Ehli Anlamamışken İki Seneyi...
Ebul Hasan Harakânî’nin “Rabbimden İki Şey/İki Sene İle Eksiğim” Sözünün Tasavvuf Literatüründeki Yorumları
Ercan ALKAN*
Giriş: Sözün Literatürdeki Yeri
Genel olarak
sûfîlerin Rab ile kul arasındaki münasebete dair söyledikleri, Hak ile halk
arasındaki alâkayı açıklayıcı mahiyete sahip anlatımlardan sayılır. Dolayısıyla
tasavvufun bilgi ve varlık görüşü bu söyleyişler üzerinden temellenmektedir.
Bilindiği üzere tasavvuf tenzih ile teşbih arasında gidip gelen kadîm ile hâdis
arasındaki ilişkiyi kendi sistemi içerisinde bir dengeye oturtarak Rab ile kul
münasebetinin bir yönüyle tenzihe, bir yönüyle de teşbihe konu edileceğini
öngörmüş, böylelikle dinamik bir perspektif ortaya koymuştur.[1]
[2]
Bu minvalde, meseleyi anlamak için Cüneyd-i Bağdâdî’nin (ö. 297/909) “Hâdis
(sonradan olan) kadîme (evveli olmayan) mukârin olunca hâdisten hiçbir iz kalmaz” sözünü zikredebiliriz.[3] Örnekler Hallâc-ı Mansûr (ö.
309/922), Ebûbekir Verrâk (ö. 320/932) gibi sûfîlerin, tasavvufun klasik
eserlerinde yer alan buna benzer söylenmiş sözleri ile çoğaltılabilir.[4]
Ebu’l- Hasan Harakânî’nin (ö. 425/1033)
“Sûfî
yaratılmamıştır”[5] ya da
“Eğer beni
bilse idiniz bana secde ederdiniz”
[6] gibi
cümleleri de bu doğrultuda değerlendirmeye tâbi tutulabilir. Benzer şekilde
Harakânî’nin bu makâleye konu olan
“Rabbimden
iki şey/iki sene ile eksiğim”
sözü de
tasavvuf literatüründe daha çok, biraz önce isimlerini andığımız Hallâc ve
Verrâk’ın Rab ile kul arasındaki farka ilişkin sözleri eşliğinde zikredilmiş ve
yorumlanmaya çalışılmıştır.
Söz
Harakânî’nin ismi anılmak sûretiyle tespit edebildiğimiz kadarıyla ilk olarak
Aynülkudât el-Hemedânî’nin (ö. 525/1131) Temhîdât’ında geçmektedir.
Buradaki rivâyet “Rabbimden iki sene ile eksiğim (iki yaş küçüğüm)” [Ene
ekallü min rabbî bi-seneteyn] şeklindedir.[7] Harakânî’ye nispetle sözün
geçtiği bir başka tasavvuf klasiği ise Fahreddîn-i Irâkî’nin (ö. 688/1289) Lemaât’ıdır.
Irâkî, “Rabbimden iki şey ile eksiğim” [Ene ekallü min rabbî bi-şey’eyn]
rivâyetini esas almıştır.[8]
Ancak sözün, Harakânî’nin ismi verilmeyerek “iki şey” ifadesi ile Haydar Âmülî
(ö. 787/1385) tarafından da iktibas edildiği görülmektedir.[9] Yine söz Harakânî’nin ismi
zikredilmeksizin, “iki sene” rivayeti ile Simnânî’nin Çihil Meclis’inde[10],
Kâşânî’nin Risâle fî beyâni mikdâri’s-seneti’s-sermediyye’sinde[11] ve Feyz-i Kâşânî’nin
(ö. 1090/1679) Resâil’inde[12]
iktibas olunmuş ve yorumlanmıştır. “İki sene” rivâyetini Harakânî ismini
zikrederek yorumlayan bir diğer eser ise Hasenâtü’l-ârifîn’dir.[13] Ancak bununla beraber
Ebu’l-Hasan Harakânî’nin terce- me-i hâline ve sözlerine yer veren Tabakâtu’s-sûfiyye[14], Esrârü’t-tevhîd,
Tezkiretü’l- evliyâ[15], Keşfu’l-mahcûb[16], Şerh-i Şathiyyât[17], Müntehab-ı Nûru’l-ulûm[18], Nefâhatü’l- üns[19] gibi eserlerde onun bu
sözüne rastlanmadığını da ayrıca belirtmek gerekir. Yalnız Müntehab-ı
Nûru’l-ulûm[20] ve Tezkiretü’l-evliyâ’da[21] Harakânî’nin cümlesi
birebir geçmemesine rağmen bu sözü andıran Ali Dihkan’a ait bir cümleyi Harakânî
kendisi nakletmiştir: “İnsan bir yanlış düşünceyle Allah’tan iki senelik bir
yol kadar geride kalır” [Merd be endîşe-i nâ-savâb ki be-kuned dû sâl râh ez
Hak Teâlâ pes ufted.]
Harakânî’ye
nispet edilen bu söz, şaşırtıcı bir şekilde Şiî kaynakları tarafından bir takım
farklarla bâzen Hz. Peygamber’e bâzen ise Hz. Ali’ye atfen “Rabbimden iki sene
ile küçüğüm” [Ene asgaru min rabbî bi-seneteyn] versiyonuyla aktarılır.[22]
Şiî literatürde evvelemirde söz red ve kabulü çerçevesinde farklı
yorumlara tabi tutulmuş[23],
son dönemin merci-i taklidlerinden Seyyid Hüseyin Burûcirdî (ö. 1961)
tarafından Hz. Ali’ye nispetle daha çok zâhîri ve lügavî husûsları dikkate
alınarak yorumlanmaya çalışılması, bir örnek olarak burada zikredilebilir. Ona göre
Hz. Peygamber’in nübüvvet ve velâyet (imâmet) olmak üzere iki makâmı vardır.
Hz. Peygamber velînin hilâfına her iki mertebeyi
yani nübüvvet ve velâyeti de câmîdir. Velînin ise
yalnızca velayeti vardır, nübüvveti yoktur. Nebî her iki mertebeyi câmî olması
itibariyle velîden üstündür. Nitekim Hz. Ali’nin “Rabbim- den iki sene ile
küçüğüm” [Ene asgaru min rabbî bi-seneteyn] sözü bu mânâya işâret
etmektedir. Âyetullah Burûcirdî cümlede geçen “rab” ile kelimenin mürebbî anlamının kast edildiğini söyler. Dolayısıyla “rab”,
burada Hz. Peygamber’dir. Hz. Ali’nin sözündeki “sene” kelimesi ile mertebe
kast olunmaktadır. Yani adetâ Hz. Ali şöyle demek istemektedir: “Hz.
Peygamber her iki mertebeyi de câmîdir, benim ise bir mertebem var, dolayısıyla
Hz. Peygamber bu iki mertebe ile benden büyüktür.” İşte bu iki mertebe,
sözde ifade edildiği üzere Hz. Ali’nin Hz. Peygamber’den iki yaş küçük
olmasının sûreten bir sebebidir. Hz. Ali’nin aksine Hz. Peygamber nübüvvet ve
velâyet mertebelerini her ikisini de câmîdir. Âyetullah Burûcirdî’ye göre,
birilerinin zannettiği gibi bu sözde “rab” ifadesi ile Allah, “sene” ile de
uluhiyyet ve nübüvvet kast edilmemektedir. “Rab” ve “sene” kelimeleri
çerçevesinde yapılan mezkûr yorum geçersiz olduğu gibi asla kabul de edilemez. Bu yorum bağlamında sözün Hz.
Ali’ye nispet edilmesi köksüz ve asılsızdır. Çünkü Allah’ın zâtı bu tür
nispet ve vasıflardan münezzehtir. Hak ile Hakk’ın dışındakiler (âlem/halk)
arasında böyle bir nisbet ve ittisâl muhâldir.[24] Buna mukabil bir
başka Şiî müellif Feyz-i Kâşânî (ö. 1090/1679) ise Hz. Ali’ye nispet edilen bu
sözün, sûfîlerce söylenmiş olan “Rabbimden iki sene ile eksiğim” [Ene ekallü
min rabbî bi-seneteyn] sözü ile benzerliklerini vurgulayarak ifadeyi şöyle
yorumlar: “Ben iki sıfat ile kendi Rabbimden eksiğim. Geriye kalan diğer
sıfatların tümünde ise O’nunla ortaklığa sahibim. Bu iki sıfat ise
vâcibu’l-vücûd oluş ve istiğnâdır”.[25] Yine Şiî geleneğin öne çıkan
isimlerinden Ni’metullahî şeyhi Muhammed Cafer b. Safer Meczûb Alişâh (ö.
1238/1823) ise “Rabbimden iki sene ile küçüğüm” [Ene asgaru min rabbî
bi-seneteyn] ifadesini Hz. Peygamber’e ait bir hadis olarak değerlendirip
hadis üzerine kendi ifadesiyle “hükemâ-yı ilâhiyyûn ve urefâ-yı vâsiliyyûn”un
anlayışları çerçevesinde müstakil bir risâle kaleme almıştır. Risâlenin
mukaddimesinde hadiste kullanılan kelimelerdeki belâgate dikkati çeken müellif
ifadenin niçin “Rabbim benden iki sene büyüktür” [Rabbî ekberu minnî
bi-seneteyn] şeklinde söylenmediğinin önemi üzerinde durur. Meczûb Alişâh’a
göre hadis Hz. Peygamber’in “cevâmiu’l-kelim” olma yönünü yansıtan güzel bir
ifadeye sahiptir. Çünkü Hakk’ın büyüklüğü ve yüceliği her şeyde ve her yerde
zâhirdir. Mukaddimeden sonra üç bölümde hadisi şerh eden müellif hadisteki “iki
sene” ifadesini “rab” kelimesine verilen üç farklı anlam ile ilişkilendirerek
üç farklı şekilde yorumlar. Şâyet “rab”dan murad, nev’lerin rabbi ise iki
mertebenin anlamı nebat ve hayvan mertebeleridir. “Rab” ile Hz. Peygam- ber’in
terbiyesini ve kemâlini üstlenen rab kast olunuyorsa, “iki sene” ile akıl
mertebesi ve nefs-i küllî mertebesi kast olunmaktadır, çünkü her iki mertebe
uluhiyyet mertebesinden sonradırlar. Son olarak “rab”den kast olunan ilâhî
isimlerin müsemmâsı olan “rab” ise bahsedilen iki mertebe zâtî birlik ve
ulûhiyyet mertebesi olmaktadır.[26]
Bir başka
dikkat çekici husus Tânevî’nin (ö. 1158/1745), Mecmau’s-Sülûk adlı
eserden istifade ile “şath” kavramını anlatırken “Rabbimden iki sene ile küçüğüm”
[Ene asğaru min rabbî bi-seneteyn] ifadesini İbn Arabî’ye nisbetle
iktibas etmesidir. Tânevî, Bâyezîd’e ait “Sübhânî mâ a’zame şânî” ve Hallâc’a
ait “Ene’l- Hak” ifadeleri ile birlikte naklettiği bu cümleyi şathiyeye örnek
olarak verir. Şathın tanımını ise hâlin galebesi ve sekrin etkisi ile ortaya
çıkan söz şeklinde yapar. Müellife göre, şath ifadeleri evvelemirde ne kabul ne
de reddedilebilirler. Tânevî bu gibi sözleri söyleyenleri de sözlerinden dolayı
ayıplanmamak gerektiği husûsunu özellikle vurgular. Ona göre şath ifadelerinin
kabul edilmemesinin sebebi, peygamberlerin dışındaki kimselerin mâsum olmaması
ilkesidir. Nitekim bu gibi sözlerin asılsız birer söz olma ihtimali mevcuttur.
Hemencecik üstünkörü bir şekilde reddetmemek gerektiği husûsu ise, şath
ifadeleri kendilerinden sadır olan kimselerin mârifet ehli olmalarıdır. Belki
onlar başkalarına keşf olunmamış bir takım mânâlara sahiptirler. Bu husûslar
göz önünde bulundurulduğu zaman, şath ifadelerine karşın en doğru ve sâlim yol
ya da tavır, ne doğrudan kabul ne de doğrudan reddir.[27]
Varlık ve Zaman: İki Şey ve
İki Sene
Harakânî’ye
nisbet edilen sözün literatürde yer bulduğu geniş yelpazeyi özetledikten sonra
sözün sûfîler tarafından nasıl yorumlandığı üzerinde durabiliriz. Sûfî
müellifler tarafından yapılan yorumlar çoğunlukla “iki sene” ve “iki şey”
ifadesi çerçevesinde yapılmaktadır. Dolayısıyla yorumlar kabaca iki meseleye
ircâ olunabilir: Varlık ve zaman düşüncesi.
Aynu’l-Kudât
Hemedânî, on temhîdden oluşan eseri Temhîdât’ın altıncı temhîdinde
Harakânî’nin sözüne “iki sene” rivayeti ile yer vermektedir. Bu bölümün üst
başlığı ise “Aşkın Hakîkat ve Hâlleri [Hakîkat ü Hâlât-i Aşk]”tır. “Onlar
Allah’ı severler Allah da onları sever” (Mâide, 5/54) âyetinin tevili bu
bölümün ana konusudur. Hemedânî’nin meseleye yaklaşımı “Allah’ın ahlâkı ile
ahlâklanmak” ilkesi çerçevesindedir. Ona göre kulların Allah’ı sevmesi ve
Allah’ın da kulları sevmesi hâli gerçekleştiği zaman kul Allah’ın ahlâkı ile
ahlâklanmış olur. Ebu’l-Hasan Harakânî’nin sözünü de kulun Allah’ın ahlâkı ile
ahlâklanması bağlamında zikreder. Burada Hemedânî bir başka sûfîye ait bir söz
ile birlikte Ebu’l-Hasan Harakânî’nin sözünü aynı minvalde ele alıp nakleder:
“Kul için kulluk tamam olunca onun yaşaması Allah’ın yaşaması gibi
olur.”
Yani kul
Allah’ın ahlâkından nasiplenmelidir. Hemedânî bu husûsu kulun Hakk’ın sıfatları
ile sıfatlanması gerektiği şeklinde yorumlar. Bu sıfatlar ise sem’, basar,
kudret, irâde, hayât, bekâ ve kelâm’dır. Hak’ta kadîm olan bu sıfatlar, kulda
bâkî ve dâimî olabilir. Bu noktada Hemedânî kıdem ile bekâyı ayrı ayrı
kategorilerde ele alıp değerlendirmektedir. Ebu’l-Hasan’ın “Rabbimden iki sene
ile eksiğim” ifadesini, Rabbim beni iki sene geçmiştir, o benden iki sene öndedir,
şeklinde anlamaktadır. “İki sene” ile kast olunan zaman, “Allah’ın günlerini
onlara hatırlat” (Gâşiye, 88/21) âyetinde de belirtildiği üzere Hakk’ın günleri
ve yıllarıdır, her bir saati bir gün gibidir, her bir günü bin sene gibidir.
Nitekim bu husûsu Hemedânî bir başka âyetle teyid edererek açıklar: “Rabbinin
katında bir gün sayılan bin senedir.” (Hac, 22/47) Harakânî’ye bu sözü söyleten
makâm, Hallâc-ı Mansûr’a “İki sıfat müstesna Rabbim ile benim aramda fark
yoktur: Zâtî sıfatlar ve kâimî sıfatlar. Varlığımız (kıyâm) onunladır ve zâtlarımız
ondandır.” sözlerini söyletmiştir. Harakânî ve
Hallâc’ın sözlerinin mahiyetini kavr a- makta yardımcı olacak bir başka söz ise
Üstad Ebûbekir Fûrek’e ait “Fakîr, ne Rabbi’ne ne de nefsine muhtaçtır”
cümlesidir. Ancak Hemedânî, bu sözlerin söylendiği makâmın yüksek bir makâm
olduğunu ifade eder ve herkesin bu tarz sözleri ve sözlerin söylendiği makâmı
idrâk etmeye kâbiliyetinin olmadığının üzerinde durarak yorumlarını tamamlar.[28]
Harakânî’nin
sözünün yorumlandığı en geniş litaretür Fahreddîn-i Irâkî’nin Lemaât’ı
ve bu eser üzerine yapılan şerhlerdir. Irâkî, Lemaât’ın onyedinci
lem’asında bu söze yer verir. Abdurrahmân Câmî’nin belirttiği üzere bu lem’anın
ana konusu “Mâşûkun tecellîlerindeki çeşitlilik ve bu tecellîlere göre
istidâdlarda âşıkın terakkîsinin açıklanması, istidâdın anlamına dâir sûfîlerin
söylediği sözler, seyr-fillâh yolunun sonsuzluğuna ilişkin işâretler
hakkındadır.” Bu konular çerçevesinde Lemaât müellifi Harakânî’nin
sözünü başka birkaç sûfînin sözü ile birlikte zikreder ve iktibas ettiği sözler
arasında bir irtibat kurmaya çalışır. Öncelikle Irâkî “Müeddib-i Evliyâ”
ünvânıyla bilinen büyük sûfî Ebû Bekir Verrâk’a (ö. 320/932) ait “Rabbim ile
benim aramda bir fark yoktur. Ancak ben kulluk (ubûdiyet) yolunda ilerlemiş
bulunuyorum.” sözünü nakleder daha sonra Harakânî’nin “Rabbimden iki şey ile
eksiğim” sözüne yer verir. Peşi sıra ise Harakânî’nin bu sözünü doğruluğunun
tasdik eden Ebû Tâlib Mekkî’nin “Ebu’l- Hasan doğru söylemektedir, zîrâ Cenâb-ı
Hak varlığı yarattığı gibi yokluğu da yaratmıştır.” sözünü iktibas eder.[29]
Aslında bu sözü ile Ebû Tâlib Mekkî, iki şey ifadesini vücûd ve adem şeklinde
yorumlamış olmaktadır.
Gerek
Hemedânî gerekse Irâkî bu sözün söylendiği ya da müşâhede olunduğu makâmın,
yüce bir makâm olduğunu ve bu makâma erdikten sonra Harakânî’nin feryat ederek
bu sözünü dillendirdiğini belirtmekle yetinmişlerdir. Ne var ki her iki sûfî
müellif de müşahede olunan makâma ilişkin eserlerinde herhangi bir açıklamaya
yer vermemişlerdir. Peki, Harakânî tarafından müşahede olunan bu makâm, tam
olarak hangi makâmdır? Ali el-Kirmânî’nin soruya verdiği cevap, fenâdan sonra
bekâ olmaktadır.[30]
Abdurrahmân Câmî’ye (ö. 898/1492) göre ise bu makâm “Hak katından gelen ve
feyz-i mukaddes olarak tâbir edilen ifâza-i vücûd ve yine Hak katından gelen ve
feyz-i akdes olarak tâbir edilen vücûdu kabul istidâdıdır.” Câmî, Harakânî’nin
kendi Rabbinden daha eksik ve aşağıda olduğu bu iki şeyden birisinin Hakk’ın
feyz-i mukaddesten istiğnâsı, diğerinin ise Hakk’ın feyz-i akdesten istiğnâsı
olarak yorumlar. “Çünkü Hakk’ın hakîkati vücûdun kendisidir. Ne vücûda feyz
vermeye muhtaç ne de varlık için herhangi bir istidâda muhtaçtır.” Câmî’nin bu
yorumu “iki şey” rivayetinden hareketledir. Diğer nüsha farklılıklarını dikkate
alan Lemaât şârihi Câmî, “iki şey” yerine “iki sene” rivâyetinin de var
olduğuna dikkatleri çeker. Ona göre “iki sene”den murad ise, halk üzerinde
feyz-i akdes ve feyz-i mukaddes itibariyle Hakk’ın tekaddüm etmiş olduğu her
iki mertebedir.[31]
“İki sene”
rivayetini dikkate alan bir başka Lemaât şârihi de Şihâbüddîn Emîr
Abdullah Berzişâbâdî’dir. Ona göre “iki sene”den murad sermediyet ve vahidiyet
seneleridir. Bu ise -Ebû Tâlib Mekkî’nin de belirttiği üzere- adem ve vücûd
mertebelerine tekâbül etmektedir.[32]
Ebû Tâlib Mekkî’nin Harakânî’nin bu sözünü tasdik etmesinin önemi üzerinde
duran Ni’metullâhiyye’nin pîri Ni’metullâh-ı Velî (ö. 834/1431), “iki sene” ile
kast olunanın ilk tevilinin vücûd ve adem olabileceğini söyler, dolayısıyla
“Ebu’l-Hasan ne varlığa vücûd verebilir ne de ademi yaratabilir.” Ona göre bu
sözün ikinci bir tevili ise şudur: “İki sene ifadesi ile ezel ve ebed kast
edilmektedir. Ve Ebu’l-Hasan zâtı itibari ile ne ezelîdir ne de ebedîdir.” Son
olarak sözün bir diğer tevili de zâtî vücûb ve hakîkî vücûb olabilir. Her iki
vasıf da vâcibü’l-vücûdun özelliklerindendir.[33]
“Rabbimden
iki sene eksiğim” ifadesini daha çok varlığın taayyüne gelişi ve bu taayyün
sonucunda ortaya çıkacak olan gayr/gayriyyet itibari ile değerlendiren
Saînüddîn Isfahânî, bu sözü ilâhî sırları âşikâr edici ve mezkûr esrardaki
gizliliği giderici bir hakikat olarak vasf eder. Ona göre ifade “ben kendi
rabbimden iki sene ya da iki şey ile eksik bir kulum” anlamındadır. Ancak bu
söz ile kast olunan mânâ iki vecih ile açıklığa kavuşmaktadır. Vecihlerden ilki
taayyünde Hakk’ın dışında ne var ise onların (mâsiva ve gayr) menşei, diğeri
ise sübût mahallidir. Bu ise kulun zuhûrunun menşeidir. Dolayısıyla bu
cüz’ileri ve mertebelerin kısımları kendinde muhtevî olan bu iki kâmil mertebe
mukaddem olur. Isfahânî, “iki sene” ifadesi ile kast olunanın bu mertebeler
olduğunu belirtir. Çünkü kul ile rabbi arasındaki diğer sıfatlarda
iştirak/ortaklık sûret kabul eder; ancak iki sıfat bunun dışındadır. O iki
sıfat ise vücub-i zâtî ve istiğnadır. İki şey ile eksik olma şeklindeki
rivayet de Isfahânî’ye göre buna mutâbıktır. “Kul bu mertebede olduğu vakit her
ne kadar vücûdu yok ve sübûtu var ise de tahkik usûlü üzere ikinci mertebede
sübût-i hakîkî, birinci mertebede sübût-i itibârî vardır.”[34]
Bir diğer Lemaât
şarihi Ali el-Kirmânî ise “iki şey”i Abdurrahmân Câmî’nin sözünü ettiği feyz-i
akdes ile feyz-i mukaddes kavramları etrafında temellendirir. “Harakânî keşf
makamına eriştiği vakit, vücûd feyz-i mukaddes itibari ile Hak’tan, vücûdu
kabul etme istidadı da aynı şekilde feyz-i akdes itibari ile Hak’tan olduğunu
müşâhede etmiş ve şöyle feryat etmiştir: “Ben Rabbimden iki şey ile
eksiğim.” “İki sene” rivayeti ile ise şu kasdolunmaktadır: “İlim mertebesinde
iken vücûdu kabûle istidâddan ibaret olan benim vücûdum feyz-i akdese bağlıdır.
Ayn mertebesinde iken varlığımın istidâda uygun bir şekilde taayyünü feyz-i
mukaddese olan taalluku iledir. Ancak benim rabbimin varlıkta bu iki şeye ihtiyacı
yoktur. Ve ben bu iki şeye (ihtiyaca) ya da iki seneye göre, kendi rabbim- den
iki feyzden gınâ hasebiyle eksiğim ve mertebe hasebiyle ise daha alttayım.” Ali
el-Kirmânî’nin bir diğer “iki şey” yorumu ise kulun vücûdunun taayyünü ve fenâ
ile zevâl bulmasıdır. Âdeta Harakânî bu sözü ile şunu demek istemektedir: “Ben
taayyün ve fenâdan sonra bekâ buldum ve Hak ile bâkî oldum. Bekâ halinde kendi
nazarımda taayyün ile mevcûd olan ben O’yum. Ne zaman ki taayyün benden zâil
oldu işte bekâ hâlinde bu var olan benim. Ve Hak taayyünden ve zevalden önce de
böyle idi.” Bu son cümle sûfîler tarafından sıkça iktibas edilen ve genellikle
de Bâyezîd-i Bistâmî’ye nispet edilen “O şimdide olduğu hâl üzeredir” [el-ân-kemâ
kân] ifadesinin farklı bir söyleniş tarzıdır. Kısacası Harakânî’nin
cümlesi bu yorumlar eşliğinde, “Ben taayyünümün zevâlinden sonra böyleyim, O
taayyün ve zevâlden önce de böyledir” anlamındadır. “İşte benim ile O’nun
arasında var olan fark da budur.” Nitekim Harakânî eriştiği bu keşf makâmında
kendi vücûd ve istidâdının Hak’tan olduğunu müşâhade etmiştir. İlim mertebesinde
iken ayn-ı sâbitesinin ve istidâdının sûretinde zâhir olan Hak’tır. Aynı
şekilde ayn mertebesinde istidâdı nispetinde, taayyün etmiş olan ayn-ı sâbitesi
de Hak’tır. Fenâdan sonra bekâ bulduğu vakit bu keşf onda mütehakkık olmuştur.[35]
Sûfîler
nezdinde zamanın farklı kategorilere sahip olması “iki sene” ifadesinin daha
çok bu görüşler çerçevesinde yorumlanmasına sebebiyet vermiştir. Yukarıda
Hemedânî’nin farklı bir üslupla dillendirdiği zaman/gün mefhumunu Yâr Ali
Şîrazî (ö. 814/1412), Kâşânî’nin sermediyet meselesi üzerinde kaleme aldığı
risalesindeki görüşlerini özetlemek sûreti ile izah eder. Kâşânî’nin mezkûr
risalesi İbn Arabî’nin Kitâbü’l-Ezel’de, Sadreddîn Konevî’nin İcâzü’l-Beyân’da
dile getirdiği zaman anlayışlarını varlık mertebeleri ile irtibatlı olarak ele
alan bir eserdir. Aslında risâle İbn Arabî-Konevî çizgisinin “zaman”a ilişkin
görüşlerinin güzel bir özeti mahiyetindedir.[36] Dâvûd el-Kayserî ise hocası
Kâşânî’nin “zaman”a dâir bu düşüncelerini bir adım daha öteye taşıyan
“Dirâyetü’z-Zamân” isimli bir eser telif etmiştir.[37] Yâr Ali Şîrazî, şerhinde ilk
olarak, yukarıda ifade ettiğimiz üzere Kâşânî’nin risâlesini özetler.
İki sene ifadesindeki sene üç kısımdır:
1. Sermed senesi.
2. Dehr senesi. 3. Zamân senesi. Sermediyet (ezel) mertebe-i ahadiyyet
itibariyledir. Dehr senesi mertebe-i vahidiyyet itibariyledir. Zaman senesi,
her ikisinin altında bulunan mertebeler itibariyledir. Bu mertebelerin ibtidası
akl-ı küllîdir ve bunlar insânî mertebedeki Hakk’ın isimleridir. Dolayısıyla
ilk iki sene yani sermed ve dehr, yalnızca Hakk’a aittir. Zaman ise insana has
bir durumdur. “İki şey” rivayeti ise Yâr Ali Şîrazî tarafından daha çok insanın
halife olması meselesi ile irtibatlı olarak ele alınır. Şöyle ki halifenin
riayet etmesi gereken en önemli ilke, halefi olduğu kimsenin bütün vasıflarını
cem’ etmek zorunda olmasıdır. Mâlum olduğu üzere insan Hakk’ın halifesidir ve
“Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanınız” hükmü ile insan, halifesi olduğu (muhallef)
Hakk’ın ahlâkı ile ahlâklanmalıdır. Yâr Ali Şîrazî’ye göre ahlâklanma/tahalluk
mümkün olmasa idi, insan Hak tarafından böyle bir husûsla emrolunmazdı. Ayrıca “Allah’ın
ahlâkı ile ahlâklanınız” hükmü, hakikat itibari ile vücûb/zorunluluk bildiren
bir emirdir. Yâr Ali Şîrazî’ye göre ilahî ahlâkın tamamı ile ahlâklanmak
mümkündür, ancak iki sıfat bunun istisnasıdır: Biri vücûb-ı zâtî, ikincisi gınâ-yı mutlaktır.
İşte Harakânî’nin eksik kaldığı husûslar da bu iki
vasıftır.[38]
“Rabbimden
iki sene ile küçüğüm” [be-dû sâl hordterem ez perverdigâr-ı hod] ifadesi ile
söze şathiyeleri yorumladığı eserinde yer veren Dârâ Şükûh, burada kast olunan
mertebelerin ubûdiyyet, rubûbiyyet ve hüviyyet mertebeleri olduğunu söyler.
Dolayısıyla da söz, ubûdiyyet mertebesi, rubûbiyyet ve hüviyyet mertebelerinden
daha aşağıdadır, şeklinde anlaşılmalıdır.
Harakânî’nin
sözünü yukarıda adı geçen diğer müelliflerin aksine Alâüddev- le-i Simnânî (ö.
736/1336) seyr ü sülükte karşılaşılan hallerden ve aşamalarından birisi olarak
değerlendirir. Ona göre bu merhale sâlik için pek de itibar edilecek bir hâl
değildir. Simnânî sûfî büyüklerden sekr ve vücûd hâli müstesna bu türlü
sözlerin zuhûra gelmeyeceğini söyler. Eğer, mestî/sarhoş mest hâlinde bir takım
ifadeler dillendirirse ve mestî/sarhoş sahih/doğru bir mertebe içinde olursa,
ayık hâle gelince ve içinde bulunduğu hal dolayısıyla istiğfar etmelidir.
Umulur ki Hak Teâlâ nihayetsiz keremi ile onun bu cür’etini affeder. Aslında bu
Simnânî’nin söz konusu durumlardaki genel tutumudur, kendi müridleri içinde bu
tür vâkıalara sahip olan kimselere karşı da Simnânî çok olumlu yaklaşmamıştır.
Ancak buna rağmen Simnânî Harakânî’nin sözünü şerh etmekten de kendini
alamamıştır: “Rabbimden iki sene ile eksiğim” sözündeki “iki sene” ile iki
mertebe kast edilmektedir. Simnânî’ye göre varlıkta her ne var ise ve her neye
varlık ismi verilmiş ise dört mertebenin dışında değildir: Varlık ya Hakk’ın
zâtıdır veya Hakk’ın ef’âlidir. Nitekim Harakânî, bu hakikatlerin manalarına
muttali olunca ve eser mertebesinde kendisi ve Hak arasında iki mertebe, yani
efâl ve sıfat mertebeleri, itibari ile fark gördü. Harakânî, iki mertebe ile
kendisini zâttan uzak görünce, hâlini bu ifadelerle dile getirdi.[39]
Sonuç
Ebu’l-Hasan
Harakânî tasavvufî meşrep açısından Bâyezîd-i Bistâmî meşrebinde olmak
hasebiyle[40],
kapalı, duyanı hayrete düşürecek, muhayyileyi alt üst edecek, bilinci
zorlayacak tarzda cümlelerle yüksek hakikatleri dile getirmiştir. Aslında
hakikat söze geldiği ya da başka bir ifade ile kalıba girdiğinde bu söyleyeni
açısından pek olağan bir durumdur. Ancak dinleyenler ve muhataplar açısından
durum pek de olağan olmayabiliyor. Burada özellikle şunu vurgulamak gerekiyor:
Harakânî ya da benzer meşrepteki diğer sûfilerin ifade tarzını doğrudan beşerî
bir sekr/sarhoşluk veya hayret hali ile irtibatlandırmak pek yerinde olmasa
gerektir. Çünkü söz konusu yaklaşım muhataplarda çoğunlukla üzerinde durul-
maması gereken, pek de önemli olmayan, ele avuca sığmayan, mantıksal bir
çerçevede düşünülemeyen, saçma olanın sınırlarında gezen paradoksal ifadelerle
karşı karşıya olduğu vehmini uyandırmaktadır. Ne var ki tasavvuf tarihi
literatürünün sûfîlerden sâdır olan bu tür ifadelere yaklaşımı bunun aksi
görünümdedir. Nitekim ne Temhîdât’ta ne de Lemaât ve şerhlerinde
Harakânî’nin bu sözü, bilincin devre dışı kaldığı esnada söylenmiş bir söz
olarak alımlanmaz, ehil olmayanlarca anlaşılması için yorumlanmaya muhtaç,
bağlamının zorunlu olarak bulunması gerekli -Rûzbihân Baklî’nin deyimiyle
“müteşâbih”- metafizik bir ifade olarak değerlendirilmiştir. “Ariflerin
sırlarının hareketlerinden ibâret” olan şathta söze konu edilen müteşabihin
asılları, Baklî’ye göre üç mâdendendir: Kur’ân mâdeni, hadîs mâdeni, ilhâm-ı
evliyâ mâdeni.[41]
Bu tür ifâdelerin anlaşılmasında göz önünde tutulması gerekli olan bir husus da
bu minvalde kaleme alınan şerh-i şathiyyât literatürüdür. Sûfî
müelliflerce kaleme alınan bu eserler, şath ifadelerini anlamak ve onların
doktrindeki yerini berraklaştırmak üzere büyük bir hizmeti îfâ etmişlerdir.
Sonuç
olarak, tasavvuf literatüründe genel itibariyle Harakânî’nin bu cümlesi, varlık
anlayışından zaman felsefesine, Tanrı-insan ilişkisinden nübüvvet/imâmet-
velâyet konularına dek uzanan bir anlam dünyasına sahiptir. İfadeyi şerh eden
eserlerde iki tür yorum tarzına rastlamaktayız: İlki varlık mertebeleri ve
zaman düşüncesi dikkate alınarak yapılan yorum tarzı, diğeri ise sözün seyr ü
sülûk mertebeleri, sahv ve sekr hâli çerçevesinde değerlendirildiği yorum
tarzı. Biz bu makalede daha çok sözün ilk yorumlanış tarzını yani tasavvuf
metafiziği ve doktrini açısından değerini ele almaya çalıştık. Bu minvalde söz
tasavvuf doktrini açısından önemli bir cümle olarak karşımızda durmaktadır.
Haydar Âmülî’nin (ö. 787/1385) ifadesi ile tenzîh ve teşbîh kendisinde tahakkuk
etmiş ve her ikisini cem’ edebilmiş yani “Onun bir benzeri yoktur, O semî’ ve
basîrdir.” (Şûrâ, 42/9) âyetini idrak eden gerçek bir muvahhid-sûfîden sâdır
olmuş yüksek bir hakikattir.[42]
Ayrıca ilgili söze yapılan yorumlardan hareketle tasavvufun bir ilmu’l- merâtib
olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Tasavvuf bir sözü tek bir düzeyde alıp onu
değerlendirmeye tâbi tutmaz. Sözü yorumlayanlar söze kendilerini de dâhil
ederek farklı anlam düzeyleri ve kategorileri olacağı kabulü ile söze
yaklaşırlar. Dolayısıyla bu durum, sûfîlerin gerek varlık gerekse bilgi
anlayışlarının da mertebeli bir yapıda olmasını zorunlu kılmıştır.
Alkış, Abdurrahim, “Sermediyyet
ve Abdurrezzâk-ı Kaşânî’nin ‘Risâle fî beyâni mikdâri’s-seneti’s-sermediyye ve
ta’yîni eyyâmi’l-ilahiyye’ İsimli Eseri”, Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, 2009, sy. 36/1, s. 207-235.
Âmülî, Haydar, Nakdü’n-nüküd
fî ma’rifeti’l-vücûd (thk. H. Corbin, O. Yahyâ), Tahrân 1989.
Attâr, Ferîdüddîn, Evliya
Tezkireleri (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 2007.
Baklî, Rûzbihân, Şerh-i
Şathiyyât (thk. Henry Corbin), Tahrân 2003.
Berzişâbâdî, Şihâbüddîn Emîr
Abdullah, Şerh-i Lemaât (thk. Muhammed Hâcevî), Tahrân 2008.
Burûcirdî, Seyyid Hüseyin, Tefsîru’s-sırâti’l-müstakîm,
Tahrân 1995.
Câmî, Abdurrahmân, Eşi’atü’l-Lemaât
(thk. Hâmid Rabbânî), Tahrân 1973.
Câmî, Abdurrahmân, Nefahâtü’l-üns
-Evliyâ Menkıbeleri- (Tercüme ve Şerh: Lâmiî Çelebi, Haz. S. Uludağ, M.
Kara), İstanbul 2001.
Çiftçi, Hasan, Şeyh Ebu’l-Hasan-i
Harakânî Hayatı-Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri Nûru’l-Ulûm ve Münâcât’ı
(Çeviri-Açıklama-Metin), Kars 2004.
Çiftçi, Hasan, “Şeyh Harakânî
ile Şeyh Bâyezîd Arasındaki İlginç Manevî İlişki”, Nüsha, Yıl: 3, Sy:
11, Güz: 2003, s. 23-40.
Demirli, Ekrem, “İbnü’l-Arabî
ve Takipçilerinin Tanrı Anlayışı: Tenzih ve Teşbih Hükümlerinin
Birleştirilmesi”, İslam Araştırmaları Dergisi, Sy: 19, 2008, s. 2544.
Ensârî, Abdullah, Tabakâtu’s-sûfiyye
(thk. Muhammed Server Mevlâyî), Tahrân 2007.
Hemedânî, Aynu’l-Kudât, Temhîdât
(thk. Afîf Usayrân), Tahrân 2007.
Hücvîrî, Ali b. Osman, Keşfu’l-mahcûb
-Hakîkat Bilgisi- (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 1996.
Irâkî, Fahreddîn, “Lemaât”
(thk. Nesrîn Muhteşem), Külliyyât-ı Fahreddîn-i Irâkî, Tahrân 2007.
Irâkî, Fahreddîn, Lemaât
-Aşka ve Âşıklara Dâir- (Tercüme ve Şerh: Ahmed Avni Konuk, haz. Ercan
Alkan), İstanbul 2011.
Isfahânî, Sâinüddîn, Dav’u’l-Lemaât,
Süleymaniye Ktp., Ayasofya, no: 1914.
İbn Münevver, Muhammed, Esrârü’t-tevhîd
-Tevhidin Sırları- (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 2004.
Kâşânî, Feyz-i, Resâil-i
Feyz-i Kâşânî, Tahrân 2008.
Kayserî, Dâvud, Resâil-i
Kayserî (thk. Celâleddin Aştiyâni), Tahrân 2002.
Kirmani, Ali, İn’ikâsü
Eşi’atü’l-Lemaât, Süleymaniye Ktp., Ayasofya, no: 1916.
Kirmânî, Şâh Ni’metullah Velî, Şerh-i
Lemaât, Süleymaniye Ktp., Zühdü Bey, no: 0242.
Konuk, Ahmed Avni, Fusûsu’l-hikem
Tercüme ve Şerhi I-IV (hz. M. Tahralı, S.
Eraydın), İstanbul 1990.
Konuk, Ahmed Avni, Mesnevi-i
Şerîf Şerhi I-XIII (hz. M. Tahralı vd.), İstanbul 2009.
Kedkenî, M. Rızâ Şefîî, Nevişte
ber Deryâ -Ez Mîrâs-ı İrfânî-yi Ebu’l-Hasan-i Ha- rakânî- içinde. Tahran
2005,
Meczûb Alişah (Muhammed Cafer
b. Safer), “Şerhu Hadîsi Ene Asgaru Min Rabbî bi-Seneteyn”, Resâil-i
Meczûbiyye (thk. Hâmid Nâcî Isfahânî), Tahrân 1998.
Misgernijâd, Abdülcelîl, “Safâvetü’t-Tevhîd
li-Tasfiyeti’l-Mürîd der Beyân-ı es-Sûfî Gayru Mahlûk’’, Maârif, c.
18, 2001, sy: 2, s. 153-168.
Polatoğlu, Arzu, İsmail
Hakkı Bursevînin Şerh-i Ebyât-ı Hacı Bayram-ı Velî Adlı Eseri, Dokuz Eylül
Ünv. SBE, Basılmamış YL, İzmir 2008,
Simnânî, Alâuddevle, Çihil
Meclis (thk. Abdürrefî’ Hakîkat), Tahrân 2000.
Şibr, Seyyid Abdullah, Mesâbîhu’l-envâr
fî halli müşklâti’l-ahbâr, Tahrân, 2011.
Şîrâzî, Yâr Ali, el-Lemehât
fî Şerhi’l-Lemaât, Süleymaniye Ktp., Ayasofya, no: 2031.
Şükûh, Muhammed Dârâ, Hasenâtü’l-ârifîn
(thk. Seyyid Mahdûm Rehîn), Tahrân 1973.
Tânevî, Muhammed Ali, Keşşâfu
ıstılâhâti’l-funûn ve’l-ulûm (thk. Refîk el-Acem), Beyrût 1996.
[2] Tenzih ve teşbih
meselesinin İbnü’l-Arabî ve takipçilerinde ele alınış tarzı için bk. Ekrem
Demirli, “İbnü’l-Arabî ve Takipçilerinin Tanrı Anlayışı: Tenzih ve Teşbih
Hükümlerinin Birleştirilmesi”, İslam Araştırmaları Dergisi, Sy: 19,
2008, s. 25-44.
Sözün Fusûsul-hikem deki bağlamı
ve şerhi için bk. Ahmed Avni Konuk, Fusûsu’l-hikem Tercüme ve Şerhi I-IV
(hz. M. Tahralı, S. Eraydın), İstanbul 1990, III, s. 7,
Sûfîlere has bu tarz ifadelerin genel yorumlarına, şathiyye
şerhlerine tahsis edilen eserlerde pekâlâ rastlanabileceği gibi tasavvufun
belli başlık klasikleri olan diğer eserlerde de bu ifadelerin yorumları
yapılmıştır. Meselâ İbn Arabî’nin Fütûhât-ı Mekkiyye’si bu ifadelerin tasavvufî
düşüncedeki bağlamı dikkate alınarak yapılan yorumları hâvî bir eserdir.
Dolayısıyla bu hususta sadece şathiyye şerhleri literatürüne atf-ı nazar etmek
ilgili sözleri anlama çabasındaki kimseler için eksik bir gayret olarak
kalacaktır.
Muhammed İbn Münevver, Esrârü’t-tevhîd -Tevhidin
Sırları- (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 2004, s. 251. Harakânî’ye ait
“Sûfî yaratılmamıştır” sözü, Kübrevî tarîkatının XIII. yüzyıldaki önemli
şahsiyetlerinden Necmeddîn Dâye Râzî tarafından müstakillen şerh edilmiştir.
bk. “Risâletü’l-aşık ile’l-ma’şûk fî Şerhi Kelimâti ‘es-Sûfî gayru mahlûk’” M.
Rızâ Şefîî Kedkenî, Ne- vişte ber Deryâ -Ez Mîrâs-ı İrfânî-yi Ebu’l-Hasan-i
Harakanî- içinde, Tahran 2005, s. 439-481. Ayrıca sözün Hâce Yusuf Hemedânî
tarafından Harakânî’ye değil de Abdullah Ensârî Herevî’ye nispetle yapılan bir
şerhi daha vardır. bk. Abdülcelîl Misgernijâd, “ Safâvetü’t-Tevhîd
li-Tasfiyeti’l- Mürîd der Beyân-ı es-Sûfî Gayru Mahlûk”, Maârif, c.
18, 2001, sy: 2, s. 153-168.
Mesnevînin “Vaktâki
şeyh ‘ene’l-Hak’ dedi ve ileri götürdü, binâenaleyh bütün körlerin boğazını
sıktı.” beytinin şerhinde Harakânî’nin “Eğer beni bilse idiniz bana secde
ederdiniz” cümlesine yer vererek bu cümlenin “Ene’l-Hak” sözünden daha ileri
bir mertebeye ait ifade olduğunu belirtmiş ve cümleyi yorumlamıştır. bk. Ahmed
Avni Konuk, Mesnevi-i Şerîf Şerhi I-XIII (hz. M. Tahralı vd.), İstanbul
2009, XII, s. 62; Ayrıca bu cümlenin İbn Arabî’ye nispetle yapılan yorumu için
bk. Arzu Polatoğlu, İsmail Hakkı Bursevînin Şerh-i Ebyât-ı Hacı Bayram-ı
Velî Adlı Eseri, Dokuz Eylül Ünv. SBE, Basılmamış YL, İzmir 2008, s. 60.
Fahreddîn-i Irâkî, Lemaât -Aşka ve
Âşıklara Dâir- (Tercüme ve Şerh: Ahmed Avni Konuk, hz. Ercan Alkan),
İstanbul 2011, s. 113
[10] Alâuddevle Simnânî, Çihil Meclis (thk. Abdürrefî’
Hakîkat), Tahrân 2000, s. 144.
[11] Alkış, Abdurrahim, “Sermediyyet ve Abdurrezzâk-ı Kaşânî’nin
‘Risâle fî beyâni mikdâri’s- seneti’s -sermediyye ve ta’yîni eyyâmi’l-ilahiyye’
İsimli Eseri”, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2009,
sy. 36/1, s. 227.
[12] Feyz-i Kâşânî, Resâil-i Feyz-i Kâşânî, Tahrân 2008,
I, s. 11.
[13] Muhammed Dârâ Şükûh, Hasenâtü’l-ârifîn (thk. Seyyid
Mahdûm Rehîn), Tahrân 1973, s. 28.
[14] Abdullah Ensârî, Tabakâtu’s-sûfiyye (thk. Muhammed
Server Mevlâyî), Tahrân 2007.
[15] Ferîdüddîn Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ -Evliya
Tezkireleri- (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 2007, s. 592-640.
[16] Ali b. Osman Hücvîrî, Keşfu’l-mahcûb -Hakîkat Bilgisi-
(trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 1996, s. 268.
[17] Rûzbihân Baklî, Şerh-i Şathiyyât (thk. Henry
Corbin), Tahrân 2003.
[18] Hasan Çiftçi, Şeyh Ebu’l-Hasan-i Harakânî
Hayatı-Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri Nûru’l-ulûm ve Münâcât’ı
(Çeviri-Açıklama-Metin), Kars 2004.
[19] Abdurrahmân Câmî, Nefahâtü’l-üns -Evliyâ Menkıbeleri-
(Tercüme ve Şerh: Lâmiî Çelebi, hz. S. Uludağ, M. Kara), İstanbul 2001, s.
443-445.
[20] Çiftçi, Nûru’l-ulûm, s. 270.
[21] Attâr, Tezkire, s. 621.
[22] Seyyid Abdullah Şibr, Mesâbîhu’l-envâr fî halli
müşkilâti’l-ahbâr, Tahrân, 2011, II, s. 319.
[23] Ayrıca burada ele almaya çalışacağımız metafizik içerik ve
çağrışımları dikkate alınmaksızın Selefi-Vahhâbî gruplarca da Şia ve Şiî
akidenin sapıklığını ispat maksadıyla web sayfalarında bu ifade yorumlanmakta
ve bir saldırı enstrümanına dönüşmektedir. Buna karşın verilen cevaplar da
benzer nitelikte seyretmektedir.
[24] Seyyid Hüseyin Burûcirdî, Tefsîru’s-sırâti’l-müstakîm,
Tahrân 1995, III, s. 144-146.
[25] Feyz-i Kâşânî, Resâil, I, s. 11.
[26] Meczûb Alişah (Muhammed Cafer b. Safer), “Şerhu Hadîsi Ene
Asgaru Min Rabbî bi- Seneteyn”, Resâil-i Meczûbiyye (thk. Hâmid Nâcî
Isfahânî), Tahrân 1998, s. 111-127.
[27] Muhammed Ali Tânevî, Keşşâfu ıstılâhâti’l-funûn
ve’l-ulûm (thk. Refîk el-Acem), Beyrût 1996, I, s. 1038.
[28] Hemedânî, Temhîdât, s. 129-130.
[29] Irâkî, Fahreddîn, “Lemaât” (thk. Nesrîn Muhteşem), Külliyât-ı
Fahreddln Irâkî, Tahrân 2007, s. 502.
[30] Ali el-Kirmânî, İn’ikâsü Eşi’atü’l-Lemaât,
Süleymâniye Ktp., Ayasofya, no: 1916, vr. 107a-107b.
[31] Abdurrahmân Câmî, Eşi’atü’l-Lemaât (thk. Hâmid
Rabbânî), Tahrân 1973, s. 114.
[32] Şihâbüddîn Emîr Abdullah Berzişâbâdî, Şerh-i Lemaât
(thk. Muhammed Hâcevî), Tahrân 2008, s. 279.
[33] Şâh Ni’metullah Velî Kirmânî, Şerh-i Lemaât,
Süleymâniye Ktp., Zühdü Bey, no: 242, vr. 65a- 66b.
[34] Isfahânî, Sâinüddîn, Dav’u’l-Lemaât, Süleymâniye
Ktp., Ayasofya, no: 1914, vr. 26a-26b.
[35] Ali el-Kirmânî, İn’ikâsü Eşi’atü’l-Lemaât, Süleymâniye
Ktp., Ayasofya, no: 1916, vr. 107a-107b.
[36] Abdurrahim Alkış, “Sermediyyet ve Abdurrezzâk-ı Kaşânî’nin
‘Risâle fî beyâni mikdâri’s-seneti’s sermediyye ve ta’yîni eyyâmi’l-ilahiyye’
İsimli Eseri”, s. 207-235.
[37] Dâvud Kayserî, Resâil-i Kayseri (thk. Celâleddin
Aştiyânî), Tahrân 2002.
[38] Şîrâzî, Yâr Ali, el-Lemehât fi Şerhi’l-Lemaât,
Süleymaniye Ktp., Ayasofya, no: 2031, vr. 88b-89b.
[39] Simnânî, Çihil Meclis, s. 144-146.
[40] Harakânî ve Bistâmî arasındaki ilişki ve meşreb
birlikteliği için bkz. Hasan Çiftçi, “Şeyh Harakânî ile Şeyh Bâyezîd Arasındaki
İlginç Manevî İlişki”, Nüsha, Yıl: 3, Sayı: 11, Güz: 2003, s. 23-40.
[41] Baklî, Şerh-i Şathiyyât, s. 71-72.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar