseriyeti teşkil ettikleri merkezlerde, kendilerinden olan bir emirin
idaresinde, inanç, hukuk ve adaletlerini devam ettirirler. Cemaat, dini
konuları bilip bilmemek konusunda, ukkal ve cühhâl diye iki ana kısma ayrılır:
1- Ukkâl ve Cühhâl: .
a) Ukkâl:
Mezhebin prensiplerine sıkı sıkıya bağlı,
sigara, içki ve benzeri şeylerden uzak, yiyecek ve giyecekler konusunda zühd
ve takvaya uyan, doğru sözlü, şehvetlerden, haram yemekten, kati, fısk, zina,
riya, hile, kin, cimrilik, dedikodu, yalan ve diğer kötülüklerden kaçman
münevver zümre ukkal (akıllılar) adını alır. Akıllıların, mahremi olmayan bir
kadınla yalnız kalması, üçüncü şahıs olmadığı zaman selâmına mukabele etmesi ve
lüks içinde yaşaması caiz değildir.[143]
Kadınlar arasında akıllılar grubuna girenler, âkılât olarak anılır. Bunlar da
ukkal’ın yükümlülüklerini taşırlar. Ukkal zümresi ekseriye sarık sarar, koyu
mavi cübbe ve aba giyer, sakallarını kesmezler. Eğer bu guruptaki kimseler
herhangi bir makam veya göreve tayin edilmişlerse, ona uygun kıyafet giymeleri
caizdir. Âkılât ise nikâb veya sâye denilen elbiseler giyerler, gözlerden biri
hariç olmak üzere yüzü kapatmak yaygın adetleridir.[144]
Bir dürzînin akıllılar arasına katılabilmesi; kırk yaştan küçük olmaması, dürzî
inançlarına vakıf olup Şeyhul akl'dan talebde bulunması, kendisinden ahit
alınıp, kabul edilmesine bağlıdır.[145]
Halvetlerde toplanıp dini metinleri okuyan akıllılar, derecelerine göre,
metinler okunduktan sonra halvetten uzaklaşırlar. Akidenin yüce sırlarını
dinlemek hakkını haiz olan en yüksek dereceliler, gecenin sonuna doğru
dağılırlar. Halvetlerde 1762 yılından beri gizliliği sağlamak için bu düzen,
devam ettirilmektedir.[146]
Genel olarak Dürzî cemaatinin yüzde onbeşini teşkil eden bu zümreden suç
işleyen olursa, tev- be edip pişmanlığı ortaya çıkmadıkça, akıllılar meclisine
alınmaz.[147]
Ukkal içinde Ecâvîd denilen yüzde iki civarında daha faziletli sayılan ve
ileri gelen bir zümre vardır ki, bunlar daima zühd ve takva hayatı yaşarlar. Bu
zümreden Muhammed Ebû Bilâl (ö. 1050/1640) gibi tamamen münzevi yaşayan
kimseler de görülmüştür.[148]
Akıllıların faziletlere çok düşkün olan en üst tabakası Şuyûhu'1-akl denilen
kimselerdir. Bunlardan bir kısmı tenha yerlerde kurulmuş ibadet mahalleri olan
halvetlerde kalırlar, diğerleri de dürzî kutsal metinlerinin istinsahı ile
uğraşırlar.148 [149]
Ağır ve beyaz bir sarık giyen ve Dürzî toplumundan büyük itibar gören Şuyuhu'l-
akl veya Şuyuhu'l-asr, dini emirlerin yerine getirilip getirilmediğini kontrol
etmek, vaazlar vermek ve çocuklarm yetişmesini sağlamak gibi görevleri yerine
getrirler, dünya işleri ve siyasetle ilgilenmezler.[150]
Ayrıca muhtelif halvetlerin işlerini yürüten, vakıfları ile ilgilenen Şuyûhu'l-
halevât denilen şeyhler de ukkâl zümresinin önde gelenlerindendir.[151]
b) Cühhâl veya Şerrâhun:
Cühhâl yahut Şerrâhun denilen kimseler ise,
dinî metin ve kaideleri bilmeyen, dinî toplantılara, sadece Ramazan ve Kurban
bayramlarına tesadüf eden günlerde katılabilen[152]
yüzde seksenbeş civarında ekseriyeti teşkil eden avam zümresidir.[153]
Bu cemaat, dürzî kutsal risâlelerinin orijinallerini değil, ancak şerhlerini
veya basılmış eserleri okumaya yetkili oldukları için, kendilerine şerrâhûn
denilmektedir. Halvetlerin giriş kısmında oturan bu cemaatin, umumi vaazdan
sonra çıkmaları istenir.[154]
Sigara içmek ve dünyevî lezzetler içinde yaşamak bunlar için caizdir. Özel bir
elbise giymezler, hikmet meclislerinin irşad bölümlerine katılabilirler.
Bununla berlikte iffet, temizlik, Allah korkusu taat ve ırzlarını korumak,
yalancı şahitlik ve benzeri kötü şeylerden sakınmak, zikir, teşbih ve sala- vat
bunlar için de gereklidir.[155]
Ukkal ile cühhâl arasındaki fark, sadece derece
farkıdır. Faziletler konusunda onların da hassasiyet göstermeleri
gerekmektedir. Ukkal ve Cühhâl dışında, Dürzî toplumunda ayân ve âmme diye iki
sosyal sınıf daha vardır. Günümüzde beş bölgeyi elinde tutan, kendileri şeyh
ailesinden geldikleri halde şeyh olmayan feodal liderlere a'yân, onların
mensuplarına da âmme denilmektedir. Her iki gurubun da, kendi çevresinden
evlenmesi gelenekleşmiştir.[156]
2- Dürzî Toplumuna
Hâkim Olan Aileler:
Tarihte ve günümüzde, Dürzî toplumuna dört
büyük aile hâkim olmuştur. Bunlar Tenûhiler, Şihâbîler, Manîler ve Canbolat
aileleridir.
a) Tenûhiler:
. Teymullah b. Esed b. Vebere b. Taglib
soyundan gelen bu kabile, Fırat kıyısındaki Hîre mıntıkasını ilk imar eden
Arap kabilesidir. Melik Numan b. Münzir ve güzelliğinden ötürü yağmur
(Mâu’s-Semâ) diye anılan annesi de bu ailedendir. Tenûhiler, İslâm'dan önce
Hristiyanlığa girişmişlerdi. İslâm geldikten sonra Ebû Ubeyde b. Cerrâh ile
birlikte hareket ederek, Suriye'de Kmnisrîn, Menbec, Hama ve Maarbatu'n-Nu'man
bölgelerine yerleştiler. Tenûhiler, Buhtur ve Îlmu'd-Din oğulları diye iki
kısma ayrıldılar. Hamza b. Ali'nin, Tenûhiler’in ileri gelenlerinden
Ebu’l-Hasan Yusuf b. Musbih ve Ebû îshak İbrahim b. Abdullah'a, muhtelif
mektuplar göndererek, onları mezhebine davet etmesi sonucu Dürzîliğe girdiler.[157]
Haçlılara karşı savaşan ve 503/1110 yılında
birçok emirlerini kaybeden Tenûhiler'den, Buhtur b. Adudu'd-Devle Ali hariç,
Emir Fevâris ailesinin hakimiyeti sona erdi. Emir Mecdu'd-Devle'riin, 520/1126
yılında Frenkler'le yaptığı savaşta öldürülmesinden sonra Ebu'l-Aşâir Buhtur
546/1151 yılında Re'su't-Tîne'de Gadir Nehri yakınlarında yine Frenkler'le
yapılan savaşta ve 552/1157 yılında ölümüne kadar yaptığı diğer harplerde
muzaffer oldu. 657/1259 yılında Aynu Câlût'da Moğollar'a karşı yapılan savaşta
Dürzî emiri Zeynuddin el-Melik, Seyfuddin Kutuz ile aynı safta çarpıştı.[158]
Osmanlı hükümdarı Yavuz Sultan Selim, 1516
yılında Kansu Gavri'yi mağlup ettiği Mercidabık savaşında, Arslan ailesinden
Emir Cemaleddin Ahmed ve kuvvetleri, Osmanlı saflarında bulunuyorlardı. Yavuz
Sultan Selim, Cemaleddin’i Garb, Metn ve mücavir bölgelere emir tayin ettiği
gibi, Şûf bölgesini de Ma'n ailesinden alarak onun emrine verdi. Böylece
Cemaleddin Ahmed, Güney Lübnan emiri oldu. Tenûhiler'in hakimiyeti 1615
yılında Ma'n oğullarının Beyrut'u işgaline kadar .(levam etti. Sonraları
Şihâbiler'le mücadeleleri sonucu nüfuzları kayboldu, Günümüzde Tenûhiler'in
Lübnan'da çok kısıtlı bir nüfuz bölgeleri'vardır.[159]
b) Ma'nîler:
Osmanlı
kaynaklarında Ma'n Oğullan diye geçen bu aile, asıllarının, Emevî ve Abbâsî devrinin fasih ve cesur kişilerinden
olan Ma'n b. Zâide'ye dayandığını iddia etmelerine rağmen, ileri sürdükleri
nisbet sahih görülmemektedir.160 Aslında Ma'n b. Rebîa
el-Eyyûbî'den gelen bu aile, Rebiatu'l-Fürs'e mensuptur. Fırat Ceziresinde
sakin olan Ma'n oğullarının dürzî oldukları da şüphelidir. Ma'n devrinde Haleb
civarına yerleşen ailenin lideri Emir Fahruddin zamanında, Dürzîler'in oldukça
önemli faaliyetler içinde oldukları görülmektedir. 1515 yılında Merci Dabık'da
Kan- su Gavri'nin maiyyetinde iken, Yavuz Sultan Selim'e sığman Fahruddin,
Padişahtan Cebel emirlerinin hepsinden daha çok ilgi görmüş, bu tarihten
itibaren Sayda ve Sûr gibi şehirleri elinde bulunduran Tenûhiler, Cebel
hakimiyetini Ma'n ailesine bırakmak zorunda kalmışlardır. Fahrud- din'in
ölümünden sonra oğlu Korkmaz ve onun oğlu II. Fahruddin zama- , nmda
çıkardıkları muhtelif isyanlar sebebiyle, zaman zaman Osmanlıları meşgul
etmişlerdir. Bu son emir Osmanlılar tarafından sıkıştırılınca, duruma çare
aramak için beş yıl Avrupa'da kalmış, onların yardımını celbetmeye çalışmış, 1618'de Lübnan'a dönmüş Sayda ve Beyrut
gümrüklerinin gelirleri ile büyük bir ordu kurmaya muvaffak olmuştur.161
Fahreddin II. nin 1635'de ölümünden sonra yerine geçen Melham'm 1654 yılında
ölümü üzerine Ma'n ailesinin nüfuzu tamamen Şihâbîler'e geçmiştir.162
e) Şihâbîler:
Aslında Hicaz'da Beni Mahzum kabilesinden gelen
bu aile, Hz. Ömer zamanında, 15/636 yılında Havran köylerinden Şehbâ'ya
yerleştik, leri için Şihâbîler ismini almış, altıncı hicri asrın yarısında
Nureddin Zen- gi zamanında Vâdi't-Teym'e gelip yerleşmişlerdir. Haçlıların
eline düşen vâdiyi kurtarmak için yaptıkları savaşta galip gelerek Hasbâyâ'yı
işgal edip bir çok haçlıyı öldürdüler. Şihâbîler'in lideri emir el-Munkız,
öldürdükleri haçlı komutanlarının başlarını Nureddin Zengi'ye gönderdiğinde,
Zengi onu fethettiği yerlere emir tayin etti.163 1696 yılında
Deyru'l-Ka- mer'de Ma'n emîri Ahmed'in ölümünden sonra, Lübnan'da riyaset
Şihâbîler'den Emir Beşir'e ve onun 1706 yılında ölümü üzerine Emir Hay- dar'a
intikal etti. Emir Haydarın 1732'de ölümünden üç yıl önce Emir Melham Cebel-i Lübnân riyasetini ele geçirdi. Bu vazifeyi
1754 yılma kadar sürdürdü. Daha sonra kardeşleri Ahmed ve Mansur 1770 yılma
kadar emirlik görevine devam ettiler. 1754'de Emir Ali Haydar ve Melham'm
oğulları Kâsım, Seyyid Ahmed ve Şihâbî ailesinden pek çoğu hristiyan oldular.
Bunun için, bu devreden itibaren günümüze kadar ailenin Marûnî hıristiyan,
müslüman ve dürzî olarak üç kısma ayrıldığı görülür. Bu ailenin en büyük emiri
1788-1840 yılları arasında Cebeli Lübnân emirliğini elinde tutan Sünnî İslâm,
Hristiyanlık ve Dürzîlik arasında gayet iyi bir denge kuran, Osmanlılar'a karşı
sünnî, Dürzîler'e karşı dürzî, Hristiyan- lar'a karşı da bir hristiyanmış gibi
davranan Emir Beşir eş-Şihâbî'dir.[160]
Keza, Şihâbîler'in Dürzîliğe ne zaman girdikleri, kesin olarak bilinmemekle
beraber, 18. asır başlarında Cebel-i Lübnan'a hakim olduktan sonra, dürzî
oldukları sanılmaktadır. Bunların farklı dinlere mensupmuş gibi görünmeleri de,
siyasi sebeplerden dolayıdır.
. d) Canbolatlar:
\ -
'
Kilis ve Halep civarında yerleşmiş büyük bir
aile olan Canbolatlar, ismini Canbolat b. Kasım el-Kürdî'den almıştır. Rivayete
göre aile, Eyyûbîler'e kadar uzanır. İbn Arabî veya İbn Arabû künyesini alan bu
zât çocukluğunda bir müddet Osmanlı sraymda bulunmuş, daha sonra Kilis
emirliğine tayin edilmiştir. Halep civarını eşkıyadan temizlediği için şöhret
kazanmış, II. Selim zamanında Kıbrıs seferine iştirak etmiş ve 1572'de Kilis'te
ölmüştür.[161]
Müteakiben ailenin reisi olan ve bazı
görevlerden sonra kendisine vezirlik payesi verilen Hüseyin Paşa Iran Seferine
katılması konusunda, Cağaloğlu Sinan Paşanın emrine uymakta geciktiği için,
1604'de Van'da idam edilmiştir.[162]
Bunun üzerine aile adına isyan eden ve Osmanlı tarihinde Celâlî olarak
gösterilen, devletin kendisini oyalamak için Halep eyaletini vermek suretiyle
meşgul ettiği Canbolatoğlu Ali Paşa, Ma'n oğullarından II. Fahreddin ile
birleşti. Nüfuzunu, Hama'mn kuzeyinden Adana'ya kadar yayan Ali Paşa, müstakil
bir hükümdarmış gibi adına para bastırıp hutbe okutmuş, Fahrettin vasıtasıyla,
başta Toskana olmak üzere, bazı Avrupa devletleriyle anlaşmalar yapmıştır. 1607
yılında Kuyucu Murat Paşa tarafından mağlup edilen Ali Paşa Halep'e kaçmış. Padişah
I. Ahmet'ten özür dileyerek, Temeşvar'a tayin edilmiş ve 1611'de yine Kuyucu
Murat Paşa'nm emri ile idâm edilmiştir.[163]
Bu hadiselerden sonra Kilis ve Halep'te
saklanmaya mecbûr olan Canbolatlar, daha sonra 1630 yılında Fahreddin'in daveti
üzerine Lübnan'a giderek Şûf da yerleştiler. Canbolat b. Said'den sonra oğlu
Ribah ailenin reisliğim sürdürmüş, daha sonra Ali b. Ribah, Şeyh Kablan
el-Kâdî et-Tenûhî'nin[164]
kızı ile evlenmiş ve kayınpederinden sonra Şûf da şey- hu'l-meşâyıh
seçilmiştir.[165]
1777 de Canbolatî ve Yezbekî diye ikiye ayrılan aile Şûf un yüksek
kesimlerinde hakimiyetlerini sürdürdüler. Emir Beşir eş-Şihâbî devrinde,
Şihabîler ile Canbolatlar arasında ortaya çıkan ihtilaflar neticesinde,
Canbolatlar’ın bulundukları yerler tamamen tahrip edildi. 19. asırda, ailenin
en meşhur siması, İbrahim Paşanın Şâm'ı işgalinde büyük rol oynayan Said b.
Beşir el-Canbolâtî'dir. Bu zat 1841'den itibaren Hristiyanlarla Dürzîler
arasındaki savaşa katılmış ve 1861 yılında ölmüştür. Günümüzde Dürzîler
arasında en itibarlı aile Canbolat- lar'dır.[166]
3- Günümüzde
Dürzîler ve Bulundukları Yerler:
Günümüzde Dürzîlerin kesin sayısı
bilinmemekle birlikte, aşağıda görüleceği üzere bütün sayılarının yarım milyon
civarında olduğu tahmin edilmektedir. Lübnan 1956 genel nüfus sayımında,
Dürzîler'in sayısı 88.100, Suriye 1947 genel nüfus sayımında ise 96.641 olarak
görülmektedir.[167] '
Dürzî yazar Sâmî Nesib Mekânın; günümüzde Dürzî
mevcudu ve. bulundukları bölgeler ve faaliyetleri hakkında şu bilgileri
vermektedir:
Günümüzde Lübnan, Suriye, Filistin ve Ürdün'de
yaklaşık dörtyüz- dörtyüzelli bin dürzî olduğu sanılmaktadır. 19. Asırda, Lübnan
ve Suriye'den göç eden bazı Dürzîler, Amerika, Avustralya ve Batı Afrika'ya
yerleşmişlerdir. Kırkbin civarında Dürzî günümüzde Venezüella, Brezilya,
Arjantin, Meksika'da ve daha küçük cemaatler olarak Şili ve Kolombiya'da
yaşamaktadırlar. Birkaç bin dürzî de Birleşik Amerika ve Kanada'da
bulunmaktadır. Adı geçen Ülkelerde, Dürzi cemaatleri ile diğer Araplar
arasındaki bağları takviye eden faal cemiyetleri olduğu gibi, bir kısmı da
önemli sosyal, ekonomik, kültürel mevkilerde bulunmaktadırlar. Ortadoğudaki
Dürzîler, azınlık olmalarına rağmen bölgenin sosyal, ekonomik, politik ve
kültürel hayatında etkinlikleri görülmekte, Suriye ve Lübnan'ın politik ve
sosyal meselelerinde ağırlıkları bulunmaktadır. Dürzîler'in Beyrut'ta dinî,
sosyal ve kültürel işlerle uğraşan bir merkezleri, muhtelif okulları, kulüp ve
kuruluşları, Abeyh'de bir yetimhane ve yaşlılar yurdu mevcuttur. Lübnan'daki
Dürzîler'in sayısı yaklaşık yüzelli- yüzyetmişbin civarındadır. 1925 yılında
Suriye'de, Fransızlar'a karşı, Sultan Paşa el-Atraş'm liderliğinde isyan eden
düşmana karşı başarılı bir mücadele veren Dürzîler'in günümüzde Suriye'deki
sayısı, yaklaşık ikiyü- zaltmış bin civarındadır. Takriben onbeşbin kadarı
Halep civarında, yir- mibini Şam ve çevresinde, yirmibeşbini güney Suriye'de
Katana ve Ku- neytra ve ikiyüzbin kadarı da Cebelu'd-Durûz'da yaşamaktadırlar.
Ürdün'de Dürzîler üçbin civarında, Amman ve Zerka'da yaşayan küçük bir
azınlıktır. İsrail'deki Dürzîler batı Galile ve Kermil dağı eteklerinde yaşayan,
yaklaşık otuzbin civarında bir azınlıktır. Bunlar 1948 işgalinden sonra
topraklarına bağlı olmalarından dolayı bulundukları yerleri terketme-
mişlerdir. Günümüzde, Filistin'deki Dürzîler gelirlerini sahip oldukları küçük
topraklardan sağlayan bir çiftçi toplumu olarak görünmektedir. İsrail'in
kurulması esnasında mukavemet göstermedikleri için, İsrail, burada bulunan
Dürzîler'e karşı diğer Araplar'dan daha iyi ve farklı muamele etmektedir.[168]
SONUÇ:
Görüldüğü gibi Dürzîlik vahye dayalı bir mezhep
yahut din değildir. Bünyesinde Zerdüştlük, Mezdekiyye, Maniheizm, Yeni
Eflatunculuk, Hellenizm, Gnostisizm ve doğu Hristiyan
mezheplerinin düşüncelerinin birleştirmiş, yakın köklerini özellikle aşırı Şiî
mezheplerden almış, eklektik bir fırka görünümündedir.
Zerdüşt dinindeki nurun varlığının hakiki, zulmetin varlığının zıllî olması, Dürzîliğe, akim varlığının hakiki, zıddm varlığının ise aklın nurundan kasıtsız olarak zuhuru şeklinde yansımıştır. Maniheizmdeki nur ve zulmet nazariyesi, Dürzî dünya görüşünün nur ve zulmetle başlaması olarak mezhebe aksetmiştir. el-Hakim, nurundan izhar ettiği aklın gurur ve kurun tuşuna karşı da, zıddı yaratmıştır. Dürzîler sudûr nazariyesini Karmatiler ve İhvanu's-safa vasıtasıyla Yeni Eflatuncu ve Gnostik felsefî ekollerden almışlardır. Arz cisimlerinin dört unsurdan meydana geldiği Aristodan, Tekammus şeklinde belirttikleri tenâsüh de Pisagor ve Efla- tun'dan bazı değişikliklerle alınmıştır. Epikür u taklid ederek, İslâmî mânadaki ibadetlerin bir faydası olmayacağı görüşünü de benimsemişlerdir. Eski Yunan filozoflarının kullandıkları İlletu'l-ilel, külli akıl, külli nefs ve heyûla gibi kavramları alıp, kendilerine adapte etmişler, el- Hâkim için icâd ettikleri el-Muill ve benzeri mefhumları da orijinal görünmek maksadıyla ortaya atmışlardır. Bu mezhep üzerinde, müfrit bir Şiî fırkası olan Batmiyye ve aşırı te villerinin büyük etkisi olduğu görülmektedir. Zaten Dürzîliğin yakın kökleri Bâtınî İsmailiyye'ye dayanmaktadır. Özellikle kıyamet, âhiret, hesap, mizan, ceza ve sevap gibi hususları red ve te'vil edip başka şekilde anlamaları, aralarındaki benzerliklerin bir kısmını teşkil eder. Kur'ân-ı Kerîm âyetlerini ve hadisleri, davalarını isbat için te'vil ederek kullanmaları da sık görülmektedir. Meselâ Allah'ın hududunu aşanların cezalandırılacağını belirten âyetlerdeki hudud, kendi vezir yahud hududlan olarak değerlendirilmektedir. Ayrıca bu fırkada hurûfilik tesirleri de görülmektedir. Bütün bunlar dikkate alındığında, Dürzîliğin bazı dinî ve felsefî sistemlerden derlenip geliştirilen ve bulundukları bölgelerdeki eski kültürlerden geniş ölçüde etkilenen bir mezhep olduğu ortaya çıkmaktadır.
[1] Bk. el-Mes udî,
Murûcu'z-Zeheb, Kahire 1385/1965, IV, 290; Îbnu'l-Esîr, el-Kâmîl fi’t-Tarih,
Beyrut 1399/1879, VIII, 21-31; el-Makrizî, el-Hıtat, Bulak 1270,1, 349-51.
[2] el-Makrizî, a.e., I,
351-54.
[3] H. İbrahim Haşan,
Tarihu'd-Devleti'I-Fâtımiyye, Kahire 1981, s.. 354-58.
[4] İzmirli İsmail
Hakkı, "Dürzî Mezhebi", Daru'l-Fünûn İlahiyat Fakültesi Mecmuası
(DİFM), sy. 2, s. 36; Emin Muhammed Talî, Aslü'l-Muvahhidîn ed-Durûz ve
Usuluhüm, Beyrut 1961, s. 11.
[5] Bk, Silvestre de
Sacy, Expose de la Religion des Druzes, Paris 1938,1 ve II. cilt genel tertibi,
İ.İ. Hakkı, a. mlf., DİFM, sy. 2, s. 70; Abdurrahman Bedevî,
Mezahibu'l-İslamiyyin, Beyrut 1973, II, 509-13; Emin Muhammed Tali, a.e., s.
91-98
[6] Ebû Ya'lâ
el-Kalânisî, Zeylu Tarihi Dimeşk, Beyrut ts., s. 80; İbnu'î-İbrî, Tarihu
Muhtasari'd-Dü- vel, Beyrut, el-Matbaatu'l-Katolikiyye, s. 180; İbn Tağriberdî,
en-Nücûmü'z-Zahire, Kahire 1933,
. IV, 176-77.
[7] Celaleddin
es-Süyûtî, Husnu'l-Muhâdara, Kahire 1967,1, 601.
[8] Muhammed b.
Abdülmün’im el-Himyerî, er-Ravdu'l-Mi'tar fî Haberi'l-Aktar, nşr. İhsan Abbas,
Beyrut 1975, s. 450.
[9] Muhammed Abdullah
înân, el-Hâkim bi-Emrillah ve Esraru’d-Da'veti'l-Fatımiyye, Kahire 1937.
[10] Bk.
Risaletu's-Sîreti'l-Mustakîme, Silvestre de Sacy, a.e., I, Romen rakamı (rr.),
s. 468.
[11] îbn Tağriberî, a.e.,
IV, 177; Adem Metz, el-Hadaratu'l-îslâmiyye, trc. Muhammed Ebû Rîde, Kahire
1967,1, 138.
[12] M. Abdullah înân,
a.e., s. 66.
[13] M. Abdullah înân, a.e., s. 71, 70, 92; John Norman Hollister, The Shi'a of Indiâ, Londra 1979, s232-33. • .
[14] îbn Kesîr, el-Bidaye
ve'n-Nihaye, Beyrut 1970, XII, 9.
[15] C. Brockelmann, îslâm
Milletleri ve Devletleri Tarihi, I (1-3 kısımlar), trc. N. Çağatay; Ankara
1964, s. 150.
[16] M. Abdullah înân,.
a.e., s. 164; Muhammed Ahmed el-Hatib, el-Harekâtu 1-Bâtıniyye fî'l-Âlemi'l-
Îslâmî, Amman 1404/1984, s. 201.
[17] Bk. Hamza b. Ali, Risaletu's-Sireti'l-Müstakime,
De Sacy a.e., I, rr., s. 468; M.A., el-Hatib, a.e., s.
207,233. „
[18] Bk. Ibnu'1-Esîr,
a.e., IX, 314-17; el-Kalkaşendî, Subhu'l-A'şâ, Kahire 1383/1963, III, 426-27;
îbn Tağriberdî, a.e., s. IV, 186; el-Makfizî, 415/1025 senesinde el-Hâkimi
öldürdüğünü iddia eden bir kişiden rivayette bulunarak, onun Sittü'l-Mülk
tarafından öldürtülmediğini belirtir. Bk. el-Hıtat, III, 253.
[19] Abdurrahman Bedevi,
a.e., II, s. 609.
[20] H. İbrahim Haşan,
a.e., s. 168.
[21] Bk. Philip K. Hitti,
The Origins of The Druze People and Religion, New York 1928, s. 33; A.
Bedevi,
a.e., II, 665-66. .
[22] Bk. S. Nâsib Makarem,
The Druze Faith, New York 1974, s. 41-42; Nejla M. Abu îzzeddin, The Druzes,
Leiden 1984, s. 111.
[23] P.K. Hitti, a.e., s.
30; Mihail Bek Şerubim, et-Tâlid fî Mezhebi Ehli’t-Tevhid, Kahire Ramses Matbaası,
tsz., s. 9-10; N.M. Abu îzzeddin, a.e., s. 113. ’
[24] î.î. Hakkı, a.m.,
DİFM, sayı 2, s. 75-77; S.N. Mekârim, Advâ ala Mesleki't-Tevhid, Beyrut 1966,
s.
128. . .
[25] Bk.
er-Risaletu'l-Mevsûme bi-Keşfi'l-Hakaik, De Sacy, a.e., I, rr., s. 469-70; A.M.
el-Hatib, a.e., s. 224.
[26] Bk. a, risale, De
Sacy, a.e., aynı yer.
[27] Bk.
er-Risâletu'ş-Şâfiye li nüfusi'l-Muvahhidin, De Sacy, I, rr., s. 490-91.
[28] Zikru'r-redd ala
Ehli't-Te'vil ellezine yücibûne tekrâra'l-İlah fî akmisa, muhtelife,
Bibliotique Na- tionale, Arapça yazma No: 1432'den naklen, Abdurrahman Bedevi,
a.e., II, 675-80.
[29] Bk. De Sacy, a.e., I,
rr., s. 468; M.A. el-Hatib, a.e. s. 234.
[30] Bk. P.K. Hitti, a.e.,
s. 35; N.M. Abu-îzzeddin, a.e., s. 116.
[31] N.M. Abu-îzzeddin,
a.e., s. 114-15.
[32] N.M. Abu-îzzeddin,
a.e., s. 114.
[33] I.İ. Hakkı, a.m.,
DlFM, sayı 3, s. 180-181; N.M. Abu-îzzeddin, a.e., s. 114.
[34] Bk. Kemal Canbolat,
Mülâkat, Mustafa eş-Şek'a, İslâm bilâ Mezâhib, Kahire 1407/1987, s. 272.
[35] Risale min dûni
Kâimi'z-zaman, bk. De Sacy, a.e., I, rr., s. 493; M.A. el-Hatib, a.e., s. 240.
[36] N.M. Ebu-Izzeddin,
a.e., s. 117; S.N. Mekarim, Adva, s. 121-22.
[37] Emin Muhammed
et-Tali, a.e., s. 100-101.
[38] Kerim Sâbit, ed-Dûrûz
ve's-Sevretu's-Suriye ve Sîretu Sultan Bâşâ el-Atraş (Basım yeri ve tarihi
[40] S.N. Mekarim, Adva,
s. 127, Mustafa eş-Şek'a, a.e., s. 260.
[41] el-Bakara, 28. ’
[42] en-Nisa, 56.
[43] er-Rûm, 19.
[44] Bk. Fuad el-Atraş,
ed-Durûz, Muamerât ve Tarih ve Hakaik, Beyrut tsz, s. 187-88.
[45] Philip K. Hitti,
a.e., s. 44.
[46] N.M. Ebu-îzzbddin, a.e., s. 116.
[47] eş-Şek'a, a.e., s. 260; Mustafa Galib, el-Harekâtu'l-Batıniyye fi'l-îslâm, Beyrut Daru'l-Kütübi'l- Arabî, s. 263; Abdullah en-Neccâr, Mezhebu'd-Durûz ve't-Tevhid, Kahire 1965, s. 58-59; S.N. Ma- karem, The Druze Faith, s. 53-58.
[48] Abdullah en-Neccâr,
a.e., s. 123.
[49] M. Galib, a.e., s.
241.
[50] Muhammed Kamil
Hüseyin, Taifetu'd-Durûz, Kahire 1962, s. 76.
[51] M. Galib, a.e., s.
241.
[52] H. İbrahim Haşan,
a.e., s. 355.
[53] K. Canbolat, Mülakat,
eş-Şek'a, a.e., s. 271.
53 Bk.
Makarem, The Drrze Faith, s. 18.
[54] A.M. el-Hatib, a.e.,
s. 209.
[55] îbn Tağriberdî, a.e.,
II, 598.
[56] Bk. Îbnu'1-Imâd
el-Hanbelî, Şezeratu'z-zeheb fî Ahbari men zeheb, Beyrut tsz., III, 194-95; H.
tb- rahim Haşan, a.e., s. 357-58.
[57] M.K. Hüseyin, a.e.,
s. 79. .
[58] Bk. De Saçy, a.e., I,
rr., s. 468-69.
[59] N.M. Abu îzzeddin,
a.e., s. 103-104.
[60] Bk. îbn Tağriberdî,
a.e., IV, 184.
[61] A. en-Neccâr, a.e.s
s. 115; M.A. el-Hatib, a.e., s. 263.
[62] S.-N. Makarem, The
Druze Faith, s. 24-25; M.G.S. Hadgson, "Duruz", El2
(îng.), II, 632.
[63] Bk. îbn Tağriberdî,
a.e., IV, 248; N.M. Abu îzzeddin, s. 106.
[64] Bk. a. Bedevi, a.e.,
II, 627.
[65] N.M. Abu îzzeddin,
a.e., s. 106.
[66] Bk. De Sacy, I, rr.,
s. 478; M.A. el-Hâtib, a.e., s. 215.
[67] M.A. el-Hatib, a.e.,
s. 209.
[68] Abdullah en-Neccâr,
a.e., s. 123,
[69] Bk. Bahauddin,
Risaletu'l-Muvâcehe, De Sacy, a.e., s. rr., 505.
[70] Bk. S.N. Mekarim,
Advâ, s. 72-73; Hamza hakkında geniş bilgi için bk. De Sacy, a.e., II, 101-227.
[71] Aşağı dereceli hudud
hakkında geniş bilgi için bk. De Sacy, a.e., II, 384-407.
[72] M.K. Hüseyin, a.e.,
s. 110.
[73] Bk.
er-Risaletu'l-Mevsûme bi'ş-Şem'a, De Sacy, a.e., I, rr., s. 480.
[74] Bk. De Sacy, a.e., I,
rr., s. 478.
[75] Bk. M.K. Hüseyin,
a.e., s. 114.
[76] Bk. Kerim Sabit,
a.e., s. 36; M.A. el-Hatib, a.e., s. 258.
[77] E.M. Talî', a.e., s.
94.
[78] Bk. De Sacy, a.e., I,
rr., s. 474.
[79] Mustafa Galib, a.e.,
s. 251. -
[80] A. en-Neccâr, a.e.,
s. 140; M.A. el-Hatib, a.e., s. 269; et-Temîmî hakkında geniş bilgi için bk. De
Sacy, a.e., II, 227-59.
[81] Bk. De Sacy, a.e., I,
rr., s. 474.
[82] Muhammed b. Vehb
hakkında geniş bilgi için bk. De Sacy, a.e., II, 259-89.
[83] A. en-Neccâr, a.e.,
s. 141, Geniş bilgi için bk. De Sacy, a.e., II, 289-97. •
[84] A. Bedevî, a.e., II,
603. Tayini konusunda bk. De Sacy, a.e., I, rr, s. 474-75.
[85] Bk. P.K. Hitti, a.e.,
s. 35; Risâletu'n-Nasârâ, P.K. Hitti, a.e., s. 68-70.
[86] Îbnu'l-Esîr, a.e.,
IX, 513.
[87] Bk. De Sacy, a.e, I,
rr, s. 514-17.
[88] Bahauddin hakkında
geniş bilgi için bk. De Sacy, a.e, II, 297-384.
[89] M.K. Hüseyin, a.e, s.
114.
[90] A. Bedevî, a.e, II,
s. 511.
[91] M.A., el-Hatib, a.e.,
s. 272.
[92] Bk. De Sacy, a.e., I,
rr., s. 467.
[93] Bk. A. Bedevî, a.e.,
II, 707-729.
[94] Bk.
Risaletu'l-cûz'i'l-evvel mine's-seb'ati ecza, bk. De Sacy, a.e., I, rr., s.
485.
[95] Bk.
Taklidu'l-Muktena, De Sacy, I, rr., s. 474.
[96] M.A. el-Hatib, a.e.,
277.
[97] Muhammed Kürd Ali,
Hıtatu'ş-Şâm, Beyrut, 1969, II, 264.
[98] M.A. Hatib, a.e., s.
302.
[99] Bk. P.K. Hitti, a.e.,
s. 37, 39; Mihail Şerûbim, a.e., s. 12.
[100] Bk. De Sacy, I, rr.,
s. 498; el-Hatib, a.e;, s. 303.
[101] K. Canbolat, Mülakat,
eş-Şek'a, a.e., s. 272.
[102] Şeyhu akli'd-Dûruz
Muhammed Ebû Şakra, Mülakât, eş-Şek’a, a.e., s. 273,
[103] Bk. Menşûru'l-Gaybe,
De Sacy, I, rr., s. 514-17; M.A. Hatib, a.e., s. 297. '
[104] Bk. N.M.
Abu-tzzeddin, a.e., s. 126.
[105] Bk. A. Bedevi, a.e.,
II, 514-15. .
[106] Bk. N.M.
Abu-îzzeddin, a.e., s. 108.
[107] Bk. Philip K. Hitti,
a.e., s. 25.
[108] Bk. De Sacy, a.e., I,
rr., s. 454-518; P.K. Hitti, Kitabım neşrettiği 1928 yılında, aradan doksan yıl
geçtiği halde, De Sacy'nin eserinin aşılamadığı, birçok orijinal yazmalara ışık
tuttuğu, fırkanın dâhili tefsirini mükemmel bir şekilde belirttiğini, fakat
sistemi inceleyerek etkilendiği dış tesirler konusunda yetersiz kaldığını ifade
etmektedir. I. Goldziher'in, Dürzîliğe, Sünnîlik ve Şia'dan giren hususların
analizinin yapılmasına dikkat çektiğini belirten yazar, kendi zamanında,
Dürzîler arasında bunu yapabilecek kimsenin bulunmadığını da belirtiyor. Bk.
P.K. Hitti, a.e., s. 25-6.
[109] Bk. De Sacy, a.e., I,
rr., s 454-518; Risâleler ve bulundukları kütüphaneler konusunda bk. A. Bedevi,
a.e., II, 519-56.
[110] N.M. Abu îzzeddin,
a.e., s. 108-9.
[111] N.M. Abu-îzzeddin,
a.e., s. 109.
[112] N.M. Abu îzzeddin,
a.e., s. 108.
[113] N.M. Abu îzzeddin,
Adva, s. 113.
[114] Butrus el-Bustani,
Durûz, Dairetu'l-Maarif, Tahran tsz., VII, 676; N.M. Abu îzzeddin, a.e., 123.
[115] N.M. Abu İzzeddin,
a.e., s. 124. ~
[116] Î.İ. Hakkı, a.m.,
DÎFM, sy. 3 s. 208.
[117] el-Bustânî, a.m.,
D.M., VII, 672.
[118] Bk.
Risâletu’t-Tenzih, De Sacy, a.e., 1, rr., s. 472; İ.İ. Hakkı, a.m., DÎFM, sy.
3, s. 208.
[119] Bk. el-Kalkaşendî,
a.e., XIII, 248-49; Ahmed el-Fevzân, Advâ ala Akideti'd-Dürziyye, 1399/1979, s.
65-6.
[120] De Sacy, a.e., I,
rr., s. 471-72.
[121] Bk- P.K. Hitti, a.e.,
s. 53.
[122] De Sacy, a.e., I,
rr., s. 476; A. Bedevi, a.e., II, 600-1.
[123] Necla M., Abu
îzzeddin, a.e., s. 122.
[124] E.M. Tali, a.e,, s.
129.
[125] Aharon Layish,
Marriage, Divorce and Succession in the Druze Family, Leiden 1982, s. 98.
[126] A. Layish, a.e., s.
108-9.
[127] A. Layish, a.e., s.
105. '
[128] P.K. Hitti, a.e., 54;
el-Bustânî, a.m., DM, VII, 676-77; A. Bedevî, a.e., II, 661.
[129] A. Layısh, a.e., s.
138-41.
[130] A. Layısh, a.e., s.
220; E.M. Tali, a.e., s. 136.
[131] N.M. Abu îzzeddin,
a.e., s. 228.
[132] E.M. Tali, a.e., s.
137.
[133] N.M. Abu îzzeddin,
a.e., s. 230; E.M. Tali, a.e., s. 140-43.
[134] A. Bedevî, a.e., II, 661-62.
[135] Bu konuda bk.
el-Buştânî, a.m., DM, VII, 676; N.M. Ab Izzeddin, a.e., s. 230; A. Layısh,
a.e., 361; S.N. Makaram, The Druze Faith, s. 113.
[136] Cenaze konusunda
geniş bilgi için bk. E.M. Tali', a.e., s. 154-57.
[137] N.M. Abu Izzeddin,
a.e., s. 123-24. .
[138] el-Bustânî, a.m., DM,
VII, s; 666-67; î.î. Hakkı, a.m., DlFM, sy. 3, s. 216.
[139] Philip K. Hitti,
a.e., s. 52. .
[140] Î.I. Hakkı, a.m.,
DlFM, sy. 3, s. 216. .
[141] Bk. Philip K. Hitti,
a.e., s. 11-12; Kemal Canbolat, Mülakat, eş-Şek'a, a.e., s. 272; E. Muham- med
Tali', a.e., s. 11; M.G.S. Hodgson, Durûz, El2 (îng.), II, 633; Druze, The
Illustrated Ency- clopaedia of Mankingd, Londra 1978, V, 525.
[142] N.M. Abu Izzeddin,
a.e., s. 221. .
[143] el-Bustânî, a.m., DM,
VII, 672; Philip K. Hitti, s. 42; A. Bedevi, a.e., II, s. 658; N.M. Abu Izzed-
din, a.e., s. 223. •
[144] el-Bustânî, a.m., DM,
VII, 673.
[145] el-Bustânî, a.m., DM,
VII, 672; The Illustreted Encyclopaedia, V, 525.
[146] Bk. M.A. el-Hatib,
a.e., s. 285-86. , '
[147] el-Bustânî, a.m.,
DM, VII, 676; A. Bedevi, a.e., II, 659.
[148] N.M. Abu-İzzeddin,
a.e., s. 224; The Illustrated Encyclopaedia, V, 525.
[149] A. Bedevi, a.e., II,
659. .
[150] el-Bustânî, a.m., DM,
VII, 677; P.K. Hitti, a.e., s. 43; E.M. Tali, a.e., s. 107.
[151] el-Bustânî, a.m., DM,
VII, 673. .
[152] el-Bustânî, a.m., DM,
VII, 676.
[153] Illustrated
Encyclopaedia, V, 525.
[154] M.A. el-Hateb, a.e.,
s. 285.
[155] A. Bedevi, a.e., II,
659.
[156] N.M. Abu-îzzeddin,
a.e., s. 225-26.
[157] A. Bedevi, a.e„ II,
627-28.
[158] N.M. Abu-îzzeddin,
a.e., s. 148-49.
[159] P.K. Hitti, a.e, s.
21; A. Bedevi, a.e., II, 627-30; M.C. Şihabeddin Tekindağ, Dürzîler, ÎA, III,
668; H. Kinderman, Tenuh, lA, XII, 162-67.
[160] P.K. Hitti, a.e., s.
8; A. Bedevî, 631-32; Ş. Tekindağ, a.m., IA, III, 670-71.
[161] Mehmed Süreyya,
Sicill-i Osmânî, İst., 1311, II, 61.
[162] Muhibbi, a.e., II,
84-85; Ş. Tekindağ, "Canbulat", İA, III, 22.
[163] Ş. Tekindağ,
"Canbulat", İA, III, 22-.3.
[164] Bu zat için bk. N.M.
Abu-îzzeddin, a.e., s. 208.
[165] N.M. Abu-îzzeddin,
a.e., s. 209; Ş. Tekindağ, "Canbulat", III, lA, 23.
[166] Bu konuda bk.
Muhibbi, a.e., II, 84, 87; P.K. Hitti, a.e., 21-2; A. Bedevî, a.e., II, 632-33;
N.M. Abu-îzzeddin, a.e., s. 208-216.
[167] A. Bedevî, a.e., II,
s. 635-36. !
[168] Bk. S. N. Makarem, The Druze Faith, s. 1-4.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar