Print Friendly and PDF

İSTANBUL NASIL YIKILMALI

 


“Yıkım, Taksim'den Başlamalıdır.”

Yalçın KÜÇÜK

Büyük heyecanlarım var. Uçağa bindiğimde gözümü teles­kop yapıp dikkatle gözlem yapmaya çalışıyorum. "Yeni başken­ti nereye kuracağımız" sorusuna cevap arıyorum. Yeni Cumhu­riyetin yeni başkenti olmalıdır ve yeri, gecikmeden, bulunmalı­dır, Öyle düşünüyorum.

Otobüslerle şehirlerarası yolculuk yaptığımda en çok cami­lerin (yapılışındaki estetik yoksunluğun)dan rahatsız oluyorum. Mimari, daha çirkin nasıl olur; bu so­ruya cevap bulamıyorum. Bu ülkede mimarlık bu kadar mı ge­ridir; şehirlerarasında, yol kenarında kenarları budanmış pata­teslere benziyorlar ve yanlarına havuç yapıştırılmış, adına "ca­mi" diyorlar. Daha çirkin bir yapı nasıl olur; gittiğim her yerde kilise ve camileri gezmekten büyük haz duyuyorum. Frank­furt’ta bir köyde Bahai tapınağını gördüm, kilise ile cami karışımı ve ancak minaresizdi. Çok başarılı değildi, ancak yine de ye­ni tapınağa bir başlangıç diye düşündüm.

İstanbul'a her geldiğimde İstanbul'u nasıl yıkacağımı düşü­nüyorum. Bu düşünceden büyük heyecan çıkarıyorum. İstan­bul’u acımadan ve toptan yıkmak gerektiğine inanıyorum. "Mil­li servet" dememek gerekiyor, bu söz son zamanlarda uydurul­muştur; halkların utancı demenin daha uygun olduğunu sanı­yorum.

Osmanlı ilericilerine göre Selanik, "Kâbe-i Hürriyet" ve İs­tanbul, “Kahpe Bizans”tır. Bana göre dünyanın en büyük randevu yeridir; bütün talihsiz buluşmalara mekân oluyor. Şimdi bütün talihsiz randevulara mekân olmak için daha çok hazırlanıyor ve daha çok övünüyor.

Kurucusunun adını taşıyor; Bizans, Daha sonra, 330 yılında imparator Konstantinus, Roma İmparatorluğu’nun başkentini buraya taşıyınca, "Secunda Roma" ya da "Nova Roma" adını alı­yor. “İkinci Roma” ve "Yeni Roma" demektir. Fakat Konstantinopolis adı daha çok tutuyor; ancak yine de "Roma İmparatorluğu olarak adlandırılıyor ve halkına "Romani" ya da "Romaie” deniliyor. "Rum", Romani, Romalı, sözcüğünün Arapçasıdır; Türkçe’ye de yerleşiyor.

Haliç'ten Marmara'ya kadar yayılan bir üçgen üzerindedir. Büyük surlar içindedir. Haliç’in Elence adı, Keros ya da Boynuz'dur ve "Altın" sözcüğü kentin zenginliği ve parlaklığı yü­zünden sonradan ekleniyor. Kadıköy ve Moda'nın adı ise "Kör­ler Kenti" oluyor; Haliç’in güzelliği karşısında ancak körlerin buraya yerleşebileceğini anlatıyor.

Çok ismi var, en güzeli slav dillerindedir; "Çari Gerod" deni­yor, kentler sultanı anlamına geliyor ve Varna'da bugün bile bu adla biliniyor. Parlak bir kenttir ve Elenler bazan "Parlak Kent” anlamında "Antusa” diyorlar. Eski tarihlerde bile adı "Şehir" olarak geçiyor; Araplar zaman zaman ayırd eden anlamında "Farik" de diyorlar.

İstanbul adı Elence’den, Is-Tin-Pelis, nitelemesinden çıkıyor; "şehre" veya "şehirden" anlamını veriyor. Orta Çağ boyunca en büyük cazibe merkezidir; pek çok fetih denemesine karşı koya­biliyor. Zaptedilemez olduğu düşünülüyor; zaptedildiği zaman dünyanın sonunun geldiğine inanılıyor. İkinci Mehmet'in zaptı­nın, çağdaşları üzerinde "kıyamet" etkisi bıraktığı anlaşılıyor; bir zamanın sonu bir zamanın başlangıcıdır.

İstanbul iki kez zaptediliyor; ilki, 1204 yılında ve Latinler ta­rafından ele geçiriliyor. Batılılar, Latinler, şehri görülmemiş bir yağmaya tabi tutuyorlar; yine de Fatih'in askerlerine çok büyük zenginlikler kalıyor.

Galata, başından beri İstanbul'un dışındadır. İstanbul bir Ro­ma öykünmesidir ve daha sonra pek çok kent İstanbul’a öykü­nüyor. Roma türünden yedi tepe üzerinde kuruluyor; ancak çok zaman yanlışlarla sanıldığı gibi bunlar arasında Çamlıca bulunmuyor. Bütün tepeler eski İstanbul’dadır, eğer tepe sayı­lırsa, Topkapı sarayının bulunduğu yer ya da Bayezıt Meydanı İstanbul'un iki tepesidir.

Hep yiyicidir. Hep kavga kaçkınıdır. Kavgalarının hepsi oyundur. Ölümleri bile oyun biliyorlar ve bugün Dolmabahçe'deki ölümcül oyunlar, Roma zamanında bugünkü Sultanah­met yakını olan “Et Meydanı”’ndaki ölümcül sporları hatırlatıyor. Tarihten beri İstanbullu için ölüm hep yabanadır ve hep başkalarının ölümüne ağlıyor veya oynuyor.

Onbeş-onaltı Haziran bir kenara bırakılacak olursa modern İstanbul hiç bir devrimci gelişmenin tanığı olamıyor. Patrona Halil, Kabakçı ya da Otuz bir Mart ayaklanmaları İstanbul’un tarihidir; kurtarıcıları ya Selanik'ten ya da Anadolu'dan geliyor.

Nasıl yaşadıklarını bilmek zordur ve sevişmeyi bile sonra­dan öğrendikleri kesindir. İstanbullu için esas sevişme türü er­keğin erkekle ve kadının kadınla sevişmesidir; pek çok erkek ta­rafından yazılmış divan erkeklere olan aşk üzerinedir. Kadınla­rın kadınlara aşkı da öyle gizlenecek bir durum değildir; bazı kadınlara aşık kadınların bunu anlaşılır hale getirmek için be­yaz tülbentten boyun bağı takmaları ve tülbentin görünen bir yerine de "ah ah" diye yazmaları usûldendir.

İstanbullunun karşı cinsi sevmesinde Kırım Savaşı önemli bir yer tutuyor; savaşta yaralı İngiliz subaylarına hastabakıcılık yapmak ve güzel vakit geçirmelerini sağlamak için İngiliz asil kızları, hemşireciliğin kurucusu Florance Nightingale de bunlar arasındadır, İstanbul'a akın ediyorlar. İstanbullu bunların aşkla­rını görüyor ve kadın ile erkek arasındaki aşkları taklit etmeye başlıyor. Kırım Savaşı'nın hemen arkasından daha önce kapitalize olan Mısır'ın prens ve prensesleri İstanbul’a akın ediyor; İs­tanbul'da sahilhane, yalı, satın alıyor ve Pera'da arabalarda mendil düşürmeyi ve göz süzmeyi yaygınlaştırıyor. Boğazdaki bütün önemli yalıların Mısırlı Prenslere ait oluşu, bu dönemden kalmadır; "İstanbulin" giymeye başlayan İstanbul erkekleri. Mı­sırlı prens ve prensesler arasındaki aşklarda çıraklık ediyorlar.

Cihangir ilk modern müslüman mahallesidir ve İstanbullu için eşi bulunmaz bir yeri simgeliyor. Hem Pera’nın içindedir ve hem de bir yolla ayrılıyor; hem içinde olmak ve hem de ay­rılma, İstanbul aydınının kimliğidir ve bu zamandan geliyor. Cihangir’den Kabataş'a yürüyerek iniliyor; Kabataş, İstanbul'un ilk aydınlarını, vapurla, Bab-ı Ali'ye ve İstanbullu için çok önemli olan Üsküdar'a ve Boğaz’a bağlıyor. Nakliyat ağsından da fevkalede elverişli bir konumu çiziyor.

Benim İstanbul’da öğrenci olduğum yıllarda en pahalı kadın fahişelerin yeri olmaya başlamıştı. Şimdi erkek fahişelerle en modern aydınlara konut sağlıyor.

Cihangir i Taksim'den büyük oteller ve binalar ayırıyor.

II. Mehmet’in  İstanbul’u fethe karar verdiğinde buralar bağdır. Gemilerini stadyumun arkasından, belki de şimdiki Hilton Ote­li ile Divan Oteli'nin arasından, bağların içinden geçiriyor ve Kasım Paşa deresinden Haliç'e indiriyor.

II. Mehmet’in yolunu izlemeyi düşünüyorum.

İstanbul’un fethine Taksim'den başlamak gerektiğini düşü­nüyorum.

YIKIM, TAKSİM'DEN BAŞLAMALIDIR.

Taksim, dünyanın en büyük tepesi, en büyük meydanı ya­pılmalıdır.

Bir çırpıda Su Deposu ile Atatürk Kültür Merkezi’ni yıkmalıyız.

Yıkmadan önce bu iki binadan, Su Deposu ile Atatürk Kül­tür Merkezi’nden hangisinin daha çirkin olduğu konusunda bir yarışma açmalıyız. Bir kez içini de gördüm, Atatürk Kültür Merkezi kadar çirkin bir opera binası düşünemiyorum, içi mi dışından ve dışı mı içinden daha çirkin olduğuna karar veremi­yorum. "Sanatçı Deposu” olarak inşa edildiğini sanıyorum.

Bu taş yığınları bu oteller hemen yıkılmalıdır.

The Marmara, Sürmeli Park, yanındaki binalar hemen yerle bir edilmelidir. Sıraselviler'deki kiliselere kadar taş üstünde taş bırakılmamalıdır. Ortaya dünyanın bir besin harikası olan man­tar gibi düm düz bir tepe çıkmalıdır. Trafik tepenin altından ve­rilmelidir.

Bu dünyanın en büyük tepesinde bu her yürüyenin denizi gördüğü yerde, bu dünyanın en büyük miting alanında bir tek Sheraton kalmalıdır. Sheraton, devrimini yapamamış ülkeler­den gelen gençler için konuk evi olarak kullanılmalıdır.

İstanbul bize layıktır: Biz yıkmalıyız.

 

Kaynak:

Yalçın KÜÇÜK, Emperyalist Türkiye, Temmuz-1992,Ankara, s.254-257

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar