EL-HASÂİSU'L-KÜBRÂ PEYGAMBER EFENDİMİZ VE MU'CİZELERİ 3
7 MÜŞRİKLERİN
PEYGAMBERİMİZE EZALARI SIRASINDA
VUKUA GELEN FEVKALÂDELİKLER
İbn-i İshak, Beyhekî ve Ebû Nuaym'in rivayetine göre, Urve; Amr Ibn4 As'ın oğlu Abdullah'a demiş ki: "Ey
Abdullah, Kureyş'in Resulül-lah Efendimiz'e en çok dokunan ezası ne olmuştur,
söyler misin?" Abdullah da ona şu karşılığı vermiş: "Birgün Kureyş'in
bütün eşrafı Kabe'nin yakimnda toplanmıştı. Kendi
aralarında Peygamberimi- zi anıp şöyle dediler: "Muhammed'e karşı
sabrettiğimiz kadar hiç bir kimseye sabretmiş değiliz! Baksanıza o bize akılsız
diyor atalarımızı kötülüyor, dinimizi red ediyor, aramızı ayırıyor,
tanrılarımıza küfrediyor! Böyleyken biz ona hala sabrediyoruz." İşte
onlar bu şekilde konuşurlarken Resûlullah Efendimiz de oraya çıkageldi.
Haceru'l-Esved'in önüne kadar gelip onu istilâm ettikten sonra tavafa başladı.
Kureyş'in önünden geçerken Kureyş O'na kötü söz söyleyerek hakarette
bulundu. Peygamberimiz de bundan ezâ
duyup rengi soldu. Tavafına devam edip ikinci defa Kureyş'in önünden geçerken
Kureyş yine kendisine hakarette bulundu. O ise tavafına devam edip üçüncü defa
onların önünden geçerken, onlar yine kendisine hakarette bulundular. Bunun
üzerine orada duraklayan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kureyş'e hitaben dedi ki:
"Duyuyor musunuz, ey Kureyş topluluğu? Varlığım elinde
olan Allah'a yemin ederim ki, ben sizi boğazlamıya geldim!" Peygamberimiz'in bu sözü onlara o
kadar işledi ki, hepsi yerinde donakaldı. O'na karşı düşmanlıkta en ileri
olanlar bile yaltaklanmaya başladı. Sözün en güzelini söyliyerek: "Haydi
Tavafına devam et yâ Muhammedi Haydi devam et. Sen, kendini bilmez câhilin
birisi değilsin" diyerek Peygamberimiz'e yalvarmaya başladılar. Peygamberimiz de tavafına devam
etti."
Yine Ebû Nuaym Urve'den rivayet ediyor.
Ona Osman bin Affân'ın oğlu Amr, babasından naklen
demiştir ki: "Birgün Kureyş'in Resûlul-lah'a en çok ezâ verdikleri bir
harekete şâhid oldum. Peygamberimiz Beyt'i tavaf ediyordu. Kureyş'ten üç kişi: Ukbe,
Ebû Cehl ve Ümeyye de Hıcr tarafında idiler. Peygamberimiz onların hizasına gelince, O'na çirkin sözler
söylediler. Peygamberimiz'in de bundan üzülüp
öfkelendiği yüzünden belli oluyordu. Tavafimn ikinci ve üçüncü dolamimm yaparken de, aynı durumla karşılaştı. Bunun üzerine
Kureyş'e hitaben buyurdu ki: "Allah'a yemin ederim ki, yâ bu hareketinizi
terkedersiniz, yahut da Allah'ın azabına derhal çarpılırsınız!" Olayı
bizzat görüp anlatan Osman diyor ki: Vallahi Resûlullah Efendimiz'in bu sözü
üzerine onların hepsi tir tir titremeye başladı ve orayı terkederek evine
gitti. Resûlullah efendimiz de Tavafına devam ettiler. Biz de kendisini takip
ettik. O sırada bize dediler ki: "Müjdeler olsun, sizlere! Allah,
gerçekten dinini izhar edip nurunu tamamhyacaktır! O adamların cezasını da
sizin elinizle yakın bir zamanda verecektir! Ben Allah'ın onları bizim elimizle
boğazladığim gördüğümü, yemin ederek sizlere
müjdeliyorum!" [1]
Ebû Nuaym'in
Câbir'den nakline göre: Ebû Cehil: "Ey Kureyş, Muhammed, eğer sizler ona
itaat etmezseniz, kendi eliyle sizi boğazlayacağim iddia ediyor!"
demiş. Peygamberimiz de kendisine hitaben: "Evet ben bunu
söylüyorum ve sen dahi, Allah'ın o acil cezasının geldiği gün boğazlanmış
olacaklardansın!" buyurmuştur. Bedir'de Ebû Cehl maktul düştüğü
zaman, Peygamberimiz onun ölüsüne bakıp: "Ey Allah'ım, gerçekten
bana olan va'dini yerine getirdin" demiştir." (Diğer bir rivayete
göre Resûlullah Efendimiz: "Allah'a hamdolsun, İşte bu ümmetin Fir'avn'i
de cezasını buldu" buyurmuştur).
Ahmed, Hâkim, Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs tarikiyle
Fâtıma'dan rivayet ederler. O şöyle demiştir: Kureyş müşrikleri Kabe'nin Hıcr
tarafında toplanıp: "Muhammed buraya uğradığı zaman, hepimiz kendisine
birer şiddetli tokat vursun!" dediler. Ben onların bu şekilde
sözleştiklerini duyunca, hemen eve gidip durumu babama haber verdim. Babam bana
dedi ki: "Kızını, sen hiç ses çıkarma." Sonra hemen evden çıkıp
Kabe'ye müşriklerin yanına gitti. Müşrikler kendisini görünce: "İşte
geliyor!" diyerek birbirlerine haber verdiler. Fakat hepsi başım eğip
gözlerini yumdu, hiç biri başım kaldırıp da O'na bakmaya cesaret edemedi. Peygamberimiz,
onların başucuna dikilip yerden bir avuç toprak aldı ve onlara doğru fırlatarak
ve: "Başlar yere eğildi!" diyerek haykırdı. İşte o gün, o topraktan
kime isabet etti ise, o kişi Bedir'de kâfir olarak öldürüldü."
Buhârî ve Müslim Habbab'dan rivayet ederler: Ben, Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) gitmiştim. Kendisi
Kabe'nin gölgesinde cübbesini yastık yapıp yaslanmıştı. Biz müslümanlar, o
günlerde pek şiddetli ezâ ve işkencelere mâruz kalmıştık. Dedim ki: "Ey
Allah'ın Resulü, bizını bu işkencelerden kurtulmamız için dua ediverseniz, daha
iyi olmaz mı?" Peygamberimiz sinirlenmiş bir vaziyette oturup buyurdu ki:
"Biliniz ki, sizden öncekiler çok daha ağır işkencelere maruz
kalmışlardır! Onların etlerini demir taraklarla tarıyorlar, tepelerine demir
testereler koyup tepeden aşağı ikiye biçiyorlardı da onlar, yine sabrediyor ve
asla dinlerinden dönmüyorlardı. Ben bütün varlığımla Allah'a yemin ederim ki,
O; dinini tamamhyacaktır! insanlık muhtaç olduğu huzur ve güvene kavuşacaktır.
O derece ki, devesine binip tek başına yola çıkan kişi; San'a'dan Hadrâmut'a
kadar yolculuk edecek de kalbinde Allah korkusundan başka hiçbir korku
duymayacaktır!"
(Hadisin diğer rivayetinde ise:
"...Kalbinde Allah korkusundan başka hiçbir korku duymayacak, sâdece
koyunları hakkında kurt kapar endişesi bulunacak. Fakat sizler acele edip bu
emniyet ve huzuru, hemen görüp yaşamak istiyorsunuz" denilmiştir.)
Beyhekî'nin
İbn-i İshâk'tan şöyle bir rivayeti var: Kureyş, başlarında Ebû Cehl ve Ebû
Süfyan'ın bulunduğu bir topluluk halinde idi. Peygamberimiz de
oradan geçmekte idi. Ebû Cehl dedi ki: "Ey Abdü Şems oğulları, İşte bu
sizin çıkardığimz bir Peygamberdir!" Ebû Süfyan da: "Doğrusu
içimizden bir Peygamber çıkmış olması, şaşılacak bir iş!" dedi. Ebû Cehl
tekrar söylenip: "Bu kadar yaşlı ve tecrübeli adamlar varken, içlerinden
bir gencin Peygamber çıkmasına, ben şahsen hayret ederim!" dedi. Peygamber Efendimiz de
onların söylediklerini işitiyor ve onlara diyordu ki: "Ey Ebû Süfyan sen,
Allah ve Resulü için gayrete gelmiş değilsin, sâdece aslim ve neslini düşünüp
konuştun. Sana gelince ey Ebû'l-Hakem, Allah'a yemin ederek söylüyorum ki sen;
az gülüp çok ağlıyacaksın!" O'nun bu sözüne karşılık henüz kendisine
Ebû'l-Hakem denilmekte olan Ebû Cehl de şu karşılığı vermiştir: "Yâ Muhammed,
Peygamber çıktım diye bana ne kötü bir âkibetten haber veriyorsun!"
Bezzâr'ın
Talha bin Ubeydullah'tan bir rivayeti de şöyledir: Kureyş'ten bir topluluk
Kabe'nin etrafında idiler, içlerinde Ebû Cehl de vardı. Derken Resûlullah
göründü ve onların yanına gelip: "Yüzler yere eğilip perişan oldu"
diye haykırdı. Hiç biri bir söze kadir olmadı. Baktım Ebû Cehl Peygamber Efendimiz'e
Özür dilemekle meşgul: "Söyleme yâ Muhammed, söyleme" diyordu. Peygamberimiz de:
"Söyleyeceğim vallahi, söyleyeceğim! Yâ bana uyacaksınız, ya da
öleceksiniz!" diyordu. Ebû Cehl: "Senin buna gücün yeter, evet gücün
yeter!" diyordu. Peygamberimiz ise: "Sizi Allah öldürecek!" karşılığim verdi ve oradan ayrıldı."
Beyhekî, Ebû Nuaym ve
Tarih'inde Buhârî Cübeyr
bin Mut'im'den şöyle rivayet ederler: Yüce Allah'ın Muhammed'i (aleyhisselâm) Peygamber olarak gönderdiği ve O'nun
dâvasının Mekke'de iyice duyulduğu sırada ben,. Şam seferine çıkmıştım. Busrâ
denilen yere vardığımda Nasrânî'lerden (hıristiyan cemâatinden) bana bir
topluluk geldi ve: "Sen Harem-i Şeriften misin?" diye sordu. Ben de
"Evet" dedim. "İçinizden bir Peygamber çıkmış, sen onu tanıyor musun?" diye
sordular. Ben yine "Evet" dedim... Elimden tutarak beni kendilerine
âit bir manastıra götürdüler. Burada birçok resınıler vardı. Bana bu resınıleri
göstererek: "içinizden çıkan Peygamberin resmini bu resınıler arasında
görebiliyor musun?" dediler. Ben de bu resınılerin hepsini gözden geçirip
"hayır" cevâbim verdim... Sonra beni daha büyük bir manastıra götürdüler ve içindeki resınıleri
göstererek: "Bunların içinde onun resmini görebiliyor musun?" diye
sordular. Ben de hepsine teker teker bakarak: "Hayır, göremiyorum"
karşılığim verdim. Bu sefer beni daha büyük bir manastıra
götürdüler, içeri girince bunda daha çok resınıler olduğunu gördüm... Bana:
"Bunların hepsini gözden geçir, içinizden çıkan Peygambere âit bir resını
görebilecek misin bak!" dediler. Ben de bütün o resınıleri gözden geçirmek
üzere bakarken bir resmin» Peygamberimizin sıfat ve suretine benzediğini gördüm ve: "İşte
bu, O'na benziyor" dedim... Az ilerisindeki resme baktığımda da, onun Ebû
Bekr'e benzediğini gördüm... Onlar bana: "O'na benziyor mu?" dediler.
Ben de: "Evet, O'na benziyor, arkasındaki resını de Ebû Bekr'e
benziyor" cevabim
verdim. Onlar da bana, bunun üzerine dediler ki: "İşte bunun sizin içinizden çıkan Peygamber olduğuna, arkasmdakinin de kendisinden sonra
O'nun halîfesi olacağına biz şahitlik ederiz." [2]
Müşriklerin Ona Sövmelerinin Hükümsüz Kılınmasında
Görülen Fevkalâdelik
Buharî Ebû
Hüreyre'den şu haberi nakletmiştir: Peygamber (s.a.u.) buyurdu ki: "Müşriklerin bana sövüp
saymalarim Allah benden nasıl da defediyor, bunu görüp hayret etmiyor musunuz?
Çünkü onlar Müzemmem diye birisine sövüp sayıyorlar. Ben ise
"Muhammed'im!" (Yâni onlar, Muhammed yerine Müzemmem diyorlar ve
müzemmem diye birisine sövüp sayıyorlar Netice itibariyle, haksız yere
yaptıkları ve söyledikleri şeylerin kötü eserleri, başkasının değil, bizzat kendilerinin
aleyhine oluyor...)[3]
Cenabı Hakkın "O Alay Edenlere Karşı Biz Sana
Yeteriz" Mealindeki Ayeti Celilesi ve Bu Hususta Görülen Bazı Mucizeler
Yüce Allah'ın "O alay edenlere karşı biz
sana yeteriz" [4]âyet-i celilesiyle ilgili olarak Beyhekî ve Ebû Nuaym, İbn-i Abbâs'tan
şöyle rivayet ederler. O demiştir ki: "Bu âyetin haber verdiği alaycılar
şunlar idi: Velîd bin Muğîre, Esved bin Abd-i Yeğûs, Esved bir Muttalib, Haris
bin Aytıl ve As bin Vâil... Bir gün Cebrâîl (aleyhisselâm) geldiğinde Resûlüllah bu adamları ona şikayet etti
ve Cebrâîl'e
velid'i gösterdi. Cebrâîl de'onun
kaşına işaret etti. Peygamberimiz, ne yaptığim sorduğunda: "Cezasını
işaretliyorum" dedi. Peygamber sonra Esved bin Muttalib'i gösterdi. Cebrâîl de onun gözüne işaretledi. Peygamber, diğer Esved'i gösterdiğinde Cebrâîl, onun başına işaret etti. Sonra Peygamber, Hâris'i
gösterdi, Cebrâîl de onun karnına işaret etti. Derken
oradan As bin Vâil geçiyordu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) onu gösterdi, Cebâil de onun topuğuna
işarette bulundu ve böyle yapmakla onun da buradan ceza göreceğini göstermiş
oldu... Nitekim Velîd, okunun ucuna yelek takmakta olan Hudaalı bir adamın
yanında geçerken okunun ucu onun kaşına dokunmakla kaşı yarılmıştır. Esved bin
Muttalib ise birgün bir sakız ağacimn gölgesine çekilmişti.
Derken "Defedin şunları üzerimden, haydi defedin!" diye feryad
etmiş... Adamları: "Neyi defedelim? Biz hiçbir şey görmüyoruz ki"
demişler. Esved: "Vallahi ben helak oldum, İşte bu o! Görmüyor musunuz,
gözlerime diken sokuluyor!" diye feryada
devam etmiş ve sonunda her iki gözü de kör olmuştur. Diğer Esved'e gelince,
onun başında yaralar çıkmış ve kısa zamanda ölüp gitmiştir, Hâris'in de midesi
bozulmuş, aynen Cebrâîl'in
işaret ettiği gibi, karnından san su akmış, kıvnla kıvrıla can vermiştir. As'a
gelince... O, merkebine binerek Taife doğru yola çıkmıştı. Giderken merkebi
dikenli bir bitkinin üzerine tökezleyip yıkılmış, As'ın topuğuna büyükçe bir
diken batmıştı. Dikenin açtığı yara azmış ve As bu yüzden ölüp gitmiştir."
(Bu rivayetin,
gerek İbn-i Abbâs'tan gerekse başkasından, diğer sevk yolları da
bulunmaktadır. Biz bunları El-Tefsîru'l-Müsned'de belirtmiş bulunuyoruz.) [5]
Peygamberimizin Ebû Leheb'in Oğlu Hakkındaki Bedduası
Beyhekî ve Ebû Nuaym Ebû Nevfel tarikiyle onun babası Ebû Akreb'den naklederler.
O şöyle demiş: Ebû Leheb'in oğlu gelip Peygamber (aleyhisselâm)'a sövmeğe başladı. Peygamber Efendimiz de
ona: "Allah'ım, yarattığın köpeklerden birini ona musallat eyle!"
diyerek bedduada bulundu... Ebû Leheb, bezzaz idi. Bâzı kumaşları oğlu,
hizmetçileri ve vekilleri ile satılmak üzere Şam'a yollardı. "Oğlumu iyi
koruyun, onun hakkında, Muhammed'in bedduasından korkuyorum" diye tenbih
ederdi. Onlar da buna çok dikkat ederlerdi. Onu bir duvarın dibine oturtur,
etrafına çok miktarda eşkıyalarim yığar, üzerini de örterler idi. Onu bu
şekilde korumaya bir müddet devam ettiler. Birgün aralanın biri gelip onu
parçaladı. Haberi onun babasına ilettiler. Babası Ebû Leheb dedi ki: "Ben
size, onun hakkında Muhammed'in bedduasından korkuyorum, demedim mi?"
Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir Urve
tarikiyle Hebbar bin el-Esed'den şöyle naklederler: Ebû Leheb ve oğlu Utbe Şam
yolculuğuna hazırlanıp çıktılar. Ben de onlarla beraber çıktım. Utbe Şam
hazırlığim yaparken dedi ki: "Gidip Muhammed'e hakaret etmeden, Rabbisi
hakkında ona kötü sözler söylemeden yola çıkmıyacağım!" dedi ve gidip:
"Yâ Muhammed ben senin: "...Derken yaklaştı, daha da yakın oldu. iki
ok atımı hattâ bundan daha da yakın oldu" diyerek vasıfladığm Rabbini
inkar ediyorum!" diye haykırdı. Resûlüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem) de bunun üzerine: "Allah'ım,
yarattığın köpeklerden birini ona musallat kıl da, onu parçalasın!"
diyerek bedduada bulundu... Utbe babasının yanına geldiği zaman babası ona:
"Oğlum, sen Muhammed'e ne dedin, o sana ne dedi" diye sordu. O da
durumu haber verdi. Babası bunun üzerine dedi ki: "Ey oğlum, Muhammed'in
senin hakkındaki bedduasından korkarım, zarar göreceksin!" Sonra sefere
çıktık. Serat denilen yerde konakladık. Burası arslanı bol olan bir yerdir.
Burada Ebû Leheb bize dedi ki: "Arkadaşlar, benim sizlerle olan hakkımı ve
şu ileri yaşımı biliyorsunuz. Sonra Muhammed oğlum hakkında beddua etmiştir.
Burası arslanı bol bir yerdir. Oğlum hakkında çok iyi tedbir almalısınız! Bütün
eşyanızı buraya toplayimz, üstüste yığimz, üzerine oğlumu yerleştiriniz, sizler
de etrafim sarimz, onu koruyunuz..." Bizler de böyle yaptık. Geceleyin bir
arslan geldi, sıradan bizlerin yüzünü koklamaya başladı. Aradığı o idi. Onu
orda derhal parçaladı ve gitti. Ebû Leheb feryâd ediyor ve: "Ben size, onun
Muhammed'in bedduasına uğrayacağim daha önce söylemedim mi?" diyordu...
(Ebû
Nuaym ve İbn-i İshak'ın
diğer tarikten sevkettikleri bir rivayette; Resûlüllah'ın şâiri Hassân'ın bu
hususta güzel ve ibretle dolu şiirler söylediği, Allah'ı ve Resûlü'nü inkar
eden birinin cezasını nasıl bulduğu, arslanın onu nasıl parçaladığı,
anlatılmaktadır.)
Yine Ebû Nuaym'in Tâvûs'tan bir rivayeti de şöyledir: Resûlüllar.
Efendimiz: "İnmekte olan parlak yıldıza andolsun ki" âyetini okuduğu
zaman, Ebû Leheb oğlu Utbe:'İnmekte olan yıldızın Rabbine ben
küfrediyorum!" diye bağırdı. Resûlüllah da kendisine hitabla: "Allah,
köpeklerinden bir köpeği sana musallat kılsın!" diye bedduada bulundu.
Sonra Utbe arkadaşlariyle birlikte Şam'a gitti. Yakınlarına kadar gelen bir
arslanın kükremesi ile Utbe müthiş bir korkuya kapıldı. Arkadaşları kendisine:
"Bak, bizlerden hiç korkan var mı? Arslan kükremesi ile sen niçin korkuya
kapılıp titriyorsun?" dediler. Utbe dedi ki: "Ben Muhammed benim
hakkımda beddua ettiği için korkuyorum. Vallahi yeryüzünde O'nun kadar gerçek
Onun kadar duası geçecek olan birisi yoktur!" Sonra akşam yemeği konuldu.
Utbe hiç yemedi. Sonra uyumg zamanı geldiğinde Utbe'yi ortaya aldılar, etrafına
eşyalarim yığdılar kendileri de Utbe'nin etrafim çember halinde çevreleyip
yattılar ve uyudular... Biraz sonra arslan gelip başlarım-yüzlerini koklamaya
başladı. Sırasıyla hepsini koklayıp Utbe'ye gelince, onu önce şiddetli
hırpaladı. Utbe derhal: "Ben size demedim mi? Muhammed'in bedduas beni
mahvedecek" diye feryad etti. İşte
Utbe, son nefeslerinde ancak bunları söyleyebildi ve az sonra da, aralanın
pençesi altında can verdi."
(Yine Ebû Nuaym'in Ebû'd-Duhâ'dan
bir rivayeti daha var... Fakat o da aynı
mealdedir.) [6]
Peygamberimizin Kureyş Üzerine Kıtlık ile Dua Etmesi
Buhârî ve Müslim İbn-i Mes'ûd'dan rivayet ediyor. O şöyle diyor:
Kureyş'in İslâm'ı red edip Resûlüllah'a karşı isyanda İsrâ'r etmesi üzerine
Resûlüllah Efendimiz dua edip buyurdu: "Ey Allah'ım, Yusuf Peygamber'in
kıtlık içinde geçen yedi senesi gibi yedi sene kıtlık ile, Kureyş'e karşı bana
yardım eyle!" Resûlüllah'ın bu duasından sonra kıtlık başladı, her şey
kuruyup yok oldu... O derece kıtlık oldu ki, insanlar cife ve hayvan Ölüsü
yemeye başladılar... Açlığın şiddetiyle, yerle gök arasını dumanlarla kaplıymış
gibi görüyorlardı. Sonra Resûlüllah'a karşı yaptıklarından pişman olup tevbe
ettiler. Allah'a yalvarıp şöyle dua ediyorlardı: "Ey Allah'ım, şu azabı
bizlerden defeyle! Biz, mü'ıninler olarak Sana sığmıyoruz, sana
inanıyoruz!..."
Cenab-ı Hakk tarafından Peygamberimiz'e
denildi ki: "Habîbim, eğer biz onlann üzerindeyken azabımı kaldırmış
olsak, onlar yine eski hallerine dönerler." Derken Allah onlar üzerindeki
azabim kaldırdı, kıtlık sona erdi. Onlar da eski hâline dönüp Allah'a ortak
koşma yoluna devam ettiler. Yüce Allah da Bedir Gününde onlardan intikam aldı.
Nitekim şu âyetleriyle de bunu haber verdi: "Habîbim, göğün açık bir duman
getireceği günü gözetle. Biz sizden azabı birazcık kaldıracağız ama siz yine
inkarimza döneceksiniz. Fakat asıl o büyük yakalama ile yakaladığımız gün İşte
o gün biz intikamımızı alırız!" [7]
Beyhekî'nin
İbn-i Mes'ûd'dan rivayeti şöyledir: Peygamber
Efendimiz, insanların İslâm'dan yüz çevirdiklerini
görünce: "Allah'ım, Yusufun yedi senesi gibi yedi sene kıtlık cezası
ver!" diye dua etti. Büyük bir kıtlık oldu... İnsanlar hayvan ölüsü, deri
ve kemikleri yemeye başladılar. Kureyş'ten bir grup başlarında Ebû Süfyan
olduğu halde Peygamber'e geldiler ve dediler ki: "Ey Muhammed, Sen bütün
insanlara rahmet olarak gönderildiğini söylüyorsun! Kavmin ise açlıktan helak
oluyor. Azabim kaldırması için Allah'a dua edivermeni istiyoruz." Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) de dua buyurdular. Bol bol yağışlar oldu
ve yedi gün aralıksız devam etti. Bu çok yağmurun da zararlı olabileceğini
düşünerek yine Hazret-i Peygamber'e müracât ettiler. Peygamberimiz de:
"Ey Allah'ım, üzerimize değil, etrafımıza, bol yağışlar olsun!"
diyerek duada bulundu; Derhal bulutlar açılmaya, yağışlar etrafa dağılmaya
başladı. [8]
İbn-i Mes'ud der ki: "Dühan alâmeti
gerçekleşmiştir ki bu, açlık idi. Ayrıca Rûm'larla ilgili*haber de tahakkuk
etmiş, ilgili âyette "Batşa-i Kübrâ" olarak geçen büyük yakalayış
Bedir'de vukua gelmiş, İnşikâk-ı Kamer denilen Ay'ın ikiye ayrılması mucizesi
de gerçekleşmiştir."
Buhârî ve Müslim'in bu
hususta İbn-i Mes'ud'dan bir rivayeti var. Bunda
şöyle denilmektedir: "Beş şey var ki bunlar geçmiştir: Lizâm, el-Rûm,
Dühân, Batşâ-i Kübrâ ve înşikâk-ı Kamer." Beyhekî:
bunu şöyle açıklar; Yâni bunlarla ilgili âyetlerin verdikleri haberler, Peygamberimizin
sağlığında vukua gelip gerçekleşmiştir. Aynen vukuundan önce haber verildiği
şekilde olmuştur." [9]
Nesaî, Hâkim ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler. O demiştir ki: Ebû Süfyan
Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek; "Ey Muhammed, bizler hayvan ölülerinin
deri ve tüylerini yiyecek kadar açlığa mâruz kaldık, açlıktan helak olmak
üzereyiz... Bizler için dua ediver!" diye ricada bulundu. Bunun üzerine
Yüce Allah şu âyetini indirdi: "Andolsun biz onları-azâb ile yakaladık,
fakat yine Rab'lerine boyun eğmediler, (hâlâ O'na ihlasla) yal
varmıyorlar." [10]Resûlüllah Efendimiz onlar için dua
ediverdi ve onların üzerindeki azâb ve sıkıntı kaldırıldı."
(Beyhekî der ki: Ebû Süfyan'ın kıssası ile ilgili
rivayette, bunun Hicret'ten sonra Medine'de olduğuna delalet eden bir cihet
bulunmaktadır, ihtimal ki bu durum, biri Mekke'de, diğeri de Medîne'de olmak
üzere iki defa vukua gelmiştir.) [11]
İslâm Kadınlarından Zinnire’nin Gözlerinin Kör Olması
ve Sonra İyileşmesi
Bunu, Beyhekî Urve'den rivayet ediyor, O şöyle demiştir:
Müslüman oldukları için Allah yolunda işkence görenlerden yedi kişiyi, Ebû
Bekir satın alıp azâd etmiştir. Bunlardan biri de kadın müslümanlardan Zinnire
idi. Bir ara gözleri hastalanıp kapanmıştı, artık görmüyordu. Kendisi Allah
yolunda çok işkence görmüştü. Mahzûm Oğulları ona en ağır işkenceleri yapıyor,
o ise asla İslâm'dan vazgeçmiyordu... Gözlerinin kapanması üzerine müşrikler:
"O, Lât ve Uzzâ adındaki ilahlarımıza ihanet ettiği için, onlar tarafından
çarpılmıştır" diye söyleniyorlardı. Bu söylentiyi Zinnıre duyduğu zaman
çok üzülmüş ve gayrete gelerek: "inandığım ve kendisine sağındığım Allah'a
yemin ederim ki, müşriklerin dediği gibi değildir! Lât ve Uzzâ adındaki putlar,
hiç bir şeye kadir değillerdir! inandığım bir ve büyük Allah'ım ise, her şeye
kadirdir, dilerse benim gözlerimi de iade eder" diye müşriklere karşılık
vermiştir. Yüce Allah da gözlerini ona iade etmiştir." [12]
[4] Hicr suresi,
95
[7] Duhan
suresi, 10-l6
[10] Mü'ıninun suresi, 76
8
HABEŞİSTAN'A HİCRETLE İLGİLİ VUKUA GELENLER
Beyhekî'nin naklettiği haberde Mâsâ bin Ukbe şöyle anlatmaktadır: Kureyş işkence ve fitneyi
iyice artırınca bir grup
müslüman, başlarında Cafer bin Ebû
Tâlib olduğu halde Habeşistan'a hicret
ettiler. Bu suretle dinlerini korumak, din ve vicdan hürriyetine kavuşmak istemişlerdi. Kureyş bunu haber alınca derhal
Amr İbn-i As ile Amâre bin Velîd'i
peşlerinden gönderdi ve de bunlara çok sür'atli
gitmelerini, yolda yetiştikleri takdirde müslümanları geri çevirmelerini, yetişemez-lerse Habeşistan'dan geri
getirmelerini sıkıca tenbih etti.
Habeşistan kralimn şahsına ve yanındaki devlet
büyüklerine çeşitli ve kıymetli hediyeler
de gönderdi. Krala âit hediyeler arasında bir Arap atı ile, çok kıymetli atlastan
bir cübbe de vardı. Amr ve Amâre sür'atle yola çıktı ise de
müslümanlara yetişemediler. Habeşistan'a vardıklarında, kralın huzuruna kabul edildiler ve hediyelerini takdim
ettiler. Kral Amr'i kendi kürsisine oturtup konuşmasına izin verdi. Amr da kirala şunları söyledi:
"Efendim, sizin ülkenize bizden bâzı akılsız adamlar sığınmış bulunuyor.
Bu adamlar ne sizin dininizdedir, ne de bizim dinimizdedir. Onları bize iade etmeniz, sizin yüce şahsınızdan biricik dileğimizdir..."
Oradaki devlet büyükleri de krala, onların iade edilmesini
istediler. Kral şu karşılığı verdi: "Ben, bu gelenler ile konuşup onların ne durumda ve ne
gibi bir itikâd üzerinde olduklarim anlamadan asla iade etmem!" Amr söze
tekrar başlayıp: "Efendim,
onların ne halde olduklarım size ben haber
vereyim: Onlar, içimizden çıkan bir adamın arkadaşlarıdır, onların ne kadar akılsız ve aykırı kişiler olduğunu şimdi siz de
anhyacaksmız: Onlar, Îsâ'nın Allah'ın oğlu olduğuna inanmazlar, sana da secde etmezler, huzuruna çağırdığın zaman, sana
secde etmediklerini bizzat göreceksin..." diye konuştu ve kralı müslümanlara
karşı tahrik etmeye çalıştı.
Kral Necaşî, Cafer ve arkadaşlarimn
getirilmesini istedi. Onlar da geldiler, huzura girip selam vermek suretiyle
saygılarim bildirdiler ve fakat secde etmediler. Amr ve
Amâre derhal: "Biz size haber vermedik mi? İşte görüyorsunuz, krala secde etmiyorlar"
diyerek kralı ve diğer devlet
adamlarim tahrike çalıştılar... Kral söze başlayıp: "Ey bana iltica edenler! Sizin kavminizden diğer insanların bana secde
ettikleri gibi, siz niçin secde etmiyorsunuz?" diye sordu ve Îsâ hakkında ne dediklerini, nasıl bir itikad ve
din üzerinde bulunduklarim Öğrenmek istediğini belirtti. Önce şu soruyu yöneltti:
"Bana söyleyiniz, siz nasranî misiniz?" Müslümanlar da bu soruya
"hayır" karşılığim verdiler. Kral: "Sizler yâhûdî inisiniz?"
diye sordu. Müslümanlar da "hayır" dediler.
Kral bu sefer de: "O halde sizin dininiz nedir?" diye sordu. Müslümanlar
da: "Bizını dinimiz İslâmdır" diyerek cevapladılar. Kral: "İslâm nedir?" dedi. Müslümanlar da: "İslâm: Allah'ın birliğine inanıp yalnız O'na kulluk etmek, O'na hiç bir şeyi asla ortak koşmamak, O'ndan başka hiç bir varlığa asla tapmamaktır" dediler. Kral: "Bunları size kim haber verdi?" diye sordu.
Müslümanlar: "Bunları bize bizını içimizden çıkan, soyunu ve ahlakim çok iyi tanıdığimz Muhammed haber
verdi. Allah O'nu bize içimizden seçerek Peygamber olarak gönderdi. Bizden
önceki ümmetlere bâzı seçkin ve üstün ahlaklı zatları gönderdiği gibi... O bize; ana ve babaya iyilik etmeyi, dâima
doğruyu söylemeyi, yalandan şiddetle kaçınmayı, sözünde durmayı, emanete riâyet
etmeyi emretti. Putlara tapmayı ise şiddetle yasakladı. Yalnız Allah'a ibadet etmemizi, hiç bir şeyi O'na şerîk koşmamamızı açıkça ve kesinlikle
emretti. Bizler de O'nu, bütün bunlarda tasdik ettik, O'na itaat ettik, Allah'ın kelamim ve dinini tanıdık ve O'nun bize teblîg ettiği esasların Allah tarafından olduğuna tanık olduk. Bizler İşte böyle bir
yolu takib edince, kavmimiz de bize amansız düşman kesildi. O gerçek Peygamber'e de düşman kesildiler, O'nu yalanladılar, O'nu öldürmek istediler; bizleri de tekrar
putperestliğe döndürmek istediler. Bizler de dimimizle, kanımızla kavmimizden
ayrılıp sizin ülkenize
ve adaletinize sığındık" diye karşılık verip kendilerini savundular.
Bu sırada kralın: "Vallahi
bütün bunlar; Mûsa'nın dini hangi kaynaktan çıkmış ise, ancak o kaynaktan çıkmıştır!" diye konuştuğu duyuldu... Müslümanların temsilcisi Cafer
dedi ki: "Size karşı secde etmeyip selam
vermemize gelince: Peygamberimiz bize haber verdi ki: Cennet ehlinin birbirine
olan duası selâmdır ve bunu
bize Peygamberimiz emretmiştir. Bu sebeble biz de sizi selam ile karşıladık. Birbirimizi de
selam ile karşılayıp dualaştığımız gibi... Îsâ hakkındaki inancımıza gelince: Îsâ Allah'ın kulu ve
resulüdür, tarafından bir rûh olup Meryem'e ilkâ eylediği kelimesidir... Tertemiz ve bakire olan Meryem'in oğludur."
Bu sırada kral yere eğilip eliyle bir çöp
aldı ve şöyle dedi:
"Vallahi Meryem oğlu Îsâ, şu çöp kadar bundan
fazlasını söylemiş değildir."
Oradaki devlet büyükleri söze karışıp: "Ey kral,
eğer sen bu adamı dinleyecek
olursan, vallahi seni dininden edecek!" dediler. Kral da şu karşılığı verdi: "İnandığım Allah'a kasem ederim ki, ben, Îsâ hakkında ebediyen bundan başkasını
söylemem!" Bundan sonra kral, söz ve davranışlarından hoşlanmadığı Amr İbn-i As'a işaret ederek: "Şu adamın hediyelerini geri veriniz! Vallahi bana bir dağ kadar altim rüşvet verseler dâhi,
ben bu adamları, onlara teslim etmem için onu kabul etmem!" diye
haykırdı. Sonra Cafer'e ve
arkadaşlarına dönerek:
"Haydi gidiniz, ülkemde sakin olunuz! Huzur ve emniyet içinde yaşayimz, ihtiyaçlarimz da karşılanacaktır" dedi. Daha
sonra umûma hitap edecek: "Ülkemize sığınan bu adamlara,
her kim ezâ verici bir nazarla bakacak olursa, bilsin ki bana isyan etmiş sayılır."
Amr ile Amare Habeşistan'a giderken yolda araları açılmış ve birbirine iyice kızmışlardı. Habeşistan'a varınca ister istemez aralarındaki anlaşmazlığı bırakıp esas gayelerini
gerçekleştirmeye çalıştılar... Fakat bu da mümkin olmadı. Bu sefer daha da araları açılıp birbirine iyice kızdılar... Amr, Amâre'ye bir hile düşündü: Dedi ki: "Ey Amâre, sen gerçekten güzel bir
adamsın... Kral çıktığı zaman, kralın karısına git, bu hususta
onunla konuş, -işimizin görülmesi
için kendisinin yardımim rica et." Amâre de buna inandı. Kralın karışma haber gönderip onunla konuşmak istedi. Ricası kabul edildi
ve konuşmak üzere kralın karısının huzuruna çıkarıldı. Amr da kralın yanına gidip:
"Efendim, arkadaşım Amâre kadınlara düşkün bir adamdır. Burada da zât-ı âlinizin karısı ile ilişki kurmak istemiş ve karimzın yanına gitmiştir. İsterseniz haberi derhal tetkik ettirebilirsi-
niz" diyerek kralı tahrik etti. Kral derhal adam gönderdi,
Amâre'nin orada olduğunu görüp getirdiler. Kral, onun
ihliline (erkeklik uzvunun deliğine) pompa ile
hava vererek cezalandırılmasını ve
bu şekilde sürgün adasına gönderilmesini
emretti. Onlar da öyle yaptılar. Böylece Amâre
cezalandırılıp adaya sürüldü ve orada helak olup gitti.
Amr da Mekke'ye
hiç bir netice elde edemeden ve üstelik arkadaşim da zayi etmiş olarak döndü. Dönüş esnasında da yolunu kaybederek, anasından doğduğuna pişman olacak
derecede sıkıntı ve ıztıraplar çekti. Eli boş olarak avdet
eyledi." (Bu mealdeki haberler, arada kesinti olmaksızın İbn-i Mes'ud'dan, Ebû Mûsa'dan ve Ümmü Seleme'den dahi
rivayet edilmiştir).[1]
El-Sahife Hakkında Vukua Gelen Fevkalâdelik
Beyhekî ve Ebû Nuaym Mûsâ bin Ukbe tarikiyle
El-Zührî'den rivayet eder. O demiştir ki: Müşrikler müslümanlara karşı olan eza ve işkencelerini iyice şiddetlendirdiler, müslümanlar da
çok zor durumda kaldılar... Bazıları Habeşistan'a hicret edince, belâ bütün ağırlığı ile üzerlerine çullandı. Zira Kureyş, oraya göçen müslümanlara izzet
ve ikram edilmesini bir türlü hazmedemiyordu... ve kesinkes Resûlüllah'ı öldürmeye karar verdiler. Ebû Tâlib bu
durumu öğrenince Abdü'l-Muttalib oğullarım topladı ve onlara, Resûlüllah'ı kendi mahallelerine alıp iyi korumalarim, ne pahasına mal olursa olsun, Resûlüllah'ı müdâfa etmelerini sıkıca tenbih etti. Abdü'l-Muttalib Oğulları da bunun üzerinde ittifak
edip, müslümanı ve kâfiri tam bir birlik oldular. Kureyş bu ittifak ve birliği öğrenince kendi aralarında toplanıp yeni bir karar aldılar. Bu karara göre Abdü'l-Muttalib Oğullarına boykot ilân edilecek, alım satım da dahil, onlarla her nevi ilgi
kesilecek, onlardan hiç biri kendi mahallelerine sokulmayacaktı. ve bu durum, Resûlüllah alenen öldürülmek üzere kendilerine
teslim edilinceye kadar devam edecekti.
Kureyş aldığı bu kararı bir sahîfe üzerine yazarak, yeminler ve ahidler
ile de te'yid ederek, Kabe'nin içine astı. ve bu sahifede, ebediyen
onlarla sulha yanaşmıyacakları kaydim da koydu... Bu andan itibaren de boykot
başlamış oldu. Hâşim oğulları üç sene muhasarada kaldı, çok şiddetli sıkıntı ve açlık çektiler. Basit bir ihtiyaçlarim te'ınin için sokağa bile çıkamadılar...
Kureyş dışarıdan gelen malları bile tekeline almıştı. Dışarıdan gelen mallara
derhal el koyuyor, her hangi bir şeyin
Abdü'l-Muttalib Oğullarına intikal
etmesine imkan bırakmıyordu...
Boykot, şiddetinde hiç bir şey kaybetmeden
üçüncü senesine girdi. Bu sırada Abdü Menâf Oğulları ile Kusay Oğullarından bâzı kimseler ve Kureyş'ten bâzı şahsiyetler; vicdanları sızlıyarak bu
derece şiddetli bir boykotun tatbikinden memnun olmadıklarim, bunun hakkaniyet ve akrabalık duygularıyle bağdaşmadığım müzâkere edip kaldırılmasına çalışmak üzere karara vardılar... Bunlar,
anneleri tarafından da Hâşim Oğulları ile yakınlığı bulunan
kimselerdi. Bu sırada Yüce Allah; onların sahîfesine
güveyi musallat kılmıştır. Sahîfe içindeki iyi ve güzel olan bütün kelimeleri,
güve yemiştir. Kureyş'in, sözünü te'yid
maksadiyle kullandığı yemin ve ahid kısmında geçen Allah'a
âit isınılerden de bir eser kalmamıştır. Sahîfe üzerinde sâdece Kureyş'in zulüm ve gadrini ifâde eden kötü kelimeler kalmıştı. Yüce Allah; ayrıca Resûlü'nü de durumdan haberdar etmişti. Resulüllah'da bunu amcası Ebû Tâlib'e anlattı. Ebû Tâlib heyecanim
tutamadı ve: "Parlayan yıldızlara yemin olsun
ki, O bana hiç yalan söylememiştir!"
demekten kendini alamadı. ve yanına Abdü'l-Muttalib
Oğullarından bâzılarim alarak Mescid-i Harâm'a gitti. Orası Kureyş'le dolu idi.
Kureyş Ebû Tâlib'in bâzı adamlarla
birlikte gelmekte olduğunu görünce yadırgadı ve onların gelişini, çektikleri belanın şiddetiyle pesettikleri şeklinde yorumlayıp, Resulüllah'ı alenen öldürülmek üzere teslim edecekleri zannına kapıldı. Ebû Tâlib ise gelir gelmez söze başlayıp: "Ey Kureyş, aranızda hiç beklemediğiniz bâzı şeyler olmuş! Üzerine yemin ve ahidlerde bulunduğunuz o sahîfeyi getiriniz, umuyorum ki aramızda bir anlaşma olacaktır. (Ebû Tâlib'in böyle söylemesi, sahifeye Önce
Kureyş'in bakmaması maksadim
güdüyordu.) Kureyş önce hayret içinde kaldı ve sahîfeyi gidip Kabe'nin içinden getirdiler.
Kureyş, artık Resûlüllah'ın kendilerine teslim edileceğine kesin güzeyle bakıyordu. Sahîfeyi
önlerine koydular.
Ebû Talib dedi ki:
"Ey Kureyş, ben size insaflı ve adaletli
bir şeyi kabul ettirmek üzere geldim. Kardeşimin oğlu Muhammed bana
haber verdi ki, Allah sizin önünüzde duran şu sahîfenizden
beridir! ve bu sahifede Allah'a âit ne kadar isını ve kelime varsa Yüce Alîah
onları görünmez kudretiyle mahvedip gidermiştir; sâdece sizin zalimliğinize delâlet eden kelimeleri bırakmıştır. Şimdi sahifeyi açıp durumu görebilirsiniz. Ki kardeşimin oğlu şimdiye kadar verdiği hiçbir haberde
yalancı çıkmamıştır, bunda da çıkmayacaktır. Şayet yalan olduğu görülecek
olursa, alenen öldürülmek üzere O'nu size teslim etmeğe hazırız! Eğer doğru söylediği görülecek
olursa, içimizden son nefer ölünceye kadar O'nu size teslim etmiyeceğizL."
Kureyş, Ebû Tâlib'e verdiği cevapta:
"Evet, buna razı olduk"_dedi ve sahîfeyi açtı. Gerçekten Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) sâdık ve masdûk olduğu görüldü. Durum,
aynen O'nun haber verdiği gibidir... Zulüm ve haksızlığı ifâde eden
kelimelerden başka hiç bir kelime bırakmadan hepsini
güve yiyip delik deşik etmiştir. Ahidnâme
denilecek bir tek sağlam madde bırakmamıştır.
Durumu kendi
gözleriyle gören Kureyş, şaşkına döndü. Büyük
bir şaşkınlık içinde dediler
ki: "Vallahi bu, sizin arkadaşimzın sihrinden ibarettir!" Abdü'I-Muttalib Oğulları da dediler
ki: "Ya'lân söylemeğe, sihir ve büyü yapmağa yakışan ve yakın olanlar; bizden
başkaları olabilir! Eğer sizin işinizde, aldığimz boykot kararında sihirler ve
yalanlar olmasaydı; sahîfeniz durduğu yerde bozulup
gitmezdi. Belli ki, Yüce Allah sizin sahîfenizde güzel ve iyi olan ne varsa
onları giderip, çirkin ve kötü ne varsa onları bırakıp sizin yüzünüze çalmıştır. Durum ortadadır. Hangimizin
sihir ve yalana layık olduğunu
göstermektedir! Hani, yeminler ve ahidlerle madde madde yazıp1 Kabe'nin içine astığimz sahîfeniz ne
oldu?"
İşte bu sırada, vicdanları sızlıyarak boykotun
kaldırılması için çalışacaklarına dair sözleşen Abdü Menaf ve
Kusayy oğullarına mensup kişiler, söze karışıp:
"Bizler şahsen bu sahifeden el çekiyoruz! Onunla hiçbir ilgimiz
yoktur! Şu andan itibaren onun kaldırılmasını
istiyoruz!" dediler. Sahîfenin hükümsüz sayılması üzerine de Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) ve arkadaşları muhasaradan
çıkıp Mekke halkı ile haşir neşir oldular."
İbn-i Sa'd der ki: Bana
Muhammed bin Ömer'in haber verdiğine göre, Kureyşten yaşlı bir zât'a
dayanan bir haberde şöyle denilmiştir: "Kureyş'in yazıp Kabe'nin içine astığı sahifeyi,
üçüncü senede güve yedi. Allah durumdan elçisini haberdar etti. Sahifede zulüm
ve cevr nâmına yazılmış neler varsa, bütün bunları güve yemiş-, Allah'ın zikri sadedinde neler yazılmış ise bunları yemeyip bırakmış... Kureyş neticeyi
görünce yaptığına pişman olup başım eğdi, sahifeyi hükümsüz saydı. Peygamber ve arkadaşları da muhasara ve hapisten kurtuldu..."
Yine İbn-i Sa'd'ın İbn-i Abbâs'tan sevkettiği bir
rivayette şu farklar bulunmaktadır: Kureyş'in boykot kararim almasının sebebi: Habeşistan'a göçen müslümanlara Necâşi'nin iyi muamele etmesini hazmedememesi idi.
Hâşim oğulları ile her nevi alakanın kesilmesini ihtiva eden sahîfeyi Abder'li İkrime'nin oğlu Mansûr yazmıştı ve yazdıktan sonra da eli çolak olmuştu. Müslümanlar hacc mevsınıinin dışındaki muhasa çıkarılıyorlardı. Üç sene sonra sahifedeki zulüm ve çevri ifâde eden
kelimeleri güve yemiş, Kureyş de bunun
üzerine boykotu kaldırmıştı.)
(Diğer bir rivayette ise: "Kureyş'in besmele yerine okuyup-yazdığı "bismikâllahümme=ancak senin adınla ey Allah'ım"
cümlesinden başka, bütün kelimeler güve tarafından yenilmişti"
denilmektedir.)[2]
9 PEYGAMBERİMİZİN
KENDİSİNE HÂS
İSRÂ' VE Mİ'RÂC MUCİZESİ VE
BU GECEDE GÖRDÜĞÜ BAZI İLÂHÎ TECELLÎLER
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Eksiklikten uzaktır O Allah ki,
geceleyin kulunu Mescid-i Haram'dan, çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i
Aksa'ya yürüttü. O'na ayetlerimizden bir kısmim gösterelim diye. Gerçekten
O işiten görendir." [1]
Peygamberimiz'in İsrâ' ve Mi'râc mucizesi
hakkında pek çok hadisler vardır. Bunların bazısı uzun, bazısı da kıSa'dır.
Şimdi bu hadis-i şeriflerden bir kısmim arz edelim. Önce Enes (radıyallahü
anh)'ın hadisini görelim: [2]
Enes Hadisi
Müslim'in Sabit el-Bünani'den
rivayetine göre Enes demiştir ki: "Rasülüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: Bana
Burak getirildi. Burak; mer-kebden büyük, katırdan küçük, beyaz ve uzun bir
dabbedir. Gözünün gördüğü yere Ön ayağim kor ve çok süratli gider. Ben ona
bindim ve Beytü'l-Makdis'e geldim. Üzerinden inip oradaki halkaya bağladım ki,
daha önceki Peygamberler de bu halkaya binitlerini bağlarlar idi. Sonra
Mescid'e girdim, iki rek'at namaz kılıp çıktım. Cebrâîl bana,
birinin içinde içki, diğerinin içinde süt bulunan iki kadeh sundu. Ben de
içinde süt olanı alıp içtim. Cebrâîl bana: "Fıtratı seçtin" dedi. Sonra
yakın semaya çıkarıldım. Cebrâîl kapimn açılmasını istedi. "Sen
kimsin?" diye soruldu. O da: "Cebrâîl"
diye cevapladı. "Yanında kim var?" diye soruldu. O da:
"Muhammed" dedi. "Demek O'na Peygamberlik geldi mi?" denildi. O da: "Evet"
dedi ve bize kapı açıldı. Bir de ne göreyim, Âdem'le karşı karşıyayım! Beni "merhaba" diyerek karşıladı
ve bana hayır dualar etti. Sonra ikinci semaya çıkarıldık. Cebrâîl kapimn açılmasını istedi, ona: "Kimsin?" denildi. O da:
"Cebrâîl" dedi. "Yanında kim var?" denildi. O:
"Muhammed" dedi. "Demek O, Peygamber olarak gönderildi mi?" denildi. O da: "Evet"
dedi. Bize kapı açıldı. Bir de ne göreyim iki teyze oğlu Îsâ bin Meryem ile Yahya bin
Zekeriyya karşımızdalar. Beni. "merhaba"
diyerek karşıladılar ve benim için hayır duada bulundular. Sonra
üçüncü semaya çıkarıldık. Cebrâîl yine kapimn
açılmasını istedi,
kendisine: "Sen kimsin?" diye soruldu. O: "Cebrâîl" dedi. "Yanında kim var?" denildi, O
da: "Muhammed" dedi. "Demek O'na gerçekten Peygamberlik geldi mi?" denildi. O da: "Evet"
dedi. Kapı açıldığında
ne göreyim, bütün güzelliğin yarısına sahip kılınmış bulunan Yusuf Peygamber! Beni
"merhaba" diyerek karşıladı
ve benim için hayır duada bulundu. Sonra dördüncü
kat semaya çıkarıldık. Cebrâîl kapimn
açılmasını istedi,
"Kim o?" denildi. O: "Cebrâîl"
dedi. "Yanında kim var?" denildi, O da: "Muhammed" dedi.
"Gerçekten O'na Peygamberlik gönderildi mi?" denildi. O da: "Evet" dedi. Kapı açıldığında karşımda îdris'i gördüm. O da beni "merhaba"
diyerek karşıladı ve benim için hayır dua etti. Sonra
beşinci semaya çıkarıldık. Cebrâîl kapimn açılmasını istedi. "Kimsin?" denildi. O: "Cebrâîl" dedi. "Yanındaki kim?" denildi. O da: "Muhammed" dedi.
"Demek O'na Peygamberlik gönderildi
mi?" denildi. O da: "Evet" dedi. Kapı açıldı. Bir de ne göreyim, Harun beni karşılamakta, bana "merhaba" demekte. O da benim
için hayır dua etmekte. Sonra altıncı semaya çıkarıldık. Cebrâîl yine kapimn açılmasını istedi, "kim o?" denildi. O: "Cebrâîl" dedi. "Yanındaki kim?" denildi. O da:
"Muhammed" dedi. "Demek O'na Peygamberlik gönderildi mi?" denildi. O da: "Evet"
dedi. Kapı açıldı. Bir de ne göreyim, Mûsa karşımda. Beni "merhaba"
diyerek karşıladı ve benim için hayır
dua etti. Sonra yedinci kat semaya çıkarıldık. Cebrâîl kapimn açılmasını istedi, ona "kimsin?" diye soruldu. O:
"Cebrâîl" dedi. "Yanında kim var?" denildi, O
da: "Muhammed" dedi. "Demek O'na Peygamberlik gönderildi mi?"
denildi. O da: "Evet O'na Peygamberlik
verildi" dedi. Kapı açıldı biz de içeri girdik. Bir de göreyim, İbrahim arkasını Beyt-i
Mâmûr'a dayamış oturmakta ve bu
Beyt'e günde yetmiş bin melek girmekte, çıkıp bir daha dönmemektedir.
Sonra ben Sidre-i
Müntehâ'ya götürüldüm. Onun fil kulağı
gibi yapraklan, testi gibi meyveleri vardı. Hiç bir kimse onun güzelliğini
hakkıyla anlatmaya güç yetiremez. Allah bana dilediğini vahyetti. Üzerime elli vakit namazı farz kıldı, her gün bu
namazlar kılınacaktı. Ben geri döndüm. Mûsa'ya geldiğim
zaman, o bana: "Allah senin ve ümmetinin üzerine neyi farz kıldı?"
diye sordu. Ben de: "Elli vakit namazı" dedim. O da bana dedi ki:
"Rab'bine dön ve O'ndan
hafifletmesini iste. Zira ümmetin buna güç yetiremez. Ben İsrâ'il oğullarim çok tecrübe ettim, sana
bu tecrübeme dayanarak tavsiyede bulunuyorum." Ben de onun tavsiyesine
uyarak Rab'bime döndüm, O'ndan hafifletmesini istedim. Rab'bim dileğimi kabul ederek beşini bağışladı. Dönüşümde Mûsa yine sordu, ben de
kendisine "beşini bağışladı" dedim. Mûsa: "Senin ümmetin buna güç
yetiremez, dön de Rab'binden hafifletmesini iste"
diye tavsiyede bulundu. Ben Rab'bim ile Mûsa arasında gidip geldim, hatta
sonunda Rab'bim: "Ya Muhammed, bu farz kıldığım namazlar, günde beş vakit olmak
üzere hafîfletümiştir. Bu beş namazdan her biri
içinde on katı vardır. Sizden beş, benden ellidir.' Ümmetinden her kim bir iyiliği yapmaya niyet ve himmet eder de yapmağa gücü yetmezse, ona yine bir hasene vardır. Eğer
yaparsa (en azından) on hasene sevabı yazılır. Her kim bir kötülüğü yapmaya niyet ettiği halde yapmazsa, ona hiç bir şey yazılmaz [3]Eğer yapacak olursa ona bir kötülük yazılır11 buyurdu. Ben bunun üzerine döndüğümde yine Mûsa'ya uğradım
ve neticeyi kendisine duyurdum. O bana yine; "Ey Muhammed Rab'bine dön, O'ndan namazı daha da hafifletmesini iste!" tavsiyesinde
bulundu. Ben de kendisine şu karşılığı verdim: "Kaç defa
Rab'bime dönüp ricada bulundum. Rabbim de her
defasında hafifletmede bulundu. Artık Rabbimden utanır oldum." [4]
Buhârî ve İbn-i Cerir'in Şüreyk bin Abdullah tarikiyle Enes'ten
naklettikleri haberde şöyle denilmiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Isrâ gecesi Kabe Mescidi1 nde
bulunuyordu, orada uyumakta idi. Bir ara yanına üç kişi geldi. Bunlardan
birincisi: "Hangisidir?" dedi, ikinci kişi: "En hayırlılarıdır" dedi. Üçüncü kişi de: "Haydi onların en hayırlısını tutunuz"
dedi. Bu sırada Peygamberimizin gözleri uyuyor, kalbi uyumuyordu ve O, onları gözüyle görmüyordu. Zaten diğer Peygamber- ler de hep. gözleriyle uyur, kalpleriyle
uyumazlar idi. Bu gelen üç kişi bir şey demeksizin Peygamberi yüklenip Zemzem
Kuyusu'nun yanına götürüp koydular. Cebrâîl orada O'nu ameliyat etti. Göğsünü göbeğine
kadar yarıp karnimn içindekileri dışarı
çıkardı, Zemzem suyu döktürerek kendi eliyle yıkadı, temizlik ve paklık işi
sona erince, içi iman ve hikmetle dolu altından bir leğen getirilip göğsüne dökülerek içi bununla dolduruldu.
Sonra göğsünü kapattı ve bu sema yolculuğu, yerden başlamış oldu. [5]Birinci
kat semaya çıkarıldığı zaman, Cebrâîl kapıyı çaldı, "kim o?" denildi. O: "Cebrâîl" dedi. "Yanında kim var?" denildi. O
da: "Muhammed" dedi. "Demek Ona vahiy geldi mi?" denildi, o
da: "Evet" dedi. Bunun üzerine kapı açılıp kendilerini "merhaba
ehlen ve sehlen" diyerek karşıladılar. Birinci
semada Âdem'le
karşılaştılar. Cebrâîl Peygambere: "İşte bu baban Âdem'dir" dedi. O da Âdem'e selam verdi. Âdem'de O'nun selamına karşılık
verdi ve: "Merhaba, ehlen! Oğlum, sen ne kadar iyi bir oğulsun!" diyerek taltifte bulundu. Derken bu
yakın semada iki nehrin bir düze akıp gitmekte olduğunu gördü ve bunların ne olduğunu Cebrâîl'den sorduğunda: "Bunlar, Nil ve Fırat nehirlerinin aslı ve
unsurudur" esvabim aldı. Derken biraz daha gittiklerinde bir başka nehir ile karşılaştı. Nehrin üzerinde inci
ve zebercedden yapılmış
bir köşk vardı. Eliyle buna dokunduğunda Misk-i Ezfer gibi hoş koku saçtığım gördü. "Ya Cebrâîl bu nedir?" diye
sordu. Cebrâîl: "Rabbinin sana vadedip sakladığı Kevser*
nehridir" dedi. Sonra ikinci semaya çıktılar. Cebrâîl kapıyı çaldığında "kimsin?" diye
seslenildi. O: "Cebrâîl" dedi. "Yanındaki kim?" denildi, o da:
"Muhammed" dedi. "Demek o Peygamber olarak gönderildi
mi?" denildi, o da: "Evet" dedi. îçeri girdiler. "Merhaba
ehlen" diyerek karşıladılar. Sonra üçüncü semaya
çıkarıldılar. Yine evvelki gibi karşılandılar. Sonra dördüncü semaya çıkarıldı,
yine önceki gibi karşılandılar. Beşinci semaya
çıktıklarında da böyle oldu. Altıncı ve yedinci semaya çıkarıldılar, yine
böyle karşılandılar. Her semada bazı Peygamberlerle karşılaşıp konuştular. Sonra Peygamberimiz, ancak Allah'ın bileceği yüksekliklere çıkarıldı,
nihayet Sidre-i Münteha'ya geldi. Sonra namaz farz kılındı.
Bu konuda, Nesaî'nin
Yezid bin Mâlik tarikiyle yine Enes'ten bir rivayeti var. Bu rivayeti de Sa'dece fazlalık ve farklılık ifade eden taraftarıyla arz edelim:
"Burak'a bindim, yanımda Cebrâîl de
vardı. Bir müddet gittik, Cebrâîl bana:
"Burada in, iki rekat namaz kıl" dedi, ben de inip kıldım. Cebrâîl: "Burası neresidir bilir misin?" diye sordu
ve "Taybe'dir, hicret buraya olacaktır" dedi. Sonra yola devam ettik, Cebrâîl: "İn burada iki rekat namaz kıl" dedi. Ben de inip
kıldım. Cebrâîl: "Nerede namaz kıldığim biliyor
musun? Mûsa'nın mi'râcim yapıp Allah'la konuştuğu
Tur-i Sînada namaz kıldın" dedi. Sonra giderken yine bana: "în, iki
rekat namaz kıl!" dedi. Ben de inip kıldım. Yine dedi ki: "Nerede
namaz kıldığim biliyor musun? Îsâ'nın doğum yeri olan Beyt-i Lahm'da namaz
kıldın." Sonra ilerleyip Beytü'l-Makdis'e geldim, içeri girdim. Peygamberler orada cemaat
olmuştu. Cebrâîl bana imam olmamı işaret etti, ben de onlara namaz kıldırdım.
Sonra sema yolculuğu başladı, her bir semada
bazı Peygamberlerle karşılaşıp konuştum. Sidre-i Münteha'ya
geldiğimde beni bir heyecan kapladı, başım döndü ve ben yere kapandım. Bana (Allah tarafından)
denildi ki: "Ey Muhammed, Ben yerleri ve gökleri
yarattığım günde sana ve senin ümmetine günde elli vakit namazı farz kıldım.
Sen ve senin ümmetin bu elli vakit namazı eda edeceksiniz." Ben bu emri
alarak döndüğümde Mûsa'ya uğradım.
Mûsa (aleyhisselâm) bana dedi ki:
"Rabbin sana ve ümmetine neyi farz kıldı?"
Ben: "Elli vakit namazı farz kıldı" dedim. Mûsa: "Sen ve senin
ümmetin buna güç ye tirem ez siniz. Rabbine dön de hafifletmesini iste. Zira
benim ümmetim olan israil oğullarına günde iki
vakit namaz farz kılınmıştı da onlar, bunu eda
etmemişlerdi" tavsiyesinde bulundu. Ben de
Rabbime döndüm hafifletmesini istedim. Rabbim de onar onar hafifletti ve
en sonunda: "Habibim! Elli vakte bedel beş vakit
namaz" buyurdu. Allah'ın (c.c.) bu kelamından, beş vaktin kesin olduğunu anladığım için, bir daha hafifletmesi
için müracat etmedim." [6]
İbn-i Ebî Hatim diğer bir tarik ile, Yezid bin Ebû Malik'den, o da Enes'ten rivayet eder. Enes'in
bu rivayetinin de bazı farklılıkları var. Bu itibarla bu rivayeti de arz
ediyoruz:
"...Burak'ın üzerinde Beytü'l-Makdis'e geldiklerinde Cebrâîl ora-diki bir taşı parmağı
ile delerek Burak'ı bu taşa bağladı. Sonra her ikisi
mescid sahasına çıktılar. Cebrâîl burada: "Ey Muhammed, sen, cennet
hurilerini sana göstermesi için Allah'a duada bulundun mu?" dedi.
Peygamber "evet" dedi. Hurilerin
yanına giderek selam verdiler, (Rasulüllah'ı karşılamak üzere meleklerle semadan
inmiş bulunan) bu huriler, kayanın sol
tarafında idiler. Peygamberin selamına selam ile karşılık
verdiler. Peygamber onlara;
"sizler kimlersiniz?" diye sordu. Onlar da
"bizler hayırlı kadınlarız, dünyada tertemiz yaşamış iyi
insanların kadimyız" dediler. Bunlarla konuştuktan sonra, Peygamber yerine
döndü, orada pek çok cemaat toplanmıştı."
(Olayı kendi ifadesiyle anlatan Enes, bu
noktadan sonra Peygamberin
ifadesiyle anlatmaya başlıyor). "Ben, ezan okunup ikamet
alındıktan sonra, bize kim imam olacak acaba derken, Cebrâîl elimden tutup öne geçirdi, ben de namazı kıldırdım. Döndüğümde Cebrâîl bana:
"Ey Muhammed, arkanda kimler namaz kıldı, biliyor musun?" dedi. Ben:
"Hayır" dedim. O dedi ki: "Arkanda Allah'ın gönderdiği bütün Peygamberler
namaz kıldı." Sonra elimden tutarak birlikte semaya çıktık. "Merhaba,
hoş geldiniz!"
diyerek her semada karşılanıp, bazı Peygamberlerle konuştum. Yedinci
kat semada İbrâhim Peygamberle karşılaşıp selamlaştım. Sonra yedinci semanın üzerine çıktım. Burada bir
nehir gördüm. Üzerinde çeşitli mücevherlerle süslü çadırlar vardı. Çadırların
üzerinde yeşil kuşlar
uçuşuyordu, benim gördüğüm en güzel kuşlar
bunlardı. Dedim ki:
"Ey Cebrâîl, bu kuşlar ne kadar güzel ve
hoş." Cebrâîl: "Bu kuşları yiyecek olanlar daha hoştur"
dedi ve: "Bu nehir hangi nehirdir, biliyor musun?" dedi. Ben
"hayır" diyerek cevapladım. O da: "Bu Allah'ın sana verdiği el- Kevser'dir"
dedi. Baktım sayılmayacak kadar çok ve çeşitli
mücevherlerle süslü altın ve gümüş taşlarla bezenmiş,
her tarafı. Suyu sütten daha beyazdı. Taslardan birini alıp Kevserin suyundan
içtim, baldan daha tatlı ve miskten daha hoş kokulu idi.
Sonra Cebrâîl beni alıp Sidre-i Münteha'nın olduğu yere götürdü. Burada beni her renkten bulutlar kapladı. Cebrâîl de beni terk etti. Ben hemen Allah için secdeye
kapandım. Allah bana buyurdu ki: "Ey Muhammed, Ben, yerleri ve gökleri
yarattığım günde sana ve
ümmetine elli vakit namazı farz kıldım! Sen ve ümmetin bu namazı
eda ediniz!" Sonra üzerime çöken bulutlar dağıldı. Cebrâîl de yanıma gelerek elimden tuttu ve hemen dönüşe geçtik, İbrâhim'e uğradık o bana bir şey demedi. Sonra Mûsa'ya uğradım, o bana: "Ne yaptın ya Muhammed?"
dedi. Ben de: "Rabbim bana ve ümmetime elli vakit namazı farz kıldı"
dedim. O bana: "Ey Muhammed, buna ne sen, ne de ümmetin güç
yetirebilir" dedi ve Rabbime dönüp hafifletmesini istememi tavsiye etti. Ben de
derhal Rabbime döndüm. Sidre-i Münteha'nın yanına geldim. Beni yine bulutlar kapladı. Ben derhal secdeye
kapanıp: "Rabbim bizden hafiflet!" diyerek yalvardım. Rabbim de:
"Onunu kaldırdım" buyurdu. Bunun üzerine döndüm, yine Mûsa'ya uğradığımda, "Rabbim onunu kaldırdı" dedim. O
da bana: "Dön Rabbinden daha hafifletmesini
iste" dedi."
(Enes bu noktada
ilgili hadisi: "Bu namazlar, elliye bedel beştir" kısmına kadar anlatıyor ve şöyle devam ediyor: "Sonra
dönüşe geçtiler. Bu sırada Peygamber dedi ki: "Ey Cebrâîl, her semada bizi karşılayanlar "merhaba ehlen" diyerek karşılıyor ve güler yüz gösteriyordu. Fakat bir tanesi
selam vermekte ve "hoş geldiniz" demekte kusur etmediği halde hiç gülmüyordu, bunun sebebi
nedir?" Cebrâîl şu karşılığı verdi:'Ta Muhammed, o kişi, cehennem bekçisi olan Malik adındaki melektir.
Yaratıldığı günden beri hiç
gülmemiştir, eğer gülmüş olsaydı,
sana karşı gülerdi."
Sonra Burak üzerinde
dönüşe devam ettiler. Yolda bir kafileye
rastladı, bu bir Kureyş kervanı idi. Kervanın içinde bir deve yiyecek taşıyordu,
iki tarafına iki çuval yüklenmişti, çuvallardan biri
beyaz biri siyahtı. Yanından Peygamber geçerken müthiş ürkmüş, tepetaklak yuvarlanarak ayakları kırılmıştı. Peygamberimiz Mekke'ye gelip
aynı günün sabahında Mi'râcim anlatınca,
müşrikler inkar ve
itiraz seslerini yükselttiler. Derhal Ebû Bekir'e koşup: "Ey Ebû Bekir,
senin arkadaşın Muhammed, geceleyin bir aylık mesafede
bulunan Mescid-i Aksa'ya hem gitmiş, hem de gelmiş.
Buna da inanacak mısın?" dediler. Ebû Bekir kendilerine dedi ki:
"Eğer bunu O söylüyorsa,
inanırız. Zira biz müslümanlar bundan daha garib ve daha ileri haberlerde dahi,
O'na inanmaktayız! O bize semalardan haber (vahiy) getirmekte ve biz
de bu hususta O'nu tasdik etmekteyiz!" Müşrikler
oradan ayrılıp süratle Peygambere geldiler ve bunun bir şahidi ve alameti olup
olmadığim sordular. Peygamberimiz de kendilerine
alamet olarak; kervan içindeki yiyecek yüklü olan ve ürkerek ayaklarım kıran
deveyi anlattı. Müşrikler kervanın gelmesini beklediler, geldiğinde bu
olayın vukua gelip gelmediğini sordular. Kervancılarıda olayın, aynen Hazret-i Peygamberin kendilerine anlattığı şekilde vukua geldiğini anlattılar, İşte bu günden itibaren de Ebû Bekr'e "El-Sıddık" denildi."
İbn-i Cerir ve İbn-i Merdûye tefsirlerinde ve Beyhekî Abdurrah-man bin Hişam
tarikiyle Enes'ten rivayet ederler. Bu rivayetteki
bazı farklılıkları da arz edelim. Enes demiş ki: "Cebrâîl Resulüllah'a Burak'ı getirdiği zaman, Burak kulaklarim
dikmiş (ve üzerine binmesi için Peygambere
zorluk çıkarmış). Cebrâîl de: "Ey Burak, Allah'a
yemin ederim ki, bugüne kadar sana Muhammed
kadar hayırlı ve keremli birisi binmiş değildir! Bu aksilik deneden?"
demiştir. Rasulüllah da Burak'a binip hızla
yola çıkmıştır. Giderken yol üzerinde görülen bir yaşlı kadın dikkati çekmiş. Cebrâîl'e bunun ne olduğunu sormuşsa da o: "Yürü ya Muhammed"
diyerek yola devam etmişler. Biraz gittiktten sonra yol kenarından
bir ses: "Bu tarafa, bu tarafa ya Muhammed!" diye söyleniyormuş. Cebrâîl derhal: "Yürü ya
Muhammed yürü. Bu seslere kulak verme" demiş. Epey ilerlemişler. Bu sırada büyük bir kalabalık: "Selâm sana ey evvel, ey ahir, ey
haşir!" diyerek kendisini selamlamışlar Cebrâîl bunların selamına karşılık
vermesini söylemiş. O da selam
ile karşılık vermiştir. Yolda bu durum üç defa
tekerrür etmiş'. Sonra Beytü'l-Makdis'e varmışlar. Burada kendisine üç kadeh
sunulmuş. Peygamber, süt kadehini alarak içmiş. Cebrâîl kendisine: "Tam-fıtrata isabet ettiniz! Eğer suyu içseydini*, ümmetiniz
suya boğulurdu; eğer
içkiyi içseydiniz ümmetiniz azardı" diye bir açıklama yapmıştır.
Sonra Âdem'den beri bütün Peygamberler cemaat olup, Peygamber efendimiz de onlara imam olmuştur.
Namazdan sonra Cebrâîl bir açıklama daha yaparak: "Yoldaki
rastladığın yaşlı kadın dünyayı temsil ediyordu. (Dünyanın da,
İşte bu yaşlı kadımın yaşadığı kadar bir ömrü kalmıştır!) [7]Yine yoldaki:
"Bu tarafa, bu tarafa!" diye duyulan ve yoldan sapılmasını isteyen
ses de, iblisin sesi idi. Kalabalık bir cemaat sesi gibi duyulan ve seni
selamlayanlar ise, İbrahim,
Mus,a ve Isa Peygamberler idi."
Yine Enes hadisi
olarak Ahmed ve Ebû Davud Abdurrahman
bin Cübeyr'den rivayet ederler. Bu rivayette de denilmiştir ki:
"Rasulüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ben
Mi'râca çıkarken bazı kavimler gördüm.
Bunların tırnakları bakırdandı. Tırnaklarıyla yüzlerini ve göğüslerini
tırmalıyorlardı. Bunların kimler olduğunu Cebrâîl'den
sordum. Dedi ki: "Bunlar gıybet edip insanların etlerini
yiyenler, (insanları gıyabında çekiştirip) onların şeref ve haysiyetine dokunacak
söz sarfedenlerdir." [8]
Katade, Sümame ve Ali
bin Zeyd tarikinden İbn-i Merdûye'nin bir takrici
var. Onlar da Enes'ten rivayet ediyorlar. Şöyle ki; "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "İsrâ' gecesinde ben bir kavme rastladım, bunlar ateşten makaslarla dudaklarim kesiyorlardı. Tekrar dudakları yerine geliyor,
tekrar kesiyorlardı. Bunların kimler olduğunu sorduğumda, Cebrâîl'in
bana cevabı şu oldu: "Bunlar, senin ümmetinin hatip ve
vaizleridir. Kendilerinin yapmadığı şeyleri, başkalarına
emredenlerdir." [9]
İbn-i Merdûye Katade tarikiyle
Enes'ten rivayet eder. O şöyle der: Peygamber'e namaz; İsrâ' gecesinde farz kılınmıştır."
[10] İbn-i Mace ve Nevadiru'l-Usül adlı kitabında Hakim-i Tirmizi ve diğerleri Enes'ten şöyle rivayet ederler: Peygamber
buyurdu: "Ben, İsrâ' gecesinde cennetin kapısı üzerinde:
"Sa'dakanın sevabı bire ondur, Allah için Ödünç vermenin sevabı ise bire onsekizdir" diye
yazılmış olduğunu gördüm. Ödünç vermenin, niçin Sa'daka vermekten
daha faziletli olduğunu sordum, Cebrâîl: "Dilenci ihtiyacı olmadığı halde de dilenmiş olabilir,
ödünç alan ise, mutlaka ihtiyacı sebebiyle ödünç
alır" dedi.
Hafız Bezzar, Katade tarikiyle Enes'den
nakleder: "Peygamberimiz, İsrâ' gecesi, Rabbini görmüştür." [11]
Büreyde Hadisi
Tirmizi, sahihtir kaydıyle Hakim, Ebû Nuaym, İbn-i Merdûye ve Bezzar, Büreyde'den rivayet ederler:
"Resulüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu: "İsrâ' gecesinde Beytül-Makdis'e geldiğimizde, Cebrâîl parmağıyla
oradaki kayayı deldi ve Burak'ı bu kayaya bağladı." [12]
Cabir Hadisi
Buhârî ve Müslim Cabir bin Abdullah'dan
rivayet ediyor. O demiştir ki: "Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "İsrâ' gecesinde Beytü'l- Mak-dis'e olan yolculuğumu Kureyş yalanladığı
sırada, yüce Allah gözümün
önünde Beytü'l-Makdis'i tecelli ettirdi;
ben de ona bakıyor, onların sorularim cevaplıyordum."
[13]
(İbn-i Merdûye ile Taberânî'nin sahih bir senedle Cabir'den
naklettikleri rivayette, Resulüllah efendimizin: "O gece Cebrâîl'i Allah korkusundan eski bir yaygı parçası gibi olmuş gördüm" buyurduğu da kaydedilmektedir). [14]
Semura Hadisi
İbn-i Merdûye Semura bin
Cündeb'den rivayet eder. O demiştir ki: "Resulüllah buyurdu: İsrâ' gecesinde ben, bir nehir gördüm, içinde bir adam
yüzüyordu. Bu adam nehrin içindeki taşları
alıp alıp yutuyordu. Ben Cebrâîl'e
bu adamın niçin böyle yaptığim sordum. O da bana dedi ki: "Bu senin ümmetinden riba yiyen adamın
temsilidir!"[15]
Şeddad bin Evs Hadisi
İbn-i Ebî Hatim, Beyhekî, Bezzar, Taberânî ve İbn-i Merdûye Şeddad bin Evs'den rivayet ederler. O
demiş ki: "Biz Resulüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem): "Senin İsrâ' mucizen
nasıl olmuştur?" diye sorduk. O buyurdu: "Ben yatsı
namazını ashabıma kıldırmıştım. Cebrâîl gelip beni Burak'a bindirdi. Hızla ilerledik.
Hurmalık bir yere vardığımızda, Cebrâîl bana;
"în iki *ekat namaz kıl!" dedi. Ben de inip kıldım. Sonra Burak'a binip ilerledik. Cebrâîl: "Nerede namaz kıldın biliyor musun?" dedi.
Ben, "hayır" dedim. O: "Yesrib'de, Taybe'de (Medine'de)
namaz kıldın" dedi. Burak üzerinde hızla giderken yine: "in, namaz
kıl" dedi. Ben de inip kıldım. Sonra binip ilerlemeye başladık.
O: "Nerede namaz kıldın?" dedi. Ben, "bilmiyorum" dedim. O:
"Mûsa'nın ilahi tecelliye mazhar olduğu ağacın
yanında namaz kıldın" dedi. Giderken yine; "in namaz kıl" dedi.
Ben de inip namaz kıldım. Sonra Burak'a binip ilerledik. O bana "nerede
namaz kıldın biliyor musun?" dedi. Ben de "hayır" dedim. O:
"isa'nın doğduğu yer olan Beyt-i Lahm'de" dedi. Sonra şehre ikinci kapısından girdik. Mescidin kıble tarafına
geçtik. Cebrâîl burada Burak'ı bağladı. Sonra mescide girdik.
Girdiğimiz kapimn üzerinde güneş ve ay resınıleri vardı. Mescidde Allah'ın
nasib ettiği kadar namaz kıldım. Sonra beni şiddetli bir susuzluk sardı ve bana
iki kadeh sunuldu. Birinde süt diğerinde bal vardı. Ben, Allah'ın bana olan
hidayeti sayesinde süt olan kadehi tercih edip içtim. Önümde yaşlı bir adam
oturmakta idi. Cibril'e hitaben: "Arkadaşın gerçekten fıtratı seçti"
dedi.
Sonra içinde büyük
bir şehir bulunan bir vadiye geldik. Burada bana cehennem, serilmiş yaygılar gibi bölük bölük gösterildi, isi hamam suyu gibi kaynayıp kokuyordu.
Dönüş esnasında Kureyşin bir kervanına rastladık. Develerinden birini
kaybetmişler, onu arıyorlardı. Geçerken onlara selam verdim. İçlerinden bazıları: "Bu Muhammed'in sesi"
diyordu. Sonra sabah olmadan Mekke'ye geldim. Ebû Bekir yanıma gelip: "Ey
Allah'ın Rasülü, nerede idiniz? Gece boyunca sizi, ümid ettiğim yerlerde
aradım, bulamadım" dedi. Kendisine, geceleyin Beytü'l-Makdis'e gidip
geldiğimi söyledim. Dedi ki: "Ya Resülallah, orası bir aylık yoldur! Bunu
bana anlatır mısın?" Beytü'l-Makdis gözümün önünde tecelli ettirildi, Ebû
Bekir ne sorarsa ona bakıp cevap verdim. Ebû Bekir de: "Evet şehadet ederim ki sen Allah'ın resulüsün! "
diyerek tasdik etti."
Müşrikler bunu duyduğu zaman şaşırıp:
"Ebû Kebşe oğlu Muhammed, bir gecede bir aylık mesafedeki Beytü'l-Makdis'e
gidip geldiğini nasıl iddia edebilir?" diye yaygara kopardılar. Peygamber (aleyhisselâm) onlara: "Bu
hususta size bir alamet söyleyeyim: Kervanimz
falan yerde kaybolan devesini arıyordu ve içlerinden falan ses onu bulmuş getiriyordu.
Falan yolu takib ederek geliyorlardı ve falan günde buraya
ulaşacaklar.
Önlerinde de elbise yüklü bir erkek deve bulunacak" diye karşılık verdi. Onlarda beklemeye başladılar. Belirtilen
günün öğle vaktine yaklaşılırken kervan geldi. Önünde de Peygamberimizin alamet ve vasfmı belirttiği deve vardı." [16]
İbn-i Abbâs Hadisi
Ahmed, Ebû Nuaym, sahih bir
senetle İbn-i Merdûye, Kabus
tarikiyle İbn-i Abbâs'tan rivayet
ederler. O demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tsra gecesinde
cennete girdiğinde, bir tarafta hafif bir ses işitti. Bunun ne olduğunu sordu, Cebrâîl de:
"Müezzin Bilal'in ayak sesleridir" dedi. Peygamberimiz de Mi'râc
dönüşünde insanlara: "Bilal gerçekten kurtuluşa ermiştir!" diyerek
bunu müjde etti. Semada Mûsa (aleyhisselâm) kendisini "merhaba ey ümmi Peygamber!" diyerek selamlamıştı. Peygamberimiz onu, uzun boylu, esmer tenli ve düz saçlı bir
adam olarak görmüş, kim olduğunu sormuş "Muşadır cevabim almıştır. Yine
semada İbrâhim'le de karşılaşmış, onu da ihtiyar, heybetli bir adam olarak
görmüş, kim olduğunu sormuş "İbrahim'dir" cevabim almıştır. O da, her Peygamber gibi
kendisini merhaba ile, selam ile karşılamıştır.
Sonra kendisine cehennem gösterildiğinde,
orada bazı kimselerin pislik yemekte olduğunu görmüş, bunların kimler olduğunu sormuş, Cebrâîl de: "Bunlar, senin ümmetinden gıybet
edenlerdir" cevabim
vermiştir. Yine Peygamber efendimiz,
kırmızı suratlı ve gök
gözlü bir adam görmüş, bunun kim olduğunu sormuş, Cebrâîl de: "Bu Salih
Peygamber'in devesini Öldüren adamdır" cevabim vermiştir. Mescid-i Aksa'ya
gelişinde namaza durmuş, arkasında da diğer Peygamberler saf durup namaz kılmışlar. Dönüşünde kendisine iki
kadeh sunulmuş, kadehlerden biri sağda diğeri solda imiş. Birinin içinde süt, diğerinin içinde ise bal varmış. Peygambermiz süt
kadehini alıp içmiştir.
Süt kadehini sunan da kendisine: "Gerçekten fıtratı seçtiniz" demiştir." [17]İbn-i Abbâs'tan çeşitli tarikler ile nakledilen rivayetler var.
Bunlardan İkrime tarikiyle sevk edilen
rivayet şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İsrâ' gecesi,
Beytü'l-Makdis'e gitti ve aynı gece döndü. Bunu Kureyş'e
anlattı, Beytü'l-Makdis'e ve onların yoldaki kervanlarına ait bazı alametleri
de söyledi. İnsanlardan bazıları: "Bu olur şey değildir!" diyerek dinlerinden döndüler. Bunların boyunları, Bedir'de kafir olarak Ebû Cehil'le
beraber vurulmuştur. Ebû Cehil İsrâ'
olayı üzerine galeyana gelmiş ve: "Muhammed bizi zakkum ağacı ile korkutmak istiyor! Hurmayı ve sütün kaymağım
getiriniz zakkumlamnız!" diyerek galeyanim açığa vurmuştu.
Peygamberimiz bu gecede Deccal'ı da gözüyle görmüştür, yoksa uykuda değil. Nitekim kendisi bu hususta: "Ben Deccal'i;
büyük cüsseli, ay yüzlü, gözünün biri yıldız gibi ışıklı,
saçları ağaç dalı gibi bir adam olarak gördüm" buyurmuştur,
isa'yı, Mûsa'yı, ve İbrâhim'i gördüğünü de beyan etmiştir, İbrâhim'in her azasının
kendi azasına benzediğini
görmüş: "O, tıpkı bana benziyordu"
demiştir. Onunla karşılaştığında Cebrâîl kendisine: "Atan İbrâhim'e selam ver!" demiş, Peygamberimiz de ona selam
vermiştir." [18]
Buhârî yine İkrime tarikiyle İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet eder. O
demiştir ki: Yüce Allah buyurdu:
"Sana gösterdiğimiz rüyayı, ancak insanlar için imtihan yaptık"
[19] Bu ayetteki rüyadan murat rü'yetdir, gözle görmektir ki, Peygamberimize İsrâ' gecesi bazı tecelliler gösterilmiş, o da gözüyle
görmüştür."
Yine Katade,
Ebû'l-Aliye tarikiyle İbn-i Abbâs'tan Buhârî ve Müslim rivayet ederler: O şöyle
demiştir: "Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu:
"Ben İsrâ' gecesinde Mûsa'yı uzun boylu, kıvırcık
saçlı, Şenua'lı adamlardan biri gibi gördüm,
isa'yı da orta boylu, pembe ile beyaz arası, açık renkli, düz saçlı bir adam
olarak gördüm. Cehennem hazini olan Malik'i kendine has
alametleri içinde Deccal'ı da gördüm. Daha nice tecellileri müşahade ettim Rabbim
bana bu hususta: "Andolsun ki biz Mûsa'ya da kitap vermiştik. Onun kavuşması hakkında sakın şüpheye düşme"
buyurmuştur. (Katade bu ayeti tefsir ederken: "Peygamberimiz Mûsa'ya kavuşmuştur" diye açıklama yapardı.)[20]
Ahmed, Nesai, Bezzar, Taberânt, Beyhekî ve İbn-i Merdûye sahih bir sened ile, Said bin Cübeyr
tarikiyle İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler. O şöyle
demiştir: Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "İsrâ' gecesinde ben, çok hoş bir koku duydum, bunun ne
olduğunu sordum. Dediler ki: "Bu Firavnm
kızının şehid düşen dadısının ve çocuklarimn
kokusudur. O Firavnm kızının başim tararken, tarağı elinden düşürmüş, alırken de "Bismillah" deyivermiş.
Firavunun kızı: "Senin babamdan başka rabbin mi var?" demiş. O da: "Benim, senin ve babanın da rabbi
Allah'tır" demiş. Kız babasına haber vermiş, Firavn kendisine: "Senin
benden başka rabbin mi var?" diye çıkışmış. O
da: "Senin de, benim de rabbim Allah'tır" diyerek karşılık
vermiştir. Müthiş sinirlenen Firavn, çok miktarda bakır
eritilmesini, onun ve çocuklarimn bu eritilmiş bakır
içine atılmalarim emretmiş. Onları teker teker kaynayan bakır içine atarlarken,
sıra en küçükleri olan süt emer çocuğa gelmiş,
çocuk: "Anacığım,
korkma gerileme. Çünkü sen hak yoldasın" diye konuşmuştur. Bu şekilde küçükken
konuşanların sayısı dörttür: Biri bu çocuktur, biri
Yusuf a şahitlik eden çocuk, biri Cüreyc'in arkadaşı, biri de Isa bin Meryem'dir." [21]
Ahmed, İbn-i Ebî Şeybe, Nesai, Bezzar, Taberânt ve Ebû Nuaym sahih bir sened ile Zurara
bin Ebû Evfa tarikiyle İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler. O şöyle
demiştir: Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ben, İsrâ' gecesi sabahında Mekke'de idim. Geceleyin Beytu
1-Makdis'e gidip geldiğimi
söylersem, insanlar beni yalanlar diye endişe ettim..." İşte Peygamberimiz bu endişe ile tek başına ve üzgün olarak oturuyordu. Allah'ın düşmanı Ebû Cehil ona uğradı, yanına oturdu ve: "Yeni bir şey
var mı?" diye alaylı bir tarzla sordu. Peygamberimiz de: "Evet, bu gece
uzaklara gidip geldim" dedi. Ebû Cehil: "Nereye gidip geldin?"
dedi. Peygamberimiz de: "Beytu
1-Makdis'e" dedi. Ebû Cehil: "Ve sabahleyin Mekke'desin?"
dedi. Peygamberimiz de: "Evet" dedi.
Ebû Cehil bu sırada Peygamberi yalanlamak istemedi, insanları çağırıp onlar
yalanlasın istedi. Bu maksatla insanları çağırdı ve Peygamberimize hitaben: "Haydi,
bana anlattıklarim bunlara da
anlat!" dedi. Peygamberimiz de anlattı. Duyanların bir kısmı hayretinden
ellerini birbirine çarpıyor, bir kısını elini başimn üzerine koyarak şaşkınlığim belli ediyordu. Sonra Peygamberimize hitaben: "Peki sen şimdi
bize, Beytü'l-Makdis'i tarif edebilir misin?" dediler, içlerinde
Beytü'l-Makdis'i görüp bilenler de vardı. Peygamberimiz bu hususu beyan Sa'dedinde
buyurmuş ki: "Ben onlara
Beytü'l-Makdis'i tarif ediyordum; bir kısmim anlattım,
sonra durum karıştı. Hemen Beytü'l-Makdis gözümün önüne getirildi. Ben de ona bakıp kalan kısmım da bir
güzelce tarif ettim." Beni güzelce ve hayretler içinde dinleyen insanlar:
"Vallahi olduğu
gibi doğru olarak anlattı" demekten
kendilerini alamadılar." [22]
Yine İbn-i Merdûye Said bin Cübeyr tarikiyle İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O şöyle demiştir: "tsra
gecesi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bazı Peygamberlere uğramıştır.
Bu Peygamberlerden bazılarimn cemaatı pek az olup
sayıları onu "geçmiyordu. Bazılarimn ümmeti küçük
bir topluluk idi. Bazılarimn cemaatı oldukça çok
idi. Bazılarimn ise, kendisine uyan kimsesi yoktu. Hiçbir kimse
kendisine inanmadığı için yapayalnız idi. Bazılarimn ümmetini ise, çok büyük bir cemaat
halinde görmüştü. Peygamber
efendimiz: "Bu kimin
ümmetidir?" diye sormuş, kendisine: "Bu
Mûsa'nın ümmetidir" denilmiştir. Sonra: "Ey Muham-med, başim kaldır da bir bak!" denilmiş, Peygamberimiz de baktığında
bütün ufukları kaplayan çok büyük bir topluluk görmüş; yine kendisine: "İşte bu da senin ümmetindir! Bundan başka ümmetinden
yetmiş bin kişi daha vardır ki, onlar; hesaba
çekilmeksizin doğruca cennete
gidecekler" denilmiştir." [23]
Ahmed, sahih bir senedle İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Peygamberimiz buyurdu: Ben, aziz ve celil
olan rabbimi gördüm."
Taberânî Mu'cemul-Ev safında sahih bir senedle İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder: "Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gerçekten rabbini iki defa
görmüştür. Birinde gözüyle, diğerinde ise kalbiyle
görmüştür."[24]
Müslim'in de İbn-i Abbâs'tan
bu hususta bir rivayeti var. Onun çıkardığı bu habere göre İbn-iAbbas:[25]
"Onun gördüğünü gönlü yalanlamadı. And
olsun ki onu, bir kez daha inerken görmüştü" (198)
ayetinin açıklaması ile ilgili olarak; "Gerçekten o onu, kalbiyle iki defa
görmüştür"
demiştir,
İbn-i Merdûye'nin de bu
konuda İbn-i Abbâs'tan bir rivayeti var, fakat bu
rivayetin senedi çürüktür. Onun bu rivayeti ise şu şekildedir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "İsrâ' gecesinde ben, ye'cüc ve me'cüc'e gönderildim,
onları dine davet ettim. İslamı kabul edip
Allah'a ibadet etmeye çağırdım. Onlar benim bu davetimi kabul etmediler.
Onlar Âdem ve
iblis neslinden Allah'a isyan edenlerle beraber, cehennemde azap görmektedirler."[26]
İbn-i Amr Hadîsi
İbn-i Merdûye Amr bin Şuayb'dan, o babasından, o da dedesinden rivayet ettiğine göre, o şöyle demiştir:
"Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hicretten bir sene evvel, Rabiul-evvel ayınm
onyedinci gününün gecesinde Mi'raca çıkarıldı..."
Beyhekî'nin İbn-i Şuayb'dan tahricine göre, o da şöyle demiştir:
"Peygamberimizin İsrâ' mucizesi, onun Medine'ye hicretinden bir sene
Önce idi." Beyhekî'nin Urve'den sevkettiği rivayette bu merkezdedir.
Onun bir de
el-Süddi'den rivayeti var. Bu rivayette aynen şöyle denilmiştir: "Peygamberimizin İsrâ' mucizesi, onun Medine'ye hicretinden onaltı
ay önce idi."[27]
İbn-i Mes'ud Hadisi
Müslim, Mürre el-Hamedani
tarikiyle İbn-i Mesud'dan rivayet eder. O
şöyle demiştir: "İsrâ' gecesi Peygamberimiz Sidre-i Münteha'ya
çıkarıldı. Semaya çıkarılıp yükseltilenler de, en son oraya kadar çıkarılır,
ruhlar ve diğerleri. Daha
yücelerden indirilenler de oraya kadar indirilir. Ayette:
"Sidre'yi kaplayan kaplamıştı"
buyurulmuştur. [28]Peygamberimiz Sidre'ye vardığı
zaman, onun üzerinde altın renkli kelebekler uçuşuyor,
her taraf rengarenk parlıyordu. Peygamberimize beş vakit namaz, el-Bakara suresinin sonundaki
ayetler, bir de "la ilahe illallah" tevhidine tam ehil olupta hiç bir
şeyi Allah'a ortak koşmayanların günahlarimn affedileceği müjdesi verilmiştir."
Ahmed, Îbn4
Mace, Saîd bin Mansur, sahihdir kaydıyla Hakim, Müesser bin Afare
tarikiyle İbn-i Mesud'dan rivayet ederler,
O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "İsrâ' gecesinde ben İbrâhim, Mûsa ve Isa ile karşılaştım.
Bunlar kendi aralarında kıyametin ne zaman kopacağı meselesini müzakere
ediyorlardı. "Bu hususta söz, İbrahim'in olsun"
dediler. İbrâhim (aleyhisselâm):
"Ben kıyametin ne zaman kopacağim bilemem" dedi. îşi Mûsa'ya havale ettiler. O
da: "Benim bu hususta bir bilgim yoktur"
dedi. Sıra isa'ya geldi. O da dedi ki: "Kıyametin ne zaman vuku bulacağım asla ben bilemem! Allah'tan
başka herhangi bir kimse de bilemez. Rabbimizin bana verdiği sözde şunlar
vardı. Kıyamet yaklaştığında Deccal çıkar. Benim de iki elimde iki kılıç
bulunur, Deccal beni gördüğü zaman, kalayın erdiği gibi erir. Beni görür görmez
Allah onu helak eder. Hatta taşlar ve ağaçlar:
"Ey müslüman, arkanda kafir saklanıyor, haydi gel onu öldür!"
diye seslenir. Derken Allah onların hepsini helak eder. Sonra insanlar ülke ve
vatanlarına dönerler. Bu sırada Ye'cüc ve Me'cüc çıkar. Onlar her
yüksekliği yel gibi aşarlar. Müslümanların ülkelerini çiğner. Neye rastlasalar helak
ederler. Önlerine çıkan bütün suları içip
tüketirler, insanlar bana gelip şikayet ederler, ben de; Allah'a
dua edip onları helak etmesini isterim, Allah da onları helak eder, hepsi ölürler.
Onların kokusundan yerin toprağı bozulur. Allah bol yağmur yağdırır. Seller onların
cesetlerini denizlere taşır.
İşte Rabbimin bana söz verdiği bu hususlar olduğu zaman,
kıyamet de iyice yaklaşmış olur. Hamile bir kadımın günü tamam olup da doğumunu akşam
mı, yoksa sabah mı yapacağı belli olmadan ev halkimn o doğumu bekledikleri gibi, kıyametin vukuu da bu derece
yaklaşmış olur."
Basendir kaydıyle Tirmizi ve İbn-i Merdûye Abdurrahman
tarikiyle İbn-i Mesud'dan rivayet eder: O
şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "İsrâ' gecesi ben İbrâhim ile karşılaştığım zaman, o bana dedi ki: "Ya
Muhammed, ümmetine haber ver, cennetin toprağı hoş, suyu pek tatlıdır! Teri de düzdür. Onu ağaçlandırıp yeşillendirmenin
yolu ise: "Sübfrânellâhi velhamdü lillâhi velâ ilahe ülallâhü vellâhu
ekber" diyerek Allah'ı teşbih, tahmid, tevhid ve tekbir etmektir ve: "Velâ
havle velâ knvvete illâ billahi 1-aliyyi'l-azîm" diyerek Allah'ın kudret, kuvvet ve azametine
sığınmaktır." [29]Yine İbn-i Mesud'a ait rivayetlerden birinde, Peygamber efendimizin Mi'râc gecesi Cebrâîl'i altıyüz kanadıyla bütün ufku kapatmış bir halde gördüğüne dair bilgi vardır. Diğer bir rivayetinde ise,
"Cebrâîlin kanatlarından, inci ve yakut gibi çeşit çeşit renklerin parıldadığım gördüğü" ifade edilmektedir.
Buhârî'nin rivayet ettiği bir diğer haberinde ise,"Refrefi
yeşil bir yaygı şeklinde ve bütün'ufku kapatacak
büyüklükte gördüğü" kaydedilmiştir." [30]
Abdurrahman bin Kurad El-Sümali Hadisi
Said bin Mansur ve diğerleri Abdurrahman bin Kurad'dan rivayet eder. O şöyle
demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), İsrâ' gecesinde Mescid-i Aksa'ya olan yolculuğuna başladığı
sırada, makam ile zemzem arasında bulunuyordu. Sağında Cebrâîl, solunda Mikail vardı. Bunlar onu oradan alarak ve
uçarak Mescid-i Aksa'ya götürdüler, sonra yüce
semalara çıkardılar. Peygamberimiz bu yolculuktan dönüş sırasında yüce semalardaki çok miktarda duyulan
teşbih seslerine ilaveten, bizzat semalarında: "Sübhâne'l-aliyyi'l-e'lâ
sübhânehü ve teâlâ" diyerek yüceler yücesi Allah'ı çokça teşbih ettiklerini
işitmiştir." [31]
9-1 Ömer İbn-ül Hattab Hadisi
Allah kendisinden razı olsun, Ömer İbn-il Hattab bir gün Cabiye'de iken Kudüs'ün fethini andığı sırada, Ka'bü-l Ahbar'a
hitaben şöyle dedi: "Ey
Ka'b! Söyle bakalım, ben mescidimi nereye
yapayım?" Ka'b, yahudilerin kıblesi olan büyük kayayı işaretle;
"Bu kayanın arka tarafına" dedi. Ömer, onun bu cevabından memnun olmadığı için: "Ey Kab! Herhalde yahudilik damarın tuttu,
vallahi ben kayanın arka tarafına mescid yüpmam. Bilakis kayanın ön
tarafına yaparım. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dfe onun Ön tarafında namaz kılmıştı"
diye karşılık verdi. Kayanın ön tarafına ilerledi, orada namaz kıldı, mescidinin de buraya
yapılmasını emretti."
[32]
Malik bin Sasaa Hadisi
Ahmed, Buhârî, Müslim ve daha başkaları Katade tarikiyle Malik bin Sa'saa'dan şöyle rivayet ederler. O şöyle
demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), İsrâ' gecesi Kabe'nin Hatim denilen kısmında
bulunuyordu.
(Bazı rivayetlerde Katade'nin
"Kabe'nin Hicr denilen kısmında bulunuyordu" dediği kaydedilir ve Mi'râcı sonuna kadar anlatan bu uzunca hadiste, başlıca şu noktalar bildirilir).
"O gece, Cebrâîl yanında iki melek daha bulunduğu halde gelir, Peygamber efendimizin göğsünü yararak ameliyat yapar,"
"Peygamberimizin biniti Burak;
katırdan küçük, merkepten büyükçe bir hayvan olup gözünün gördüğü yere ayağim basan;
çok süratli bir vasıtadır."
"Birinci kat semaya çıkarlar, Cebrâîl kapimn açılmasını ister, "Kim o?" diye sorulur, cevapta:
"Cebrâîl" denilir, "yanında kim var?" diye
sorulur. "Muhammed" diye cevap verilir. "Demek O'na Peygamberlik verilme zamanı gelmiş midir?"
denilir. "Evet" cevabından sonra kendilerine kapı açılır, onlar da
girerler. Diğer her bir semaya
gelişlerinde de böyle olur. Her bir semada bazı Peygamberlerle karşılaşırlar. Her Peygamber, kendisini:
"Merhaba ehlen!" diyerek, selam ve sevgilerle karşılarlar. Bunlardan Mûsa ile 6. kat, semada karşılaştığı, solamlaşıp ayrıldığı sırada, Mûsa'nın ağladığı duyulur. "Niçin ağladığı" sorulduğunda; "Muhammed benden sonra
Peygamber olarak gönderildi. Onun ümmeti benim ümmetimden çok olacak" diye
cevap verdiği görülür." Sidre-i
Müntehaya varıldığında Peygamberimiz, 4 nehir görmüş, bunların ikisi zahir, ikisi de batın imiş. Cebrâîl'e sormuş, O da: "Batın olan iki nehir, iki cennet
nehirleridir; zahir olan iki nehir de Nil ve Fırat nehirleridir (bunların
aslı ve unsurudur)" diyerek cevap vermiştir. Bundan sonrada Peygamberimize Beytül-Ma'ınur gösterilmiştir."
Katade, buradaki
rivayetinde, Beytü'l-Ma'ınura her gün yetmiş bin meleğin ziyaret için girdiğini ve bir daha dönmediklerini
Hasan tariki ile ve Ebû Hureyre'nin hadisi olarak nakletmişîir.[33]
Ebû Eyyüb Hadisi
İbn-i Ebî Hatim ve İbn-i Merduye Ebû Eyyub el-Ansari'den rivayet eder. O
demiştir ki: "İsrâ' Gecesi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); İbrâhim'e uğradı, İbrâhim O'na dedi ki:
"Ümmetine emret, cennete çokça fidan diksinler; zira cennetin toprağı hoş, yeri geniştir." Peygamber
Efendimi?, İbrahim'e: "Cennete dikilecek fidanlar
nelerdir?" diye sormuş. O da:
"....Güç ve
kuvvet ancak Allah iledir. (Kötüden
sabnmak, iyide imanlı olmak, Sa'dece Allah'ın dilemesi ve
yardım ötmesi ile mülkündür)" diyerek, Allah'tan güç ve kuvvet talebinde
bulunmaktır!" demiştir.
[34]
Ebû Zerr Hadisi
Buhârî ve Müslim Yunus tarikiyle Zühri'den,
o da Enes'ten nakleder. Enes diyor ki: "Ebû Zerr Resulüllah'ın İsrâ' mucizesini anlatmak üzere bize dedi ki:
Resulüllah (sallallahü aleyhi ve
sellem) buyurdu: "Evimin tavanı
yarıldı, Cebrâîl indi, göğsümü yarıp kalbimi çıkardı, zemzemle yıkayıp iman ve
hikmetle doldurdu sonra kapattı. Sonra elimden tutup semaya çıkardı. Semaya
vardığımızda, kapimn açılmasını istedi. "Kimsin?" denildi, O: "Cebrâîl" dedi. "Yanında başkası
var mı?" denildi, O da: "Evet, yanımda Muhammed var" dedi. "Demek ona Peygamberlik gönderildi mi?" denildi. O da: "Evet"
dedi. Kapı açılıp semaya çıktığımız-di, bir de ne göreyim,
adamın biri oturmuş,
sağma bakıp seviniyor» soluna bakıp
ağlıyordu. Beni "merhaba iyi Peygamber. Merhaba iyi evlad" diyerek karşıladı. Cebrâîl'e: "Bu zat kimdir?" diye sordum, O da:
"Âdem'dir sağındaki ruhlar, cennetliklerin ruhlarıdır; solundaki
ruhlar da cehennemliklerin ruhlarıdır. Sağına bakıp sevinip
gülmesi, soluna baktığı zaman
üzülüp ağlamasıda bundandır" karşılığim verdi.
Sonra ikinci semaya çıktık. Buranın bekçisi de önceki gibi söyledi, sonra kapıyı açtı.
(Ebû Zerr'in ravisi
Enes der ki: "Ebû Zerr, Peygamberlerin hangisinin hangi semada olduğunu söylememekle beraber, o gece Peygamber efendimizin Âdem'i, Idris'i, Mûsa'yı, Îsâ'yı
ve İbrahim'i gördüğünü ifade etmiştir.)
Zuhri der ki: Bana İbn-i Hazm, İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini nakletmiştir: Peygamber (s.a.vJ buyurdu:
"Sonra yükseğe çıkarıldım; öyle bir makama ulaştım ki, kâlemlerin çıkardığı
gıcırtıları duyuyordum..."
Müslim, Ebû Zerr'den şu hadisi rivayet
etmiştir: "Ben Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimize: "Ey Allah'ın rasülü, sen mi'râcda rabbini gördün mü?"
diye sordum. Peygamberimiz de bana: "Ey
Eba Zerr, ben büyük bir nur içinde kaldım, onu nasıl görebilirim?" diyerek cevap
verdi." [35]
Ebû Said Hadisi
Peygamberimizin İsrâ' ve Mi'râc mucizesini genişçe anlatan hadislerden
biri de, Ebû Said el-Hudri'nin naklettiği hadistir. Bunu kendisinden
nakleden İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebû Hatim, İbn-i Merdûye, Beyhekî ve İbn-i Asâkir'dir. Hepsi de Ebû Harun el-Abedi tarikiyle rivayet
etmiştir. Buna göre Ebû Saîd Peygamber'den (sallallahü aleyhi ve sellem) naklederek şöyle demiştir: "O buyurdu: Yatsı namazından sonra ben
Mescid-i Haram'da uyuyordum. Ansızın biri gelip beni uyardı. Kalktım beni
uyaran bir hayal gibi önümde duruyordu, onu
takib ettim. Mescidden çıktığımda bana Burak denilen bir binit hazırladıklarim gördüm. Sizin binitlerinizden katıra benziyordu, fakat
ayaklarim gözünün erdiği yere basıyordu. Benden önceki Peygamberler de ona
binmişti. Üzerine binip seyrederken sağ
tarafımdan bir ses: "Ya Muhammed, bana bakar mısın sana bir şey soracağım" diyordu. Ben
cevap vermeden devam ettim. Az ileride yine: "Ya Muhammed bana bakar mısın
sana bir şey soracağım" diye sol tarafımdan bir ses işittim, yine cevap vermeden devam
ettim. Derken yaşlı bir kadınla karşılaştım.
Allah'ın yarattığı her
zinetten ve süsten üzerinde vardı. Fakat kollarim açmıştı.
Bana: "Ya Muhammed, bana bak ben sana bir şey soracağım!" diye bağırıyordu.
Ona da hiç cevap vermeden yoluma devam ettim. Nihayet Beytü'l-Makdis'e vardık.
Ben Burak'ı oradaki halkaya
bağladım, Önceki Peygamberler
de binitlerini buraya bağlarlar idi. Burada Cebrâîl bana iki kadeh sundu.
Bunlardan birinde içki diğerinde de süt vardı. Sütü içtim, içkiyi
terk ettim. Cebrâîl bana: "Gerçekten fıtratı seçtin" dedi.
Ben büyük bir sevinç ve memnuniyetle "Allahü Ekber" diyerek tekbir getirdim. Cebrâîl bana: "Ben senin
yüzünde bir değişiklik görüyorum" dedi. Ben de yolda gelirken sağdan soldan duyduğum sesleri söyledim. O bir açıklama getirerek dedi ki: "Sağından duyduğun ses yahudiliğe çağıran bir ses idi. Eğer o sese cevap verseydin senden
sonra ümmetin yahudileşirdi. Solundan gelen ses de nasraniyete davet eden bir
sesdi. Eğer ona cevap verseydin, ümmetin hristiyanlaşırdı. Gördüğün kolları açık yaşlı
ve süslü kadın1 ise dünya idi. Eğer ona cevap verseydin ümmetin düyayı ahiret
üzerine tercih
ederdi." Sonra ben ve Cebrâîl Beytü'l-Makdis'e girdik, her ikimiz ikişer rekat namaz kıldık. Sonra Mi'râc getirildi. Mi'râc,
görülmemiş güzellikte (nurani bir merdiven veya asansör) idi. Âdem oğullarimn ruhları bununla semaya çıkarlar. Kişi ölürken gözlerini yukarı diktiğini görürsün, bu da onun mi'râcı görüp onun güzelliği karşısında hayran kalmasmdandır. Ben ve Cebrâîl İşte bu Mi'râc ile
yukarı çıktık. Bu sırada adı İsmâil olan bir melekle karşılaştım, o birinci kat
semanın bekçisi ve sahibi olup önünde yetmişbin
melek vardı, Bu meleklerden de herbirinin emrinde yüz bin melek vardı. Nitekim
yüce Allah kitabında:
"Rabinin
ordularimn sayısını ancak kendisi bilir"
buyurmuştur.[36]
"Cebrâîl kapimn açılmasını istedi, ona: "Kimsin?" denildi, O da:
"Cebrâîl" dedi. "Yanında kim var?" denildi. O
da: "Muhammed" cevabim verdi. Bunun üzerine: "Ya demek ona Peygamberlik geldi mi?" denildi. O da: "Evet"
dedi. Kapı açılıp içeri girdik. Ansızın Âdem'le karşılaştım.
O Allah'ın onu yarattığı gündeki sureti ve şeklinde idi. Neslinin ruhları ona arzediliyordu. Mümin
ruhlar arzedildiği zaman; "iyi
ruh temiz bir nefis" diyerek seviniyor ve: "Bunu ITiiyyine götürün" diyordu. Günahkarların ruhları arzedildiği zaman: "Kötü bir ruh, pis
bir nefis" diyerek üzülüyor ve: "Bunu siccine atınız" diyordu.
Az ileri gittiğimde bazı1 sofralar gördüm. Üzerinde taze etler vardı, fakat onları yiyen yoktu.
Fakat bazı sofralarda vardı ki üzerine konulan etler bayatlayıp kokmuştu.
Birçok insanlar bu sofralara toplanmış yiyorlardı. Cebrâîl'e: "Bunlar kimlerdir?" diye sordum. O da bana:
"Bunlar, helali bırakıp da harama yönelen kimselerdir" dedi. Biraz ileri gittiğimde, karınları ev kadar büyük insanlar gördüm. Her biri kalkmak istiyor
tekrar düşüyordu ve: "Allah'ım kıyamet
kopmasın" diye yakarıyordu. Firavun ailesinin yolu üzerinde olup gelip
geçenler tarafından çiğnenen vs durmadan Allah'a yalvaranlar vardı. Cebrâîl'e: "Bunlar kimlerdir?"
diye sorduğumda, o: "Bunlar senin ümmetinden riba
yiyenlerdir. Onlar kalkamazlar ancak şeytan
çarpmış gibi
kalkarlar" dedi. Biraz daha ileri gittiğimde,
dudakları deve dudağı gibi
bir kavim gördüm. Bunlar yerden aldıkları taşları
ağızlarından yutuyor arkalarından çıkarıyorlardı. Bunlar da feryatlar içinde
Allah'a yaivarıyorlardı. Cebrâîl'e
bunların kimler olduğunu da sordum, o da bana: "Bunlar senin ümmetinden
haksız yere yetim malı yiyenlerdir. Bunlar karınlarına ancak ateş doldururlar ve ileride ateşe
girerler" dedi.
Sonra biraz daha
ileri gittim, burada da göğüslerinden asılmış kadınlar
gördüm. Bazı kadınların da başları
aşağı asılmış olduklarim gördüm.
Bunlar da hep Allah'a yalvarış ve yakarış içinde
idiler. Bunların kimler olduğunu sorduğumda Cebrâîl bana: "Bunlar senin ümmetinden zina eden,
çocuklarım öldüren kadınlardır" cevabim verdi. Az ileri gittiğimde de kendi yan
taraflarından etlerini kesip yiyen bazı insanlar gördüm. Bunlara da: "Haydi
ye. Dünyada iken kadeşinin etini nasıl yiyordun!" denilerek
azab olunmakta idi. Bunların kim olduğunu da sordum. Cebrâîl'de bana: "Bunlar yine senin
ümmetinden insanları çeşitli işaretler ile alaya alıp küçümseyenlerdir" dedi.
Sonra ikinci kat semaya yükseldik. Burada
Allah'ın yarattığı insanların en güzeli olan yüzü ayın ondördü gibi parlayan bir adamla
karşılaştım. Kim olduğunu sorduğumda, Cebrâîl: "Bu, senin kardeşin Yusuf Peygamberdir" dedi. Yanında ümmetinden bazıları da vardı.
Kendisiyle selamlaştık. Sonra üçüncü semaya çıkarıldım. Burada da Yahya
ve Isa Peygamberlerle karşılaştım. Yanlarında, kendi
kavimlerinden bazıları da vardı. Onlara selam verdim, onlar da bana selam verdiler. Sonra dördüncü semaya çıkarıldım. Burada Idris Peygamberle karşılaştım ki, yüce Allah onu
gerçekten yüksek bir makama çıkarmıştır. Ona selam verdim, o
da bana selam verdi. Sonra beşinci semaya çıktım.
Burada ise Harun ile karşılaştım.
Onun sakalimn yarısı siyah, yarısı ise beyaz idi. Sakalı o kadar
uzun idi ki nerdeyse göbeğine değecekti. Ona da selam verdim, o da
beni selamla karşıladı. Sonra
altıncı semaya çıktık. Burada Mûsa ile karşılaştım,
selamlaştım. O oldukça esmer ve saçları çok olan bir
zattı. Şöyle söyleniyordu:
"însan-lar benim Allah indinde en keremli kişi olduğumu iddia ediyorlar. Halbuki şu zat, benden daha keremlidir." Yanında kavminden
de bazı kimseler vardı. Sonra yedinci semaya çıktık. Burada da İbrahim ile karşılaştım. O sırtim Beytü'l-Mamura
dayamıştı, erkeklerin en güzelle-rindendi. Cebrâîl bana: "Bu senin atan, Allah'ın halili
İbrahim'dir" diyerek onu bana tanıtmıştı.
Yanında kavminden bazıları da vardı. Burada bana denildi ki: "Senin ve
ümmetinin yeri burasıdır, İşte ümmetin." Burada ümmetimle karşı karşıya geldim. Ümmetimin bir kısmı beyaz elbiseli, bir kısmı da kum
reginde elbiseler giymişti.
Ben Beytü'l-Mamur'a girdim. Ümmetimden beyaz elbiseli olanlar da benimle
birlikte girdiler. Kum renginde elbiseler giymiş olanları ise içeri bırakmadılar. Halbuki onlar da hayır
ehli idiler. Ben, içeriye alınanlarla birlikte orada namaz kıldım. Sonra onlarla
birlikte dışarı çıktım. Beytü'l-Mamur'da her gün yetmiş bin
melek namaz kılar, kıyamete kadar bir daha avdet etmezler.
Sonra Sidretü'l Münteha'ya vardım. Orada Selsebil
denilen bir pınar akmakta, ondan iki nehir ayrlmaktadır. Bunlardan biri Kevser diğeri
de Nehr-i Rahmettir. Ben bu pınarda yıkandım, gelmiş geçmiş, günahlarım affedildi. Sonra cennete yükseltildim.
Beni burada bir cariye karşıladı. Bu kızın kime ait olduğunu sorduğumda: "Zeyd bin Hârise'ye ait olduğu" cevabim aldım.
Sonra sudan, sütten, baldan, ha-mirden nehirler gördüm. Nar ağaçlarimn meyveleri, kova büyüklüğünde, kuşları
deve büyüklüğünde idi. Sonra bana
cehennem de gösterildi. Orası tamamen Allah'ın gazabı
ile dolu idi. Eğer oraya taş veya demir atılmış olsa
onları eritip yerdi. Sonra cehennem kapatıldı, ben tekrar Sidre-i Münteha'ya götürüldüm. Burada ilahi tecelli
ile mazhar oldum. İki yay arası kadar, hatta bundan daha
fazla yakınlığa erdim. Her tarafa sayısız melekler indi. Bana beş vakit
namaz farz kılındı ve bana buyuruldu ki: "Yaptığın her hasene (güzel
amel) için sana on sevap vardır. Yapmağa niyet edipte yapamadığın her hasene sebebiyle de sana,
bir hasene sevabı vardır. Bir kötülüğü yapmaya niyet eder de yapmazsan sana bir şey yazılmaz, eğer işlersen Sa'dece
bi* seyyie günahı yazılır.
Dönüşte Mûsa'ya uğradığımda, o bana: "Rabbin sana neyi emretti?"
diye sordu. Ben de: "Elli vakit namaz" dedim. O; "Rabine dön
hafifletmesini iste" dedi. Ben de Rabbime döndüm: "Rabbim, ümmetimden hafiflet, benim ümmetim ümmetlerin en
zayıfıdır" diye yalvardım. Rabbim, onunu kaldırdı. Mûsa ile Rabbim
arasında hayli gidip döndüm.
Sonunda namaz, beş vakit olarak kararlaştırıldı
ve bana: "Ferizan tamamdır, kullarımdan da hafifletmiş bulunuyorum. Kullarıma her hasene için on misli sevap vardır"
diye nida okuldu. En sonunda Mûsa, yine Rabbime dönüp hafifletme ricasında
bulunmamı tavsiye etti ise de, ben: "Artık Rabbimden utanır oldum"
diye karşılık verdim ve razı oldum. Sonra Mekke'ye dönüp günün sabahında
mi'râcın müstesna tecellilerinden Kureyşlilere bahsettim; "Ben bu gece
Beytü'l-Makdis'e gidip oradan semalara yükseltildim. Şöyle şöyle, nice
tecellilere mazhar oldum" diye anlattım. Ebû Cehil feveran ederek:
"Duydunuz değil mi ey Kureyş, gidişi ve dönüşü itibarıyla iki aylık yola geceleyin
gidip döndüğünü iddia ediyor, Muhammedi" diye bağırdı. Ben onlara,
kendilerine ait bir kervanın üzerinden geçerken, kervanlarimn ürktüğünü, bu
sırada kervanın bulunduğu yeri, kervandaki adamların ve develerin sayılarim,
yük ve eşyalarimn neden ibaret bulunduğuna varıncaya kadar haber verdim.
Dönüşüm sırasında da aynı kervana Akabe yakimnda rasladığımı, dönmekte olan
kervanın adamlarimn ve develerinin sayısını ve eşyasını dahi haber verdim. Bu
sırada müşriklerden biri ortaya atılıp: "Ben vaktiyle Beytü'l-Makdis'e giden
ve onu tanıyan bir insanım. Haydi onu bize, binası, şekli ve dağa olan
yakınlığı ile aynen olduğu gibi tanıt bakalım" dedi. Müşriklerin bu
teklifi karşısında Beytü'l-Makdis gözümün önünde tecelli ettirildi, ben de ona
bakarak müşriklerin sorularim rahatça cevaplandırdım. Onlar da: "Doğru söyledin Ya Muhammed" demek zorunda
kaldılar."[37]
Ebû Süfyan Hadisi
Ebû Nuaym, Muhammed bin Kab
el-Kurazi'den rivayet eder. O şöyle der: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Dıhyetü'l-Kelbî'yi Rum kralına elçi ve davetçi
olarak göndermişti. Dıhye, Kayser denilen Rumların kralına bir mektup
götürüyordu. O sırada Kayser, Humus'ta
bulunuyordu. Orada
mektubu Kayser'e verdi. Kayser tercümanim çağırıp
mektubu okuttu. Mektupta: "Allah'ın rasülü Muhammed'den Rumların sahibi
Kayser'e" diye yazılmış olmasına kızan
Kayser'in kardeşi, şunları söyledi: "Evvela kendi adim yazan, sana ramların hükümdarı diyeceği
yerde sahibi diyen, bir adamın mektubunu okumaya nasıl da değer görebiliyorsun?" Kayser
kardeşine: "Vallahi sen, küçükken ahmak idin. Büyüdün mecnun oldun! Sen
benim, bana gönderilen bir mektubu okumadan yırtmamı
istiyorsun. Bu asla olmaz. Eğer bize mektup gönderen bu zat, kendisinin söylediği gibi hakikaten bir Peygamber ise; mektubuna kendi
adim zikrederek başlamaya da layık demektir. Sonra bana
"Kumun meliki" değil de "sahibi" diye hitab etmiş olmasına gelince, bunda dahi şaşılacak
ve kızılacak bir taraf yoktur.
Ben hakikatte de; idaremde bulunan rumlann gerecek maliki değil, bir sahibi (arkadaşı) bulunmaktayım. Onları benim idarem altına veren
hiç şüphesiz Allah'tır. Eğer Allah dileseydi, beni onların
idaresi altına alabilirdi. Böyle bir insan, insanların
maliki nasıl olabilir?" Kardeşinin sözlerini bu şekilde
cevapladıktan sonra Kayser, mektubu okutmaya devam etti.
Mektup okunduktan
sonra huzurundakilere hitab ederek: "Ey Rum topluluğu, mektuptan anladığıma göre bu adam Peygamberimiz Îsâ'nın bize müjdelediği son Peygamber olsa gerektir.
Şahsen ben böyle olduğunu zannetmekteyim. Kesin olarak böyle olduğunu bilsem, derhal onun yanına kadar gider, kendisine
bizzat hizmet ederim, o abdestini alırken de ona havlu tutar, dökülen abdest sularim elimle
tutar, yüzüme sürerek teberrük ederim"
dedi. Etrafındaki devlet ve din adamları itiraz ettiler ve dediler ki:
"Allah son Peygamberini,
böyle cahil Araplardan mı gönderecek? Bizını gibi kitab ehli
olanlar ne güne duruyor. Bu asla olmaz!" Kayser onlara şu karşılığı verdi: "Sizinle benim aramda hakemlik
yapacak şey, benim yanımdadır! Kitabımız İncil'dir!
O bu davayı halleder! Üzerindeki mühürleri açar, Onun ne dediğine bakarız. İncil'in haber verip müjdelediği Peygamber, bu mudur, değil midir, anlarız. Sonra mühürleri yine yerine koruz."
(Not: O sırada incil'in üzerinde oniki
mühür bulunuyordu. Her hükümdar onun üzerine altından bir mühür vurarak, açılıp
okunmamasını tembihle bir
sonraki hükümdara teslim etmiş; bu da bir mühür vurarak kendisinden sonrakine
teslim etmiş böylece, Kaysere gelinceye kadar 12 mühür vurulmuştu. Yani İncil'in açılması ve okunması kesinlikle yasaktı.
Kesinlikle haramdı. Eğer açıp okuyacak olurlarsa, dinlerinin elden gideceğine,
devletlerinin de temelinden yıkılacağına inanıyorlardı.) Buna rağmen
Kayser (Heraliyus) Inci'lin getirilmesini emretti, üzerindeki mühürlerin
onbir tanesini açtırdı. Son mührün açılmasına sıra gelince papazlar ve
patrikler müthiş bir feryat koparıp elbiselerini parçaladılar.
Yüzlerini yumruklayıp saçlarim yoldular. Kayser: "Size ne oluyor?" diye
bağırdı. Onlar da: "Şu
anda senin hükümdarlığın milletinin de dini mahvoluyor!" dediler. Kayser:
"Aramızda hakem İncil'dir,
mahvolup mahv olmayacağın a bakacağız!"
dedi. Onlar dediler ki: "Bunu yapmanızın doğru olup olmadığim iyi düşünmeniz ve bir yetkiliye sorup danışmanız
lazınıdır!" Kayser: "Kimdir yetkili, kime soracağız?" dedi. Onlar: "Bu hususta
yetkili zatlar Şam'da pek çoktur. Şam'a elçiler gönder, onlar sizin namimza gidip sorsunlar, aldıkları cevabı size getirip ulaştırsınlar" dediler. Kayser:
"Peki şu misafirleri huzuruma getirin de
kendilerine Muhammed hakkında soralım" dedi. Bunun üzerine Ebû Süfyan ve arkadaşları Kayser'in huzura getirildiler. Kral:
"Ey Ebû Süfyan, içinizden
Peygamber olarak gönderilen bu adam hakkında bize bilgi ver.
Bu basite alınacak bir iş değildir. Gücüm yettiği kadar bu hususta bilgi edinmek istiyorum" dedi.
Ebû Süfyan şu cevabı verdi:
"Ey Melik, Muhatnmed hakkında sana
bilgi verdiğimizde, O'nun önemine
inanmayacaksınız. Biz ona sihirbaz deriz, şair deriz, kâhin deriz."
Kayser:
"Vallahi, ondan
önceki Peygamberlere de hep böyle denilmiştir. Sen onun sizin aranızdaki mevkiinden haber ver!"
dedi. Ebû Süfyan:
"iyilik ve hayırlılık bakımından, o
bizını en hayırlımız dır" dedi. Kayser:
"Zaten yüce
Allah, hep kavminin en hayırlı olan zatları
onlara Peygamber olarak
göndermiştir" dedi, ashabimn
nasıl olduğunu sordu. Ebû Süfyan:
"Kavmimizin yaşları küçük olanları, bazı gençler ve hizmetçiler onun
peşine düştüler.
Büyüklerimizden, kabile reislerimizden hiç biri O'na tabi olmuş değildir" dedi. Kayser:
"Peygamberlerin ashabı, hep böyledir, zaten. Büyükler ve başkanlara gelince, onlar büyüklük ve reislik gururu ile,
tabi olmaktan kaçınmışlardır! Sen şimdi bana, ashabimn onu terk
edip etmediğini haber ver" dedi. Ebû Süfyan:
"Hayır, onun ashabından bir teki bile
onu terk etmiş, onun dinine girdikten sonra, dininden ayrılmış değildir" dedi. Kayser:
"O'nun dinine girenlerin sayısı
gittikçe artıyor mu?" dedi. Ebû Süfyan:
"Evet artıyor" dedi.
Kayser:
"O'nun hakkında verdiğiniz bilgiler,
gerçekten beni onun hakkında iyi ve isabetli düşünmeye sevkediyor. Öyle zannediyorum ki O zat, az zaman sonra benim
tahtıma ve ülkeme de hakim olsa gerektir. Ey Rum cemaatı! Geliniz, bilerek ve
isteyerek O'na tabi olalım! Mektubuna müsbet cevap verelim. Ayrıca güzel Şam'ımızı
işgal etmiyeceğine dair kendisinden söz
alalım. Zira hiç bir Peygamber kendisinden söz
alman hususta, hilafına hareket etmemiştir. Yeter ki biz onun, bizleri Allah'a olan davetine
icabet edelim, yeter ki kendisine itaat edelim. Haydi sizler bu hususta bana
itaat ediniz!" dedi.
Etrafındaki din ve devlet adamları
Kayser'e hep bir ağızdan:
"Asla bu hususta sana itaat ve teslimiyet göstermeyiz!" diye bağırdılar.
Ebû Süfyan der ki: "Vallahi ben bu sırada, Muhammed hakkında bir
söz söylemek istedim;
eğer o sözü söylese idim Muhammed'i Kayser'in gözünde
küçük düşüreceğime inanıyordum. Fakat benim bu yalanıma
Kayser'in inanmayacağı ve beni yalancı sayacağı korkusu ile, söylemekten
vazgeçtim. Sonra Muhammed'in Mi'râcı
hakkındaki sözlerim hatırlayarak, bunları Kayser'e aktarmak ve bu
belki yolla Kayser'in O'nu küçük görmesini sağlamak
sevdasına kapıldım ve dedim ki: "Ey Kayser, sana Muhammed'den bir haber
ileteyim, onun nasıl bir yalancı
olduğunu belki bundan
anlarsınız." Kayser: "Neymiş o haber?" dedi. Ben de dedim ki:
"O bir gecede Mescid-i Haram'dan
kalkıp sizin şu Mescid-i Aksa'nıza geldiğini, sonra aynı gecede yine
sabah olmadan Mekke'ye döndüğünü iddia eder. Sen bu
hususta ona inanır mısın?"
Bu sırada Kayser'in yanında bulunanlardan
Kudüs patriğinin söze karıştığı ve izin alarak şunları söylediği duyulur: "Ey hükümdar, ben
Muhammed'in Mescidimizi ziyaret ettiği
geceyi biliyorum. Zira ben her gece Mescidin bütün kapılarim kapattırdıktan
sonra giderdim. O gece de yine Mescid'in bütün kapılarim teker
teker kapattırdım. Fakat hizmetçiler kapılardan birini kapatmaya muvaffak
olamadılar. Orada hazır bulunan ne kadar hizmetçi ve işçi
varsa hepsini toparlayıp bu kapimn kapatılmasını istedim. Yine de mümkün olmadı. Asla kapı yerinden
kıpırdamıyordu. Sanki bizler bir dağı yerinden oynatmaya çalışıyormuşuz gibi. Marangozları çağırmaya mecbur kaldık. Onlarda
geldiler: "Bu kapimn
ya üzeri çökmüş, ya da binada oturma olmuş. Ne olduğunu ancak yarın sabah anlar, gereken tedbiri
alırız" dediler.
Mecburen bu kapıyı açık bırakıp gittik.
Sabahleyin geldiğimizde kapimn
zaviyesinde bulunan bir taşın delindiğini, geceleyin bir binitin ona bağlanmış olduğunu anladım. Oradaki
arkadaşlarıma dedim ki: "Kapimn bir türlü kapanmamasının sırrı çözülmüştür! Bu gece muhakkak bir Peygamberin olağanüstü bir olayı vukua gelmiştir ve bu Peygamber bizını mescidimize bu kapıdan girerek içerde
namaz kılmıştır."
Bunun üzerine Kayser: "Ey Rum
cemaatı! Sizler bilmektesiniz ki, îsa (aleyhisselâm)
kendisinden sonra ve kıyametten önce bir Peygamberin geleceğini müjdelemiştir, İşte Peygamberimiz isa'nın müjdelediği Peygamber bu zattır. Geliniz bu zatın mektubuna müsbet
cevap verelim! Bizleri davet ettiği yeni dini kabul edelim!" diyerek etrafındakilere seslendi. Onların kesinlikle böyle bir şeye yanaşmadığim görünce: "Ey Cemaat! Hükümdarimz sizleri sırf imtihan için böyle bir şeye davet etti, ne
derece dininize bağlı olduğunuzu ölçmek istedi. Sizler de
alenen hükümdarimza sövüp saydimz, asla dininizi değiştirmeyeceğinizi gösterdiniz" demek zorunda kaldı. Bunun üzerine
oradaki din ve devlet büyükleri derhal Kayser'e secde ettiler. Bağlılık ve
itaatlarım izhar edip ortaya koydular." [38]
Ebû Hureyre Hadisi
Mi'râc konusunda en
mühim ve en uzun hadislerden biri, Ebû Hureyre
hadisidir. Birtakım sünen ve tefsir sahiplerinin Ebû Ali'ye tarikiyle Ebû
Hureyre'den naklettikleri bu hadisi de olduğu gibi veriyoruz. Bu tesbite göre
Ebû Hureyre demiştir ki:
"Cebrâîl (aleyhisselâm) geldiğinde
yanında Mikail (aleyhisselâm)
da vardı. Cebrâîl Mikail'e emrederek bir leğen dolusu zemzem getirtip bununla efendimizin göğsünü yarıp kalbini temizlemiştir,
içini üç defa yıkamıştır. Her defasında Mikail, bir leğen dolusu zemzem getirmiştir. Yıkama işi bittikten sonra içini hilim (yumuşak huy, güzel ahlak), ilim, iman, yakın ve
teslimiyetle doldurmuş-
tur ve iki omuzu arasını Peygamberlik mührü ile mühürlemiştir. Sonra Burak'ı getirip Peygamber efendimizi ona bindirmiş süratle
ilerlemişlerdir. Giderken bir kavme rastlamışlar; bunlar bir gün akşama kadar
ekimle uğraşıyor, ertesi günü de
ektiklerini biçiyorlannış. Biçtikten sonra ektikleri şeyleri, derhal yerine
geliyormuş. Bunların kimler olduğunu sorduğunda, Cebrâîl: "Bunlar,. Allah yolunda cihat edenlerdir.
Haseneleri bire yediyüz olarak değerlendirilmektedir" dedi.
Sonra bir kavme uğradılar, bunlar ellerinde taşlarla başlarim kırıyor, sonra başları
eski haline geliyor, sonra kırmaya devam ediyorlardı. Bunların kimler olduğunu sorduğunda Cebraiî: "Bunlar, farz namaza kalkmağa başları ağır davranan kimselerdir!"
dedi.
Sonra, deve ve koyun
sürüleri gibi başı boş'
bırakılmış bir topluluğa rastladılar. Bunların Sa'dece ön ve arkaları kapalı idi ve bunlar, diken, zakkum
ağacı yiyerek otlanıyorlardı. Bunların kimler olduğunu sorduğunda Cebrâîl: "Bunlar, farz olan zekatlarim vermeyenlerdir. Yüce Allah kullarından hiç
birine zulmeder değildir!"
dedi.
Sonra bir topluluğa rastladılar. Bunların önünde bir kap içinde taze et, diğer kap içinde de kokmuş et
vardı, taze ve temiz eti terkedip çiğ ve kokmuş eti yiyorlardı. Bunların kimler olduğunu sorduğu zaman Cebrâîl: "Bunlar, senin ümmetinden zina edenlerdir"
dedi. Derken yol üzerinde bir ağaca rastladı bu ağaç
gelip geçenlerin elbiselerini yırtıp parçalıyordu. Bu da; yol üzerine oturup da gelip geçenleri haraca
kesenlerin temsiliydi- Sonra bir adam gördü,
adamın önünde büyük bir yığın vardı, onu yüklenip kaldırmak
istiyor, kaldıramıyordu. Bu da; insanların emanetlerini kabul edip de eda
edemeyen kimselerin temsiliydi. Daha sonra; demir makaslarla dudaklarim kesen, sonra dudakları eski haline gelen, böylece kesmeğe devam eden bir topluluğa
rastladı. Bunları sorduğunda Cebrâîl: "Bunlar, senin ümmetinden fitneci
hatiplerdir" karşılığim verdi. Sonra, küçük bir taştan büyük bir öküzün çıkmakta olduğunu gördü. Öküz, dönüp çıktığı yere girmeğe
çalışıyor, giremiyordu. Cebrâîl'e sordu, o da: "Bu vebalı büyük bir sözü sarfeden, sonra da buna pişman olan adamın halidir" dedi.
Sonra bir vadiye
geldiler. Burada çok hoş, misk gibi kokan serin rüzgarlar esmekte idi. Ayrıca bir ses duyulmakta idi. Cebrâîl'e sordu, o da: "Burası cennettir, duyduğun ses de, cennetin: "Ya
Rabbi bana vadettiğini ver! Onlar için hazırladığın nimetler de ne çoktur! Ne mutlu
bunca nimetler, kendilerini bekleyen o bahtiyarlara" diyerek Allah'a niyaz etmektedir. Cenab-ı Hakk
da kendisine: "Her müslüman kadın ve erkek, her mü'ınin kadın ve erkek
senindir! Bu nimetler içinde saadete erecektir!" buyurmakta, cennet de:
"Razı oldum ya rabbi" demektedir, diye açıklamada bulunmuştur. Az sonra bir başka vadiye
geldiler ve ürpertici bir ses, iğrendirici bir koku duydular. "Ey Cebrâîl, bu nedir?" diye
sordu. Cebrâîl de: "Bu da
cehennemdir, o da: "Ya Rabbi, bana vadettiğini ver! Ben her nevi azab ile
doluyum" diye niyazını yapmaktadır"
dedi ve Cenab-ı Hakin kendisine şirk ve küfür ehli olan
kadın ve erkekleri vadettiğini söyledi. Bütün habis ve zalimlerin bunlar meyamnda
cehenneme vadedilen kimselerden olduğunu haber verdi. Nihayet
Beytü'l-Makdis'e geldiler. Peygamberimiz Burak'tan indi ve onu orada taşa bağladı. Mescid'e girip meleklerle beraber namaz kıldı.
Namazdan sonra melekler Cebrâîl'e: "Bu zat kimdir?" diye sordular, o da:
"Muhammed'dir" diye cevap verdi. "Demek onun Peygamberlik zamanı geldi mi?" dediler. O da:
"Evet" dedi. Onlar da: "Böyle bir kardeşe böyle
bir halifeye, mutluluklar olsun, Allah mübarek kılsın! Doğrusu, ne güzel kardeş, ne güzel
bir halife ve misafir!" diyerek onu tebrik ettiler.
Sonra orada Peygamberlerin ruhları ile karşılaştı.
Onlar da büyük bir sevinçle karşılayıp Allah'a hamd ü senalarda
bulundular. İbrahim (aleyhisselâm) dedi ki: "Beni kendisine halil seçen, bana
büyük bir mülk veren, beni tek başıma
bir ümmet kılan, beni ateşten koruyup onu bana
serin ve selametli kılan Allaha hamd ü senalar olsun!"
Sonra Mûsa (aleyhisselâm) Allah'a hamd ü senada bulunup şöyle dedi: "Bana
gerçekten konuşan, fir'avun soyunun helakini benim elimde
kılan, ümmetim İsrâ'il
oğullarına kurtuluş veren, ümmetimden hakka hidayet
eden ve hakk ile amel eden kimseler bahşeden Allah'a hamdolsun!"
Sonra Davud (aleyhisselâm) Rabbine senada bulunup şöyle dedi: "Bana büyük
bir mülk veren, bana Zebur'u öğreten, elimde demiri mum gibi
eriten, dağları ve kuşları
bana müsehhar kılan, benimle beraber teşbih ettiren; bana hikmeti ve davalarda hakemliği bahşeden Allah'a hamd ü senalar olsun!"
Sonra Süleyman (aleyhisselâm)
senada bulundu ve dedi ki: "Bana rüzgarları ve cinleri müsehhar kılıp
emrimde çalıştıran, kuş lisanim bana öğreten,
her nevi faziletten bana bir nasib ayıran, cinlerden, insanlardan ve kuşlardan
nice orduları bana itaat ettiren, mü'ınin kullarından nicelerine beni üstün
kılan ve bana büyük bir mülk ihsan eden Allah'a hamd ü senalar olsun!"
Sonra îsa (aleyhisselâm) Rabbine karşı
senada bulunup dedi ki: "Beni kendisinin kelimesi kılan ve beni kün
emriyle topraktan yarattığı Âdem meseli kılan, bana kitabı ve hikmeti, Tevrat'ı
ve incil'i Öğreten, kendisinin
izniyle çamurdan kuş yaratmama imkan veren, körleri
ve babanları iyi etmeme yardm eden, ölüleri diriltmeme izin.veren, beni yükselten ve
temizleyen, şeytanlardan ve su-i kastçılardan koruyan,
hana ve anama şeytanın musallat olmasına izin vermeyen, Allah'a hamd
ü senalar olsun!"
Sıra Peygamberimiz Muhammed (aleyhisselâm)'a gelince, o da rabbine karşı hamd ü senada bulunup şunları söyledi: "Ey Peygamber kardeşler! Hepiniz
gerçekten Allah'a pek güzel hamd ü senalarda bulundunuz. Ben dahi Rabbime hamd
ü senada bulunucuyum. Derim ki: "hamd olsun Allah'a ki beni âlemlere
rahmet olarak gönderdi, bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı
bir elçi olarak seçip gönderdi, bana Kur'an'ı indirdi, ümmetimi en hayırlı
ümmet kıldı, göğsümü şerh edip
vizrimi (ağır yükümü) üzerimden aldı. Şanımı
yükseltti, beni son Peygamber ve fatih Peygamber kıldı."
Peygamberimiz bu şekilde Allah'a hamd ü
senada bulununca, İbrâhim (aleyhisselâm) şöyle dedi: "Ey Peygamberler, İşte bununla Muhammed sizlerden üstün olmuştur."
Sonra Peygamberimize üzeri örtülmüş üç kadeh getirildi, bunlardan su kadehini alıp
pek az içti, sonra kendisine süt kadehi verildi, bundan iyice kanmcaya kadar
içti, sonra içinde
içki bulunan kadeh verildi, o da: "Ben bundan içmek istemem, benim susuzluğum gitmiştir" dedi. Cebrâîl kendisine dedi ki: "içki, senin ümmetine
haram kılınacaktır, sen eğer bundan içseydin, ümmetinden sana pek az kimse
uyacaktı."
Sonra semalara çıkarıldı. Her semanın kapısına vardıklarında,
içeri girmek için izin istenildi, kapıcı tarafından "kimsiniz?" diye
soruldu. Cebrâîl tarafından cevap verildi. "Yanındaki
kimdir?" denildi, "Muhammed'dir" diye cevap verildi. "Demek
onun Peygamberlik zamanı geldi mi?" denildi. "Evet" diye cevap
verildi. Kapı açılıp içeri girdiler. Herbir semada bazı Peygamberler ile karşılaştı. Onlarla selamlaşıp
tanıştı. Altıncı kat semada Mûsa ile karşılaştığı zaman onun ağlamakta olduğunu gördü. Sebebini sorduğunda; Cebrâîl'den şu karşılığı
aldı: "Mûsa ağlıyor ve diyor ki: israil oğulları, benim Âdem oğullarından Allah indinde en
keremli ve şerefli kimse olduğumu iddia eder. Halbuki Muhammed de Âdemoğullarındandır, bana
halef olmuştur, kendisi yalnız da değildir, onun ümmeti dahi diğer ümmetlere halef olmuşlardır."
Yedinci kat semaya çıktığında da İbrâhim (aleyhisselâm)'ı,
saçlarimn siyahı beyazına karışmış bir
vaziyette ve yanında büyük bir kalabalık görmüştür. Bu kalabalığın bir kısmimn yüzleri, beyaz kağıt gibi parlak ve nurlu idi. Diğerlerinin renklerinde ise biraz karışıklık
vardı. Cebrâîl bu hususdaki açıklamasında: "Ey
Muhammed, şu yüzleri beyaz olanlar; imanlarına asla şirk şaibesi karıştırmamış olanlardır.
Renklerinde bazı karışıklıklar olanlar ise; hem amel-i salih işlemiş; hem de amel-i seyyie
işleyip amellerini karıştırmış olanlardır.
Bunlar, sonunda Allah'a tevbe etmişler, Allah da onların
tevbelerini kabul etmiştir."
Sonra, Sidre-i Münteha'ya vardı. Burada
kendisine denildi ki: "tşte bu Sidre-i
Müntehadır. Ümmetinden senin,
sünnetin (yolun) üzere bulunanlardan her biri de, buraya müntehi olur. Bu
Sidre-i Münteha'nın dibinde bozulmayan su nehri, tadı değişmeyen süt nehri, içenlere tad
verip sarhoşluk vermeden hanar nehri, süzülmüş bal nehri akmakta idi. Sidre-i
Münteha, öylesine bir ulu ağaçtır ki, onun gölgesinde
yürümekte olan bir atlı, yetmiş ser*1 at üzerinde yol alsa, yine onu kat edemez.
Yapraklarimn her birinin Jtmda bir ümmet
barınmaktadır. Üzerini
öylesine ilahi nurlar kaplanır tır ki,
anlatılması mümkün değildir ve her tarafim sayısız melekler kuşatmıştır.
İşte burada aziz ve
celil olan Allah habibi Muhammed Mustafa iie konuşmuş, ona hitaben:
"Habibim, benden ne dilersen iste!" buyurmuştur. Peygamberimiz de demiştir ki: "Ey
rabbim İbrahim'i halil edindin, ona büyük bir mülk verdin;
Mûsa ile konuşup onu kelîm kıldın, Davud'a da büyük bir
mülk verdin ve demiri onun elinde hamur gibi erittin, dağları kendisine
müsehhar kıldın; Süleyman'a da büyük bir mülk verip cinleri, insanları, şeytanları
ve rüzgarları kendisine müsehhar kıldm, kendisinden sonra kimseye layık
olmayacak şekilde mülkünü azim
eyledin; Îsâ'ya Tevrat'ı ve İncil'i öğrettin, onu hastalan iyi eden, izninle ölüleri
dirilten bir Peygamber kıldın, kendisini ve anasını, kovulmuş şeytanın şerrinden koruyup
emir kıldın."
Efendimizin bunları söylemesi üzerine, yüce Allah kendisine
şöyle hitab etmiştir: "Ya Muhammedi Ben seni, gerçekten halil ve habib
edinmişimdir. Tevrat'ta dahi senin "habibür-rahman" oluşun yazılıdır ve ben seni, bütün insanlara müjdeci ve
uyarıcı olarak göndermişimdir! Göğsünü şerh edip yükünü
sırtından indirmiş, şanim da
yükseltmiş bulunuyorum! Ben anıldığım zaman sen
de anılırsın. İnananlar:'La ilahe
illallah" deyince, "Muhammed'ür Rasulüllah" derle». ve ezanında, benim varlığıma ve birliğime şehadet eden müe?duler, e de risaletine şahadette bulunurlar ve ben, senin ümmetini, ümmetlerin
en hayırlısı kılmışımdır. Bu hayHı ümmet, her hutb okuyuşta da; senin kulum ve rasulüm
oluşuna şehadette bulunur,
Habibim, sana ayrıca Kur'an'ın esası ve özeti mahiyetindeki yedi
ayeti (yani Fatiha suresini) verdim; arşın altındaki
hazineden olan Bakara suresinin sonundaki ayetleri verdim. Bunları senden önceki Peygamberlerden herhangi
birine vermiş değilim. Sana bir de Kevser'i verdim, İslâm hidayetinin büyük nasipleri olan şu sekiz şeyi
verdim: Allah'a tam bir tevekkül ve teslimiyet, Allah yolunda hicret, Allah
yolunda cihad, namaz, Sa'daka (farz Sa'daka
olan zekat), Ramazan orucu, maruf olanı emr, münker olanı nehyetmek ve seni,
fatih Peygamber, son
Peygamber kıldım."
Peygamberimiz'de (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Rabbim bana pek
büyük faziletler verdi, beni âlemlere rahmet olarak gönderdi, bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı kıldı, bir
aylık yoldan düşmanımın kalbine korku salar eyledi, savaş ganimetlerini
bana helal eyledi, bütün yeryüzünü bana mescid ve temiz kıldı. Sözlerin en hikmetli ve cemiyetli
olanlarim söylemeyi lütfetti."
"Ümmetim bana
arz edilip gösterildi. Ümmetimin başına kimler geçecek, başlarına neler gelecek, ne gibi milletler ve nasıl
musibetlerle karşılaşacaklar, bütün bunlar gösterildi."
"Ve bana bu
Mi'râc gecesinde, elli vakit namaz farz
kılındı. Sonra kardeşim Mûsa'nın tavsiyesine uyarak rabbime döndüm ve hafifletilmesini
istedim. Rabbim de hafifletti ve: "O, hem beştir, hem ellidir"
buyurdu. Beş vakit olarak kararlaştı.
"Beş vakit namaza sabr ve razı olup, onu sıdk ve
ihlas ile eda edenlere; elli vakit namazın ecir ve sevabı olduğu müjde edildi.
Ben buna hakkıyle razı oldum."
"Bu sırada Mûsa (aleyhisselâm), Peygamberimiz için, şahsi
tecrübelerine dayanarak pek büyük bir himmet ve hayırhahhk göstermiştir. Halbuki mi'râca çıkarken, ona karşı şiddetli davranmıştı."
Müslim'in Ebû Seleme tarikiyle Ebû
Hureyre'den olan rivayetinde ise şöyle denilmektedir: "Peygamberimiz buyurdu: "Kureyş
bana İsrâ' hakkında ve Beytü'l-Makdis konusunda
durmadan soruyordu. Zor durumda kalıp görülmemiş şekilde üzüldüm. Bir de ne göreyim; Allah
Beytü'l-Makdis'i önümde tecelli ettirdi. Bana ne sorarlarsa
ona bakıp cevaplandırıyordum. Ben, kendimi orada Peygamberler cemaatı arasında bulmuştum.
Mûsa'yı Şenualı adamlar gibi saçları biraz kıvırcık olarak ve
namaza durmuş bir halde gördüm, isa'yı da namaz kılarken gördüm.
Tanıdığimz insanlardan en
çok Urve bin Mesud'a benziyordu. İbrahim
de namaz kılmakta idi. içinizden en çok bana benziyordu. Namaz vakti gelince,
kendilerine imamlık eden ben olmuştum. Namazdan sonra birisi bana: "Ey
Muhammed, İşte şu cehennem hazini olan Malik'tir" dedi.
Kendisine dönüp baktım, o da bana selam verdi."
Ebû Hureyre'den bir
de İbn-i Mace'nin rivayeti var; şöyle
ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: İsrâ' gecesi yedinci kat semaya çıktığımda yukarıya
baktım, gök gürüldüyor, şimşekler çakıp, yıldırımlar düşüyordu. Bir kavmin yanına
götürüldüğümde de, onların karınlarimn ev kadar büyük olduğunu ve içlerinin yılanlarla dolu bulunduğunu, dışarıdan
bu yılanlarır görüldüğünü müşahade ettim. "Ya Cebrâîl, bunlar kimlerdir?" diye
sordum. O da: "Bunlar, riba yiyenlerdir" dedi. Dönüşte birinci kat
semaya geldiğimde de aşağıya baktım, büyük bir toz duman gördüm. Şiddetli sesler işittim.
"Bu nedir, ya Cebrâîl?" diye sordum. Cebrâîl de: "Bunlar şeytanların çıkardığı sesler ve dumanlardır, insanların
gözlerini boyayıp göklerin
ve yeryüzünün Allah'ın varlığına ve birliğine delalet eden nice ayetlerini,
onlara göstermemek için böyle yapıyorlar. Eğer
onların bu hileleri ve göz boyamaları olmasaydı,
hiç şüphesiz insanlar,
pek çok ayetler ve tecellileri müşahede ederlerdi."
Ebû Hureyre'den bir
de Said bin Mansur'un rivayeti var. O da şöyledir: "Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mi'râctan dönerken, Zi Tuva
denilen yere geldiğinde: "Ey Cebrâîl, kavmim beni bu hususta yalanlayıp tasdik
etmeyecektir" demiş. Cebrâîl de kendisine: "Ebûbekir, seni tasdik eder, o sıddıktır" karşılığim vermiştir."[39]
Ümmü Hani Hadisi
İbn-i İshak ve İbn-i Cerir, el-Kelbi tarikiyle
Ebû Talib'in kızı Ümmü Hani'den rivayet ederler. O
demiş ki: "Resulullah efendimiz İsrâ' gecesi benim evimde idi.
Gece yolculuğuna buradan başladı.
Yatsı namazını kıldıktan sonra uyumuştu. Biz de uyumuştuk. Şafak sökmeden az önce bizi uyardı. Kendisiyle birlikte sabah namazını
kıldıktan sonra dedi ki: "Ey Ümmü Hani, sizin de gördüğünüz gibi, yatsı namazını ben burada kıldım, sonra
Beytül-Makdis'e gidip geldim. Sizin de gördüğünüz gibi sabah namazını da burada kılmış bulunuyorum." [40]
Sahihtir
kaydiyle Hakim, İbn-i Merduye ve Beyhekî, Zühri tarikiyle Urve'den, o
da Âişe'den rivayet eder, O şöyle
demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) geceleyin Mescid-i Aksa'ya
götürüldüğü zaman, aynı
gecenin sabahında Mekke'de insanlara bunu anlatıyordu. Müminlerden bir kısmı,
bu haber karşısında şaşkınlık geçirip irtidad
etmiş, dinlerinden
dönmüştü. Bunlar Ebûbekir'e koşarak: "Ya Ebûbekir, duydun mu, Muhammed bir
gecede Beytül-Makdis'e gidip geldiğini iddia ediyor!?" dediler.
Ebûbekir de onlara: "Eğer bunu o söylüyor ise, muhakkak
doğru söylüyordur" dedi. Onlar yine şaşkınlık içinde: "Yani sen buna inanıyor
musun?" dediler. Ebûbekir de kendilerine: "Evet, ben bunu tasdik
ediyorum! Ben, bundan çok daha ileri olan hususta da onu tasdik etmiş bulunuyorum.
Bilmez misiniz ki, her gün o bize, göklerden haber (vahiy) getirip tebliğ eder de ben bütün bunlarda kendisini tereddütsüz
tasdik ederim" karşılığım verdi ve bu yüzden de kendisine
"Ebûbekir El-Sıddık denildi."
Ebû Ya'lâ ve İbn-i Asâkir'in Yahya bin Ebû Amr'den sevkettikleri Ümmü Hâni
Hadisi de şöyledir: "Ben yatağımda
iken, sabahın alaca karanlığında Peygamberimiz teşrif ettiler ve şöyle buyurdular: Mescid-i Haram'da uzanıp biraz uyumuştum. Cebrâîl gelip beni Mescid'in kapısına götürdü,
bir de baktım ki orada Burak var. Buna bindirdi ve birlikte ilerledik.,
Beytü'l-Makdis'e geldik. Ben burada Burak'ı kendi elimle halkaya bağladım.
Daha önce de Peygamberler,
bineklerini bu halkaya bağlarlar idi. Burada
enbiyânın bir kısmı gösterildi, İbrâhim, Mûsâ ve Isa da bunlar arasında idiler. Ben
onlara namaz kıldırdım, onlarla konuştum. Bu sırada bana,
biri kırmızı, diğeri beyaz iki kadeh sunuldu. Beyaz olanı içtim. Cebrâîl: "Sütü içtin, şarabı bıraktın! Eğer şarabı içmiş olsaydın, ümmetin
dininden dönerdi" dedi.
Sonra Burak'a bindim, yine Cebrâîl ile birlikte Mescid-i Haram'a geldim sabah
namazını burada kıldım.
"Ben, Peygamberimizin elbisesinden tutarak:
"Ey amcamın oğlu,
Allah aşkına, bundan Kureyş'e bahsetme! Onlar seni yalanlar. Hattâ sana inanmış olanlardan
bâzılarimn bile yalanlamasından korkarım!" diyerek
yalvardım. Fakat o, elbisesini çekerek elimden kurtardı ve dışarı
çıkarak gördüklerini Kureyş'e anlattı. Ben, cariyeme: "Koş, Peygamberimiz onlara neler anlatıyor, onlar Peygamberimize neler söylüyor, güzelce dinle
ve gelip bana anlat" diye gönderdim. O da dönüşünde duyduklarim bana anlattı. Onun anlattığına göre: Peygamberimiz onlara; yatsı
namazını kıldıktan sonra Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya gittiğini, orada
bâzı Peygamberler ile karşılaştığim ve bu Peygamberlerin sıfatlarim anlatmış. Kureyş'ten Mut'im bin Adiyy,
Amr bin Hişâm, Velid bin Mugîra da, bütün dinlediklerini inkar etmiş: "Biz
oraya, gidişi bir ay, dönüşü de bir ay olmak üzere tam iki ayda gidip dönüyoruz, sen bir gecede nasıl gider gelirsin?"
diyerek itiraz etmişler.
Buna rağmen Beytü'l-Makdis'in binası ve şekli
hakkında kendilerine bilgi vermesini söylemişler. Peygamberimiz önce: "Ben, Beytü'l-Makdis'e gece girip gece
ayrıldım" demiş.
Fakat Cebrâîl (aleyhisselâm) gelip Beytü'l-Makdis'i Peygamberimizin önünde tecelli ettirmiş, Peygamberimiz de ona bakarak
onların sorularim cevaplandırmıştır. Ebû Bekir de derhal tasdik edip:
"Doğru söylüyorsun ya Rasulallah" demiştir, İşte bu sıradadır ki Peygamberimiz: "Ey Eba BeJir,
Allah seni Sıddîk olarak isınılendirmiştir" buyurdu.
Kureyş daha sonra kervana katılan develeri, develerin
başındaki adamları sormuş, Peygamberimiz de bu hususlarda
kendilerine bazı bilgi ve haberler vermiş, hattâ bazan ilgili devenin üzerindeki yükü, çuvallarimn rengi hakkında bile haberler vermiştir. Sonunda Vcîiû bin Muğira: "Haydin arkadaşlar, bütün bunlar sihirdir, şu sihirbazıu etrafından dağıhnız" diyerek arkadaşlarim alıp, kervanı gözlemeye
başlamışlar. Kervanın gelişi dahi, Peygamberin kendilerine haber
verdiği gibi çıkınca, "Velid doğru söylemiş, bunlar hep sihirdir" diyerek dağılmışlar. Cenab-ı Hak da bu
hususta şu ayetini
indirmiştir:
"...Habibim, Biz
sana gösterdiğimiz rüyayı, ancak insanlar için bir
imtihan (vesilesi) kıldık." [41]
İsrâ' ve Mi'râcla İlgili Mürsel Haberler
Ebû Nuaym'nı Urve'den rivayeti. O demiştir ki: "Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem), İsrâ' Mucizesi hakkında Kureyş'e haber verdiği zaman, Kureyş dedi ki: "Dediklerinin doğru olduğunu gösteren bazı alametler söyleyebilir misin?"
Resulullah da şöyle buyurdu: "Boz renkli bir deveniz kaybolmuş, adamlarimz onu arıyordu. Üzerinde de kumaş yüklü
idi." Kureyş, kervanlarına ve Kudüs'e ait çok şey soruyor, Peygamberimiz de önünde tecelli
ettirilene bakarak cevap veriyordu. Fakat bütün bunlar,
onların Sa'dece
şek (şüphe) ve yalanlamalarim artırdı/'
İbn-i'l-Münir, bu hususta gerçekten
nefis bir kitap telif etmiştir. Burada İsrâ' ve Mi'râc mucizesine ait bazı esrarı açıklamaya çalışmıştır.
Onun açıklamaya çalıştığı bu sırlardan bazılarim,
biz de buraya kaydedelim. O, bu nefis kitabında diyor ki:
"Harem-i
Şeriften doğruca semalara çıkmayıp da,
Beytül-Mak-dis'e uğraması, buradan da semalara çıkması; iki hicretin husulü
demektir. Beytül-Makdis, Önceki pek çok Peygamberin hicret yurdudur. Önce oraya
rihlet etmiş olması; birçok faziletleri
kendisinde toplaması; oranın bazı alametleri hakkında söylediklerinin doğru çıkması neticesinde, diğer söylediklerinin dahi doğru olduğunun kolayca anlaşılması gibi hikmetler vardı bunda. Eğer doğrudan semaya çıkarılsaydı, İsrâ'da bu hikmetlerde
bulunmamış olacaktı.
Peygamberimizin mi'râcı ve o geceki Rabbine olan münacatı, ansızın olmuştur, daha önceden buna gün
verilmemiştir. Halbuki Hazret-i Mûsa'nın
münacatı için, daha önceden gün verilmiştir. Bunun hikmeti
de (Allah'ü âlem), gününü bekleme eleminden kurtarmak, böyle bir elemi
çektirmemektir."
"Semaların kapılarimn
kapalı oluşuna, Cebrâîl'in "açimz!" demesi sonunda açılmasına gelince: Bunun
hikmetini de şöyle açıklayabiliriz: Eğer
semaların kapılarim açılmış bulsa idi, bu takdirde Peygamber efendimiz,
semaların kapılarimn her zaman böyle açık tutulduğunu zanneder, kendisinin
gelişinin şerefine açıldığim düşünmeyebilirdi. Halbuki
kendisinin gelişi ve kendisini getiren Cebrâîl'in
açılmasını istemesi sonunda
kapimn açılmasında; onun şerefi daha iyi anlaşılmaktadır. Bunda bir de kendisinin, gök
ehli melekler yanında dahi tanimyor olmasına
onu muttali kılınması hikmeti var. Zira Cebrâîl'e: "Yanında kim var?" denildiğinde Cebrâîl: "Muhammed" demiş,
kapimn bekçisi olan melek de: "Ya, demek ona Peygamberlik verildi
mi?" diyerek karşılık vermiş;
"Muhammed kimdir?" diye sormamıştır. Bundan dahi anlaşılıyor
ki, Peygamber efendimizi ve ona Peygamberlik verileceğini, gök
ehli melekler tanıyorlarimş. Onların bunu bildiklerinden kendisinin haberdar
edilmesi de, bu gecenin, güzel hikmetleri arasında anılabilir."
---------------------
[13] Buhârî ve Müslim bunu, diğer çeşitli tariklerden de rivayet etmişlerdir
[19] İsrâ' suresi, 60
[20] Secde suresi, 23
[25] Necm suresi,
11-l3
[28] Necm suresi, 16
[36] Müddessir suresi,
31
[41] İsrâ' suresi, 60
10
PEYGAMBERİMİZİN EVLİLİKLERİNDE GÖRÜLEN
BAZI ALÂMETLER
Peygamberimizinhz. Âişe ile Evlenmesinde Görülen Bazı Alâmetler:
Buhârî ve Müslim'in bu hususta Âişe'den bir rivayeti var. Buna
göre. Âişe şöyle demiştir: "Ben,
Rasulüllah'ın şöyle buyurduğunu işittim: "Ya Âişe, sen bana iki defa rüyada gösterildin. Rüyamdaki adam elinde beyaz bir ipek
parçası tutuyor, bu ipek parçası içinde seni gösteriyor ve bana: "İşte bu kadın senin zevcendir" diyordu. Ben, onun
tuttuğu ipek parçasına baktığımda seni görüyor ve: "Eğer bu rüya, Allah tarafından ise şüphesiz bu gerçekleşir"
diyordum."
Ebû Ya'lâ, Bezzar, İbn-i Ömer el-Adeni
ve sahihtir kaydıyle Hakim, Âişe'den rivayet ederler. O demiştir ki: "Ben, henüz
Rasulüllah ile evlenmemişken, Cebrâîl benim suretimi götürüp Peygamberimize göstermiştir. O günlerde ben alacalı elbise giyinen küçük bir
kızcağız idim. Rasulüllah
benimle evlendiği zaman ise, Allah bana küçük olmama rağmen büyük bir haya duygusu vermişti."[1]
Peygamberimizin Hazret-i Sevde ile Evlenmesinde Görülen Bazı
Alâmetler
İbn-i Sa'd, el-Kelbi tarikiyle Ebû Salih'ten, o da İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. İbn-i Abbâs demiş ki: "Şevde binti
Zema, Süheyl bin Amr'ın kardeşi, Sekran bin Amr ile evli idi. Bir gün acaip
bir rüya gördü. Rüyasında kendisi yatarken, Peygamberimizi yürümekte ve gelip kendi
boynuna ayağı ile basmakta olduğunu görür. Hemen uyanıp rüyasını kocasına anlatır. Kocası da
der ki: "Eğer gördüğün rüya doğru
ise, ben yakında öleceğim ve sen Peygamberle evleneceksin demektir."
Sonra Şevde bir başka
gece bir rüya daha görür. Rüyasında; kendisi yatmakta iken ayın
semadan üzerine düştüğünü görür. Derhal rüyasını kocasına haber verir. Kocası Sekran da der ki: "Eğer gördüğün rüya doğru ise, ben yakında vefat edeceğim, sen de Peygamber ile evleneceksin demektir." Sekran o gün
rahatsızlanır ve çok geçmeden vefat eder. Sonra Şevde'yi Hazret-i Peygamber nikahı altına alarak evlenirler." [2]
Rifaa'nın Müslüman Oluşundaki Fevkalâdelik
Rifaa bin Rafi'den sahihtir kaydıyla Hakim rivayet eder. Şöyle ki: O,
teyze oğlu Muaz bin Afra ile Mekke'ye gitmişti. Bu olay, Medine'li ensardan altı kişinin Kureyş ile bir anlaşmaya
varmak üzere ve de anlaşmadan döndükleri Mekke seferinden önce olmuştu. Rifaa,
Mekke'de Peygamber efendimizi gördüğü zaman, Peygamber efendimiz kendisine İslâm'ı arz etmiş ve buyurmuş ki:
- "Ey Rifaa,
bütün gökleri, yeryüzünü, dağları kim yarattı?"
Rifaa ve yanındakiler:
- "Şüphesiz Allah yarattı" demişler. Peygamberimiz:
- "Peki sizleri kim yarattı?"
buyurmuş. Onlar:
- "Şüphesiz Allah yarattı" diye karşılık
vermişler (yani Rifaa bu olayı kendi anlattığı zaman: Biz de böyle karşılık vermiştik demiştir.) Bunun üzerine Peygamberimiz:
- "Peki tapınmakta olduğunuz
putları kim yaptı?" diye sormuş. Rifaa ve arkadaşları
da:
- "Bu
putları kendi ellerimizle yapan
bizleriz" demiş. Peygamberimiz:
- "Peki, yoktan yaratan mı
ibadet edilmeye layıktır, yoksa başkasının
yaratması ile meydana gelen mahluk mu?" diye sormuş ve hemen şunları ilave etmiş: "Şüphesiz, sizlerin kendi ellerinizle yaptığimz
putlara tapınmanız layık değildir. Çünkü
onlar sizin eserinizdir ve sizler, kendi ellerinizle yaptığimz ve kendi eseriniz olan
putlara değil, sizlerin ve her şeyin
yegane yaratıcısı olan Allah'a ibadet etmelisiniz. Sizlere layık olan da budur!
İşte ben sizi böylece Allah'a ibadet edip yalnız O'na kul olmaya;
Allah'tan başka ibadete layık hiç bir ilahın bulunmadığına şehadet etmeye, benim de Allah'ın rasülü olduğuma şehadet etmeye çağırıyorum! Ayrıca sizleri, akrabayı görüp gözetmeye, her çeşit düşmanlıkları da kaldırıp atmaya da çağırıyorum. Benim
çağrımı kabul ederseniz, şüphesiz dünyada da, ukbada da bahtiyar
olacaksınız!" diyerek davette bulunmuştur."
Rifaa der ki: "Biz Rasulüllah'ın bu daveti karşısında
dedik ki:
- "Eğer sizin bizi davet ettiğiniz
bu din, haddi zatında hak değil de batıl bile olsa; şüphesiz bizi davet ettiğiniz bu şeyler, işlerin
en yüce olanları, ahlakın da en güzel olanlarıdır. Buniarı kabul etmemek için
haklı bir itiraz bulacak değiliz."
"Biz orada,
Peygamber'in bu davetini, hemen kabul edebilmiş de değiliz. Şahsen ben önce
gidip Kabe'yi tavaf ettim. Yedi adet kadar oku çıkarıp torbaya koydum,
içlerinden birini o niyetle çektiğimde çıkarsa diye işaretledim. Sonra Kabe'ye dönüp okları karıştırdım. Kader oklarim çekmeden önce de şöyle bir dua ettim: "Ey Allah'ım! Eğer, Muhammed'in bizi davet ettiği din, gerçekten hak ise; okları yedi defa
çektiğimde, her defasında onun için işaretlediğim oku denk getir!" İşte böylece
dua ettikten sonra okları yedi defa çektim. Her defasında da niyet ve işaret ettiğim ok çıktı. Hayret ve heyecan içinde kalmıştım.
Derhal sesınıin çıktığı kadar
bağırarak: "Bütün varlığımla şehadet edip tasdik eylerim
ki, Allah'tan başka ibadet edilecek hiç bir ilah yoktur!
Muhammed de Allah'ın rasülüdür!" dedim. Kendi iradem ve ihtiyarımla şehadet getirip müslüman
oldum."[3]
Peygamberimizin Kendisini Bazı Kabilelere Arzettiği Zaman
Görülen Fevkalâdelikler
Beyhekî, İbn-i Şihab ve Mûsa bin Ukba tarikiyle rivayet eder.
Bu ikisi demişlerdir ki: "Peygamber efendimiz, islamı tebliğ etmek üzere kendilerini bazı Arap kabilelerine arz ederdi. Her
hac mevsınıinde buna dikkat ve gayret gösterirdi.
Bir defasında ise, ta Taife giderek davasını arz etmişlerdi.
Sakif (yani Taiflüer) ise kabule yanaşmadılar. (Hatta
bir takım sefih adamları ve çocukları kışkırtarak onu taş yağmuruna tutturdular. Peygamberimizi korumaya çalışan Zeyd bin Harise başından yaralanmış, efendimizin de ayaklan al kanlar içinde kalmıştı.)
Mahzun ve mükedder
olarak dönüşünde, bir bahçenin yanında istirahat edip
gölgelendiler. Rabia'nın iki oğlu: Utbe ve Şeybe bu bahçede
idiler. Duvar dibinde dinlenmekte olan Peygamberimizi gördüler ve yanlarındaki hizmetçileri Addas'ı O'na gönderdiler. Addas aslen Ninovalı olup-
nasraniyet (hıristiyanlık) dinine mensup idi. Geldiğinde Peygamber efendimiz kendisine:
"Nerelisin?" diye sordu. O da: "Ninova'hyım" dedi. Peygamberimiz: "Yani Allah'ın
salih kullarından Yunus bin Metta'nın şehrindensin, demek" buyurdu. Addas hayret
edip: "Sen Yunus bin Metta'nın kim olduğunu ne biliyorsun?" demekten kendini
alamadı. Peygamberimiz: "Ben Allah'ın
elçisiyim, onu bana Allah haber verdi" buyurdu. Addas, Rasulüllah
efendimizin ayaklarına kapanarak her iki ayağim da öptü. Karşıdan bakmakta olan Utbe ve Şeybe Addas'ın yaptığım gördüler. Döndüğü
zaman kendisine çıkışıp: "Sen ne yapıyordun? Gördük
ki Muhammed'in ayaklarına kapanıyor, ona secde ediyordun! Halbuki sen şimdiye kadar hiç kimseye, böylesine bir saygı göstermiş değilsin" dediler. Addas da onlara şu karşılığı verdi: "Muhammed dediğiniz bu adam, Allah'ın iyi kullarından birisidir.
Bana öyle bir şeyden haber verdi ki, kendisine hayran oldum: Allah'ın
bize gönderdiği Yunus adında bir Peygamberi vardır, tşte o bana bizim Peygamberimiz Yunus bin Mettadan haber
verdi. Bunun için kendisine
o saygıyı gösterdim. Yoksa ben O'na secde
etmiş değilim, Sa'dece
ayaklarına kapanıp Öptüm." Utbe ve Şeybe gülüştüler ve: "Sakın ey Addas, Muhammed seni de
büyüleyip dininden döndürmesin? Zira o büyüleyici ve aldatıcı birisidir"
dediler." [4]
Buhârî ve Müslim'in Âişe'den rivayetine göre, o şöyle
demiştir: "Bir gün ben Peygamberimize: "Ey Allah'ın rasülü, sizin için Uhud gününden
daha şiddetli bir gün oldu
mu?" diye sordum. Efendimiz de şu
cevabı verdiler: "Ben senin kavminin bana çektirdiği Akabe gününden daha şiddetli
bir gün görmedim. Zira ben davamı arzetmek üzere
Abdi Yalil oğullarına gitmiş, onlara kendimi arz eylemiştim. Onlar ise beni
kabule yanaşmadılar. Üstelik taşa tuttular. Çok mahzun
ve mükedder olarak geriye dönmüş, adeta kendimden geçmiştim.
Ancak Karnü's-Sealib
denilen yere geldiğim zaman biraz açılabildim. Burada
ansızın beni gölgelendiren bir
bulut ile karşılaştım. Başımı
kaldırıpta baktığımda Cebrâîl'i gördüm. O bana şöyle nida
ediyordu: "Ya Muhammed! Şüphesiz kavminin sana ettiklerini ve
söylediklerini Allah işitip görmüştür. Dağlar üzerine müvekkel olan meleğini de senin emrine vermiştir. Kavmin hakkında dilediğini bu meleğe emredebilirsin!" Bundan sonra bana Melekül Cibal (dağlara müvekkel melek) nida edip beni selamladı. Sonra
bana dedi ki: "Ey Muhammed şüphesiz Allah kavminin sana söylediklerini ve yaptıklarım işitip görmüştür. Ben Melekül
Cibal'im. Beni sana, senin Rabbin gönderdi, istediğini bana emredebilirsin! Eğer sen istersen; ben, şu her iki dağı Mekke'nin üzerine kapatarak onları helak
edebilirim."
Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin Melekül Cibal'in bu
teklifine karşı tavrı ve cevabı ise şu olmuştur: "Ey melek, ben
kavmimin helak olmasını istemiyorum! Benim dileğim
odur ki: Bunlar bizzat kendileri müslüman olmasalar bile, Allah bunların
nesillerinden islamı kabul edecek kimseler getirsin! Allah'tan bunu dilemekte
ve ümid etmekteyim. Öyleki onlar islamı kabul
etsinler, İslâm sayesinde
şirkin her çeşidinden arınsınlar; Sa'dece ve Sa'dece Allah'a ibadet
etsinler, hiç bir şeyi asla Allah'a ortak koşmasınlar!"
Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O demiştir ki: "Bana Ali bin
Ebû Talib söyledi: Allah, Peygamber efendimize kendisini Arap kabilelerine
arzetmesini emrettiği zaman, onun yanında ben ve Ebû Bekir
vardık. Arap topluluklarından birinde idik. içlerinde Mefruk bin Ömer ile Hani bin Kubaysa da
bulunmakta idi. Mefruk Peygamberimize hitaben: "Sen bizi neye davet ediyorsun?"
dedi. Rasulüllah efendimiz de buyurdu ki: "Ben
sizleri Allah'ın tevhidine şehadet getirmeye, yani: Allah'tan başka bir ilah olmadığına, onun bir olup hiç bir ortağı olmadığına, Muhammed'in de gerçekten onun kulu ve elçisi olduğuna inanıp ikrar etmeye" davet ediyorum. Ayrıca
beni aranıza almanızı, aranızda barındırmanızı ve bana yardımcı olmanızı
istiyorum. Zira Kureyş Allah'ın emrine karşı
gelmek için aralarında söz birliği
etti, Allah^ın elçisini yalanladı, Hakka karşı
arka çevirip batılla yetindi. Halouki Allah, mutlak gani ve mutlak hamid
bulunuyor."
Bunun üzerine Mefruk:
"Vallahi ben, bundan daha güzel bir söz duymuş değilim" dedi. Peygamberimiz de: “Gelin size
Rabbinizin neleri haram kıldığim söyleyeyim” ayetlerini okudu. Mefruk:
"Vallahi bunlar bir beşer kelamı
değildir" dedi.
Bunun üzerine Peygamber
efendimiz de: “Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı emreder.” ayetini
okudu. Mefruk: "Vallahi ya Muhammed, sen bizleri ahlakın en şereflisine,
amellerin en güzel olanlarına çağırıyorsun! Sana karşı birleşen ve seni yalanlayan bir
kavim; Allah'a yine yemin ederim ki kendileri yalan söylemekte ve iftira
etmektedirler!" dedi.
Rasuîüllah Mefruk'un
bu konuşması bittikten sonra buyurdu ki:
"Haberiniz olsun ki, İslâm sayesinde sizler, çok yakın bir gelecekte
Allah'ın size yardımı ile, îran ülkesine de varis olacak, büyük fetihler ve
zaferler kazanacaksınız. Allah'ı da hakkıyle teşbih, tenzih ve takdis
edeceksiniz."
Ebû Nuaym, Halidbin Said tarikiyle rivayet eder. Halid, babası
vdsıtasıyle dedesinden nakleder. O şöyle demiştir: "Hacc
mevsınıinde Bekr bin Vaü'den bazı kimseler gelmişti. Hazret-i Peygamber Ebû Bekr'e: "Git onlara islamı arz et. Bizi
kabul etsinler" dedi. Ebû Bekir de onlara gidip arz etti. Onlar dediler ki:
"Bizını şeyhimiz ve büyüğümüz Haris, henüz gelmedi. O geldiği zaman
ona soralım." Haris geldiği zaman sordular, o da dedi ki: "Şimdi biz İran'la savaş halindeyiz.
Aramızdaki bu savaş
bittikten sonra gelip bu meseleyi hallederiz. O zaman sana bir cevap veririz,
ey Ebû Bekir!"
Onlar gidip Zikar
denilen yerde İranlılarla karşılaştılar. Savaş esnasında
Haris adamlarına: "Bize kendisini ve davetini arz eden o adamın adı ne
idi?" diye sordu. Onlar: "Onun adı Muhammed idi" dediler. Haris
bunun üzerine dedi ki: "O halde o zatın adim burada kendinize şiar
ediniz" dedi. Savaşa "Muhammed"
parolası ile devam ettiler, sonunda galip geldiler. Rasuîüllah efendimiz de bu
hususta dediler ki: "Onlar orada, benim sebebimle galip geldiler [5]
Meşhur alim
el-Amidi'nin meşhur şair el-Aşa'nın divanı üzerine
yazdığı bir şerhi vardır. Ben bu şerhte şöyle yazılmış olduğunu gördüm: "Denilir ki:
Zikar savaşimn olduğu gün, Cebrâîl gelip savaşın seyrim Hazret-i Peygambere gösterdi. Peygamberimiz de:
"Allah'ım, Bekr bin Vail'i İranlılara karşı muzaffer eyle!" diye
dua etti ve bu duasını iki kere tekrarladı. Cebrâîl de kendisine dedi ki: "Senin duan
makbuldür, sen onların muzafferiyeti için dua ettiğin müddetçe zafer
onlarındır." Gerçekten de öyle oldu. Peygamber efendimiz onların galebesini görünce tebessüm buyudular ve:
"Benim sayemde muzaffer oldular" sözünü söyledi."
Vakıdl ve Ebû Nuaym Abdullah bin Vabisadan, onun babası vasıtası ile
dedesinden şöyle rivayet ettiğini naklederler: "Biz Minada iken Resulullah
bizını yanımıza geldi ve bizi İslâm'a davet eyledi. Biz bunu kabul etmedik. İçimizde Meysere bin
Mesruk da vardı. Meysere bize dedi ki: "Arkadaşlar,
geliniz bu zatın davetini kabul edelim! Allah'a yemin ederim ki, eğer onun bu
davetini kabul edecek olursak ve onu aramıza alırsak en doğru kararı vermiş oluruz. Ben yine Allah'a yemin
ederek söylüyorum ki, bu adamın davası her yere ulaşacak
ve her yerde galip olacaktır." Kavmimiz ise, Meysere'nin bu sözlerine
de aldırış etmedi. Meysere
onlara şu teklifte bulundu: "Öyleyse dönüşte Fedek'e uğrayalım, oradaki yahudiler alim kişilerdir, onlara bu hususta danışalım." Giderken
Fedek'e uğradılar. Yahudilerle görüşüp Hazret-i Muhammed
hakkında sordular. Onlar, bir kitap çıkarıp onun üzerinde derse başladılar.
Ders sırasında Hazret-i
Muhammedi görüşüyor ve onun hakkında diyorlardı ki:
"O, herhangi bir kimseden ders almış olmayacak, aslen
Arap'tan olup merkebe binecek, az yiyecek, orta boylu olacak; saçları hafif
dalgalı olacak, gözünde biraz kırmızılık bulunacak, hafif pembeye çalar
beyaz renkte olacak." Sonra Meysere ve arkadaşlarına
dönüp: "Eğer sorduğunuz adam, bu vasıfta biri ise hiç tereddüt etmeden onun
davetini kabul edip dinine giriniz. Bizını ona tâbi olmayışımıza
gelince, bizler onu kıskanan, bu yüzden kendisine tâbi olmayan kişileriz. Bizını onunla doğrusu işimiz zordur. Araplar'a gelince, bunlar ya onun
dinine girecek, ya da onunla savaşıp ölecek." Meysere arkadaşlarına şöyle haykırdı: "Ey
kavmim! Bu iş, son derece açıktır, anlaşılmayan bir şey yoktur." Meysere veda haccı sırasında
müslümanlığı alenen kabul
etmiştir.
Ebû Nuaym Urve'den şu haberi
nakletmiştir: "Peygamberimiz Ensar ile Akabe'de biat
ettikleri zaman, şeytan dağın zirvesinden: "Ey Kureyş
topluluğu, İşte,
Evs'in ve Hazrec'in çocukları sizinle savaşmak üzere Muhammed'e söz verip
biat ettiler!" diye bağırmış.
Biat edenler bu sesi duydukları için korkuya kapılmışlar. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuş ki: "Arkadaşlar, sakın bu sesten korkmaymız! Çünkü
bu Allah'ın düşmanı İblis'in sesidir. Korkduğumız
kimselerin, bu sesi duymasına Allah imkan vermeyecektir." Kureyş, gerçekten bu sesi duymamış, fakat Akabe'de konuşulanları dinleyip de onlara söyleyenlerden öğrenmiştir. Bunun üzerine
takibe çıkan Kureyş, Akabe'de kimseyi bulamadığı gibi, biat edenlerin eşyaları arasında da onları aramış ise
de, kimseye rastlayamamış ve geri dönmüştür." [6]
Yukarıdaki rivayetin aynısını el-Zühri'den rivayet
eden Ebû Nuaym, İbn-i İshak'tan şöyle rivayet eder: "Vaktaki Rasulüllah ile
Akabe'de biat ettiler, dağın tepesinde birisi, bütün sesinin
çıktığı kadar bağırıyordu: "Ey Kureyş topluluğu, eğer Muhammed'e bir şey yapmak istiyorsanız, gidip onu dağın şöyle bir yerinde yakalayın. Orada sizin aleyhinizde
Medine'den gelenlerle biat etmek üzeredir!" Kureyş onları
yakalamaya çıktı, fakat Cibril inip onları korudu. Kureyş gelipte
arama yaptı fakat kimseyi
bulamadan geri döndü. Bu sırada Cibril'in gelişini Harise bin Numan'dan başka
gören olmadı. Harise: "Ey Allah'ın
rasülü, ben hiç tanımadığım beyaz elbiseli birini gördüm, senin sağ tarafında duruyordu, o kimdi?" dedi.
Rasulüllah: "Demek onu gördün mü?"
dedi. Harise: "Evet" dedi. Rasulüllah: "Gerçekten büyük bir
hayrı görmüşsün o Cibril
idi!" buyurdu."
Ebû Nuayın'ın İbn-i Ömer'den de şöyle bir rivayeti vardır: "Rasulüllah efendimiz,
nakipleri seçipte tayin ettiği zaman: "Sakın hiç birinizin aklına
bir şey gelmesin! Ben
Sa'dece Cibril'in bana işaret ettiği kimseleri nakib olarak tayin
etmiş bulunuyorum" dedi. [7]
11 MEDİNE'YE
HİCRET ESNASINDA VUKUA GELEN
BAZI AYET VE MUCİZELER
Bazı Ayet ve Mucizeler
Buhârî, Âişe'den şu haberi nakletmiştir: Peygamberimiz müslümanlara sizin hicret
edeceğiniz yer bana gösterildi.
Orası toprağı tuzlu ve hurmalık bir yerdir. Peygamberimizin bu sözünden sonra Medine'ye
hicret başladı. Derken Ebû Bekir
de hicrete hazırlandı. Peygamber efendimiz de ona; "Ağır ol, bakalım! Yakında bana da hicret izni çıkacağim ummaktayım"
buyurdu.
Beyhekî İbn-i Abbâs'tan rivayet eder: "Kureyş ileri gelecileri Darün-Nedve denilen yerde
toplandı. Peygamberimizin öldürülmesi üzerine ittifaka vardı. Cibril gelip
durumu Hazret-i Peygambere haber verdi. O gece şimdiye
kadar yatmakta olduğu yatağında yatmamasını emretti. Peygamber efendimize
Mekke'yi terk etmesi hakkında izin verdi.
Bu hususta İbn-i Sa'd'in de bir haberi var: İbn-i Abbâs, Ali, Âişe, Süraka bin Caşüm ve Âişe binti Kudame'den... Şöyle
demişler. "Peygamber efendimiz hicret
etmek için evinden çıktığı zaman, kiralık adamlar kapimn önünde oturuyorlardı. Yerden bir avuç toprak alıp
onların başlarına saçtı ve bu sırada Yasin suresinin baş tarafındaki
ayetleri okudu. Sonra devam etti. Birisi kapimn önünde bekleşenlere:
"Burada niçin bekleşiyorsunuz?" dedi. Onlar da: "Mu
ham m e d'in çıkmasını" dediler, O da: "Vallahi Muhammed çoktan çımp
yanimzdan geçerek
gitti" dedi. Adamlar: "Vallahi biz görmedik"
dediler. Bu sırada her biri başlarındaki toprağı silkelemekle meşgul idi.
Rasulüllah ise çoktan gitmişti. Yanında Ebû Bekir de bulunduğu halde Sevr dağındaki mağaraya girdiler. Onlar içeri girdikten sonra hemen
Örümcek ağim üst üste örüp mağaranın
ağzını kapattı. Kureyş çok
sıkı bir arama yapıyordu. Nihayet mağaranın kapısı Önüne kadar geldiler. İçlerinden bazısı dedi ki:
"Vallahi mağaranın kapısına örümcek ağim öyle bir örmüş ki, bu örümcek,
Muhammed doğmadan burada imiş." Onun bu sözü üzerine, hepsi orayı terketti."
Vâkıdî ve Ebû Nuaym Âişe binti Kudame'den şu haberi
nakletmiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ben tebdil-i kıyafet eder^" evin
arka tarafından çıkarak ayrıldım. Giderken ilk rastladığım adam Ebû Cehil oldu. Allah onun
gözüne görmezlik" verdi de l?eni asla göremedi.
Yanımdaki Ebû Bekri bile
farkedemedi. Biz de ikimiz süratle-yolumuza devam ettik."
Beyhekî, İbn-i Şihab ile Urve bin Zübeyr'den şu haberi
nakletmiştir: "Kureyş atlarına ve
develerine binerek her tarafı şiddetle kontrol edip Peygamberimizi arıyordu. Her ta^^%
habgr salıp Peygamberimizin ve Ebû Bekrin dirisini veya
ölüsünü getirenlere yüz deve vadediyordu. Bir ara Sevr dağimn mağarasının kapısına kadar geldiler. Mağaranın üst tarafına da
çıktılar. Konuşmalarim Peygamber efendimiz ve Ebû Bekir duyuyordu, Bu sırada Ebû Bekir
korkuya kapıldı. Varlığim büyük bir korku ve tasa kapladı. İşte bu
sırada Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine: "Korkma! Allah bizınıle
beraberdir!" buyurdu. Ayrıca sevgili ve büyük Peygamberimiz dua buyurdular da bunun
üzerine Allah'tan büyük bir sekine inerek, korku ve
tasası zail oldu."
Buhârî ve Müslim, Enes'ten rivayet ederler. O
şöyle demiştir: "BaAa Ebû Bekir anlattı:
Ben Peygamberimizle birlike mağarada saklanırken dedim ki: "Ey Allah'ın rasülü,
eğer onlardan biri ayağimn altına bakmış olsa, muhakkak bizi
görecek!" Rasulüllah şu karşılığı verdi: "Ey Ebû Bekr!
Allah yolunda iki arkadaş ki üçüncüleri Allah'tır. Sen ne
zannediyorsun?" [1]
Ebû Nuaym'in, Esma binti Ebû
Bekir'den (Ebû Ya'la'nın da benzerini Âişe'den) naklettiği bir habere göre Ebû Bekr; mağaranın kapısına doğru dönmüş bir adam görür:
"Ya Rasulallah! Bu adam bizi görecek" der ve endişe eder. Rasulüllah
da şu karşılığı verir: "Asla! Şu anda
melekler onun gözünü kör etmiştir." Çok geçmez, adam bulunduğu yere küçük abdestini yapmak için oturur, Peygamberimiz de bunun üzerine der ki:
"Gördün mü ya Eba Bekir, eğer bu adam bizi görüyor olsa idi,
bize karşı bu şekilde
yapmazdı."
İbn-i Sa'd, İbn-i Merduye, Beyhekî ve Ebû Nuaym Ebû Mus'ab el-Mekki'den
şöyle rivayet ederler: "Ben Enes bin Malik'e, Zeyd bin Erkam'a, Mugira bin
Şube'ye yetiştim ve onların şu şekilde konuştuklarim duydum:
"Peygamberimiz ve arkadaşı mağarada
saklanırken, Allah'ın emriyle mağaranın kapısında bir ağaç bitmiş ve onları örtmüş, yine Allah emredip
örümcek ağim örmüş ve
onları gizlemiş. Yine Allah'ın emriyle iki vahşi güvercin gelip mağaranın ağzında durmuş. Kureyş gençleri de aramayı şiddetle sürdürüp bütün
silahlarim kuşanmış vaziyette mağaranın
yakınma kadar gelmişler,
o kadar ki mağaraya kırk adım yaklaştıklarında
içlerinden birini, mağaraya
girip kontrol etmesi için göndermişler, bu genç mağaranın kapısına geldiğinde içeri girmeden dönmüş,
ilerideki arkadaşları: "Niçin içeri girmeden dönüyorsun?" diyerek ona bağırmışlar. O da şu karşılığı vermiş: "Mağaranın ağzında
iki güvercin bulunmakta, eğer içeride kimse olsaydı, bunlar burada
bulunmazdı." Hazret-i
Peygamber, onların bu konuşmalarim duymuş. Demek ki Allah
bizi bu iki güvercin sayesinde düşmanlardan
gizledi ve onları def etti, diye düşünüp hamdetmiş.
Ayrıca bu güvercinler için hayır duada bulunmuş. Onlar da ehlileşip Harem'e
uçmuşlar; biri dişi biri de erkek olduğu
için orada yumurtlayıp üremişler."
El-Hılye adlı kitabında, Ebû Nuaym, Ata bin Meysere'nin şöyedediğini nakleder: "Örümceğin, mucizevi bir şekilde ağim örmesi olayı, iki defa
olmuştur: Birincisi
Davut (aleyhisselâm)ı Talut [2] takip ettiği zaman, ağim örüp onu saklaması,
ikincisi de müşriklerin Peygamber efendimizi takip ettikleri zaman, ağim örüp mağaranın
kapısını kaplamasıdır."
Buhârî ve Müslim, Ebû Bekir'den rivayet ederler:
"Müşrikler bütün aramalarına rağmen bizi
bulamadılar. Süraka bin Malik'ten başka arkamızdan yetişen
de olmadı. Süraka yetiştiği zaman ben: "Ya rasülallah peşimizden gelen bize
yetişmiş durumda" dedim. Efendimiz ise: "Hiç üzülme, Allah bizimle
beraberdir!" buyurdu. Bize iyice yaklaştığı zaman Peygamberimiz onun aleyhine dua
buyurdu ve: "Allah'ım, nasıl dilersen bizi öylece
koru ve onun hakkından gel!" dedi. Süraka'nın atı karnına kadar kumlara
saplandı. Yalvarmaya başladı ve: "Ey Muhammed, biliyorum ki bu başıma gelen şüphesiz senin işindir. Ben de gerçekten pişmanım. Ne olur Allah'a dua ediver de beni bu durumdan
kurtarsın!" diyordu ve: "Allah'a yemin ederim ki arkamdan gelenleri
geri çevirmek içine elimden geleni yapacağım" diye söz veriyordu. Peygamberimiz bunun üzerine duasını yaptı, o da geri dönüp gitti." [3]
Buhârî Sürakadan şöyle rivayet
eder: "Ben Peygamberi ve arkadaşim bulmak üzere peşlerine takıldım. Onlara yaklaştığım
zaman atım tökezledi ve ben
kendimi yerde buldum. Kalkıp tekrar bindim, bu sırada
Rasulüllahın Kur'an okumakta olduğunu duydum. Hiç dönüpte
bakmıyordu. Ebû Bekir ise sık sık geri bakıyordu. Derken atım
bir kere daha tökezledi ve ben yere yuvarlandım. Baktım atımın ön ayaklan iyice kuma gömülmüş, çıkarmaya çalışıyor fakat çıkaramıyor.
Nihayet doğrulabildi.
Dizlerinden direklenen duman, sanki ta semalara yükseliyordu. Ben Peygambere nida edip eman istedim. Onlar durup
beklediler. (Ben atıma atlıyarak onlara yaklaştım
ve ondan eman aldım). Çünkü başıma gelenlerden anlamıştım ki, ben asla onlara
bir şey yapamıyacağım ve Rasulüllahın davası, pek yakında
iyice ortaya çıkacak ve kuvvetlenecektir."
Buhârî der ki: Ben, Ebû Muhammed
el-Kufi'nin şöyle dediğini işitmiştim: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hicret etmek istediği zaman, Mekke'de şöyle bir ses duyuldu:
"Ey Kureyş, Sa'd adındaki iki kişi; eğer müslüman olsalar, şüphesiz emniyette olur
Muhammedin işi."
Sesi duyan Kureyş, "Bu iki Sa'd adındaki adamların, kimler olduğunu bilsek elbette gereği ne ise yapardık"
dedi. Onlara cevap veren sesin ise: "Ey Evs'in Sa'd adındaki şahsiyeti
ve ey Hazreclilerin Sa'd adındaki kişisi! Niye Allah'ın
hidayetine engel olmak istersiniz? Haydi hidayet davetçisine itaat ediniz! İcabet ediniz de, yüce Allah'tan
firdevs cennetlerini umunuz!" şeklinde karşılık
verdiği duyulmuş."
(Bunu bu
tarikten İbn-i Asâkir de rivayet etmiştir.)
Beyhekî'nin rivayetine göre de Kureyş,
"Kasdedilen iki Sa'd'den biri: Sa'd bin Muaz diğeri de Sa'd bin Übade'dir" demiştir.
Begavi, İbn-i Şahin, İbn-i Seken, İbn-i Mende, Toberânî, sahihtir kaydıyla Hakim, Beyhekî ve Ebû Nuaym; Hizam bin Hişam'dan, bu da babası vasıtası ile dedesinden şöyle nakleder: "Peygamberimiz hicret makSa'dı ile Mekke'den çıktığı zaman yanında Ebû Bekir ve Ebû Bekrin azatlısı Amir bin Füheyre de vardı. Yol
kılavuzları ise Abdullah bin Uraykıd idi. Bunlar yolda giderlerken Ümmü
Mabed'in çadırı önüne
geldiler. Ümmü Mabed, kahraman bir kadındı. Çadırimn
yanı başında nöbet tutar, gerektiğinde de yedirir içirirdi. Peygamberimiz kendisinden bir miktar et ve hurma satın almak istedi. O
sırada onun yanında bunlar yoktu. Peygamberimiz: çadırın kenarında bağlı bulunan bir dişi kuzu görür ve: "Bu nedir,
ey Ümmü Mabed?" der. O da: "Bu zayıflığından
dolayı yayılmaya gidemeyen bir kuzudur" der. Peygamberimiz: "Onu sağmama izin verir misin?" diye sorar. O da: "Eğer onda sağılacak süt görüyorsan sağ!" der.
Peygamberimiz bu kuzunun getirilmesini
söyler. Getirirler ve kendi eli ile onu sağar. Mübarek eliyle göğsünü mesh eder ve besmele çeker, bu kuzusu hakkında Ümmü
Mabed'e de hayır ve bereketler niyaz eder. Kuzu iki bacaklarim ayırır
ve sütünü verir. Peygamberimiz derhal kendisine on kişilik bir süt kabı verilmesini ister. Kab getirilir ve
doluncaya kadar ona süt sağar. Önce Ümmü Mabed'e verir o da kanmcaya kadar içer, sonra ashabına verir onlar da
kanmcaya kadar içerler. Bu sütten en son içen Peygamberimiz olmuştur. Sonra sırayla tekrar içerler ve kaptaki sütü
bitirirler, sonra Peygamber
efendimiz, bu kab doluncaya
kadar ikinci defa kuzuyu sağar. Bu sefer sütü, Ümmü Mabed'e mübarek kudümünün bereket bakiyyesi olarak
bırakır. İçtikleri sütün de
bedelini öedeyerek oradan ayrılırlar. Çok geçmeden Ümmü Mabed'in kocası Ebû Mabed
gelir. O son derece zayıf keçilerini otlatmaktan dönmüştür. Çadırdaki sütü görünce şaşırır ve: "Bu da neyin nesidir? Çadırda
henüz yüğürmemiş kuzudan başka
sağılacak bir hayvan da
bulunmamaktadır" der. Ümmü Mabed: "Vallahi şaşıracak bir şey
yoktur. Bize Allah'ın salih kullarından mübarek bir zat uğradı, bu gördüğün onun bereketidir" der. Ebû Mabed, o mübarek zatın kendisine biraz
tanıtılmasını ister. Ümmü
Mabed de der ki:
"Son derece güzel yüzlü, beyazbenli,
gayet güzel yaratılışlı ve denk endamlı. Göbekli değil, küçük başlı
ve ince boyunlu da değil.
Görünüşünde ve yaratılışında hiç bir kusuru yok! Sesi de tatlı ve güzel. Sakalı sık,
kaşları ince, gözleri büyükçe. Konuştuğu
zaman bütün varlığim bir güzellik kaplıyor. Konuşmadığı
zaman da vekarla dolu bulunuyor. Hasılı ister uzaktan bak, ister yakından,
bütün insanların hem en güzeli, hem de en vekarlı ve heybetlisi. Konuşmasında
da hiç bir açık vermiyor, yersiz ve manasız hiç bir şey söylemiyor. Gayet açık ve seçik söylüyor. Kelimeler sanki inci
taneleri gibi dökülüyor. Boyunu söylemedimse:
Ne uzun, ne de kısa; orta boylu biri. Gözleri iri. Ağız ve burnu da son derece güzel mi güzel! Nasıl
dilemişse onu öyle yaratmış dest-i ezel. Arkadaşlarimn kendisine bağlılığı ve saygısı da ne kadar güzel."
Ebû Mabed, karısına: "Hatun sen ne diyorsun! Bu
mübarek zat; vallahi Kureyş'in içinden çıkan ve Peygamber olduğuna dair bize bir çok şeyler söylenen zattır" dedi.
İbn-i Sa'd ve Ebû Nuaym, el-Vakidi tarikiyle Hizam bin
Hişam'-dan, o da babası vasıtasıyla Ümmü Mabed'den nakleder: "Peygamber efendimizin mübarek eliyle göğsünü mesh ettiği kuzu Hazret-i Ömer zamanındaki kıtlık zamanında da yanımızda idi.
Ortalık kurumuş, hiç bir yerde az
veya çok hayvan yiyeceği diye bir şey
yoktu. Fakat bu mübarek kuzu, her günün sabahında ve akşamında
süt vermeye devam etti. [4]
Eslem kabilesinden
Malik bin Evs'ten Ebû
Nuaym'ın seukettiği haber ise şu merkezdedir:
"Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Bekir'le birlikte hicrete çıktıkları zaman,
Cühfe'de yayılmakta olan bize ait develere rastladılar. "Bu develer
kimin?" diye sordular. Cevapta: "Eslem'den bir adamın"
denildi. Peygamberimiz Ebû Bekr'e dönerek:
"înşaallah selamete erdin!" dedi. Çobana:
"Senin adın ne?" buyurdu. Çoban: "Mesud" dedi. Peygamberimiz de Ebû Bekr'e bakıp: "înşaallah saadete erdin"
buyurdular." [5]
Ehbarul-Medine adlı kitabında Zübeyr bin el-Bekkar Abdullah bin
Hârise'nin oğlu İbrahim'den,
o da babasından şöyle
nakleder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Gülsüm bin el-Hedm'in evine
inip misafir olduğu zaman, o kendi çocuğuna çağırarak "Necih!" demiş. Peygamberimiz de Ebû Bekr'e dönerek:
"Zafere ereceksin inşallah" buyurmuş. [6]
Hakim ve Beyhekî, Enes'in şöyle dediğini rivayet ederler: "Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye teşrif ettikleri
günden daha güzel ve daha şerefli bir günü, ben asla görmüş değilim!"
İbn-i Sa'd ise Enes'in şöyle dediğini kaydetmiştir: "Bir gün ki, o günde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'yi şereflendirdiler. O
gün, her şey şereflenip nurlanmıştır!"
Beyhekî Abdullah bin Zübeyr'den
şöyle nakleder: "Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye teşriflerinde devesi
çöktüğü zaman, insanlar: "Bizını eve, bizim eve, ya
rasülallah!" diye bağrıştılar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz devesini kaldırdı ve: "Siz ona
dokunmayın, o nereye emir aldıysa orada çöker" buyurdular. Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) devesi ilerleyip az ileride
tekrar çöktü., Peygamberimiz de: "Burası
Mescidimizin minberinin yeridir!" buyurdular." [7] Beyhekî Enes'ten rivayet eder:
"Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye ayak bastıkları zaman, kadimyla erkeğiyle bütün ensar gelip büyük bir tezahüratla karşıladılar. "Bize buyurun ya rasülallah!"
diyerek onu davet ediyorlardı. Rasulüllah ise: "Deveyi serbest bırakın o
memurdur, emrolunduğu
yere çökecektir" buyuruyordu. Derken deve Ebû Eyyub'un evi önüne çöktü.
Neccar oğullarimn
kızları da Rasulüllah geldi diye seviniyor, ellerindeki defleri çalıp hep bir
ağızdan: "Biz
Neccar oğullarimn
kızlarıyız! Muhammed'in komşuluğu ne hoş bir komşuluktur!"
diyerek şenlik tutuyorlardı.
Yine Beyhekî'nin Âişe'den bir rivayeti var, Âişe demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye ayak bastığı zaman, kadınlar ve kızlar
büyük bir coşku içinde ve hep bir
ağızdan:
"Bedr (yani
dolunay) veda tepesinin üzerinden üzerimize doğdu. Allah'a şükreden bulundukça
bize de şükretmek bir borç oldu!
Ey bize gönderilen
Peygamber! Sen, itaat edilen bir emirle geldin!" diyerek şarkılar söylediler."
Hakim, Beyhekî, Suhayb'ten şöyle naklederler:
"Rasulüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu:
"Sizin hicret edeceğiniz yer bana gösterildi: tki taşlık arasında toprağı tuzlu bir yerdir. Burasının ya Hecer, ya da Yesrib (Medine) olması
gerekiyor." Sonra gördük ki Peygamber efendimiz hicret etmek üzere Medine'ye çıktılar.
Yanında Ebû Bekir de vardı. Ben de onunla birlikte çıkmayı
düşünüyordum. Fakat
Kureyş'ten iki genç bana engel oldular. O gece
ben, sabaha kadar uyuyamamıştım. Oturmak ne kelime,
hep ayakta döndüm durdum. Beni haps edenler: "Onun karın
ağrısı tuttu, hasta haliyle kaçıp yola çıkamaz ya!" deyip uyumaya başladılar. Ben fırsatı ganimet bilerek, yola çıktım.
Fakat ikisi arkamdan yetişti. Beni yakalayıp geri
götürmek istediler. Ben kendilerine dedim ki: "Size
okkalarca altın versem beni serbest bırakır mısınız?" Onlar da razı
oldular. Dedim ki: "Gidiniz evimin kapı eşiğinin altim kazınız. Okkalarca altın oradadır. Çıkarıp
alimz!" Onlar
hilaf söylemediğime kani oldukları (bir müslümandan
asla yalan beklemedikleri) için, geri döndüler. Eşik altim kazıp
altınları aldılar. Ben ise yoluma devam edip Kubada Rasulüllah efendimize
yetiştim. Orada beni görünce: "Ey Yahya'nın
babası (Suheyb) şüphesiz alış-verişte kârlı çıktın!" buyurdu ve bunu üç defa
tekrarladı. Ben de dedim ki: "Ey Allah'ın rasülü hiç bir kimse beni görüp benden sana haber getirmediğine göre, şüphesiz o muameleyi size Cebrâîl haber vermiştir."
(Denilir ki: Aşağıda ki ayeti celile, Süheyb-i Rumi'nin bu muamelesi
hakkında inmiştir:
"İnsanlardan öylesi
var ki, Allah'ın rızasını kazanma yolunda canim satar! Allah da kullarına çok
esirger (acır)."[8]
Yahudilerin
Medine'de Peygamberimizle Olan Münasebetleri, Ona
Sorular Yöneltip Doğruluğunu Tasdik Etmeleri
İbn-i Sa'd, Tirmizi, sahihtir kaydıyla Hakim, İbn-i Mace ve Beyhekî, Abdullah bin Selâm'dan rivayet ederler. O demiştir
ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye teşrif buyurdukları zaman, bütün insanlar koşuşup çok büyük bir tezahürat gösterdiler, insanlar arasında ben de vardım,
gidip Peygamberin yüzünü
görmek istedim. Gördüm ve kesinlikle bildim ki, O
yüz bir yalancı yüzü değildi. Orada kendisinden ilk duyduğum sözlerde şunlar olmuştu:
"Ey insanlar! Açları doyurunuz, cömert olunuz! Selamlaşmayı yayimz! Özellikle akrabaya sahip
çıkıp onları iyi gözetiniz!
Geceleri herkes uykuda iken, ihlas ve aşk
ile nafile namazları kıhnz! Büyük bir sürür ve esenlik içinde Rabbinizin cennetine
giriniz!"
Buhârînin Enes'ten olan rivayeti ise
şöyledir: "Abdullah bin Selâm, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin Medine'ye gelişini
duyunca, koşup gelmiş ve ona üç şey sormuştur. Demiştir ki: "Ben sana üç
şey soracağım, bunları Peygamber olandan başkası bilemez!
Bir: Kıyamet alametlerinden ilki nedir?
İki: Cennete gidenlerin yiyeceği ilk cennet taamı nedir?
Üç: Doğan çocuğun
anasına veya babasına çekmesinin sebebi nedir?"
Peygamberimiz de buyurdu
ki: "Az önce bunların cevabım bana Cebrâîl getirmişti.
Şöyle ki: îlk kıyamet alameti; doğudan çıkıp
batıya doğru yayılacak olan bir ateştir. Cennetliklerin yiyeceği ilk taam ise balık ciğeridir. Çocuğun babasına veya annesine çekmesi ise, bunlardan
hangisinin menisinin öne
geçmesine bağlı bir şeydir. Eğer babasının menisi öne geçmişse babasına, anasının menisi öne geçmişse anasına çeker."
Abdullah bin Selâm
derhal: "Allah'tan başka ilah olmadığına,
Muhammed'in de Allah'ın rasülü olduğuna" şehadet getirerek rmislü-man oldu ve dedi ki: "Ey Allah'ın rasülü,
yahudiler iftiracı insanlardır. Eğer onlara hakkımda bir peyler sorup cevabim
da almadan benim müslüman olduğumu söyleyecek olursanız, benim hakkımda da çok
iftiralar edeceklerdir. Fakat siz müslüman olduğumu söylemeden benim hakkımda
ne diyeceklerini onlara sorunuz, cevaplarim da alimz. Sonra benim müslüman
olduğumu onlara açıklarsınız."
Bunun üzerine Peygamberimiz yahudileri
çağırıp Abdullah hakkında sordu. Onlar da: "Abdullah, en hayırlımızdır ve
en hayırlımızın oğludur, efendimizdir vede efendimizin oğludur!"
dediler. Peygamberimiz: "Peki Abdullah'ın müslüman olduğunu söylesem,
onun hakkında yine bu sözlerinizi söyler misiniz?" dedi. Onlar: "Haşa
Allah korusun" dediler. İşte bu sırada Abdullah bin Selâm ortaya çıkıp:
"Ben Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammedin de Allah'ın elçisi
olduğuna şehadet ederim!" diyerek müslüman olduğunu kendisi açıkladı. Bu
durum karşısında küplere binen yahudiler: "Vallahi sen, en şerlimiz ve en
şerlimizin oğlusun!" dediler ve daha sövüp saydılar. Abdullah da Peygamberimize:
"İşte ey Allah'ın rasülü, benim de korktuğum bu idi" dedi."
Beyhekî Abdullah
bin Selâm'dan şöyle nakleder: "Ben, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) zuhurunu duyunca onun
sıfatı, ismi, şekil ve heybeti ve kendisinin zuhuru hakkında söyleyip
durduğumuz şeylerin onda olup olmadığı hakkında yeterli bilgiyi edindim. Fakat
bunu gizli tuttum. O'nun Medine'ye gelişini ben, bir adamdan duyduğum zaman
hurma ağacimn tepesinde idim. Halam da ağacın altında idi. Ben haberi duyunca
sevinçle ve yüksek sesle "Allahü Ekber" diyerek tekbir getirdim.
Halam bundan memnun olmamış olacak ki: "Eğer Mûsa gelmiş olsa idi her
halde bundan daha fazla bağıracak değildin!" dedi. Dedim ki;
"Halaciğım bu gelen zat, Mûsa'nın Peygamber kardeşidir. Mûsa ne ile
gönderilmiş ise, o da onunla gönderilmiştir." Halam da bana: "Sakın
bu zat ahir zamanda geleceği bizlere haber verilmiş olan
zat olmasın?" dedi. Ben de: "Evet İşte odur" dedim. Sonra
kalkıp Peygamber'in (sallallahü aleyhi
ve sellem) yanına gittim ve müslüman
oldum. (Aramızda da, o konuşmalar geçti)."
İbn-i İshak, Beyhekî ve Ebû
Nuaym, Safiyye binti Huyey'den nakleder. O
şöyle demiştir: "Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) Medine'ye teşriflerinden sonra babam ve
amcam Ebû Yasir bin Ahtab onun yanına gidip geldiler. Aralarında konuşurlarken
amcam babama diyordu ki: "Yani o, o mudur?" Babam: "Evet, o,
o'dur" diye karşılık veriyordu. Amcam: "Yani şimdi sen onu, sıfatıyla
ve zatıyla tanıyarak: "O'dur mu diyorsun?" dedi. Babam da: "Evet
vallahi o, o'dur" dedi. Amcam: "O halde O'na tabi olmak hususunda düşüncen nedir?" diye sordu. Babam: "Tabi olmak
meselesi, ayrı bir iştir. Ben vallahi ebediyyen ona düşman olacağını!"
diyerek karşılık verdi."
Ahmed, Beyhekî ve Ebû Nuaym îbnu
Abbâs'tan naklederler: Yahudilerden bir grup gelip Peygamber efendimize
bazı sorular yöneltti. Bunlar dediler ki: "Sana soracağımız şu şeylere
cevap vermeni istiyoruz ki, bunları Peygamber olandan başkası bilemez:
Bir: İsrâ'il'in (yani Yakub'un) kendisine haram kıldığı şey ne idi?
İki: Doğan çocuğun erkek veya kadın olmasının sebebi nedir?
Üç: Bir Peygamberin kavmi içindeki durumu nasıldır?"
Peygamberimiz de buyurdu
ki: "Allah aşkına sizler doğru söyleyiniz; İsrâ'ilin şiddetle hasta olup ta:
"Allah'ım bu hastalıktan iyi olursam en sevdiğim yiyecek ve
içecek olan, deve sütü ile deve eti bana haram olsun!" diye nezrettiğini (adadığim) biliyorsunuz, değil mi?" buyurdu. Onlar da: "Evet"
dediler. Peygamberimiz tekrar:
"Allah aşkına doğru söyleyiniz; "kadımın
menisi ile erkeğin menisinden hangisi öne geçip üstün gelirse, çocuğun ona çekeceğini" pekala
sizler de biliyorsunuz, değil mi?"
buyurdu. Onlar da: "Evet" dediler. Yine Peygamberimiz üçüncü
olarak da: "Peki Peygamberin gözlerinin
uyuyupta kalbinin uyumadığim da biliyorsunuz değil mi?"
buyurdu. Onlar da: "Evet" dediler."
Buhârî ve Müslim yine İbn-i Mesud'dan rivayet ederler: "Bir gün
ben, Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) ile birlikte
Medine yollarimn birinde yürüyordum. Bir grup yahudiye
rastladık. Bazıları: "O'na ruhtan soru açimz" dedi. Bazıları da:
"O'na bir şey sormayimz, belki verdiği cevap hoşunuza gitmez"
dedi. Onlar yine de
sordular: "Ruh nedir" dediler. Peygamberimiz biraz sükut etti.
Bu sırada kendisine vahiy geldiği belli idi. Bu hal geçtikten sonra, nazil olan
şu ayeti okudu: "Ve sana ruhtan sorarlar. de ki: ruh Rabbimin
emrindendir." [9] Ebû Nuaym der ki:
"Özet olarak denilir ki: Önceki
kitaplarda bildirilmiştir ki, Muhammed'in Peygamberlik alametlerinden birisi
de, kendisine ruhtan sorulduğu zaman O'nun; bunun ilmini Allah'a havale
etmesidir: "Ruhun hakikat ve mahiyetini, ancak Allah'ın bileceğini
bildirmesidir." Bu gerçekten de böyledir. Ruhun hakikat ve mahiyetini,
O'nu yaratandan başkası bilemez. Nitekim Peygamber efendimiz de
bu hususta; felsefeci ve mantıkçıların daldığı, sezgi ve tahmin yoluyla
konuştukları şeylere hiç dalmamıştır. İşte yahudiler Peygamberimizi
bu bakımdan imtihan etmek istemişlerdi. Peygamberimiz de bu hususta, aynen onların kitaplarında olduğu
gibi, daha önceden onlara bildirildiği gibi konuştu."
İbn-i İshak ve Beyhekî Ebû Hureyre'den naklederler: "Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İbn-i Sûra adındaki
yahudiye: "Allah aşkına doğru söyle! Sizin kitabimz Tevrat'ta, evli olduğu
halde zina edenin cezasının recm edilmek suretiyle ölüm olduğunu, biliyorsun
değil mi?" dedi, İbn-i Sûra, "Evet ey Eba-l Kasını! Nitekim onlar,
senin hak Peygamber olduğunu da biliyorlar. Fakat sana olan hased ve
düşmanlıkları sebebiyle sana tabi olmuyorlar" diye karşılık verdi."
Müslim Sevban'dan
rivayet ediyor. O demiş ki: "Ben Peygamberin (sallallahü aleyhi
ve sellem) yanında idim. Yahudi hahamlarından biri
gelip sordu: "Arz başka bir arza tebdil olunduğu zaman, insanlar nerede
olacaklar?" Rasulüllah şöyle buyurdu: "Sırat köprüsünün beri
tarafında, büyük bir karanlık içinde bulunacaklar." O yine sordu:
"Sırattan en evvel kim geçecek?" Peygamberimiz: "İslâm uğruna hicret edenlerin fakirleri!"
O yine sordu: "Cennete girdikleri zaman ilk yiyecekleri nedir?"
Rasulüllah: "Balık ciğeridir" buyurdu. O yine
sordu ve: "Bundan sonra ne yiyecekler" dedi. Rasulüllah: "Sığır
eti" buyurdu. O tekrar sordu ve: "Peki üzerine ne içecekler?"
dedi. Rasulüllah da: "Selsebil adındaki cennet çeşmesinden'1 buyurdu. Bunun
üzerine o: "Doğru söyledin" diyerek tasdikte bulundu. Sonra şunları söyledi: "Ben sana, bir Peygamberden başkasının
bilemeyeceği bazı şeyleri sormak için gelmiştim. Şimdi bir de çocuk hakkında bir sorum olacak."
Rasulüllah da dedi ki: "Erkeğin &uyu kaim ve beyazdır, kadımın suyu da
ince ve sarıdır. Hangisi
üstün gelirse çocuk ona çeker. Bu da şüphesiz
Allah'ın izni ve yaratması ile olur." Yahudi bu cevabı aldıktan sonra:
"Evet gerçekten, doğru söyledin ve sen gerçekten bir Peygambersin" diyerek oradan ayrıldı. Peygamber efendimiz de buyurdular ki: "Bu
adam bana sorduğu şeyleri sorduğu
zaman, bu hususta benim bir bilgim yoktu. Fakat Allah'ın bildirmesi ile onların
cevabim verdim."
Beyhekî el-Kelbi tarikiyle Ebû
Salih'ten, o da İbn-i Abbâs'tan rivayet eder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz yahudilere hitaben
buyurdu ki: "Eğer sizler cennetin yalnız yahudilere ait
olduğu hakkındaki sözünüzde gerçek iseniz, "Allah'ım bize
derhal ölüm ver!"
diyerek ölümü temenni etmelisiniz! Eğer içinizden her hangi biri ölümü
temenni edecek olursa, bulunduğu yerden ayrılmadan ölecektir!" Onlar da bundan
korktular ve ölümü asla temenni etmediler ve bu hususta,
yani onların ölümü
asla temenni etmeyeceklerine dair ayet nazil oldu."[10]
Peygamberimizin Bir Mucizesi Olarak Medine'den
veba, Sıtma ve Taun
Hastalıklarimn Kalkması Zübeyr bin Bekkar Ahbarü'l-Medine adlı
eserinde der ki: Bana Muhammed bin Hasan Muhammed bin Talhadan, o Mûsa bin
Muhammed bin İbrahim'den, o da babası Hâris'ten nakleder. O demiştir ki: "Hicretten
sonra Peygamberimizin ashabı Medine'de
müthiş bir sıtma hastalığına yakalandılar. [11] Bu sırada
adamın biri Medine'ye gelip daha önce hicret etmiş bir
kadınla evlendi. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) minbere çıkıp kısa ve özlü bir hutbe irad eyledi.
Buyurdu ki:
"Ey insanlar!
işler ancak niyetlere göredir! (Burasını üç
defa tekrarladı). Her kimin hicreti Allah'a ve Rasülüne ise, İşte onun hicreti Allah'a ve
rasülüne olarak kabul edilir. Her kimin hicreti de elde etmek istediği bir dünyalık içinse, yahut evlenmek istediği bir
kadın içinse; İşte onun hicreti de niyet ettiği bu şey için sayılır ve ona
hicret sevabı yoktur."
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) böyle bir tebligatı yaptıktan sonra, ayrıca vebanın
Medine'den intikali için de dua etti ve: "Allah'ım, Medine'deki vebayı üzerimizden al ve başka yere naklet!" diye üç defa tekrarladı. Ertesi
günün sabahında şu açıklamayı yaptı: "Bu gece sıtma hastalığı bana
bir kara karı suretinde getirildi ve bana soruldu: "İşte humma hastalığı budur, bunu nereye
nakledelim?" diye. Ben de sorana: "Siz onu Gadirhuma naklediniz"
dedim." (Bunun, temsili olarak rüyada görüldüğü anlaşılıyor.)
Buhârî ve Müslim'in Âişe'den rivayeti şöyledir:
"Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) hicret ettikleri zaman Medine, vebası en çok olan
bir yer idi. Peygamberimiz dua buyurup:
"Ey Allah'ım Medine'yi bize, Mekke kadar hatta ondan da fazla sevimli
eyle! Sa'ımızı müd'dümüzü (ölçeğimizi şiniğimizi) bereketli eyle! Medine'yi bizim için sıhhat
yurdu eyle ve ondaki sıtma hastalığim, Cühfe'ye nakleyle!" dedi.
Buhârî İbn-i Ömer'den şöyle nakleder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ben, bir kadın gördüm,
siyahtı ve saçları darmadağın idi. Medine'den çıkıp gitti. Ta Mehyea'ya indi.
Ben bunu, Medine'deki veba hastalığimn Mehyea'ya yani Cühfe'ye intikal ettiği şeklinde te'vil eyledim."
Buhârî ve Müslim Ebû Hureyre'den rivayet
ederler. Rasulüllah şöyle buyurdular: "Allah'ın bazı
melekleri vardır ki, Medine yollarim tutmuştur
da Medine'ye veba hastalığimn girmesine engel
olurlar. Aynı zamanda Deccal'in girmesini de önlerler."
Bazı alimler dediler ki: Peygamberimizin duası üzerine
Medine'den veba hastalığimn başka yere intikal etmiş olması, Peygamberimiz için bir mucizedir. Zira
tabipler şimdiye kadar ne derece çalışmışlarsa
da, veba hastalığimn bir başka yere nakledilmesine muktedir olamamışlardır."[12]
Medine'ye Bereket İnmesindeki Fevkalâdelik
Buhârî ve Müslim Abdullah bin Zeyd'den
rivayet eder. O demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: İbrahim (aleyhisselâm) Mekke'yi Harem-i Şerif
kılıp bereketi içinde dua etmişti. Ben de Medine'yi Harem-i Şerif kılıp bereketlenmesi için dua ettim: Ölçeğine şiniğine bereketler diledim!"
Buhârî'nin Tarih'inde Abdullah bin
Abbâs'tan rivayeti şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ey Allah'ım, Mekke ehli için olduğu gibi Medine ehli için de sana
dua ediyorum!" Abdullah der ki: "Biz bunu, Medine'nin Ölçeğine ve şiniğine
gelen bereketten anlardık. Bunlar bize yeter de artardı."[13]
Ahbarül Medine'de
Zübeyr bin Bekkar, İsmail bin Numan'dan şöyle
nakleder: "Medine yakınlarında otlatılmakta bulunan bir koyun sürüsü
vardı. Rasulüllah efendimiz bu sürünün bereketlenmesi için de dua buyurmuştur:
"Allah'ım, bu koyuncağızlan; doymaları için yiyeceği miktarın yarısı kadar
yemekle doyuma ve berekete erdir!" şeklinde niyazda bulunmuştur."
Taberânî Mucemi Kebir'inde ravileri
sika olan bir senedle Şemus binti Numan'dan şöyle rivayet eder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye teşriflerinden sonra
Mescidi yaparken ben kendisinin eğile büküle taş taşıdığım gözümle gördüm. Nihayet Mescidin inşasını bitirdi ve: "Bu Mescidin kıblesini Cebrâîl göstermiştir" buyurdu.
Zübeyr bin Bekkar'ın Ebû Hureyre'den sevk ettiği bir haberde ise şöyle denilmektedir: "Benim şu Mescidim, ta Sana'ya kadar uzanmış bulunsa,
yine benim Mescidim sayılır!"
El-Zerkeşi, Ahkamü'l-Mescid adlı kitabında der kî: "Bu
rivayet eğer sahih ise, Peygamber efendimizin Peygamberlik alametlerinden biri sayılır."[14]
------------------------
[8] Bakara suresi, 207
[9] İsrâ' suresi, 85
[13] İsrâ' suresi, 101
12 KIBLENİN
DEĞİŞTİRİLMESİ VE EZANLA İLGİLİ BAZI ÖZELLİKLER
Kıblenin Değiştirilmesindeki Bazı Özellikler
İbn-i Sa'd İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet eder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye hicretlerinden sonra
Beytü-l Makdis'e doğru namazını kıldı,
bu onaltı ay devam etti. Kıblenin Kabe olmasını istiyordu. Bir gün Cebrâîl'e: "Ben, Allah'ın benim yüzümü yahudilerin
kıblesinden çevirmesini istiyorum!" demişti. Cebrâîl de kendisine: "Ben,
ancak bir kulum. Sen bu hususta rabbine dua edip Ondan bunu istemelisin"
karşılığim vermiştir. Bunun üzerine Peygamberimiz namazını kıldıktan
sonra ellerini kaldırır ve bu hususta Allah'a dua ederdi. Bir gün, kıblenin
çevrilmesi hakkında nazil olan şu ayet indi:
"Ey Muhammed,
biz senin yüzünün göğe doğru çevrilip durduğunu (gökten haber beklediğini) görüyoruz. Elbette seni' hoşlanacağın bir kıbleye çevireceğiz. Bundan böyle yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir! Nerede
olursanız, yüzlerinizi o tarafa (Mescid-i Haram tarafına) çeviriniz!"
[1].
Ezanla İlgili Olarak Görülen Fevkalâdelikler [2]
Ebû Davud ve Beyhekî İbn-i Ebî Leyla tarikiyle rivayet ederler. O demiştir ki: Bana bazı arkadaşlarımızın
söylediklerine
göre: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuş: "Ben, gerçekten
namaz vaktinin geldiğini bildirmek üzere bazı kimseleri evlere
göndermeyi düşünmüştüm. Sonra bunu bazı kimselerin yüksek yerlerden ilan
etmelerine karar vermiştim. Bu sırada ensardan bir adam gelip dedi ki:
"Ey Allah'ın rasülü, ben senin bu husustaki ihtimamim gördükten sonra evime dönmüş yatmıştım. Rüyamda yeşil elbiseli bir adam gördüm, Mescid'in üzerine çıkıp ezan okudu, sonra
oturdu. Sonra kalkıp yine ezan okudu, yalnız fazladan olarak: "Kad
Kameti's-Salah" diyordu. Ben insanların tuhaf karşılamı-
yacaklarim bilsem, o sırada uykuda değil de, uyanık bir halde bulunduğumu da söylerdim." Bunun
üzerine Rasulüllah buyurur ki: "Haydi git Bilal'e, bunu söyle de ezan okusun! Allah gerçekten sana çok hayırlı
bir şeyi
göstermiştir."
(Ömer der ki: Onun gördüğünü ben de görmüştüm,
fakat o benden evvel davranıp, gördüğünü Rasulüllah'a
anlattığı için ben utanıp anlatmadım.)
İbn-i Mace Abdullah bin Zeyd'den şöyle rivayet eder: "Rasulüllah efendimiz namaz
vakitlerinin ilam için, borazan veya çan çalınması hususunda istişarelerde bulunmuştu. Bu sırada ben rüyamda yeşil
elbiseli bir adamın, sırtına bir borazan yüklenmiş gitmekte olduğunu gördüm. Dedim ki: "Ey
Allah'ın kulu, bunu bana satar mısın?" Bana: "Sen bunu ne
yapacaksın" diye sordu. Ben de: "Bunu çalarak insanları namaza
çağırırım" dedim. O bana: "Ben sana bundan çok hayırlısını öğreteyim mi?" dedi ve okumaya
başladı: "Dersin ki: "Allahü ekber,
Allahü ekber!" ve ezanı sonuna kadar
okudu ve bana da: "İşte böyle
okursun!" diyerek tembih etti. Rasulüllah efendimize gelip bu rüyamı
anlattım. Bu sırada Ömer de geldi ve:
"Vallahi bu rüyanın aynısını ben de gördüm"
dedi. Ben de bunun üzerine, yani ezanı rüyasında görüpte Rasulüllah'a ilk haber
veren ben olduğum için, çok sevinip Allah'a nice hamdü
senalarda bulundum ve bunu, bazı şiir cümleleri halinde terennüm ettim."
Ebû Davud mürsel haberler meyanında Ubeyd bin
Umeyr'den şunu nakleder: "Ömer, rüyasında ezanı gördüğü zaman derhal bunu haber vermek üzere
Peygamber'e (sallallahü
aleyhi ve sellem) gitmiş, fakat Peygamberimiz kendisine: "Ya Ömer, vahiy senden daha önce
geldi!" buyurmuştur." [3]
İbn-i Sa'd İbn-i Ömer'den şöyle nakleder: "Abdullah İbn-i Ummu Mektum, şafak
atıp atmadığim gözler ve hiç hata etmeksizin bunu anlardı. Halbuki onun
gözleri ama olup kapalı idi."
Müslim'in Süheyl bin Salih'ten çıkardığı bir habere göre de, o şöyle
demiştir: "Bir gün babam beni, Haris oğullarına
göndermişti. Yanımda bir hizmetçi vardı. Duvar tarafından bir
ses, ona adıyla çağırdı. Duvarın arkasında kim var diye, sarkarak baktı. Fakat
kimseyi göremedi. Döndüğümüzde ben bunu babama anlattım. Babam bana:
"Bir ses duyar da endişeye kapılırsan, hemen
orada bir ezan oku. Zira ben Ebû Hureyre'den duydum, o da Rasulüllah'ın bir hadisi olarak şöyle nakletmişti: Rasulüllah buyurdu: "Namaz ezanı gibi bir
ezan okunduğu zaman, şeytan çok
uzaklara kaçar!"
Beyhekî, Ömer İbn-i'l-Hattab'a ait olmak Üzere şu sözü nakleder: "Herhangi biriniz (yalnızlık
veya bir ses duyma gibi bir sebeple) korkuya kapıldığı zaman hemen bir ezan
okusun. Bu takdirde zarar görmeyecektir."
Beyhekî'nin Hasan'dan rivayeti ise
şöyledir: "Bir gün. Ömer, Sa'd İbn-i
Ebî Vakkas'a bir
adam gönderdi. Adam giderken yolda korkuya
kapıldı. Sanki gulyabani dedikleri birisi kendisini takib ediyordu. Sa'd'a vardığında bunu ona haber verdi. Sa'd: "Biz bu hususta, ezan okumakla emr alırdık" dedi ve ezan
okumasını tavsiye etti.
Adam, Ömer'e dönerken yine, gölge gibi bir
şeyin kendisine anz olduğunu gördü ve derhal ezan
okudu. Artık o şeyden
ve korkudan kurtulmuştu."[4]
------------------------
[1] Bakara suresi, 144
13 SAVAŞLARLA
İLGİLİ MUCİZE VE ALÂMETLER
Bedir Savaşi ile İlgili Mucize Ve Alâmetler
Şanı yüce Allah buyurur; "(Allah mü'ıninlere
yardım eder). Nitekim Allah size Bedir'de de yardım etmişti." [1]
Yüce Allah buyurur: "Siz, Rabbinizden
yardım istiyordunuz. O da: Ben size, birbiri ardınca bin melek ile yardım
edeceğim" diye duanızı kabul buyurmuştu." [2]
Yüce Allah buyurur:
"Karşılaştığimz
zaman onları sizin gözlerinize
az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde
azaltıyordu ki yapılmış
bir işi yerine getirsin, işler hep Allah'a döndürülecektir." [3]
Buhârî ve Beyhekî İbn-i Mesud'dan rivayet eder. O şöyle demiştir:
"Umre niyetiyle Mekke'ye giden Sa'd bin Muaz orada Ümeyye bin Halefin
hanesine misafir olarak indi. Ümeyye Şam
seferine çıktığı zaman Medine'ye
uğradığında Sa'd'ın hanesine inerdi. Ümeyye Sa'd'e şu tembihte
bulundu: "Dikkat et, tam öğle üzeri olduğunda ve ortalık tenhalaştığında
Kabe'ye gider ve tavafım yaparsın." Sa'd de öyle
yaptı. Tavafim yaparken yanına Ebû Cehil geldi ve: "Bu
Kabe'yi tavaf eden kimdir?" dedi. Sa'd bin Muaz da:
"Ben Sa'd'im" diye cevapladı. "Sen Muhammed'e ve onun arkadaşlarına
sığındığın halde, şimdi gelip emniyet içinde Kabe'yi tavaf mı
ediyorsun?" dedi. Derken birbiri ile atışmaya ve sövüşmeye başladılar. Umeyye Sa'd'e dedi ki: "Sen Ebû'l-Hakem'e karşı sesini yükseltme sakın. Zira o bu vadinin en büyüğüdür." Sa'd ona şu karşılığı verdi: "Vallahi sen beni Kabe'yi tavaf
etmekten men edersen, ben de senin Şam ticaretine engel olurum!" Ümeyye
Sa'd'e: "Sesini yükseltme, sesini yükseltme"
diye tekrarlıyor ve onu teskine çalışıyordu. Sa'd gadaba
gelip: "Beni rahat bırak ya Ümeyye! Vallahi ben Peygamberimizin seni öldüreceğini, kendisinden işitmiş bulunuyorum!"
dedi. Ümeyye hayretle:
"Beni mi?" diye sordu. Sa'd de: "Evet" dedi. Ümeyye bunun
üzerine: "Vallahi Muhammed konuştuğu zaman yalan söylemez" diyerek evine gitti ve hanımim durumdan haberdar etti. O da:
"Vallahi Muhammed konuştuğu zaman yalan konuşmaz"
demiş.
Bedir savaşı için hazırlıklar yapılması hakkında Kureyş tarafından
ilan edildiği zaman, Ümeyye
bin Halefe hanımı şu hatırlatmayı yaptı: "Hani umre için Medine'li
dostun sana geldiği
zaman ne söylemişti?" Ümeyye hanımına şu karşılığı verdi: "Bu takdirde ben de Bedir savaşına çıkmam!" Ebû Cehil gelip durumu öğrendiği zaman: "Ya Ümeyye, sen
Kureyş'in eşrafındansm, bizınıle hiç olmazsa bir iki
gün olsun bulunuver" dedi. O da bunu kabul etti ve avaşa
çıktı. Sonunda katledildi."
İbn-i İshak, Hakim ve Beyhekî'nin İkrime tarikiyle İbn-i Abbâs'tan ve Urve bin Zübeyr'den,
yine Beyhekî'nin İbn-i Şihab'dan bir rivayeti var. Onlar demişlerdir ki:
"Ebû Süfyan'ın Kureyş'in
hazırlıklı olması için Damdam bin Amr el-Gıfari'yi göndermesinden üç gün öncesi idi. Abdülmuttalib kızı Atike, bir rüya gördü. Kardeşi Abbâs'a bu hususta haber saldı ve dedi ki: "Kardeşim ben mühim
bir rüya gördüm ve çok korktum. Kavminin üzerine
büyük bir belanın gelmesinden çok endişe etmekteyim. Şöyleki
adamın biri devesine binmiş geliyordu, Ebtah dediğimiz
yerde durdu ve: "Ey vefasız zalimler, kellelerinizin düşeceği yere gitmeye
hazır olunuz!" diye üç defa bağırdı. İnsanlar da taplanıp onu can kulağı
ile dinlediler. Sonra devesi üzerinde Mescid'e girdi, insanlar da etrefında
toplanmış idi. Sonra devesi onu Kabenin üzerine çıkardı. O
oradan insanlara bağırıyordu: "Ey vefasız zalimler, başlarimzın düşeceği yere gitmek üzere
hazırlanın bakalım" diye... Bunu üç defa tekrar etti ve devesi üzerinde
Kubeys dağimn başında göründü. Yine aynı şekilde ve üç defa oradan da bağırdı. Sonra bir taş alıp
fırlattı ki, bu taş
yuvarlanarak aşağıya düştüğü
zaman, bütün evler sarsıldı ve bütün evlere taşın
parçalarından girdi."
Abbâs kardeşi
Atike'nin bu rüyasını dinledikten sonra: "Vallahi bu
korkunç bir rüyadır, sakın bunu kimselere açma" dedi. Atike de: "Sen
de kimselere açma. Eğer
Kureyş bunu duyacak olursa, bize işkence ederler" dedi. Abbâs kardeşinin yanından ayrılıp çıktı. Giderken yolda Velid bin Utbe'ye rastladı. Utbe onun samimi bir dostu
idi, Atike'nin rüyasını ona
söyledi ve kimselere açmaması içinde ona
tembihte bulundu. velid
de bunu babası Utbe'ye açtı. Derken bu Kureyş arasında
yayılıp konuşulmaya başladı. Abbâs bu hususta der ki: "Bir gün ben Kabe'ye
gidiyordum. Ebû Cehille karşılaştım.
Bana dedi ki: "Ey Abbâs sizin aranızdan ne
zaman kadın Peygamber çıktı?" Ben kendisine: "Bu
nedir?" dedim. O dedi
ki: "Atike'nin gördüğü rüyayı söylüyorum! Yani siz içinizden bir
erkek Peygamber çıkmasına razı olmadimz
da, bir de kadın Peygamber mi çıkardimz? Atike'nin anlattığı o
üç haykırış için, bekliyeceğiz ve kimilerin başlarimn uçacağim da göreceğiz. Eğer o haklı çıkarsa bir diyeceğimiz olmaz. Eğer yalancı çıkarsa, o zaman da Arabm içinde en
yalancı ailenin, sizin aileniz olduğunu ilan edeceğiz!"
Atike'nin rüyasından üç gün sonra
idi, Ebû Süfyan'ın hazırlıklı olmak üzere Kureyş'e Damdam bin Amr'i gönderdiği öğrenildi. Damdam devesi üzerinde
Mekke'ye gelmiş ve Ebû Süfyan'ın ticaret kafilesini vurmak
üzere Muhammed'in ve adamlarimn yola çıktığı haberini getirmiş ve derhal harbe hazırlamlmasmı söylemiştir. Onlar da derhal hazırlanıp Bedr'e çıktı ve orada savaştı. İşte orada Kureyş'in başına gelenler gelmiştir.
Atike ise, bu olaydan sonra bir takım şiirler söyleyip duygularım dile getirmiştir."
(Ahmed), Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Ebî Talhadan, o da İbn-i Abbâs'tan rivayet ediyor: "Mekke'lilerin ticaret kervanı Şam'dan dönüyordu,
Medine'liler bundan haberdar oldular ve kervanı karşılamak
üzere çıktılar, yanlarında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de vardı. Mekke'liler, durumdan haberdar olup, Peygamber ve arkadaşları kervanı vurmadan ona yetişmek üzere derhal geceleyin yola çıktılar. Peygamber ve arkadaşları kervana yetişemediler.
Zaten Cenabı Hak kendilerine iki taifeden birini vadetmişti. Onlar ise Kureyş'le karşılaşmaktan ziyade kervanla karşılaşmak istiyorlardı. Bunu
daha iyi ve daha kolay buluyorlardı. Fakat kervan geçip gitmişti. Bunun üzerine Peygamberimiz ve ordusu, Kureyşi karşılamak üzere yoluna devam etti. Kureyş oldukça kuvvetli ve kalabalık idi. Bunun için
müslümanlar Kureyş'ie karşılaşmayı hoş görmüyorlardı. Peygamberimiz ve ordusu bir yerde konakladılar. Suyun bulunduğu yerle
aralarında ayakların kaydığı kumluk bir kısını bulunuyordu ve bundan
müslümanlara bir zayıflık arız olmuştu. Şeytan da durmayıp
kalplere vesvese veriyordu. Diyordu ki: "Hani sizler Allah'ın
evliyası (dostları) olduğunuzu iddia ediyorsunuz, Allah'ın rasülü de
aranızdadır. Buna rağmen
suyun başım tutmakta galebe çalan müşrikler oldu. Siz ise ne
hallerle uğraşıyorsunuz!" [4]
Derken Allah kuvvetli
ve bereketli bir yağmur verdi. Müslümanlar hem bol bol bundan içtiler, hem de bütün temizliklerini yaptılar ve böylece; şeytanın üzerlerindeki pisliğini de yüce Allah, onlardan
gidermiş oldu. [5]
Yağmurun şiddetiyle kumluk arazi de sertleşip, seyr ve
harekete elverişli bir hale gelmişti.
Kalkıp Kureyş'in üzerine
yürüdüler. Allah; elçisi Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) ve mü'ınin kullarına bu savaşta bin melek göndererek imdad
eyledi. [6] Bir tarafta, emrindeki beşyüz melekle Cebrâîl, bir tarafta da emrindeki beşyüz
melekle Mikail bulunuyordu. Şeytan dahi Süraka bin Malik suretinde bu savaşa katılıyor, emrindekileri de Müdlic oğulları
suretinde harbe sokuyordu. Ayrıca şeytan müşriklerin
yanına gelip: "Bu gün sizi yenebilecek bir kimse yoktur, ben sizin yardımcimzını.
Zafer sizindir!" diyerek onları kışkırtıyordu. Nihayet iki
kuvvet birbirine girdi. Bu sırada çok manalıdır ki Ebû Cehil'in de şöyle dua ettiği duyuldu: "Allah'ım, hangimiz hakka daha yakın
ve layık isek, zaferi ona nasib eyle!"
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); ellerini semaya kaldırıp şöyle dua etti: "Allah'ım, şu bir avuç muvahhid burada helak olursa, yeryüzünde
sana kulluk edecek kimse bulunmaz!" Cebrâîl (aleyhisselâm)
bu sırada Peygamberimize: "Yerden bir avuç
toprak alıp başlarına saç!" dedi. Peygamberimiz de öyle yaptı oradaki müşriklerin hepsinin ağız, burun ve gözlerine
bu topraktan girip onları perişan etti. Arkalarim dönerek savaş meydanim
terkettiler."
Beyhekî, Mûsa bin Ukbe tarikiyle İbn-i Şihab'dan ve Urve bin Zübeyr tarikinden rivayet
ettiğine göre, bu ikisi demişlerdir ki: "Kureyş Bedre
yürüdüğü zaman, gün batımı sırasında Cühfe
denilen yere indiler, içlerinde Abdul-Muttalib oğullarından Cüheym bin Salt
adında bir adam vardı. Cüheym başim uykuya kor komaz
uykuya dalar ve korkuyla uyanır. Arkadaşlarına der ki:
"Benim tepemde dikilen atlıyı gördünüz mü?" Arkadaşları da: "Hayır, sen delirmişsin!"
derler. Cüheym: "Ne delirmesi yahu! Atlı adam tepeme dinelmişti ve şöyle diyordu: "Ebû
Cehil katledildi! Utbe, Şeybe, Zem'a, Ebûl-Bahteri, Ümeyye de katledildi! ve
daha Kureyş eşrafından bir takım isınıler saydı"
der. Arkadaşları Cüheym'e: "Şeytan
seninle oynamış" karşılığim verdiler. Fakat bu konuşmayı Ebû Cehil'e
aktarırlar. Ebû Cehil öfkeyle şu
karşılığı verir: "Haşim oğullan yalan söylediği gibi, Muttalib oğulları da yalan söylüyor!
Yarın kimin öldürüleceğini gözleriyle görürler!"
İbn-i Sa'd ve Beyhekî, İbn-i Ömer'in: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Bedir savaşına 315 savaşçı
müslümanla katıldı" dediğini rivayet eder. Yine bu rivayete göre İbn-i Ömer demiştir ki: "Rasulüllah efendimiz, Bedre çıktığı zaman şöyle dua buyurmuştur: "Allah'ım onlar yayadırlar, onlara binit
ihsan eyle! Allah'ım onlar çıplaktır^ onlara giyecek şeyler
ver! Allah'ım onlar açtırlar, onları doyur!"
Böylece yüce Allah
onlara Bedir günü büyük bir fetih ihsan eyledi; her biri bir takım yiyecek, giyecek ve binitlerle geri döndüler."
(Ebû Ya'lâ), Hakim ve Beyhekî Ali'den rivayet ederler: "Biz Bedre
çıktığımızda Sa'dece iki atımız vardı: Biri Zübeyr'in diğeri de Mikdad bin el-Esved'in
idi."
Beyhekî'nin tek başına Ali'den olan rivayeti de şöyledir: "Biz Bedr'e çıktığımızda yolda iki adam
yakaladık, biri kaçtı, birini tutup sorguya çektik: "Kureyş'in
askeri ne kadardır?" diye sorduk. Adam söylemedi. Kendisini dövdük ve sıkıştırdık, yine de söylemedi. Sa'dece: "Sayıları pek çok, kuvvetleri de öyle" diyerek maneviyat kırıcı sözler
sarfediyordu. Adamı Peygamberimize getirdik. Peygamberimiz kendisine: "Kureyşin sayısı ne kadar?" diye sordu. Adam haber
vermedi. Peygamberimiz bu seferde: "Günde kaç
hayvan boğazlıyorlar?" dedi. Adam: "Her gün, on hayvan boğazlayıp yiyorlar" dedi. Peygamberimiz de: "Her yüz kişi için bir deve kesiyorlar. Sayıları bin kişidir" buyurdu.
(İbn-i İshak ve Beyhekî'nin diğer bir rivayetinde: Adam:
"Bir gün on, bir gün dokuz hayvan boğazlıyorlar"
demiş. Efendimiz de: "Demek ki sayıları, bin ile dokuz yüz
arasındadır" buyurmuştur.)
İbn-i Sa'd, İbn-i Rahuye, İbn-i Meni ve Beyhekî, İbn-i Mesud'un şöyle dediğini rivayet ederler: "Bedir günü, düşman bize az
gösterilmiştir. O kadar ki ben, yanıbaşimdaki arkadaşıma: "Ne dersin,
sayıları yetmiş kadar var mı?" diye sormuştum. O da bana: "Yüz kadar
var" diye cevap vemişti."
Beyhekî Mûsa bin Ukbe
tarikiyle İbn-i Şihab'dan şöyle rivayet
eder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir gününde uzanıp yatmak istedi ve ashabına şu
tenbihte bulundu: "Sakın benim iznim olmadan savaşa başlamayimz!"
Kendisine uyku galebe çalıp iyice daldı.
Uyandığı zaman, Allah
kendisine düşmanın sayısını çok az olarak gösterdiğini bildirdi. Gerçekten savaş olsun, her iki taraf
birbirine girsin diye, Allah müslümanların
sayısını da Kureyş'e
gayet az olarak göstermiştir.
(Beyhekî'nin İbn-i Abbâs'tan olan rivayetinde de: İki taraf birbirine yaklaştığı zaman, Allah müslümanları müşriklerin gözünde, müşrikleri de
müslümanların gözünde az olarak
göstermiştir" denilmektedir.)
Yine Beyhekî Ali'den rivayet eder:
"Vaktaki düşman bize iyice yaklaştı,
biz de onların karşısında bir güzelce saf tuttuk. Onların içinde kırmızı
tüylü bir deveye binmiş
bir adam dolaşmakta idi. Peygamberimiz derhal o adamın kim olduğunu sordular ve şunları ilave ettiler: "Eğer bu topluluğun içinde iyiyi emreden birisi varsa, muhakkak o kişi; bu kırmızı tüylü deve üzerinde dolaşan kişidir!" Hamza biraz
yaklaşıp Peygamberimize dedi ki: "O kişi,
Utbe bin Rabiadır, ya Rasülallah!" O onlara savaşı bırakmayı ve geri dönmeyi telkin ediyordu ve diyordu
ki: Ey kavmim! Bunun bütün mesuliyetini ve utancim geliniz Sa'dece benim başıma sarimz! Utbe, korktu da savaşı bıraktırdı deyiniz!" Fakat Ebû Cehil buna karşı çıkıp savaşmakta ısrar etmiştir."
(Beyhekî'nin diğer bir rivayetinde, bu sırada Peygamberimizin: "Eğer onlar Utbe'ye itaat etselerdi, şüphesiz çok yerinde
hareket etmiş olacaklardı" buyurduğu kaydedilmektedir.)
Müslim, Ebû Davud ve Beyhekî Enes'ten rivayet ederler: O
demiştir ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir günü şöyle buyurdu:
"İşte burası, filanın yarın cansız düşeceği yerdir, inşaallah!
Burası da, filanın yarın cansız düşeceği yerdir, inşaallah! İşte şurası
da filanın yarın cansız düşeceği yerdir, inşaallah!"
O böyle buyuruyor ve her defasında da elini yere dokundurarak işaret ediyordu. Qnu hak elçi
olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, hiç biri onun eliyle işaretlediği yerden başka yere düşmedi. O nereyi onun için işaretledi ise, o oraya cansı olarak düştü. Sonra cesetler toplanıp kuyuya atıldı. Sonra efendimiz gelip
isını isını onlara hitab etti ve şöyle buyurdu:
- "Nasıl, Rabbinizin size vadettiğini, aynen buldunuz değil mi?
Ben,
gerçekten rabbimin bana vadettiğini, aynen bulmuş bulunuyorum!"
Yanındakiler:
-"Ey Allah'ın rasülü, cansız cesetlere hitab mı
ediyorsunuz?" dediler. Efendimiz de buyurdu ki:
- "Siz,
söylediklerimi onlardan daha iyi duyuyor değilsiniz! Şu kadar var ki onlar
cevap vermeye kadir değillerdir."
Beyhekî Mûsa bin Ukbe
tarikiyle İbn-i Şihab'dan şöyle nakleder:
"Peygamber efendimiz Bedre
çıkılması hususunda istişarenin tamamlanmasından
sonra buyurdu ki: "Haydi Allah'ın ismi üzerine çıkınız! Çünkü
bana onların cesetlerinin cansız olarak düşeceği yerler gösterilmiştir." Ebû Nuaym'ın İbn-i Mesud'dan olan rivayeti de yine bu mealdedir.
[7]
Beyhekî İbn-i Mesud'dan ise şunu rivayet eder: "Ben hiç
bir kimsenin isteğini Peygamberimizin Bedr günündeki isteği şiddetinde istemiş olduğunu görmüş değilim. Peygamberimizin o gün, Allah'a olan isteği ve münacatı o kadar kuvvetli ve şiddetli idi ki, o şöyle diyordu: "Ey Allah'ım! bana olan ahdini ve
vadini mutlaka yerine getir! Allah'ım! Eğer sen şu
bir avuç muvahhidin helak olmasına imkan verecek olursan, yeryüzünde sana senin
istediğin gibi ibadet edecek
kimse kalmaz!"
Sonra bize doğru döndüğünde,
mübarek yüzünün sevinç ve sürurdan ayın ondördü
gibi parladığim gördük. O etrafına nur ve huzur saçan bu yüzle şöyle diyordu: "Şimdi ben, sanki onların cesetlerinin akşam
üzeri cansız düşeceği yerleri görür gibiyim!"
Müslim ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan şöyle nakleder: "Bana Ömer İbn-il Hattab (radıyallahü
anh) söyledi. Şöyleki:
"Bedr günü Rasulüllah müşriklere baktı, onların
sayısı bin kadar idi. Ashabimn sayısı ise üç yüz on
yedi kadar idi. Bu durumda Allah'a yönelip içten ve
çok ısrarlı bir dua etti: "Kıbleye dönüp ellerini yukarı
kaldırarak niyazda bulundu. O derece ki, bu sırada cübbesi omuzundan yere düşmüştü. Ebû Bekir de gelip cübbesini yerden aldı ve
Rasulüllah'ın omuzuna koydu. Sonra Rasulüllah'ı kucakladı ve dedi ki: "Ey
Allah'ın Peygamberi, Rabbine olan niyazın yeterlidir. O sana olan
vadini, şüphesiz yerine
getirecektir."
İşte bunun üzerine aşağıdaki ayet nazil oldu:
"Siz, Rabbinize sığimp
ondan yardım istiyordunuz. O da: "Ben size birbiri ardınca bin melek ile
yardım edeceğim" diye duanızı kabul buyurmuştu."
[8] Gerçekten yüce Allah; onlara birbiri ardınca gönderdiği bin melek ile yardım eylemiştir.
(İbn-i Abbâs,
açıklamasına devam ederek diyor ki:) Bu savaşta mesela, önündeki müşriki
takip eden bir müslüman, onun izince gider, derken bir darbe işitir, bu
darbenin müşrikin tepesine indiğini görür, hatta atlı bir askerin atma hitaben: "Haydi
aslanım" diye haykırışim işitir, fakat darbeyi
vuranı, atim süreni göremezdi.
Önüne baktığında ise müşriki cansız yere serilmiş olarak görürdü. Nitekim
ensardan bir adam, bu husustaki gördüklerini
Rasuîüllah'a anlattığı zaman,
Rasulüllah şöyle buyurmuştur: "Evet, gördüklerin,
duydukların haktır ve bunlar üçüncü kat meleklerinin size yardımıdır."
Bedr günü müslümanlar düşman askerinden yetmişini öldürdüler, yetmişini de esir aldılar."
İbn-i İshak, İbn-i Cerir, Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan
rivayet ederler; o da Gıfar oğullarından bir adamdan nakleder: "Ben ve bir
amca oğlum Bedir gününde hazır bulunduk. Biz müşrik idik ve müşrikler safında bulunuyorduk. Fakat biz hangi taraf
hezınıete uğrarsa onların malim yağma etmek üzere bir tepede
bekliyorduk. Derken bir bulut belirdi. îçinde at kişnemeleri, süvari sesleri vardı, bu gürültü ve haykırışları
duyan arkadaşım, orada korkudan can
verdi. Ben de helak olayazdım. bir müddet sonra aklım başıma gelmişti."
İbn-i İshak, İbn-i Rahuye (Müsned'inde), İbn-i Cerir, Beyhekî ve Ebû Nuaym; Ebû Useyd el-Sâidî'den
naklederler: O gözleri âmâ olduktan sonra demiştir ki: "Şimdi ben,
sizlerle Bedir'de olsam, sonra gözlerimde görür
olsa? meleklerin çıktığı yeri size gösterebilirdim, göstereceğim yer hususunda hiç bir şek ve şüphemde olmazdı." [9]
Beyhekî İbn-i Abbâs ve Hakim bin Hizam'dan nakleder; "Savaş başlamak
üzere idi, Rasulüllah mübarek ellerini
semaya kaldırarak Allah'a dua ve niyaz eyledi. Dedi ki: "Allah'ım eğer müşrikler, şu bir avuç
muvahhide burada galebe çalacak olursa; şirk
iyice yayılır ve senin dinin yok olur."
Bu sırada Ebû Bekir de şöyle diyordu: "Vallahi Allah sana yardım edecek,
sana olan vadini yerine
getirip senin yüzünü ak eyleyecektir." İşte
bu sırada Yüce Allah; müşriklerin tepesine
birbiri ardınca bin melek indirmiştir. Rasulüllah da: "Müjde ya Ebû Bekir! İşte ^ibril imdada geldi, başına sarı sarık sarınmış, atimn yularim tutmuş bir
vaziyette yerle gök arasında durmaktadır" buyurdu.
Vaktaki Cibril yere indi, bir müddet görünmedi göründüğü
zamanda toz duman içinde kalmıştı. Sonra gelip müjde
verdi: "Ey Allah'ın rasülü, sen dua ettiğin zaman Allah'ın yardımı sana
ulaştı" dedi."
Buhârî'nin İbn-i Abbâs'tan olan rivayetinde Rasulüllah'ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Ey Ebû
Bekir, İşte Cebrâîl atimn başından tutmuş,
harb aletlerini de üzerine almış bir vaziyette geldi!"
Sahihtir kaydıyla Hakim, Beyhekî ve Ebû Nuaym Sehl bin Haniften rivayet
ederler: "Biz Bedir'de müşriklerle savaşırken,
bazı Fevkalâdelikler gördük: içimizden biri kılıcim bir müşrikin basına doğru sallar, müşrikinde derhal başı düşerdi.
Halbuki salladığımız kılıç müşrikin başına ulaşmış olmazdı."
İbn-i İshak ve Beyhekî Ebû Vakıd el-Leysî'den şöyle nakletmiştir: Ben Bedir
savaşında müşrikler den. birinin peşine düşer başim uçurmak için kılıcımı sallardım, kılıcım ona ulaşmadığı
halde adamın kellesi uçardı. Bundan anladım ki onun kellesini uçuran ben değil, bir başkasıdır."
Ebû Nuaym Ebû Dâre'den nakleder: "Bana kendi kabilem olan
Sa'd bin Bekr kabilesinden biri anlattı ve dedi ki: "Ben diğer müşrikler gibi hezınıete uğrayıp kaçıyordum. Önümde iki müşrikin daha kaçmakta
olduklarim gördüm. Şunlara yetişeyimde arkadaşlıklarından
faydalanayım, diye düşünmüştüm. Ben onun arkasından yetişmeye
çıhşırken, o bir çukura sarkıverdi. Ben de arkasından ona
yetişiverdim. Fakat bir
de ne göreyim, adamın kellesi gövdesinden uçurulmuş! Onun yanında ise hiç bir kimseyi görmedim."
İbn-i Sa'd'in İkrime'den bir rivayeti var. Bunda da şöyle denilmektedir: "Bedir günü, bakardık adamın
başı uçmuş, fakat uçuran görünmezdi. Yine adamın elleri kesilmiş, kimin kestiği görülmezdi."
Beyhekî'nin Rubeyyi bin Enes'ten
rivayeti ise şöyledir: "Bedir gününde müslümanlar, kendilerinin
öldürdükleri ile meleklerin öldürdüklerini fark ederlerdi. Meleklerin
öldürdükleri boyunlarimn üst tarafından vurulmuş olurdu
ve parmakları üzerinden vurulmuş olurlardı. Vurulan
yerlerde de, yanık eseri gibi bir iz bulunurdu."
İbn-i İshak, İbn-i Cerir, Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan şöyle
rivayet ederler: "Bedr günü inen melekler beyaz sarıklı, Huneyn savaşında
inen melekler ise sarı sarıklı idiler. Fakat Bedr savaşından başka hiç bir savaşta,
melekler bilfiil savaşmamışlardır. Diğer savaşlarda bulunmaları, sayıca fazla görünerek düşmana korku verme gibi bir hikmete dayalı idi. Yoksa
bilfiil düşmana darbe
indirmezlerdi."
Beyhekî ve İbn-i Asâkir, Süheyl bin Amr'in şöyle dediğini haber
vermiştir: "Ben
Bedir savaşında bazı beyaz adamlar gördüm: Alaca atlara
binmişlerdi. Bilfiil savaşıyorlardı. Hem öldürüyorlar,
hem de esir alıyorlardı." (İbn-i Sa'd'ın Huvaytıb bin Abdul-Uzzadan naklettiği bir haberde, bu merkezdedir).
Vâkıdî ve Beyhekî Suhayb'dan rivayet
ederler. O da demiştir ki:
"Bedir'de nice başlar ve parmaklar uçuruldu. Fakat indirilen
darbe x yerlerindeki iz ve yaralardan kan akmıyordu."
Yine Vâkıdî ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan şöyle
rivayet ederler: "Imdad-ı ilahi olarak inen meleklerden biri, onların
tanıdıkları bir adam suretinde görünür ve müslümana moral verici sözler
söylerdi. Derdi ki: "Ben az önce müşriklerin yanına yaklaştım ve onların: "Eğer müslümanlar üzerimize bir
hamle yaparlarsa asla yerimizde tutunamayız. Çünkü
onlar çok kuvvetli!" diyerek kendi aralarında konuştuklarim duydum. Bu derece zayıf olan müşriklerden
sakın korkmayasm!"
İşte bu şekilde
müslümanlara moral de veriyorlardı ve bu hususta şu ayet nazil olmuştu:
"O zaman Rabbin
meleklere vahyediyordu ki: "Ben7 sizinle beraberim, siz müminleri takviye
ve tesbit ediniz; ben inkar edenlerin yüreklerine korku salacağım. Vurun onların boyunlarimn
üstüne, vurun onların silah tutan her parmağına!" [10]
Vâkıdî ve Beyhekî Said bin Ebû Hubeyş'den
nakleder: O demiştir ki: "Ben Bedir'de esir düştüğüm zaman, vallahi beni insanlardan kimse esir etmedi.
Ona: "Peki seni kim esir etti?" derler, o da: Kureyş hezınıete uğrayınca ben de başımın
çaresine bakmak üzere kaçıyordum. Arkamdan uzun boylu ve beyaz bir adam yetişip beni bağlayarak beni hapsetti. Abdurrahman bin Avf geldiği zaman beni bağlı
olarak bulmuştur. "Bunu kim
bağlayıp esir etti?" diye asker içinde
bağırdı. Kimse kendisine "Onu ben esir ettim" diyemedi. O da beni
alarak Hazret-i Peygambere götürdü. Hazret-i Peygamber de bana: "Seni kim
esir etti?" diye sordu. Ben: "Beni
esir edeni tanımıyorum" diye karşılık verdim ve gördüğüm manzarayı söylemek istemedim. Fakat Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Seni Allah'ın bize imdad olarak gönderdiği meleklerden biri esir etti!"
Beyhekî ve Ebû Nuaym Ali'den şöyle naklederler:
"Bedir günü ensardan biri, Haşim oğullarına
mensup birini esir edip getirdi. Esir edilen adam: "Vallahi beni bu adam
esir etmedi, beni esir eden kişi alaca ata binmiş, insanların
en güzeli güzel yüzlü biri idi. Ben onu şimdi
buradakilerin arasında göremiyorum!" dedi.
(Ebû Nuaym'ın kaydına göre bu esir edilen adam, Abbâs idi).
Peygamber efendimiz ise: "Seni esir eden,
kerim bir melek idi" buyurdu."
Ahmed, İbn-i Sa'd, İbn-i Cerir ve Ebû Nuaym'ın İbn-i Abbâs'tan rivayetleri ise şöyledir:
"Abbâs'i esir olarak tutup getiren Ka'b bin Amr,
kısa boylu biri idi. Abbâs ise iri yapılı
biri idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dedi ki: "Ey Ka'b sen
Abbâs'ı nasıl esir edebildin?"
Künyesi Ebûl-Yüsr olan Amr,
şu karşılığı verdi: "Ey Allah'ın rasülü, onu
esir etmeme bir adam yardım etti, fakat ben o adamı hiç görmüş değilim. Onun şekli şöyle idi." Peygamberimiz de bunun üzerine:
"Sana yardım eden kerim bir melektir" buyurdu."
Bir de bu
hususta Ebû Nuaym'ın tek başına rivayet ettiği bir haber var. Bu habere göre, İbn-i Abbâs,
babası Abbâs'a: "Babacığım, sen güçlü, kuvvetlisin. Ufacık
bir adam olan Ebû'l Yüsr, seni nasıl esir etti? Eğer sen isteseydin,
onu avcunun içine alıp sıkıverirdin!" demiş.^Abbâs oğlu Abdullah'ın bu sorusuna karşılık:
"Ey oğlum böyle söyleme,
ben onu o sırada ufacık bir adam olarak değil, handeme dağından daha büyük bir varlık olarak görmüştüm!" demiştir."
Beyhekî Ebû Nuaym Mûsa bin Ukbe
tarikiyle İbn-i Şihab'dan ve Urve
tarikinden şöyle rivayet ederler: "Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz yerden bir avuç toprak alıp müşriklerin yüzüne doğru saçtı. Bu büyük bir mucize haline geliverdi. Öyle ki gözlerine toprak gitmedik
bir müşrik kalmadı ve hepsi soluğu kaçmakta
buldu. Her biri kaçıyor ve gözüne giren toprağı ne edeceğini, nasıl çıkaracağim bilemiyordu.
Bu sırada İbn-i Mesud zırhlara bürünmüş bulunan Ebû Cehil'in
cesedinin cansız yere düşmüş olduğunu gördü. Üzerinde bir yara da yoktu. [11] Onun herhangi bir
yerini kıpırdatmaya gücü yetmiyordu. Kılıcim kellesine indirdi ve başim
gövdesinden ayırdı. Boynunda ellerinde ve omuzunda
kamçı ile dövülmüş gibi izler
gördü. Rasulüllah'a geldiği vakit gördüklerini
anlattı. Rasulüllah da: "Bunlar meleklerin darbelerinin izleridir"
buyurdu."
Ebû Nuaym Cabir bin Abdullah'dan
şöyle rivayet eder: "Bedir günü ben, gökten
inen kumların sesini duydum. Sanki tas içine düşüyor
gibi ses çıkarıyordu. [12] İki kuvvet karşı karşıya geldiği
zaman, Rasulüllah bunları alarak müşriklerin yüzüne saçtı ve
bu hususta: "Ey. Muhammed, attığın zaman sen atmadın, fakat Allah
attı" ayeti nazil oldu. [13]
İbn-i İshak sahihtir kaydıyla Hakim ve Beyhekî Abdullah bin Salebe'den şu
haberi nakletmiştir: "Bedir günü ilk söz edip fetih isteyen Ebû Cehil
olmuştur. O şöyle dua etmiştir: "Ey Allah'ım;
akrabası ile alakayı kesen, tanınmayan bir şey getiren hangimiz ise, İşte onun belasını ver,
onu yarın helak et!"
Ertesi gün Ebû Cehil
katledildi ve bu hususta şu ayet indi: "Eğer
siz fetih istiyorsanız (ey kafirler), İşte size fetih
geldi. (Yenelim derken İşte yenildiniz.) [14]
Beyhekî Mûsa bin Ukbe
tarikiyle İbn-i Şihab'dan şöyle rivayet
eder: "O gece Allah (c.c.) bir yağmur yağdırdı, aynı yağmur müşrikler
için bir bela oldu, müslümanlar içinse bir kolaylık. Müşriklerin yürümesini engelledi,
müslümanların yolunu ise kolayca yürünür
hale getirdi. Sonra Rasulüllah efendimiz: "İşte
burası, yarın onların başlarimn düşeceği yerdir!" buyurdu.
İbn-i Sa'd İkrime'den rivayet eder: "Onlar o gece kaygan bir
kumsala indiler, mola verip biraz uyukladılar. Sonra bir güzel yağmur yağdı ve yürüyecekleri yer sertleşip kaya gibi oldu. Onlar da rahatça yürüyüp
menzillerine vardılar, İşte bu hususta Cenab-ı Hak, şu ayeti inzal buyurdu:
"O zaman sizi,
Allah'tan bir güven olmak üzere hafif bir uyku buruyordu." [15]
Vâkıdî ve Beyhekî Hakim bin Hizam'dan şöyle
nakleder: "Biz o gün iki kuvvet karşılaşıp savaştık. Ben gökten yere düşmekte olan bir ses duydum, sanki tas
içinde kumlar düşüyordu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de bir avuç kum alıp saçtı ve müşrikler hezınıete uğradı."
(Beyhekî'nin diğer bir rivayetinde, Hakim bin Hizam şöyle der: "Rasulüllah bu kumları alıp üzerimize
saçtı ve içimizden hiç bir kimse yerinde tutunamadı, hepimiz hezimete uğradık.")
Yine bu iki kaynağın Nevfel bin Muaviye'den tesbit ettikleri rivayet de
şöyle: "Biz Bedir günü hezimete uğradığımız
zaman, gökten yere ve bir tas
üzerine kumlar düşüyormuşçasma şapırtılar
duyduk. Sanki arkamıza gökten kumlar yağıyordu. Müthiş korkuya kapılıp kaçmaya koyulduk."
İbn-i İshak ve Beyhekî'nin naklettikleri habere göre,
Hubeyb bin Abdurrahman şöyle demiştir: "Dedem Hubeyb Bedirde şiddetli bir darbe almış ve omuzu çökmüş. Rasulüllah
efendimiz dedemin üzerine püskürmüş,
sonra mübarek eliyle omuzunu sıvayıp yerine iade etmiş. Böylece dedem, hiç darbe almamış gibi iyi olmuştur."
Hâkim Beyhekî ve Ebû Nuaym, Muaz bin Rifaa'dan naklederler.
Onun dedesi Mâlik demiştir ki: "Bedirde gözlerimden birisine bir ok isabet
etti. Gözüm çıktı. Rasulüllah mübarek tükrüğü ile
ilaçlayıp gözümü yerine iade etti ve ayrıca benim için dua
buyurdular. Ben, daha sonra gözümde hiç bir rahatsızlık
duymadım." [16]
Vâkıdî şöyle bir haber nakletmiştir:
Bana Ömer bin Osman el-Hacbî söyledi, ona babası söylemiş, babasına da teyzesi anlatmış ve demiş ki: "Bana Ukkâşe
bin Mihsan söjdedi: Bedirde savaşırken
elimdeki kılıcım kırıldı. Rasulüllah bana bir değnek
verdi, ben bunu elime aldığımda uzunca ve bembeyaz bir kılıç oluverdi ve ben
bununla Allah müşrikleri hezimete uğratmcaya kadar savaştım!"
Bu kılıç, Ukkâşe vefat edinceye kadar onun yanında kalmıştır." (Bu
haberi, Beyhekî ve İbn-i Asâkir de rivayet etmiştir). [17]
Yine Vâkıdî şu haberi nakletmiştir: Bana
Üsame bin Zeyd el-Leysi söyledi, ona Davud bin el-Husayn söylemiş, ona da
Abdül-Eşhel oğullarından bazı kimseler anlatmış ve demişler ki: "Bedir'de Seleme bin Eslem'in kılıcı
kırıldı. Silahsız olarak kenarda dinelip kaldı. Rasulüllah kendisine bir dal
verdi ve: "Ey Seleme, bununla durma savaş!"
buyurdu. Seleme bu dalı eline aldı, bu dal iyi bir kılıç oldu ve onunla savaştı.
Sonra bu kılıcı yınandan hiç eksik etmedi. Ta Ebû Ubeyd köprüsü savaşma kadar.
Kendisi burada ki savaşta şehid düşmüştür."
(Bu haberi Beyhekî de vermiştir).
Buhârî ve Müslim Kâtade tarikiyle Enes'ten
rivayet eder: "Bedir'de Öldürülen müşriklerin
cesetleri kuyuya atıldıktan sonra Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) geldi ve onlara isını isını çağırdı:
- "Ey filanın oğlu filan, Allah'a ve rasülüne
itaat etmiş olsaydimz, sevinmiyecek miydiniz? Ben, Allah'ın
bana vadettiğini aynen
buldum!" dedi. Ömer:
- "Ey Allah'ın rasülü, cansız
bedenler nasil konuşur?"
dedi. Rasulüllah da şu karşılığı verdi:
- "Varlığım elinde olan Allah'a
yemin ederim ki, benim söylediklerimi sizler onlardan daha
iyi duyuyor değilsiniz. Şu kadar var ki, onlar cevap
veremezler."
(Katâde der ki: "O sırada Allah
onları diriltti ve Rasulüllah'in kendilerine söylediklerini onlara duyurdu. Bunu da
onlara bir azarlama, azap, hasret ve pişmanlık
olsun diye yapmıştır.") [18]
Vâkıdî ve Beyhekî Zükri'den rivayet eder; o
şöyle demiştir: "Bedir günü Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki: "Allah'ım Nevfel bin Huveylid'in hakkından
geliver. Bizi onun şerrinden kurtar! [19].
Sonra ashabına dönmüş: "Nevfel bin Huveylid'in akıbeti hakkında
bilgisi olan yok mudur?" diye sormuş. Ali şu
cevabı vermiş: "Ey Allah'ın rasülü, onu ben katlettim!"
Bunun üzerine
Rasulüllah: "Allahü Ekber" diyerek tekbir getirmiş ve: "Benim duamı kabul buyuran Allah'a
hamdolsun!" diyerek hamdü senada bulunmuştur." [20]
Bukari ve Müslim İbn-i Mesud'dan şöyle rivayet eder:
"Rasulüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem), Kabe yakimnda
namazını kılıyordu. Kureyş'ten
pek çokları da orada idi. Dediler ki: "Şimdi
hanginiz gidip te filancaların kestiği devenin işkembe ve sairesini getirip namazını kılmakta olan Muhammed'in üzerine koyacak? Tam
secdesine vardığı zaman onu iki
omuzu üzerine korsunuz!" Onların bu sözü üzerine kavmin en şakisi (yani Ukbe bin Ebû Muayt) kalkıp gitti, o
pisliği getirerek
Rasulüllah'ın iki omuzu üzerine koydu. Peygamber efendimiz,
vardığı secdesinde öylece kaldı. Müşrikler müthiş gülüştüler. Hatta birbirlerinin üzerine devrildiler. Gülmekten nerede ise
bayılacaklardı. Birisi koşup Fatıma'ya haber
verdi. O bu sırada gencecik bir kızcağız idi, koşarak geldi ve babasının üzerindeki pisliği alıp attı. Kureyşe dönerek ağır sözler söyledi. Peygamber efendimizde namazını bitirdi ve: "Allah'ım Kureyşin
hakkından sen gel1' diyerek onlara için beddua etti ve bunu üç defa tekrar
eyledi. Sonra isınılerini saymaya başladı: "Allah'ım
Anar bin Hişam'ın (yani Ebû Cehil'in)
hakkından sen gel! Ukbe bin Rabia'nın, Şeybe bin Rabia'nın, Velid bin Utbe'nin, Ümeyye bin
Halefin, Utbe bin Ebû Muayt'ın, Amâre bin Velîd'in de hakkından gel!" diyerek bedduasını
uzattı."
İbn-i Mesud der ki: "İşte bu adamlar, Bedir1 de can vermişlerdir." Ahmed ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler: "Bedir'de Kureyş hezınıete
uğrayıpta savaş bittiğinde Raüslullah'a denildi ki: "Şimdi Kureyşin
ticaret kervanim vurmalısın, onları koruyacak bir kuvvet
de kalmamıştır." Amcası Abbâs bağlar içinde esir ve habs olunduğu yerden şöyle bağırdı:
"Hayır bu doğru
olmaz." Peygamberimiz sordu: "Niçin ya
Abbâs?" O şöyle cevap verdi: "Çünkü Allah sana iki taifeden birini
vadetti. Sana vadettiğini de yerine getirmiş bulunuyor!"
Beyhekî Mûsa bin Ukbe
tarikiyle İbn-i Şihab'dan rivayet eder: O
ve Urve demişler ki: "Bedir günü Allah münafıkları
ve müşrikleri perişan etti. Medine'de ne kadar münafık ve yahudi varsa,
hepsi Bedir zaferi sebebiyle boyun eğdi. Bedir günü, fürkan günü idi, yani Allah bugünde şirk ile imanın farkim gayet
açık olarak ortaya koydu. Yahudiler: "Biz Muhammed'in Tevrat'ta sıfatlarim okuduğumuz hak Peygamber olduğunda,
kesin kanaate varmış bulunuyoruz. Artık her ne zaman sancak açsa,
zafer mutlaka onun olacaktır" demeye başladılar."[21]
Beyhekî Atiyye el-Ufi'den şu haberi
nakletmiştir: "Ben Ebû Said el-Hudri'ye: "Elif lâm mîm. Rumlar yenildi. Yakın bir yerde"
ayetinden sual ettim. O da dedi ki: "İranlılar Bizanslılarla çarpışmış, İranlılır Bizanslılara galip gelmişti.
Sonra Bizanslılar İranlılara galip geldiler. Bundan sonra biz, Bedir de Arap müşrikleri ile karşılaştık ve onlara karşı
büyük bir üstünlük kazandık. Hem bizını müşriklere karşı zaferimiz, hem de kitab ehli olan Bizanslıların, ateşperest olan İranlılara karşı kazandıkları zafer
sebebiyle, sevinip mesrur olduk. İşte Yüce Allah'ın kitabındaki: "O gün
müminler sevinirler. Allah'ın yardımı ile. Allah dilediğine yardım eder. O
galiptir merhamet edendir" [22] ayeti, bizlere bunu haber
vermektedir."
İbn-i Sa'd İkrime'den şu haberi nakletmiştir: "Bedr
günü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) çadırında idi. Bir ara şöyle buyurdu: "Ey
müslümanlar genişliği göklerle yerler kadar olan cennete koşunuz! Bu cennet Allah'ın muttaki kulları için
hazırlanmıştır." Umeyr bin Himam da: "Güzel,
güzel" dedi. Peygamberimiz ona niçin böyle söylediğini sordu. O da:
"Cennet ehli
olmayı ümid ettiğim için" dedi.
Peygamberimiz de: "Sen
cennet ehli olanlardansın" buyurdu. Umeyr bu sırada bir kaç hurma çıkarıp
yemeye başladı, sonra: "Bu hurmaları yeyinceye kadar
geçecek olan zaman,jgerçekten uzun bir zamandır" dedi ve hurmaları atarak
savaşa girişti. Öylesine
savaştı ki, sonunda şehid düştü."
Ebû Nuaym sahih bir senedle İbn-i Abbâs'tan nakleder; Ukbe bin Ebû Muayt, Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) yemeğe çağırdı, Peygamberimiz ise ona: "Sen şehadet
getirip müslüman olmadıkça, ben senin yemeğini yemem!" buyurdu, Ukbe de
bu hususta şehadet getirdi. Bir dostu ile karşılaştığı
zaman dostu kendisine darıldı. O da dostuna dedi ki: "Kureyşin beni hoş görmesi için ne
yapmam gerekir?" Dostu şu aklı verdi:
"Muhammed'in gidip
yüzüne alenen tükürürsün, bu da Kureyşe malum olur. Bu şekilde seni mazur
görürler." Ukbe de ona uyarak böyle
yaptı. Peygamberimiz de hem yüzünü sildi, hem de
ona şu şekilde tehdit savurdu: "Ey Ukbe! Eğer
seni Mekke dışında bulacak olursam, muhakkak bu suçuna karşılık seni öldürürüm!"
İşte onlar müslümanlarla savaşmak üzere Bedir'e çıktığı zaman, Ukbe korktuğu için çıkmak istemedi. Kureyş kendisine: "Peşinden
kimsenin yetişemeyeceği kırmızı tüylü deveye binersin! Şayet bir hezınıet yüz gösterecek
olursa, onunla kuş gibi uçarsın!" dedi. O da buna
kanarak Bedir'e geldi. Müşrikler hezimete uğrayınca,
devesini araziye sürerek kaçıp kurtulmak istedi. Fakat devesi çamura saplandı.
Yakalanıp idam edildi."
İbn-i İshak ve Beyhekî Zühri'den naklederler. O
demiştir ki: " Bedirde esir edilenler
arasında Abbâs da vardı.Esir düştüğü zaman Abbâs, Rasulüllah'a dedi ki: "Benim fidye verecek
malım yoktur!" Peygamberimiz de kendisine: "Peki Ümmü Fadl ile birlikte
gömdüğünüz altınlar nerede? Üstelik gömerken ona: "Eğer bu seferimde bana bir şey olursa, bu mal sana, oğullarım Fadl, Abdullah ve Kusem'e yeter" demedin
mi?" dedi. O da: "Vallahi bunu Ümmü Fadl ile benden başkası bilmiyordu. Ben biliyorum ki sen şüphesiz
Allah'ın Rasülüsün!" demiştir."
(Bunu Hakim İbn-i İshak tarikiyle Âişe'den rivayet etmiş ve sahih olduğunu söylemiştir.
Ayrıca Ebû Nuaym'da rivayet etmiştir.)
İbn-i Sa'd ve Beyhekî Abdullah bin Hâris'ten
şöyle naklederler: "Nevfel bin Haris Bedir'de esir düştüğü zaman, Rasulüllah ona: "Fidye vererek kendini
kurtar ey Nevfel" dedi. O da: "Benim fidye verecek bir şeyim yok ki"
dedi. Peygamberimiz bu sefer
kendisine: "Ey Nevfel Cidde'deki malın ile fidye vererek canim kurtar!" buyurdu. O da
bunun üzerine: "Ben şehadet ederim ki sen,
Allah'ın Rasülüsün!" dedi ve fidyesini vererek kendisini kurtardı."
İbn-i İshak, İbn-i Sa'd, İbn-i Cerir, Hâkim, Beyhekî ve Ebû Nuaym şu haberi nakletmişlerdir:
"İbn-i Abbâs dedi: Bana Ebû Rafi şöyle anlattı.
Biz Abbâs ailesi fertleri olarak Islamı kabul ettik fakat
bunu insanlardan gizlemiştik. Ben Abbâs'ın bir hizmetçisi idim. Kureyş
Bedir günü Rasulüllah'ın üzerine yürüdüğü zaman, merakla gelecek
haberleri bekleştik. Derken el-Hudaa kabilesine mensup Cüseyman bir haber
getirdi. Biz bu habere son derece sevindik. Çünkü bu habere göre Rasulüllah
müşriklere karşı büyük bir zafer kazanmıştı.
Ben zemzem kuyusu yanında oturuyordum. Yanımda Ümmü
Fadl da vardı. Derken habis Ebû Leheb, çok kötü bir şekilde ve ayaklarim yerde sürüyerek oradan geçiyordu. Aldığı haberden müthiş sarsıldığı her halinden belli
idi. Hücrenin ipi üzerine oturdu. Bu sırada kendisine: "tşte Ebû Süfyan (doğrusu Süfyan bin Haris olacak) geldi" dediler ve
insanlar onun başına toplandı. Ebû Leheb de onun yanına giderek
genişçe haber almak istedi. O da dedi ki: "Vallahi bu savaşa benim aklım ermedi. Sanki müslümanlara omuzumuzu
uzattık, onlar da istedikleri şekilde vurdular, kırdılar.
Ben bizden hiç kimseyi iyi savaşmadı diyerek ayıplayacak
değilim. Çünkü iyi savaşamazlardı, zaten biz bu savaşta öyle adamlarla karşılaştık ki; alaca atlara binmiş bu beyaz adamlar, önlerinde hiç bir engel tanımıyorlardı."
O böyle söylerken ben ileri atılıp: "Vallahi o senin gördüklerin meleklerdir"
dedim, Ebû Leheb kalktı ayaklarım sürüyerek
gitti. Allah kendisine bir kara kızıl hastalığı verdi. Yedi gün sonra ölüp
gitti, iki oğlu kendisini vefat ettiği odada kokuncaya kadar terketti.
Kureyş bu hastalıktan vebadan korkar gibi
korkardı. Onlarda \m sebebden dolayı babalarimn ölüsünü yaklaşmak
istememişlerdi. Kureyş'ten biri kendilerine hitaben:
"Yazıklar olsun size, babanızın cesedini kokuncaya kadar evinde bırakmış olmaktan
utanmıyormusunuz?" diye çıkıştı. Onlar da: "Biz
onun hastalığimn bize geçmesinden korkuyoruz" dediler. O da
bunlara dedi ki: "Haydin beraber gidelim ben bu hususta size yardımcı
olayım." Üçü birlikte
gittiler. Sa'dece uzaktan onun üzerine su atarak
yıkamaya çalıştılar, sonra cesedini yüklenip Mekke'nin yukarı
taraflarında bir duvar dibine koydular. Sonra taşlar
atarak üzerini kapattılar ve böylece onu gömmüş oldular."
Buhârî ve Müslim Urve'den nakleder. O şöyle
demiştir: "Ebû Leheb Süveybe'yi azat etmişti (Çünkü o, Rasulüllah'ın pazartesi günü doğumunu müjdelemişti.) Ölümünden sonra yakınlarından bazıları, kendisini
rüyada kötü bir vaziyette gördü ve: "Akıbetin nasıldır?" diye sordu. O
da şu karşılığı verdi: "Sizden ayrıldıktan sonra rahat diye
bir şey görmedim. Sa'dece
şu iki parmak arasından (bunu derken
baş parmak ile şehadet
parmağı arasına işaret etmiş), Süveybe'yi azat
ettiğim için bana su veriliyor, onu içiyorum."
Beyhekî Vâkıdî'den şöyle nakletmiştir: "Dediler ki: Kinane'li
Kubâs bin Eşyem, Bediri şöyle anlatırdı:
"Bedir'de ben müşriklerle
beraberdim. Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabimn azlığına bakar, birde bizimkilerin asker ve atlarimn çokluğuna bakardım. Derken kaçanlarla beraber ben de kaçmaya
başladım ve dedim ki: "Herhalde bu
durumda, yalnız kadınlar kaçmayı düşünmüş olabilirdi." Fakat Hendek savaşından sonra müslümanlık için benim içime bir sevgi düştü. Medine'ye gidip Hazret-i Peygamber'in huzurunda müslüman oldum. Vardığımda önce ona selam vermiştim. O da bana derhal dedi
ki: "Ey Kubâs Bedir'de: Şu durumda ancak kadınlar
kaçmayı düşünmüş olabilir"
diyen sendin değil mi?" Ben bunun üzerine derhal şehadet getirip:
"Hiç şüphesiz sen Allah'ın Rasülüsün" dedim
ve "Ey Allah'ın Rasülü, ben o sözü hiç bir kimseye söylemiş değildim. Hatta öyle bir sözde
dudaklarımı dahi kıpırdatmış değilim. Ben onu Sa'dece içimden
kendi kendime söylemiştim. Bunu sana bildiren hiç şüphesiz Allah'tır. Eğer sen gerçekten Peygamber
olmasaydın, bu sana bildirilmiş olmazdı"
diyerek durumu ve duygularımı dile getirdim. O da bana Islamı güzelce arz etti,
ben de müslüman oldum."
Taberânî Ebân bin Selmân'dan o da babası Selmân'dan şöyle nakleder: "Kubâs bin
Eşyem'in müslüman oluşu şöyledir: Araptan
bazıları ona gelip dediler ki: "Muhammed insanları bizını dinimizden başka bir dine çağırıyor." O da kalkıp Peygambere gitti. Peygamber
kendisine: "Otur ya Kubâs" dedi. O da çok kederli bir vaziyette
oturdu. Hazret-i Peygamber: "Ey Kubâs, Bedir günü:
"Kureyşin kadınları çıkSa'da Muhammed'in üzerine yürüse, onları geri
çevirirdi!" diye konuşan sen misin?" dedi. Kubâs şu karşılığı verdi: "Seni hak Peygamber olarak gönderen
Allah'a yemin ederim ki, ben bunu iki dudağımdan
dışarı çıkarmış değilim! Sa'dece içimden kendi
kendime söylemiştim" dedi ve: "Şimdi ben Allah'tan başka ilah olmadığına, Onun varlığına, birliğine, hiç bir ortağı
olmadığına; senin de Allah'ın elçisi olduğuna bütün varlığımla şehadet ederim! Senin getirdiğin dinin hak din olduğuna da şahadet ederim"
diyerek şahadet getirip müslüman oldu."
Beyhekî Taberânî ve Ebû Nuaym Mûsa bin Ukbe'den ve Urve
bin Zübeyr'den şöyle bir haber nakletmişlerdir: "Bedir günü, müşriklerin öncüsü Mekke'ye varıp acı haberi ulaştırınca,
Safvan bin Ümeyye yanına gelen Ümeyr bin Vehb'e karşı şöyle demiştir: "Bedir de bu kadar kurban
verdikten sonra yaşamak ne kadar çirkin bir şey." Ümeyr: "Evet"
dedi ve şunları ekledi: "Vallahi, bundan böyle yaşamakta hiç bir hayır yoktur. Eğer benim karşılığı bulunmayan bunca borcum bulunmasa, bir de çoluk
çocuk derdi bulunmasa, gider tek başıma
Muhammed'i haklardım! Yok eğer makSa'dımı
gerçekleştireni eden ele
geçecek olursam, kendime göre mevcut olan mazeretimi ileri sürer, "Esir
düşen oğlum için gelmiştim" der ellerinden
kurtulurdum" dedi. Safvan onun bu sözlerine çok sevindi ve: "Ey
Ümeyr, hiç merak etme. Ben senin bütün borçlarim ödemeye, çoluk' çocuğuna da kendi çoluk çocuğum
gibi bakmaya hazırım! Yeter ki sen sözünün eri ol!"
dedi. Safvan'ın samimiyetine inanan Ümeyr bunu kabul etti. Safvan
kendisini hazırlayıp yola çıkardı. Ayrılırlarken Ümeyr Safvan'a şu tenbihte bulundu:
"Bir müddet bunu hiç bir kimseye söyleme."
Bu şekilde yola çıkan Ümeyr
Medine'ye vardı, Mescidin kapısı önüne indi. Binitini bağlayıp
kılıcım eline aldı, doğruca
Rasulüllah'ın yanına gitti. Rasulüllah'ın
yanına Ömer bin Hattab (radıyallahü anh) ile birlikte geldi. Rasulüllah efendimiz Ömer'e: "Sen geri dur"
buyurdu ve "Ey Umeyr, gelişinin sebebi nedir?" buyurdu. Umeyr:
"Sizin yanimzdaki esirimle ilgili olarak geldim" dedi. Peygamberimiz: "Peki, Kabe'nin
Hıcır tarafında Safvan ile vardığın anlaşma
ne idi? Borcuna ve ev halkına kefil olması üzerine, beni öldüreceğine dair ona söz vermedin mi? Fakat Allah asla buna
imkan vermeyecektir!" buyurdu. Ümeyr de:
"Bunu sana
şüphesiz Allah haber verdi. Ben Allah'a ve onun Rasülüne iman ettim" dedi ve
müslüman oldu.
Beyhekî Cübeyr bin Mut'im'den şöyle
nakleder: "Bedir günü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki: "Şimdi eğer Mut'im sağ olsa da bana, şu esirlerin
serbest bırakılmasını istese idi; onun hatırı
için bunları serbest bırakırdım!"
Süfyan-ı Sevri der ki: "Mut'im'in
Rasulüllah üzerinde bir iyiliği vardı, Rasulüllah da onun bu iyiliğini karşılamayı çok isterdi. İşte bu sebeble böyle
buyurmuştu." [23] Bu bölümde, Bedir gazvesi sebebiyle vukua gelen bir çok
mucize ve alameti zikretmiş bulunuyoruz.
Okuyucular dikkatle okuyup teemmül ettikleri takdirde, kolaylıkla bunun farkına
varabilirler. Bir de bu bölümde Allâme Sübkî ile Zemahşeri'nin birer tevcihleri
var. Faydah olur ümidiyle onları da buraya
aktaralım. Onlar bu tevcihleri, ya kendilerine yöneltilen bir soruya, ya da
takdir ve farz olunan bir soruya cevap olarak vermişlerdir. Şöyle ki:
Allâme Sübkî'ye
soruldu ve denildi ki: "Meleklerin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber savaş m alarındaki nikmet nedir? Halbuki Cibril, kanadındaki
tüylerden birinin ucuyla kafirleri def etmeye kadir bulunmaktadır. Acaba bu
husustaki cevabimz nedir?
Sübkî, buna şöyle
cevap vermiştir:
"Bunun bazı veya bir çok hikmetleri olabilir. Bize göre bunun hikmeti; yapılan işin
ve kazanılan zaferin Peygamber'e
ve ashabına verilmesini irade etmek ve melekleri harplerde adet olduğu veçhile imdad kuvvetleri
şeklinde göstermek içindir ve bunda gayet açık olarak
sebeblere ve Allah'ın kulları hakkında icra buyurduğu ilahi kanuna da, tam bir
riayet vardır. Her ne kadar hepsinin faili, Allah sübhânehü hazretleri ise
de..."[24]
Allâme Zemahşeri de
diyor ki: "Eğer dersen ve sorarsan ki: "Şanı yüce Allah Yasin suresinin 28. ayetinde:
"Ondan (yani Habib-i
Neccar'dan) sonra biz, kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik, indirici de
değildik" buyurmaktadır.
Halbuki Bedir ve
Hendek savaşında gökten ordular indirmiştir. Bunlar hem tarihen hem
de Kuran'daki ayetlerlede sabittir. Nitekim Hendek savaşıyla ilgili olarak Ahzab suresinin 9. ayetinde:
"Hani bir zaman
size ordular gelmişti de biz onların üstüne bir rüzgar ve
sizin görmediğiniz ordular göndermiştik"
buyurulmaktadır.
Yine ilgili bazı ayetlerde: "Ben size
birbiri ardınca bin melek ile yardım edeceğim" [25]
"O zaman sen mü'ıninlere: "Rabbinizin size indirilmiş üç bin melek ile yardım etmesi size yetmez
mi?" diyordun." [26]
"Eğer sabreder Allah'tan korkarsanız, onlar şu dakikada üzerinize gelseler,
Rabbiniz de size, nişanlı beş bin melek ile yardım eder" buyurulmaktadır. [27] Acaba sizin
bu husutaki cevabimz ne olacaktır?"
Buna cevap olarak ben
derim ki: "Evet böyle bir yardım için bir tek melek göndermek de yeterli idi. Nitekim
Lut kavminin şehirleri, Cibril'in kanadındaki tüylerden
birinin ucu ile helak
olmuştur. Semud kavminin ülkesi, Salih Peygamberin kavmi de bir sayha ile yerle
bir edilmiştir. Fakat Allah'ın büyük lütfü ve
fadlıdır ki, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, büyük ve Ülül-Azm olan
Peygamberlerin hepsinden üstün kılmıştır.
Hiç, Peygamber olmayan
Habibü'n-Neccar'ın lafı veya kıyası mı olur? Evet Yüce
Allah, Rasülü Muhammed Mustafa'yı» pek çok izzet veya keramet
sebepleriyle şereflendirip taçlandırmıştır,
İşte bu cümleden
olmak üzere ve O'na semavi bir imdad olarak Allah; meleklerini indirmiştir ve
bununla demek istemiştir ki: "Habibim, biz 1 ondan sonra kavminin üzerine
gökten bir ordu (melekleri) indirmedik. İndirici de değildik. Zira kendilerine bir imdad
olmak üzere gökten melekler indirmek çok büyük işlerin başında gelir ve buna herkes ehil
olamaz. Ancak senin gibi birisi için olunca, bu müstesnadır. Sana ilahi bir
imdadımız olmak üzere melekleri indirdik. Çünkü sen buna ehil
bulunuyordun."[28]
Gatafân Gazvesinde Görülen Bazı Mucizeler
Vâkıdî der ki: Bana Muhammed bin Ziyad söyledi, ona da Zeyd bin
Ebû Attâb söylemiş. Ona Dahhâk bin Osman, ona Abdurrahmân bin Muhammed Ebû
Bekir ve daha başkaları anlatmış. Şöyle ki: "Gatafân-dan bazı kimselerin Zîemerr
denilen yerde toplandıkları ve Medine'nin yakınlarına baskın düzenlemek üzere
bulundukları, Rasulullah efendimize haber verildi. Du'sûr bin Haris adındaki
savaşçı bir adamın ela onlara katıldığı bildirildi. Rasulullah da
derhal dört yüz elli kadar asker alarak yola çıktı.
Bunlardan bazıları da atlı idi. Düşmanın toplandığı yere
varınca Gatafânlılar kaçışıp bir dağın zirvesine sığındılar.
Rasulüllah ve askeri
Zîemerr denilen yere geldiklerinde çok yağmur yağdı. Bu sırada haceti için giden Rasulüllah da hayli
ıslandı. Bulunduğu yer, ashabına hayli uzaktı. Burada (Zîemerr vadisinin'ilerisinde) ıslanan elbisesini çıkarıp kuruması için
bir ağacın üzerine serdi. Kendisi de ağacın altına uzandı. Gatafânlı ârâbîler
de bu durumu gözetmekte idiler. Cesaretine güvendikleri Du'sûr'a
hitaben: "Haydi fırsat bu fırsat! Muhammed ashabından uzakta tek başına kaldı. Onlara çağırsa da duyuramaz. Derhal gidip
onu öldürmelisin!" dediler ve onu kışkırttılar.
Du'sûr'da kılıcim alarak
yürüdü, Peygamberimizin yanına gelip başı ucunda dikildi ve: "Söyle bakalım ey Muhammed! Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?" diye haykırdı. Peygamberimiz de kendisine:
"Allah" diyerek karşılık verdi. Derhal
Cibril gelip Du'sûr'un göğs'üne bir darbe indirdi, kılıcı elinden fırlayıp
gitti. Onun kılıcim eline alan Peygamberimiz, onun başucuna dikilerek:
"Şimdi sen söyle bakalım, benim elimden seni kim
kurtaracak?" buyurdu. Du'sûr: "Hiç kimse kurtaramaz ya Muhammed"
dedi ve: "Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in de onun kulu ve
rasulü olduğuna" şehadet getirerek, orada müslüman oldu ve
bir daha Peygamberin karşısına çıkmayacağına, Peygamber aleyhinde kuvvet
toplamayacağına da kesin söz verdi. Peygamber efendimiz de,
kendisini affedip kılıcım kendi eline teslim eyledi. Giderken dönüp
arkasına baktı ve Peygamberimize hitaben: "Vallahi
sen benden çok hayırlısın" dedi. Peygamberimiz de kendisine şu karşılığı verdi: "Elbette ben, bir Peygamber olarak buna senden daha layık bulunuyorum!"
Du'sûr kılıcı elinde ve müslüman olmuş vaziyette
Gatafânlılann yanına gitti. Arkadaşları kendisine:
"Hani, senin dediğin
ne oldu, ne yaptın?" dediler. O da: "Vallahi
ben, dediğimi yapmakta kararlı idim. Fakat baktım uzun boylu ve beyaz bir adam,
göğsüme bir darbe indirdi. Ben kendimi sırtüstü yerde buldum. Bildim ki, o bir
melektir ve Muhammed'e yardıma gelmiştir. Ben de bunun üzerine Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehadet getirerek müslüman oldum. Sizleri de
müslümanlığa davet ediyorum" dedi ve bu davetine devam etti. Cenab-ı Hak
da bu olay üzerine şu ayetini inzal buyurdu:
"Ey iman edenler! Allah'ın size olan
nimetini hatırlayın: Hani bir topluluk size ei uzatmaya yeltenmişti de Allah onların ellerini sizden çekmişti. Allah'tan korkunuz! Bütün mü'ıninler Allah'a dayansınlar." [29] (Bu
haberi Beyhekî de nakletmıştir ve demiştir ki: Buna benzer bir olay, Zâtür-Rıkâ gazvesi ile
ilgili olarak da
hikaye edilmiştir. Eğer bunu Gatafân gazvesiyle ilgili olarak rivayet
eden El-Vâkıdî,
güzelce hatırında tutarak hatasız olarak rivayet etmişse; bu takdirde olay her iki
yerde de vukua gelmiş demektir.) [30]
Nadir Oğulları Gazvesestde Vukua Gelen Bazı Mucizeler
Nadir oğulları gazvesinde, onların yerlerinden sürülmesi olayı
ve daha başka şeyler
gerçekleşmiştir. Yâkûb bin Süfyân'ın Ebû Salih'ten, Akîl'den onun
da İbn-i Şihab'dan rivayeti
şöyledir: Nadir oğulları Yahudilerden bir taifedir ve bu
olay Bedir savaşından altı ay sonra olmuştur.
[31] Rasulüllah onları bir müddet muhasara altında tuttu, sonra onlar
yurtlarından ayrılmayı ve ayrılırlarken de ancak develerinin götürebildiği kadar eşya götürme şartim kabul ettiler. Andlaşmada
silahlarim bırakma şartı da vardı. Bunun için silahlarim götüremediler. Rasulüllah onları Şam
tarafına sürmüş onlarda en kıymetli eşyalarim alarak (altı yüz deve yükü mal ile)
yurtlarından ayrılmışlardı. Cenabı Hak bu hususta aşağıda meali sunulan ayetlerini inzal
buyurmuştur:
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ı teşbih etmiştir. Ehl-i Kitab'dan inkar edenleri ilk sürgünde
yurdundan o çıkardı," [32] Ebû Dâvud ve Beyhekî Abdurrahman bin Kab'dan şu haberi nakletmiştir:
"Nadir oğullarına ait olan hurmalık, onlarla olan
gazveden sonra Rasulüllah'a has idi. Cenabı Hak onu yalnız Rasüllullah'ın olmak
üzere verdi ve şöyle
buyurdu:
"Allah'ın onlardan Peygamberine verdiği ganimetlere gelince, siz onun üzerine ne at, ne de
deve sürmediniz." [33]
Yani dövüşüp
savaşmadan onu Peygamberine vermiştir. Peygamberimiz bu ganimetlerin çoğunu Mekke'li muhacirlere verdi ve onlar arasında
taksını eyledi. Ensardan ise Sa'dece iki kişiye verdi, başkalarına vermedi. Bu iki kişi
ise oldukça fakir ve muhtaç idiler. Kalanı ise onun, halen Fatıma evlatlarimn elinde bulunan Sa'dakasıdır."
Buhârî ve Müslim Ömer İbn-il Hattab'dan şöyle rivayet eder: "Nadir oğullarından ganimet olarak ele geçen mallar, Sa'dece Allah'ın rasülüne ait idi? Bu mallar herhangi bir
savaş ya da dövüş yapmaksızın ele geçirildi ve bunda başkalarimn hissesi ve hakkı bulunmamakta idi. Bunun tasarrufu
da Rasulüllah'a ait bulunuyordu. O bu maldan kendi ailesinin bir senelik
nafakasını ayırır, kalanı ile ordusunun binit ve silah masrafim karşılardı. Yani Allah yolunda harcardı."
Beyhekî ve Ebû Nuaym Mûsa bin Ukbe tarikiyle
Zükri'den rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kilâb kabilesinden öldürülen iki adamın diyetini (kan parasını) ödemek üzere, kendileri ile
andlaşma yaptığı Beni Nadir'in yardımim istemek
üzere onların yurduna
gitmişti. Meseleyi kendilerine açtığı zaman onlar Peygamberimize: "Önce otur biraz
istirahat et. Sonra yemeğimizi ye! Daha sonra da işini görür gidersin"
dediler. Peygamberimiz de bunun üzerine arkadaşları ile birlikte bir duvarın gölgesine oturdu, onları beklemeye başladı.
Onlar ise tenhaya çekilip şeytan ile iş birliği ypmaya başladılar. Peygamberimizi nasıl öldürebileceklerini konuşup bir karara varmak
istediler. İçlerinden biri dedi ki:
"Madem ki bunun bir daha ele geçmeyecek bir fırsat olduğunu söylüyorsunuz. O halde ben
onun gölgelenmekte olduğu duvarın üzerine çıkar, oradan onun
üzerine bir taş bırakırım, böylece o da ölüp gider!"
Şanı Yüce Allah onların bu kurdukları tuzağı derhal habibine vahyederek
bildirdi. Peygamber efendimiz de derhal oradan uzaklaştı ve bu hususta Kur'an'ın şu ayeti nazil oldu:
"Ey iman edenler, Allah'ın size olan
nimetini hatırlayın: Hani bir topluluk size bir el uzatmağa yeltenmişti de Allah onların ellerini sizden çekmişti." [34]
Onların hiyanetini Allah Rasülüne
bildirince yurtlarından ayrılmaları için Peygamberimiz onlara emir verdi.
Münafıklar bu emri işitince,
kendilerinin kardeşleri ve dostları bulunan Nadir oğullarına
haber salıp: "Sakın yurtlarimzdan ayrılmayimz! Bizler sizlerle beraberiz,
sizi sonuna kadar desteklemeye kararlıyız! Şayet Muhammed sizinle savaşacak
olursa, biz de sizinle beraberiz. Ölümüz
de, dirimiz de hep sizinle beraber olacaktır. Eğer sizi yurdunuzdan sürecek
olursa, biz de sizinle beraber çıkarız" dediler. Nadir oğulları,
münafıkların bu sözüne itimat ederek sunardılar, kendilerinin Peygambere üstün geleceği vehmine kapılarak: "Vallahi biz yurdumuzdan
çıkmayız, eğer bizimle harb etmek istersen, biz de seninle kıyasıya harb
ederiz!" diye bağrıştılar. Peygamberimiz de bunun üzerine
onları muhasara altına aldı. Evlerini yıkmaya, hurmalıklarim kesip yakmaya başladı. Onlar ve onlara yardım vadinde bulunan
münafıklar ise, hiç birşey yapamadılar. Allah onların kalplerine büyük bir
korku bıraktı ve onların ellerini müslümanların üzerinden çekti. Nadir oğulları
münafıkların yardımından iyice ümid kesince, Peygamberimizin kendilerine olan
teklifini kabul ettiler. Bu teklif onların yurtlarim terketmeleri idi. Onlar da:
Daha önce de kendilerine teklif edildiği gibi, silahlarim bırakarak, develerinin götürebildiği kadar istedikleri eşya
ve malı develerine yükleyerek yurdlarından ayrıldılar."
El-Vâkıdî der ki: Bana İbrahim bin Cafer babasından naklen şöyle nakletmiştir:
"Medine'nin bir mahallesinde oturmakta olan Nadir oğulları yurtlarından ayrıldıktan sonra, Amr bin Sa'dâ; buraya gelip etrafı dolaşmaya başladı. Her tarafı harabeye dönmüş bir vaziyette görüp çok
üzüldü. Kureyza Oğullarına gelip dedi ki: "Vallahi
bugün gördüklerimden dona kaldım! Kardeşlerimiz olan Nadir oğulları, nice şeref
ve izzete, akıl ve kuvvete eriştikten sonra, mallarım arkada bırakarak tam bir zillet
içinde yurtlarından sürülmüş bulunuyorlar. Tevrat hiç bir kavmi, "Allah a
yarar bir halleri olduğu müddetçe" böyle
bir sürgüne maruz bırakmamıştır. Şimdiki
bu durumdan ibret almamız gerekir. Geliniz sizler bana itaat ediniz de hep beraber
Muhammed'e gidip ittiba edelim! Allah'a yemin ederim ki, Onun hak Peygamber
olduğunu sizler de bilmektesiniz. Hem bizını
iki büyük din adamımız olan İbn-i Heybân ile İbn-i Cüvâs; Kudüs'ten geldikten
sonra Muhammed'in zuhurunu beklediklerini söylemediler
mi? Aynı zamanda bunlar, ölümlerinden evvel bize,
Muhammed'e uymamız hakkında vasiyet dahi etmediler mi? Hatta üstelik
kendilerinin selamlarim
dahi Muhammed'e ulaştırmak üzere bizlere emanet eylemediler mi? Şimdi
bu iki büyük zatın kabirleri burada değil midir? Niçin bunları nazarı itibara
almıyalım?"
Beni Kurayzadan
Zübeyr bin Bata bize şöyle dedi: "Ben onun sıfatım Bata'nın
Tevrat'ında okumuştum. Bu sırada Ka'b bin Esed ona şu sözü yöneltti: "Madem
Onun sıfatim Mûsa'ya inen Tevrat'ta okudun, o halde niçin gidip
ona tabi olmuyorsun?" Zübeyr bin Bata ise şu karşılığı verdi: "Gidip ona uymama engel olan
sensin!" Ka'b'da dedi ki: "Neden? Ben seninle onun arasına asla girmiş değilim!" Zübeyr bu sefer de şöyle konuştu:
"Bizim işlerimizi ve anlaşmalarımızı bilen ve
yürüten sensin. Eğer
ona tabi olursan, senin izince biz de ona tabi oluruz." İşte bu sırada Amr bin Şada da işe karışıp Ka'b ile ileri geri
hayli kelam ettiler. Fakat Ka'b'ı bir türlü ikna edemediler. Ka'b'ın bu husustaki en son söylediği şunlar olmuştur:
"Benim Muhammed hakkında bu söylediklerimden başka bir
söyleyeceğim yoktur! Sizler ne derseniz deyiniz,
benim Muhammed'e gidip tabi olmayı, bir türlü nefsını hoş karşılamıyor!"
(Bu haberi
böylece Beyhekî ve Ebû Nuaym da rivayet etmişlerdir.)
Ebû Nuaym, Ebû Zübeyr tarikiyle Cabir'den
şu haberi nakletmiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz Nadir oğullarim muhasara ettiği
zaman, bu muhasara hayli uzamıştı. Bir ara Cebrâîl gelip Hazret-i Peygamberin başim yıkamakta olduğunu gördü. Dedi ki: "Allah
seni affetsin, ya Muhammed, Allah yolunda savaşmaktan
ne tez usandın! Vallahi biz, onlar üzerine indik ineli, zırhımızı çıkarmış,
silahlarımızı bırakmış
değiliz. Haydi kalk silahim kuşan, Allah yolunda savaşa
devam et. Bugün onlar, vallahi kaya üzerinde yumurta ezer gibi ezilip
küçüleceklerdir.''
Bundan sonra biz de muhasarayı şiddetlendirdik. Sonunda Allah
bize, bir fetih ve zafer daha nasip eyledi." [35]
Ka’b bin Eşref’in Öldürülmesinde Görülen
Fevkalâdelikler
(Aslen bir yahudi
olan Ka'b b. Eşref, Bedir'den sonra Mekke'ye gidip
onları Hazret-i Peygamber'e karşı iyice kışkırtmış ve Medine'ye dönmüştü. Peygamberimiz de: "Bu
Allah'ın ve Rasulü'nün düşmanim haklamaya kim gidecek?" buyurdu ve
gönüllülerden Muhammed b. Mesleme, Abbad b. Beşîr, Ebû Naile, Haris b. Evs ve
Ebû Abs'ı bu işe görevlendirmişti.)
İbn-i İshak, İbn-i Râhûye, Ahmed ve Beyhekî İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini
naklederler: "Rasulüllah efendimiz ashabından bazılarim Ka'b bin Eşrefi öldürmeleri
için vazifelendirdiği zaman, onlarla beraber Medine kabristanlığına
kadar yürüdü ve onlara: "Haydin, Allah'ın ismi üzerine gidiniz!" dedi
ve şu duayı yaptı: "Allah'ım, onlara yardım eyle,
onları muvaffak eyle!"
Beyhekî'nin İbn-i İshak'tan rivayetinde, Abdullah bin Muakkib'e atfen şöyle
denilmiştir: "Bunun için vazifeli
kılınanlardan Haris bin Evs, o sırada kılıç yarası almıştı.
Başında ve ayağında
yaralar vardı. Rasulüllah'a getirildiği zaman, Rasulüllah efendimiz mübarek tükrüğü ile yarayı ilaçladı. Bundan sonra Hâris'in yaraları
hiç acımadı."[36]
Uhud Savaşında Vukua Gelen Alâmet ve Mucizeler
[37]
Buhârî ve Müslim Ebû Mûsadan şu haberi
nakletmişlerdir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ben rüyamda Mekke'den, hurmalık bir
yere hicret ettiğimi gördüm. Burasını Yemâme veya Hecer zannettim.
Halbuki bizını hicret yurdumuz Medine imiş.
Yine ben aynı rüyamda kılıcımı salladığımda ortadan kırıldığim gördüm. Bu ise Uhud'da ashabıma isabet eden şeye işaretmiş. Yine aynı rüyamda kılıcımı salladığımda eskisinden daha iyi olduğunu görmüşdüm.
Bu ise Allah'ın bize nasip edeceği bir fetih ve müslümanların güzel bir cemaat haline
gelmesine işaret imiş Yine ben aynı rüyamda bazı
sığırların boğazlanmakta olduğunu görmüş "înşaallah
hayırlı olur" demiştim.
Meğer bu da Uhud'da verdiğimiz kurbanlara işaretmiş.
"înşaallah hayırlı olur" deyişim ise, Bedir de elde ettiğimiz zafere işaretmiş."
Ahmed, Bezzar, Taberânî ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan şöyle naklederler: "Uhud günü müşrikler silahlanıp geldikleri zaman, Rasulüllah efendimizin görüşü, Medine'de kalıp müdafaa savaşı
yapmaktı. Fakat bazıları Bedir'e çıkmadıklarından bir açık savaş yapmaya
çok hırslı idiler. Bunlar Uhud'a çıkalım, orada müşriklerle meydan savaşı yapalım diye ısrar ettiler. Onlar bununla Bedir
ehlinin kazandıkları faziletin aynısını kazanmayı düşünüyorlardı.
Rasulüllah efendimiz zırhım giyip silahim kuşanıncaya kadar, bu
hususta ısrar ettiler. Rasullullah hazırlandıktan sonra da: "Onu galiba
tesir altında bıraktık" diyerek, ısrarlarına pişman oldular. Gelip Rasulüllah'a müracat ettiler ve: "Ey Allah'ın
rasulü rey sizin reyinizdir! Siz emrediniz, biz onu yapalım"
dediler. Peygamberimiz de kendilerine: "Bir
Peygamber zırhim giyip silahim kuşandıktan sonra geri dönmez! Allah onunla düşmanı arasında hükmedinceye kadar aldığı karar üzerinde azınıle yürür!"
karşılığim verdi ve Uhud'a yürüdü."
Rasulüllah efendimiz, zırhim giyip silahim kuşanmazdan
önce, onlara şunu da söylemişti: "Ben rüyamda kendimi çok sağlam bir zırh içinde gördüm
ve bu zırhı Medine olarak yorumladım. Binaenaleyh Medine'de kalıp savunma savaşı
verelim! Aynı zamanda rüyamda bir koç kovalıyordum. Bunu da karşı askeri kovalayacağımız şeklinde yorumladım. Bir
ara kılıcımın elimden çıktığim gördüm. Bunu da sizin hakkınızda bir eksilme
şeklinde yorumladım. Yine bu rüyada ben, bazı
sığırların kesildiğini
gördüm ve bunu, bazı kurbanlar vereceğimiz şeklinde düşündüm."
Ahmed, Bezzar, Hakim ve Beyhekî Enes'ten
rivayet t terler. O demiştir ki: Rasulüllah efendimiz buyurdu: "Ben
rüyamda gördüm ki, bir koçun peşine düşmüş kovalıyordum.
Aynı zamanda kılıcımın kabzasının kırıldığim gördüm. Bunu şöyle yordum: Ben
karşı tarafın koçunu (büyük bir adamim) öldüreceğim, kılıcımın kabzasının
kırılmasını da yakınlarımdan birinin öldürüleceğine yordum." Derken
Hazret-i Hamza şehid düştü. Karşı tarafın bayraktarı Talha da öldürüldü.
(Beyhekî Mûsa bin Ukbe tarikiyle İbn-i Şihab'ın:
"Bazılarimn Rasulüllah'ın yorumu: Uhud'da yüzünün yaralanması şeklinde
idi" dediklerini naklettiğim bildirir." [38]
Beyhekî Mûsa
bin Ukbe tarikiyle İbn-i Şihâb'dan şöyle nakleder: "Ubeyy bin Halef, Bedir
de fidye verip canım kurtardıktan sonra bir at besler ve: "Vallahi ben bu
atıma günde bir ölçek yem yediriyorum ve bu at üzerinde Muhammed'le savaşıp onu
öldüreceğim!" diyerek söylenir ve and içerdi. Onun bu sözü Rasulüllah'a
ulaştığında Rasulüllah da şöyle buyurdu: "Bilakis ben onu öldüreceğim
inşaallah!"
Übeyy bin Halef, Uhud'a zırhlara bürünmüş
ve bu ata bimiş olarak geldi. "Eğer Muhammed sağ kalırsa ben
kurtulamam" diye bağırıyordu. Mü'ıninlerden bazıları kendisine saldırmak
istediler, fakat Rasulüllah efendimiz kendilerini durdurdular ve: "Bana
yolu açimz" buyurdu. Büyük bir cesaretle Übeyy'in üzerine yürüdü, zırhı ve
miğferi arasında gırtlağim gördü ve elindeki süngüsü ile hamle yaparak onu
atından yere düşürdü. Übeyy'in arkadaşları koşarak onun yanına geldiler. O yere
yatmış danalar gibi bağırıyordu. Halbuki yarasında bir damla kan bile
akmamıştı. Baktılar küçük bir çizik vardı. Dediler ki: "Ya Übeyy, neden bu
kadar korkup bağırıyorsun? Hepsi bir çizikten ibarettir! Bunda korkulacak ne
var?" Übeyy onlara şu karşılığı verdi: "Siz Muhammed'in:
"Übeyy'i ben öldüreceğim" dediğini duymadimz mı? Vallahi onun bana
indirdiği darbe Zi'l Mecâz'da yaşayan insanların hepsinin üzerine inmiş
olsaydı, hiç birini sağ komaz helak ederdi!" tşte bu Übeyy bin Halef, Uhud
dönüşü Mekke'ye giderken yolda öldü. (Beyhekî bunu, diğer.kaynaklarında rivayet ettğini
bildirir.)
İbn-i İshak şöyle der: "Bana İbn-i Şihâb, Asını
bin Ömer,
Muhammed bin Yahya ve daha başkaları anlattı: Uhud savaşı sırasında
müşriklerden biri meydana çıkıp müslümanlardan kendisine eş isteyip mübarezeye
davet eyledi. Zübeyr ayağa kalkıp mübarezeyi başlattı. Derhal adamın üzerine
sıçrayıp onun devesi üzerine çıkarak, kendisiyle gırtlak gırtlağa geldi.
Devenin üzerinde amansız bir mücadele başladı, bu sırada Rasulüllah efendimiz:
"Devenin üzerinden yere daha yakın olanı, mücadeleyi kaybedecektir!"
buyurdu. Derken müşrik devesi üzerinden yere düştü, Zübeyr de onun peşinden
atlayıp üzerine çullandı, derhal kılıcı ile adamın boğazını keserik onu katletti. (Bu
haberi, Beyhekî de
rivayet etmiştir.)
Almed, Buhârî ve Nesai, Berâ bin Azib'den rivayet ederler:
"Uhud günü okçuları güzelce yerleştiren Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Abdullah bin Cübeyr'i
onların üzerine komutan tayin etti. Onlar hepsi elli kişi idiler. Sonra onlara
şu emri verdi: "Biz savaşta yenilip öldürülsek bile, akbaba kuşları da
gelip cesetlerimizi başka yerlere götürmeye başlasalar bile, benden size ikinci
bir emir gelmedikçe, katiyyen yerinizi bırakmayacaksınız!" Sonra savaş
başladı, müşrikler hezınıete uğrayıp kaçmaya başladılar. Kadınları eteklerini
çemrenerek dağın zirvesine doğru tırmanıyorlardı. Bu sırada Abdullah, bin
Cübeyr'in emrine verilen okçular: "Arkadaşlar ne duruyorsunuz, müslümanlar
galip geldiler. Gidip ganimet toplayalım!" diye bağrıştılar. Abdullah
derhal: "Siz Rasulüllah'ın size ne emrettiğini unuttunuz mu? Sakın hiç
biriniz yerinizden ayrılmayimz!" diyerek onları uyardı ise de, onlar:
"Ganimetten biz de nasibimizi alacağız!" diyerek koşuşup yerlerim
terkettiler. Harb sahasına geldikleri zaman geri dönmek zorunda kadılar. Bu
sefer hezınıete uğrayanlar müslümanlar oldu. Düşman aynı zamanda müslümanları
arkadan da vurarak müslümanları iki cephe arasında bıraktı. Müslümanlar
kaçıyor, Rasulüllah da: "Nereye ey müslümanlar?" diye nida ediyordu.
Rasulüllah'ın yanında Sa'dece oniki kişi kalmıştı. İşte bu sırada müslümanlar
tam yetmiş adet zayiat verdiler. Rasulülîah efendimiz de, kendi ordusu ile
Bedir'de karşı tarafa yetmiş adet zayiat verdirmişti. Ayrıca yetmiş kişi de
esir edilmişti."
Ahmed ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan
şöyle naklederler: "Rasulüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem) efendimiz; Bedir'deki bir zaferi hiç bir
yerde kazanamadı!"
İbn-i Abbâs bu sözünü
söylediği zaman, bunu
inkar edenler oldu. O da dedi ki: "Benimle sizin aranızda hakem, Allah'ın
kitabıdır. Yüce Allah Uhud savaşı hakkında buyurur ki: "Allah kendi
izniyle onları öldürdüğünüz sürece size olan vadini doğruladı. Nihayet siz
korktunuz. Allah size sevdiğiniz galibiyeti gösterdikten sonra, savaş içinde
birbirinizle çekişip isyan ettiniz. Kiminiz dünyayı istiyor, kiminiz de
ahireti." [39]
İbn-i Abbâs dedi ki: "Bu ayetteki savaş içinde çekişip
isyan edenler, okçulardır. Rasulüllah onları bir yere mevzilendirip:
"Sakın buradan ayrılmayimz. Buradan bizim arkamızı koruyunuz. Bizi
öldürülürken görseniz bile, bize yardım etmeyiniz! Bizi galebe çalıp ganimet
toplarken görseniz dahi, sakın yerinizi terketmeyiniz!" buyurarak onlara
çok sıkı emir ve tenbihte bulunmuştu. Fakat onlar Peygamberimizin
ve askerinin onlara üstünlük sağlayıp ganimet toplamaya başladıklarim görünce,
yerlerini terkederek ganimet toplamaya koştular. Komutanlarimn uyarısına da
kulak asmayıp isyan ettiler. Birbirine geçirilmiş vaziyette olan şu parmaklarım
gibi, iki taraf birbirine girdi. Okçular mevzilendirildikleri gediği bırakarak
ayrıldıkları için, Kureyşin atlıları arkadan sarkaraklslam askerini vurdu.
Müslümanlar içinde öyle bir karışıklık oldu ki, yanlışlıkla birbirini vurmaya
başladılar ve çok sayıda müslüman öldürüldü. Halbuki sabahleyin harb
başladığında, müslümanlar ezici bir üstünlük sağlamış, düşmanın
sancaktarlarından yedi sekiz tanesi öldürülmüştü. Fakat sonra durum çok kötü
oldu. Hatta bir ara şeytanın: "Muhammed Öldürüldü" diye bağırdığı
duyuldu ve hiç kimse bunun yanlış olduğunu düşünmemişti. Fakat bir süre sonra
Rasulüllah iki Sa'd'ın arasında (daha doğrusu Talha bin Ubeydullah ile Ebû
Dücâne arasında) görülünce yürüyüşünden de tanimnca; hayatta olduğuna inanıldı
ve derhal onun etrafında toplanmaya başladılar. Ashabı kiram o kadar sevindiler
ki, sanki hiç bir şey kaybetmemişe dönüverdiler. Rasulüllah'ın bu arada şöyle
dediği duyuldu: "Bir kavim ki, Peygamberin yüzünü kanlara bulamıştır,
Allah'ın onlara gadabı çok şiddetlidir! Allah'ım onlar bize üstün gelemezler!"
Buhârî ve Müslim Sa'd bin Ebû Vakkâs'tan şöyle nakleder:
"Uhud günü ben, Rasulüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem) Efendimizin sağında ve solunda beyaz
ebiseli adamlar gördüm. Rasulüllah'ı korumak için şiddetle savaşıyorlardı. Ben
onları Uhud gününden evvel veya sonra bir daha görmüş değilim." (Sa'd
bu sözleri ile Cebrâîl ve
Mikail'i kasdetmektedir).
Beyhekî ise
Mücahid'in: "Melekler Bedir gününden başka bir yerde savaşmadılar"
dediğini nakleder ve: "Mücahid'in bu sözünden muradı; Uhud'da okçular
sabır ve takva göstermedikleri için onlar adına savaşmadılar, demektir"
der ve ayrıca Vâkıdî'nin şeyhlerinden bu mealde bir haber rivayet ettiğini de
bildirir. Onlar demişler ki: "Cenabı Hakkın: "Eğer sabreder, takvalı
davranırsanız" mealindeki ayet've emrine uymadılar; sabır ve sebat
göstermediler; bu yüzden de Allah'ın semavi imdadına nail olamadılar."
(Bunu
böylece, Beyhekî onlardan
rivayet etmiştir).
Yine Beyhekî Urve'den şu
haberi nakletmiştir: "Yüce Allah onlara sabır ve
takva üzerine yardım vadinde bulunmuştu. Onlarda önceleri
sabır ve takva gösterdiklerinden beş bin melek ile onlara imdad eyledi. Fakat onlar
Rasulüllah'ın emrine isyan edip
yerlerini terk edince, Allah da onlardan ilahi imdadim çekmiştir."
İbn-i Sa'd Vâkıdî'den nakleder. O şöyle demiştir: Bana üstadları-mın anlattıklarına göre, müşrikler
hezimete uğrayınca okçular yerlerinden ayrılarak
ganimet toplamaya başladılar. Bu sırada müşrikler geri
döndüler, onların atlıları da arkadan vurunca, müslümanlar iki kuvvet arasında
kalıp hezınıete uğradılar ve yanlışlıkla birbirlerini öldürür oldular. Değirmen
tersine döner oldu, rüzgar aksi istikametten eser oldu. Önce seher yeli eserken
sonra, felaket rüzgarı esmeye başladı, iblis: "Muhammed Öldürüldü"
yaygarasını kopardı. Müslümanların bayraktarı şehid edildi. Hazret-i Peygamber onun
şehadeti üzerine sancağı Ali'ye verdi. Melekler bu savaşta bulundular, fakat
savaşa katılmadılar."
Taberânî,
İbn-i Mende ve İbn-i Asâkir Mahmud bin Lebîd tarikiyle Haris bin Sımmadan
naklederler. O demiştir ki: "Uhud günü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bana Abdurrahman bin Avfı sordu. Ben de: "Onu
dağın yamacında gördüm" dedim. Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdu ki:
"O savaşırken melekler de onunla beraber savaşıyor!"
Haris der ki:
"Ben Abdurrahman'ın yanına gittim, orada cansız yere düşmüş yedi ceset
gördüm. Dedim ki: "Bu gün zaferin gerçekten büyük olmuştur! Bunların hepsini sen mi öldürdün?"
Bana şu karşılığı verdi: "Şu ikisini
ben öldürdüm fakat diğerlerini benim görmediğim kimseler
öldürdü." Abdurrahman'ın bu cevabım alınca, Rasulüllah'ın söylediğinin doğruluğunu da iyice anlamış oldum."
İbn-i Sa'd Muhammed bin
Şürahbil'den rivayet eder: Uhud savaşında sancağı Mus'ab bin Ümeyr taşıyordu. Sağ eli
kesilince sancağı sol eline aldı. Bu sırada o: "Muhammed
ancak bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir" mealindeki ayeti okuyordu. Derken sol eli de
kesildi. Kesik kolları yani pazuları ile sancağı kavradı ve iki büklüm bir
halde bağrına bastı. O yine: "Muhammed ancak bir Rasüî'dür" diyordu.
Sonra şehid düştü ve sancağı yere bırakmış oldu."
Muhammed bin Şürahbil der ki: "O
böyle söylüyordu, fakat bu mealdeki ayet henüz nazil olmuş değildi."
İbn-i İshak, Beyhekî ve İbn-i Asaîr Abdullah bin Avn tarikiyle Ümeyr
bin İshaktan rivayet ederler: Uhud günü, bir ara müslümanların hezınıete
uğrayıp dağıldıklarim gördüm. Sa'd ise Rasulüllah'ın önünde düşmana ok
yağdırıyor ve Onu müdafaa ediyordu. Bir delikanlı da onun attığı okları gidip
getiriyor ve Ona veriyordu. O da: "Ey Ebû İshak, durma at!" diyordu.
Savaş yatıştıktan sonra baktılar, o okları getiren delikanlıyı
göremediler."
İbn-i İshak der ki: Zühri bu hususla ilgili bir olayı şöyle
anlattı: "Kureyşin bazı atlıları dağın tepesine çıkıp göründüğü
zaman, Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem): "Allah'ım, onların bizını üzerimize
çıkması, onlar için layık olan bir şey değildir!" dedi. Bunun
üzerine Ömer İbn-i'l-Hattab
ve muhacirlerden bir grup onlara karşı şiddetli bir mücadele verdiler ve onları
yüksekten inmeye mecbur ettiler." (Beyhekî bunu, ayrıca Urve tarikiyle de rivayet
etmiştir.)
Nesâî, Beyhekî ve Taberânî Câbir bin Abdullah'tan naklederler: Talha'nın
parmakları isabet aldığı zaman "Vay!" diyerek feryad eyledi. Peygamberimiz ona
hitaben: "Eğer derhal Allah'ın adim anmış olsaydın, melekler seni
insanların gözü önünde çok yükseklere' çıkarırdı"
buyurdu.
Dârekutnî el-Efrâd'da şöyle nakleder:
Talha'nın eli yaralandığı zaman "Vay!" dedi. Resulullah da ona
buyurdu ki: "Eğer derhal "bismillah" deseydin, Allah'ın cennette
senin için yaptırdığı yeri, daha sen dünyada iken görmüş olurdun."
Buhârî ve Müslim Enes'ten rivayet ederler: Amcası Enes bin Nadr
Uhud'da demiştir ki: "Vallahi ben, Uhud'un hemen yanı başında cennetin
kokusunu duyuyorum! ve hiç şüphe etmiyorum ki bu, cennet kokusudur!"
İbn-i İshak der ki: Bana Asım bin Ömer Katâde'den şöyle
nakletti: Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve
sellem) buyurdu ki: "Hanzala'nın gaslini
melekler yapmıştır." Bunun üzerine Hanzala'nın hanımına, onun halini
sordular. O da şöyle dedi: Peygamber
efendimizin vazifelendirdiği adam gelip te:
"Haydin savaşa, savaşa" diye ilan edince Hanzala, kendisi için
gerekli gusül abdestini almaya fırsat bulamadan, koşup askere katılmıştı."
Demek ki Peygamber efendimizin "Melekler Hanzala'nın gaslini yapıyor"
buyurmasının sebebi bu imiş."
(Bunu Beyhekî de rivayet etmiştir. Serrâc
da Müsned'inde bu haberi nakletmiştir.
Ayrıca Hakim de sahihtir kaydıyla bunu rivayet etmiştir.)
Ebû Ya'lâ, Bezzar, Hakim ve Ebû Nuaym Enes bin Malik'ten rivayet
ederler. O şöyle demiştir: Ensardan olan Evs kabilesi ile Hazrec kabilesi
birbine karşı iftihar edip Hazrecliler: "Bizden dört kıymetli zat vardır ki, Kur'an'ın tamamim hıfzetmişlerdir. Bunlar: Muaz, Übeyy,
Zeyd ve Ebû Zeyd'dir" dediler. Evsli olanlar da dediler ki: "Ölümü
üzerine arşın titrediği Sa'd bin Muaz bizdendir, tek
başına şahitliği iki şahit yerine geçen Huzeyme
bizdendir, şehid düştükten sonra cesedi müşriklerin
eline geçmesin diye, sürü halindeki bal arıları tarafından korunan Asım bin
Sabit bizdendir, cenazesini meleklerin yıkadığı Hanzala bin Ebû Amir de
bizdendir."
Buhârî ve Müslim Cabir'den rivayet ederler,
O şöyle demiştir: Uhud da babam şehid düştüğü zaman halam ağlamaya başladı.
Rasulüllah efendimiz de halama hitaben: "Sen ister ağla ister ağlama; siz onun cenazesini kaldırmcaya kadar melekler ona gölge
edip durmuştur!" buyurdu.
Sahihtir kaydıyla Hakim ve Beyhekî Zeyd bin Sâbit'ten rivayet
eder. O demiştir ki: "Uhud günü Rasulüllah efendimiz beni Sa'd bin Rabi'i
aramaya gönderdi ve dedi ki: "Sa'd'i gördüğünde ona benden selam söyle ve kendisini nasıl bulduğunu sorduğumu da ona hatırlat!"
Ben hemen gidip onu
aramaya koyuldum. Kendisini bulduğumda o can çekişmekte idi. En az
vücudunun yetmiş yerinden yara almış durumda
idi. Her tarafı mızrak, kılıç ve ok yarası idi. Kendisine Rasulüllah'ın selamim ve kelamim haber
verdim. O da dedi ki: "Sen dahi Rasulüllah'a haber ver ki: "Ey
Allah'ın Rasulü, ben şu anda cennetin kokusunu
almaktayım!" Ayrıca kavmim ensara da de ki: "Ey Ensar eğer sizlerde
hayat namına bir eser ve hareket bulunduğu halde, düşmanın
Rasulüllah'a ulaşmasına meydan verecek olursanız, iyi biliniz ki Allah
yanında hiç bir özrünüz kalmayacaktır!" O bana bunları söyledi ve sonra canim çok sevdiği ve itaatında bulunduğu Allah'a teslim eyledi."
Beyhekî der ki: Vâkıdî, Sa'd bin Hayseme'nin babası
Hayseme hakkındaki kıssayı şöyle anlatır:
"Hayseme Uhud günü Rasulüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) dedi ki: "Ey Allah'ın rasülü, ben Bedir savaşma
katılamadım. Şöyle
ki: Oğlum Sa'd ile aramızda kura çektik,
aslında her ikimiz de Bedir'e katılmak için çok hevesli olduğumuz halde kura
Sa'd'e çıktı ve Bedir'e gidip şehid oldu. Geçen gece rüyamda oğlum Sa'd'i gördüm, çok güzel idi. Cennette geziniyor,
istediği cennet nimetlerinden yiyor,
nehirlerinde bir balık gibi yüzüyordu. Bana diyordu ki: "Babacığım sen de
bize katıl, cennette bize arkadaşlık et!" Ben,
Rabbim bana ne vadetti ise hepsini cennette hazır buldum!" Ben bu rüyadan
uyandıktan sonra ey Allah'ın rasülü, vallahi cennette onlara arkadaşlık
etmeye çok arzulu bulunuyorum. Ne olur benim için dua buyurunuz da, Allah bana oğlum Sa'd gibi şehidlik nasip eylesin!"
Bunun üzerine Rasulüllah efendimiz kendisi
için dua buyurdular. O da katıldığı Uhud savaşında şehid olarak vefat etti.
İbn-i Sa'd, Hakim, Beyhekî Saîd bin Müseyyib'den
rivayet eder. O şöyle demiştir: Uhud savaşından bir gün evvel idi. Birisi
Abdullah bin Cahş'ın şöyle dua ettiğini duydu: "Ey Allah'ım, ben sana karşı
and içiyorum ki, yarın ben düşmanla karşılaşayım
onlar beni senin yolunda öldürsünler, karnımı deşsinler, burnumu kulağımı kessinler! Sonra ben senin huzuruna geldiğimde
sen bana sorasın ki: "Ey Abdullah, bütün bunlar niçin? Ben de sana diyeyim
ki: "Ey Rabbim hiç şüphesiz sana malum olduğu gibi bütün bunlar Sa'dece ve
Sa'dece senin içindir!" Sonra Uhud'a
çıkıldı, görüldü ki Abdullah
bin Cahş [40] şehid olmuş; kendisinin dua ettiği
gibi karnı deşilmiş, burnu ve kulakları kesilmiştir. Onu bu yolda dua ederken
işiten zat da demiştir ki; bu aynen gerçekleştiği
gibi, kalan kısmimn da ilahi huzurda
gerçekleşmesi ve onun "İşte ya Rabbi, bütün bunlar senin
içindi, senin yolunda başıma geldi" demesi de Allah'dan ümid edilir.
Abdurrezzak der ki:
Bana Muammer Saîd bin Abdurrahman el-Cakşî'den
haber verdi. O'na da hocaları söylemiş. Şöyle ki: Abdullah bin Cahş, Uhud'da savaşırken kılıcı elinden gitmiş.
Rasuiüllah'a müracat ederek bir kılıç istemiş.
Rasulüllah efendimiz de kendisine bir hurma dalı vermiş: "Al bununla savaş"
buyurmuş. Elindeki hurma çubuğu Abdullah'ın elinde
bir kılıca dönüşmüş, o da bununla
savaşmaştır."
(Bu haberi Beyhekî de rivayet etmiştir.)
Taberânî ve Ebû Nuaym Katade'den naklederler. O
demiştir ki: "Ben Uhud savaşında
Rasulüllah'ın yüzüne isabet olmasın diye kendi yüzümü oklara karşı
tutuyordum. Derken son atılan oklardan biri benim gözüme isabet etti. Ben elimle
gözümü tutarak, Rasulüllah efendimize müracaat ettim. O durumu görünce
iki gözlerinden yaşlar dökerek ağladı
ve mübarek ellerini kaldırarak yüce Allah'a dua eyledi. Dedi ki: "Ey
Allah'ım, Katade kendi yüzünü gererek senin Peygamberini nasıl korumaya çalıştı
ise, sen de onu Öyle
koru ve onun isabet alan gözünü, ötekinden daha güzel ve daha iyi görür hale
getir!"
(Sonra mübarek eliyle
gözünü yerine iade eyledi. Onun isabet alan gözü de, Öteki gözünden daha güzel
ve daha iyi görür hale geldi.)
İbn-i İshak, Asım bin Ömer bin Katade'den rivayet eder: Uhud savaşında Katade bin Numan'ın gözü
bir isabet aldı. Hatta yanağı üzerine aktı. Rasulüllah efendimiz bunu eliyle
yerine iade etti. Katade'nin bu gözü öbür gözünden güzel ve daha iyi görür oldu."
(Bu haberi İbn-i Sa'd, Beyhekîve Ebû Nuaym, "Bedir'de vukua geldi" diye
naklederler. Ebû
Ya'lâ ve Ebû Nuaym ise, Asını bin Ömer tarikiyle (burada olduğu gibi) "Uhud'da vukua geldi" şeklinde verirler ve ayrıca: "Katade'nin iki gözünden
yara alanın hangisi olduğu hiç belli olmadı"
İfadesini kullanırlar.
Yine Beyhekî ve Vakidi'nin diğer tariklerden olan rivayetleri de bunu teyid eder
mahiyettedir. (Doğrusu da budur, yani Katade'nin gözünün isabet alması, Rasulüllah'ın da onu yerine iade
buyurup tamamen iyi olması olayı; Bedir'de değil Uhud'da vukua gelmiş olmasıdır.)
Vâkıdî, Beyhekî Nafi bin Cübeyr'den
nakleder. O demişir ki: "Ben muhacirlerden birinin şöyle dediğini işittim: Uhud savaşı
sırasında her taraftan oklar yağıyordu. Rasulüllah efendimiz de bu okların
arasında kalmıştı. Ashabdan bazıları vücutlarim geîen
oklara siper ederek Rasulüllah'ı korumaya çalışıyorlardı.
[41] Bu sırada Abdullah bin Şihab adındaki müşrik, "Muhammed'i bana gösteriniz! Bugün o kurtulursa ben kurtulamam. Bugün
muhakkak onun hakkından gelmeliyim!" diye bağırıyordu.
Rasulüllah efendimiz ona yakın bulunuyordu, fakat o Rasulüllah'ı göremiyordu. Yine müşriklerden
SafVan, Abdullah bin Şihab'ı azarlıyor ve kendisine şöyle
diyordu: "Vallahi ben onu aynı niyetle görmek istedimse de, bir türlü
göremedim! Yine yemin ederek söylüyorum ki, bizını ona ulaşmamız mümkün değildir! Biz dört kişi
sırf Muhammed'i Öldürmek üzere O'nun üzerine gittik, fakat hiç birimiz
buna muvaffak olamadık; onun kendisini bir türlü göremedik!
Sen nereden buna muvaffak olacaksın?"
Ebû Nuaym Nafi bin Asım'dan şöyle rivayet eder: "Uhud'da
Rasulüllah efendimizin yüzünü yaralayan şahıs,
Abdullah bin Kamie'dir. Bu adam Hüzeyl kabilesine mensup idi. Allah ona bir
koçu musallat eyledi, koç kendisine o kadar şiddetle
tosladı ki, onu cansız yere
serdi."
Beyhekî Amr bin
Sâib'den rivayet eder. O demiştir ki: Ebû Said
el-Hudri'nin babası Malik, Uhud'da Peygamber efendimiz yaralandığı
zaman derhal yaranın kanim emmiş ve
yarayı temizlemişti. Rasulüllah'ın yarası da tertemiz ve
bembeyaz olmuştu. Bu sırada Malik'e: "Emdiğin kanı yere tukur"
dediler. O "Ben asla Rasulüllah'ın kanim yere tüküremem!" dedi. Sonra
dönüp gitti ve savaşa devam etti. Peygamber efendimiz de
onun arkasından şöyle buyurdular: "Her kim cennetlik bir adama
bakmak istiyorsa, İşte ona baksın!" Az sonra da Malik
Allah yolunda şehid olanların safına katıldı."
Beyhekî İmâm-ı
Şafii'den şöyle nakleder: "Bedir savaşı esirlerinden fidye alınmadan
serbest bırakılanlar arasında, Ebû Izze el-Cümehi'de vardı. Rasulüllah
efendimiz onu kızları kimsesiz kalmasın diye serbest bırakmıştı. Ayrıca
kendisinden bir daha karşısına çıkmaması için de ahd almıştı. Fakat o ahdini
bozdu ve Uhud'da yine Rasulüllah'ın karşısına çıktı. Rasulüllah da onun
kaçırılmaması hakkında dua buyurdu. Derken o ele geçirildi ve Rasulüllah'ın
emriyle boynu vuruldu. Uhud'da ele geçirilen tek harb esiri de o idi."
Beyhekî Urve'den
şöyle rivayet eder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) Uhud günü buyurdu ki: "Artık bu,
müşriklerin bize son saldırışıdır. Bundan böyle onlar böylesine bir saldırı ve hareketi bir daha yap
amayacaklardır!"
. İbn-i Sa'd'in
Vâkıdî'den olan rivayetinde ise şöyle denilmiştir:
Rasulüllah efendimiz buyurdu: "Artık müşrikler bugünkü gibi bize bir daha zarar
veremeyeceklerdir, nihayet biz üstünlük kazanıp Kabe'yi tavaf edeceğiz!"
İbn-i Sa'd, Hakim ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet eder: Uhud günü Hamza şehid olunca
kardeşi Safiye koşarak geldi ve onu aramaya başladı.
Tabii onun basma gelenlerden haberi yoktu. Ali ve Zübeyr'e rastlayıp:
"Hamza ne oldu?" diye sordu. Onlar da kendisine bu hususta bir
bilgileri olmadığı şeklinde işarette bulundular. Nihayet Safiye Rasulüllah efendimize
müracat ederek kardeşi Hamza hakkında bilgi edinmek istedi.
Rasulüllah efendimiz de onun aşırı üzüntüden aklim kaybedeceğinden korkarak,
mübarek elini onun kalbi üzerine koyup dua ve niyazda bulundu. O da durumu
anlayıp istircada bulunup ağladı. (Yani müslümanların bir ölüm olayı
karşısında söyledikleri: "İnna lillahi ve inna ileyhi râciûn - Bizler hep
Allah için varız ve sonunda hepimiz O'nun huzuruna döneceğiz" sözünü
söyledi ve kendisini tutamayarak, ağlamaya başladı.)
İbn-i Sa'd, Hakim ve Beyhekî Hevze
bin Halifeden o da Avf bin Muhammed'den nakleder: Bana ulaşan habere göre, Utbe
bin Rabia'nın kızı Hind, Uhud harbinden evvel: "Eğer Hamza'nın
öldürüldüğünü görürsem, ciğerini söktürüp yiyeceğim!" diye adamıştı. Hamza
Uhud'da şehid düşünce, ciğerinden bir parça koparıp Hind'e getirdiler. O da
bunu ağzına alıp çiğnemeye başladı. Fakat her ne kadar çiğnedi ise de, yutmaya
güç getiremedi. Yutamayacağim anlayınca ağzından çıkarıp attı. Haber Rasulüllah
efendimize ulaşınca şöyle buyurdular: "Hamza'nın etinden her hangi bir
şeyi tatmasını Allah cehennem ateşine haram kılmıştır!" [42] İbn-i Sa'd'in
Vâkıdî tankıyla sevkettiği bir haberde deniliyor ki: "Süveyd bin Sâmit,
müslümanlığın zuhurundan önce vukua gelen bir çarpışmada, Miczer'in babası
Ziyad'ı öldürmüştü. Miczer de bir yolunu bulup Süveyd'i öldürmüştü. İslâm'ın
zuhurundan sonra Rasulüllah Medine'ye hicret buyurdular. Bu sırada Süveyd'in
oğlu Haris müslüman oldu, Ziyad'ın oğlu Miczer'de müslümanlığı kabul
etti. Bunlardan her
ikisi de Bedir savaşma katıldılar. Bir ara Haris babasının intikamim almak
için Miczer'i Öldürmek isteyip aramaya başladı.
Fakat bu kendisi için mümkün olmadı. Derken Uhud savaşı zuhur etti. Uhud'da
müslümanların hezınıete uğrayıp ortalığın iyice karıştığı bir sırada Haris,
Miczer'in arkasından yaklaşıp boynunu bir kılıç darbesi ile uçurdu.
Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) Hamrâü'l-Esed'den
dönüşü sırasında, Cebrâîl (aleyhisselâm) gelip durumu ona haber verdi, suçuna
karşılık Hâris'in öldürülmesi gerektiğini bildirdi. Peygamber Efendimiz de
derhal binitine atlayıp soluğu Kubada aldı. O gün sıcak pek şiddetli idi. Küba mescidine girip namaz kıldı. Ensar,
kendilerinin gelişini duyup koşarak geldiler. O'nun bu saatte ve böyle şeddetli
bir sıcakta gelişini yadırgadılar. Bunda muhakkak bir iş olduğu kanaatine vardılar. Derken Süved'in oğlu Haris de
geldi. Peygamberimiz onun geldiğini görünce, Uveym bin Sâide'yi yanına çağırdı ve ona: "Haris bin Süveyd'in
elinden tutup Mescid'in kapısı önüne götür
ve oracıkta onun boynunu vur!" diye emretti. Ayrıca ölüm sebebi olarak
onun suçunun: "Haksız yere ve habersiz olarak Miczer bin Ziyad'ı
öldürmesi" olduğunu da bildirdi. Haris derhal söze atılıp: "Ey
Allah'ın Rasülü, ben vallahi onu şeytanın bir oyunu ve sırf nefsınıe uymam
nedeniyle öldürdüm. Yoksa İslâm'dan dönmek maksadıyla öldürmüş değilim! İslâm'a
bağlılığım aynen mevcut ve tamdır. İşlediğim bu günahımdan dolayı da Allah'a ve
Rasülüne tevbe [43] ediyorum. Ayrıca onun diyetini (kan parasını) vermeye
veya peşpeşe iki ay oruç tutmaya, yahut da köle azat etmeye de hazırım!"
dedi. O sözüzünü bitirince Rasulüllah Efendimiz, Uveym'e hitaben: "Onu
mescidin kapısı önüne götür ve boynunu vur!" dedi. Uveym de götürüp
boynunu vurdu. Rasulüllah'ın şairi Hassan bin Sabit de bu hususta çok manalı
mısralar terennüm ederek, onun gizli kalacağım zannettiği suçunun, nasıl açığa
çıkarılarak cezasını bulduğunu; şiir cümleleri halinde ifadeye çalıştı."
İbn-i Sa'd, Beyhekî ve Ebû Nuaym diğer
bir tarikle Cabir'den şöyle naklederler: Hicri kırkıncı yılın başları idi.
İdarenin başında Muaviye vardı. Muaviye Uhud şehidlerinin defnedildiği yerden
su geçirmek istiyordu. Bunun için orada yatan şehidlerin yakınlarimn, şehidlere
ait cesetleri çıkarıp başka bir yere nakletmeleri hakkında bir ilan yaptırdı.
Bunun üzerine biz şehidlerimizin kabirlerini açarak cesetlerini çıkardık.
Gördük ki onların cesetleri yeni defnedilmiş gibi taze idi. Çıkarma çalışmaları
yapılırken Hamza'nın ayağına kürek dokunmuştu. Onun ayağından da taze kan
aktığım gördük."
Vâkıdî'nin bir rivayetinde denilmektedir
ki: Cabirin babası Abdullah'ın kabri açıldığı zaman, elini yarası üzerinde
tutmuş bir vaziyette bulunmuş, elini yaranın üzerinden ayırınca yaranın
kanadığim görmüşler. Tekrar elini yara üzerine koyduklarında kanamanın
dindiğine şahid olmuşlar."
Cabir'in bu husustaki kendi ifadesi de
şöyledir: "Kabri açtığımız zaman, babamı sanki kabrinde uyuyor zannettim.
Kefeni dahi defnedildiği günkü gibi hiç bozulmamıştı."
Ebû Said el-Hudri diyor ki: "Bir
münkir, bundan sonra haklı olarak böyle bir şeyi inkar etmiş olamaz! Gerçekten
onlar bu kabirleri açarken bir miktar toprak aldıklarında altından mis gibi bir
kokunun yayıldığim da duyuyorlardı."
Beyhekî Ebû
Hureyre'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Uhud şehidleri hakkında buyurdular: "Ben bunların Allah
indinde şehid olduğuna şahadet ederim! Sizler
gelip bunları ziyaret ediniz. Varlığım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, her kim bu
şehidlerin ziyaretine gelir ve onlara selam verirse, muhakkak onlar kendilerine
verilen selama, selamla karşılık verirler. Bu tâ
kıyamet gününe kadar böyledir."
Sahihtir kaydıyla Hâkim ve Beyhekî Attâf bin Hâlid
el-Mahzûmt'den rivayet eder. O da Ebû Ferve'ye ulaşan bir senedle der ki:
"Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Uhud şehidlerinin kabirlerini ziyaret edip buyurdu ki:
"Ey Allah'ım senin kulun ve Peygamberin şahadet eder ki bunlar gerçekten şehiddirler!
ve bunlar kendilerini ziyaret edip de selam veren kimselere, selam ile karşılık verirler. Bu tâ kıyamet gününe kadar böyledir."
Beyhekî Vâkıdî'den nakleder: Hudâa kabilesinden olan
Fâtıma demiş ki: "Bir
gün,Uhud şehidlerinden Hamza'yı ziyaret ettim, dedim
ki:
"Allah'ın selamı üzerine olsun, ey
Rasulüllah'ın amcası!" Bunun üzerine ben, bana: "Allah'ın selamı
senin üzerine de olsun!" diyen bir ses duydum. Bu ses aynı zamanda: "Ve Allah'ın rahmeti de senin üzerine olsun!"
diye selamim benimkinden daha
da güzelleştiriyordu."[44]
Hamrâu’l-Esed’de Görülen Bazı Fevkalâdelikler
İbn-i İshak der ki: Bana Abdullah bin
Ebû Bekir ki o, Muhammed bin Amr bin Hizam'ın oğludur, şöyle nakletti: "Kureyş askerinin komutanı Ebû Süfyan, Medine'ye gitmekte
olan Abdu'l-Kays kervanına dedi ki: "Muhammed'e
söyleyiniz, İşte biz onun ve ashabimn kökünü kazınıak üzere dönüş yapmaya ittifakla karar
verdik!" Kervan Rasulüllah'a uğradığı zaman, Ebû Süfyan'ın söylediklerini nakletti. Peygamberimiz de yanındaki
müslümanlarla birlikte: "Bize Allah yeter. O ne güzel vekil ve
yardımcıdır!" diyerek karşılık verdi." [45]
Buhârî İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O demiştir ki: "İbrâhim (aleyhisselâm) ateşe atıldığı zaman: "Hasbünallâh ve
nîmel-vekîl = Allah bize yeter ve o ne güzel vekildir!" diyerek Allah'a sığındı; düşmanları kendisine korku
vermek istedikleri zaman, Peygamberimiz Muhammed (aleyhisselâm) da; böyle
diyerek Allah'a sığındı."
İbn-i Münzir tefsirinde İbn-i Cüreyc'den nakleder. O, Yüce Allah'ın
kitabındaki: "Bundan dolayı Allah'tan bir nimet ve bollukla geri döndüler,
kendilerine hiç bir kötülük dokunmadı" [46] anlamına gelen
ayetiyle ilgili olarak şunları söylemişlerdir: Bedir'den dönen
müşriklerden biri Mekke'ye gelip İslâm
ordusunun kuvveti hakkında korkutucu bir haber getirdi. Müşrikler de korkarak hiçbir harekette bulunamadılar.[47]
Racî' Gazvesinde Görülen Bazı Fevkalâdelikler
Buhârî Ebû Hureyre'den nakleder. O
demiştir ki: "Rasulüllah Efendimiz küçük bir askeri topluluğu gözcü olarak vazifelendirdiği zaman, Asım bin Sabit'i onların üzerine emir olarak tayin etti ve gönderdi. Bunlar yollarına devam edip Usfan ile Mekke
arasında bir yere vardılar. Huzeyl kabilesinden bazılarimn
bundan haberi oldu. iz sürerek onların yakimna
kadar geldiler. Yüz kadar okçuları vardı. (Tamamı ikiyüz kadar idi). Yedi kişiden ibaret bulunana müslümanla-rın bulunduğu yere geldiler ve onlardan
teslim olmalarim istediler. Asını arkadaşlarım
alarak derhal küçük bir dağın tepesine tırmandılar. Huzeylliler etrafı çember
içine aldılar ve teslim oldukları halde hiçbirini öldürmeyeceklerine
dair and içtiler. Asını, "Ben şahsını adına bir kafirin
sözüne güvenerek teslim olamam!" dedi ve kısa bir
dua ile Allah'a iltica edip: "Ey Allah'ım, sevgili Peygamberini, bizını durumumuzdan haberdar eyle!" diye yalvardı.
Bir avuç müslümanın teslim olmayacağım anlayan Huzeylliler, onları ok yağmuruna tutmaya başladılar. Asım'ı öldürdüler.
Ayrıca üç arkadaşim daha Öldürdüler. Kalan üçü teslim olmak zorunda kaldı ve
Huzeylliler bunlara hiç dokunmayacaklarına dair söz verdiler. Bunlar da dağdan inip
teslim oldular. Teslim olur olmaz Huzeylliler tarafından bağlandılar. Üç müslümandan biri: "Bizi
bağlamanız andlaşmayı
çiğnemenizin ilk
alametidir" diye bağırdı ve onlarla birlikte gitmeyi kabul
etmedi. Onlar da onu oracıkta öldürdüler. Hubeyb ile Zeyd bin Desine'yi alarak
oradan gittiler. Mekke'ye götürüp esir olarak
sattılar. Hubeyb'i Haris bin Amir'in oğulları satın aldı. Bedir'de Hâris'i
Hubeyb öldürmüştü. Hâris'in
oğulları da Hubeyb'i satın alıp babalarimn yerine öldürmek istiyorlardı. Bir müddet Hubeyb'i esir olarak
tutukladılar. Halbuki Hubeyb bir harb esiri değildi. Sa'dece hıyanete uğramıştı,
idam edileceği gün gelmişti. O gün Hubeyb gerekli bazı temizlikleri (boy
abdestinden önce) yapması için, Hâris'in kızlarından birine usutura
bıçağı istedi. O da getirip verdi. Bu sırada ortalıkta oynayan sabi
bir çocuk vardı. Çocuk Hubeyb'in yanına kadar gitti. Hubeyb de yanına kadar
gelen bu çocuğu dizine oturtup
sevmeye başladı. Durumu farkeden ve daha önce
Hubeyb'in ricası üzerine ona ustura bıçağim vermiş bulunan çocuğun
annesi, korkudan bayılayazdı. Onun geçirdiği bu sarsıntıyı farkeden Hubeyb ona:
"Yoksa onu öldüreceğimi mi sandimz? Vallahi bir müslüman, böyle bir hıyanet yapmaz! inşallah ben dahi yapmayacağım! Ben Sa'dece
yanıma kadar sokulan bu sevimli sabiyi sevmek istedim hepsi o kadar"
diyerek kendisini teselli etti ve; kendisi kadr ve hıyanete uğramış olsa
bile bir müslümanın, suçsuz bir kimseye karşı bir kötülük yapamayacağimn çok güzel bir Örneğini verdi.
Bu hali, büyük korkular ve sarsıntılar
geçirdikten sonra açıkça yaşamış bulunan
Haris'in kızı ve o sabinin annesi; Hubeyb hakkında çok güzel şeyler söylemiş ve şöyle demiştir: "Vallahi ben, Hubeyb kadar hayırlı bir esir
görmedim! O istese idi
çocuğumuzu esir alabilir veya Öldürebilirdi. Ayrıca ben onu o günlerde Mekke'de hiç
bir meyve bulunmadığı halde, elinde büyükçe bir üzüm salkımı tuttuğunu ve bu üzümden yemekte olduğunu da gördüm. Halbuki kendisi demir zincirlerle bağlı idi. Hiç şüphe etmiyorum ki, onun yediği üzüm ona, Allah tarafından gönderilmiş bir rızık idi."
Derken Hubeyb'i idam
edileceği yere götürdüler.
Güzelce temizlenip abdestini almış bulunan Hubeyb,
iki rekat namaz kılması için kendisine müsade edilmesini istedi. Müsade
ettiler, o da namazını kıldı. Sonra ellerini kaldırarak yüceler yücesi Allah'a şu niyazda bulundu: "Ey Allahım İşte Kureyş müşrikleri, beni haksız yere idam ediyor! Sen onların
hepsinin teker teker hakkından gelip cezalarim ver! Hiç birini sağ koma, hepsini gebert!"
Daha önce Huzeylliler tarafından öldürülmüş bulunan Asım da duasında: "Allah'ım sevgili Peygamberini durumumuzdan haberdar et!" diye yalvarmıştı.
Allah onun bu duasını kabul
buyurup Peygamberini durumdan haberdar eyledi. Kureyş ise mutlaka Asını'ın cesedini ele geçirmek istiyordu.
Hiç değilse kellesini veya vücudundan herhangi bir parçayı... Bu maksatla bazı
adamlar gönderdiler. Asını'ın şehid düştüğü yere kadar gittiler. Fakat bu sırada yüce
Allah öylesine bal arısı sürüsü gönderdi
ki, bir türlü Asını'a yaklaşamadılar. Cenab-ı Hak,
onu böylece Kureyşin
adamlarından korumuş oldu." [48]
Beyhekî ve Ebû Nuaym'ın Mûsa bin Ukbe tarikiyle İbn-i Şihab'dan olan rivayetinde
de şöyle denilmektedir: "Hubeyb idam edileceği
sırada: "Allah'ım benim Peygamberime haber gönderecek
kimsem yok! Sen ona benim selamımı ulaştırıver!" diye de duada
bulunmuştu. Cebrâîl (aleyhisselâm) da onun bu selamim getirip Peygamber efendimize tebliğ eyledi.
Derler ki, Hubeyb'in
idam edildiği gün, Peygamber efendimiz ashabtan bazıları ile oturuyor. Bir ara: "Ve aleykesselam" yani Allah'ın selamı senin de üzerine olsun ey Hubeyb,
dediği duyuldu. Peygamberimiz, bu sözün sonunda da: "Kureyş onu öldürdü"
buyurdu.
Beyhekî'nin İbn-i İshak tarikiyle
Asım bin Ömer bin Katade'den sevkettiği bir haber ise şu
merkezdedir: "Huzeylîiler Asını bin Sabit'i öldürdükleri zaman, onun başim alıp Sülafe bint Sa'd'e götürüp satmak istediler. Sülafe
daha önce Uhud'da öldürülen iki oğlunun intikamim almak üzere:
"Eğer Asını'ın başim ele
geçirecek olursam, vallahi onun kafatası içinde şArap içeceğim!" diye yeminler ve ahidler etmişti. Huzeylîiler de sırf ondan bol dünyalık elde etmek
için mutlaka Asını'ın başim ona götürmek
istiyorlardı. Bunun için çok çalıştılar fakat bal arılarimn çokluğu buna engel oldu. Baktılar istedikleri olmuyor,
"bari akşamı bekliydim" dediler. Akşam olunca arıların dağılacağim ve Asırn'ın kellesini alabileceklerini
ümid ederek, akşama kadar beklediler. Fakat akşam olunca vadiden sel akmaya başladı. Yine Asını'ın cesedine ulaşamadılar.
Asını'ın cesedi kayıplara karıştı, bir türlü
bulunamadı. Zaten Asını, daha önceleri hiç bir müşrikin
cesedine dokunmaması ve hiç bir müşrikin de kendi cesedine
dokunamaması hakkında yüce Allah'a yalvarıp çok niyazlarda bulunmuştu.
Hayatında her şeye
kadir olan Allah'tan böyle niyaz eden Asını; ölümünde de müşriklerin eline
geçmesinden yüce Allah tarafından korunmuştur.
(Beyhekî ve Ebû Nuaym'ın Büreyde bin Süfyan el-Eslemi'den sevkettiği bir haber daha vardır. O dahi bu mealdedir. Şu
kadar var ki, bu rivayette: "Rasulüllah'ın: "Allah'ın selamı senin de
üzerine olsun" dediği duyulduğu
zaman, ashabı kiram sormuşlar: "Ey Allah'ın
rasülü, kimin selamına karşılık veriyorsunuz?"
diye... Peygamberimiz de: "Kardeşiniz
Hubeyb'e. Çünkü şu anda müşrikler onu idam etmek üzeredir" buyurmuş" denilmektedir.)
Yine bu rivayette
fazladan olarak şu bilgi de verilmektedir: Hubeyb idam edileceği sehpa üzerine çıkarıldığı zaman, bazı dualar etti.
Sonra boynunu vurdular. Bu sırada müşriklerden biri vicdanı
durumu kaldırmadığı için, yere yatıp bu acı ve feci manzarayı seyretmek
istemedi, İşte orada bulunanların tamamı, bir sene geçmeden hepsi öldüler. Sa'dece Hubeyb dua
ederken başimn vurulmasını görmeyeyim diye yere kapanan şahıs, hayatta kaldı."
İbn-i İshak der kU Bana Abdullah bin
Ebû Necih, Huceyr bin Ebû îhâb'ın azadlısı Muaviye'den
nakletti. O demiştir ki: "Hubeyb
Mekke'ye getirildiği zaman benim evimde hapsedildi. Bir gün
ben kendisine baktığımda, elindeki üzüm salkımından yemekte olduğunu gördüm. Elindeki salkım, onun başından
daha büyüktü ve o günlerde Mekke'de bir tek üzüm danesi bile bulunamazdı." (Bu haberi,
Muaviye'den İbn-i Sa'd'da rivayet etmiştir.)
İbn-i Ebî Şeybe ve Beyhekî, Cafer bin Ömer tarikiyle onun babasından, o da dedesinden şöyle nakleder: "Hubeyb'in
başı vurulmak üzere bağlandığı ağaca çıkıp onun cesedini oradan kurtardım. Başkaları beni görecek diye çok
korkuyordum, İpi çözünce Hubeyb'in cesedi yere düştü, fakat düştüğü yer uzak değildi.
Sonra baktım Hubeyb'in cesedi ortalıkta yok. Ne kadar bakındım ise de onu göremedim, sanki onu yer yutmuştu.
Bu güne kadar da Hubeyb'in cesedi nerededir
veya kemikleri nerededir bilen olmamıştır." [49]
Ebû Yusuf Kitabul-Letaif adlı esefinde
Dahhak'tan şu haberi
nakletmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mikdad ile Zübeyr'i, Hubeyb'in
cesedim idam edildiği ağaçtan indirmek üzere
vazifelendirip gönderdi. Bunlar da bu maksatla gittiklerinde Hubeyb'in
cesedinin başında kırk kişinin nöbet tuttuklarim gördüler. Fakat bunların hepsi sarhoş olup kendilerinde değildi. Bunu fırsat bilerek Hubeyb'in cesedim
indirdiler ve Zübeyr'in atına yükleyerek oradan uzaklaştılar. Durumdan haberdar olan müşrikler
bunları takibe çıkıp peşlerinden
yetiştiler. Durumu gören Zübeyr, Hubeyb'in cenazesini atından
yere attı. İşte bu sırada yer onun cesedini yuttu. Bu sebeple de ona:
"Beliu'l-ard = Cesedi yer tarafından yutulan adam" adı
verildi."
Vahidi der ki:
Bana İbrahim bin Cafer babasından naklen şöyle
anlattı: "Bir gün Kureyş toplu bir halde iken Ebû Süfyan: "Gidip te ansızın Muhammed'i öldürebilecek
bir adam bulamıyorum! Muhammed ise serbestçe sokaklarda yürüyor" diye bağırdı. Adamın biri yanına yaklaşıp: "Eğer sen bana yardım edersen, ben bu işin üstesinden gelirim. Benim,
karakuşun gagasından daha keskin hançerim var,
gizlice gider onu öldürürüm.
Yeter ki sen bana destek ol!" dedi. Ebû Süfyan ona: "Sen bizını
gerçekten çok değerli bir arkadaşımızsın.
Sana binit ve nafaka veriyorum. Haydi git bu işin üstesinden geliver!"
dedi. Bu işi son derece gizli tutması için de çok
tenbihte bulundu ve dedi ki: "Bunun Muhammed'in kulağına gitmesinden son
derece korkarım!"
Bu şekilde adamı yola çıkardılar. Adam da ağzını çok sıkı tutacağına kafi söz vererek yola çıktı. Beş gün
devesi üzerinde yol gitti. Altıncı gün öğle vaktinde Medine'ye vardı. Doğruca Hazret-i Peygamberin yanına gitti. Onun gelmekte
olduğunu gören Peygamber efendimiz ashabına:
"Bu adam kötü niyetle
gelmektedir. Fakat Allah onun ile yapmak istediği iş arasında engel olucudur!" buyurdu. Adam
gelir gelmez de derhal: "Bana doğruyu söyleyeceksin, buraya geliş sebebin nedir?"
diyerek onu sorguya çekti. "Bak eğer bana doğruyu söylersen, bunun faydasını da görürsün, yok eğer yalan söylersen
bunun sana hiç bir faydası olmayacaktır. Zira senin buraya niçin geldiğinden haberdar edilmiş
bulunuyorum" buyurdu. Adamcağız: "Eğer doğru, söylersem emniyette
miyim?" dedi. Peygamber efendimiz de kendisine: "Evet
emniyettesin" buyurdu. Adamcağız da durumu olduğu gibi anlattı. Ebû Süfyan'ın
esefler ederek Kureyşe hitaben yaptığı konuşmayı, bunun üzerine kendisinin söylediklerini
ve ne gibi bir maksatla yola çıkıp Medine'ye geldiğini, bir bir anlattı.
Bunun üzerine Peygamber efendimiz adama: "Şimdi sen
emniyettesin, istediğin yere gidebilirsin! Fakat dilersen
senin için bundan daha hayırlı bir şey vardır, onu yine
kendi isteğinle kabul
edersin!" buyurdu. Adamcağız: "Benim için
daha hayırlı olan şey ne
imiş?" diye sordu. Peygamberimiz de: "Allah'tan başka hiç bir ilah olmadığına, benim de onun elçisi
bulunduğuma şahadet
etmendir!" buyurdu. Adamcağız da derhal şahadet getirerek
müslüman oldu. Sonra şunları söyledi:
"Vallahi aslında ben, insanlardan hiç korkmazdım. Fakat sizin huzurunuza
geldiğim zaman, aklım başımdan gitti ve nefsınıe
büyük bir zayıflık hakim oldu. Sonra hiç bir kimsenin bilmediği bir şeye sizin muttali kılınmış bulunduğunuzu gördüm.
Anladım ki siz Allah tarafından korunmaktasınız ve; Allah'ın size gösterdiği hak yol üzerinde bulunmaktasınız. Bu durumda sizin bana kılavuzluk ettiğiniz şahadeti getirerek müslüman
olmakta hiç tereddüt etmedim!"
Bu olaydan
sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Amr bin Ümeyye el-Damri ile
Seleme bin Eşlem'i çağırarak buyurdu ki: "Haydi ikiniz birlikte gidiniz,
eğer Ebû Süfyan denilen
Allah'ın düşmanim ansızın öldürme
imkanı bulursanız, hiç tereddüt etmeden öldürünüz!"
Amr bin Ümeyye diyor
ki: Mekke'ye yaklaştığımızda arkadaşım bana dedi ki: "Önce Beytullah'a gidip yedi defa etrafında tavafta bulunup,
iki rekatçıkta namaz kılmak istemez misin?" Ben de kendisine: "Orada
herkes beni çok tanır" dedim ve onun teklifini kabul etmek istemedim.
Fakat o ısrar etti ve beni dinlemedi. Bunun üzerine gidip tavafta bulunduk ve
iki rekat namaz kıldık. Bu sırada oraya gelen Ebû Süfyan'ın
oğlu Muaviye beni tanıdı ve derhal babasına haber verdi. O da Mekke halkına
durumu bildirdi. Onlar da bizını hakkımızda iyi konuşmadılar
ve: "Bunlar hayırlı bir iş için gelmiş olamazlar" dediler.
Bilhassa benim
islamdan önceki durumumu da nazarı itibare alarak kuşkulandılar.
Durum tehlikeli idi. Kureyş hepsi toplanmış bir karara varmak üzere idiler.
Biz de bir yolunu bulup hizla kaçmaya başladık.
Onlar da bizi yakalamak için peşimize adamlar
salmışlar. Ben bir mağaraya girerek saklandım. Geceyi burada geçirdim.
Fakat sabah olduğunda halâ bizi arıyorlardı. Allahü teâlâ onların gözlerine bizim bulunduğumuz yeri göstermemiş olacak
ki, bizi bir türlü bulamadılar. Bu sırada arkadaşıpı
bana: "Şimdi gizlice
sokulup Hubeyb'i idam edildiği yerden indirîjp
cesedini onlardan kaçırıp defnetsek ne dersin?" dedi. Ben de derhâl bu işe yöneldim ve
onu oradan indirdim. Arkadaşımın da yardımı ile onu,
bir yere kadar götürüp oraya
defnettim."[50]
Maune Kuyusu Vakası ile İlgili Bazı Ayetler
Buhârî, Hişam bin Urve
tarikinden rivayet eder. O der ki: Bana babam şöyle
anlattı: Maune kuyusu vakası meydana geİdiği zaman, Rasulüllah'ın gönderdiği İslâm tebliğcileri burada şehid edildiler. Amr bin Ümeyye de esir
edildi. Amir bin Tufeyl öldürülen müslümanlardan birine işaret ederek: "Bu
kimdir?" diye Amr bin Ümeyye'ye sordu. O da: "Bu, Amir bin
Füheyre'dir" dedi. Amir bin Tufeyl bunun üzerine şöyle konuştu: "Bu
adamcağız, öldürüldüğü zaman semaya kaldırıldı, ta yerle gök arasına kadar çıkarıldı. Sonra yere indirildi. Ben
bunu kendi gözlerimle bakarak gördüm."
İslâm tebliğcilerinin Bi'ri Maune'de şehid
edildikleri haberi Peygamber efendimize ulaştırıldığı zaman, ashabına hitaben şöyle
buyurdular: "Arkadaşlarimz şehid oldular! Ölmezden Önce Allah'a dua edip
O'ndan şöyle dilekte bulundular: "Ey Allah'ım, bizını rabbimiz olarak
senden razı olduğumuzu, senin de bizlerden razı bulunduğunu kardeşlerimize
ulaştır! Onları bundan haberdar kıl!" İşte ashabım onların rablerinden bu
dilek ve duaları kabul olunmuştur, onların bu güzel haberi de sizlere
ulaştırılmıştır,"
Müslim ve Beyhekî'nin
ise Enes'ten naklettikleri bir haberde şöyle denilmektedir: "Bazı
kimseler Peygamber efendimize müracat ederek: "Bizimle beraber bazı İslâm
muallim ve tebliğcileri gönder. Onlar bizimle beraber kabilemize gitsinler,
bizlere Kur'an'ı ve sünneti öğretsinler" dediler. Peygamber efendimiz de
onların bu dileğini kabul ederek ensardan yetmiş kişiyi onlarla birlikte gönderdi. Bunların hepsi ehli Kuran olduklarından
bunlara Kurra deniliyordu. Yolda giderlerken müşriklerin taarruzuna uğradılar.
Gidecekleri kabileye varmadan yolda öldürüldüler. Bu sırada yüce Allah'tan bir
dilekte bulunup şöyle dua ettiler: "Ey Allah'ımız! Sevgili Peygamberimize
ulaştır ki biz sana senden razı olarak kavuşmak üzereyiz! Senin de bizlerden
razı olduğuna inancımız tamdır!"
İşte Rasulüllah efendimiz de ashabına,
onların bu halini bildirmek üzere: "Kardeşleriniz Allah yolunda şehid
oldular! Şehid olmak üzere iken yüce Allah'tan güzel bir dilekte bulunup:
"Allah'ımız, bizını sana senden razı olarak, senin de bizden razı olarak
kavuştuğumuz haberini; sevgili habibine ulaşürıver!" dediklerini duyurmuştur."
Vâkıdî'nin Mus'ab bin Sabit'ten
naklettiğine göre, Münzir bin Amr da bu kıssayı rivayet etmiş ve demiştir ki:
"Amir bin Tufeyl, Amr bin Ümeyye'ye: "Burada şehid düşenleri şahsen
tanıyor musun?" diye sormuş. O da: "Evet" cevabim vermiş. Bunun üzerine
şehidlerin cesetleri arasında gezinerek: "Bu kim? Bu kim?" diyerek
teker teker sorup cevap almış. Sonra: "Burada şehid düşüp te cesedine
rastlamadığımız var mı?" diye sormuş. O da: "Evet, öldürülenler
arasında olduğu halde Amir bin Füheyre'ye rastalayamadık" demiş. Bunun
üzerine Amirdin Tufeyl: "Onun haberini sana'söyleyeyim mi?" demiş ve
şunları anlatmış: "O aldığı bir mızrak darbesiyle şehid düştüğü zaman,
semaya kaldırıldı, ta görülmeyecek derecede yukarılara çıkarıldı. Ben peşinden
bakakaldım ve artık onu göremez oldum."
Amir bin Füheyre'yi şehid eden adam, Kilâb
kabilesinden Cebbar bin Selma idi. O bizzat kendisi bu hususta şunları
söylemiştir: "Ben mızrağımı ona sapladığım zaman o: "Vallahi ben
kazandım diyerek haykırdı. Ben onun bu halini gelip Dahhak bin Süfyan'a
anlattım ve müslüman oldum. Benim müslüman olmama; ondan duyduğum bu söz ve
onun semaya kaldırılışim görmüş olmam sebep olmuştur." Dahhak bin Süfyan
da, Cebbar bin Selma'nın bu söylediklerini: Amir bin Füheyre'nin cesedinin
melekler tarafından semaya kaldırılmış olduğunu, bir mektub yazarak
bildirmiştir."
Beyhekî bu
haberle ilgili olarak: "İhtimaldir ki onun cesedi, Önce semaya kaldırılmış
sonra yere indirilmiş, sonra da kaybolmuştur. Eğer bunu bu şekilde kabul
edersek, yukarıda geçen Buhârî'nin haberi ile ilgili haber birleşmiş olur.
Zira Buhârî'nin
haberinde "Sonra yere indirildi" kaydı vardır.
Mûsa bin Ukbe'nin el-Megazi adlı eserinde
de denilir ki: "Urve, "Amir bin Füheyre'nin cesedi
bulunamamıştır" demiştir. Onlar bunu, meleklerin götürüp gizlediği,
şeklinde yorumlamışlardır."
Yine Beyhekî'nin Urve'âen, onun da Âişe'den bir rivayeti
bulunmaktadır. Bu rivayette ise: "Ben gördüm ki onun cesedi semaya
kaldırıldı, yerle sema arasında duruyordu" denilmektedir. İşte bu
rivayette: "Sonra yere indirildi" kaydı bulunmamaktadır. "Semaya
kaldırıldı ve orada gizlendi" rivayeti, çeşitli tanklardan geldiği için,
birbirini desteklemekte ve bir nevi kuvvet kazanmaktadır." [51]
Ayrıca İbn-i Sa'd'ın
da Vâkıdî yoluyla sevkettiği bir rivayette, Âişe'nin: "Amir bin Füheyre semaya kaldırılmıştır,
onun cesedini yerde bulamamışlardır" dediği kaydedilmektedir ve bu' yüzden
melekler tarafından Ötelere çıkarıldığı görüşüne sahip olmuşlardır."[52]
Zatür Rika Gazvesinde Görülen Mucizeler
Buhârî ve Müslim Cabir bin Abdullah'tan rivayet ederler. O demiştir ki:
"Biz Rasulüllah efendimiz ile birlikte
Necid taraflarına gazaya gittik. Kafilemiz yola çıktığı zaman kuşluk vakti
geniş bir vadiye indik. Burada konakladık. Burasının ağaçları çoktu, asker
ağaçların gölgesine sığınarak istirahate çekildi. Peygamberimiz de
bir semura ağacimn altına çekildi, kılıcım da bu ağaca astı. Hepimiz uyumuştuk.
Bir de ne görelim Rasulüllah bizleri çağırıyor. Derhal onun yanına koştuk. Onun
yanında bir bedevi oturmakta idi. Meğer bu bedevi, efendimize suikastta
bulunmak istemiş, Efendimiz bize buyurdular ki: "Bu bedevi, gelip ben
uyurken kılıcim kimndan sıyırmış ve başucuma dikilip: "Şimdi seni benim
elimden kim kurtaracak ey Muhammed?" diye bağırmıştı. Ben de kendisine:
"Allah kurtaracak" karşılığim verdim. Bedevi korkup kılıcim kimna
koydu ve gördüğünüz gibi yere oturdu." Peygamber
efendimiz, bu bedeviyi cezalandırmadı.
Sahihtir kaydıyla Hakim, Beyhekî diğer
bir tarikle Cabir bin Abdullah'tan şöyle naklederler: "Rasulüllah
efendimiz Muharip bin Hasafe oğulları ile savaş yaptı. Bu savaş Medine'den iki
günlük mesafede bulunan hurmalık bir Necid arazisi idi. Bir
ara müslümanlar istirahate çekilmişti. Müşriklerden Gavras bin Haris adında
birisi, uyumakta olan Rasulüllah efendimizin başucuna gelip dikilmiş ve kılıcim
sıyırarak: "Söyle bakalım ey Muhammed, şimdi seni benim elimden kim
kurtaracak?" diye bağırmıştır. Peygamberimiz de derhal doğrularak: "Allah" cevabim
vermiştir. Adam korkuya kapılıp kılıcı elinden düşmüş, Peygamberimiz de
bu kılıcı eline alarak: "Söyle bakalım, şimdi seni benim elimden kim
kurtaracak?" demiştir. Adam: "Sen bilirsin
ya Muhammed, sen bana iyilik ve afv ile muamele eyle!" diye yalvarmış. Peygamber efendimiz de
adamı serbest bırakmıştır. Bu adam kavminin
yanına gidip: "Biliyor musunuz, ben bütün inşaların en hayırlısı olan zatın yanından
geliyorum" diye konuşmuştur."
(Bu olayın ravisi, sonra "Salat'ül
Havi" hakkında bilgi vermiştir.) [53]
Beyhekî'nin Cabir'den yaptığı rivayeti Müslim'in şu ifadeyle
verdiğini görmekteyiz: "Biz Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) ile Cüheyne'den
bir kavim ile çok şiddetli bir savaşa tutuştuk. Peygamber efendimiz, bir ara öğle namazını kıldırmıştı. Bunu gören müşrikler: "Eğer tam şu sırada müslümanlara bir yüklensek, hepsini kılıçtan
geçirmiş oluruz!" dediler. Bazıları da:
"Onların bir kaç saat sonra bir namazları daha var ki, onlar bu namazları
evladlarından çok daha fazla severler. İşte o sırada onlara hamle yapıp,
hepsini kılıçtan geçirelim!" dedi. Cebrâîl (aleyhisselâm) da gelip durumu Peygamber
efendimize haber vermiştir. Peygamber efendimiz de
durumu bize haber verdi ve bize Salatü'l Havfı kıldırdı." [54]
Ahmed, Beyhekî,
Ebû Ayyaş el-Züraki'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Usfan'da biz
Rasulülîah ile birlikte idik. Müşriklerin kumandanı ise Halid bin velid idi.
Rasulülîah bize öğle namazını kıldırdı. Müşrikler dediler ki: "Elimize
Öyle bir fırsat geçmişti ki, ansızın saldırıp hepsini kılıçtan
geçirecektik!" Öğle vakti ile ikindi vakti arasında "namazın
kısaltılması" ile ilgili ayet nazil oldu."
(İşte bu, Usfan'da kılınan ilk "korku
namazı" idi ve bu şekilde kılınan namaz da ikindi namazı idi.)
Müslim, Beyhekî ve Ebû Nuaym Cabir
bin Abdullah'tan şöyle rivayet ederler: "Biz Zatür-Rika gazvesinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte yola
çıkıp geniş bir vadiye indik. Rasulülîah efendimiz haceti için ayrılıp hayli
uzağa gitti. Ben de onun peşi sıra su kabim götürdüm. Rasulülîah şöyle bir
etrafına bakındı, hacetini yaparken gizlenecek bir şey göremedi. Bir de baktı
ki vadinin kenarında bir ağaç var. Onun yanına kadar gidip dallarından birini
tuttu ve: "Allan'in izniyle haydi benimle gel" dedi. Dal sanki
burnundan zincirle yedilen bir deve gibi, onun peşi sıra geldi. O diğer bir' ağacın yanında durup onun
da bir dalma asılarak: "Haydi sen de Allah'ın iziniyle benimle gel!"
diyerek çekti ve o da geldi. Efendimiz onu diğer dal ile birleştirerek arkasına gizlenip hacetini yaptı.
Ben bu sırada kendi kendimle konuşup bekliyordum. Bir de baktım ki, Rasulülîah bana doğru
gelmekte ve başı ile: "İşte şuraya, İşte şuraya!" diyerek sağına ve
soluna işaret etmekte. Peygamberimiz başı ile bu işareti yaparken orada duraklamıştı.
Yanıma geldiği zaman: "Durup başımla sağıma ve soluma işaret ettiğim yeri
gördün mü?" diye bana sordu. Ben de: "Evet ey Allah'ın rasülü"
dedim. Bunun üzerine Rasulülîah bana: "Öyleyse haydi o iki ağacın yanına
kadar git, her ikisinden birer dal kes ve o dalları getirip işarette bulunduğum
yerlere birer tane bırak" buyurdu. Ben de Rasulüllah'ın emri gereğince
gidip bir taş aldım. Onun bir kenarim keskinleştirerek birer dal kestim,
dalları sürüyerek Rasulüllah'ın işaret ettiği yere kadar getirip koydum. Sonra
Rasulüllah'a gelerek, buyurduklarim aynen yerine getirdiğimi haber verdim. Bu
sırada Rasulüllah efendimiz buyurdular ki: "İşte ben, oradan geçerken
işarette bulunduğum her iki yerde, iki kabir bulunmakta olduğunu gördüm. Onlar
azab içinde idiler. îstedim ki, kendilerine şefaatim sebebiyle azapları
hafifletilsin. İşte bu iki yaş dal, onların kabirleri üzerinde kuruyacakları
zamana kadar onların azabimn hafîfletilmesine vesile olacaktır,"
Bundan sonra biz,
askerin yanına geldik. Peygamber efendimiz bana: "Ey Cabir, bana
abdest almam için su getirmelerini söyle!" diye emretti. Ben de:
"Abdest almak için su! su!" diye bağırdım,
hiç su getiren olmadı. Kafilenin bu husustaki durumunu sordum; bir damla su
olmadığı cevabim aldım. Gelip. Rasulüllah'a bilgi verdim.
Ensardan biri, daima Rasulüllah için serin su bulundurmakla vazifeli idi.
Rasulüllah efendimiz, onun serinlettiği suyu içerlerdi. Derhal beni o adama gönderdi. Ben de
derhal o adama gittim, maalesef, onun
su kırbasında bir içimlik dahi su yoktu. Sa'dece kırbanın ağzında bir damla su bulunmakta idi ki,
onu kırbanın içine bıraksam, kırbanın kuru kısınılarim ıslatacak
kadar bile yoktu. Dönüp
geldim. Durumu Rasulüllah'a arz eyledim. Rasulüllah da bana: "Git, o su kırbasını bana getir!" buyurdu. Ben de derhal
gidip'getirdim. Bu su kabim mübarek eline alan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz bazı şeyler konuşup okudu. Fakat ben,
neler konuştuğunu fark edemedim.
Peygamberimiz, su kırbasını eliyle yokladıktan sonra bana hitaben: "Ey Cabir, bize
geniş bir su kabı getirmeleri için nida et!"
buyurdu. Ben bütün sesınıin çıktığınca: "Geniş bir
su kabı getiriniz!" diye bağırdım. Derhal getirdiler, ben de onu
Rasulüllah'ın önüne
koydum. Rasulüllah bana eliyle işaret
ederek benim elimde bulunan su kırbasını, getirilen geniş kabın
üzerine yaymamı söyledi. Ben de yaydım. Sonra mübarek parmaklarim birbirinden
ayırarak, onun üzerine koydu ve onu geniş su kabimn
dibine indirdi. Sonra bana hitaben: "Onu al kaldır ve üzerime dök,
"Bismillah!" diye de söyle" buyurdu. Ben de öyle yaptım. Mübarek parmaklarından su akmaya ve geniş su
kabı dolmaya başladı. "Ya Cabir, suya ihtiyacı olanların, gelip
su almaları için ilan et!" buyurdu. Ben de ilan ettim, insanlar geldiler,
diledikleri kadar su aldılar. İyice suya kandılar. Rasulüllah efendimiz elini
geniş su kabından kaldırdığı zaman o yine su dolu
idi."
Susuzluklarim iyice
gidermiş bulunan insanlar, biraz sonra
Rasulüllah'a açlıktan şikayet ettiler. Rasulüllah da onlara: "Çoğa varmaz
yüce Allah, açlığimzı da giderecek bir imkan lütfeder" buyurdu.
Derken Seyfül-Bahr denilen yere gelcliğimizde, bir hayvanın denizden karaya vurduğunu gördük. Bunun yarısıyla bütün asker doyuma erdi.
Kızarttılar, pişirdiler, yediler ve
doydular." [55]
Cabir der ki: Bu kıyıya vuran hayvan o
kadar büyüktü ki, onun göz çukuruna beş kişi
girip saklan sa kimse onları göremezdi. Dönüşte
yan tarafından bir parçayı en kuvvetli devemize yükleyerek Medine'ye getirdik.
Fakat onu getiren deve, zorlanarak iki büklüm haline geliyordu."
[56] Buhârî ve Müslim Cabir'den rivayet ederler.
O demiştir ki: "Ben Rasulüllah efendimizle
gazaya çıkmıştım. Fakat devem geride kalıyor ve beni yoruyordu. Ne
kadar iyi yürümesi için uğraştımsa faydası olmadı.
Durumu farkeden Rasulüllah efendimiz: "Ey Cabir, sana ne oluyor? Neden
arkalarda kalıyorsun?" diye sordu. Ben de: "Devem yürümüyor ya
Rasüîailah" dedim. Bunun üzerine elindeki mihceni ile deveme bir iki kere
vuran Rasulüllah: "Haydi devene bin ve onu sür. Artık geri kalacak
diye hiç korkma"
buyurdular. Ben de binip sürdüm, devem gerçekten o kadar süratlenmişti ki,
Rasulüllah'ın önüne geçmesin diye onu zor tutuyordum.
Ebû Nuaym'ın Cabir bin Abdullah'tan bir rivayeti de aşağı
yukarı bu merkezdedir. Yine Ebû Nuaym'ın
Cabir'den bir rivayeti vardsr. Bu rivayet dahi bu mealde olmakla beraber, bunda
farklı olarak Rasulüllah'ın Cabir'in devesine bir İki vurduktan sonra, "Haydi Bismillah de, devene
bin!" buyurduğu ifade edilmektedir.
Yine aynı olayla ilgili olarak
Cabir'den Ahmed bin Hanbel'in de bir
rivayeti bulunmakta ve bu rivayette şöyle denilmektedir:
"Ben geceleyin
devemi kaybetmiştim. Rasulüllah'a uğradığımda o bana: "Neyin
var?" diye sordu. Ben de devemi kaybettiğimi söyledim. Rasulüllah bana
belli bir yeri işaretleyerek: "İşte deven oradadır, git al!" buyurdu. Ben gittim ise
de devemi göremedim.
Rasulüllah'a döndüğümde o bana yine: "İşte deven orada, git al!" buyurdu. Gittim, aradım,
yine bulamadım. Döndüğümde Rasulüllah beni yanına alarak, işaret ettiği yere götürdü ve devemi elime teslim etti. Ben devemin yularından çekerek götürüyordum.
Baktım, yazık dedim; "Benim böylesine küçük adımlarla
yürüyen şaşkın bir devem olsun!" diye hayıflandım.
Rasulüllah: "Ya Cabir, kendi kendine neler söyleniyorsun?" buyurdu. Ben
de söylediklerimi kendisine haber verdim. Rasulüllah elindeki
kamçısı ile devenin arkasına vurdu. Deve Öylesine süratlendi ki, şimdiye
kadar onun kadar süratli bir deveye hiç binmiş değilim. Adeta devemi zor zapt
ediyordum."
Vâkıdî ve Ebû Nuaym Cabir bin Abdullah'dan
şöyle rivayet ederler: "Peygamber efendimiz Zatür-Rika savaşma çıkmaya karar verdiği zaman, Ulbe bin Zeyd, üç adet
deve kuşu yumurtası getirdi ve dedi ki: "Ey
Allah'ın rasülü, bunlar deve kuşunun yuvasına bıraktığı
yumurtalardır." Efendimiz de bana hitaben: "Onları al, hazırlayıp
getir" buyurdular. Ben de hemen gidip onları bir sahan içinde pişirerek
getirdim, ne kadar ekmek aradımsa da bulamadım. Çaresiz ekmeksiz olarak
Rasulüllah'ın huzuruna koydum. Rasulüllah ve ashabı
da onu ekmeksiz olarak yemeye başladılar. Herkes yedi ve doydu. Fakat
sahandaki yumurta hiç eksilmeden duruyordu. Peygamberimiz ve onunla birlikte
yiyenler kalktılar, sonra ashabtan diğerleri geldi. Onların da hepsi bu
yumurtadan yiyip doydular. Sonra, hava serinleyince yerlerimizden kalkıp yolumuz-a devam ettik."
Beyhekî, Cabir bin Abdullah'tan şunu
nakleder: "Biz Rasulüllah ile birlikte Benî Enmar savaşma çıktığımızda yolda giderken Peygamber efendimiz,
bir adam hakkında: "Allah onu kurban eylesin" dedi. Adamcağız:
"Ey Allah'ın rasülü, Allah yolunda değil mi?" dedi. Peygamberimiz de: "Evet Allah
yolunda" buyurdu. Hakikaten bu adam, Allah yolunda kurban oldu, yani şehid
düştü."
(Benî Enmar savaşı, Zatür-Rika savaşıdır.)
Ayrıca bir bilgi olarak bu rivayeti, sahihtir kaydıyla Hakım'ın dahi rivayet ettiğim kaydedelim. Ancak Hakim, gazalara dair yazdığı bazı eserlerde, bu adamın
Yemame savaşında şehid olduğunu zikretmiştir.[57]
Hendek Gazvesinde Görülen Ayetler ve Mucizeler
Beyhekî Katade'den rivayet eder. O
şöyle demiştir: "Bize anlatıldığına göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ahzab gününde buyurmuş ki: "Bu günden sonra artık müşrikler bize savaş açamazlar!" Gerçekten de Rasulüllah'ın buyurdukları
gibi, Ahzab savaşından sonra müşrikler bir daha müslümanlara karşı savaş açamamışlardır."
[58]
Buhârî Süleyman bin Sürad'dan
rivayet eder. O şöyle demiştir: "Rasulüllah efendimiz Ahzab günü,
düşmanlar savulduktan sonra buyurdular ki: "Şu andan itibaren savaşan
bizler olacağız! Artık onlar bize değil, biz onlara savaş açacağız!"
(Ebû Nuaym da Cabır'den benzen bir rivayet
nakletmiştir.)
Buhârî Cabir bin Abdullah'tan
rivayet ediyor. O şöyle demiştir: "Biz Ahzab
günü hendek kazıyorduk, çok sert ve sağlam bir kayaya rastladık, onu bir türlü
paçalayamadık. Ashab gidib durumu Peygamber
efendimize arz ettiler. Peygamberimiz: "Hendeğe ben ineyim" buyurdu ve ayağa katktı. Bu sırada açlıktan karnına taş bağlamış olduğu görüldü. Gerçekten bizler tam
üç gündür hiç bir şey yememiştik. Peygamberimiz hendeğe
indi, balyozu eline alıp kayaya vurdu. Kayanın yumuşak bir toz yığim haline geldiği görüldü. Ben dedim ki: "Ya Rasülallah eve gitmem
için bana izin veriniz." O da izin verdi. Ben eve gidip hanımıma dedim ki:
"Ben Peygamber efendimizin dahi aç olduğuna muttali oldum. Kendisine yedirebileceğimiz bir şey yok mudur?" Hanımım da bana: "Bir miktar arpa ile oğlağımız
var" dedi. Ben derhal oğlağı kestim. Hanım da
arpayı öğüttü. Eti tencereye
koyduk.
Ben derhal Peygamberimize gelip: "Ya Rasülallah az
miktar yiyeceğimiz var. Sizi ve bir iki arkadaşimzı hanemize buyur ediyoruz" dedim. Peygamberimiz yiyeceğin miktarim sordu, ben de bildirdim. Bunun üzerine o:
"Bu çoktur ve hoştur" buyurdu ve bana
hitaben:"Git hanımına söyle, ben gelmeden tencereyi indirmesin, ekmeği de pişirmesin"
buyrdu. Bütün ashabına hitaben de: "Haydi hepiniz Cabir'in yemeğine" diyerek davette bulundu. Bütün muhacirler
ve ensar kalktılar. Ben bu durumdan telaşlanarak eve koştum,
hanımıma: "Vay halimize Peygamberimiz bütün ashabim ve
onlarla beraber olanları alarak yemeğe geliyor" dedim. Hanımım bana:
"Neyimiz olduğunu Peygamberimiz sormadı mı?" dedi. Ben de:
"Sordu" dedim. Hanım: "Öyleyse telaşa mahal yok! Hepsi gelsinler!" Peygamberimiz ashabı ile birlikte
geldi. Ashabına hitaben: "Haydi giriniz birbirinize sıkıntı
vermeyiniz!" buyurdu. Sonra hamurdan küçük parçalar alıp üzerine bir
miktar et koyarak mübarek tükrüğü ile bunu tencere ve fırim ilaçlayıp
mayaladı. Sonra fırında pişen etli ekmekleri alıp
ashabına verdi. Bu minval üzere buna devam etti ve bütün ashabim bu şekilde doyurdu. Yine de
hayli yiyecek kaldı. Buyurdu ki: "Bundan kendiniz de
yiyiniz, ayrıca komşularimza
da hediye ediniz. Zira bütün insanlara açhk isabet etmiş durumdadır."
Buhri'nin Müslim ile beraber (yani
ittifak halinde) yine Cabir'den olan diğer
rivayetleri de aynıdır, ancak şu farklılık vardır:
"...Sonra bereketlenmesi için dua
buyurdular. Ben, Allah'a yemin ederek ifade edeyim ki, ashabın sayısı bin kadar
olduğu halde, hepsi bundan yiyip doydular. Kalkıp gittikleri zaman da
tenceremizde hâlâ et kaynıyordu. Gerek etimiz, gerek ekmeğimiz, sanki hiç yenilmemiş
gibiydi."
Vâkıdî ve İbn-i Asâkir Abdullah bin Mugayyes el-Ensari'den şöyle
rivayet ederler: "Hendek savaşı
sırasında Ümmü Amir
el-Eşheliye Peygamber efendimize
bir tas içinde Hays denilen (ve et suyu ile undan yapılan) çorba gönderdi. Bu sırada efendimizin yanında Ümmü
Seleme de vardı. Ümmü
Seleme bu çorbadan karnim doyurdu. Rasulüllah da bir miktar
içtikten sonra, Rasulüllah'ın münadisi hendek ehlini bu çorbadan içmeye
çağırdı. Onlar da gelip bu çorbadan içtiler ve doydular. Sonunda bu çorba sanki hiç içilmemiş gibi
duruyordu."
(Vâkıdînin ve İbn-i Asâkir'in bu haberi, mürseldir.)
Ebû Ya'lâ ve İbn-i Asâkir, Abdullah bin Ali bin Ebû Rafi'den naklederler. Onun
ninesi Selma, kendisine şöyle haber vermiştir: "Hendek günü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebû Rafİ'e bir koyun göndermiş,
bunun kesilip kızartılmasını istemiş. Ebû Rafi
de bunu kesip kızarttıktan sonra bir sepete koyarak Rasulüllah'a getirmiş ve bu koyunun iki ön bacağı (döşleri) bile hiç umulmadık
derecede bereketlenmiştir."
Ebûl-Kasını el-Beğavi, kendisinin Mu'cem adlı eserinde
Muaviye bin Hakem'den şu haberi nakletmiştir:
"Bizler hendekte Rasulüllah ile birlikte çalışıyorduk. Derken kardeşim Ali bin
Hakem'in ayağı hendeğin
duvarına çarparak yaralandı. Yarası oldukça ciddi olup kanıyordu. Derhal Peygamberimize geldi. Peygamber efendimiz de onun bu yarasını mübarek eliyle sıvadı ve: "Bismillah"
dedi. Kardeşimin ayağı iyi olup, hiç kendisine rahatsızlık
vermedi."
Beyhekî İbn-i İshak tarikiyle şöyle
rivayet eder: Selman-ı Farisi'den bana gelen habere göre, o demiştir ki: "Hendek günü ben, bir kısmın kazılması
için çalışıyor fakat güçlük çekiyordum. Bana iltifat edip çektiğim güçlüğün
farkına varan, Rasulüllah efendimiz, hendeğe inip elimden balyozu aldı ve şiddetle vurdu. Bu sırada balyozun altından bir kıvılcım çıktı. Bir
daha vurdu, yine altından kıvılcım parladı. Bir daha vurdu. Yine altından bir
kıvılcım parladı. Ben dedim ki: "Ey Allah'ın rasülü. Bu parlayan
kıvılcımlar nedir?" Efendimiz de buyurdular ki: "Birinci kıvılcım,
Allah'ın bana Yemen'i fethedeceğini gösterir, ikincisi: Şam'ın ve batimn fethim gösterir. Üçüncüsü
ise, Allah'ın bana doğuyu
da fethedeceğinin işaretidir." [59]
İbn-i İshak der ki: Kendisine itimad
ettiğim kimselerin bana anlattığına göre, Ebû Hureyre, Ömer ve Osman zamanlarında şöyle konuşurmuş: "Ey
müslümanlar! Bütün güç ve imkanlarimzla
Allah yolunda cihad edip ülkeler fethediniz! Ben varlığım elinde olan Allah'a yemin
ederek söylerim ki, sizin fethettiğiniz
ve kıyamete kadar da fethedeceğiniz hütün şehir ve ülkelerin anahtarlarim, şanı yüce Allah; sevgili Rasülü Muhammed'e vermiştir."
Beyhekî ve Ebû Nuaym Bera bin Azib'ten rivayet
eder. O şöyle demiştir: "Bizler hendek kazınımda çalışırken,
büyük ve sert bir kayaya rastladık. Bir türlü onu parçalayamadık. Şikayetimizi Rasulüllah'a götürdük. O balyozu eline aldı ve "Bismillah"
diyerek bir darbe indirdi. Derhal kayanın üçte biri parçalanmıştı.
Akabinde Peygamber efendimiz: "Allahü ekber"
diyerek tekbir getirdi ve: "Allah bana Şam'ın
anahtarim vermiştir. Vallahi ben oradaki kırmızı köşkü görüyorum" buyurdu. Sonra ikinci defa vurdu, bu
seferinde de üçte biri daha ufalanıvermişti. Peygamberimiz derhal "Allahü ekber" diyerek tekbir
getirdi ve: "Faris'in anahtarları bana verilmiştir! Vallahi ben Medain'in beyaz
köşkünü görmekteyim" buyurdu. Sonra üçüncü defa
vurdu ,ve o kocaman kayayı kum yığim haline
getiriverdi. Derhal "Allahü ekber" diyerek tekbir getirdi ve:
"Bana Yemen'in anahtarları verildi! Şu
anda ben oranın başşehri
olan San'a'nın kapılarim görmekteyim"
buyurdu." [60]
İbn-i Sa'd, İbn-i Cerir, İbn-i
Ebî Hatim, Beyhekî ve Ebû Nuaym Kesir bin Abdullah tarikiyle; babası vasıtasıyla
dedesinden şu haberi vermektedirler: "Hendek kazarken beyaz
ve sert bir kaya çıktı. Bunu kırmaya çalışırken demirimiz kırıldı,
tyice zorlanmıştık. Nihayet durumu Peygamber efendimize arz eyledik. O da Selman'ın elindeki balyozu alarak bu beyaz ve yuvarlak kayanın
üzerine şiddetle vurdu. Kaya sarsıldı ve balyozun altından bir
ışık çıktı. Sanki Medine'nin iki yakası arasını
aydınlatmıştı ve karanlık bir gecede parlayan bir kandil gibi gözlerimize aksetmişti. Bunun
üzerine tekbir getiren Peygamber efendimiz, ikinci bir darbe daha indirdi. Kayadan yine bir
sarsıntı ve bir ışık çıktığim gördük. Yine tekbir getiren Peygamberimiz; üçüncü defa kayaya şiddetle vurdu ve kayayı kum yığim halinde
par çalayı verdi. Yine Medine'nin iki yakasını aydınlatırcasma bir nur çıktı.
Efendimiz derhal tekbir getirdi. Biz de gördüğümüzü ve Peygamber efendimizin tekbir getirişini kendisine
arz edip, hikmetini sual eyledik. Buyurdular ki: Birincisinde bana Hire ve
Medâin şehirleri gösterildi ve Cebrâîl ümmetimin
buraları fethedeceğini
bildirdi, ikincisinde Rum diyarimn
kırmızı köşkleri gösterildi.
Buralarimn da ümmetim tarafından fethedileceği Cebrâîl tarafından bildirildi. Böyle bir fetih ve zaferle şimdiden
sevinebilirsiniz. Üçüncüsünde ise, San'a'nın köşkleri gösterildi ve
burasının da fethedileceği haberi verildi. Sizler de bu müjdeli haberlere
sevinebilirsiniz."
Bu sırada münafıkların nifak dolu sözleri işitilmeye başladı. Onlar diyorlardı ki: "Muhammed, bir
taraftan sizlere büyük müjdeler veriyor; kendisi Medine'de olduğu halde Hire ve Medain'deki
köşkleri gördüğünü söylüyor, diğer
taraftan bakıyoruz, hendek kazmakla meşgulsünüz? Gelecek olan düşmanın karşısına
çıkmaktan bile acizsiniz!" İşte münafıkların ve kalbinde hastalık
olanların bu kabil sözleri
üzerinedir ki, şanı yüce Allah Kerim Kitabındaki şu ayeti indirmiştir:
"Münafıklar ve kalblerinde hastalık
bulunan kimseler: "Allah ve rasülü bize Sa'dece boş vaadlerde bulundu" diyorlardı." [61]
Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Ishak tarikiyle Said bin Meynadan naklederler. O
da Numan bin Beşir'in kız kardeşinden nakleder. O demiştir ki: "Annem, elbisemin bir kenarına bir miktar
hurma koyarak, bunu hendek kazmakta olan babam va dayıma götürmemi istedi. Giderken
Rasulüllah'a uğradım. Beni çağırdı, ben de yanına
gittim. Hurmaları iki avucuna aldı, yere bir yaygı yayılmasını emretti,
elindeki hurmaları yerdeki yaygimn bazı yerlerine
sepeledi. Sonra hendek kazmakta olanları çağırıp
bu hurmaları yemelerini emretti. Onlar da gelip toplandılar. Onlar hepsi bu
hurmadan yediler ve doydular. Kalkıp gittikleri zaman, yaygimn
üzerinde hâlâ hurma vardı, [62]
Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan şöyle nakleder: "Mugire oğullarından bir adam: "Ben vallahi Muhammed'i öldüreceğim" diyerek atma biner ve atim hendeğe sürer. Hendeğin
içine yuvarlanıp boynu kırılarak telef olur. Karşı taraf: "Ey Muhammed
onun ölüsünü bize teslim et, biz sana onun diyetini verelim" derler.
Fakat Peygamberimiz bunu kabul etmez ve: "Bırakınız onu, o habis bir
adamdır, onun diyeti de elbette habistir" buyurur.
Beyhekî Katade'den şöyle nakleder:
"Şanı yüce Allah, Bakara süresindeki şu ayetini inzal buyurur:
"Yoksa siz,
sizden önce geçenlerin durumu başimza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandimz? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuştu
ki, iyice sarsılmışlardı." [63] İşte müminler Hendek savaşı sırasında Ahzab'a yani kabileleri toplu olarak karşılarında
gördükleri zaman:
"Bunlar hiç şüphesiz Rabbimizin ilgili ayetinde bize haber verdiği durumdan başkası
değildir" dediler.
Buhârî ve Müslim'in ittifakla İbn-i Abbâs'tan rivayet ettikleri bir hadiste Rasül-i
Ekrem (sallallahü aleyhi ve
sellem) şöyle buyurmuştur:
"Ben, hendek
savaşında Ahzab'a (müttefik düşman ordularına karşı) saba
rüzgarı ile zafere kavuşturuldum! Vaktiyle Ad kavmi de, Debûr (Lodos)
rüzgarı ile helak olmuştu."
Ebû Nuaym ile İbn-i Ebî Hatim'in seukettikleri İbn-i Abbâs hadisi ise şöyledir: "Ahzab harbi sırasında kuzey güneye gelip
dedi ki: Haydi rüzgarim
sal da Allah'a ve rasülüne yardım
eyle!" (Allah ve Rasülünün düşmanlarim perişan
et!) Güney de kuzeye dedi ki: "Geceleyin sıcak bir esinti cereyanı olmaz.
Sen onların üzerine saba rüzgarim gönder de hepsi perişan
olsunlar." Derken saba rüzgarı esmeye başladı.
O kadar şiddetle esti
ki, düşmanların ateşleri söndü, çadırlarimn ipleri kopup darmadağın oldu. Eşyaları, atları, develeri birbirine karışıp tam bir felaket ve hezınıet
oldu. İşte bu durumu kastederek Peygamber efendimiz de:
"Ben saba fırtınası ile zafere kavuşturuldum. Vaktiyle Ad
kavmi de Debûr rüzgarı ile helak olmuştu!" buyurdular.
İmâm-ı Mücahid'in
Ahzab (birleşik ordular) harbiyle ilgili olarak nazil
olan Ahzab suresinin: "Ey Müminler! Allah'ın size olan nimetini
hatırlayın, hani bir zaman size ordular gelmişti de, biz onların
üzerine bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah, bütün yaptıklarimzı
görmektedir" [64]anlamındaki ayetiyle ilgili
olarak şu açıklamada bulunduğu bildirilmektedir:
"Ayetteki "Bir rüzgar" ile Cenab-ı Hak, saba rüzgarim murad etmektedir ki birleşik orduların üzerine bu rüzgarı göndermiş, Hendek savaşı sırasında düşmanların ateşini onunla söndürmüş, tencere ve
kazanlarim, ip ve çadırlarim söküp altüst eylemiştir. O derece ki, onlar orada tutunamayıp ric'ate
mecbur olmuşlardır. Yine Cenab-ı Hak, "...ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik"
buyurmakla da; tarafı üahiyesinden gönderilen melekleri kasdetmektedir. Çünkü bu savaşta
da bilfiil savaşa katılmamakla beraber melekler gönderilmiştir."
Beyhekî Huzeyfetü'bnül Yeman'dan
şöyle rivayet eder. O demiştir ki: "Biz Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte hendekte bulunduğumuz bir gece, gördüm ki çok şiddetli bir rüzgar esmektedir ve hava da inadına soğuk olmuştur. Bu sırada Rasulüllah efendimiz buyurdular ki: "Düşmanın ne yaptığına dair kim bir> haber getirirse,
kıyamet günü ona şefaat
edeceğim!" Rasulüllah'ın bu davetine
içimizden icabet eden olmadı. Rasulüllah: "Düşmanın
durumu hakkında kim bir bilgi getirecek?" diye ikinci ve üçüncü defa
davette bulunduğu halde gönüllü olarak kalkıp ta "ben getireceğim!"
diyenimiz çıkmadı[65]Sonunda efendimiz, doğrudan bana hitabla: "Ey
Huzeyfe kalk! Git ve düşmanın durumu hakkında bilgi getir!"
diyerek emrettiler. Ben hemen kalkıp gittim, düşmanın
durumu hakkında bilgi alıp getirinceye kadar sanki hamamda yürür gibiydim.
Havanın çok soğuk olmasına rağmen hiç üşümemiş-tim. [66]Rasulüllah'a: "Ya
Rasülallah, ben soğuğun şiddetinden korkarak size
icabet edememiştim" diyerek özür dilemiştim. Rasulüllah da bana:
"Haydi git, ne soğuktan, ne de sıcaktan korkun
olmasın" buyurmuştu. Hatta: "Allah'ım, onu önünden,
arkasından, sağından, solundan, üst tarafından ve alt tarafından gelebilecek
olan fitne ve zararlardan koru!" diyerek dua buyurmuştu.
Ben aslında düşman karşısında cesareti de az olan bir kişi
idim. Rasulüllah'ın duaları bereketiyle ne bir korku, ne bir zarar veya fitne gömleksizin gidip vazifemi ifa
eyledim. Düşman saflarına usulca daldım, etrafı
güzelce gözetledim. Düşman tam
bir perişanlık' ve şaşkınlık
içindeydi. Herkes: "Haydin göç,
göç!" diye bağırışıyordu. Fakat
kimse fırtınanın şiddetinden
yerinden kıpırdayamıyordu. Binit hayvanlarimn
çadır ve yataklarimn üzerine taşlar
geliyordu. Sanki iki kuvvetli ordu birbirine girmiş, kılıç harbi yapıyormuş gibi sesler geliyordu. Ben,
durumu gözlerimle gördükten sonra geri döndüm. Dönüş yolunu yarıladığım sırada sayıları yirmi kadar görülen
atlılara rastladım. Bu başları sarıklı süvariler
bana dediler ki: "Peygamberinize müjde ve haber eyle, Allah yardımim gönderip düşmanlarimzı perişan etmiştir!"
Ben yoluma devam ederek Rasuîüllah'ın yanına geldim. Döner dönmez de yine eskisi gibi
üşümeye başladım. Tam bu sırada şanı
yüce Allah, ehli İslama olan yardımim beyan eden ayeti celilesini inzal buyurdu. (Ki
bu ayeti celile, az yukarda mealini gördüğümüz Ahzab suresinin dokuzuncu
ayetidir.)
Sahihtir kaydıyla Hakim'in ve Ebû Nuaym'ın diğer bir rivayetinde şu
farklılık vardır:
Huzeyfe der ki: Rasulüllah bu sırada bana
hitaben: "Ey Huzeyfe, düşmanın durumunu öğrenmeye sen gider misin?" diye teklifte bulundu. Ben de dedim ki: "Ey
Allah'ın rasülü, Bilirsiniz ki ben öldürülüp şehid
olmaktan asla korkmayan bir adamım! Fakat doğrusu bu ki, düşman eline esir düşmekten korkmaktayım." Bunun üzerine efendimizin
bana kelamı: "Korkma ey Huzeyfe, sen esir olmayacaksın!" oldu. Ben de
bunu üzerine gittim. Düşman
içlerine kadar ilerledim. Gördüm ki, fırtınanın şiddetinden müşriklerin çadırları yıkılmakta, etrafta kab kaçakları
uçuşmakta, atları ve develeri birbirine girmekte. Herkes:
"Haydin göçüyoruz
göçüyoruz!" diye bağrışmaktadır."
Buhârî ve Müslim (hadis ve rivayet ilminde
kendilerinden şeyhayn diye bahsedilir. Burada da müellifimizin
"şeyhayn-yani iki büyük üstad rivayet ettiler ki" ibaresi ile başladığim görüyoruz. Daha önceleri de bir çok yerde aynı tabiri kullanmıştır.
İşte bu iki büyük
üstad ve imam); Abdullah bin Evfadan ittifakla rivayet ederler: O demiştir ki:
"Ahzab (Hendek) savaşında Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dua buyurdular:
"Allah'ım sen, kitabı indiren, hesabı
seri olansın! Birleşik ordular halinde de karşımıza gelip bizi ve dinimizi yok
etmek isteyen şu orduları perişan eyle! Allah'ım, onları iyice sars ve tam
manası ile perişan eyle!" [67]
Yine Buhârî ve Müslim Ebû
Hureyre'den naklederler. O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) buyururlar ki:
"Allah'tan
başka ilah yoktur! O birdir! O, kendi
askerini aziz ve muzaffer kılmıştır! Kulu Muhammed'e
yardım eylemiş, Ahzab'ı (müttefik ordularim) perişan kılmıştır. O birdir,
O'ndan başka sığimlacak, yardım ve imdad dilenilecek başka bir varlık
yoktur!"
İbn-i Sa'd,
Said bin Müseyyib'den rivayet eder t* O demiştir ki: "Hendek savaşı
sırasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) muhasara altında kalmıştı. O ve ashabı
yirmi güne yakın muhasarada tutuldu. Hepsi çok sıkıntı ve üzüntü duydular.
Nihayet Peygamber efendimiz Cenabı Allah'a dua ve niyazda bulunup: "Ey
Allah'ım, bize olan ahdini ve vadini yerine getirmeni istiyorum! Allah'ım bize
yardım ve imdad eyle! Allah'ım eğer istersen (düşmanlarımıza imkan ve
fırsat verirsen), kıyamete kadar sana kulluk eden olmaz!" diyerek islamî
tevhidin gereği, yüceler yücesi Allah'a sığimp O'ndan yardım ve zafer dileğinde
bulunmuştur."
İbn-i Sa'd, Cabir bin
Abdullah'tan nakleder. O demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) efendimiz, Ahzab mescidinde pazartesi,
salı ve çarşamba günleri Cenabı Hakka dua ve münacatta bulundu.
Çarşamba günü öğle namazı ile ikindi namazı arasında duasının kabul
buyuruldu-ğuna dair işaret aldı. Bizler de O'nun mübarek yüzünün neşe ve
sürurundan, bunun farkına vardık. Şahsen dahi; nice sıkıntı ve zorluklarım için
dua ve niyazda bulunup ta Allah tarafından kabul edildiğini görmek isterdim.
Tam bugünü bir fırsat bilerek, aynı saat içinde Cenabı zül-Celal'e dua ve
niyazlarda bulundum. Kabul edildiğinin işaret ve
emmarelerine de nail oldum."
İbn-i Sa'd, Vâkıdî tarikiyle onun üstatlarından. Onlar da Amr
bin Abd-i vedd'den naklederler. Bu adamcağız Hendek savaşında sesinin çıktığı kadar bağırıp kendisine mübariz istemiş. Ali bin Ebû Talib (radıyallahü anh)
de: "Ben ona mübariz olarak çıkmak istiyorum!" demiş. Bunun
üzerine Peygamber efendimiz kendisini
hazırlayıp kılıcim kuşandırmış, sarığım sarmış ve: "Ey Allah'ım düşmanına karşı Ali'ye yardım
eyle!" buyurarak Ali hakkındaki duasını etmiş. Sonra onu mübarezeye çıkarmıştır. Her ikisi kıyasıya çarpışmış, ortalığı toz duman
kaplamış. Bu sırada Ali, Amr'in boynunu vurarak öldürmüştür.
Amr'in arkadaşları da çareyi kaçıp geri çekilmekte bulmuşlardır."
Ebû Nuaym Urve
ve İbn-i Şihab'tan şöyle nakleder: "Nuaym bin Mesud Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek şunları
söylemiştir: "Ya Rasülallah Kureyş harpten usanmış ve neticeden ümid
kesmiş bir durumdadır. Bana onlardan, haber geldi. Diyorlar ki: "Biz hayli
zor durumdayız, zaman da hayli uzamış bulunuyor, yiyecek sıkıntısı da
başlamıştır. Şu işi bir an evvel bitirmemiz için bize önçmli
bi yardımimz gerekiyor." .Ben de kendilerine (ki onlar
benim müslümanlığımı gizlemem sebebiyle, halâ beni kendilerinden sanıyorlar) şu
haberi yolladım: "Dediğiniz çok güzel ve yerinde. Fakat size tam itimat
edemeyiz. Bunun için bazı adamlarimzı rehin vermeniz gerekir.
Bu takdirde size yardımcılar gönderebiliriz." Bunun üzerine Rasulüllah da bana
dedi ki:
Kureyzalılar sulh için bana haber göndermişler. Ben de kendilerine.
"Nadir oğullarim mallarıyla
birlikte yurtlarına iade edebileceğimi" söyledim.
Bu durumda Kureyzalılar benimle barışıp harpten çekilebilirler."
Bunun üzerine ben Gatafanlılara gidip: "Haberiniz olsun, ben yahudilerin
sizi aldatmak üzere bulunduklarına muttali oldum. Bu hususta ben size iyilik etmek
istiyorum. Bana inanimz, yahudilere kanmayimz! Biliniz ki Muhammed, daima doğru söylemiştir.
Ben onun: "Kureyzalılar benimle yeniden sulh yapıp harpten çekilmek
istiyorlar" dediğini
kendi kulağımla duydum. Onların
kardeşleri bulunan Nadir oğullarim,
mallan ile birlikte yurtlarına iade etmek şartıyla,
bu barışı yapmaya hazır imişler" dedim.
(Benim bu çalışmam ve sözlerim üzerine düşman
cephesinde birleşmiş olanların arası açılıp, birbirine
olan itimatlarim kaybederek büyük tereddüt ve sıkıntılara düştüler. Bunun da Kureyşin durumunun sarsılmasına ve neticenin onlar için bir
hezimet olmasına çok etkisi olmuştur.)
Yukarıda ki haberi kısaca bu şekilde aktaran Ebû Nuaym der ki: "Bu haber de
delalet eder ki, dostun da, düşmanın da daima söyleyip durduğu, zaman zaman dilinden eksik etmediği, söylendiği zaman itiraz da etmediği bir şey
vardır. O da: "Muhammed (aleyhisselâm)'ın; hep doğru söylediği, Muhammed'ül-Emin olduğudur."
İbn-i Adiyy, Beyhekî ve İbn-i Asâkir el-Kelbi tarikiyle Ebû Salih'ten, o da İbn-i Abbâs'tan şöyle
rivayet ederler: Yüce Allah'ın kerim kitabındaki ayeti celilesi şöyledir:
"Belki de Allah
sizinle onlardan düşman olduklarimz
arasına bir sevgi koyar. Allah buna kadirdir. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir."
[68]
İşte bu ayeti celilede beyan buyurulan sevginin
tecelli ve tahakkuku cümlesindendir ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz Ebû Süfyan'ın kızı Ümmü Habibe ile evlenmiştir de, Ümmü Habibe "müminlerin annesi" sıfatına nail
olmuştur. Ebû Süfyan'ın oğlu Muaviye de müminlerin dayısı
durumuna gelmiştir. [69]
Tahavi'nin naklettiği haberler arasında: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hendek savaşı sırasında ikindi namazını kılamamıştı.
Cenabı Hak, batan güneşi geri çevirip batı ufkunda gösterip tuttu, Peygamberimiz de ikindi namazını kıldı. Sonra güneş tekrar
battı" diye bir rivayet bulunmaktadır.
(Bu rivayetin münakaşası, ilerde gelecektir.) Nevevi'nin bu husustaki ondan
nakli: "Bu rivayetin ravileri, sikadır" şeklindedir. Nevevi bunu, Müslim üzerine yazdığı şerhte de söylemiştir.[70]
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar