Print Friendly and PDF

EL-HASÂİSU'L-KÜBRÂ PEYGAMBER EFENDİMİZ VE MU'CİZELERİ 3

Bunlarada Bakarsınız

 

7 MÜŞRİKLERİN PEYGAMBERİMİZE EZALARI SIRASINDA

VUKUA GELEN FEVKALÂDELİKLER

İbn-i İshakBeyhekî ve Ebû Nuaym'in rivayetine göre, Urve; Amr Ibn4 As'ın oğlu Abdullah'a demiş ki: "Ey Abdullah, Kureyş'in Resulül-lah Efendimiz'e en çok dokunan ezası ne olmuştur, söyler misin?" Abdullah da ona şu karşılığı vermiş: "Birgün Kureyş'in bütün eşrafı Kabe'nin yakimnda toplanmıştı. Kendi aralarında Peygamberimi- zi anıp şöyle dediler: "Muhammed'e karşı sabrettiğimiz kadar hiç bir kimseye sabretmiş değiliz! Baksanıza o bize akılsız diyor atalarımızı kötülüyor, dinimizi red ediyor, aramızı ayırıyor, tanrılarımıza küfredi­yor! Böyleyken biz ona hala sabrediyoruz." İşte onlar bu şekilde konu­şurlarken Resûlullah Efendimiz de oraya çıkageldi. Haceru'l-Esved'in önüne kadar gelip onu istilâm ettikten sonra tavafa başladı. Kureyş'in önünden geçerken Kureyş O'na kötü söz söyleyerek hakarette bulundu. Peygamberimiz de bundan ezâ duyup rengi soldu. Tavafına devam edip ikinci defa Kureyş'in önünden geçerken Kureyş yine kendisine hakarette bulundu. O ise tavafına devam edip üçüncü defa onların önünden geçerken, onlar yine kendisine hakarette bulundular. Bunun üzerine orada duraklayan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kureyş'e hitaben dedi ki: "Duyuyor musunuz, ey Kureyş topluluğu? Varlığım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben sizi boğazlamıya geldim!" Peygamberimiz'in bu sözü onlara o kadar işledi ki, hepsi yerinde donakaldı. O'na karşı düşmanlıkta en ileri olanlar bile yaltaklanmaya başladı. Sözün en güzelini söyliyerek: "Haydi Tavafına devam et yâ Muhammedi Haydi devam et. Sen, kendini bilmez câhilin birisi değilsin" diyerek Peygamberimiz'e yalvarmaya başladılar. Peygamberimiz de tavafına devam etti."

Yine Ebû Nuaym Urve'den rivayet ediyor. Ona Osman bin Affân'ın oğlu Amr, babasından naklen demiştir ki: "Birgün Kureyş'in Resûlul-lah'a en çok ezâ verdikleri bir harekete şâhid oldum. Peygamberimiz Beyt'i tavaf ediyordu. Kureyş'ten üç kişi: Ukbe, Ebû Cehl ve Ümeyye de Hıcr tarafında idiler. Peygamberimiz onların hizasına gelince, O'na çirkin sözler söylediler. Peygamberimiz'in de bundan üzülüp öfkelendiği yüzünden belli oluyordu. Tavafimn ikinci ve üçüncü dolamimm yaparken de, aynı durumla karşılaştı. Bunun üzerine Kureyş'e hitaben buyurdu ki: "Allah'a yemin ederim ki, yâ bu hareketinizi terkedersiniz, yahut da Allah'ın azabına derhal çarpılırsınız!" Olayı bizzat görüp anlatan Osman diyor ki: Vallahi Resûlullah Efendimiz'in bu sözü üzerine onların hepsi tir tir titremeye başladı ve orayı terkederek evine gitti. Resûlullah efendimiz de Tavafına devam ettiler. Biz de kendisini takip ettik. O sırada bize dediler ki: "Müjdeler olsun, sizlere! Allah, gerçekten dinini izhar edip nurunu tamamhyacaktır! O adamların cezasını da sizin elinizle yakın bir zamanda verecektir! Ben Allah'ın onları bizim elimizle boğazladığim gördüğümü, yemin ederek sizlere müjdeliyorum!" [1]

Ebû Nuaym'in Câbir'den nakline göre: Ebû Cehil: "Ey Kureyş, Muhammed, eğer sizler ona itaat etmezseniz, kendi eliyle sizi boğazla­yacağim iddia ediyor!" demiş. Peygamberimiz de kendisine hitaben: "Evet ben bunu söylüyorum ve sen dahi, Allah'ın o acil cezasının geldiği gün boğazlanmış olacaklardansın!" buyurmuştur. Bedir'de Ebû Cehl maktul düştüğü zaman, Peygamberimiz onun ölüsüne bakıp: "Ey Allah'ım, gerçekten bana olan va'dini yerine getirdin" demiştir." (Diğer bir rivayete göre Resûlullah Efendimiz: "Allah'a hamdolsun, İşte bu ümmetin Fir'avn'i de cezasını buldu" buyurmuştur).

AhmedHâkimBeyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs tarikiyle Fâtıma'dan rivayet ederler. O şöyle demiştir: Kureyş müşrikleri Kabe'nin Hıcr tarafında toplanıp: "Muhammed buraya uğradığı zaman, hepimiz kendisine birer şiddetli tokat vursun!" dediler. Ben onların bu şekilde sözleştiklerini duyunca, hemen eve gidip durumu babama haber verdim. Babam bana dedi ki: "Kızını, sen hiç ses çıkarma." Sonra hemen evden çıkıp Kabe'ye müşriklerin yanına gitti. Müşrikler kendisini görünce: "İşte geliyor!" diyerek birbirlerine haber verdiler. Fakat hepsi başım eğip gözlerini yumdu, hiç biri başım kaldırıp da O'na bakmaya cesaret edemedi. Peygamberimiz, onların başucuna dikilip yerden bir avuç toprak aldı ve onlara doğru fırlatarak ve: "Başlar yere eğildi!" diyerek haykırdı. İşte o gün, o topraktan kime isabet etti ise, o kişi Bedir'de kâfir olarak öldürüldü."

Buhârî ve Müslim Habbab'dan rivayet ederler: Ben, Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) gitmiştim. Kendisi Kabe'nin gölgesinde cübbesini yastık yapıp yaslanmıştı. Biz müslümanlar, o günlerde pek şiddetli ezâ ve işkencelere mâruz kalmıştık. Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, bizını bu işkencelerden kurtulmamız için dua ediverseniz, daha iyi olmaz mı?" Peygamberimiz sinirlenmiş bir vaziyette oturup buyurdu ki: "Biliniz ki, sizden öncekiler çok daha ağır işkencelere maruz kalmışlardır! Onların etlerini demir taraklarla tarıyorlar, tepelerine demir testereler koyup tepeden aşağı ikiye biçiyorlardı da onlar, yine sabrediyor ve asla dinlerinden dönmüyorlardı. Ben bütün varlığımla Allah'a yemin ederim ki, O; dinini tamamhyacaktır! insanlık muhtaç olduğu huzur ve güvene kavuşacaktır. O derece ki, devesine binip tek başına yola çıkan kişi; San'a'dan Hadrâmut'a kadar yolculuk edecek de kalbinde Allah korkusundan başka hiçbir korku duymayacaktır!"

(Hadisin diğer rivayetinde ise: "...Kalbinde Allah korkusundan başka hiçbir korku duymayacak, sâdece koyunları hakkında kurt kapar endişesi bulunacak. Fakat sizler acele edip bu emniyet ve huzuru, hemen görüp yaşamak istiyorsunuz" denilmiştir.)

Beyhekî'nin İbn-i İshâk'tan şöyle bir rivayeti var: Kureyş, başlarında Ebû Cehl ve Ebû Süfyan'ın bulunduğu bir topluluk halinde idi. Peygamberimiz de oradan geçmekte idi. Ebû Cehl dedi ki: "Ey Abdü Şems oğulları, İşte bu sizin çıkardığimz bir Peygamberdir!" Ebû Süfyan da: "Doğrusu içimizden bir Peygamber çıkmış olması, şaşılacak bir iş!" dedi. Ebû Cehl tekrar söylenip: "Bu kadar yaşlı ve tecrübeli adamlar varken, içlerinden bir gencin Peygamber çıkmasına, ben şahsen hayret ederim!" dedi. Peygamber Efendimiz de onların söylediklerini işitiyor ve onlara diyordu ki: "Ey Ebû Süfyan sen, Allah ve Resulü için gayrete gelmiş değilsin, sâdece aslim ve neslini düşünüp konuştun. Sana gelince ey Ebû'l-Hakem, Allah'a yemin ederek söylüyorum ki sen; az gülüp çok ağlıyacaksın!" O'nun bu sözüne karşılık henüz kendisine Ebû'l-Hakem denilmekte olan Ebû Cehl de şu karşılığı vermiştir: "Yâ Muhammed, Peygamber çıktım diye bana ne kötü bir âkibetten haber veriyorsun!"

Bezzâr'ın Talha bin Ubeydullah'tan bir rivayeti de şöyledir: Kureyş'ten bir topluluk Kabe'nin etrafında idiler, içlerinde Ebû Cehl de vardı. Derken Resûlullah göründü ve onların yanına gelip: "Yüzler yere eğilip perişan oldu" diye haykırdı. Hiç biri bir söze kadir olmadı. Baktım Ebû Cehl Peygamber Efendimiz'e Özür dilemekle meşgul: "Söyleme yâ Muhammed, söyleme" diyordu. Peygamberimiz de: "Söyleyeceğim vallahi, söyleyeceğim! Yâ bana uyacaksınız, ya da öleceksiniz!" diyordu. Ebû Cehl: "Senin buna gücün yeter, evet gücün yeter!" diyordu. Peygamberimiz ise: "Sizi Allah öldürecek!" karşılığim verdi ve oradan ayrıldı."

BeyhekîEbû Nuaym ve Tarih'inde Buhârî Cübeyr bin Mut'im'den şöyle rivayet ederler: Yüce Allah'ın Muhammed'i (aleyhisselâm) Peygamber olarak gönderdiği ve O'nun dâvasının Mekke'de iyice duyulduğu sırada ben,. Şam seferine çıkmıştım. Busrâ denilen yere vardığımda Nasrânî'lerden (hıristiyan cemâatinden) bana bir topluluk geldi ve: "Sen Harem-i Şeriften misin?" diye sordu. Ben de "Evet" dedim. "İçinizden bir Peygamber çıkmış, sen onu tanıyor musun?" diye sordular. Ben yine "Evet" dedim... Elimden tutarak beni kendilerine âit bir manastıra götürdüler. Burada birçok resınıler vardı. Bana bu resınıleri göstererek: "içinizden çıkan Peygamberin resmini bu resınıler arasında görebiliyor musun?" dediler. Ben de bu resınılerin hepsini gözden geçirip "hayır" cevâbim verdim... Sonra beni daha büyük bir manastıra götürdüler ve içindeki resınıleri göstererek: "Bunların içinde onun resmini görebiliyor musun?" diye sordular. Ben de hepsine teker teker bakarak: "Hayır, göremiyo­rum" karşılığim verdim. Bu sefer beni daha büyük bir manastıra götürdüler, içeri girince bunda daha çok resınıler olduğunu gördüm... Bana: "Bunların hepsini gözden geçir, içinizden çıkan Peygambere âit bir resını görebilecek misin bak!" dediler. Ben de bütün o resınıleri gözden geçirmek üzere bakarken bir resmin» Peygamberimizin sıfat ve suretine benzediğini gördüm ve: "İşte bu, O'na benziyor" dedim... Az ilerisindeki resme baktığımda da, onun Ebû Bekr'e benzediğini gördüm... Onlar bana: "O'na benziyor mu?" dediler. Ben de: "Evet, O'na benziyor, arkasındaki resını de Ebû Bekr'e benziyor" cevabim verdim. Onlar da bana, bunun üzerine dediler ki: "İşte bunun sizin içinizden çıkan Peygamber olduğuna, arkasmdakinin de kendisinden sonra O'nun halîfesi olacağına biz şahitlik ederiz." [2]

Müşriklerin Ona Sövmelerinin Hükümsüz Kılınmasında Görülen Fevkalâdelik

Buharî Ebû Hüreyre'den şu haberi nakletmiştir: Peygamber (s.a.u.) buyurdu ki: "Müşriklerin bana sövüp saymalarim Allah benden nasıl da defediyor, bunu görüp hayret etmiyor musunuz? Çünkü onlar Müzemmem diye birisine sövüp sayıyorlar. Ben ise "Muhammed'im!" (Yâni onlar, Muhammed yerine Müzemmem diyorlar ve müzemmem diye birisine sövüp sayıyorlar Netice itibariyle, haksız yere yaptıkları ve söyledikleri şeylerin kötü eserleri, başkasının değil, bizzat kendilerinin aleyhine oluyor...)[3]

Cenabı Hakkın "O Alay Edenlere Karşı Biz Sana Yeteriz" Mealindeki Ayeti Celilesi ve Bu Hususta Görülen Bazı Mucizeler

Yüce Allah'ın "O alay edenlere karşı biz sana yeteriz" [4]âyet-i celilesiyle ilgili olarak Beyhekî ve Ebû Nuaymİbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet ederler. O demiştir ki: "Bu âyetin haber verdiği alaycılar şunlar idi: Velîd bin Muğîre, Esved bin Abd-i Yeğûs, Esved bir Muttalib, Haris bin Aytıl ve As bin Vâil... Bir gün Cebrâîl (aleyhisselâm) geldiğinde Resûlüllah bu adamları ona şikayet etti ve Cebrâîl'e velid'i gösterdi. Cebrâîl de'onun kaşına işaret etti. Peygamberimiz, ne yaptığim sorduğunda: "Cezasını işaretliyorum" dedi. Peygamber sonra Esved bin Muttalib'i gösterdi. Cebrâîl de onun gözüne işaretledi. Peygamber, diğer Esved'i gösterdiğinde Cebrâîl, onun başına işaret etti. Sonra Peygamber, Hâris'i gösterdi, Cebrâîl de onun karnına işaret etti. Derken oradan As bin Vâil geçiyordu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu gösterdi, Cebâil de onun topuğuna işarette bulundu ve böyle yapmakla onun da buradan ceza göreceğini göstermiş oldu... Nitekim Velîd, okunun ucuna yelek takmakta olan Hudaalı bir adamın yanında geçerken okunun ucu onun kaşına dokunmakla kaşı yarılmıştır. Esved bin Muttalib ise birgün bir sakız ağacimn gölgesine çekilmişti. Derken "Defedin şunları üzerimden, haydi defedin!" diye feryad etmiş... Adamları: "Neyi defedelim? Biz hiçbir şey görmüyoruz ki" demişler. Esved: "Vallahi ben helak oldum, İşte bu o! Görmüyor musunuz, gözlerime diken sokuluyor!" diye feryada devam etmiş ve sonunda her iki gözü de kör olmuştur. Diğer Esved'e gelince, onun başında yaralar çıkmış ve kısa zamanda ölüp gitmiştir, Hâris'in de midesi bozulmuş, aynen Cebrâîl'in işaret ettiği gibi, karnından san su akmış, kıvnla kıvrıla can vermiştir. As'a gelince... O, merkebine binerek Taife doğru yola çıkmıştı. Giderken merkebi dikenli bir bitkinin üzerine tökezleyip yıkılmış, As'ın topuğuna büyükçe bir diken batmıştı. Dikenin açtığı yara azmış ve As bu yüzden ölüp gitmiştir."

(Bu rivayetin, gerek İbn-i Abbâs'tan gerekse başkasından, diğer sevk yolları da bulunmaktadır. Biz bunları El-Tefsîru'l-Müsned'de belirtmiş bulunuyoruz.) [5]

Peygamberimizin Ebû Leheb'in Oğlu Hakkındaki Bedduası

Beyhekî ve Ebû Nuaym Ebû Nevfel tarikiyle onun babası Ebû Akreb'den naklederler. O şöyle demiş: Ebû Leheb'in oğlu gelip Peygamber (aleyhisselâm)'a sövmeğe başladı. Peygamber Efendimiz de ona: "Allah'ım, yarattığın köpeklerden birini ona musallat eyle!" diyerek bedduada bulundu... Ebû Leheb, bezzaz idi. Bâzı kumaşları oğlu, hizmetçileri ve vekilleri ile satılmak üzere Şam'a yollardı. "Oğlumu iyi koruyun, onun hakkında, Muhammed'in bedduasından korkuyorum" diye tenbih ederdi. Onlar da buna çok dikkat ederlerdi. Onu bir duvarın dibine oturtur, etrafına çok miktarda eşkıyalarim yığar, üzerini de örterler idi. Onu bu şekilde korumaya bir müddet devam ettiler. Birgün aralanın biri gelip onu parçaladı. Haberi onun babasına ilettiler. Babası Ebû Leheb dedi ki: "Ben size, onun hakkında Muhammed'in bedduasından korkuyorum, demedim mi?"

Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir Urve tarikiyle Hebbar bin el-Esed'den şöyle naklederler: Ebû Leheb ve oğlu Utbe Şam yolculuğuna hazırlanıp çıktılar. Ben de onlarla beraber çıktım. Utbe Şam hazırlığim yaparken dedi ki: "Gidip Muhammed'e hakaret etmeden, Rabbisi hakkında ona kötü sözler söylemeden yola çıkmıyacağım!" dedi ve gidip: "Yâ Muhammed ben senin: "...Derken yaklaştı, daha da yakın oldu. iki ok atımı hattâ bundan daha da yakın oldu" diyerek vasıfladığm Rabbini inkar ediyorum!" diye haykırdı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de bunun üzerine: "Allah'ım, yarattığın köpeklerden birini ona musallat kıl da, onu parçalasın!" diyerek bedduada bulundu... Utbe babasının yanına geldiği zaman babası ona: "Oğlum, sen Muhammed'e ne dedin, o sana ne dedi" diye sordu. O da durumu haber verdi. Babası bunun üzerine dedi ki: "Ey oğlum, Muhammed'in senin hakkındaki bedduasından korkarım, zarar göreceksin!" Sonra sefere çıktık. Serat denilen yerde konakladık. Burası arslanı bol olan bir yerdir. Burada Ebû Leheb bize dedi ki: "Arkadaşlar, benim sizlerle olan hakkımı ve şu ileri yaşımı biliyorsunuz. Sonra Muhammed oğlum hakkında beddua etmiştir. Burası arslanı bol bir yerdir. Oğlum hakkında çok iyi tedbir almalısınız! Bütün eşyanızı buraya toplayimz, üstüste yığimz, üzerine oğlumu yerleştiriniz, sizler de etrafim sarimz, onu koruyunuz..." Bizler de böyle yaptık. Geceleyin bir arslan geldi, sıradan bizlerin yüzünü koklamaya başladı. Aradığı o idi. Onu orda derhal parçaladı ve gitti. Ebû Leheb feryâd ediyor ve: "Ben size, onun Muhammed'in bedduasına uğrayacağim daha önce söylemedim mi?" diyordu...

(Ebû Nuaym ve İbn-i İshak'ın diğer tarikten sevkettikleri bir rivayette; Resûlüllah'ın şâiri Hassân'ın bu hususta güzel ve ibretle dolu şiirler söylediği, Allah'ı ve Resûlü'nü inkar eden birinin cezasını nasıl bulduğu, arslanın onu nasıl parçaladığı, anlatılmaktadır.)

Yine Ebû Nuaym'in Tâvûs'tan bir rivayeti de şöyledir: Resûlüllar. Efendimiz: "İnmekte olan parlak yıldıza andolsun ki" âyetini okuduğu zaman, Ebû Leheb oğlu Utbe:'İnmekte olan yıldızın Rabbine ben küfrediyorum!" diye bağırdı. Resûlüllah da kendisine hitabla: "Allah, köpeklerinden bir köpeği sana musallat kılsın!" diye bedduada bulundu. Sonra Utbe arkadaşlariyle birlikte Şam'a gitti. Yakınlarına kadar gelen bir arslanın kükremesi ile Utbe müthiş bir korkuya kapıldı. Arkadaşları kendisine: "Bak, bizlerden hiç korkan var mı? Arslan kükremesi ile sen niçin korkuya kapılıp titriyorsun?" dediler. Utbe dedi ki: "Ben Muhammed benim hakkımda beddua ettiği için korkuyorum. Vallahi yeryüzünde O'nun kadar gerçek Onun kadar duası geçecek olan birisi yoktur!" Sonra akşam yemeği konuldu. Utbe hiç yemedi. Sonra uyumg zamanı geldiğinde Utbe'yi ortaya aldılar, etrafına eşyalarim yığdılar kendileri de Utbe'nin etrafim çember halinde çevreleyip yattılar ve uyudular... Biraz sonra arslan gelip başlarım-yüzlerini koklamaya başladı. Sırasıyla hepsini koklayıp Utbe'ye gelince, onu önce şiddetli hırpaladı. Utbe derhal: "Ben size demedim mi? Muhammed'in bedduas beni mahvedecek" diye feryad etti. İşte Utbe, son nefeslerinde ancak bunları söyleyebildi ve az sonra da, aralanın pençesi altında can verdi."

(Yine Ebû Nuaym'in Ebû'd-Duhâ'dan bir rivayeti daha var... Fakat o da aynı mealdedir.) [6]

Peygamberimizin Kureyş Üzerine Kıtlık ile Dua Etmesi

Buhârî ve Müslim İbn-i Mes'ûd'dan rivayet ediyor. O şöyle diyor: Kureyş'in İslâm'ı red edip Resûlüllah'a karşı isyanda İsrâ'r etmesi üzerine Resûlüllah Efendimiz dua edip buyurdu: "Ey Allah'ım, Yusuf Peygamber'in kıtlık içinde geçen yedi senesi gibi yedi sene kıtlık ile, Kureyş'e karşı bana yardım eyle!" Resûlüllah'ın bu duasından sonra kıtlık başladı, her şey kuruyup yok oldu... O derece kıtlık oldu ki, insanlar cife ve hayvan Ölüsü yemeye başladılar... Açlığın şiddetiyle, yerle gök arasını dumanlarla kaplıymış gibi görüyorlardı. Sonra Resûlüllah'a karşı yaptıklarından pişman olup tevbe ettiler. Allah'a yalvarıp şöyle dua ediyorlardı: "Ey Allah'ım, şu azabı bizlerden defeyle! Biz, mü'ıninler olarak Sana sığmıyoruz, sana inanıyoruz!..."

Cenab-ı Hakk tarafından Peygamberimiz'e denildi ki: "Habîbim, eğer biz onlann üzerindeyken azabımı kaldırmış olsak, onlar yine eski hallerine dönerler." Derken Allah onlar üzerindeki azabim kaldırdı, kıtlık sona erdi. Onlar da eski hâline dönüp Allah'a ortak koşma yoluna devam ettiler. Yüce Allah da Bedir Gününde onlardan intikam aldı. Nitekim şu âyetleriyle de bunu haber verdi: "Habîbim, göğün açık bir duman getireceği günü gözetle. Biz sizden azabı birazcık kaldıracağız ama siz yine inkarimza döneceksiniz. Fakat asıl o büyük yakalama ile yakaladığımız gün İşte o gün biz intikamımızı alırız!" [7]

Beyhekî'nin İbn-i Mes'ûd'dan rivayeti şöyledir: Peygamber Efendimiz, insanların İslâm'dan yüz çevirdiklerini görünce: "Allah'ım, Yusufun yedi senesi gibi yedi sene kıtlık cezası ver!" diye dua etti. Büyük bir kıtlık oldu... İnsanlar hayvan ölüsü, deri ve kemikleri yemeye başladılar. Kureyş'ten bir grup başlarında Ebû Süfyan olduğu halde Peygamber'e geldiler ve dediler ki: "Ey Muhammed, Sen bütün insanlara rahmet olarak gönderildiğini söylüyorsun! Kavmin ise açlık­tan helak oluyor. Azabim kaldırması için Allah'a dua edivermeni istiyoruz." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de dua buyurdular. Bol bol yağışlar oldu ve yedi gün aralıksız devam etti. Bu çok yağmurun da zararlı olabileceğini düşünerek yine Hazret-i Peygamber'e müracât ettiler. Peygamberimiz de: "Ey Allah'ım, üzerimize değil, etrafımıza, bol yağışlar olsun!" diyerek duada bulundu; Derhal bulutlar açılmaya, yağışlar etrafa dağılmaya başladı. [8]

İbn-i Mes'ud der ki: "Dühan alâmeti gerçekleşmiştir ki bu, açlık idi. Ayrıca Rûm'larla ilgili*haber de tahakkuk etmiş, ilgili âyette "Batşa-i Kübrâ" olarak geçen büyük yakalayış Bedir'de vukua gelmiş, İnşikâk-ı Kamer denilen Ay'ın ikiye ayrılması mucizesi de gerçekleşmiştir."

Buhârî ve Müslim'in bu hususta İbn-i Mes'ud'dan bir rivayeti var. Bunda şöyle denilmektedir: "Beş şey var ki bunlar geçmiştir: Lizâm, el-Rûm, Dühân, Batşâ-i Kübrâ ve înşikâk-ı Kamer." Beyhekî: bunu şöyle açıklar; Yâni bunlarla ilgili âyetlerin verdikleri haberler, Peygamberi­mizin sağlığında vukua gelip gerçekleşmiştir. Aynen vukuundan önce haber verildiği şekilde olmuştur." [9]

Nesaî, Hâkim ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler. O demiştir ki: Ebû Süfyan Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek; "Ey Muhammed, bizler hayvan ölülerinin deri ve tüylerini yiyecek kadar açlığa mâruz kaldık, açlıktan helak olmak üzereyiz... Bizler için dua ediver!" diye ricada bulundu. Bunun üzerine Yüce Allah şu âyetini indirdi: "Andolsun biz onları-azâb ile yakaladık, fakat yine Rab'lerine boyun eğmediler, (hâlâ O'na ihlasla) yal varmıyorlar." [10]Resûlüllah Efendimiz onlar için dua ediverdi ve onların üzerindeki azâb ve sıkıntı kaldırıldı."

(Beyhekî der ki: Ebû Süfyan'ın kıssası ile ilgili rivayette, bunun Hicret'ten sonra Medine'de olduğuna delalet eden bir cihet bulunmaktadır, ihtimal ki bu durum, biri Mekke'de, diğeri de Medîne'de olmak üzere iki defa vukua gelmiştir.) [11]

İslâm Kadınlarından Zinnire’nin Gözlerinin Kör Olması ve Sonra İyileşmesi

Bunu, Beyhekî Urve'den rivayet ediyor, O şöyle demiştir: Müslüman oldukları için Allah yolunda işkence görenlerden yedi kişiyi, Ebû Bekir satın alıp azâd etmiştir. Bunlardan biri de kadın müslümanlardan Zinnire idi. Bir ara gözleri hastalanıp kapanmıştı, artık görmüyordu. Kendisi Allah yolunda çok işkence görmüştü. Mahzûm Oğulları ona en ağır işkenceleri yapıyor, o ise asla İslâm'dan vazgeçmiyordu... Gözlerinin kapanması üzerine müşrikler: "O, Lât ve Uzzâ adındaki ilahlarımıza ihanet ettiği için, onlar tarafından çarpılmıştır" diye söyleniyorlardı. Bu söylentiyi Zinnıre duyduğu zaman çok üzülmüş ve gayrete gelerek: "inandığım ve kendisine sağındığım Allah'a yemin ederim ki, müşriklerin dediği gibi değildir! Lât ve Uzzâ adındaki putlar, hiç bir şeye kadir değillerdir! inandığım bir ve büyük Allah'ım ise, her şeye kadirdir, dilerse benim gözlerimi de iade eder" diye müşriklere karşılık vermiştir. Yüce Allah da gözlerini ona iade etmiştir." [12]

[4] Hicr suresi, 95

[7] Duhan suresi, 10-l6

[10] Mü'ıninun suresi, 76

 

8  HABEŞİSTAN'A HİCRETLE İLGİLİ VUKUA GELENLER

Beyhekî'nin naklettiği haberde Mâsâ bin Ukbe şöyle anlatmakta­dır: Kureyş işkence ve fitneyi iyice artırınca bir grup müslüman, başlarında Cafer bin Ebû Tâlib olduğu halde Habeşistan'a hicret ettiler. Bu suretle dinlerini korumak, din ve vicdan hürriyetine kavuşmak istemişlerdi. Kureyş bunu haber alınca derhal Amr İbn-i As ile Amâre bin Velîd'i peşlerinden gönderdi ve de bunlara çok sür'atli gitmelerini, yolda yetiştikleri takdirde müslümanları geri çevirmelerini, yetişemez-lerse Habeşistan'dan geri getirmelerini sıkıca tenbih etti. Habeşistan kralimn şahsına ve yanındaki devlet büyüklerine çeşitli ve kıymetli hediyeler de gönderdi. Krala âit hediyeler arasında bir Arap atı ile, çok kıymetli atlastan bir cübbe de vardı. Amr ve Amâre sür'atle yola çıktı ise de müslümanlara yetişemediler. Habeşistan'a vardıklarında, kralın huzuruna kabul edildiler ve hediyelerini takdim ettiler. Kral Amr'i kendi kürsisine oturtup konuşmasına izin verdi. Amr da kirala şunları söyledi: "Efendim, sizin ülkenize bizden bâzı akılsız adamlar sığınmış bulunuyor. Bu adamlar ne sizin dininizdedir, ne de bizim dinimizdedir. Onları bize iade etmeniz, sizin yüce şahsınızdan biricik dileğimizdir..." Oradaki devlet büyükleri de krala, onların iade edilmesini istediler. Kral şu karşılığı verdi: "Ben, bu gelenler ile konuşup onların ne durumda ve ne gibi bir itikâd üzerinde olduklarim anlamadan asla iade etmem!" Amr söze tekrar başlayıp: "Efendim, onların ne halde olduklarım size ben haber vereyim: Onlar, içimizden çıkan bir adamın arkadaşlarıdır, onların ne kadar akılsız ve aykırı kişiler olduğunu şimdi siz de anhyacaksmız: Onlar, Îsâ'nın Allah'ın oğlu olduğuna inanmazlar, sana da secde etmezler, huzuruna çağırdığın zaman, sana secde etmediklerini bizzat göreceksin..." diye konuştu ve kralı müslümanlara karşı tahrik etmeye çalıştı.

Kral Necaşî, Cafer ve arkadaşlarimn getirilmesini istedi. Onlar da geldiler, huzura girip selam vermek suretiyle saygılarim bildirdiler ve fakat secde etmediler. Amr ve Amâre derhal: "Biz size haber vermedik mi? İşte görüyorsunuz, krala secde etmiyorlar" diyerek kralı ve diğer devlet adamlarim tahrike çalıştılar... Kral söze başlayıp: "Ey bana iltica edenler! Sizin kavminizden diğer insanların bana secde ettikleri gibi, siz niçin secde etmiyorsunuz?" diye sordu ve Îsâ hakkında ne dediklerini, nasıl bir itikad ve din üzerinde bulunduklarim Öğrenmek istediğini belirtti. Önce şu soruyu yöneltti: "Bana söyleyiniz, siz nasranî misiniz?" Müslümanlar da bu soruya "hayır" karşılığim verdiler. Kral: "Sizler yâhûdî inisiniz?" diye sordu. Müslümanlar da "hayır" dediler. Kral bu sefer de: "O halde sizin dininiz nedir?" diye sordu. Müslüman­lar da: "Bizını dinimiz İslâmdır" diyerek cevapladılar. Kral: "İslâm nedir?" dedi. Müslümanlar da: "İslâm: Allah'ın birliğine inanıp yalnız O'na kulluk etmek, O'na hiç bir şeyi asla ortak koşmamak, O'ndan başka hiç bir varlığa asla tapmamaktır" dediler. Kral: "Bunları size kim haber verdi?" diye sordu. Müslümanlar: "Bunları bize bizını içimizden çıkan, soyunu ve ahlakim çok iyi tanıdığimz Muhammed haber verdi. Allah O'nu bize içimizden seçerek Peygamber olarak gönderdi. Bizden önceki ümmetlere bâzı seçkin ve üstün ahlaklı zatları gönderdiği gibi... O bize; ana ve babaya iyilik etmeyi, dâima doğruyu söylemeyi, yalandan şiddetle kaçınmayı, sözünde durmayı, emanete riâyet etmeyi emretti. Putlara tapmayı ise şiddetle yasakladı. Yalnız Allah'a ibadet etmemizi, hiç bir şeyi O'na şerîk koşmamamızı açıkça ve kesinlikle emretti. Bizler de O'nu, bütün bunlarda tasdik ettik, O'na itaat ettik, Allah'ın kelamim ve dinini tanıdık ve O'nun bize teblîg ettiği esasların Allah tarafından olduğuna tanık olduk. Bizler İşte böyle bir yolu takib edince, kavmimiz de bize amansız düşman kesildi. O gerçek Peygamber'e de düşman kesildiler, O'nu yalanladılar, O'nu öldürmek istediler; bizleri de tekrar putperestliğe döndürmek istediler. Bizler de dimimizle, kanımızla kavmimizden ayrılıp sizin ülkenize ve adaletinize sığındık" diye karşılık verip kendilerini savundular.

Bu sırada kralın: "Vallahi bütün bunlar; Mûsa'nın dini hangi kaynaktan çıkmış ise, ancak o kaynaktan çıkmıştır!" diye konuştuğu duyuldu... Müslümanların temsilcisi Cafer dedi ki: "Size karşı secde etmeyip selam vermemize gelince: Peygamberimiz bize haber verdi ki: Cennet ehlinin birbirine olan duası selâmdır ve bunu bize Peygamberi­miz emretmiştir. Bu sebeble biz de sizi selam ile karşıladık. Birbirimizi de selam ile karşılayıp dualaştığımız gibi... Îsâ hakkındaki inancımıza gelince: Îsâ Allah'ın kulu ve resulüdür, tarafından bir rûh olup Meryem'e ilkâ eylediği kelimesidir... Tertemiz ve bakire olan Meryem'in oğludur."

Bu sırada kral yere eğilip eliyle bir çöp aldı ve şöyle dedi: "Vallahi Meryem oğlu Îsâşu çöp kadar bundan fazlasını söylemiş değildir." Oradaki devlet büyükleri söze karışıp: "Ey kral, eğer sen bu adamı dinleyecek olursan, vallahi seni dininden edecek!" dediler. Kral da şu karşılığı verdi: "İnandığım Allah'a kasem ederim ki, ben, Îsâ hakkında ebediyen bundan başkasını söylemem!" Bundan sonra kral, söz ve davranışlarından hoşlanmadığı Amr İbn-i As'a işaret ederek: "Şu adamın hediyelerini geri veriniz! Vallahi bana bir dağ kadar altim rüşvet verseler dâhi, ben bu adamları, onlara teslim etmem için onu kabul etmem!" diye haykırdı. Sonra Cafer'e ve arkadaşlarına dönerek: "Haydi gidiniz, ülkemde sakin olunuz! Huzur ve emniyet içinde yaşayimz, ihtiyaçlarimz da karşılanacaktır" dedi. Daha sonra umûma hitap edecek: "Ülkemize sığınan bu adamlara, her kim ezâ verici bir nazarla bakacak olursa, bilsin ki bana isyan etmiş sayılır."

Amr ile Amare Habeşistan'a giderken yolda araları açılmış ve birbirine iyice kızmışlardı. Habeşistan'a varınca ister istemez araların­daki anlaşmazlığı bırakıp esas gayelerini gerçekleştirmeye çalıştılar... Fakat bu da mümkin olmadı. Bu sefer daha da araları açılıp birbirine iyice kızdılar... Amr, Amâre'ye bir hile düşündü: Dedi ki: "Ey Amâre, sen gerçekten güzel bir adamsın... Kral çıktığı zaman, kralın karısına git, bu hususta onunla konuş, -işimizin görülmesi için kendisinin yardımim rica et." Amâre de buna inandı. Kralın karışma haber gönderip onunla konuşmak istedi. Ricası kabul edildi ve konuşmak üzere kralın karısının huzuruna çıkarıldı. Amr da kralın yanına gidip: "Efendim, arkadaşım Amâre kadınlara düşkün bir adamdır. Burada da zât-ı âlinizin karısı ile ilişki kurmak istemiş ve karimzın yanına gitmiştir. İsterseniz haberi derhal tetkik ettirebilirsi- niz" diyerek kralı tahrik etti. Kral derhal adam gönderdi, Amâre'nin orada olduğunu görüp getirdiler. Kral, onun ihliline (erkeklik uzvunun deliğine) pompa ile hava vererek cezalandırılmasını ve bu şekilde sürgün adasına gönderilmesini emretti. Onlar da öyle yaptılar. Böylece Amâre cezalandırılıp adaya sürüldü ve orada helak olup gitti.

Amr da Mekke'ye hiç bir netice elde edemeden ve üstelik arkadaşim da zayi etmiş olarak döndü. Dönüş esnasında da yolunu kaybederek, anasından doğduğuna pişman olacak derecede sıkıntı ve ıztıraplar çekti. Eli boş olarak avdet eyledi." (Bu mealdeki haberler, arada kesinti olmaksızıİbn-i Mes'ud'dan, Ebû Mûsa'dan ve Ümmü Seleme'den dahi rivayet edilmiştir).[1]

El-Sahife Hakkında Vukua Gelen Fevkalâdelik

Beyhekî ve Ebû Nuaym Mûsâ bin Ukbe tarikiyle El-Zührî'den rivayet eder. O demiştir ki: Müşrikler müslümanlara karşı olan eza ve işkencelerini iyice şiddetlendirdiler, müslümanlar da çok zor durumda kaldılar... Bazıları Habeşistan'a hicret edince, belâ bütün ağırlığı ile üzerlerine çullandı. Zira Kureyş, oraya göçen müslümanlara izzet ve ikram edilmesini bir türlü hazmedemiyordu... ve kesinkes Resûlüllah'ı öldürmeye karar verdiler. Ebû Tâlib bu durumu öğrenince Abdü'l-Muttalib oğullarım topladı ve onlara, Resûlüllah'ı kendi mahallelerine alıp iyi korumalarim, ne pahasına mal olursa olsun, Resûlüllah'ı müdâfa etmelerini sıkıca tenbih etti. Abdü'l-Muttalib Oğulları da bunun üzerinde ittifak edip, müslümanı ve kâfiri tam bir birlik oldular. Kureyş bu ittifak ve birliğöğrenince kendi aralarında toplanıp yeni bir karar aldılar. Bu karara göre Abdü'l-Muttalib Oğullarına boykot ilân edilecek, alım satım da dahil, onlarla her nevi ilgi kesilecek, onlardan hiç biri kendi mahallelerine sokulmayacaktı. ve bu durum, Resûlüllah alenen öldürülmek üzere kendilerine teslim edilinceye kadar devam edecekti.

Kureyş aldığı bu kararı bir sahîfe üzerine yazarak, yeminler ve ahidler ile de te'yid ederek, Kabe'nin içine astı. ve bu sahifede, ebediyen onlarla sulha yanaşmıyacakları kaydim da koydu... Bu andan itibaren de boykot başlamış oldu. Hâşim oğulları üç sene muhasarada kaldı, çok şiddetli sıkıntı ve açlık çektiler. Basit bir ihtiyaçlarim te'ınin için sokağa bile çıkamadılar...

Kureyş dışarıdan gelen malları bile tekeline almıştıDışarıdan gelen mallara derhal el koyuyor, her hangi bir şeyin Abdü'l-Muttalib Oğullarına intikal etmesine imkan bırakmıyordu... Boykot, şiddetinde hiç bir şey kaybetmeden üçüncü senesine girdi. Bu sırada Abdü Menâf Oğulları ile Kusay Oğullarından bâzı kimseler ve Kureyş'ten bâzı şahsiyetler; vicdanları sızlıyarak bu derece şiddetli bir boykotun tatbikinden memnun olmadıklarim, bunun hakkaniyet ve akrabalık duygularıyle bağdaşmadığım müzâkere edip kaldırılmasına çalışmak üzere karara vardılar... Bunlar, anneleri tarafından da Hâşim Oğulları ile yakınlığı bulunan kimselerdi. Bu sırada Yüce Allah; onların sahîfesine güveyi musallat kılmıştır. Sahîfe içindeki iyi ve güzel olan bütün kelimeleri, güve yemiştir. Kureyş'in, sözünü te'yid maksadiyle kullandığı yemin ve ahid kısmında geçen Allah'a âit isınılerden de bir eser kalmamıştır. Sahîfe üzerinde sâdece Kureyş'in zulüm ve gadrini ifâde eden kötü kelimeler kalmıştı. Yüce Allah; ayrıca Resûlü'nü de durumdan haberdar etmişti. Resulüllah'da bunu amcası Ebû Tâlib'e anlattı. Ebû Tâlib heyecanim tutamadı ve: "Parlayan yıldızlara yemin olsun ki, O bana hiç yalan söylememiştir!" demekten kendini alamadı. ve yanına Abdü'l-Muttalib Oğullarından bâzılarim alarak Mescid-i Harâm'a gitti. Orası Kureyş'le dolu idi. Kureyş Ebû Tâlib'in bâzı adamlarla birlikte gelmekte olduğunu görünce yadırgadı ve onların gelişini, çektikleri belanışiddetiyle pesettikleri şeklinde yorumlayıp, Resulüllah'ı alenen öldürülmek üzere teslim edecekleri zannına kapıldı. Ebû Tâlib ise gelir gelmez söze başlayıp: "Ey Kureyş, aranızda hiç beklemediğiniz bâzı şeyler olmuş! Üzerine yemin ve ahidlerde bulunduğunuz o sahîfeyi getiriniz, umuyorum ki aramızda bir anlaşma olacaktır. (Ebû Tâlib'in böyle söylemesi, sahifeye Önce Kureyş'in bakmaması maksadim güdüyordu.) Kureyş önce hayret içinde kaldı ve sahîfeyi gidip Kabe'nin içinden getirdiler. Kureyş, artık Resûlüllah'ın kendilerine teslim edileceğine kesin güzeyle bakıyordu. Sahîfeyi önlerine koydular.

Ebû Talib dedi ki: "Ey Kureyş, ben size insaflı ve adaletli bir şeyi kabul ettirmek üzere geldim. Kardeşimin oğlu Muhammed bana haber verdi ki, Allah sizin önünüzde duran şu sahîfenizden beridir! ve bu sahifede Allah'a âit ne kadar isını ve kelime varsa Yüce Alîah onları görünmez kudretiyle mahvedip gidermiştir; sâdece sizin zalimliğinize delâlet eden kelimeleri bırakmıştır. Şimdi sahifeyi açıp durumu görebilirsiniz. Ki kardeşimin oğlu şimdiye kadar verdiği hiçbir haberde yalancı çıkmamıştır, bunda da çıkmayacaktır. Şayet yalan olduğu görülecek olursa, alenen öldürülmek üzere O'nu size teslim etmeğe hazırız! Eğer doğru söylediği görülecek olursa, içimizden son nefer ölünceye kadar O'nu size teslim etmiyeceğizL."

Kureyş, Ebû Tâlib'e verdiği cevapta: "Evet, buna razı olduk"_dedi ve sahîfeyi açtı. Gerçekten Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) sâdık ve masdûk olduğu görüldü. Durum, aynen O'nun haber verdiği gibidir... Zulüm ve haksızlığı ifâde eden kelimelerden başka hiç bir kelime bırakmadan hepsini güve yiyip delik deşik etmiştir. Ahidnâme denilecek bir tek sağlam madde bırakmamıştır.

Durumu kendi gözleriyle gören Kureyşşaşkına döndü. Büyük bir şaşkınlık içinde dediler ki: "Vallahi bu, sizin arkadaşimzın sihrinden ibarettir!" Abdü'I-Muttalib Oğulları da dediler ki: "Ya'lân söylemeğe, sihir ve büyü yapmağa yakışan ve yakın olanlar; bizden başkaları olabilir! Eğer sizin işinizde, aldığimz boykot kararında sihirler ve yalanlar olmasaydı; sahîfeniz durduğu yerde bozulup gitmezdi. Belli ki, Yüce Allah sizin sahîfenizde güzel ve iyi olan ne varsa onları giderip, çirkin ve kötü ne varsa onları bırakıp sizin yüzünüze çalmıştır. Durum ortadadır. Hangimizin sihir ve yalana layık olduğunu göstermektedir! Hani, yeminler ve ahidlerle madde madde yazıp1 Kabe'nin içine astığimz sahîfeniz ne oldu?"

İşte bu sırada, vicdanları sızlıyarak boykotun kaldırılması için çalışacaklarına dair sözleşen Abdü Menaf ve Kusayy oğullarına mensup kişiler, söze karışıp: "Bizler şahsen bu sahifeden el çekiyoruz! Onunla hiçbir ilgimiz yoktur! Şu andan itibaren onun kaldırılmasını istiyoruz!" dediler. Sahîfenin hükümsüz sayılması üzerine de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve arkadaşları muhasaradan çıkıp Mekke halkı ile haşir neşir oldular."

İbn-i Sa'd der ki: Bana Muhammed bin Ömer'in haber verdiğine göre, Kureyşten yaşlı bir zât'a dayanan bir haberde şöyle denilmiştir: "Kureyş'in yazıp Kabe'nin içine astığı sahifeyi, üçüncü senede güve yedi. Allah durumdan elçisini haberdar etti. Sahifede zulüm ve cevr nâmına yazılmış neler varsa, bütün bunları güve yemiş-, Allah'ın zikri sadedinde neler yazılmış ise bunları yemeyip bırakmış... Kureyş neticeyi görünce yaptığına pişman olup başım eğdi, sahifeyi hükümsüz saydı. Peygamber ve arkadaşları da muhasara ve hapisten kurtuldu..."

Yine İbn-i Sa'd'ıİbn-i Abbâs'tan sevkettiği bir rivayette şu farklar bulunmaktadır: Kureyş'in boykot kararim almasının sebebi: Habeşistan'a göçen müslümanlara Necâşi'nin iyi muamele etmesini hazmedememesi idi.

şim oğulları ile her nevi alakanın kesilmesini ihtiva eden sahîfeyi Abder'li İkrime'nin oğlu Mansûr yazmıştı ve yazdıktan sonra da eli çolak olmuştu. Müslümanlar hacc mevsınıinin dışındaki muhasa çıkarılıyorlardı. Üç sene sonra sahifedeki zulüm ve çevri ifâde eden kelimeleri güve yemiş, Kureyş de bunun üzerine boykotu kaldırmıştı.)

(Diğer bir rivayette ise: "Kureyş'in besmele yerine okuyup-yazdığı "bismikâllahümme=ancak senin adınla ey Allah'ım" cümlesinden başka, bütün kelimeler güve tarafından yenilmişti" denilmektedir.)[2]

9 PEYGAMBERİMİZİN KENDİSİNE HÂS

İSRÂ' VE Mİ'RÂC MUCİZESİ VE

BU GECEDE GÖRDÜĞÜ BAZI İLÂHÎ TECELLÎLER

 

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Eksiklikten uzaktır O Allah ki, geceleyin kulunu Mescid-i Haram'dan, çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksa'ya yürüttü. O'na ayetlerimizden bir kısmim gösterelim diye. Gerçekten O işiten gören­dir." [1]

Peygamberimiz'in İsrâ' ve Mi'râc mucizesi hakkında pek çok hadisler vardır. Bunların bazısı uzun, bazısı da kıSa'dır. Şimdi bu hadis-i şeriflerden bir kısmim arz edelim. Önce Enes (radıyallahü anh)'ın hadisini görelim: [2]

Enes Hadisi

 Müslim'in Sabit el-Bünani'den rivayetine göre Enes demiştir ki: "Rasülüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: Bana Burak getirildi. Burak; mer-kebden büyük, katırdan küçük, beyaz ve uzun bir dabbedir. Gözünün gördüğü yere Ön ayağim kor ve çok süratli gider. Ben ona bindim ve Beytü'l-Makdis'e geldim. Üzerinden inip oradaki halkaya bağladım ki, daha önceki Peygamberler de bu halkaya binitlerini bağlarlar idi. Sonra Mescid'e girdim, iki rek'at namaz kılıp çıktım. Cebrâîl bana, birinin içinde içki, diğerinin içinde süt bulunan iki kadeh sundu. Ben de içinde süt olanı alıp içtim. Cebrâîl bana: "Fıtratı seçtin" dedi. Sonra yakın semaya çıkarıldım. Cebrâîl kapimn açılmasını istedi. "Sen kimsin?" diye soruldu. O da: "Cebrâîl" diye cevapladı. "Yanında kim var?" diye soruldu. O da: "Muhammed" dedi. "Demek O'na Peygamberlik geldi mi?" denildi. O da: "Evet" dedi ve bize kapı açıldı. Bir de ne göreyim, Âdem'le karşı karşıyayım! Beni "merhaba" diyerek karşıladı ve bana hayır dualar etti. Sonra ikinci semaya çıkarıldık. Cebrâîl kapimn açılmasını istedi, ona: "Kimsin?" denildi. O da: "Cebrâîl" dedi. "Yanında kim var?" denildi. O: "Muhammed" dedi. "Demek O, Peygamber olarak gönderildi mi?" denildi. O da: "Evet" dedi. Bize kapı açıldı. Bir de ne göreyim iki teyze oğlu Îsâ bin Meryem ile Yahya bin Zekeriyya karşımızdalar. Beni. "merhaba" diyerek karşıladılar ve benim için hayır duada bulundular. Sonra üçüncü semaya çıkarıldık. Cebrâîl yine kapimn açılmasını istedi, kendisine: "Sen kimsin?" diye soruldu. O: "Cebrâîl" dedi. "Yanında kim var?" denildi, O da: "Muhammed" dedi. "Demek O'na gerçekten Peygamberlik geldi mi?" denildi. O da: "Evet" dedi. Kapı açıldığında ne göreyim, bütün güzelliğin yarısına sahip kılınmış bulunan Yusuf Peygamber! Beni "merhaba" diyerek karşıladı ve benim için hayır duada bulundu. Sonra dördüncü kat semaya çıkarıldık. Cebrâîl kapimn açılmasını istedi, "Kim o?" denildi. O: "Cebrâîl" dedi. "Yanında kim var?" denildi, O da: "Muhammed" dedi. "Gerçekten O'na Peygamberlik gönderildi mi?" denildi. O da: "Evet" dedi. Kapı açıldığında karşımda îdris'i gördüm. O da beni "merhaba" diyerek karşıladı ve benim için hayır dua etti. Sonra beşinci semaya çıkarıldık. Cebrâîl kapimn açılmasını istedi. "Kimsin?" denildi. O: "Cebrâîl" dedi. "Yanındaki kim?" denildi. O da: "Muhammed" dedi. "Demek O'na Peygamberlik gönderildi mi?" denildi. O da: "Evet" dedi. Kapı açıldı. Bir de ne göreyim, Harun beni karşılamakta, bana "merhaba" demekte. O da benim için hayır dua etmekte. Sonra altıncı semaya çıkarıldık. Cebrâîl yine kapimn açılmasını istedi, "kim o?" denildi. O: "Cebrâîl" dedi. "Yanındaki kim?" denildi. O da: "Muhammed" dedi. "Demek O'na Peygamberlik gönderildi mi?" denildi. O da: "Evet" dedi. Kapı açıldı. Bir de ne göreyim, Mûsa karşımda. Beni "merhaba" diyerek karşıladı ve benim için hayır dua etti. Sonra yedinci kat semaya çıkarıldık. Cebrâîl kapimn açılmasını istedi, ona "kimsin?" diye soruldu. O: "Cebrâîl" dedi. "Yanında kim var?" denildi, O da: "Muhammed" dedi. "Demek O'na Peygamberlik gönderildi mi?" denildi. O da: "Evet O'na Peygamberlik verildi" dedi. Kapı açıldı biz de içeri girdik. Bir de göreyim, İbrahim arkasını Beyt-i Mâmûr'a dayamış oturmakta ve bu Beyt'e günde yetmiş bin melek girmekte, çıkıp bir daha dönmemektedir.

Sonra ben Sidre-i Müntehâ'ya götürüldüm. Onun fil kulağı gibi yapraklan, testi gibi meyveleri vardı. Hiç bir kimse onun güzelliğini hakkıyla anlatmaya güç yetiremez. Allah bana dilediğini vahyetti. Üzerime elli vakit namazı farz kıldı, her gün bu namazlar kılınacaktı. Ben geri döndüm. Mûsa'ya geldiğim zaman, o bana: "Allah senin ve ümmetinin üzerine neyi farz kıldı?" diye sordu. Ben de: "Elli vakit namazı" dedim. O da bana dedi ki: "Rab'bine dön ve O'ndan hafifletme­sini iste. Zira ümmetin buna güç yetiremez. Ben İsrâ'il oğullarim çok tecrübe ettim, sana bu tecrübeme dayanarak tavsiyede bulunuyorum." Ben de onun tavsiyesine uyarak Rab'bime döndüm, O'ndan hafifletmesi­ni istedim. Rab'bim dileğimi kabul ederek beşini bağışladı. Dönüşümde Mûsa yine sordu, ben de kendisine "beşini bağışladı" dedim. Mûsa: "Senin ümmetin buna güç yetiremez, dön de Rab'binden hafifletmesini iste" diye tavsiyede bulundu. Ben Rab'bim ile Mûsa arasında gidip geldim, hatta sonunda Rab'bim: "Ya Muhammed, bu farz kıldığım namazlar, günde beş vakit olmak üzere hafîfletümiştir. Bu beş namazdan her biri içinde on katı vardır. Sizden beş, benden ellidir.' Ümmetinden her kim bir iyiliği yapmaya niyet ve himmet eder de yapmağa gücü yetmezse, ona yine bir hasene vardır. Eğer yaparsa (en azından) on hasene sevabı yazılır. Her kim bir kötülüğü yapmaya niyet ettiği halde yapmazsa, ona hiç bir şey yazılmaz [3]Eğer yapacak olursa ona bir kötülük yazılır11 buyurdu. Ben bunun üzerine döndüğüm­de yine Mûsa'ya uğradım ve neticeyi kendisine duyurdum. O bana yine; "Ey Muhammed Rab'bine dön, O'ndan namazı daha da hafifletmesini iste!" tavsiyesinde bulundu. Ben de kendisine şu karşılığı verdim: "Kaç defa Rab'bime dönüp ricada bulundum. Rabbim de her defasında hafifletmede bulundu. Artık Rabbimden utanır oldum." [4]

Buhârî ve İbn-i Cerir'in Şüreyk bin Abdullah tarikiyle Enes'ten naklettikleri haberde şöyle denilmiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Isrâ gecesi Kabe Mescidi1 nde bulunuyordu, orada uyumakta idi. Bir ara yanına üç kişi geldi. Bunlardan birincisi: "Hangisidir?" dedi, ikinci kişi: "En hayırlılarıdır" dedi. Üçüncü kişi de: "Haydi onların en hayırlısını tutu­nuz" dedi. Bu sırada Peygamberimizin gözleri uyuyor, kalbi uyumuyor­du ve O, onları gözüyle görmüyordu. Zaten diğer Peygamber- ler de hep. gözleriyle uyur, kalpleriyle uyumazlar idi. Bu gelen üç kişi bir şey demeksizin Peygamberi yüklenip Zemzem Kuyusu'nun yanına götürüp koydular. Cebrâîl orada O'nu ameliyat etti. Göğsünü göbeğine kadar yarıp karnimn içindekileri dışarı çıkardı, Zemzem suyu döktürerek kendi eliyle yıkadı, temizlik ve paklık işi sona erince, içi iman ve hikmetle dolu altından bir leğen getirilip göğsüne dökülerek içi bununla dolduruldu.

Sonra göğsünü kapattı ve bu sema yolculuğu, yerden başlamış oldu. [5]Birinci kat semaya çıkarıldığı zaman, Cebrâîl kapıyı çaldı, "kim o?" denildi. O: "Cebrâîl" dedi. "Yanında kim var?" denildi. O da: "Muhammed" dedi. "Demek Ona vahiy geldi mi?" denildi, o da: "Evet" dedi. Bunun üzerine kapı açılıp kendilerini "merhaba ehlen ve sehlen" diyerek karşıladılar. Birinci semada Âdem'le karşılaştılar. Cebrâîl Peygambere: "İşte bu baban Âdem'dir" dedi. O da Âdem'e selam verdi. Âdem'de O'nun selamına karşılık verdi ve: "Merhaba, ehlen! Oğlum, sen ne kadar iyi bir oğulsun!" diyerek taltifte bulundu. Derken bu yakın semada iki nehrin bir düze akıp gitmekte olduğunu gördü ve bunların ne olduğunu Cebrâîl'den sorduğunda: "Bunlar, Nil ve Fırat nehirlerinin aslı ve unsurudur" esvabim aldı. Derken biraz daha gittiklerinde bir başka nehir ile karşılaştı. Nehrin üzerinde inci ve zebercedden yapılmış bir köşk vardı. Eliyle buna dokunduğunda Misk-i Ezfer gibi hoş koku saçtığım gördü. "Ya Cebrâîl bu nedir?" diye sordu. Cebrâîl: "Rabbinin sana vadedip sakladığı Kevser* nehridir" dedi. Sonra ikinci semaya çıktılar. Cebrâîl kapıyı çaldığında "kimsin?" diye seslenildi. O: "Cebrâîl" dedi. "Yanındaki kim?" denildi, o da: "Muhammed" dedi. "Demek o Peygamber olarak gönderildi mi?" denildi, o da: "Evet" dedi. îçeri girdiler. "Merhaba ehlen" diyerek karşıladılar. Sonra üçüncü semaya çıkarıldılar. Yine evvelki gibi karşılandılar. Sonra dördüncü semaya çıkarıldı, yine önceki gibi karşılandılar. Beşinci semaya çıktıklarında da böyle oldu. Altıncı ve yedinci semaya çıkarıldılar, yine böyle karşılandılar. Her semada bazı Peygamberlerle karşılaşıp konuştular. Sonra Peygamberimizancak Allah'ın bileceği yüksekliklere çıkarıldı, nihayet Sidre-i Münteha'ya geldi. Sonra namaz farz kılındı.

Bu konuda, Nesaî'nin Yezid bin Mâlik tarikiyle yine Enes'ten bir rivayeti var. Bu rivayeti de Sa'dece fazlalık ve farklılık ifade eden taraftarıyla arz edelim: "Burak'a bindim, yanımda Cebrâîl de vardı. Bir müddet gittik, Cebrâîl bana: "Burada in, iki rekat namaz kıl" dedi, ben de inip kıldım. Cebrâîl: "Burası neresidir bilir misin?" diye sordu ve "Taybe'dir, hicret buraya olacaktır" dedi. Sonra yola devam ettik, Cebrâîl: "İn burada iki rekat namaz kıl" dedi. Ben de inip kıldım. Cebrâîl: "Nerede namaz kıldığim biliyor musun? Mûsa'nın mi'râcim yapıp Allah'la konuştuğu Tur-i Sînada namaz kıldın" dedi. Sonra giderken yine bana: "în, iki rekat namaz kıl!" dedi. Ben de inip kıldım. Yine dedi ki: "Nerede namaz kıldığim biliyor musun? Îsâ'nın doğum yeri olan Beyt-i Lahm'da namaz kıldın." Sonra ilerleyip Beytü'l-Makdis'e geldim, içeri girdim. Peygamberler orada cemaat olmuştu. Cebrâîl bana imam olmamı işaret etti, ben de onlara namaz kıldırdım.

Sonra sema yolculuğu başladı, her bir semada bazı Peygamberler­le karşılaşıp konuştum. Sidre-i Münteha'ya geldiğimde beni bir heyecan kapladı, başım döndü ve ben yere kapandım. Bana (Allah tarafından) denildi ki: "Ey Muhammed, Ben yerleri ve gökleri yarattığım günde sana ve senin ümmetine günde elli vakit namazı farz kıldım. Sen ve senin ümmetin bu elli vakit namazı eda edeceksiniz." Ben bu emri alarak döndüğümde Mûsa'ya uğradım. Mûsa (aleyhisselâm) bana dedi ki: "Rabbin sana ve ümmetine neyi farz kıldı?" Ben: "Elli vakit namazı farz kıldı" dedim. Mûsa: "Sen ve senin ümmetin buna güç ye tirem ez siniz. Rabbine dön de hafifletmesini iste. Zira benim ümmetim olan israil oğullarına günde iki vakit namaz farz kılınmıştı da onlar, bunu eda etmemişlerdi"  tavsiyesinde  bulundu.  Ben  de  Rabbime  döndüm hafifletmesini istedim. Rabbim de onar onar hafifletti ve en sonunda: "Habibim! Elli vakte bedel beş vakit namaz" buyurdu. Allah'ın (c.c.) bu kelamından, beş vaktin kesin olduğunu anladığım için, bir daha hafifletmesi için müracat etmedim." [6]

İbn-i Ebî Hatim diğer bir tarik ile, Yezid bin Ebû Malik'den, o da Enes'ten rivayet eder. Enes'in bu rivayetinin de bazı farklılıkları var. Bu itibarla bu rivayeti de arz ediyoruz:

"...Burak'ın üzerinde Beytü'l-Makdis'e geldiklerinde Cebrâîl ora-diki bir taşı parmağı ile delerek Burak'ı bu taşa bağladı. Sonra her ikisi mescid sahasına çıktılar. Cebrâîl burada: "Ey Muhammed, sen, cennet hurilerini sana göstermesi için Allah'a duada bulundun mu?" dedi. Peygamber "evet" dedi. Hurilerin yanına giderek selam verdiler, (Rasulüllah'ı karşılamak üzere meleklerle semadan inmiş bulunan) bu huriler, kayanın sol tarafında idiler. Peygamberin selamına selam ile karşılık verdiler. Peygamber onlara; "sizler kimlersiniz?" diye sordu. Onlar da "bizler hayırlı kadınlarız, dünyada tertemiz yaşamış iyi insanların kadimyız" dediler. Bunlarla konuştuktan sonra, Peygamber yerine döndü, orada pek çok cemaat toplanmıştı."

(Olayı kendi ifadesiyle anlatan Enes, bu noktadan sonra Peygamberin ifadesiyle anlatmaya başlıyor). "Ben, ezan okunup ikamet alındıktan sonra, bize kim imam olacak acaba derken, Cebrâîl elimden tutup öne geçirdi, ben de namazı kıldırdım. Döndüğümde Cebrâîl bana: "Ey Muhammed, arkanda kimler namaz kıldı, biliyor musun?" dedi. Ben: "Hayır" dedim. O dedi ki: "Arkanda Allah'ın gönderdiği bütün Peygamberler namaz kıldı." Sonra elimden tutarak birlikte semaya çıktık. "Merhaba, hoş geldiniz!" diyerek her semada karşılanıp, bazı Peygamberlerle konuştum. Yedinci kat semada İbrâhim Peygamberle karşılaşıp selamlaştım. Sonra yedinci semanın üzerine çıktım. Burada bir nehir gördüm. Üzerinde çeşitli mücevherlerle süslü çadırlar vardı. Çadırların üzerinde yeşil kuşlar uçuşuyordu, benim gördüğüm en güzel kuşlar bunlardı. Dedim ki: "Ey Cebrâîl, bu kuşlar ne kadar güzel ve hoş." Cebrâîl: "Bu kuşları yiyecek olanlar daha hoştur" dedi ve: "Bu nehir hangi nehirdir, biliyor musun?" dedi. Ben "hayır" diyerek cevapladım. O da: "Bu Allah'ın sana verdiği el- Kevser'­dir" dedi.   Baktım sayılmayacak kadar çok ve çeşitli mücevherlerle süslü altın ve gümüş taşlarla bezenmiş, her tarafı. Suyu sütten daha beyazdı. Taslardan birini alıp Kevserin suyundan içtim, baldan daha tatlı ve miskten daha hoş kokulu idi.

Sonra Cebrâîl beni alıp Sidre-i Münteha'nın olduğu yere götürdü. Burada beni her renkten bulutlar kapladı. Cebrâîl de beni terk etti. Ben hemen Allah için secdeye kapandım. Allah bana buyurdu ki: "Ey Muhammed, Ben, yerleri ve gökleri yarattığım günde sana ve ümmetine elli vakit namazı farz kıldım! Sen ve ümmetin bu namazı eda ediniz!" Sonra üzerime çöken bulutlar dağıldı. Cebrâîl de yanıma gelerek elimden tuttu ve hemen dönüşe geçtik, İbrâhim'e uğradık o bana bir şey demedi. Sonra Mûsa'ya uğradım, o bana: "Ne yaptın ya Muhammed?" dedi. Ben de: "Rabbim bana ve ümmetime elli vakit namazı farz kıldı" dedim. O bana: "Ey Muhammed, buna ne sen, ne de ümmetin güç yetirebilir" dedi ve Rabbime dönüp hafifletmesini istememi tavsiye etti. Ben de derhal Rabbime döndüm. Sidre-i Münteha'nın yanına geldim. Beni yine bulutlar kapladı. Ben derhal secdeye kapanıp: "Rabbim bizden hafiflet!" diyerek yalvardım. Rabbim de: "Onunu kaldırdım" buyurdu. Bunun üzerine döndüm, yine Mûsa'ya uğradığımda, "Rabbim onunu kaldırdı" dedim. O da bana: "Dön Rabbinden daha hafifletmesini iste" dedi."

(Enes bu noktada ilgili hadisi: "Bu namazlar, elliye bedel beştir" kısmına kadar anlatıyor ve şöyle devam ediyor: "Sonra dönüşe geçtiler. Bu sırada Peygamber dedi ki: "Ey Cebrâîl, her semada bizi karşılayan­lar "merhaba ehlen" diyerek karşılıyor ve güler yüz gösteriyordu. Fakat bir tanesi selam vermekte ve "hoş geldiniz" demekte kusur etmediği halde hiç gülmüyordu, bunun sebebi nedir?" Cebrâîl şu karşılığı verdi:'Ta Muhammed, o kişi, cehennem bekçisi olan Malik adındaki melektir. Yaratıldığı günden beri hiç gülmemiştir, eğer gülmüş olsaydı, sana karşı gülerdi."

Sonra Burak üzerinde dönüşe devam ettiler. Yolda bir kafileye rastladı, bu bir Kureyş kervanı idi. Kervanın içinde bir deve yiyecek taşıyordu, iki tarafına iki çuval yüklenmişti, çuvallardan biri beyaz biri siyahtı. Yanından Peygamber geçerken müthiş ürkmüş, tepetaklak yuvarlanarak ayakları kırılmıştı. Peygamberimiz Mekke'ye gelip aynı günün sabahında Mi'râcim anlatınca, müşrikler inkar ve itiraz seslerini yükselttiler. Derhal Ebû Bekir'e koşup: "Ey Ebû Bekir, senin arkadaşın Muhammed, geceleyin bir aylık mesafede bulunan Mescid-i Aksa'ya hem gitmiş, hem de gelmiş. Buna da inanacak mısın?" dediler. Ebû Bekir kendilerine dedi ki: "Eğer bunu O söylüyorsa, inanırız. Zira biz müslümanlar bundan daha garib ve daha ileri haberlerde dahi, O'na inanmaktayız! O bize semalardan haber (vahiy) getirmekte ve biz de bu hususta O'nu tasdik etmekteyiz!" Müşrikler oradan ayrılıp süratle Peygambere geldiler ve bunun bir şahidi ve alameti olup olmadığim sordular. Peygamberimiz de kendilerine alamet olarak; kervan içindeki yiyecek yüklü olan ve ürkerek ayaklarım kıran deveyi anlattı. Müşrik­ler kervanın gelmesini beklediler, geldiğinde bu olayın vukua gelip gelmediğini sordular. Kervancılarıda olayın, aynen Hazret-i Peygamberin kendilerine anlattığı şekilde vukua geldiğini anlattılar, İşte bu günden itibaren de Ebû Bekr'e "El-Sıddık" denildi."

İbn-i Cerir ve İbn-i Merdûye tefsirlerinde ve Beyhekî Abdurrah-man bin Hişam tarikiyle Enes'ten rivayet ederler. Bu rivayetteki bazı farklılıkları da arz edelim. Enes demiş ki: "Cebrâîl Resulüllah'a Burak'ı getirdiği zaman, Burak kulaklarim dikmiş (ve üzerine binmesi için Peygambere zorluk çıkarmış). Cebrâîl de: "Ey Burak, Allah'a yemin ederim ki, bugüne kadar sana Muhammed kadar hayırlı ve keremli birisi binmiş değildir! Bu aksilik deneden?" demiştir. Rasulüllah da Burak'a binip hızla yola çıkmıştır. Giderken yol üzerinde görülen bir yaşlı kadın dikkati çekmiş. Cebrâîl'e bunun ne olduğunu sormuşsa da o: "Yürü ya Muhammed" diyerek yola devam etmişler. Biraz gittiktten sonra yol kenarından bir ses: "Bu tarafa, bu tarafa ya Muhammed!" diye söyleniyormuş. Cebrâîl derhal: "Yürü ya Muhammed yürü. Bu seslere kulak verme" demiş. Epey ilerlemişler. Bu sırada büyük bir kalabalık: "Selâm sana ey evvel, ey ahir, ey haşir!" diyerek kendisini selamlamış­lar Cebrâîl bunların selamına karşılık vermesini söylemiş. O da selam ile karşılık vermiştir. Yolda bu durum üç defa tekerrür etmiş'. Sonra Beytü'l-Makdis'e varmışlar. Burada kendisine üç kadeh sunulmuş. Peygamber, süt kadehini alarak içmiş. Cebrâîl kendisine: "Tam-fıtrata isabet ettiniz! Eğer suyu içseydini*, ümmetiniz suya boğulurdu; eğer içkiyi içseydiniz ümmetiniz azardı" diye bir açıklama yapmıştır.

Sonra Âdem'den beri bütün Peygamberler cemaat olup, Peygam­ber efendimiz de onlara imam olmuştur. Namazdan sonra Cebrâîl bir açıklama daha yaparak: "Yoldaki rastladığın yaşlı kadın dünyayı temsil ediyordu. (Dünyanın da, İşte bu yaşlı kadımın yaşadığı kadar bir ömrü kalmıştır!) [7]Yine yoldaki: "Bu tarafa, bu tarafa!" diye duyulan ve yoldan sapılmasını isteyen ses de, iblisin sesi idi. Kalabalık bir cemaat sesi gibi duyulan ve seni selamlayanlar ise, İbrahim, Mus,a ve Isa Peygamberler idi."

Yine Enes hadisi olarak Ahmed ve Ebû Davud Abdurrahman bin Cübeyr'den rivayet ederler. Bu rivayette de denilmiştir ki: "Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ben Mi'râca çıkarken bazı kavimler gördüm. Bunların tırnakları bakırdandı. Tırnaklarıyla yüzlerini ve göğüslerini tırmalıyor­lardı. Bunların kimler olduğunu Cebrâîl'den sordum. Dedi ki: "Bunlar gıybet edip insanların etlerini yiyenler, (insanları gıyabında çekiştirip) onların şeref ve haysiyetine dokunacak söz sarfedenlerdir." [8]

Katade, Sümame ve Ali bin Zeyd tarikinden İbn-i Merdûye'nin bir takrici var. Onlar da Enes'ten rivayet ediyorlar. Şöyle ki; "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "İsrâ' gecesinde ben bir kavme rastladım, bunlar ateşten makaslarla dudaklarim kesiyorlardı. Tekrar dudakları yerine geliyor, tekrar kesiyorlardı. Bunların kimler olduğunu sorduğumda, Cebrâîl'in bana cevabı şu oldu: "Bunlar, senin ümmetinin hatip ve vaizleridir. Kendilerinin yapmadığı şeyleri, başkalarına emredenlerdir." [9]

İbn-i Merdûye Katade tarikiyle Enes'ten rivayet eder. O şöyle der: Peygamber'e namaz; İsrâ' gecesinde farz kılınmıştır." [10] İbn-i Mace ve Nevadiru'l-Usül adlı kitabında Hakim-i Tirmizi ve diğerleri Enes'ten şöyle rivayet ederler: Peygamber buyurdu: "Ben, İsrâ' gecesinde cennetin kapısı üzerinde: "Sa'dakanın sevabı bire ondur, Allah için Ödünç vermenin sevabı ise bire onsekizdir" diye yazılmış olduğunu gördüm. Ödünç vermenin, niçin Sa'daka vermekten daha faziletli olduğunu sordum, Cebrâîl: "Dilenci ihtiyacı olmadığı halde de dilenmiş olabilir, ödünç alan ise, mutlaka ihtiyacı sebebiyle ödünç alır" dedi.

Hafız Bezzar, Katade tarikiyle Enes'den nakleder: "Peygamberi­mizİsrâ' gecesi, Rabbini görmüştür." [11]

Büreyde Hadisi

Tirmizi, sahihtir kaydıyle HakimEbû Nuaymİbn-i Merdûye ve Bezzar, Büreyde'den rivayet ederler: "Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "İsrâ' gecesinde Beytül-Makdis'e geldiğimizde, Cebrâîl parmağıyla oradaki kayayı deldi ve Burak'ı bu kayaya bağladı." [12]

Cabir Hadisi

 Buhârî ve Müslim Cabir bin Abdullah'dan rivayet ediyor. O demiştir ki: "Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "İsrâ' gecesinde Beytü'l- Mak-dis'e olan yolculuğumu Kureyş yalanladığı sırada, yüce Allah gözümün önünde Beytü'l-Makdis'i tecelli ettirdi; ben de ona bakıyor, onların sorularim cevaplıyordum." [13]

(İbn-i Merdûye ile Taberânî'nin sahih bir senedle Cabir'den naklettikleri rivayette, Resulüllah efendimizin: "O gece Cebrâîl'i Allah korkusundan eski bir yaygı parçası gibi olmuş gördüm" buyurduğu da kaydedilmektedir). [14]

Semura Hadisi

İbn-i Merdûye Semura bin Cündeb'den rivayet eder. O demiştir ki: "Resulüllah buyurdu: İsrâ' gecesinde ben, bir nehir gördüm, içinde bir adam yüzüyordu. Bu adam nehrin içindeki taşları alıp alıp yutuyordu. Ben Cebrâîl'e bu adamın niçin böyle yaptığim sordum. O da bana dedi ki: "Bu senin ümmetinden riba yiyen adamın temsilidir!"[15]

Şeddad bin Evs Hadisi

İbn-i Ebî HatimBeyhekîBezzarTaberânî ve İbn-i Merdûye Şeddad bin Evs'den rivayet ederler. O demiş ki: "Biz Resulüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem): "Senin İsrâ' mucizen nasıl olmuştur?" diye sorduk. O buyurdu: "Ben yatsı namazını ashabıma kıldırmıştım. Cebrâîl gelip beni Burak'a bindirdi. Hızla ilerledik. Hurmalık bir yere vardığımızda, Cebrâîl bana; "în iki *ekat namaz kıl!" dedi. Ben de inip kıldım. Sonra Burak'a binip ilerledik. Cebrâîl: "Nerede namaz kıldın biliyor musun?" dedi. Ben, "hayır" dedim. O: "Yesrib'de, Taybe'de (Medine'de) namaz kıldın" dedi. Burak üzerinde hızla giderken yine: "in, namaz kıl" dedi. Ben de inip kıldım. Sonra binip ilerlemeye başladık. O: "Nerede namaz kıldın?" dedi. Ben, "bilmiyorum" dedim. O: "Mûsa'nın ilahi tecelliye mazhar olduğu ağacın yanında namaz kıldın" dedi. Giderken yine; "in namaz kıl" dedi. Ben de inip namaz kıldım. Sonra Burak'a binip ilerledik. O bana "nerede namaz kıldın biliyor musun?" dedi. Ben de "hayır" dedim. O: "isa'nın doğduğu yer olan Beyt-i Lahm'de" dedi. Sonra şehre ikinci kapısından girdik. Mescidin kıble tarafına geçtik. Cebrâîl burada Burak'ı bağladı. Sonra mescide girdik. Girdiğimiz kapimn üzerinde güneş ve ay resınıleri vardı. Mescidde Allah'ın nasib ettiği kadar namaz kıldım. Sonra beni şiddetli bir susuzluk sardı ve bana iki kadeh sunuldu. Birinde süt diğerinde bal vardı. Ben, Allah'ın bana olan hidayeti sayesinde süt olan kadehi tercih edip içtim. Önümde yaşlı bir adam oturmakta idi. Cibril'e hitaben: "Arkadaşın gerçekten fıtratı seçti" dedi.

Sonra içinde büyük bir şehir bulunan bir vadiye geldik. Burada bana cehennem, serilmiş yaygılar gibi bölük bölük gösterildi, isi hamam suyu gibi kaynayıp kokuyordu. Dönüş esnasında Kureyşin bir kervanına rastladık. Develerinden birini kaybetmişler, onu arıyorlardı. Geçerken onlara selam verdim. İçlerinden bazıları: "Bu Muhammed'in sesi" diyordu. Sonra sabah olmadan Mekke'ye geldim. Ebû Bekir yanıma gelip: "Ey Allah'ın Rasülü, nerede idiniz? Gece boyunca sizi, ümid ettiğim yerlerde aradım, bulamadım" dedi. Kendisine, geceleyin Beytü'l-Makdis'e gidip geldiğimi söyledim. Dedi ki: "Ya Resülallah, orası bir aylık yoldur! Bunu bana anlatır mısın?" Beytü'l-Makdis gözümün önünde tecelli ettirildi, Ebû Bekir ne sorarsa ona bakıp cevap verdim. Ebû Bekir de: "Evet şehadet ederim ki sen Allah'ın resulüsün! " diyerek tasdik etti."

Müşrikler bunu duyduğu zaman şaşırıp: "Ebû Kebşe oğlu Muhammed, bir gecede bir aylık mesafedeki Beytü'l-Makdis'e gidip geldiğini nasıl iddia edebilir?" diye yaygara kopardılar. Peygamber (aleyhisselâm) onlara: "Bu hususta size bir alamet söyleyeyim: Kervanimz falan yerde kaybolan devesini arıyordu ve içlerinden falan ses onu bulmuş getiriyordu. Falan yolu takib ederek geliyorlardı ve falan günde buraya ulaşacaklar. Önlerinde de elbise yüklü bir erkek deve bulunacak" diye karşılık verdi. Onlarda beklemeye başladılar. Belirtilen günün öğle vaktine yaklaşılırken kervan geldi. Önünde de Peygamberimizin alamet ve vasfmı belirttiği deve vardı." [16]

İbn-i Abbâs Hadisi

AhmedEbû Nuaym, sahih bir senetle İbn-i Merdûye, Kabus tarikiyle İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler. O demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tsra gecesinde cennete girdiğinde, bir tarafta hafif bir ses işitti. Bunun ne olduğunu sordu, Cebrâîl de: "Müezzin Bilal'in ayak sesleridir" dedi. Peygamberimiz de Mi'râc dönüşünde insanlara: "Bilal gerçekten kurtuluşa ermiştir!" diyerek bunu müjde etti. Semada Mûsa (aleyhisselâm) kendisini "merhaba ey ümmi Peygamber!" diyerek selamlamıştı. Pey­gamberimiz onu, uzun boylu, esmer tenli ve düz saçlı bir adam olarak görmüş, kim olduğunu sormuş "Muşadır cevabim almıştır. Yine semada İbrâhim'le de karşılaşmış, onu da ihtiyar, heybetli bir adam olarak görmüş, kim olduğunu sormuş "İbrahim'dir" cevabim almıştır. O da, her Peygamber gibi kendisini merhaba ile, selam ile karşılamıştır. Sonra kendisine cehennem gösterildiğinde, orada bazı kimselerin pislik yemekte olduğunu görmüş, bunların kimler olduğunu sormuş, Cebrâîl de: "Bunlar, senin ümmetinden gıybet edenlerdir" cevabim vermiştir. Yine Peygamber efendimiz, kırmızı suratlı ve gök gözlü bir adam görmüş, bunun kim olduğunu sormuş, Cebrâîl de: "Bu Salih Peygamber'in devesini Öldüren adamdır" cevabim vermiştir. Mescid-i Aksa'ya gelişinde namaza durmuş, arkasında da diğer Peygamberler saf durup namaz kılmışlar. Dönüşünde kendisine iki kadeh sunulmuş, kadehlerden biri sağda diğeri solda imiş. Birinin içinde süt, diğerinin içinde ise bal varmış. Peygambermiz süt kadehini alıp içmiştir. Süt kadehini sunan da kendisine: "Gerçekten fıtratı seçtiniz" demiştir." [17]İbn-i Abbâs'tan çeşitli tarikler ile nakledilen rivayetler var. Bunlardan İkrime tarikiyle sevk edilen rivayet şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellemİsrâ' gecesi, Beytü'l-Makdis'e gitti ve aynı gece döndü. Bunu Kureyş'e anlattı, Beytü'l-Makdis'e ve onların yoldaki kervanlarına ait bazı alametleri de söyledi. İnsanlardan bazıları: "Bu olur şey değildir!" diyerek dinlerinden döndüler. Bunların boyunları, Bedir'de kafir olarak Ebû Cehil'le beraber vurulmuştur. Ebû Cehil İsrâ' olayı üzerine galeyana gelmiş ve: "Muhammed bizi zakkum ağacı ile korkutmak istiyor! Hurmayı ve sütün kaymağım getiriniz zakkumlamnız!" diyerek galeyanim açığa vurmuştu.

Peygamberimiz bu gecede Deccal'ı da gözüyle görmüştür, yoksa uykuda değil. Nitekim kendisi bu hususta: "Ben Deccal'i; büyük cüsseli, ay yüzlü, gözünün biri yıldız gibi ışıklı, saçları ağaç dalı gibi bir adam olarak gördüm" buyurmuştur, isa'yı, Mûsa'yı, ve İbrâhim'i gördüğünü de beyan etmiştir, İbrâhim'in her azasının kendi azasına benzediğini görmüş: "O, tıpkı bana benziyordu" demiştir. Onunla karşılaştığında Cebrâîl kendisine: "Atan İbrâhim'e selam ver!" demiş, Peygamberimiz de ona selam vermiştir." [18]

Buhârî yine İkrime tarikiyle İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet eder. O demiştir ki: Yüce Allah buyurdu:

"Sana gösterdiğimiz rüyayı, ancak insanlar için imtihan yaptık" [19] Bu ayetteki rüyadan murat rü'yetdir, gözle görmektir ki, Peygamberimizİsrâ' gecesi bazı tecelliler gösterilmiş, o da gözüyle görmüştür."

Yine Katade, Ebû'l-Aliye tarikiyle İbn-i Abbâs'tan Buhârî ve Müslim rivayet ederler: O şöyle demiştir: "Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu:

"Ben İsrâ' gecesinde Mûsa'yı uzun boylu, kıvırcık saçlı, Şenua'lı adamlardan biri gibi gördüm, isa'yı da orta boylu, pembe ile beyaz arası, açık renkli, düz saçlı bir adam olarak gördüm. Cehennem hazini olan Malik'i kendine has alametleri içinde Deccal'ı da gördüm. Daha nice tecellileri müşahade ettim Rabbim bana bu hususta: "Andolsun ki biz Mûsa'ya da kitap vermiştik. Onun kavuşması hakkında sakın şüpheye düşme" buyurmuştur. (Katade bu ayeti tefsir ederken: "Peygamberimiz Mûsa'ya kavuşmuştur" diye açıklama yapardı.)[20]

Ahmed, Nesai, Bezzar, Taberânt, Beyhekî ve İbn-i Merdûye sahih bir sened ile, Said bin Cübeyr tarikiyle İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler. O şöyle demiştir: Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "İsrâ' gecesinde ben, çok hoş bir koku duydum, bunun ne olduğunu sordum. Dediler ki: "Bu Firavnm kızının şehid düşen dadısının ve çocuklarimn kokusudur. O Firavnm kızının başim tararken, tarağı elinden düşürmüş, alırken de "Bismillah" deyivermiş. Firavunun kızı: "Senin babamdan başka rabbin mi var?" demiş. O da: "Benim, senin ve babanın da rabbi Allah'tır" dem. Kız babasına haber vermiş, Firavn kendisine: "Senin benden başka rabbin mi var?" diye çıkışş. O da: "Senin de, benim de rabbim Allah'tır" diyerek karşılık vermiştir. Müthiş sinirlenen Firavn, çok miktarda bakır eritilmesini, onun ve çocuklarimn bu eritilmiş bakır içine atılma­larim emretmiş. Onları teker teker kaynayan bakır içine atarlarken, sıra en küçükleri olan süt emer çocuğa gelmiş, çocuk: "Anacığım, korkma gerileme. Çünkü sen hak yoldasın" diye konuşmuştur. Bu şekilde küçükken konuşanların sayısı dörttür: Biri bu çocuktur, biri Yusuf a şahitlik eden çocuk, biri Cüreyc'in arkadaşı, biri de Isa bin Meryem'dir." [21]

Ahmedİbn-i Ebî Şeybe, Nesai, Bezzar, Taberânt ve Ebû Nuaym sahih bir sened ile Zurara bin Ebû Evfa tarikiyle İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler. O şöyle demiştir: Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ben, İsrâ' gecesi sabahında Mekke'de idim. Geceleyin Beytu 1-Makdis'e gidip geldiğimi söylersem, insanlar beni yalanlar diye endişe ettim..." İşte Peygamberi­miz bu endişe ile tek başına ve üzgün olarak oturuyordu. Allah'ın düşmanı Ebû Cehil ona uğradı, yanına oturdu ve: "Yeni bir şey var mı?" diye alaylı bir tarzla sordu. Peygamberimiz de: "Evet, bu gece uzaklara gidip geldim" dedi. Ebû Cehil: "Nereye gidip geldin?" dedi. Peygamberi­miz de: "Beytu 1-Makdis'e" dedi. Ebû Cehil: "Ve sabahleyin Mekke'de­sin?" dedi. Peygamberimiz de: "Evet" dedi. Ebû Cehil bu sırada Peygamberi yalanlamak istemedi, insanları çağırıp onlar yalanlasın istedi. Bu maksatla insanları çağırdı ve Peygamberimize hitaben: "Haydi, bana anlattıklarim bunlara da anlat!" dedi. Peygamberimiz de anlattı. Duyanların bir kısmı hayretinden ellerini birbirine çarpıyor, bir kısını elini başimn üzerine koyarak şaşkınlığim belli ediyordu. Sonra Peygamberimize hitaben: "Peki sen şimdi bize, Beytü'l-Makdis'i tarif edebilir misin?" dediler, içlerinde Beytü'l-Makdis'i görüp bilenler de vardı. Peygamberimiz bu hususu beyan Sa'dedinde buyurmuş ki: "Ben onlara Beytü'l-Makdis'i tarif ediyordum; bir kısmim anlattım, sonra durum karış. Hemen Beytü'l-Makdis gözümün önüne getirildi. Ben de ona bakıp kalan kısmım da bir güzelce tarif ettim." Beni güzelce ve hayretler içinde dinleyen insanlar: "Vallahi olduğu gibi doğru olarak anlattı" demekten kendilerini alamadılar." [22]

Yine İbn-i Merdûye Said bin Cübeyr tarikiyle İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O şöyle demiştir: "tsra gecesi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bazı Peygamberlere uğramıştır. Bu Peygamberlerden bazılarimn cemaatı pek az olup sayıları onu "geçmiyordu. Bazılarimn ümmeti küçük bir topluluk idi. Bazılarimn cemaatı oldukça çok idi. Bazılarimn ise, kendisine uyan kimsesi yoktu. Hiçbir kimse kendisine inanmadığı için yapayalnız idi. Bazılarimn ümmetini ise, çok büyük bir cemaat halinde görmüştü. Peygamber efendimiz: "Bu kimin ümmetidir?" diye sormuş, kendisine: "Bu Mûsa'nın ümmetidir" denilmiştir. Sonra: "Ey Muham-med, başim kaldır da bir bak!" denilmiş, Peygamberimiz de baktığında bütün ufukları kaplayan çok büyük bir topluluk görmüş; yine kendisine: "İşte bu da senin ümmetindir! Bundan başka ümmetinden yetmiş bin kişi daha vardır ki, onlar; hesaba çekilmeksizin doğruca cennete gidecekler" denilmiştir." [23]

Ahmed, sahih bir senedle İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Peygamberimiz buyurdu: Ben, aziz ve celil olan rabbimi gördüm."

Taberânî Mu'cemul-Ev safında sahih bir senedle İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder: "Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gerçekten rabbini iki defa görmüştür. Birinde gözüyle, diğerinde ise kalbiyle görmüştür."[24]

Müslim'in de İbn-i Abbâs'tan bu hususta bir rivayeti var. Onun çıkardığı bu habere göre İbn-iAbbas:[25]

"Onun gördüğünü gönlü yalanlamadı. And olsun ki onu, bir kez daha inerken görmüştü" (198) ayetinin açıklaması ile ilgili olarak; "Gerçekten o onu, kalbiyle iki defa görmüştür" demiştir,

İbn-i Merdûye'nin de bu konuda İbn-i Abbâs'tan bir rivayeti var, fakat bu rivayetin senedi çürüktür. Onun bu rivayeti ise şu şekildedir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "İsrâ' gecesinde ben, ye'cüc ve me'cüc'e gönderildim, onları dine davet ettim. İslamı kabul edip Allah'a ibadet etmeye çağırdım. Onlar benim bu davetimi kabul etmediler. Onlar Âdem ve iblis neslinden Allah'a isyan edenlerle beraber, cehennemde azap görmektedirler."[26]

İbn-i Amr Hadîsi

İbn-i Merdûye Amr bin Şuayb'dan, o babasından, o da dedesinden rivayet ettiğine göre, o şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hicretten bir sene evvel, Rabiul-evvel ayınm onyedinci gününün gecesinde Mi'raca çıkarıldı..."

Beyhekî'nin İbn-i Şuayb'dan tahricine göre, o da şöyle demiştir: "Peygamberimizin İsrâ' mucizesi, onun Medine'ye hicretinden bir sene Önce idi." Beyhekî'nin Urve'den sevkettiği rivayette bu merkezdedir.

Onun bir de el-Süddi'den rivayeti var. Bu rivayette aynen şöyle denilmiştir: "Peygamberimizin İsrâ' mucizesi, onun Medine'ye hicretinden onaltı ay önce idi."[27]

İbn-i Mes'ud Hadisi

Müslim, Mürre el-Hamedani tarikiyle İbn-i Mesud'dan rivayet eder. O şöyle demiştir: "İsrâ' gecesi Peygamberimiz Sidre-i Münteha'ya çıkarıldı. Semaya çıkarılıp yükseltilenler de, en son oraya kadar çıkarılır, ruhlar ve diğerleri. Daha yücelerden indirilenler de oraya kadar indirilir. Ayette:

"Sidre'yi kaplayan kaplamıştı" buyurulmuştur. [28]Peygamberi­miz Sidre'ye vardığı zaman, onun üzerinde altın renkli kelebekler uçuşuyor, her taraf rengarenk parlıyordu. Peygamberimize beş vakit namaz, el-Bakara suresinin sonundaki ayetler, bir de "la ilahe illallah" tevhidine tam ehil olupta hiç bir şeyi Allah'a ortak koşmayanların günahlarimn affedileceği müjdesi verilmiştir."

Ahmed, Îbn4 Mace, Saîd bin Mansur, sahihdir kaydıyla Hakim, Müesser bin Afare tarikiyle İbn-i Mesud'dan rivayet ederler, O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "İsrâ' gecesinde ben İbrâhim, Mûsa ve Isa ile karşılaştım. Bunlar kendi aralarında kıyametin ne zaman kopacağı meselesini müzakere ediyorlardı. "Bu hususta söz, İbrahim'in olsun" dediler. İbrâhim (aleyhisselâm): "Ben kıyametin ne zaman kopacağim bilemem" dedi. îşi Mûsa'ya havale ettiler. O da: "Benim bu hususta bir bilgim yoktur" dedi. Sıra isa'ya geldi. O da dedi ki: "Kıyametin ne zaman vuku bulacağım asla ben bilemem! Allah'tan başka herhangi bir kimse de bilemez. Rabbimizin bana verdiği sözde şunlar vardı. Kıyamet yaklaştığında Deccal çıkar. Benim de iki elimde iki kılıç bulunur, Deccal beni gördüğü zaman, kalayın erdiği gibi erir. Beni görür görmez Allah onu helak eder. Hatta taşlar ve ağaçlar: "Ey müslüman, arkanda kafir saklanıyor, haydi gel onu öldür!" diye seslenir. Derken Allah onların hepsini helak eder. Sonra insanlar ülke ve vatanlarına dönerler. Bu sırada Ye'cüc ve Me'cüc çıkar. Onlar her yüksekliği yel gibi aşarlar. Müslümanların ülkelerini çiğner. Neye rastlasalar helak ederler. Önlerine çıkan bütün suları içip tüketirler, insanlar bana gelip şikayet ederler, ben de; Allah'a dua edip onları helak etmesini isterim, Allah da onları helak eder, hepsi ölürler. Onların kokusundan yerin toprağı bozulur. Allah bol yağmur yağdırır. Seller onların cesetlerini denizlere taşır.

İşte Rabbimin bana söz verdiği bu hususlar olduğu zaman, kıyamet de iyice yaklaşş olur. Hamile bir kadımın günü tamam olup da doğumunu akşam mı, yoksa sabah mı yapacağı belli olmadan ev halkimn o doğumu bekledikleri gibi, kıyametin vukuu da bu derece yaklaşş olur."

Basendir kaydıyle Tirmizi ve İbn-i Merdûye Abdurrahman tarikiyle İbn-i Mesud'dan rivayet eder: O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "İsrâ' gecesi ben İbrâhim ile karşılaştığım zaman, o bana dedi ki: "Ya Muhammed, ümmetine haber ver, cennetin toprağı hoş, suyu pek tatlıdır! Teri de düzdür. Onu ağaçlandırıp yeşillendirme­nin yolu ise: "Sübfrânellâhi velhamdü lillâhi velâ ilahe ülallâhü vellâhu ekber" diyerek Allah'ı teşbih, tahmid, tevhid ve tekbir etmektir ve: "Velâ havle velâ knvvete illâ billahi 1-aliyyi'l-azîm" diyerek Allah'ın kudret, kuvvet ve azametine sığınmaktır." [29]Yine İbn-i Mesud'a ait rivayetlerden birinde, Peygamber efendimi­zin Mi'râc gecesi Cebrâîl'i altıyüz kanadıyla bütün ufku kapatmış bir halde gördüğüne dair bilgi vardır. Diğer bir rivayetinde ise, "Cebrâîlin kanatlarından, inci ve yakut gibi çeşit çeşit renklerin parıldadığım gördüğü" ifade edilmektedir.

Buhârî'nin rivayet ettiği bir diğer haberinde ise,"Refrefi yeşil bir yaygı şeklinde ve bütün'ufku kapatacak büyüklükte gördüğü" kaydedilmiştir." [30]

Abdurrahman bin Kurad El-Sümali Hadisi

Said bin Mansur ve diğerleri Abdurrahman bin Kurad'dan rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), İsrâ' gecesinde Mescid-i Aksa'ya olan yolculuğuna başladığı sırada, makam ile zemzem arasında bulunuyordu. Sağında Cebrâîl, solunda Mikail vardı. Bunlar onu oradan alarak ve uçarak Mescid-i Aksa'ya götürdüler, sonra yüce semalara çıkardılar. Peygamberimiz bu yolculuktan dönüş sırasında yüce semalardaki çok miktarda duyulan teşbih seslerine ilaveten, bizzat semalarında: "Sübhâne'l-aliyyi'l-e'lâ sübhânehü ve teâlâ" diyerek yüceler yücesi Allah'ı çokça teşbih ettiklerini işitmiştir." [31]

 

9-1 Ömer İbn-ül Hattab Hadisi

 Allah kendisinden razı olsun, Ömer İbn-il Hattab bir gün Cabiye'de iken Kudüs'ün fethini andığı sırada, Ka'bü-l Ahbar'a hitaben şöyle dedi: "Ey Ka'b! Söyle bakalım, ben mescidimi nereye yapayım?" Ka'b, yahudilerin kıblesi olan büyük kayayı işaretle; "Bu kayanın arka tarafına" dedi. Ömer, onun bu cevabından memnun olmadığı için: "Ey Kab! Herhalde yahudilik damarın tuttu, vallahi ben kayanın arka tarafına mescid yüpmam. Bilakis kayanın ön tarafına yaparım. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dfe onun Ön tarafında namaz kılmıştı" diye karşılık verdi. Kayanın ön tarafına ilerledi, orada namaz kıldı, mescidinin de buraya yapılmasını emretti." [32]

Malik bin Sasaa Hadisi

AhmedBuhârîMüslim ve daha başkaları Katade tarikiyle Malik bin Sa'saa'dan şöyle rivayet ederler. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), İsrâ' gecesi Kabe'nin Hatim denilen kısmında bulunuyordu.

(Bazı rivayetlerde Katade'nin "Kabe'nin Hicr denilen kısmında bulunuyordu" dediği kaydedilir ve Mi'râcı sonuna kadar anlatan bu uzunca hadiste, başlıca şu noktalar bildirilir).

"O gece, Cebrâîl yanında iki melek daha bulunduğu halde gelir, Peygamber efendimizin göğsünü yararak ameliyat yapar,"

"Peygamberimizin biniti Burak; katırdan küçük, merkepten büyükçe bir hayvan olup gözünün gördüğü yere ayağim basan; çok süratli bir vasıtadır."

"Birinci kat semaya çıkarlar, Cebrâîl kapimn açılmasını ister, "Kim o?" diye sorulur, cevapta: "Cebrâîl" denilir, "yanında kim var?" diye sorulur. "Muhammed" diye cevap verilir. "Demek O'na Peygamberlik verilme zamanı gelmiş midir?" denilir. "Evet" cevabından sonra kendilerine kapı açılır, onlar da girerler. Diğer her bir semaya gelişlerinde de böyle olur. Her bir semada bazı Peygamberlerle karşılaşırlar. Her Peygamber, kendisini: "Merhaba ehlen!" diyerek, selam ve sevgilerle karşılarlar. Bunlardan Mûsa ile 6. kat, semada karşılaştığı, solamlaşıp ayrıldığı sırada, Mûsa'nın ağladığı duyulur. "Niçin ağladığı" sorulduğunda; "Muhammed benden sonra Peygamber olarak gönderildi. Onun ümmeti benim ümmetimden çok olacak" diye cevap verdiği görülür." Sidre-i Müntehaya varıldığında Peygamberimiz, 4 nehir görmüş, bunların ikisi zahir, ikisi de batın imiş. Cebrâîl'e sormuş, O da: "Batın olan iki nehir, iki cennet nehirleridir; zahir olan iki nehir de Nil ve Fırat nehirleridir (bunların aslı ve unsurudur)" diyerek cevap vermiştir. Bundan sonrada Peygamberimize Beytül-Ma'ınur gösterilmiştir."

Katade, buradaki rivayetinde, Beytü'l-Ma'ınura her gün yetmiş bin meleğin ziyaret için girdiğini ve bir daha dönmediklerini Hasan tariki ile ve Ebû Hureyre'nin hadisi olarak nakletmişîir.[33]

Ebû Eyyüb Hadisi

İbn-i Ebî Hatim ve İbn-i Merduye Ebû Eyyub el-Ansari'den rivayet eder. O demiştir ki: "İsrâ' Gecesi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); İbrâhim'e uğradı, İbrâhim O'na dedi ki: "Ümmetine emret, cennete çokça fidan diksinler; zira cennetin toprağı hoş, yeri geniştir." Peygamber Efendimi?, İbrahim'e: "Cennete dikilecek fidanlar nelerdir?" diye sormuş. O da:

"....Güç ve kuvvet ancak Allah iledir. (Kötüden sabnmak, iyide imanlı olmak, Sa'dece Allah'ın dilemesi ve yardım ötmesi ile mülkündür)" diyerek, Allah'tan güç ve kuvvet talebinde bulunmaktır!" demiştir. [34]

Ebû Zerr Hadisi

Buhârî ve Müslim Yunus tarikiyle Zühri'den, o da Enes'ten nakleder. Enes diyor ki: "Ebû Zerr Resulüllah'ın İsrâ' mucizesini anlatmak üzere bize dedi ki: Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Evimin tavanı yarıldı, Cebrâîl indi, göğsümü yarıp kalbimi çıkardı, zemzemle yıkayıp iman ve hikmetle doldurdu sonra kapattı. Sonra elimden tutup semaya çıkardı. Semaya vardığımızda, kapimn açılmasını istedi. "Kimsin?" denildi, O: "Cebrâîl" dedi. "Yanında başkası var mı?" denildi, O da: "Evet, yanımda Muhammed var" dedi. "Demek ona Peygamberlik gönderildi mi?" denildi. O da: "Evet" dedi. Kapı açılıp semaya çıktığımız-di, bir de ne göreyim, adamın biri oturmuş, sağma bakıp seviniyor» soluna bakıp ağlıyordu. Beni "merhaba iyi Peygamber. Merhaba iyi evlad" diyerek karşıladı. Cebrâîl'e: "Bu zat kimdir?" diye sordum, O da: "Âdem'dir sağındaki ruhlar, cennetliklerin ruhlarıdır; solundaki ruhlar da cehennemliklerin ruhlarıdır. Sağına bakıp sevinip gülmesi, soluna baktığı zaman üzülüp ağlamasıda bundandır" karşılığim verdi. Sonra ikinci semaya çıktık. Buranın bekçisi de önceki gibi söyledi, sonra kapıyı açtı.

(Ebû Zerr'in ravisi Enes der ki: "Ebû Zerr, Peygamberlerin hangisinin hangi semada olduğunu söylememekle beraber, o gece Peygamber efendimizin Âdem'i, Idris'i, Mûsa'yı, Îsâ'yı ve İbrahim'i gördüğünü ifade etmiştir.)

Zuhri der ki: Bana İbn-i Hazm, İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini nakletmiştir: Peygamber (s.a.vJ buyurdu:

"Sonra yükseğe çıkarıldım; öyle bir makama ulaştım ki, kâlemlerin çıkardığı gıcırtıları duyuyordum..."

Müslim, Ebû Zerr'den şu hadisi rivayet etmiştir: "Ben Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimize: "Ey Allah'ın rasülü, sen mi'râcda rabbini gördün mü?" diye sordum. Peygamberimiz de bana: "Ey Eba Zerr, ben büyük bir nur içinde kaldım, onu nasıl görebilirim?" diyerek cevap verdi." [35]

Ebû Said Hadisi

Peygamberimizin İsrâ' ve Mi'râc mucizesini genişçe anlatan hadislerden biri de, Ebû Said el-Hudri'nin naklettiği hadistir. Bunu kendisinden nakleden İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebû Hatim, İbn-i Merdûye, Beyhekî ve İbn-i Asâkir'dir. Hepsi de Ebû Harun el-Abedi tarikiyle rivayet etmiştir. Buna göre Ebû Saîd Peygamber'den (sallallahü aleyhi ve sellem) naklederek şöyle demiştir: "O buyurdu: Yatsı namazından sonra ben Mescid-i Haram'da uyuyordum. Ansızın biri gelip beni uyardı. Kalktım beni uyaran bir hayal gibi önümde duruyordu, onu takib ettim. Mescidden çıktığımda bana Burak denilen bir binit hazırladıklarim gördüm. Sizin binitlerinizden katıra benziyordu, fakat ayaklarim gözünün erdiği yere basıyordu. Benden önceki Peygamberler de ona binmişti. Üzerine binip seyrederken sağ tarafımdan bir ses: "Ya Muhammed, bana bakar mısın sana bir şey soracağım" diyordu. Ben cevap vermeden devam ettim. Az ileride yine: "Ya Muhammed bana bakar mısın sana bir şey soracağım" diye sol tarafımdan bir ses işittim, yine cevap vermeden devam ettim. Derken yaşlı bir kadınla karşılaştım. Allah'ın yarattığı her zinetten ve süsten üzerinde vardı. Fakat kollarim açmıştı. Bana: "Ya Muhammed, bana bak ben sana bir şey soracağım!" diye bağırıyordu. Ona da hiç cevap vermeden yoluma devam ettim. Nihayet Beytü'l-Makdis'e vardık.

Ben Burak'ı oradaki halkaya bağladım, Önceki Peygamberler de binitlerini buraya bağlarlar idi. Burada Cebrâîl bana iki kadeh sundu. Bunlardan birinde içki diğerinde de süt vardı. Sütü içtim, içkiyi terk ettim. Cebrâîl bana: "Gerçekten fıtratı seçtin" dedi. Ben büyük bir sevinç ve memnuniyetle "Allahü Ekber" diyerek tekbir getirdim. Cebrâîl bana: "Ben senin yüzünde bir değişiklik görüyorum" dedi. Ben de yolda gelirken sağdan soldan duyduğum sesleri söyledim. O bir açıklama getirerek dedi ki: "Sağından duyduğun ses yahudiliğe çağıran bir ses idi. Eğer o sese cevap verseydin senden sonra ümmetin yahudileşirdi. Solundan gelen ses de nasraniyete davet eden bir sesdi. Eğer ona cevap verseydin, ümmetin hristiyanlaşırdı. Gördüğün kolları açık yaşlı ve süslü kadın1 ise dünya idi. Eğer ona cevap verseydin ümmetin düyayı ahiret üzerine tercih ederdi." Sonra ben ve Cebrâîl Beytü'l-Makdis'e girdik, her ikimiz ikişer rekat namaz kıldık. Sonra Mi'râc getirildi. Mi'râc, görülmemiş güzellikte (nurani bir merdiven veya asansör) idi. Âdem oğullarimn ruhları bununla semaya çıkarlar. Kişi ölürken gözlerini yukarı diktiğini görürsün, bu da onun mi'râcı görüp onun güzelliği karşısında hayran kalmasmdandır. Ben ve Cebrâîl İşte bu Mi'râc ile yukarı çıktık. Bu sırada adı İsmâil olan bir melekle karşılaştım, o birinci kat semanın bekçisi ve sahibi olup önünde yetmişbin melek vardı, Bu meleklerden de herbirinin emrinde yüz bin melek vardı. Nitekim yüce Allah kitabında:

"Rabinin ordularimn sayısını ancak kendisi bilir" buyurmuştur.[36]

"Cebrâîl kapimn açılmasını istedi, ona: "Kimsin?" denildi, O da: "Cebrâîl" dedi. "Yanında kim var?" denildi. O da: "Muhammed" cevabim verdi. Bunun üzerine: "Ya demek ona Peygamberlik geldi mi?" denildi. O da: "Evet" dedi. Kapı açılıp içeri girdik. Ansızın Âdem'le karşılaştım. O Allah'ın onu yarattığı gündeki sureti ve şeklinde idi. Neslinin ruhları ona arzediliyordu. Mümin ruhlar arzedildiği zaman; "iyi ruh temiz bir nefis" diyerek seviniyor ve: "Bunu ITiiyyine götürün" diyordu. Günahkarların ruhları arzedildiği zaman: "Kötü bir ruh, pis bir nefis" diyerek üzülüyor ve: "Bunu siccine atınız" diyordu. Az ileri gittiğimde bazı1 sofralar gördüm. Üzerinde taze etler vardı, fakat onları yiyen yoktu. Fakat bazı sofralarda vardı ki üzerine konulan etler bayatlayıp kokmuştu. Birçok insanlar bu sofralara toplanmış yiyorlardı. Cebrâîl'e: "Bunlar kimlerdir?" diye sordum. O da bana: "Bunlar, helali bırakıp da harama yönelen kimselerdir" dedi. Biraz ileri gittiğimde, karınları ev kadar büyük insanlar gördüm. Her biri kalkmak istiyor tekrar düşüyordu ve: "Allah'ım kıyamet kopmasın" diye yakarıyordu. Firavun ailesinin yolu üzerinde olup gelip geçenler tarafından çiğnenen vs durmadan Allah'a yalvaranlar vardı. Cebrâîl'e: "Bunlar kimlerdir?" diye sorduğumda, o: "Bunlar senin ümmetinden riba yiyenlerdir. Onlar kalkamazlar ancak şeytan çarpmış gibi kalkarlar" dedi. Biraz daha ileri gittiğimde, dudakları deve dudağı gibi bir kavim gördüm. Bunlar yerden aldıkları taşları ağızlarından yutuyor arkalarından çıkarıyorlar­dı. Bunlar da feryatlar içinde Allah'a yaivarıyorlardı. Cebrâîl'e bunların kimler olduğunu da sordum, o da bana: "Bunlar senin ümmetinden haksız yere yetim malı yiyenlerdir. Bunlar karınlarına ancak ateş doldururlar ve ileride ateşe girerler" dedi.

Sonra biraz daha ileri gittim, burada da göğüslerinden asılmış kadınlar gördüm. Bazı kadınların da başları aşağı asılmış olduklarim gördüm. Bunlar da hep Allah'a yalvarış ve yakarış içinde idiler. Bunların kimler olduğunu sorduğumda Cebrâîl bana: "Bunlar senin ümmetinden zina eden, çocuklarım öldüren kadınlardır" cevabim verdi. Az ileri gittiğimde de kendi yan taraflarından etlerini kesip yiyen bazı insanlar gördüm. Bunlara da: "Haydi ye. Dünyada iken kadeşinin etini nasıl yiyordun!" denilerek azab olunmakta idi. Bunların kim olduğunu da sordum. Cebrâîl'de bana: "Bunlar yine senin ümmetinden insanları çeşitli işaretler ile alaya alıp küçümseyenlerdir" dedi.

Sonra ikinci kat semaya yükseldik. Burada Allah'ın yarattığı insanların en güzeli olan yüzü ayın ondördü gibi parlayan bir adamla karşılaştım. Kim olduğunu sorduğumda, Cebrâîl: "Bu, senin kardeşin Yusuf Peygamberdir" dedi. Yanında ümmetinden bazıları da vardı. Kendisiyle selamlaştık. Sonra üçüncü semaya çıkarıldım. Burada da Yahya ve Isa Peygamberlerle karşılaştım. Yanlarında, kendi kavimle­rinden bazıları da vardı. Onlara selam verdim, onlar da bana selam verdiler. Sonra dördüncü semaya çıkarıldım. Burada Idris Peygamberle karşılaştım ki, yüce Allah onu gerçekten yüksek bir makama çıkarmıştır. Ona selam verdim, o da bana selam verdi. Sonra beşinci semaya çıktım. Burada ise Harun ile karşılaştım. Onun sakalimn yarısı siyah, yarısı ise beyaz idi. Sakalı o kadar uzun idi ki nerdeyse göbeğine değecekti. Ona da selam verdim, o da beni selamla karşıladı. Sonra

altıncı semaya çıktık. Burada Mûsa ile karşılaştım, selamlaştım. O oldukça esmer ve saçları çok olan bir zattı. Şöyle söyleniyordu: "însan-lar benim Allah indinde en keremli kişi olduğumu iddia ediyorlar. Halbuki şu zat, benden daha keremlidir." Yanında kavminden de bazı kimseler vardı. Sonra yedinci semaya çıktık. Burada da İbrahim ile karşılaştım. O sırtim Beytü'l-Mamura dayamıştı, erkeklerin en güzelle-rindendi. Cebrâîl bana: "Bu senin atan, Allah'ın halili İbrahim'dir" diyerek onu bana tanıtmıştı. Yanında kavminden bazıları da vardı. Burada bana denildi ki: "Senin ve ümmetinin yeri burasıdır, İşte ümmetin." Burada ümmetimle karşı karşıya geldim. Ümmetimin bir kısmı beyaz elbiseli, bir kısmı da kum reginde elbiseler giymişti. Ben Beytü'l-Mamur'a girdim. Ümmetimden beyaz elbiseli olanlar da benimle birlikte girdiler. Kum renginde elbiseler giymiş olanları ise içeri bırakmadılar. Halbuki onlar da hayır ehli idiler. Ben, içeriye alınanlarla birlikte orada namaz kıldım. Sonra onlarla birlikte dışarı çıktım. Beytü'l-Mamur'da her gün yetmiş bin melek namaz kılar, kıyamete kadar bir daha avdet etmezler.

Sonra Sidretü'l Münteha'ya vardım. Orada Selsebil denilen bir pınar akmakta, ondan iki nehir ayrlmaktadır. Bunlardan biri Kevser diğeri de Nehr-i Rahmettir. Ben bu pınarda yıkandım, gelmiş geçmiş, günahlarım affedildi. Sonra cennete yükseltildim. Beni burada bir cariye karşıladı. Bu kızın kime ait olduğunu sorduğumda: "Zeyd bin Hârise'ye ait olduğu" cevabim aldım. Sonra sudan, sütten, baldan, ha-mirden nehirler gördüm. Nar ağaçlarimn meyveleri, kova büyüklüğün­de, kuşları deve büyüklüğünde idi. Sonra bana cehennem de gösterildi. Orası tamamen Allah'ın gazabı ile dolu idi. Eğer oraya taş veya demir atılmış olsa onları eritip yerdi. Sonra cehennem kapatıldı, ben tekrar Sidre-i Münteha'ya götürüldüm. Burada ilahi tecelli ile mazhar oldum. İki yay arası kadar, hatta bundan daha fazla yakınlığa erdim. Her tarafa sayısız melekler indi. Bana beş vakit namaz farz kılındı ve bana buyuruldu ki: "Yaptığın her hasene (güzel amel) için sana on sevap vardır. Yapmağa niyet edipte yapamadığın her hasene sebebiyle de sana, bir hasene sevabı vardır. Bir kötülüğü yapmaya niyet eder de yapmazsan sana bir şey yazılmaz, eğer işlersen Sa'dece bi* seyyie günahı yazılır.

Dönüşte Mûsa'ya uğradığımda, o bana: "Rabbin sana neyi emret­ti?" diye sordu. Ben de: "Elli vakit namaz" dedim. O; "Rabine dön hafifletmesini iste" dedi. Ben de Rabbime döndüm: "Rabbim, ümmetim­den hafiflet, benim ümmetim ümmetlerin en zayıfıdır" diye yalvardım. Rabbim, onunu kaldırdı. Mûsa ile Rabbim arasında hayli gidip döndüm. Sonunda namaz, beş vakit olarak kararlaştırıldı ve bana: "Ferizan tamamdır, kullarımdan da hafifletmiş bulunuyorum. Kullarıma her hasene için on misli sevap vardır" diye nida okuldu. En sonunda Mûsa, yine Rabbime dönüp hafifletme ricasında bulunmamı tavsiye etti ise de, ben: "Artık Rabbimden utanır oldum" diye karşılık verdim ve razı oldum. Sonra Mekke'ye dönüp günün sabahında mi'râcın müstesna tecellilerinden Kureyşlilere bahsettim; "Ben bu gece Beytü'l-Makdis'e gidip oradan semalara yükseltildim. Şöyle şöyle, nice tecellilere mazhar oldum" diye anlattım. Ebû Cehil feveran ederek: "Duydunuz değil mi ey Kureyş, gidişi ve dönüşü itibarıyla iki aylık yola geceleyin gidip döndü­ğünü iddia ediyor, Muhammedi" diye bağırdı. Ben onlara, kendilerine ait bir kervanın üzerinden geçerken, kervanlarimn ürktüğünü, bu sırada kervanın bulunduğu yeri, kervandaki adamların ve develerin sayılarim, yük ve eşyalarimn neden ibaret bulunduğuna varıncaya kadar haber verdim. Dönüşüm sırasında da aynı kervana Akabe yakimnda rasladığımı, dönmekte olan kervanın adamlarimn ve develerinin sayısını ve eşyasını dahi haber verdim. Bu sırada müşriklerden biri ortaya atılıp: "Ben vaktiyle Beytü'l-Makdis'e giden ve onu tanıyan bir insanım. Haydi onu bize, binası, şekli ve dağa olan yakınlığı ile aynen olduğu gibi tanıt bakalım" dedi. Müşriklerin bu teklifi karşısında Beytü'l-Makdis gözümün önünde tecelli ettirildi, ben de ona bakarak müşriklerin sorularim rahatça cevaplandırdım. Onlar da: "Doğru söyledin Ya Muhammed" demek zorunda kaldılar."[37]

Ebû Süfyan Hadisi

Ebû Nuaym, Muhammed bin Kab el-Kurazi'den rivayet eder. O şöyle der: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Dıhyetü'l-Kelbî'yi Rum kralına elçi ve davetçi olarak göndermişti. Dıhye, Kayser denilen Rumların kralına bir mektup götürüyordu. O sırada Kayser, Humus'ta bulunuyordu. Orada mektubu Kayser'e verdi. Kayser tercümanim çağırıp mektubu okuttu. Mektupta: "Allah'ın rasülü Muhammed'den Rumların sahibi Kayser'e" diye yazılmış olmasına kızan Kayser'in kardeşi, şunları söyledi: "Evvela kendi adim yazan, sana ramların hükümdarı diyeceği yerde sahibi diyen, bir adamın mektubunu okumaya nasıl da değer görebiliyorsun?" Kayser kardeşine: "Vallahi sen, küçükken ahmak idin. Büyüdün mecnun oldun! Sen benim, bana gönderilen bir mektubu okumadan yırtmamı istiyorsun. Bu asla olmaz. Eğer bize mektup gönderen bu zat, kendisinin söylediği gibi hakikaten bir Peygamber ise; mektubuna kendi adim zikrederek başlamaya da layık demektir. Sonra bana "Kumun meliki" değil de "sahibi" diye hitab etmiş olmasına gelince, bunda dahi şaşılacak ve kızılacak bir taraf yoktur. Ben hakikatte de; idaremde bulunan rumlann gerecek maliki değil, bir sahibi (arkadaşı) bulunmaktayım. Onları benim idarem altına veren hiç şüphesiz Allah'tır. Eğer Allah dileseydi, beni onların idaresi altına alabilirdi. Böyle bir insan, insanların maliki nasıl olabilir?" Kardeşinin sözlerini bu şekilde cevapladıktan sonra Kayser, mektubu okutmaya devam etti.

Mektup okunduktan sonra huzurundakilere hitab ederek: "Ey Rum topluluğu, mektuptan anladığıma göre bu adam Peygamberimiz Îsâ'nın bize müjdelediği son Peygamber olsa gerektir. Şahsen ben böyle olduğunu zannetmekteyim. Kesin olarak böyle olduğunu bilsem, derhal onun yanına kadar gider, kendisine bizzat hizmet ederim, o abdestini alırken de ona havlu tutar, dökülen abdest sularim elimle tutar, yüzüme sürerek teberrük ederim" dedi. Etrafındaki devlet ve din adamları itiraz ettiler ve dediler ki: "Allah son Peygamberini, böyle cahil Araplardan mı gönderecek? Bizını gibi kitab ehli olanlar ne güne duruyor. Bu asla olmaz!" Kayser onlara şu karşılığı verdi: "Sizinle benim aramda hakemlik yapacak şey, benim yanımdadır! Kitabımız İncil'dir! O bu davayı halleder! Üzerindeki mühürleri açar, Onun ne dediğine bakarız. İncil'in haber verip müjdelediği Peygamber, bu mudur, değil midir, anlarız. Sonra mühürleri yine yerine koruz."

(Not: O sırada incil'in üzerinde oniki mühür bulunuyordu. Her hükümdar onun üzerine altından bir mühür vurarak, açılıp okunmamasını tembihle bir sonraki hükümdara teslim etmiş; bu da bir mühür vurarak kendisinden sonrakine teslim etmiş böylece, Kaysere gelinceye kadar 12 mühür vurulmuştu. Yani İncil'in açılması ve okunması kesinlikle yasaktı. Kesinlikle haramdı. Eğer açıp okuyacak olurlarsa, dinlerinin elden gideceğine, devletlerinin de temelinden yıkılacağına inanıyorlardı.) Buna rağmen Kayser (Heraliyus) Inci'lin getirilmesini emretti, üzerindeki mühürlerin onbir tanesini açtırdı. Son mührün açılmasına sıra gelince papazlar ve patrikler müthiş bir feryat koparıp elbiselerini parçaladılar. Yüzlerini yumruklayıp saçlarim yoldular. Kayser: "Size ne oluyor?" diye bağırdı. Onlar da: "Şu anda senin hükümdarlığın milletinin de dini mahvoluyor!" dediler. Kayser: "Aramızda hakem İncil'dir, mahvolup mahv olmayacağın a bakacağız!" dedi. Onlar dediler ki: "Bunu yapmanızın doğru olup olmadığim iyi düşünmeniz ve bir yetkiliye sorup danışmanız lazınıdır!" Kayser: "Kimdir yetkili, kime soracağız?" dedi. Onlar: "Bu hususta yetkili zatlar Şam'da pek çoktur. Şam'a elçiler gönder, onlar sizin namimza gidip sorsunlar, aldıkları cevabı size getirip ulaştırsınlar" dediler. Kayser: "Peki şu misafirleri huzuruma getirin de kendilerine Muhammed hakkında soralım" dedi. Bunun üzerine Ebû Süfyan ve arkadaşları Kayser'in huzura getirildiler. Kral: "Ey Ebû Süfyan, içinizden Peygamber olarak gönderilen bu adam hakkında bize bilgi ver. Bu basite alınacak bir iş değildir. Gücüm yettiği kadar bu hususta bilgi edinmek istiyorum" dedi. Ebû Süfyan şu cevabı verdi:

"Ey Melik, Muhatnmed hakkında sana bilgi verdiğimizde, O'nun önemine inanmayacaksınız. Biz ona sihirbaz deriz, şair deriz, kâhin deriz." Kayser:

"Vallahi, ondan önceki Peygamberlere de hep böyle denilmiştir. Sen onun sizin aranızdaki mevkiinden haber ver!" dedi. Ebû Süfyan:

"iyilik ve hayırlılık bakımından, o bizını en hayırlımız dır" dedi. Kayser:

"Zaten yüce Allah, hep kavminin en hayırlı olan zatları onlara Peygamber olarak göndermiştir" dedi, ashabimn nasıl olduğunu sordu. Ebû Süfyan:

"Kavmimizin yaşları küçük olanları, bazı gençler ve hizmetçiler onun peşine düştüler. Büyüklerimizden, kabile reislerimizden hiç biri O'na tabi olmuş değildir" dedi. Kayser:

"Peygamberlerin ashabı, hep böyledir, zaten. Büyükler ve başkanlara gelince, onlar büyüklük ve reislik gururu ile, tabi olmaktan kaçınmışlardır! Sen şimdi bana, ashabimn onu terk edip etmediğini haber ver" dedi. Ebû Süfyan:

"Hayır, onun ashabından bir teki bile onu terk etmiş, onun dinine girdikten sonra, dininden ayrılmış değildir" dedi. Kayser:

"O'nun dinine girenlerin sayısı gittikçe artıyor mu?" dedi. Ebû Süfyan:

"Evet artıyor" dedi. Kayser:                                                

"O'nun hakkında verdiğiniz bilgiler, gerçekten beni onun hakkında iyi ve isabetli düşünmeye sevkediyor. Öyle zannediyorum ki O zat, az zaman sonra benim tahtıma ve ülkeme de hakim olsa gerektir. Ey Rum cemaatı! Geliniz, bilerek ve isteyerek O'na tabi olalım! Mektubuna müsbet cevap verelim. Ayrıca güzel Şam'ımızı işgal etmiyeceğine dair kendisinden söz alalım. Zira hiç bir Peygamber kendisinden söz alman hususta, hilafına hareket etmemiştir. Yeter ki biz onun, bizleri Allah'a olan davetine icabet edelim, yeter ki kendisine itaat edelim. Haydi sizler bu hususta bana itaat ediniz!" dedi.

Etrafındaki din ve devlet adamları Kayser'e hep bir ağızdan: "Asla bu hususta sana itaat ve teslimiyet göstermeyiz!" diye bağırdılar.

Ebû Süfyan der ki: "Vallahi ben bu sırada, Muhammed hakkında bir söz söylemek istedim; eğer o sözü söylese idim Muhammed'i Kayser'in gözünde küçük düşüreceğime inanıyordum. Fakat benim bu yalanıma Kayser'in inanmayacağı ve beni yalancı sayacağı korkusu ile, söylemekten vazgeçtim. Sonra Muhammed'in Mi'râcı hakkındaki sözlerim hatırlayarak, bunları Kayser'e aktarmak ve bu belki yolla Kayser'in O'nu küçük görmesini sağlamak sevdasına kapıldım ve dedim ki: "Ey Kayser, sana Muhammed'den bir haber ileteyim, onun nasıl bir yalancı olduğunu belki bundan anlarsınız." Kayser: "Neymiş o haber?" dedi. Ben de dedim ki:

"O bir gecede Mescid-i Haram'dan kalkıp sizin şu Mescid-i Aksa'nıza geldiğini, sonra aynı gecede yine sabah olmadan Mekke'ye döndüğünü iddia eder. Sen bu hususta ona inanır mısın?"

Bu sırada Kayser'in yanında bulunanlardan Kudüs patriğinin söze karıştığı ve izin alarak şunları söylediği duyulur: "Ey hükümdar, ben Muhammed'in Mescidimizi ziyaret ettiği geceyi biliyorum. Zira ben her gece Mescidin bütün kapılarim kapattırdıktan sonra giderdim. O gece de yine Mescid'in bütün kapılarim teker teker kapattırdım. Fakat hizmetçiler kapılardan birini kapatmaya muvaffak olamadılar. Orada hazır bulunan ne kadar hizmetçi ve işçi varsa hepsini toparlayıp bu kapimn kapatılmasını istedim. Yine de mümkün olmadı. Asla kapı yerinden kıpırdamıyordu. Sanki bizler bir dağı yerinden oynatmaya çalışıyormuşuz gibi. Marangozları çağırmaya mecbur kaldık. Onlarda geldiler: "Bu kapimn ya üzeri çökmüş, ya da binada oturma olmuş. Ne olduğunu ancak yarın sabah anlar, gereken tedbiri alırız" dediler.

Mecburen bu kapıyı açık bırakıp gittik. Sabahleyin geldiğimizde kapimn zaviyesinde bulunan bir taşın delindiğini, geceleyin bir binitin ona bağlanmış olduğunu anladım. Oradaki arkadaşlarıma dedim ki: "Kapimn bir türlü kapanmamasının sırrı çözülmüştür! Bu gece muhakkak bir Peygamberin olağanüstü bir olayı vukua gelmiştir ve bu Peygamber bizını mescidimize bu kapıdan girerek içerde namaz kılmıştır."

Bunun üzerine Kayser: "Ey Rum cemaatı! Sizler bilmektesiniz ki, îsa (aleyhisselâm) kendisinden sonra ve kıyametten önce bir Peygamberin geleceğini müjdelemiştir, İşte Peygamberimiz isa'nın müjdelediği Peygamber bu zattır. Geliniz bu zatın mektubuna müsbet cevap verelim! Bizleri davet ettiği yeni dini kabul edelim!" diyerek etrafında­kilere seslendi. Onların kesinlikle böyle bir şeye yanaşmadığim görünce: "Ey Cemaat! Hükümdarimz sizleri sırf imtihan için böyle bir şeye davet etti, ne derece dininize bağlı olduğunuzu ölçmek istedi. Sizler de alenen hükümdarimza sövüp saydimz, asla dininizi değiştirmeyece­ğinizi gösterdiniz" demek zorunda kaldı. Bunun üzerine oradaki din ve devlet büyükleri derhal Kayser'e secde ettiler. Bağlılık ve itaatlarım izhar edip ortaya koydular." [38]

Ebû Hureyre Hadisi

Mi'râc konusunda en mühim ve en uzun hadislerden biri, Ebû Hureyre hadisidir. Birtakım sünen ve tefsir sahiplerinin Ebû Ali'ye tarikiyle Ebû Hureyre'den naklettikleri bu hadisi de olduğu gibi veriyoruz. Bu tesbite göre Ebû Hureyre demiştir ki:

"Cebrâîl (aleyhisselâm) geldiğinde yanında Mikail (aleyhisselâm) da vardı. Cebrâîl Mikail'e emrederek bir leğen dolusu zemzem getirtip bununla efendimi­zin göğsünü yarıp kalbini temizlemiştir, içini üç defa yıkamıştır. Her defasında Mikail, bir leğen dolusu zemzem getirmiştir. Yıkama işi bittikten sonra içini hilim (yumuşak huy, güzel ahlak), ilim, iman, yakın ve teslimiyetle doldurmuş- tur ve iki omuzu arasını Peygamberlik mührü ile mühürlemiştir. Sonra Burak'ı getirip Peygamber efendimizi ona bindirmiş süratle ilerlemişlerdir. Giderken bir kavme rastlamışlar; bunlar bir gün akşama kadar ekimle uğraşıyor, ertesi günü de ektiklerini biçiyorlannış. Biçtikten sonra ektikleri şeyleri, derhal yerine geliyormuş. Bunların kimler olduğunu sorduğunda, Cebrâîl: "Bunlar,. Allah yolunda cihat edenlerdir. Haseneleri bire yediyüz olarak değerlendirilmektedir" dedi.

Sonra bir kavme uğradılar, bunlar ellerinde taşlarla başlarim kırıyor, sonra başları eski haline geliyor, sonra kırmaya devam ediyorlardı. Bunların kimler olduğunu sorduğunda Cebraiî: "Bunlar, farz namaza kalkmağa başları ağır davranan kimselerdir!" dedi.

Sonra, deve ve koyun sürüleri gibi başı boş' bırakılmış bir topluluğa rastladılar. Bunların Sa'dece ön ve arkaları kapalı idi ve bunlar, diken, zakkum ağacı yiyerek otlanıyorlardı. Bunların kimler olduğunu sorduğunda Cebrâîl: "Bunlar, farz olan zekatlarim vermeyenlerdir. Yüce Allah kullarından hiç birine zulmeder değildir!" dedi.

Sonra bir topluluğa rastladılar. Bunların önünde bir kap içinde taze et, diğer kap içinde de kokmuş et vardı, taze ve temiz eti terkedip çiğ ve kokmuş eti yiyorlardı. Bunların kimler olduğunu sorduğu zaman Cebrâîl: "Bunlar, senin ümmetinden zina edenlerdir" dedi. Derken yol üzerinde bir ağaca rastladı bu ağaç gelip geçenlerin elbiselerini yırtıp parçalıyordu. Bu da; yol üzerine oturup da gelip geçenleri haraca kesenlerin temsiliydi- Sonra bir adam gördü, adamın önünde büyük bir yığın vardı, onu yüklenip kaldırmak istiyor, kaldıramıyordu. Bu da; insanların emanetlerini kabul edip de eda edemeyen kimselerin temsiliydi. Daha sonra; demir makaslarla dudaklarim kesen, sonra dudakları eski haline gelen, böylece kesmeğe devam eden bir topluluğa rastladı. Bunları sorduğunda Cebrâîl: "Bunlar, senin ümmetinden fitneci hatiplerdir" karşılığim verdi. Sonra, küçük bir taştan büyük bir öküzün çıkmakta olduğunu gördü. Öküz, dönüp çıktığı yere girmeğe çalışıyor, giremiyordu. Cebrâîl'e sordu, o da: "Bu vebalı büyük bir sözü sarfeden, sonra da buna pişman olan adamın halidir" dedi.

Sonra bir vadiye geldiler. Burada çok hoş, misk gibi kokan serin rüzgarlar esmekte idi. Ayrıca bir ses duyulmakta idi. Cebrâîl'e sordu, o da: "Burası cennettir, duyduğun ses de, cennetin: "Ya Rabbi bana vadettiğini ver! Onlar için hazırladığın nimetler de ne çoktur! Ne mutlu bunca nimetler, kendilerini bekleyen o bahtiyarlara" diyerek Allah'a niyaz etmektedir. Cenab-ı Hakk da kendisine: "Her müslüman kadın ve erkek, her mü'ınin kadın ve erkek senindir! Bu nimetler içinde saadete erecektir!" buyurmakta, cennet de: "Razı oldum ya rabbi" demektedir, diye açıklamada bulunmuştur. Az sonra bir başka vadiye geldiler ve ürpertici bir ses, iğrendirici bir koku duydular. "Ey Cebrâîl, bu nedir?" diye sordu. Cebrâîl de: "Bu da cehennemdir, o da: "Ya Rabbi, bana vadettiğini ver! Ben her nevi azab ile doluyum" diye niyazını yapmaktadır" dedi ve Cenab-ı Hakin kendisine şirk ve küfür ehli olan kadın ve erkekleri vadettiğini söyledi. Bütün habis ve zalimlerin bunlar meyamnda cehenneme vadedilen kimselerden olduğunu haber verdi. Nihayet Beytü'l-Makdis'e geldiler. Peygamberimiz Burak'tan indi ve onu orada taşa bağladı. Mescid'e girip meleklerle beraber namaz kıldı. Namazdan sonra melekler Cebrâîl'e: "Bu zat kimdir?" diye sordular, o da: "Muhammed'dir" diye cevap verdi. "Demek onun Peygamberlik zamanı geldi mi?" dediler. O da: "Evet" dedi. Onlar da: "Böyle bir kardeşe böyle bir halifeye, mutluluklar olsun, Allah mübarek kılsın! Doğrusu, ne güzel kardeş, ne güzel bir halife ve misafir!" diyerek onu tebrik ettiler.

Sonra orada Peygamberlerin ruhları ile karşılaştı. Onlar da büyük bir sevinçle karşılayıp Allah'a hamd ü senalarda bulundular. İbrahim (aleyhisselâm) dedi ki: "Beni kendisine halil seçen, bana büyük bir mülk veren, beni tek başıma bir ümmet kılan, beni ateşten koruyup onu bana serin ve selametli kılan Allaha hamd ü senalar olsun!"

Sonra Mûsa (aleyhisselâm) Allah'a hamd ü senada bulunup şöyle dedi: "Bana gerçekten konuşan, fir'avun soyunun helakini benim elimde kılan, ümmetim İsrâ'il oğullarına kurtuluş veren, ümmetimden hakka hidayet eden ve hakk ile amel eden kimseler bahşeden Allah'a hamdolsun!"

Sonra Davud (aleyhisselâm) Rabbine senada bulunup şöyle dedi: "Bana büyük bir mülk veren, bana Zebur'u öğreten, elimde demiri mum gibi eriten, dağları ve kuşları bana müsehhar kılan, benimle beraber teşbih ettiren; bana hikmeti ve davalarda hakemliği bahşeden Allah'a hamd ü senalar olsun!"

Sonra Süleyman (aleyhisselâm) senada bulundu ve dedi ki: "Bana rüzgarları ve cinleri müsehhar kılıp emrimde çalıştıran, kuş lisanim bana öğreten, her nevi faziletten bana bir nasib ayıran, cinlerden, insanlardan ve kuşlardan nice orduları bana itaat ettiren, mü'ınin kullarından nicelerine beni üstün kılan ve bana büyük bir mülk ihsan eden Allah'a hamd ü senalar olsun!"

Sonra îsa (aleyhisselâm) Rabbine karşı senada bulunup dedi ki: "Beni kendisinin kelimesi kılan ve beni kün emriyle topraktan yarattığı Âdem meseli kılan, bana kitabı ve hikmeti, Tevrat'ı ve incil'i Öğreten, kendisinin izniyle çamurdan kuş yaratmama imkan veren, körleri ve babanları iyi etmeme yardm eden, ölüleri diriltmeme izin.veren, beni yükselten ve temizleyen, şeytanlardan ve su-i kastçılardan koruyan, hana ve anama şeytanın musallat olmasına izin vermeyen, Allah'a hamd ü senalar olsun!"

Sıra Peygamberimiz Muhammed (aleyhisselâm)'a gelince, o da rabbine karşı hamd ü senada bulunup şunları söyledi: "Ey Peygamber kardeşler! Hepiniz gerçekten Allah'a pek güzel hamd ü senalarda bulundunuz. Ben dahi Rabbime hamd ü senada bulunucuyum. Derim ki: "hamd olsun Allah'a ki beni âlemlere rahmet olarak gönderdi, bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı bir elçi olarak seçip gönderdi, bana Kur'an'ı indirdi, ümmetimi en hayırlı ümmet kıldı, göğsümü şerh edip vizrimi (ağır yükümü) üzerimden aldı. Şanımı yükseltti, beni son Peygamber ve fatih Peygamber kıldı."

Peygamberimiz bu şekilde Allah'a hamd ü senada bulununca, İbrâhim (aleyhisselâm) şöyle dedi: "Ey Peygamberler, İşte bununla Muhammed sizlerden üstün olmuştur."

Sonra Peygamberimize üzeri örtülmüş üç kadeh getirildi, bunlardan su kadehini alıp pek az içti, sonra kendisine süt kadehi verildi, bundan iyice kanmcaya kadar içti, sonra içinde içki bulunan kadeh verildi, o da: "Ben bundan içmek istemem, benim susuzluğum gitmiştir" dedi. Cebrâîl kendisine dedi ki: "içki, senin ümmetine haram kılınacaktır, sen eğer bundan içseydin, ümmetinden sana pek az kimse uyacaktı."

Sonra semalara çıkarıldı. Her semanın kapısına vardıklarında, içeri girmek için izin istenildi, kapıcı tarafından "kimsiniz?" diye soruldu. Cebrâîl tarafından cevap verildi. "Yanındaki kimdir?" denildi, "Muhammed'dir" diye cevap verildi. "Demek onun Peygamberlik zamanı geldi mi?" denildi. "Evet" diye cevap verildi. Kapı açılıp içeri girdiler. Herbir semada bazı Peygamberler ile karşılaştı. Onlarla selamlaşıp tanıştı. Altıncı kat semada Mûsa ile karşılaştığı zaman onun ağlamakta olduğunu gördü. Sebebini sorduğunda; Cebrâîl'den şu karşılığı aldı: "Mûsa ağlıyor ve diyor ki: israil oğulları, benim Âdem oğullarından Allah indinde en keremli ve şerefli kimse olduğumu iddia eder. Halbuki Muhammed de Âdemoğullarındandır, bana halef olmuştur, kendisi yalnız da değildir, onun ümmeti dahi diğer ümmetlere halef olmuşlardır."

Yedinci kat semaya çıktığında da İbrâhim (aleyhisselâm)'ı, saçlarimn siyahı beyazına karışş bir vaziyette ve yanında büyük bir kalabalık görmüştür. Bu kalabalığın bir kısmimn yüzleri, beyaz kağıt gibi parlak ve nurlu idi. Diğerlerinin renklerinde ise biraz karışıklık vardı. Cebrâîl bu hususdaki açıklamasında: "Ey Muhammed, şu yüzleri beyaz olanlar; imanlarına asla şirk şaibesi karıştırmamış olanlardır. Renklerinde bazı karışıklıklar olanlar ise; hem amel-i salih işlemiş; hem de amel-i seyyie işleyip amellerini karıştırmış olanlardır. Bunlar, sonunda Allah'a tevbe etmişler, Allah da onların tevbelerini kabul etmiştir."

Sonra, Sidre-i Münteha'ya vardı. Burada kendisine denildi ki: "tşte bu Sidre-i Müntehadır. Ümmetinden senin, sünnetin (yolun) üzere bulunanlardan her biri de, buraya müntehi olur. Bu Sidre-i Münteha'nın dibinde bozulmayan su nehri, tadı değişmeyen süt nehri, içenlere tad verip sarhoşluk vermeden hanar nehri, süzülmüş bal nehri akmakta idi. Sidre-i Münteha, öylesine bir ulu ağaçtır ki, onun gölgesinde yürümekte olan bir atlı, yetmiş ser*1 at üzerinde yol alsa, yine onu kat edemez. Yapraklarimn her birinin Jtmda bir ümmet barınmaktadır. Üzerini öylesine ilahi nurlar kaplanır tır ki, anlatılması mümkün değildir ve her tarafim sayısız melekler kuşatmıştır. İşte burada aziz ve celil olan Allah habibi Muhammed Mustafa iie konuş­muş, ona hitaben: "Habibim, benden ne dilersen iste!" buyurmuştur. Peygamberimiz de demiştir ki: "Ey rabbim İbrahim'i halil edindin, ona büyük bir mülk verdin; Mûsa ile konuşup onu kelîm kıldın, Davud'a da büyük bir mülk verdin ve demiri onun elinde hamur gibi erittin, dağları kendisine müsehhar kıldın; Süleyman'a da büyük bir mülk verip cinleri, insanları, şeytanları ve rüzgarları kendisine müsehhar kıldm, kendisin­den sonra kimseye layık olmayacak şekilde mülkünü azim eyledin; Îsâ'ya Tevrat'ı ve İncil'i öğrettin, onu hastalan iyi eden, izninle ölüleri dirilten bir Peygamber kıldın, kendisini ve anasını, kovulmuş şeytanın şerrinden koruyup emir kıldın."

Efendimizin bunları söylemesi üzerine, yüce Allah kendisine şöyle hitab etmiştir: "Ya Muhammedi Ben seni, gerçekten halil ve habib edinmişimdir. Tevrat'ta dahi senin "habibür-rahman" oluşun yazılıdır ve ben seni, bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişimdir! Göğsünü şerh edip yükünü sırtından indirmiş, şanim da yükseltmiş bulunuyorum! Ben anıldığım zaman sen de anılırsın. İnananlar:'La ilahe illallah" deyince, "Muhammed'ür Rasulüllah" derle». ve ezanında, benim varlığıma ve birliğime şehadet eden müe?duler, e de risaletine şahadette bulunurlar ve ben, senin ümmetini, ümmetlerin en hayırlısı kılmışımdır. Bu hayHı ümmet, her hutb okuyuşta da; senin kulum ve rasulüm oluşuna şehadette bulunur,

Habibim, sana ayrıca Kur'an'ın esası ve özeti mahiyetindeki yedi ayeti (yani Fatiha suresini) verdim; arşın altındaki hazineden olan Bakara suresinin sonundaki ayetleri verdim. Bunları senden önceki Peygamberlerden herhangi birine vermiş değilim. Sana bir de Kevser'i verdim, İslâm hidayetinin büyük nasipleri olan şu sekiz şeyi verdim: Allah'a tam bir tevekkül ve teslimiyet, Allah yolunda hicret, Allah yolunda cihad, namaz, Sa'daka (farz Sa'daka olan zekat), Ramazan orucu, maruf olanı emr, münker olanı nehyetmek ve seni, fatih Peygamber, son Peygamber kıldım."

Peygamberimiz'de (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Rabbim bana pek büyük faziletler verdi, beni âlemlere rahmet olarak gönderdi, bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı kıldı, bir aylık yoldan düşmanımın kalbine korku salar eyledi, savaş ganimetlerini bana helal eyledi, bütün yeryüzünü bana mescid ve temiz kıldı. Sözlerin en hikmetli ve cemiyetli olanlarim söylemeyi lütfetti."

"Ümmetim bana arz edilip gösterildi. Ümmetimin başına kimler geçecek, başlarına neler gelecek, ne gibi milletler ve nasıl musibetlerle karşılaşacaklar, bütün bunlar gösterildi."

"Ve bana bu Mi'râc gecesinde, elli vakit namaz farz kılındı. Sonra kardeşim Mûsa'nın tavsiyesine uyarak rabbime döndüm ve hafifletilmesini istedim. Rabbim de hafifletti ve: "O, hem beştir, hem ellidir" buyurdu. Beş vakit olarak kararlaştı. "Beş vakit namaza sabr ve razı olup, onu sıdk ve ihlas ile eda edenlere; elli vakit namazın ecir ve sevabı olduğu müjde edildi. Ben buna hakkıyle razı oldum."

"Bu sırada Mûsa (aleyhisselâm), Peygamberimiz için, şahsi tecrübelerine dayanarak pek büyük bir himmet ve hayırhahhk göstermiştir. Halbuki mi'râca çıkarken, ona karşı şiddetli davranmıştı."

Müslim'in Ebû Seleme tarikiyle Ebû Hureyre'den olan rivayetinde ise şöyle denilmektedir: "Peygamberimiz buyurdu: "Kureyş bana İsrâ' hakkında ve Beytü'l-Makdis konusunda durmadan soruyordu. Zor durumda kalıp görülmemiş şekilde üzüldüm. Bir de ne göreyim; Allah Beytü'l-Makdis'i önümde tecelli ettirdi. Bana ne sorarlarsa ona bakıp cevaplandırıyordum. Ben, kendimi orada Peygamberler cemaatı arasında bulmuştum. Mûsa'yı Şenualı adamlar gibi saçları biraz kıvırcık olarak ve namaza durmuş bir halde gördüm, isa'yı da namaz kılarken gördüm. Tanıdığimz insanlardan en çok Urve bin Mesud'a benziyordu. İbrahim de namaz kılmakta idi. içinizden en çok bana benziyordu. Namaz vakti gelince, kendilerine imamlık eden ben olmuştum. Namazdan sonra birisi bana: "Ey Muhammed, İşte şu cehennem hazini olan Malik'tir" dedi. Kendisine dönüp baktım, o da bana selam verdi."

Ebû Hureyre'den bir de İbn-i Mace'nin rivayeti var; şöyle ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: İsrâ' gecesi yedinci kat semaya çıktığımda yukarıya baktım, gök gürüldüyor, şimşekler çakıp, yıldırımlar düşüyor­du. Bir kavmin yanına götürüldüğümde de, onların karınlarimn ev kadar büyük olduğunu ve içlerinin yılanlarla dolu bulunduğunu, dışarıdan bu yılanlarır görüldüğünü müşahade ettim. "Ya Cebrâîl, bunlar kimlerdir?" diye sordum. O da: "Bunlar, riba yiyenlerdir" dedi. Dönüşte birinci kat semaya geldiğimde de aşağıya baktım, büyük bir toz duman gördüm. Şiddetli sesler işittim. "Bu nedir, ya Cebrâîl?" diye sordum. Cebrâîl de: "Bunlar şeytanların çıkardığı sesler ve dumanlardır, insanların gözlerini boyayıp göklerin ve yeryüzünün Allah'ın varlığına ve birliğine delalet eden nice ayetlerini, onlara göstermemek için böyle yapıyorlar. Eğer onların bu hileleri ve göz boyamaları olmasaydı, hiç şüphesiz insanlar, pek çok ayetler ve tecellileri müşahede ederlerdi."

Ebû Hureyre'den bir de Said bin Mansur'un rivayeti var. O da şöyledir: "Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mi'râctan dönerken, Zi Tuva denilen yere geldiğinde: "Ey Cebrâîl, kavmim beni bu hususta yalanlayıp tasdik etmeyecektir" demiş. Cebrâîl de kendisine: "Ebûbekir, seni tasdik eder, o sıddıktır" karşılığim vermiştir."[39]

Ümmü Hani Hadisi

 İbn-i İshak ve İbn-i Cerir, el-Kelbi tarikiyle Ebû Talib'in kızı Ümmü Hani'den rivayet ederler. O demiş ki: "Resulullah efendimiz İsrâ' gecesi benim evimde idi. Gece yolculuğuna buradan başladı. Yatsı namazını kıldıktan sonra uyumuştu. Biz de uyumuştuk. Şafak sökmeden az önce bizi uyardı. Kendisiyle birlikte sabah namazını kıldıktan sonra dedi ki: "Ey Ümmü Hani, sizin de gördüğünüz gibi, yatsı namazını ben burada kıldım, sonra Beytül-Makdis'e gidip geldim. Sizin de gördüğünüz gibi sabah namazını da burada kılmış bulunuyorum." [40]

Sahihtir kaydiyle Hakimİbn-i Merduye ve Beyhekî, Zühri tarikiyle Urve'den, o da Âişe'den rivayet eder, O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) geceleyin Mescid-i Aksa'ya götürüldüğü zaman, aynı gecenin sabahında Mekke'de insanlara bunu anlatıyordu. Müminlerden bir kısmı, bu haber karşısında şaşkınlık geçirip irtidad etmiş, dinlerinden dönmüştü. Bunlar Ebûbekir'e koşarak: "Ya Ebûbekir, duydun mu, Muhammed bir gecede Beytül-Makdis'e gidip geldiğini iddia ediyor!?" dediler. Ebûbekir de onlara: "Eğer bunu o söylüyor ise, muhakkak doğru söylüyordur" dedi. Onlar yine şaşkınlık içinde: "Yani sen buna inanıyor musun?" dediler. Ebûbekir de kendilerine: "Evet, ben bunu tasdik ediyorum! Ben, bundan çok daha ileri olan hususta da onu tasdik etmiş bulunuyorum. Bilmez misiniz ki, her gün o bize, göklerden haber (vahiy) getirip tebliğ eder de ben bütün bunlarda kendisini tereddütsüz tasdik ederim" karşılığım verdi ve bu yüzden de kendisine "Ebûbekir El-Sıddık denildi."

Ebû Ya'lâ ve İbn-i Asâkir'in Yahya bin Ebû Amr'den sevkettikleri Ümmü Hâni Hadisi de şöyledir: "Ben yatağımda iken, sabahın alaca karanlığında Peygamberimiz teşrif ettiler ve şöyle buyurdular: Mescid-i Haram'da uzanıp biraz uyumuştum. Cebrâîl gelip beni Mescid'in kapısına götürdü, bir de baktım ki orada Burak var. Buna bindirdi ve birlikte ilerledik., Beytü'l-Makdis'e geldik. Ben burada Burak'ı kendi elimle halkaya bağladım. Daha önce de Peygamberler, bineklerini bu halkaya bağlarlar idi. Burada enbiyânın bir kısmı gösterildi, İbrâhim, Mûsâ ve Isa da bunlar arasında idiler. Ben onlara namaz kıldırdım, onlarla konuştum. Bu sırada bana, biri kırmızı, diğeri beyaz iki kadeh sunuldu. Beyaz olanı içtim. Cebrâîl: "Sütü içtin, şarabı bıraktın! Eğer şarabı içmiş olsaydın, ümmetin dininden dönerdi" dedi. Sonra Burak'a bindim, yine Cebrâîl ile birlikte Mescid-i Haram'a geldim sabah namazını burada kıldım.

"Ben, Peygamberimizin elbisesinden tutarak: "Ey amcamın oğlu, Allah aşkına, bundan Kureyş'e bahsetme! Onlar seni yalanlar. Hattâ sana inanmış olanlardan bâzılarimn bile yalanlamasından korkarım!" diyerek yalvardım. Fakat o, elbisesini çekerek elimden kurtardı ve dışarı çıkarak gördüklerini Kureyş'e anlattı. Ben, cariyeme: "Koş, Pey­gamberimiz onlara neler anlatıyor, onlar Peygamberimize neler söylü­yor, güzelce dinle ve gelip bana anlat" diye gönderdim. O da dönüşünde duyduklarim bana anlattı. Onun anlattığına göre: Peygamberimiz onlara; yatsı namazını kıldıktan sonra Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya gittiğini, orada bâzı Peygamberler ile karşılaştığim ve bu Peygamberlerin sıfatlarim anlatmış. Kureyş'ten Mut'im bin Adiyy, Amr bin Hişâm, Velid bin Mugîra da, bütün dinlediklerini inkar etmiş: "Biz oraya, gidişi bir ay, dönüşü de bir ay olmak üzere tam iki ayda gidip dönüyoruz, sen bir gecede nasıl gider gelirsin?" diyerek itiraz etmişler. Buna rağmen Beytü'l-Makdis'in binası ve şekli hakkında kendilerine bilgi vermesini söylemişler. Peygamberimiz önce: "Ben, Beytü'l-Mak­dis'e gece girip gece ayrıldım" demiş. Fakat Cebrâîl (aleyhisselâm) gelip Beytü'l-Makdis'i Peygamberimizin önünde tecelli ettirmiş, Peygamberi­miz de ona bakarak onların sorularim cevaplandırmıştır. Ebû Bekir de derhal tasdik edip: "Doğru söylüyorsun ya Rasulallah" demiştir, İşte bu sıradadır ki Peygamberimiz: "Ey Eba BeJir, Allah seni Sıddîk olarak isınılendirmiştir" buyurdu.

Kureyş daha sonra kervana katılan develeri, develerin başındaki adamları sormuş, Peygamberimiz de bu hususlarda kendilerine bazı bilgi ve haberler vermiş, hattâ bazan ilgili devenin üzerindeki yükü, çuvallarimn rengi hakkında bile haberler vermiştir. Sonunda Vcîiû bin Muğira: "Haydin arkadaşlar, bütün bunlar sihirdir, şu sihirbazıu etrafından dağıhnız" diyerek arkadaşlarim alıp, kervanı gözlemeye

başlamışlar. Kervanın gelişi dahi, Peygamberin kendilerine haber verdiği gibi çıkınca, "Velid doğru söylemiş, bunlar hep sihirdir" diyerek dağılmışlar. Cenab-ı Hak da bu hususta şu ayetini indirmiştir:

"...Habibim, Biz sana gösterdiğimiz rüyayı, ancak insanlar için bir imtihan (vesilesi) kıldık." [41]

İsrâ' ve Mi'râcla İlgili Mürsel Haberler

Ebû Nuaym'nı Urve'den rivayeti. O demiştir ki: "Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem), İsrâ' Mucizesi hakkında Kureyş'e haber verdiği zaman, Kureyş dedi ki: "Dediklerinin doğru olduğunu gösteren bazı alametler söyleyebilir misin?" Resulullah da şöyle buyurdu: "Boz renkli bir deveniz kaybolmuş, adamlarimz onu arıyordu. Üzerinde de kumaş yüklü idi." Kureyş, kervanlarına ve Kudüs'e ait çok şey soruyor, Peygamberimiz de önünde tecelli ettirilene bakarak cevap veriyordu. Fakat bütün bunlar, onların Sa'dece şek (şüphe) ve yalanlamalarim artırdı/'

İbn-i'l-Münir, bu hususta gerçekten nefis bir kitap telif etmiştir. Burada İsrâ' ve Mi'râc mucizesine ait bazı esrarı açıklamaya çalışştır. Onun açıklamaya çalıştığı bu sırlardan bazılarim, biz de buraya kaydedelim. O, bu nefis kitabında diyor ki:

"Harem-i Şeriften doğruca semalara çıkmayıp da, Beytül-Mak-dis'e uğraması, buradan da semalara çıkması; iki hicretin husulü demektir. Beytül-Makdis, Önceki pek çok Peygamberin hicret yurdudur. Önce oraya rihlet etmiş olması; birçok faziletleri kendisinde toplaması; oranın bazı alametleri hakkında söylediklerinin doğru çıkması netice­sinde, diğer söylediklerinin dahi doğru olduğunun kolayca anlaşılması gibi hikmetler vardı bunda. Eğer doğrudan semaya çıkarılsaydı, İsrâ'da bu hikmetlerde bulunmamış olacaktı.

Peygamberimizin mi'râcı ve o geceki Rabbine olan münacatı, ansızın olmuştur, daha önceden buna gün verilmemiştir. Halbuki Hazret-i Mûsa'nın münacatı için, daha önceden gün verilmiştir. Bunun hikmeti de (Allah'ü âlem), gününü bekleme eleminden kurtarmak, böyle bir elemi çektirmemektir."

"Semaların kapılarimn kapalı oluşuna, Cebrâîl'in "açimz!" demesi sonunda açılmasına gelince: Bunun hikmetini de şöyle açıklayabiliriz: Eğer semaların kapılarim açılmış bulsa idi, bu takdirde Peygamber efendimiz, semaların kapılarimn her zaman böyle açık tutulduğunu zanneder, kendisinin gelişinin şerefine açıldığim düşünmeyebilirdi. Halbuki kendisinin gelişi ve kendisini getiren Cebrâîl'in açılmasını istemesi sonunda kapimn açılmasında; onun şerefi daha iyi anlaşılmak­tadır. Bunda bir de kendisinin, gök ehli melekler yanında dahi tanimyor olmasına onu muttali kılınması hikmeti var. Zira Cebrâîl'e: "Yanında kim var?" denildiğinde Cebrâîl: "Muhammed" demiş, kapimn bekçisi olan melek de: "Ya, demek ona Peygamberlik verildi mi?" diyerek karşılık vermiş; "Muhammed kimdir?" diye sormamıştır. Bundan dahi anlaşılıyor ki, Peygamber efendimizi ve ona Peygamberlik verileceğini, gök ehli melekler tanıyorlarimş. Onların bunu bildiklerinden kendisinin haberdar edilmesi de, bu gecenin, güzel hikmetleri arasında anılabilir."

---------------------

 [13] Buhârî ve Müslim bunu, diğer çeşitli tariklerden de rivayet etmişlerdir

[19] İsrâ' suresi, 60

[20] Secde suresi, 23

[25] Necm suresi, 11-l3

[28] Necm suresi, 16

[36] Müddessir suresi, 31

[41] İsrâ' suresi, 60

 

10 PEYGAMBERİMİZİN EVLİLİKLERİNDE GÖRÜLEN

BAZI ALÂMETLER

Peygamberimizinhz. Âişe ile Evlenmesinde Görülen Bazı Alâmetler:

Buhârî ve Müslim'in bu hususta Âişe'den bir rivayeti var. Buna göre. Âişe şöyle demiştir: "Ben, Rasulüllah'ın şöyle buyurduğunu işittim: "Ya Âişe, sen bana iki defa rüyada gösterildin. Rüyamdaki adam elinde beyaz bir ipek parçası tutuyor, bu ipek parçası içinde seni gösteriyor ve bana: "İşte bu kadın senin zevcendir" diyordu. Ben, onun tuttuğu ipek parçasına baktığımda seni görüyor ve: "Eğer bu rüya, Allah tarafından ise şüphesiz bu gerçekleşir" diyordum."

Ebû Ya'lâBezzarİbn-i Ömer el-Adeni ve sahihtir kaydıyle HakimÂişe'den rivayet ederler. O demiştir ki: "Ben, henüz Rasulüllah ile evlenmemişken, Cebrâîl benim suretimi götürüp Peygamberimize göstermiştir. O günlerde ben alacalı elbise giyinen küçük bir kızcağız idim. Rasulüllah benimle evlendiği zaman ise, Allah bana küçük olmama rağmen büyük bir haya duygusu vermişti."[1]

Peygamberimizin Hazret-i Sevde ile Evlenmesinde Görülen Bazı Alâmetler

 İbn-i Sa'd, el-Kelbi tarikiyle Ebû Salih'ten, o da İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. İbn-i Abbâs demiş ki: "Şevde binti Zema, Süheyl bin Amrn kardeşi, Sekran bin Amr ile evli idi. Bir gün acaip bir rüya gördü. Rüyasında kendisi yatarken, Peygamberimizi yürümekte ve gelip kendi boynuna ayağı ile basmakta olduğunu görür. Hemen uyanıp rüyasını kocasına anlatır. Kocası da der ki: "Eğer gördüğün rüya doğru ise, ben yakında öleceğim ve sen Peygamberle evleneceksin demektir."

Sonra Şevde bir başka gece bir rüya daha görür. Rüyasında; kendisi yatmakta iken ayın semadan üzerine düştüğünü görür. Derhal rüyasını kocasına haber verir. Kocası Sekran da der ki: "Eğer gördüğün rüya doğru ise, ben yakında vefat edeceğim, sen de Peygamber ile evleneceksin demektir." Sekran o gün rahatsızlanır ve çok geçmeden vefat eder. Sonra Şevde'yi Hazret-i Peygamber nikahı altına alarak evlenirler." [2]

Rifaa'nın Müslüman Oluşundaki Fevkalâdelik

Rifaa bin Rafi'den sahihtir kaydıyla Hakim rivayet eder. Şöyle ki: O, teyze oğlu Muaz bin Afra ile Mekke'ye gitmişti. Bu olay, Medine'li ensardan altı kişinin Kureyş ile bir anlaşmaya varmak üzere ve de anlaşmadan döndükleri Mekke seferinden önce olmuştu. Rifaa, Mekke'de Peygamber efendimizi gördüğü zaman, Peygamber efendimiz kendisine İslâm'ı arz etmiş ve buyurmuş ki:

- "Ey Rifaa, bütün gökleri, yeryüzünü, dağları kim yarattı?" Rifaa ve yanındakiler:

- "Şüphesiz Allah yarattı" demişler. Peygamberimiz:

- "Peki sizleri kim yarattı?" buyurmuş. Onlar:

-  "Şüphesiz Allah yarattı" diye karşılık vermişler (yani Rifaa bu olayı kendi anlattığı zaman: Biz de böyle karşılık vermiştik demiştir.) Bunun üzerine Peygamberimiz:

-  "Peki tapınmakta olduğunuz putları kim yaptı?" diye sormuş. Rifaa ve arkadaşları da:

-   "Bu   putları   kendi   ellerimizle   yapan   bizleriz"   demiş. Peygamberimiz:

-  "Peki, yoktan yaratan mı ibadet edilmeye layıktır, yoksa başkasının yaratması ile meydana gelen mahluk mu?" diye sormuş ve hemen şunları ilave etmiş:  "Şüphesiz,  sizlerin kendi ellerinizle yaptığimz putlara tapınmanız layık değildir.  Çünkü onlar sizin eserinizdir ve sizler, kendi ellerinizle yaptığimz ve kendi eseriniz olan putlara değil, sizlerin ve her şeyin yegane yaratıcısı olan Allah'a ibadet etmelisiniz. Sizlere layık olan da budur! İşte ben sizi böylece Allah'a ibadet edip yalnız O'na kul olmaya; Allah'tan başka ibadete layık hiç bir ilahın bulunmadığına şehadet etmeye, benim de Allah'ın rasülü olduğuma şehadet etmeye çağırıyorum! Ayrıca sizleri, akrabayı görüp gözetmeye, her çeşit düşmanlıkları da kaldırıp atmaya da çağırıyorum. Benim çağrımı kabul ederseniz, şüphesiz dünyada da, ukbada da bahtiyar olacaksınız!" diyerek davette bulunmuştur."

Rifaa der ki: "Biz Rasulüllah'ın bu daveti karşısında dedik ki:

- "Eğer sizin bizi davet ettiğiniz bu din, haddi zatında hak değil de batıl bile olsa; şüphesiz bizi davet ettiğiniz bu şeyler, işlerin en yüce olanları, ahlakın da en güzel olanlarıdır. Buniarı kabul etmemek için haklı bir itiraz bulacak değiliz."

"Biz orada, Peygamber'in bu davetini, hemen kabul edebilmiş de değiliz. Şahsen ben önce gidip Kabe'yi tavaf ettim. Yedi adet kadar oku çıkarıp torbaya koydum, içlerinden birini o niyetle çektiğimde çıkarsa diye işaretledim. Sonra Kabe'ye dönüp okları karıştırdım. Kader oklarim çekmeden önce de şöyle bir dua ettim: "Ey Allah'ım! Eğer, Muhammed'in bizi davet ettiği din, gerçekten hak ise; okları yedi defa çektiğimde, her defasında onun için işaretlediğim oku denk getir!" İşte böylece dua ettikten sonra okları yedi defa çektim. Her defasında da niyet ve işaret ettiğim ok çıktı. Hayret ve heyecan içinde kalmıştım. Derhal sesınıin çıktığı kadar bağırarak: "Bütün varlığımla şehadet edip tasdik eylerim ki, Allah'tan başka ibadet edilecek hiç bir ilah yoktur! Muhammed de Allah'ın rasülüdür!" dedim. Kendi iradem ve ihtiyarımla şehadet getirip müslüman oldum."[3]

Peygamberimizin Kendisini Bazı Kabilelere Arzettiği Zaman Görülen Fevkalâdelikler

 Beyhekîİbn-i Şihab ve Mûsa bin Ukba tarikiyle rivayet eder. Bu ikisi demişlerdir ki: "Peygamber efendimiz, islamı tebliğ etmek üzere kendilerini bazı Arap kabilelerine arz ederdi. Her hac mevsınıinde buna dikkat ve gayret gösterirdi. Bir defasında ise, ta Taife giderek davasını arz etmişlerdi. Sakif (yani Taiflüer) ise kabule yanaşmadılar. (Hatta bir takım sefih adamları ve çocukları kışkırtarak onu taş yağmuruna tutturdular. Peygamberimizi korumaya çalışan Zeyd bin Harise başın­dan yaralanmış, efendimizin de ayaklan al kanlar içinde kalştı.)

Mahzun ve mükedder olarak dönüşünde, bir bahçenin yanında istirahat edip gölgelendiler. Rabia'nın iki oğlu: Utbe ve Şeybe bu bahçede idiler. Duvar dibinde dinlenmekte olan Peygamberimizi gördüler ve yanlarındaki hizmetçileri Addas'ı O'na gönderdiler. Addas aslen Ninovalı olup- nasraniyet (hıristiyanlık) dinine mensup idi. Geldiğinde Peygamber efendimiz kendisine: "Nerelisin?" diye sordu. O da: "Ninova'hyım" dedi. Peygamberimiz: "Yani Allah'ın salih kulların­dan Yunus bin Metta'nın şehrindensin, demek" buyurdu. Addas hayret edip: "Sen Yunus bin Metta'nın kim olduğunu ne biliyorsun?" demekten kendini alamadı. Peygamberimiz: "Ben Allah'ın elçisiyim, onu bana Allah haber verdi" buyurdu. Addas, Rasulüllah efendimizin ayaklarına kapanarak her iki ayağim da öptü. Karşıdan bakmakta olan Utbe ve Şeybe Addas'ın yaptığım gördüler. Döndüğü zaman kendisine çıkışıp: "Sen ne yapıyordun? Gördük ki Muhammed'in ayaklarına kapanıyor, ona secde ediyordun! Halbuki sen şimdiye kadar hiç kimseye, böylesine bir saygı göstermiş değilsin" dediler. Addas da onlara şu karşılığı verdi: "Muhammed dediğiniz bu adam, Allah'ın iyi kullarından birisidir. Bana öyle bir şeyden haber verdi ki, kendisine hayran oldum: Allah'ın bize gönderdiği Yunus adında bir Peygamberi vardır, tşte o bana bizim Peygamberimiz Yunus bin Mettadan haber verdi. Bunun için kendisine

o saygıyı gösterdim. Yoksa ben O'na secde etmiş değilim, Sa'dece ayaklarına kapanıp Öptüm." Utbe ve Şeybe gülüştüler ve: "Sakın ey Addas, Muhammed seni de büyüleyip dininden döndürmesin? Zira o büyüleyici ve aldatıcı birisidir" dediler." [4]

Buhârî ve Müslim'in Âişe'den rivayetine göre, o şöyle demiştir: "Bir gün ben Peygamberimize: "Ey Allah'ın rasülü, sizin için Uhud gününden daha şiddetli bir gün oldu mu?" diye sordum. Efendimiz de şu cevabı verdiler: "Ben senin kavminin bana çektirdiği Akabe gününden daha şiddetli bir gün görmedim. Zira ben davamı arzetmek üzere Abdi Yalil oğullarına gitmiş, onlara kendimi arz eylemiştim. Onlar ise beni kabule yanaşmadılar. Üstelik taşa tuttular. Çok mahzun ve mükedder olarak geriye dönmüş, adeta kendimden geçmiştim.

Ancak Karnü's-Sealib denilen yere geldiğim zaman biraz açılabildim. Burada ansızın beni gölgelendiren bir bulut ile karşılaştım. Başımı kaldırıpta baktığımda Cebrâîl'i gördüm. O bana şöyle nida ediyordu: "Ya Muhammed! Şüphesiz kavminin sana ettiklerini ve söylediklerini Allah işitip görmüştür. Dağlar üzerine müvekkel olan meleğini de senin emrine vermiştir. Kavmin hakkında dilediğini bu meleğe emredebilirsin!" Bundan sonra bana Melekül Cibal (dağlara müvekkel melek) nida edip beni selamladı. Sonra bana dedi ki: "Ey Muhammed şüphesiz Allah kavminin sana söylediklerini ve yaptıklarım işitip görmüştür. Ben Melekül Cibal'im. Beni sana, senin Rabbin gönderdi, istediğini bana emredebilirsin! Eğer sen istersen; ben, şu her iki dağı Mekke'nin üzerine kapatarak onları helak edebilirim."

Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin Melekül Cibal'in bu teklifine karşı tavrı ve cevabı ise şu olmuştur: "Ey melek, ben kavmimin helak olmasını istemiyorum! Benim dileğim odur ki: Bunlar bizzat kendileri müslüman olmasalar bile, Allah bunların nesillerinden islamı kabul edecek kimseler getirsin! Allah'tan bunu dilemekte ve ümid etmekteyim. Öyleki onlar islamı kabul etsinler, İslâm sayesinde şirkin her çeşidinden arınsınlar; Sa'dece ve Sa'dece Allah'a ibadet etsinler, hiç bir şeyi asla Allah'a ortak koşmasınlar!"

Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O demiştir ki: "Bana Ali bin Ebû Talib söyledi: Allah, Peygamber efendimize kendisini Arap kabilelerine arzetmesini emrettiği zaman, onun yanında ben ve Ebû Bekir vardık. Arap topluluklarından birinde idik. içlerinde Mefruk bin Ömer ile Hani bin Kubaysa da bulunmakta idi. Mefruk Peygamberi­mize hitaben: "Sen bizi neye davet ediyorsun?" dedi. Rasulüllah efendimiz de buyurdu ki: "Ben sizleri Allah'ın tevhidine şehadet getirmeye, yani: Allah'tan başka bir ilah olmadığına, onun bir olup hiç bir ortağı olmadığına, Muhammed'in de gerçekten onun kulu ve elçisi olduğuna inanıp ikrar etmeye" davet ediyorum. Ayrıca beni aranıza almanızı, aranızda barındırmanızı ve bana yardımcı olmanızı istiyorum. Zira Kureyş Allah'ın emrine karşı gelmek için aralarında söz birliği etti, Allah^ın elçisini yalanladı, Hakka karşı arka çevirip batılla yetindi. Halouki Allah, mutlak gani ve mutlak hamid bulunuyor."

Bunun üzerine Mefruk: "Vallahi ben, bundan daha güzel bir söz duymuş değilim" dedi. Peygamberimiz de: “Gelin size Rabbinizin neleri haram kıldığim söyleyeyim” ayetlerini okudu. Mefruk:  "Vallahi bunlar bir beşer kelamı değildir" dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz de: “Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı emreder.” ayetini okudu. Mefruk: "Vallahi ya Muhammed, sen bizleri ahlakın en şereflisine, amellerin en güzel olanlarına çağırıyorsun! Sana karşı birleşen ve seni yalanlayan bir kavim; Allah'a yine yemin ederim ki kendileri yalan söylemekte ve iftira etmektedirler!" dedi.

Rasuîüllah Mefruk'un bu konuşması bittikten sonra buyurdu ki: "Haberiniz olsun ki, İslâm sayesinde sizler, çok yakın bir gelecekte Allah'ın size yardımı ile, îran ülkesine de varis olacak, büyük fetihler ve zaferler kazanacaksınız. Allah'ı da hakkıyle teşbih, tenzih ve takdis edeceksiniz."

Ebû Nuaym, Halidbin Said tarikiyle rivayet eder. Halid, babası vdsıtasıyle dedesinden nakleder. O şöyle demiştir: "Hacc mevsınıinde Bekr bin Vaü'den bazı kimseler gelmişti. Hazret-i Peygamber Ebû Bekr'e: "Git onlara islamı arz et. Bizi kabul etsinler" dedi. Ebû Bekir de onlara gidip arz etti. Onlar dediler ki: "Bizını şeyhimiz ve büyüğümüz Haris, henüz gelmedi. O geldiğzaman ona soralım." Haris geldiği zaman sordular, o da dedi ki: "Şimdi biz İran'la savaş halindeyiz. Aramızdaki bu savaş bittikten sonra gelip bu meseleyi hallederiz. O zaman sana bir cevap veririz, ey Ebû Bekir!"

Onlar gidip Zikar denilen yerde İranlılarla karşılaştılar. Savaş esnasında Haris adamlarına: "Bize kendisini ve davetini arz eden o adamın adı ne idi?" diye sordu. Onlar: "Onun adı Muhammed idi" dediler. Haris bunun üzerine dedi ki: "O halde o zatın adim burada kendinize şiar ediniz" dedi. Savaşa "Muhammed" parolası ile devam ettiler, sonunda galip geldiler. Rasuîüllah efendimiz de bu hususta dediler ki: "Onlar orada, benim sebebimle galip geldiler [5]

Meşhur alim el-Amidi'nin meşhur şair el-Aşa'nın divanı üzerine yazdığı bir şerhi vardır. Ben bu şerhte şöyle yazılmış olduğunu gördüm: "Denilir ki: Zikar savaşimn olduğu gün, Cebrâîl gelip savaşın seyrim Hazret-i Peygambere gösterdi. Peygamberimiz de: "Allah'ım, Bekr bin Vail'i İranlılara karşı muzaffer eyle!" diye dua etti ve bu duasını iki kere tekrarladı. Cebrâîl de kendisine dedi ki: "Senin duan makbuldür, sen onların muzafferiyeti için dua ettiğin müddetçe zafer onlarındır." Gerçekten de öyle oldu. Peygamber efendimiz onların galebesini görünce tebessüm buyudular ve: "Benim sayemde muzaffer oldular" sözünü söyledi."

Vakıdl ve Ebû Nuaym Abdullah bin Vabisadan, onun babası vasıtası ile dedesinden şöyle rivayet ettiğini naklederler: "Biz Minada iken Resulullah bizını yanımıza geldi ve bizi İslâm'a davet eyledi. Biz bunu kabul etmedik. İçimizde Meysere bin Mesruk da vardı. Meysere bize dedi ki: "Arkadaşlar, geliniz bu zatın davetini kabul edelim! Allah'a yemin ederim ki, eğer onun bu davetini kabul edecek olursak ve onu aramıza alırsak en doğru kararı vermiş oluruz. Ben yine Allah'a yemin ederek söylüyorum ki, bu adamın davası her yere ulaşacak ve her yerde galip olacaktır." Kavmimiz ise, Meysere'nin bu sözlerine de aldırış etmedi. Meysere onlara şu teklifte bulundu: "Öyleyse dönüşte Fedek'e uğrayalım, oradaki yahudiler alim kişilerdir, onlara bu hususta danışalım." Giderken Fedek'e uğradılar. Yahudilerle görüşüp Hazret-i Muhammed hakkında sordular. Onlar, bir kitap çıkarıp onun üzerinde derse başladılar. Ders sırasında Hazret-i Muhammedi görüşüyor ve onun hakkında diyorlardı ki: "O, herhangi bir kimseden ders almış olmayacak, aslen Arap'tan olup merkebe binecek, az yiyecek, orta boylu olacak; saçları hafif dalgalı olacak, gözünde biraz kırmızılık bulunacak, hafif pembeye çalar beyaz renkte olacak." Sonra Meysere ve arkadaşlarına dönüp: "Eğer sorduğunuz adam, bu vasıfta biri ise hiç tereddüt etmeden onun davetini kabul edip dinine giriniz. Bizını ona tâbi olmayışımıza gelince, bizler onu kıskanan, bu yüzden kendisine tâbi olmayan kişileriz. Bizını onunla doğrusu işimiz zordur. Araplar'a gelince, bunlar ya onun dinine girecek, ya da onunla savaşıp ölecek." Meysere arkadaşlarına şöyle haykırdı: "Ey kavmim! Bu iş, son derece açıktır, anlaşılmayan bir şey yoktur." Meysere veda haccı sırasında müslümanlığı alenen kabul etmiştir.

Ebû Nuaym Urve'den şu haberi nakletmiştir: "Peygamberimiz Ensar ile Akabe'de biat ettikleri zaman, şeytan dağın zirvesinden: "Ey Kureyş topluluğu, İşte, Evs'in ve Hazrec'in çocukları sizinle savaşmak üzere Muhammed'e söz verip biat ettiler!" diye bağırmış. Biat edenler bu sesi duydukları için korkuya kapılmışlar. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuş ki: "Arkadaşlar, sakın bu sesten korkmaymız! Çünkü bu Allah'ın düşmanı İblis'in sesidir. Korkduğumız kimselerin, bu sesi duymasına Allah imkan vermeyecektir." Kureyş, gerçekten bu sesi duymamış, fakat Akabe'de konuşulanları dinleyip de onlara söyleyen­lerden öğrenmiştir. Bunun üzerine takibe çıkan Kureyş, Akabe'de kimseyi bulamadığı gibi, biat edenlerin eşyaları arasında da onları aramış ise de, kimseye rastlayamamış ve geri dönmüştür." [6]

Yukarıdaki rivayetin aynısını el-Zühri'den rivayet eden Ebû Nuaymİbn-i İshak'tan şöyle rivayet eder: "Vaktaki Rasulüllah ile Akabe'de biat ettiler, dağın tepesinde birisi, bütün sesinin çıktığı kadar bağırıyordu: "Ey Kureyş topluluğu, eğer Muhammed'e bir şey yapmak istiyorsanız, gidip onu dağın şöyle bir yerinde yakalayın. Orada sizin aleyhinizde Medine'den gelenlerle biat etmek üzeredir!" Kureyş onları yakalamaya çıktı, fakat Cibril inip onları korudu. Kureyş gelipte arama yaptı fakat kimseyi bulamadan geri döndü. Bu sırada Cibril'in gelişini Harise bin Numan'dan başka gören olmadı. Harise: "Ey Allah'ın rasülü, ben hiç tanımadığım beyaz elbiseli birini gördüm, senin sağ tarafında duruyordu, o kimdi?" dedi. Rasulüllah: "Demek onu gördün mü?" dedi. Harise: "Evet" dedi. Rasulüllah: "Gerçekten büyük bir hayrı görmüşsün o Cibril idi!" buyurdu."

Ebû Nuayın'ın İbn-i Ömer'den de şöyle bir rivayeti vardır: "Rasulüllah efendimiz, nakipleri seçipte tayin ettiği zaman: "Sakın hiç birinizin aklına bir şey gelmesin! Ben Sa'dece Cibril'in bana işaret ettiği kimseleri nakib olarak tayin etmiş bulunuyorum" dedi. [7]

11 MEDİNE'YE HİCRET ESNASINDA VUKUA GELEN

BAZI AYET VE MUCİZELER

Bazı Ayet ve Mucizeler

BuhârîÂişe'den şu haberi nakletmiştir: Peygamberimiz müslümanlara sizin hicret edeceğiniz yer bana gösterildi. Orası toprağı tuzlu ve hurmalık bir yerdir. Peygamberimizin bu sözünden sonra Medine'ye hicret başladı. Derken Ebû Bekir de hicrete hazırlandı. Peygamber efendimiz de ona; "Ağır ol, bakalım! Yakında bana da hicret izni çıkacağim ummaktayım" buyurdu.

Beyhekî İbn-i Abbâs'tan rivayet eder: "Kureyş ileri gelecileri Darün-Nedve denilen yerde toplandı. Peygamberimizin öldürülmesi üzerine ittifaka vardı. Cibril gelip durumu Hazret-i Peygambere haber verdi. O gece şimdiye kadar yatmakta olduğu yatağında yatmamasını emretti. Peygamber efendimize Mekke'yi terk etmesi hakkında izin verdi.

Bu hususta İbn-i Sa'd'in de bir haberi var: İbn-i Abbâs, Ali, Âişe, Süraka bin Caşüm ve Âişe binti Kudame'den... Şöyle demişler. "Peygamber efendimiz hicret etmek için evinden çıktığı zaman, kiralık adamlar kapimn önünde oturuyorlardı. Yerden bir avuç toprak alıp onların başlarına saçtı ve bu sırada Yasin suresinin baş tarafındaki ayetleri okudu. Sonra devam etti. Birisi kapimn önünde bekleşenlere: "Burada niçin bekleşiyorsunuz?" dedi. Onlar da: "Mu ham m e d'in çıkmasını" dediler, O da: "Vallahi Muhammed çoktan çımp yanimzdan geçerek gitti" dedi. Adamlar: "Vallahi biz görmedik" dediler. Bu sırada her biri başlarındaki toprağı silkelemekle meşgul idi. Rasulüllah ise çoktan gitmişti. Yanında Ebû Bekir de bulunduğu halde Sevr dağındaki mağaraya girdiler. Onlar içeri girdikten sonra hemen Örümcek ağim üst üste örüp mağaranın ağzını kapattı. Kureyş çok sıkı bir arama yapıyordu. Nihayet mağaranın kapısı Önüne kadar geldiler. İçlerinden bazısı dedi ki: "Vallahi mağaranın kapısına örümcek ağim öyle bir örmüş ki, bu örümcek, Muhammed doğmadan burada imiş." Onun bu sözü üzerine, hepsi orayı terketti."

Vâkıdî ve Ebû Nuaym Âişe binti Kudame'den şu haberi nakletmiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ben tebdil-i kıyafet eder^" evin arka tarafından çıkarak ayrıldım. Giderken ilk rastladığım adam Ebû Cehil oldu. Allah onun gözüne görmezlik" verdi de l?eni asla göremedi. Yanımdaki Ebû Bekri bile farkedemedi. Biz de ikimiz süratle-yolumuza devam ettik."

Beyhekîİbn-i Şihab ile Urve bin Zübeyr'den şu haberi nakletmiştir: "Kureyş atlarına ve develerine binerek her tarafı şiddetle kontrol edip Peygamberimizi arıyordu. Her ta^^% habgr salıp Peygamberimizin ve Ebû Bekrin dirisini veya ölüsünü getirenlere yüz deve vadediyordu. Bir ara Sevr dağimn mağarasının kapısına kadar geldiler. Mağaranın üst tarafına da çıktılar. Konuşmalarim Peygamber efendimiz ve Ebû Bekir duyuyordu, Bu sırada Ebû Bekir korkuya kapıldı. Varlığim büyük bir korku ve tasa kapladı. İşte bu sırada Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine: "Korkma! Allah bizınıle beraberdir!" buyurdu. Ayrıca sevgili ve büyük Peygamberimiz dua buyurdular da bunun üzerine Allah'tan büyük bir sekine inerek, korku ve tasası zail oldu."

Buhârî ve Müslim, Enes'ten rivayet ederler. O şöyle demiştir: "BaAa Ebû Bekir anlattı: Ben Peygamberimizle birlike mağarada saklanırken dedim ki: "Ey Allah'ın rasülü, eğer onlardan biri ayağimn altına bakmış olsa, muhakkak bizi görecek!" Rasulüllah şu karşılığı verdi: "Ey Ebû Bekr! Allah yolunda iki arkadaş ki üçüncüleri Allah'tır. Sen ne zannediyorsun?" [1]

Ebû Nuaym'in, Esma binti Ebû Bekir'den (Ebû Ya'la'nın da benzerini Âişe'den) naklettiği bir habere göre Ebû Bekr; mağaranın kapısına doğru dönmüş bir adam görür: "Ya Rasulallah! Bu adam bizi görecek" der ve endişe eder. Rasulüllah da şu karşılığı verir: "Asla! Şu anda melekler onun gözünü kör etmiştir." Çok geçmez, adam bulunduğu yere küçük abdestini yapmak için oturur, Peygamberimiz de bunun üzerine der ki: "Gördün mü ya Eba Bekir, eğer bu adam bizi görüyor olsa idi, bize karşı bu şekilde yapmazdı."

İbn-i Sa'dİbn-i Merduye, Beyhekî ve Ebû Nuaym Ebû Mus'ab el-Mekki'den şöyle rivayet ederler: "Ben Enes bin Malik'e, Zeyd bin Erkam'a, Mugira bin Şube'ye yetiştim ve onların şu şekilde konuştukla­rim duydum: "Peygamberimiz ve arkadaşı mağarada saklanırken, Allah'ın emriyle mağaranın kapısında bir ağaç bitmiş ve onları örtmüş, yine Allah emredip örümcek ağim örmüş ve onları gizlemiş. Yine Allah'ın emriyle iki vahşi güvercin gelip mağaranın ağzında durmuş. Kureyş gençleri de aramayı şiddetle sürdürüp bütün silahlarim kuşanmış vaziyette mağaranın yakınma kadar gelmişler, o kadar ki mağaraya kırk adım yaklaştıklarında içlerinden birini, mağaraya girip kontrol etmesi için göndermişler, bu genç mağaranın kapısına geldiğinde içeri girmeden dönmüş, ilerideki arkadaşları: "Niçin içeri girmeden dönüyorsun?" diyerek ona bağırmışlar. O da şu karşılığı vermiş: "Mağaranın ağzında iki güvercin bulunmakta, eğer içeride kimse olsaydı, bunlar burada bulunmazdı." Hazret-i Peygamber, onların bu konuşmalarim duymuş. Demek ki Allah bizi bu iki güvercin sayesinde düşmanlardan gizledi ve onları def etti, diye düşünüp hamdetmiş. Ayrıca bu güvercinler için hayır duada bulunmuş. Onlar da ehlileşip Harem'e uçmuşlar; biri dişi biri de erkek olduğu için orada yumurtlayıp üremişler."

El-Hılye adlı kitabında, Ebû Nuaym, Ata bin Meysere'nin şöyedediğini nakleder: "Örümceğin, mucizevi bir şekilde ağim örmesi olayı, iki defa olmuştur: Birincisi Davut (aleyhisselâm)ı Talut [2] takip ettiği zaman, ağim örüp onu saklaması, ikincisi de müşriklerin Peygamber efendimizi takip ettikleri zaman, ağim örüp mağaranın kapısını kaplamasıdır."

Buhârî ve Müslim, Ebû Bekir'den rivayet ederler: "Müşrikler bütün aramalarına rağmen bizi bulamadılar. Süraka bin Malik'ten başka arkamızdan yetişen de olmadı. Süraka yetiştiği zaman ben: "Ya rasülallah peşimizden gelen bize yetişmiş durumda" dedim. Efendimiz ise: "Hiç üzülme, Allah bizimle beraberdir!" buyurdu. Bize iyice yaklaştığı zaman Peygamberimiz onun aleyhine dua buyurdu ve: "Allah'ım, nasıl dilersen bizi öylece koru ve onun hakkından gel!" dedi. Süraka'nın atı karnına kadar kumlara saplandı. Yalvarmaya başladı ve: "Ey Muhammed, biliyorum ki bu başıma gelen şüphesiz senin işindir. Ben de gerçekten pişmanım. Ne olur Allah'a dua ediver de beni bu durumdan kurtarsın!" diyordu ve: "Allah'a yemin ederim ki arkamdan gelenleri geri çevirmek içine elimden geleni yapacağım" diye söz veriyordu. Peygamberimiz bunun üzerine duasını yaptı, o da geri dönüp gitti." [3]

Buhârî Sürakadan şöyle rivayet eder: "Ben Peygamberi ve arkadaşim bulmak üzere peşlerine takıldım. Onlara yaklaştığım zaman atım tökezledi ve ben kendimi yerde buldum. Kalkıp tekrar bindim, bu sırada Rasulüllahın Kur'an okumakta olduğunu duydum. Hiç dönüpte bakmıyordu. Ebû Bekir ise sık sık geri bakıyordu. Derken atım bir kere daha tökezledi ve ben yere yuvarlandım. Baktım atımın ön ayaklan iyice kuma gömülmüş, çıkarmaya çalışıyor fakat çıkaramıyor. Nihayet doğrulabildi. Dizlerinden direklenen duman, sanki ta semalara yükseliyordu. Ben Peygambere nida edip eman istedim. Onlar durup beklediler. (Ben atıma atlıyarak onlara yaklaştım ve ondan eman aldım). Çünkü başıma gelenlerden anlamıştım ki, ben asla onlara bir şey yapamıyacağım ve Rasulüllahın davası, pek yakında iyice ortaya çıkacak ve kuvvetlenecektir."

Buhârî der ki: Ben, Ebû Muhammed el-Kufi'nin şöyle dediğini işitmiştim: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hicret etmek istediği zaman, Mekke'de şöyle bir ses duyuldu:

"Ey Kureyş, Sa'd adındaki iki kişi; eğer müslüman olsalar, şüphesiz emniyette olur Muhammedin işi."

Sesi duyan Kureyş, "Bu iki Sa'd adındaki adamların, kimler olduğunu bilsek elbette gereği ne ise yapardık" dedi. Onlara cevap veren sesin ise: "Ey Evs'in Sa'd adındaki şahsiyeti ve ey Hazreclilerin Sa'd adındaki kişisi! Niye Allah'ın hidayetine engel olmak istersiniz? Haydi hidayet davetçisine itaat ediniz! İcabet ediniz de, yüce Allah'tan firdevs cennetlerini umunuz!" şeklinde karşılık verdiği duyulmuş."

(Bunu bu tarikten İbn-i Asâkir de rivayet etmiştir.)

Beyhekî'nin rivayetine göre de Kureyş, "Kasdedilen iki Sa'd'den biri: Sa'd bin Muaz diğeri de Sa'd bin Übade'dir" demiştir.

Begavi, İbn-i Şahin, İbn-i Seken, İbn-i Mende, Toberânî, sahihtir kaydıyla HakimBeyhekî ve Ebû Nuaym; Hizam bin Hişam'dan, bu da babası vasıtası ile dedesinden şöyle nakleder: "Peygamberimiz hicret makSa'dı ile Mekke'den çıktığı zaman yanında Ebû Bekir ve Ebû Bekrin azatlısı Amir bin Füheyre de vardı. Yol kılavuzları ise Abdullah bin Uraykıd idi. Bunlar yolda giderlerken Ümmü Mabed'in çadırı önüne geldiler. Ümmü Mabed, kahraman bir kadındı. Çadırimn yanı başında nöbet tutar, gerektiğinde de yedirir içirirdi. Peygamberimiz kendisinden bir miktar et ve hurma satın almak istedi. O sırada onun yanında bunlar yoktu. Peygamberimiz: çadırın kenarında bağlı bulunan bir dişi kuzu görür ve: "Bu nedir, ey Ümmü Mabed?" der. O da: "Bu zayıflığın­dan dolayı yayılmaya gidemeyen bir kuzudur" der. Peygamberimiz: "Onu sağmama izin verir misin?" diye sorar. O da: "Eğer onda sağılacak süt görüyorsan sağ!" der.

Peygamberimiz bu kuzunun getirilmesini söyler. Getirirler ve kendi eli ile onu sağar. Mübarek eliyle göğsünü mesh eder ve besmele çeker, bu kuzusu hakkında Ümmü Mabed'e de hayır ve bereketler niyaz eder. Kuzu iki bacaklarim ayırır ve sütünü verir. Peygamberimiz derhal kendisine on kişilik bir süt kabı verilmesini ister. Kab getirilir ve doluncaya kadar ona süt sağar. Önce Ümmü Mabed'e verir o da kanmcaya kadar içer, sonra ashabına verir onlar da kanmcaya kadar içerler. Bu sütten en son içen Peygamberimiz olmuştur. Sonra sırayla tekrar içerler ve kaptaki sütü bitirirler, sonra Peygamber efendimiz, bu kab doluncaya kadar ikinci defa kuzuyu sağar. Bu sefer sütü, Ümmü Mabed'e mübarek kudümünün bereket bakiyyesi olarak bırakır. İçtikleri sütün de bedelini öedeyerek oradan ayrılırlar. Çok geçmeden Ümmü Mabed'in kocası Ebû Mabed gelir. O son derece zayıf keçilerini otlatmaktan dönmüştür. Çadırdaki sütü görünce şaşırır ve: "Bu da neyin nesidir? Çadırda henüz yüğürmemiş kuzudan başka sağılacak bir hayvan da bulunmamaktadır" der. Ümmü Mabed: "Vallahi şaşıracak bir şey yoktur. Bize Allah'ın salih kullarından mübarek bir zat uğradı, bu gördüğün onun bereketidir" der. Ebû Mabed, o mübarek zatın kendisine biraz tanıtılmasını ister. Ümmü Mabed de der ki:

"Son derece güzel yüzlü, beyazbenli, gayet güzel yaratılışlı ve denk endamlı. Göbekli değil, küçük başlı ve ince boyunlu da değil. Görünüşünde ve yaratılışında hiç bir kusuru yok! Sesi de tatlı ve güzel. Sakalı sık, kaşları ince, gözleri büyükçe. Konuştuğu zaman bütün varlığim bir güzellik kaplıyor. Konuşmadığı zaman da vekarla dolu bulunuyor. Hasılı ister uzaktan bak, ister yakından, bütün insanların hem en güzeli, hem de en vekarlı ve heybetlisi. Konuşmasında da hiç bir açık vermiyor, yersiz ve manasız hiç bir şey söylemiyor. Gayet açık ve seçik söylüyor. Kelimeler sanki inci taneleri gibi dökülüyor. Boyunu söylemedimse: Ne uzun, ne de kısa; orta boylu biri. Gözleri iri. Ağız ve burnu da son derece güzel mi güzel! Nasıl dilemişse onu öyle yaratmış dest-i ezel. Arkadaşlarimn kendisine bağlılığı ve saygısı da ne kadar güzel."

Ebû Mabed, karısına: "Hatun sen ne diyorsun! Bu mübarek zat; vallahi Kureyş'in içinden çıkan ve Peygamber olduğuna dair bize bir çok şeyler söylenen zattır" dedi.

İbn-i Sa'd ve Ebû Nuaym, el-Vakidi tarikiyle Hizam bin Hişam'-dan, o da babası vasıtasıyla Ümmü Mabed'den nakleder: "Peygamber efendimizin mübarek eliyle göğsünü mesh ettiği kuzu Hazret-i Ömer zamanındaki kıtlık zamanında da yanımızda idi. Ortalık kurumuş, hiç bir yerde az veya çok hayvan yiyeceği diye bir şey yoktu. Fakat bu mübarek kuzu, her günün sabahında ve akşamında süt vermeye devam etti. [4]

Eslem kabilesinden Malik bin Evs'ten Ebû Nuaym'ın seukettiği haber ise şu merkezdedir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Bekir'le birlikte hicrete çıktıkları zaman, Cühfe'de yayılmakta olan bize ait develere rastladılar. "Bu develer kimin?" diye sordular. Cevapta: "Eslem'den bir adamın" denildi. Peygamberimiz Ebû Bekr'e dönerek: "înşaallah selamete erdin!" dedi. Çobana: "Senin adın ne?" buyurdu. Çoban: "Mesud" dedi. Peygamberimiz de Ebû Bekr'e bakıp: "înşaallah saadete erdin" buyurdular." [5]

Ehbarul-Medine adlı kitabında Zübeyr bin el-Bekkar Abdullah bin Hârise'nin oğlu İbrahim'den, o da babasından şöyle nakleder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Gülsüm bin el-Hedm'in evine inip misafir olduğu zaman, o kendi çocuğuna çağırarak "Necih!" demiş. Peygamberimiz de Ebû Bekr'e dönerek: "Zafere ereceksin inşallah" buyurmuş. [6]

Hakim ve Beyhekî, Enes'in şöyle dediğini rivayet ederler: "Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye teşrif ettikleri günden daha güzel ve daha şerefli bir günü, ben asla görmüş değilim!"

İbn-i Sa'd ise Enes'in şöyle dediğini kaydetmiştir: "Bir gün ki, o günde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'yi şereflendirdiler. O gün, her şey şereflenip nurlanmıştır!"

Beyhekî Abdullah bin Zübeyr'den şöyle nakleder: "Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye teşriflerinde devesi çöktüğü zaman, insanlar: "Bizını eve, bizim eve, ya rasülallah!" diye bağrıştılar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz devesini kaldırdı ve: "Siz ona dokunmayın, o nereye emir aldıysa orada çöker" buyurdular. Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) devesi ilerleyip az ileride tekrar çöktü., Peygamberimiz de: "Burası Mescidimizin minberinin yeridir!" buyurdular." [7] Beyhekî Enes'ten rivayet eder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye ayak bastıkları zaman, kadimyla erkeğiyle bütün ensar gelip büyük bir tezahüratla karşıladılar. "Bize buyurun ya rasülallah!" diyerek onu davet ediyorlardı. Rasulüllah ise: "Deveyi serbest bırakın o memurdur, emrolunduğu yere çökecektir" buyuruyordu. Derken deve Ebû Eyyub'un evi önüne çöktü. Neccar oğullarimn kızları da Rasulüllah geldi diye seviniyor, ellerindeki defleri çalıp hep bir ağızdan: "Biz Neccar oğullarimn kızlarıyız! Muhammed'in komşuluğu ne hoş bir komşuluk­tur!" diyerek şenlik tutuyorlardı.

Yine Beyhekî'nin Âişe'den bir rivayeti var, Âişe demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye ayak bastığı zaman, kadınlar ve kızlar büyük bir coşku içinde ve hep bir ağızdan:

"Bedr (yani dolunay) veda tepesinin üzerinden üzerimize doğdu. Allah'a şükreden bulundukça bize de şükretmek bir borç oldu!

Ey bize gönderilen Peygamber! Sen, itaat edilen bir emirle geldin!" diyerek şarkılar söylediler."

HakimBeyhekî, Suhayb'ten şöyle naklederler: "Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Sizin hicret edeceğiniz yer bana gösterildi: tki taşlık arasında toprağı tuzlu bir yerdir. Burasının ya Hecer, ya da Yesrib (Medine) olması gerekiyor." Sonra gördük ki Peygamber efendimiz hicret etmek üzere Medine'ye çıktılar. Yanında Ebû Bekir de vardı. Ben de onunla birlikte çıkmayı düşünüyordum. Fakat Kureyş'ten iki genç bana engel oldular. O gece ben, sabaha kadar uyuyamamıştım. Oturmak ne kelime, hep ayakta döndüm durdum. Beni haps edenler: "Onun karın ağrısı tuttu, hasta haliyle kaçıp yola çıkamaz ya!" deyip uyumaya başladılar. Ben fırsatı ganimet bilerek, yola çıktım. Fakat ikisi arkamdan yetişti. Beni yakalayıp geri götürmek istediler. Ben kendilerine dedim ki: "Size okkalarca altın versem beni serbest bırakır mısınız?" Onlar da razı oldular. Dedim ki: "Gidiniz evimin kapı eşiğinin altim kazınız. Okkalarca altın oradadır. Çıkarıp alimz!" Onlar hilaf söylemediğime kani oldukları (bir müslümandan asla yalan beklemedikleri) için, geri döndüler. Eşik altim kazıp altınları aldılar. Ben ise yoluma devam edip Kubada Rasulüllah efendimize yetiştim. Orada beni görünce: "Ey Yahya'nın babası (Suheyb) şüphesiz alış-verişte kârlı çıktın!" buyurdu ve bunu üç defa tekrarladı. Ben de dedim ki: "Ey Allah'ın rasülü hiç bir kimse beni görüp benden sana haber getirmediğine göre, şüphesiz o muameleyi size Cebrâîl haber vermiştir."

(Denilir ki: Aşağıda ki ayeti celile, Süheyb-i Rumi'nin bu muamelesi hakkında inmiştir:

"İnsanlardan öylesi var ki, Allah'ın rızasını kazanma yolunda canim satar! Allah da kullarına çok esirger (acır)."[8]

Yahudilerin Medine'de Peygamberimizle Olan Münasebetleri, Ona Sorular Yöneltip Doğruluğunu Tasdik Etmeleri

İbn-i Sa'd, Tirmizi, sahihtir kaydıyla Hakimİbn-i Mace ve Beyhekî, Abdullah bin Selâm'dan rivayet ederler. O demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye teşrif buyurdukları zaman, bütün insanlar koşuşup çok büyük bir tezahürat gösterdiler, insanlar arasında ben de vardım, gidip Peygamberin yüzünü görmek istedim. Gördüm ve kesinlikle bildim ki, O yüz bir yalancı yüzü değildi. Orada kendisinden ilk duyduğum sözlerde şunlar olmuştu:

"Ey insanlar! Açları doyurunuz, cömert olunuz! Selamlaşmayı yayimz! Özellikle akrabaya sahip çıkıp onları iyi gözetiniz! Geceleri herkes uykuda iken, ihlas ve aşk ile nafile namazları kıhnz! Büyük bir sürür ve esenlik içinde Rabbinizin cennetine giriniz!"

Buhârînin Enes'ten olan rivayeti ise şöyledir: "Abdullah bin Selâm, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin Medine'ye gelişini duyunca, koşup gelmiş ve ona üç şey sormuştur. Demiştir ki: "Ben sana üç şey soracağım, bunları Peygamber olandan başkası bilemez!

Bir: Kıyamet alametlerinden ilki nedir?

İki: Cennete gidenlerin yiyeceği ilk cennet taamı nedir?

Üç: Doğan çocuğun anasına veya babasına çekmesinin sebebi nedir?"

Peygamberimiz de buyurdu ki: "Az önce bunların cevabım bana Cebrâîl getirmişti. Şöyle ki: îlk kıyamet alameti; doğudan çıkıp batıya doğru yayılacak olan bir ateştir. Cennetliklerin yiyeceği ilk taam ise balık ciğeridir. Çocuğun babasına veya annesine çekmesi ise, bunlardan hangisinin menisinin öne geçmesine bağlı bir şeydir. Eğer babasının menisi öne geçmişse babasına, anasının menisi öne geçmişse anasına çeker."

Abdullah bin Selâm derhal: "Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın rasülü olduğuna" şehadet getirerek rmislü-man oldu ve dedi ki: "Ey Allah'ın rasülü, yahudiler iftiracı insanlardır. Eğer onlara hakkımda bir peyler sorup cevabim da almadan benim müslüman olduğumu söyleyecek olursanız, benim hakkımda da çok iftiralar edeceklerdir. Fakat siz müslüman olduğumu söylemeden benim hakkımda ne diyeceklerini onlara sorunuz, cevaplarim da alimz. Sonra benim müslüman olduğumu onlara açıklarsınız."

Bunun üzerine Peygamberimiz yahudileri çağırıp Abdullah hakkında sordu. Onlar da: "Abdullah, en hayırlımızdır ve en hayırlımı­zın oğludur, efendimizdir vede efendimizin oğludur!" dediler. Peygam­berimiz: "Peki Abdullah'ın müslüman olduğunu söylesem, onun hakkında yine bu sözlerinizi söyler misiniz?" dedi. Onlar: "Haşa Allah korusun" dediler. İşte bu sırada Abdullah bin Selâm ortaya çıkıp: "Ben Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammedin de Allah'ın elçisi olduğuna şehadet ederim!" diyerek müslüman olduğunu kendisi açıkladı. Bu durum karşısında küplere binen yahudiler: "Vallahi sen, en şerlimiz ve en şerlimizin oğlusun!" dediler ve daha sövüp saydılar. Abdullah da Peygamberimize: "İşte ey Allah'ın rasülü, benim de korktuğum bu idi" dedi."

Beyhekî Abdullah bin Selâm'dan şöyle nakleder: "Ben, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) zuhurunu duyunca onun sıfatı, ismi, şekil ve heybeti ve kendisinin zuhuru hakkında söyleyip durduğumuz şeylerin onda olup olmadığı hakkında yeterli bilgiyi edindim. Fakat bunu gizli tuttum. O'nun Medine'ye gelişini ben, bir adamdan duyduğum zaman hurma ağacimn tepesinde idim. Halam da ağacın altında idi. Ben haberi duyunca sevinçle ve yüksek sesle "Allahü Ekber" diyerek tekbir getirdim. Halam bundan memnun olmamış olacak ki: "Eğer Mûsa gelmiş olsa idi her halde bundan daha fazla bağıracak değildin!" dedi. Dedim ki; "Halaciğım bu gelen zat, Mûsa'nın Peygamber kardeşidir. Mûsa ne ile gönderilmiş ise, o da onunla gönderilmiştir." Halam da bana: "Sakın bu zat ahir zamanda geleceği bizlere haber verilmiş olan zat olmasın?" dedi. Ben de: "Evet İşte odur" dedim. Sonra kalkıp Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına gittim ve müslüman oldum. (Aramızda da, o konuşmalar geçti)."

İbn-i İshakBeyhekî ve Ebû Nuaym, Safiyye binti Huyey'den nakleder. O şöyle demiştir: "Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye teşriflerin­den sonra babam ve amcam Ebû Yasir bin Ahtab onun yanına gidip geldiler. Aralarında konuşurlarken amcam babama diyordu ki: "Yani o, o mudur?" Babam: "Evet, o, o'dur" diye karşılık veriyordu. Amcam: "Yani şimdi sen onu, sıfatıyla ve zatıyla tanıyarak: "O'dur mu diyorsun?" dedi. Babam da: "Evet vallahi o, o'dur" dedi. Amcam: "O halde O'na tabi olmak hususunda düşüncen nedir?" diye sordu. Babam: "Tabi olmak meselesi, ayrı bir iştir. Ben vallahi ebediyyen ona düşman olacağını!" diyerek karşılık verdi."

AhmedBeyhekî ve Ebû Nuaym îbnu Abbâs'tan naklederler: Yahudilerden bir grup gelip Peygamber efendimize bazı sorular yöneltti. Bunlar dediler ki: "Sana soracağımız şu şeylere cevap vermeni istiyoruz ki, bunları Peygamber olandan başkası bilemez:

Bir: İsrâ'il'in (yani Yakub'un) kendisine haram kıldığı şey ne idi?

İki: Doğan çocuğun erkek veya kadın olmasının sebebi nedir?

Üç: Bir Peygamberin kavmi içindeki durumu nasıldır?"

Peygamberimiz de buyurdu ki: "Allah aşkına sizler doğru söyleyiniz; İsrâ'ilin şiddetle hasta olup ta: "Allah'ım bu hastalıktan iyi olursam en sevdiğim yiyecek ve içecek olan, deve sütü ile deve eti bana haram olsun!" diye nezrettiğini (adadığim) biliyorsunuz, değil mi?" buyurdu. Onlar da: "Evet" dediler. Peygamberimiz tekrar: "Allah aşkına doğru söyleyiniz; "kadımın menisi ile erkeğin menisinden hangisi öne geçip üstün gelirse, çocuğun ona çekeceğini" pekala sizler de biliyorsunuz, değil mi?" buyurdu. Onlar da: "Evet" dediler. Yine Peygamberimiz üçüncü olarak da: "Peki Peygamberin gözlerinin uyuyupta kalbinin uyumadığim da biliyorsunuz değil mi?" buyurdu. Onlar da: "Evet" dediler."

Buhârî ve Müslim yine İbn-i Mesud'dan rivayet ederler: "Bir gün ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Medine yollarimn birinde yürüyor­dum. Bir grup yahudiye rastladık. Bazıları: "O'na ruhtan soru açimz" dedi. Bazıları da: "O'na bir şey sormayimz, belki verdiği cevap hoşunuza gitmez" dedi. Onlar yine de sordular: "Ruh nedir" dediler. Peygamberi­miz biraz sükut etti. Bu sırada kendisine vahiy geldiği belli idi. Bu hal geçtikten sonra, nazil olan şu ayeti okudu: "Ve sana ruhtan sorarlar. de ki: ruh Rabbimin emrindendir." [9] Ebû Nuaym der ki:

"Özet olarak denilir ki: Önceki kitaplarda bildirilmiştir ki, Muhammed'in Peygamberlik alametlerinden birisi de, kendisine ruhtan sorulduğu zaman O'nun; bunun ilmini Allah'a havale etmesidir: "Ruhun hakikat ve mahiyetini, ancak Allah'ın bileceğini bildirmesidir." Bu gerçekten de böyledir. Ruhun hakikat ve mahiyetini, O'nu yaratandan başkası bilemez. Nitekim Peygamber efendimiz de bu hususta; felsefeci ve mantıkçıların daldığı, sezgi ve tahmin yoluyla konuştukları şeylere hiç dalmamıştır. İşte yahudiler Peygamberimizi bu bakımdan imtihan etmek istemişlerdi. Peygamberimiz de bu hususta, aynen onların kitaplarında olduğu gibi, daha önceden onlara bildirildiği gibi konuştu."

İbn-i İshak ve Beyhekî Ebû Hureyre'den naklederler: "Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İbn-i Sûra adındaki yahudiye: "Allah aşkına doğru söyle! Sizin kitabimz Tevrat'ta, evli olduğu halde zina edenin cezasının recm edilmek suretiyle ölüm olduğunu, biliyorsun değil mi?" dedi, İbn-i Sûra, "Evet ey Eba-l Kasını! Nitekim onlar, senin hak Peygamber olduğunu da biliyorlar. Fakat sana olan hased ve düşmanlıkları sebebiyle sana tabi olmuyorlar" diye karşılık verdi."

Müslim Sevban'dan rivayet ediyor. O demiş ki: "Ben Peygambe­rin (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında idim. Yahudi hahamlarından biri gelip sordu: "Arz başka bir arza tebdil olunduğu zaman, insanlar nerede olacaklar?" Rasulüllah şöyle buyurdu: "Sırat köprüsünün beri tarafında, büyük bir karanlık içinde bulunacaklar." O yine sordu: "Sırattan en evvel kim geçecek?" Peygamberimiz: "İslâm uğruna hicret edenlerin fakirleri!" O yine sordu: "Cennete girdikleri zaman ilk yiyecekleri nedir?" Rasulüllah: "Balık ciğeridir" buyurdu. O yine sordu ve: "Bundan sonra ne yiyecekler" dedi. Rasulüllah: "Sığır eti" buyurdu. O tekrar sordu ve: "Peki üzerine ne içecekler?" dedi. Rasulüllah da: "Selsebil adındaki cennet çeşmesinden'1 buyurdu. Bunun üzerine o: "Doğru söyledin" diyerek tasdikte bulundu. Sonra şunları söyledi: "Ben sana, bir Peygamberden başkasının bilemeyeceği bazı şeyleri sormak için gelmiştim. Şimdi bir de çocuk hakkında bir sorum olacak." Rasulüllah da dedi ki: "Erkeğin &uyu kaim ve beyazdır, kadımın suyu da ince ve sarıdır. Hangisi üstün gelirse çocuk ona çeker. Bu da şüphesiz Allah'ın izni ve yaratması ile olur." Yahudi bu cevabı aldıktan sonra: "Evet gerçekten, doğru söyledin ve sen gerçekten bir Peygambersin" diyerek oradan ayrıldı. Peygamber efendimiz de buyurdular ki: "Bu adam bana sorduğu şeyleri sorduğu zaman, bu hususta benim bir bilgim yoktu. Fakat Allah'ın bildirmesi ile onların cevabim verdim."

Beyhekî el-Kelbi tarikiyle Ebû Salih'ten, o da İbn-i Abbâs'tan rivayet eder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz yahudilere hitaben buyurdu ki: "Eğer sizler cennetin yalnız yahudilere ait olduğu hakkındaki sözünüzde gerçek iseniz, "Allah'ım bize derhal ölüm ver!" diyerek ölümü temenni etmelisiniz! Eğer içinizden her hangi biri ölümü temenni edecek olursa, bulunduğu yerden ayrılmadan ölecektir!" Onlar da bundan korktular ve ölümü asla temenni etmediler ve bu hususta, yani onların ölümü asla temenni etmeyeceklerine dair ayet nazil oldu."[10]

Peygamberimizin Bir Mucizesi Olarak Medine'den veba, Sıtma ve Taun Hastalıklarimn Kalkması Zübeyr bin Bekkar Ahbarü'l-Medine adlı eserinde der ki: Bana Muhammed bin Hasan Muhammed bin Talhadan, o Mûsa bin Muhammed bin İbrahim'den, o da babası Hâris'ten nakleder. O demiştir ki: "Hicretten sonra Peygamberimizin ashabı Medine'de müthiş bir sıtma hastalığına yakalandılar. [11] Bu sırada adamın biri Medine'ye gelip daha önce hicret etmiş bir kadınla evlendi. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) minbere çıkıp kısa ve özlü bir hutbe irad eyledi. Buyurdu ki:

"Ey insanlar! işler ancak niyetlere göredir! (Burasını üç defa tekrarladı). Her kimin hicreti Allah'a ve Rasülüne ise, İşte onun hicreti Allah'a ve rasülüne olarak kabul edilir. Her kimin hicreti de elde etmek istediği bir dünyalık içinse, yahut evlenmek istediği bir kadın içinse; İşte onun hicreti de niyet ettiği bu şey için sayılır ve ona hicret sevabı yoktur."

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) böyle bir tebligatı yaptıktan sonra, ayrıca vebanın Medine'den intikali için de dua etti ve: "Allah'ım, Medine'deki vebayı üzerimizden al ve başka yere naklet!" diye üç defa tekrarladı. Ertesi günün sabahında şu açıklamayı yaptı: "Bu gece sıtma hastalığı bana bir kara karı suretinde getirildi ve bana soruldu: "İşte humma hastalığı budur, bunu nereye nakledelim?" diye. Ben de sorana: "Siz onu Gadirhuma naklediniz" dedim." (Bunun, temsili olarak rüyada görüldüğü anlaşılıyor.)

Buhârî ve Müslim'in Âişe'den rivayeti şöyledir: "Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) hicret ettikleri zaman Medine, vebası en çok olan bir yer idi. Peygamberimiz dua buyurup: "Ey Allah'ım Medine'yi bize, Mekke kadar hatta ondan da fazla sevimli eyle! Sa'ımızı müd'dümüzü (ölçeğimizi şiniğimizi) bereketli eyle! Medine'yi bizim için sıhhat yurdu eyle ve ondaki sıtma hastalığim, Cühfe'ye nakleyle!" dedi.

Buhârî İbn-i Ömer'den şöyle nakleder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ben, bir kadın gördüm, siyahtı ve saçları darmadağın idi. Medine'den çıkıp gitti. Ta Mehyea'ya indi. Ben bunu, Medine'deki veba hastalığimn Mehyea'ya yani Cühfe'ye intikal ettiği şeklinde te'vil eyledim."

Buhârî ve Müslim Ebû Hureyre'den rivayet ederler. Rasulüllah şöyle buyurdular: "Allah'ın bazı melekleri vardır ki, Medine yollarim tutmuştur da Medine'ye veba hastalığimn girmesine engel olurlar. Aynı zamanda Deccal'in girmesini de önlerler."

Bazı alimler dediler ki: Peygamberimizin duası üzerine Medine'den veba hastalığimn başka yere intikal etmiş olması, Peygamberimiz için bir mucizedir. Zira tabipler şimdiye kadar ne derece çalışşlarsa da, veba hastalığimn bir başka yere nakledilmesine muktedir olamamışlardır."[12]

Medine'ye Bereket İnmesindeki Fevkalâdelik

Buhârî ve Müslim Abdullah bin Zeyd'den rivayet eder. O demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: İbrahim (aleyhisselâm) Mekke'yi Harem-i Şerif kılıp bereketi içinde dua etmişti. Ben de Medine'yi Harem-i Şerif kılıp bereketlenmesi için dua ettim: Ölçeğine şiniğine bereketler diledim!"

Buhârî'nin Tarih'inde Abdullah bin Abbâs'tan rivayeti şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ey Allah'ım, Mekke ehli için olduğu gibi Medine ehli için de sana dua ediyorum!" Abdullah der ki: "Biz bunu, Medine'nin Ölçeğine ve şiniğine gelen bereketten anlardık. Bunlar bize yeter de artardı."[13]

Ahbarül Medine'de Zübeyr bin Bekkar, İsmail bin Numan'dan şöyle nakleder: "Medine yakınlarında otlatılmakta bulunan bir koyun sürüsü vardı. Rasulüllah efendimiz bu sürünün bereketlenmesi için de dua buyurmuştur: "Allah'ım, bu koyuncağızlan; doymaları için yiyeceği miktarın yarısı kadar yemekle doyuma ve berekete erdir!" şeklinde niyazda bulunmuştur."

Taberânî Mucemi Kebir'inde ravileri sika olan bir senedle Şemus binti Numan'dan şöyle rivayet eder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye teşriflerinden sonra Mescidi yaparken ben kendisinin eğile büküle taş taşıdığım gözümle gördüm. Nihayet Mescidin inşasını bitirdi ve: "Bu Mescidin kıblesini Cebrâîl göstermiştir" buyurdu.

Zübeyr bin Bekkar'ın Ebû Hureyre'den sevk ettiği bir haberde ise şöyle denilmektedir: "Benim şu Mescidim, ta Sana'ya kadar uzanmış bulunsa, yine benim Mescidim sayılır!"

El-Zerkeşi, Ahkamü'l-Mescid adlı kitabında der kî: "Bu rivayet eğer sahih ise, Peygamber efendimizin Peygamberlik alametlerinden biri sayılır."[14]

------------------------

[8] Bakara suresi, 207

[9] İsrâ' suresi, 85

[13] İsrâ' suresi, 101

 

12 KIBLENİN DEĞİŞTİRİLMESİ VE EZANLA İLGİLİ BAZI ÖZELLİKLER

Kıblenin Değiştirilmesindeki Bazı Özellikler

İbn-i Sa'd İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet eder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye hicretlerinden sonra Beytü-l Makdis'e doğru namazını kıldı, bu onaltı ay devam etti. Kıblenin Kabe olmasını istiyordu. Bir gün Cebrâîl'e: "Ben, Allah'ın benim yüzümü yahudilerin kıblesinden çevirmesini istiyorum!" demişti. Cebrâîl de kendisine: "Ben, ancak bir kulum. Sen bu hususta rabbine dua edip Ondan bunu istemelisin" karşılığim vermiştir. Bunun üzerine Peygamberimiz namazını kıldıktan sonra ellerini kaldırır ve bu hususta Allah'a dua ederdi. Bir gün, kıblenin çevrilmesi hakkında nazil olan şu ayet indi:

"Ey Muhammed, biz senin yüzünün göğe doğru çevrilip durduğunu (gökten haber beklediğini) görüyoruz.   Elbette seni' hoşlanacağın bir kıbleye çevireceğiz. Bundan böyle yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir! Nerede olursanız, yüzlerinizi o tarafa (Mescid-i Haram tarafına) çeviriniz!" [1].

Ezanla İlgili Olarak Görülen Fevkalâdelikler  [2]

Ebû Davud ve Beyhekî İbn-i Ebî Leyla tarikiyle rivayet ederler. O demiştir ki: Bana bazı arkadaşlarımızın söylediklerine göre: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuş: "Ben, gerçekten namaz vaktinin geldiğini bildirmek üzere bazı kimseleri evlere göndermeyi düşünmüştüm. Sonra bunu bazı kimselerin yüksek yerlerden ilan etmelerine karar vermiştim. Bu sırada ensardan bir adam gelip dedi ki: "Ey Allah'ın rasülü, ben senin bu husustaki ihtimamim gördükten sonra evime dönmüş yatmıştım. Rüyamda yeşil elbiseli bir adam gördüm, Mescid'in üzerine çıkıp ezan okudu, sonra oturdu. Sonra kalkıp yine ezan okudu, yalnız fazladan olarak: "Kad Kameti's-Salah" diyordu. Ben insanların tuhaf karşılamı- yacaklarim bilsem, o sırada uykuda değil de, uyanık bir halde bulunduğumu da söylerdim." Bunun üzerine Rasulüllah buyurur ki: "Haydi git Bilal'e, bunu söyle de ezan okusun! Allah gerçekten sana çok hayırlı bir şeyi göstermiştir."

(Ömer der ki: Onun gördüğünü ben de görmüştüm, fakat o benden evvel davranıp, gördüğünü Rasulüllah'a anlattığı için ben utanıp anlatmadım.)

İbn-i Mace Abdullah bin Zeyd'den şöyle rivayet eder: "Rasulüllah efendimiz namaz vakitlerinin ilam için, borazan veya çan çalınması hususunda istişarelerde bulunmuştu. Bu sırada ben rüyamda yeşil elbiseli bir adamın, sırtına bir borazan yüklenmiş gitmekte olduğunu gördüm. Dedim ki: "Ey Allah'ın kulu, bunu bana satar mısın?" Bana: "Sen bunu ne yapacaksın" diye sordu. Ben de: "Bunu çalarak insanları namaza çağırırım" dedim. O bana: "Ben sana bundan çok hayırlısını öğreteyim mi?" dedi ve okumaya başladı: "Dersin ki: "Allahü ekber, Allahü ekber!" ve ezanı sonuna kadar okudu ve bana da: "İşte böyle okursun!" diyerek tembih etti. Rasulüllah efendimize gelip bu rüyamı anlattım. Bu sırada Ömer de geldi ve: "Vallahi bu rüyanın aynısını ben de gördüm" dedi. Ben de bunun üzerine, yani ezanı rüyasında görüpte Rasulüllah'a ilk haber veren ben olduğum için, çok sevinip Allah'a nice hamdü senalarda bulundum ve bunu, bazı şiir cümleleri halinde terennüm ettim."

Ebû Davud mürsel haberler meyanında Ubeyd bin Umeyr'den şunu nakleder: "Ömer, rüyasında ezanı gördüğü zaman derhal bunu haber vermek üzere Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gitmiş, fakat Peygamberimiz kendisine: "Ya Ömer, vahiy senden daha önce geldi!" buyurmuştur." [3]

İbn-i Sa'd İbn-i Ömer'den şöyle nakleder: "Abdullah İbn-i Ummu Mektum, şafak atıp atmadığim gözler ve hiç hata etmeksizin bunu anlardı. Halbuki onun gözleri ama olup kapalı idi."

Müslim'in Süheyl bin Salih'ten çıkardığı bir habere göre de, o şöyle demiştir: "Bir gün babam beni, Haris oğullarına göndermişti. Yanımda bir hizmetçi vardı. Duvar tarafından bir ses, ona adıyla çağırdı. Duvarın arkasında kim var diye, sarkarak baktı. Fakat kimseyi göremedi. Döndüğümüzde ben bunu babama anlattım. Babam bana: "Bir ses duyar da endişeye kapılırsan, hemen orada bir ezan oku. Zira ben Ebû Hureyre'den duydum, o da Rasulüllah'ın bir hadisi olarak şöyle nakletmişti: Rasulüllah buyurdu: "Namaz ezanı gibi bir ezan okunduğu zaman, şeytan çok uzaklara kaçar!"

BeyhekîÖmer İbn-i'l-Hattab'a ait olmak Üzere şu sözü nakleder: "Herhangi biriniz (yalnızlık veya bir ses duyma gibi bir sebeple) korkuya kapıldığı zaman hemen bir ezan okusun. Bu takdirde zarar görmeyecektir."

Beyhekî'nin Hasan'dan rivayeti ise şöyledir: "Bir gün. Ömer, Sa'd İbn-i Ebî Vakkas'a bir adam gönderdi. Adam giderken yolda korkuya kapıldı. Sanki gulyabani dedikleri birisi kendisini takib ediyordu. Sa'd'a vardığında bunu ona haber verdi. Sa'd: "Biz bu hususta, ezan okumakla emr alırdık" dedi ve ezan okumasını tavsiye etti. Adam, Ömer'e dönerken yine, gölge gibi bir şeyin kendisine anz olduğunu gördü ve derhal ezan okudu. Artık o şeyden ve korkudan kurtulmuştu."[4]

 ------------------------

[1] Bakara suresi, 144

13 SAVAŞLARLA İLGİLİ MUCİZE VE ALÂMETLER

Bedir Savaşi ile İlgili Mucize Ve Alâmetler

 Şanı yüce Allah buyurur; "(Allah mü'ıninlere yardım eder). Nitekim Allah size Bedir'de de yardım etmişti." [1]

Yüce Allah buyurur: "Siz, Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da: Ben size, birbiri ardınca bin melek ile yardım edeceğim" diye duanızı kabul buyurmuştu." [2]

Yüce Allah buyurur: "Karşılaştığimz zaman onları sizin gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu ki yapılmış bir işi yerine getirsin, işler hep Allah'a döndürülecektir." [3]

Buhârî ve Beyhekî İbn-i Mesud'dan rivayet eder. O şöyle demiştir: "Umre niyetiyle Mekke'ye giden Sa'd bin Muaz orada Ümeyye bin Halefin hanesine misafir olarak indi. Ümeyye Şam seferine çıktığı zaman Medine'ye uğradığında Sa'd'ın hanesine inerdi. Ümeyye Sa'd'e şu tembihte bulundu: "Dikkat et, tam öğle üzeri olduğunda ve ortalık tenhalaştığında Kabe'ye gider ve tavafım yaparsın." Sa'd de öyle yaptı. Tavafim yaparken yanına Ebû Cehil geldi ve: "Bu Kabe'yi tavaf eden kimdir?" dedi. Sa'd bin Muaz da: "Ben Sa'd'im" diye cevapladı. "Sen Muhammed'e ve onun arkadaşlarına sığındığın halde, şimdi gelip emniyet içinde Kabe'yi tavaf mı ediyorsun?" dedi. Derken birbiri ile atışmaya ve sövüşmeye başladılar. Umeyye Sa'd'e dedi ki: "Sen Ebû'l-Hakem'e karşı sesini yükseltme sakın. Zira o bu vadinin en büyüğüdür." Sa'd ona şu karşılığı verdi: "Vallahi sen beni Kabe'yi tavaf etmekten men edersen, ben de senin Şam ticaretine engel olurum!" Ümeyye Sa'd'e: "Sesini yükseltme, sesini yükseltme" diye tekrarlıyor ve onu teskine çalışıyordu. Sa'd gadaba gelip: "Beni rahat bırak ya Ümeyye! Vallahi ben Peygamberimizin seni öldüreceğini, kendisinden işitmiş bulunuyorum!" dedi. Ümeyye hayretle: "Beni mi?" diye sordu. Sa'd de: "Evet" dedi. Ümeyye bunun üzerine: "Vallahi Muhammed konuştuğu zaman yalan söylemez" diyerek evine gitti ve hanımim durumdan haberdar etti. O da: "Vallahi Muhammed konuştuğu zaman yalan konuşmaz" demiş.

Bedir savaşı için hazırlıklar yapılması hakkında Kureyş tarafından ilan edildiği zaman, Ümeyye bin Halefe hanımı şu hatırlatmayı yaptı: "Hani umre için Medine'li dostun sana geldiği zaman ne söylemişti?" Ümeyye hanımına şu karşılığı verdi: "Bu takdirde ben de Bedir savaşına çıkmam!" Ebû Cehil gelip durumu öğrendiği zaman: "Ya Ümeyye, sen Kureyş'in eşrafındansm, bizınıle hiç olmazsa bir iki gün olsun bulunuver" dedi. O da bunu kabul etti ve avaşa çıktı. Sonunda katledildi."

İbn-i İshakHakim ve Beyhekî'nin İkrime tarikiyle İbn-i Abbâs'tan ve Urve bin Zübeyr'den, yine Beyhekî'nin İbn-i Şihab'dan bir rivayeti var. Onlar demişlerdir ki: "Ebû Süfyan'ın Kureyş'in hazırlıklı olması için Damdam bin Amr el-Gıfari'yi göndermesinden üç gün öncesi idi. Abdülmuttalib kızı Atike, bir rüya gördü. Kardeşi Abbâs'a bu hususta haber saldı ve dedi ki: "Kardeşim ben mühim bir rüya gördüm ve çok korktum. Kavminin üzerine büyük bir belanın gelmesinden çok endişe etmekteyim. Şöyleki adamın biri devesine binmiş geliyordu, Ebtah dediğimiz yerde durdu ve: "Ey vefasız zalimler, kellelerinizin düşeceği yere gitmeye hazır olunuz!" diye üç defa bağırdı. İnsanlar da taplanıp onu can kulağı ile dinlediler. Sonra devesi üzerinde Mescid'e girdi, insanlar da etrefında toplanmış idi. Sonra devesi onu Kabenin üzerine çıkardı. O oradan insanlara bağırıyordu: "Ey vefasız zalimler, başlarim­zın düşeceği yere gitmek üzere hazırlanın bakalım" diye... Bunu üç defa tekrar etti ve devesi üzerinde Kubeys dağimn başında göründü. Yine aynı şekilde ve üç defa oradan da bağırdı. Sonra bir taş alıp fırlattı ki, bu taş yuvarlanarak aşağıya düştüğü zaman, bütün evler sarsıldı ve bütün evlere taşın parçalarından girdi."

Abbâs kardeşi Atike'nin bu rüyasını dinledikten sonra: "Vallahi bu korkunç bir rüyadır, sakın bunu kimselere açma" dedi. Atike de: "Sen de kimselere açma. Eğer Kureyş bunu duyacak olursa, bize işkence ederler" dedi. Abbâs kardeşinin yanından ayrılıp çıktı. Giderken yolda Velid bin Utbe'ye rastladı. Utbe onun samimi bir dostu idi, Atike'nin rüyasını ona söyledi ve kimselere açmaması içinde ona tembihte bulundu. velid de bunu babası Utbe'ye açtı. Derken bu Kureyş arasında yayılıp konuşulmaya başladı. Abbâs bu hususta der ki: "Bir gün ben Kabe'ye gidiyordum. Ebû Cehille karşılaştım. Bana dedi ki: "Ey Abbâs sizin aranızdan ne zaman kadın Peygamber çıktı?" Ben kendisine: "Bu nedir?" dedim. O dedi ki: "Atike'nin gördüğü rüyayı söylüyorum! Yani siz içinizden bir erkek Peygamber çıkmasına razı olmadimz da, bir de kadın Peygamber mi çıkardimz? Atike'nin anlattığı o üç haykırış için, bekliyeceğiz ve kimilerin başlarimn uçacağim da göreceğiz. Eğer o haklı çıkarsa bir diyeceğimiz olmaz. Eğer yalancı çıkarsa, o zaman da Arabm içinde en yalancı ailenin, sizin aileniz olduğunu ilan edeceğiz!"

Atike'nin rüyasından üç gün sonra idi, Ebû Süfyan'ın hazırlıklı olmak üzere Kureyş'e Damdam bin Amr'i gönderdiğöğrenildi. Damdam devesi üzerinde Mekke'ye gelmiş ve Ebû Süfyan'ın ticaret kafilesini vurmak üzere Muhammed'in ve adamlarimn yola çıktığı haberini getirmiş ve derhal harbe hazırlamlmasmı söylemiştir. Onlar da derhal hazırlanıp Bedr'e çıktı ve orada savaştı. İşte orada Kureyş'in başına gelenler gelmiştir. Atike ise, bu olaydan sonra bir takım şiirler söyleyip duygularım dile getirmiştir."

 (Ahmed), Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Ebî Talhadan, o da İbn-i Abbâs'tan rivayet ediyor: "Mekke'lilerin ticaret kervanı Şam'dan dönüyordu, Medine'liler bundan haberdar oldular ve kervanı karşılamak üzere çıktılar, yanlarında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de vardı. Mekke'liler, durumdan haberdar olup, Peygamber ve arkadaşları kervanı vurmadan ona yetişmek üzere derhal geceleyin yola çıktılar. Peygamber ve arkadaşları kervana yetişemediler. Zaten Cenabı Hak kendilerine iki taifeden birini vadetmişti. Onlar ise Kureyş'le karşılaşmaktan ziyade kervanla karşılaşmak istiyorlardı. Bunu daha iyi ve daha kolay buluyorlardı. Fakat kervan geçip gitmişti. Bunun üzerine Peygamberimiz ve ordusu, Kureyşi karşılamak üzere yoluna devam etti. Kureyş oldukça kuvvetli ve kalabalık idi. Bunun için müslümanlar Kureyş'ie karşılaşmayı hoş görmüyorlardı. Peygamberi­miz ve ordusu bir yerde konakladılar. Suyun bulunduğu yerle aralarında ayakların kaydığı kumluk bir kısını bulunuyordu ve bundan müslümanlara bir zayıflık arız olmuştu. Şeytan da durmayıp kalplere vesvese veriyordu. Diyordu ki: "Hani sizler Allah'ın evliyası (dostları) olduğunuzu iddia ediyorsunuz, Allah'ın rasülü de aranızdadır. Buna rağmen suyun başım tutmakta galebe çalan müşrikler oldu. Siz ise ne hallerle uğraşıyorsunuz!" [4]

Derken Allah kuvvetli ve bereketli bir yağmur verdi. Müslümanlar hem bol bol bundan içtiler, hem de bütün temizliklerini yaptılar ve böylece; şeytanın üzerlerindeki pisliğini de yüce Allah, onlardan gidermiş oldu. [5]

Yağmurun şiddetiyle kumluk arazi de sertleşip, seyr ve harekete elverişli bir hale gelmişti. Kalkıp Kureyş'in üzerine yürüdüler. Allah; elçisi Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) ve mü'ınin kullarına bu savaşta bin melek göndererek imdad eyledi. [6] Bir tarafta, emrindeki beşyüz melekle Cebrâîl, bir tarafta da emrindeki beşyüz melekle Mikail bulunuyordu. Şeytan dahi Süraka bin Malik suretinde bu savaşa katılıyor, emrindekileri de Müdlic oğulları suretinde harbe sokuyordu. Ayrıca şeytan müşriklerin yanına gelip: "Bu gün sizi yenebilecek bir kimse yoktur, ben sizin yardımcimzını. Zafer sizindir!" diyerek onları kışkırtıyordu. Nihayet iki kuvvet birbirine girdi. Bu sırada çok manalıdır ki Ebû Cehil'in de şöyle dua ettiği duyuldu: "Allah'ım, hangimiz hakka daha yakın ve layık isek, zaferi ona nasib eyle!"

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); ellerini semaya kaldırıp şöyle dua etti: "Allah'ım, şu bir avuç muvahhid burada helak olursa, yeryüzünde sana kulluk edecek kimse bulunmaz!" Cebrâîl (aleyhisselâm) bu sırada Peygamberimi­ze: "Yerden bir avuç toprak alıp başlarına saç!" dedi. Peygamberimiz de öyle yaptı oradaki müşriklerin hepsinin ağız, burun ve gözlerine bu topraktan girip onları perişan etti. Arkalarim dönerek savaş meydanim terkettiler."

Beyhekî, Mûsa bin Ukbe tarikiyle İbn-i Şihab'dan ve Urve bin Zübeyr tarikinden rivayet ettiğine göre, bu ikisi demişlerdir ki: "Kureyş Bedre yürüdüğü zaman, gün batımı sırasında Cühfe denilen yere indiler, içlerinde Abdul-Muttalib oğullarından Cüheym bin Salt adında bir adam vardı. Cüheym başim uykuya kor komaz uykuya dalar ve korkuyla uyanır. Arkadaşlarına der ki: "Benim tepemde dikilen atlıyı gördünüz mü?" Arkadaşları da: "Hayır, sen delirmişsin!" derler. Cü­heym: "Ne delirmesi yahu! Atlı adam tepeme dinelmişti ve şöyle diyordu: "Ebû Cehil katledildi! Utbe, Şeybe, Zem'a, Ebûl-Bahteri, Ümeyye de katledildi! ve daha Kureyş eşrafından bir takım isınıler saydı" der. Arkadaşları Cüheym'e: "Şeytan seninle oynamış" karşılığim verdiler. Fakat bu konuşmayı Ebû Cehil'e aktarırlar. Ebû Cehil öfkeyle şu karşılığı verir: "Haşim oğullan yalan söylediği gibi, Muttalib oğulları da yalan söylüyor! Yarın kimin öldürüleceğini gözleriyle görürler!"

İbn-i Sa'd ve Beyhekîİbn-i Ömer'in: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Bedir savaşına 315 savaşçı müslümanla katıldı" dediğini rivayet eder. Yine bu rivayete göre İbn-i Ömer demiştir ki: "Rasulüllah efendimiz, Bedre çıktığı zaman şöyle dua buyurmuştur: "Allah'ım onlar yayadırlar, onlara binit ihsan eyle! Allah'ım onlar çıplaktır^ onlara giyecek şeyler ver! Allah'ım onlar açtırlar, onları doyur!"

Böylece yüce Allah onlara Bedir günü büyük bir fetih ihsan eyledi; her biri bir takım yiyecek, giyecek ve binitlerle geri döndüler."

(Ebû Ya'lâ), Hakim ve Beyhekî Ali'den rivayet ederler: "Biz Bedre çıktığımızda Sa'dece iki atımız vardı: Biri Zübeyr'in diğeri de Mikdad bin el-Esved'in idi."

Beyhekî'nin tek başına Ali'den olan rivayeti de şöyledir: "Biz Bedr'e çıktığımızda yolda iki adam yakaladık, biri kaçtı, birini tutup sorguya çektik: "Kureyş'in askeri ne kadardır?" diye sorduk. Adam söylemedi. Kendisini dövdük ve sıkıştırdık, yine de söylemedi. Sa'dece: "Sayıları pek çok, kuvvetleri de öyle" diyerek maneviyat kırıcı sözler sarfediyordu. Adamı Peygamberimize getirdik. Peygamberimiz kendisi­ne: "Kureyşin sayısı ne kadar?" diye sordu. Adam haber vermedi. Peygamberimiz bu seferde: "Günde kaç hayvan boğazlıyorlar?" dedi. Adam: "Her gün, on hayvan boğazlayıp yiyorlar" dedi. Peygamberimiz de: "Her yüz kişi için bir deve kesiyorlar. Sayıları bin kişidir" buyurdu.

(İbn-i İshak ve Beyhekî'nin diğer bir rivayetinde: Adam: "Bir gün on, bir gün dokuz hayvan boğazlıyorlar" demiş. Efendimiz de: "Demek ki sayıları, bin ile dokuz yüz arasındadır" buyurmuştur.)

İbn-i Sa'dİbn-i Rahuye, İbn-i Meni ve Beyhekîİbn-i Mesud'un şöyle dediğini rivayet ederler: "Bedir günü, düşman bize az gösterilmiştir. O kadar ki ben, yanıbaşimdaki arkadaşıma: "Ne dersin, sayıları yetmiş kadar var mı?" diye sormuştum. O da bana: "Yüz kadar var" diye cevap vemişti."

Beyhekî Mûsa bin Ukbe tarikiyle İbn-i Şihab'dan şöyle rivayet eder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir gününde uzanıp yatmak istedi ve ashabına şu tenbihte bulundu: "Sakın benim iznim olmadan savaşa başlamayimz!"

Kendisine uyku galebe çalıp iyice daldı. Uyandığı zaman, Allah kendisine düşmanın sayısını çok az olarak gösterdiğini bildirdi. Gerçekten savaş olsun, her iki taraf birbirine girsin diye, Allah müslümanların sayısını da Kureyş'e gayet az olarak göstermiştir.

(Beyhekî'nin İbn-i Abbâs'tan olan rivayetinde de: İki taraf birbirine yaklaştığı zaman, Allah müslümanları müşriklerin gözünde, müşrikleri de müslümanların gözünde az olarak göstermiştir" denilmektedir.)

Yine Beyhekî Ali'den rivayet eder: "Vaktaki düşman bize iyice yaklaştı, biz de onların karşısında bir güzelce saf tuttuk. Onların içinde kırmızı tüylü bir deveye binmiş bir adam dolaşmakta idi. Peygamberimiz derhal o adamın kim olduğunu sordular ve şunları ilave ettiler: "Eğer bu topluluğun içinde iyiyi emreden birisi varsa, muhakkak o kişi; bu kırmızı tüylü deve üzerinde dolaşan kişidir!" Hamza biraz yaklaşıPeygamberimize dedi ki: "O kişi, Utbe bin Rabiadır, ya Rasülallah!" O onlara savaşı bırakmayı ve geri dönmeyi telkin ediyordu ve diyordu ki: Ey kavmim! Bunun bütün mesuliyetini ve utancim geliniz Sa'dece benim başıma sarimz! Utbe, korktu da savaşı bıraktırdı deyiniz!" Fakat Ebû Cehil buna karşı çıkıp savaşmakta ısrar etmiştir."

(Beyhekî'nin diğer bir rivayetinde, bu sırada Peygamberimizin: "Eğer onlar Utbe'ye itaat etselerdi, şüphesiz çok yerinde hareket etmiş olacaklardı" buyurduğu kaydedilmektedir.)

Müslim, Ebû Davud ve Beyhekî Enes'ten rivayet ederler: O demiştir ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir günü şöyle buyurdu: "İşte burası, filanın yarın cansız düşeceği yerdir, inşaallah! Burası da, filanın yarın cansız düşeceği yerdir, inşaallah! İşte şurası da filanın yarın cansız düşeceği yerdir, inşaallah!"

O böyle buyuruyor ve her defasında da elini yere dokundurarak işaret ediyordu. Qnu hak elçi olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, hiç biri onun eliyle işaretlediği yerden başka yere düşmedi. O nereyi onun için işaretledi ise, o oraya cansı olarak düştü. Sonra cesetler toplanıp kuyuya atıldı. Sonra efendimiz gelip isını isını onlara hitab etti ve şöyle buyurdu:

- "Nasıl, Rabbinizin size vadettiğini, aynen buldunuz değil mi?

Ben,   gerçekten   rabbimin   bana   vadettiğini,   aynen   bulmuş bulunuyorum!"

Yanındakiler:

-"Ey Allah'ın rasülü, cansız cesetlere hitab mı ediyorsunuz?" dediler. Efendimiz de buyurdu ki:

- "Siz, söylediklerimi onlardan daha iyi duyuyor değilsiniz! Şu kadar var ki onlar cevap vermeye kadir değillerdir."

Beyhekî Mûsa bin Ukbe tarikiyle İbn-i Şihab'dan şöyle nakleder: "Peygamber efendimiz Bedre çıkılması hususunda istişarenin tamamlanmasından sonra buyurdu ki: "Haydi Allah'ın ismi üzerine çıkınız! Çünkü bana onların cesetlerinin cansız olarak düşeceği yerler gösterilmiştir." Ebû Nuaym'ın İbn-i Mesud'dan olan rivayeti de yine bu mealdedir. [7]

Beyhekî İbn-i Mesud'dan ise şunu rivayet eder: "Ben hiç bir kimsenin isteğini Peygamberimizin Bedr günündeki isteği şiddetinde istemiş olduğunu görmüş değilim. Peygamberimizin o gün, Allah'a olan isteği ve münacatı o kadar kuvvetli ve şiddetli idi ki, o şöyle diyordu: "Ey Allah'ım! bana olan ahdini ve vadini mutlaka yerine getir! Allah'ım! Eğer sen şu bir avuç muvahhidin helak olmasına imkan verecek olursan, yeryüzünde sana senin istediğin gibi ibadet edecek kimse kalmaz!"

Sonra bize doğru döndüğünde, mübarek yüzünün sevinç ve sürurdan ayın ondördü gibi parladığim gördük. O etrafına nur ve huzur saçan bu yüzle şöyle diyordu: "Şimdi ben, sanki onların cesetlerinin akşam üzeri cansız düşeceği yerleri görür gibiyim!"

Müslim ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan şöyle nakleder: "Bana Ömer İbn-il Hattab (radıyallahü anh) söyledi. Şöyleki: "Bedr günü Rasulüllah müşriklere baktı, onların sayısı bin kadar idi. Ashabimn sayısı ise üç yüz on yedi kadar idi. Bu durumda Allah'a yönelip içten ve çok ısrarlı bir dua etti: "Kıbleye dönüp ellerini yukarı kaldırarak niyazda bulundu. O derece ki, bu sırada cübbesi omuzundan yere düşmüştü. Ebû Bekir de gelip cübbesini yerden aldı ve Rasulüllah'ın omuzuna koydu. Sonra Rasulüllah'ı kucakladı ve dedi ki: "Ey Allah'ın Peygamberi, Rabbine olan niyazın yeterlidir. O sana olan vadini, şüphesiz yerine getirecektir."

İşte bunun üzerine aşağıdaki ayet nazil oldu:

"Siz, Rabbinize sığimp ondan yardım istiyordunuz. O da: "Ben size birbiri ardınca bin melek ile yardım edeceğim" diye duanızı kabul buyurmuştu." [8] Gerçekten yüce Allah; onlara birbiri ardınca gönderdiği bin melek ile yardım eylemiştir.

(İbn-i Abbâs, açıklamasına devam ederek diyor ki:) Bu savaşta mesela, önündeki müşriki takip eden bir müslüman, onun izince gider, derken bir darbe işitir, bu darbenin müşrikin tepesine indiğini görür, hatta atlı bir askerin atma hitaben: "Haydi aslanım" diye haykırışim işitir, fakat darbeyi vuranı, atim süreni göremezdi. Önüne baktığında ise müşriki cansız yere serilmiş olarak görürdü. Nitekim ensardan bir adam, bu husustaki gördüklerini Rasuîüllah'a anlattığı zaman, Rasulüllah şöyle buyurmuştur: "Evet, gördüklerin, duydukların haktır ve bunlar üçüncü kat meleklerinin size yardımıdır." Bedr günü müslümanlar düşman askerinden yetmişini öldürdüler, yetmişini de esir aldılar."

İbn-i İshakİbn-i Cerir, Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler; o da Gıfar oğullarından bir adamdan nakleder: "Ben ve bir amca oğlum Bedir gününde hazır bulunduk. Biz müşrik idik ve müşrikler safında bulunuyorduk. Fakat biz hangi taraf hezınıete uğrarsa onların malim yağma etmek üzere bir tepede bekliyorduk. Derken bir bulut belirdi. îçinde at kişnemeleri, süvari sesleri vardı, bu gürültü ve haykırışları duyan arkadaşım, orada korkudan can verdi. Ben de helak olayazdım. bir müddet sonra aklım başıma gelmişti."

İbn-i İshakİbn-i Rahuye (Müsned'inde), İbn-i Cerir, Beyhekî ve Ebû Nuaym; Ebû Useyd el-Sâidî'den naklederler: O gözleri âmâ olduktan sonra demiştir ki: "Şimdi ben, sizlerle Bedir'de olsam, sonra gözlerimde görür olsa? meleklerin çıktığı yeri size gösterebilirdim, göstereceğim yer hususunda hiç bir şek ve şüphemde olmazdı." [9]

Beyhekî İbn-i Abbâs ve Hakim bin Hizam'dan nakleder; "Savaş başlamak üzere idi, Rasulüllah mübarek ellerini semaya kaldırarak Allah'a dua ve niyaz eyledi. Dedi ki: "Allah'ım eğer müşrikler, şu bir avuç muvahhide burada galebe çalacak olursa; şirk iyice yayılır ve senin dinin yok olur."

Bu sırada Ebû Bekir de şöyle diyordu: "Vallahi Allah sana yardım edecek, sana olan vadini yerine getirip senin yüzünü ak eyleyecektir." İşte bu sırada Yüce Allah; müşriklerin tepesine birbiri ardınca bin melek indirmiştir. Rasulüllah da: "Müjde ya Ebû Bekir! İşte ^ibril imdada geldi, başına sarı sarık sarınmış, atimn yularim tutmuş bir vaziyette yerle gök arasında durmaktadır" buyurdu. Vaktaki Cibril yere indi, bir müddet görünmedi göründüğü zamanda toz duman içinde kalmıştı. Sonra gelip müjde verdi: "Ey Allah'ın rasülü, sen dua ettiğin zaman Allah'ın yardımı sana ulaştı" dedi."

Buhârî'nin İbn-i Abbâs'tan olan rivayetinde Rasulüllah'ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Ey Ebû Bekir, İşte Cebrâîl atimn başından tutmuş, harb aletlerini de üzerine almış bir vaziyette geldi!"

Sahihtir kaydıyla HakimBeyhekî ve Ebû Nuaym Sehl bin Haniften rivayet ederler: "Biz Bedir'de müşriklerle savaşırken, bazı Fevkalâdelikler gördük: içimizden biri kılıcim bir müşrikin basına doğru sallar, müşrikinde derhal başı düşerdi. Halbuki salladığımız kılıç müşrikin başına ulaşş olmazdı."

İbn-i İshak ve Beyhekî Ebû Vakıd el-Leysî'den şöyle nakletmiştir: Ben Bedir savaşında müşrikler den. birinin peşine düşer başim uçurmak için kılıcımı sallardım, kılıcım ona ulaşmadığı halde adamın kellesi uçardı. Bundan anladım ki onun kellesini uçuran ben değil, bir başkasıdır."

Ebû Nuaym Ebû Dâre'den nakleder: "Bana kendi kabilem olan Sa'd bin Bekr kabilesinden biri anlattı ve dedi ki: "Ben diğer müşrikler gibi hezınıete uğrayıp kaçıyordum. Önümde iki müşrikin daha kaçmakta olduklarim gördüm. Şunlara yetişeyimde arkadaşlıklarından faydalanayım, diye düşünmüştüm. Ben onun arkasından yetişmeye çıhşırken, o bir çukura sarkıverdi. Ben de arkasından ona yetişiverdim. Fakat bir de ne göreyim, adamın kellesi gövdesinden uçurulmuş! Onun yanında ise hiç bir kimseyi görmedim."

İbn-i Sa'd'in İkrime'den bir rivayeti var. Bunda da şöyle denilmektedir: "Bedir günü, bakardık adamın başı uçmuş, fakat uçuran görünmezdi. Yine adamın elleri kesilmiş, kimin kestiği görülmezdi."

Beyhekî'nin Rubeyyi bin Enes'ten rivayeti ise şöyledir: "Bedir gününde müslümanlar, kendilerinin öldürdükleri ile meleklerin öldürdüklerini fark ederlerdi. Meleklerin öldürdükleri boyunlarimn üst tarafından vurulmuş olurdu ve parmakları üzerinden vurulmuş olurlardı. Vurulan yerlerde de, yanık eseri gibi bir iz bulunurdu."

İbn-i İshakİbn-i Cerir, Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet ederler: "Bedr günü inen melekler beyaz sarıklı, Huneyn savaşında inen melekler ise sarı sarıklı idiler. Fakat Bedr savaşından başka hiç bir savaşta, melekler bilfiil savaşmamışlardır. Diğer savaşlarda bulunmaları, sayıca fazla görünerek düşmana korku verme gibi bir hikmete dayalı idi. Yoksa bilfiil düşmana darbe indirmezlerdi."

Beyhekî ve İbn-i Asâkir, Süheyl bin Amr'in şöyle dediğini haber

vermiştir: "Ben Bedir savaşında bazı beyaz adamlar gördüm: Alaca atlara binmişlerdi. Bilfiil savaşıyorlardı. Hem öldürüyorlar, hem de esir alıyorlardı." (İbn-i Sa'd'ın Huvaytıb bin Abdul-Uzzadan naklettiği bir haberde, bu merkezdedir).

Vâkıdî ve Beyhekî Suhayb'dan rivayet ederler. O da demiştir ki: "Bedir'de nice başlar ve parmaklar uçuruldu. Fakat indirilen darbe x yerlerindeki iz ve yaralardan kan akmıyordu."

Yine Vâkıdî ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet ederler: "Imdad-ı ilahi olarak inen meleklerden biri, onların tanıdıkları bir adam suretinde görünür ve müslümana moral verici sözler söylerdi. Derdi ki: "Ben az önce müşriklerin yanına yaklaştım ve onların: "Eğer müslümanlar üzerimize bir hamle yaparlarsa asla yerimizde tutunamayız. Çünkü onlar çok kuvvetli!" diyerek kendi aralarında konuştuklarim duydum. Bu derece zayıf olan müşriklerden sakın korkmayasm!"

İşte bu şekilde müslümanlara moral de veriyorlardı ve bu hususta şu ayet nazil olmuştu:

"O zaman Rabbin meleklere vahyediyordu ki: "Ben7 sizinle beraberim, siz müminleri takviye ve tesbit ediniz; ben inkar edenlerin yüreklerine korku salacağım. Vurun onların boyunlarimn üstüne, vurun onların silah tutan her parmağına!" [10]

Vâkıdî ve Beyhekî Said bin Ebû Hubeyş'den nakleder: O demiştir ki: "Ben Bedir'de esir düştüğüm zaman, vallahi beni insanlardan kimse esir etmedi. Ona: "Peki seni kim esir etti?" derler, o da: Kureyş hezınıete uğrayınca ben de başımın çaresine bakmak üzere kaçıyordum. Arkam­dan uzun boylu ve beyaz bir adam yetişip beni bağlayarak beni hapsetti. Abdurrahman bin Avf geldiği zaman beni bağlı olarak bulmuştur. "Bunu kim bağlayıp esir etti?" diye asker içinde bağırdı. Kimse kendisine "Onu ben esir ettim" diyemedi. O da beni alarak Hazret-i Peygambere götürdü. Hazret-i Peygamber de bana: "Seni kim esir etti?" diye sordu. Ben: "Beni esir edeni tanımıyorum" diye karşılık verdim ve gördüğüm manzarayı söylemek istemedim. Fakat Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Seni Allah'ın bize imdad olarak gönderdiği meleklerden biri esir etti!"

Beyhekî ve Ebû Nuaym Ali'den şöyle naklederler: "Bedir günü ensardan biri, Haşim oğullarına mensup birini esir edip getirdi. Esir edilen adam: "Vallahi beni bu adam esir etmedi, beni esir eden kişi alaca ata binmiş, insanların en güzeli güzel yüzlü biri idi. Ben onu şimdi buradakilerin arasında göremiyorum!" dedi.

(Ebû Nuaym'ın kaydına göre bu esir edilen adam, Abbâs idi).

Peygamber efendimiz ise: "Seni esir eden, kerim bir melek idi" buyurdu."

Ahmedİbn-i Sa'dİbn-i Cerir ve Ebû Nuaym'ın İbn-i Abbâs'tan rivayetleri ise şöyledir: "Abbâs'i esir olarak tutup getiren Ka'b bin Amr, kısa boylu biri idi. Abbâs ise iri yapılı biri idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dedi ki: "Ey Ka'b sen Abbâs'ı nasıl esir edebildin?" Künyesi Ebûl-Yüsr olan Amr, şu karşılığı verdi: "Ey Allah'ın rasülü, onu esir etmeme bir adam yardım etti, fakat ben o adamı hiç görmüş değilim. Onun şekli şöyle idi." Peygamberimiz de bunun üzerine: "Sana yardım eden kerim bir melektir" buyurdu."

Bir de bu hususta Ebû Nuaym'ın tek başına rivayet ettiği bir haber var. Bu habere göre, İbn-i Abbâs, babası Abbâs'a: "Babacığım, sen güçlü, kuvvetlisin. Ufacık bir adam olan Ebû'l Yüsr, seni nasıl esir etti? Eğer sen isteseydin, onu avcunun içine alıp sıkıverirdin!" demiş.^Abbâs oğlu Abdullah'ın bu sorusuna karşılık: "Ey oğlum böyle söyleme, ben onu o sırada ufacık bir adam olarak değil, handeme dağından daha büyük bir varlık olarak görmüştüm!" demiştir."

Beyhekî Ebû Nuaym Mûsa bin Ukbe tarikiyle İbn-i Şihab'dan ve Urve tarikinden şöyle rivayet ederler: "Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz yerden bir avuç toprak alıp müşriklerin yüzüne doğru saçtı. Bu büyük bir mucize haline geliverdi. Öyle ki gözlerine toprak gitmedik bir müşrik kalmadı ve hepsi soluğu kaçmakta buldu. Her biri kaçıyor ve gözüne giren toprağı ne edeceğini, nasıl çıkaracağim bilemiyordu. Bu sırada İbn-i Mesud zırhlara bürünmüş bulunan Ebû Cehil'in cesedinin cansız yere düşmüş olduğunu gördü. Üzerinde bir yara da yoktu. [11] Onun herhangi bir yerini kıpırdatmaya gücü yetmiyordu. Kılıcim kellesine indirdi ve başim gövdesinden ayırdı. Boynunda ellerinde ve omuzunda kamçı ile dövülmüş gibi izler gördü. Rasulüllah'a geldiği vakit gördüklerini anlattı. Rasulüllah da: "Bunlar meleklerin darbelerinin izleridir" buyurdu."

Ebû Nuaym Cabir bin Abdullah'dan şöyle rivayet eder: "Bedir günü ben, gökten inen kumların sesini duydum. Sanki tas içine düşüyor gibi ses çıkarıyordu. [12] İki kuvvet karşı karşıya geldiği zaman, Rasulüllah bunları alarak müşriklerin yüzüne saçtı ve bu hususta: "Ey. Muhammed, attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı" ayeti nazil oldu. [13]

İbn-i İshak sahihtir kaydıyla Hakim ve Beyhekî Abdullah bin Salebe'den şu haberi nakletmiştir: "Bedir günü ilk söz edip fetih isteyen Ebû Cehil olmuştur. O şöyle dua etmiştir: "Ey Allah'ım; akrabası ile alakayı kesen, tanınmayan bir şey getiren hangimiz ise, İşte onun belasını ver, onu yarın helak et!"

Ertesi gün Ebû Cehil katledildi ve bu hususta şu ayet indi: "Eğer siz fetih istiyorsanız (ey kafirler), İşte size fetih geldi. (Yenelim derken İşte yenildiniz.)  [14]

Beyhekî Mûsa bin Ukbe tarikiyle İbn-i Şihab'dan şöyle rivayet eder: "O gece Allah (c.c.) bir yağmur yağdırdı, aynı yağmur müşrikler için bir bela oldu, müslümanlar içinse bir kolaylık. Müşriklerin yürümesini engelledi, müslümanların yolunu ise kolayca yürünür hale getirdi. Sonra Rasulüllah efendimiz: "İşte burası, yarın onların başlarimn düşeceği yerdir!" buyurdu.

İbn-i Sa'd İkrime'den rivayet eder: "Onlar o gece kaygan bir kumsala indiler, mola verip biraz uyukladılar. Sonra bir güzel yağmur yağdı ve yürüyecekleri yer sertleşip kaya gibi oldu. Onlar da rahatça yürüyüp menzillerine vardılar, İşte bu hususta Cenab-ı Hak, şu ayeti inzal buyurdu:

"O zaman sizi, Allah'tan bir güven olmak üzere hafif bir uyku buruyordu." [15]

Vâkıdî ve Beyhekî Hakim bin Hizam'dan şöyle nakleder: "Biz o gün iki kuvvet karşılaşıp savaştık. Ben gökten yere düşmekte olan bir ses duydum, sanki tas içinde kumlar düşüyordu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de bir avuç kum alıp saçtı ve müşrikler hezınıete uğradı."

(Beyhekî'nin diğer bir rivayetinde, Hakim bin Hizam şöyle der: "Rasulüllah bu kumları alıp üzerimize saçtı ve içimizden hiç bir kimse yerinde tutunamadı, hepimiz hezimete uğradık.")

Yine bu iki kaynağın Nevfel bin Muaviye'den tesbit ettikleri rivayet de şöyle: "Biz Bedir günü hezimete uğradığımız zaman, gökten yere ve bir tas üzerine kumlar düşüyormuşçasma şapırtılar duyduk. Sanki arkamıza gökten kumlar yağıyordu. Müthiş korkuya kapılıp kaçmaya koyulduk."

İbn-i İshak ve Beyhekî'nin naklettikleri habere göre, Hubeyb bin Abdurrahman şöyle demiştir: "Dedem Hubeyb Bedirde şiddetli bir darbe almış ve omuzu çökmüş. Rasulüllah efendimiz dedemin üzerine püskürmüş, sonra mübarek eliyle omuzunu sıvayıp yerine iade etmiş. Böylece dedem, hiç darbe almamış gibi iyi olmuştur."

Hâkim Beyhekî ve Ebû Nuaym, Muaz bin Rifaa'dan naklederler. Onun dedesi Mâlik demiştir ki: "Bedirde gözlerimden birisine bir ok isabet etti. Gözüm çıktı. Rasulüllah mübarek tükrüğü ile ilaçlayıp gözümü yerine iade etti ve ayrıca benim için dua buyurdular. Ben, daha sonra gözümde hiç bir rahatsızlık duymadım." [16]

Vâkıdî şöyle bir haber nakletmiştir: Bana Ömer bin Osman el-Hacbî söyledi, ona babası söylemiş, babasına da teyzesi anlatmış ve demiş ki: "Bana Ukkâşe bin Mihsan söjdedi: Bedirde savaşırken elimdeki kılıcım kırıldı. Rasulüllah bana bir değnek verdi, ben bunu elime aldığımda uzunca ve bembeyaz bir kılıç oluverdi ve ben bununla Allah müşrikleri hezimete uğratmcaya kadar savaştım!" Bu kılıç, Ukkâşe vefat edinceye kadar onun yanında kalmıştır." (Bu haberi, Beyhekî ve İbn-i Asâkir de rivayet etmiştir). [17]

Yine Vâkıdî şu haberi nakletmiştir: Bana Üsame bin Zeyd el-Leysi söyledi, ona Davud bin el-Husayn söylemiş, ona da Abdül-Eşhel oğullarından bazı kimseler anlatmış ve demişler ki: "Bedir'de Seleme bin Eslem'in kılıcı kırıldı. Silahsız olarak kenarda dinelip kaldı. Rasulüllah kendisine bir dal verdi ve: "Ey Seleme, bununla durma savaş!" buyurdu. Seleme bu dalı eline aldı, bu dal iyi bir kılıç oldu ve onunla savaştı. Sonra bu kılıcı yınandan hiç eksik etmedi. Ta Ebû Ubeyd köprüsü savaşma kadar. Kendisi burada ki savaşta şehid düşmüştür."

(Bu haberi Beyhekî de vermiştir).

Buhârî ve Müslim Kâtade tarikiyle Enes'ten rivayet eder: "Bedir'de Öldürülen müşriklerin cesetleri kuyuya atıldıktan sonra Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) geldi ve onlara isını isını çağırdı:

- "Ey filanın oğlu filan, Allah'a ve rasülüne itaat etmiş olsaydimz, sevinmiyecek miydiniz? Ben, Allah'ın bana vadettiğini aynen buldum!" dedi. Ömer:

-  "Ey Allah'ın rasülü, cansız bedenler nasil konuşur?" dedi. Rasulüllah da şu karşılığı verdi:

-   "Varlığım  elinde  olan Allah'a yemin  ederim  ki,  benim söylediklerimi sizler onlardan daha iyi duyuyor değilsiniz. Şu kadar var ki, onlar cevap veremezler."

(Katâde der ki: "O sırada Allah onları diriltti ve Rasulüllah'in kendilerine söylediklerini onlara duyurdu. Bunu da onlara bir azarlama, azap, hasret ve pişmanlık olsun diye yapmıştır.") [18]

Vâkıdî ve Beyhekî Zükri'den rivayet eder; o şöyle demiştir: "Bedir günü Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki: "Allah'ım Nevfel bin Huveylid'in hakkından geliver. Bizi onun şerrinden kurtar! [19]. Sonra ashabına dönmüş: "Nevfel bin Huveylid'in akıbeti hakkında bilgisi olan yok mudur?" diye sormuş. Ali şu cevabı vermiş: "Ey Allah'ın rasülü, onu ben katlettim!" Bunun üzerine Rasulüllah: "Allahü Ekber" diyerek tekbir getirmiş ve: "Benim duamı kabul buyuran Allah'a hamdolsun!" diyerek hamdü senada bulunmuştur." [20]

Bukari ve Müslim İbn-i Mesud'dan şöyle rivayet eder: "Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Kabe yakimnda namazını kılıyordu. Kureyş'ten pek çokları da orada idi. Dediler ki: "Şimdi hanginiz gidip te filancaların kestiği devenin işkembe ve sairesini getirip namazını kılmakta olan Muhammed'in üzerine koyacak? Tam secdesine vardığı zaman onu iki omuzu üzerine korsunuz!" Onların bu sözü üzerine kavmin en şakisi (yani Ukbe bin Ebû Muayt) kalkıp gitti, o pisliği getirerek Rasulüllah'ın iki omuzu üzerine koydu. Peygamber efendimiz, vardığı secdesinde öylece kaldı. Müşrikler müthiş gülüştüler. Hatta birbirlerinin üzerine devrildiler. Gülmekten nerede ise bayılacaklardı. Birisi koşup Fatıma'ya haber verdi. O bu sırada gencecik bir kızcağız idi, koşarak geldi ve babasının üzerindeki pisliği alıp attı. Kureyşe dönerek ağır sözler söyledi. Peygamber efendimizde namazını bitirdi ve: "Allah'ım Kureyşin hakkından sen gel1' diyerek onlara için beddua etti ve bunu üç defa tekrar eyledi. Sonra isınılerini saymaya başladı: "Allah'ım Anar bin Hişam'ın (yani Ebû Cehil'in) hakkından sen gel! Ukbe bin Rabia'nın, Şeybe bin Rabia'nın, Velid bin Utbe'nin, Ümeyye bin Halefin, Utbe bin Ebû Muayt'ın, Amâre bin Velîd'in de hakkından gel!" diyerek bedduasını uzattı."

İbn-i Mesud der ki: "İşte bu adamlar, Bedir1 de can vermişlerdir." Ahmed ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler: "Bedir'de Kureyş hezınıete uğrayıpta savaş bittiğinde Raüslullah'a denildi ki: "Şimdi Kureyşin ticaret kervanim vurmalısın, onları koruyacak bir kuvvet de kalmamıştır." Amcası Abbâs bağlar içinde esir ve habs olunduğu yerden şöyle bağırdı: "Hayır bu doğru olmaz." Peygamberimiz sordu: "Niçin ya Abbâs?" O şöyle cevap verdi: "Çünkü Allah sana iki taifeden birini vadetti. Sana vadettiğini de yerine getirmiş bulunuyor!"

Beyhekî Mûsa bin Ukbe tarikiyle İbn-i Şihab'dan rivayet eder: O ve Urve demişler ki: "Bedir günü Allah münafıkları ve müşrikleri perişan etti. Medine'de ne kadar münafık ve yahudi varsa, hepsi Bedir zaferi sebebiyle boyun eğdi. Bedir günü, fürkan günü idi, yani Allah bugünde şirk ile imanın farkim gayet açık olarak ortaya koydu. Yahudiler: "Biz Muhammed'in Tevrat'ta sıfatlarim okuduğumuz hak Peygamber olduğunda, kesin kanaate varmış bulunuyoruz. Artık her ne zaman sancak açsa, zafer mutlaka onun olacaktır" demeye başladılar."[21]

Beyhekî Atiyye el-Ufi'den şu haberi nakletmiştir: "Ben Ebû Said el-Hudri'ye: "Elif lâm mîm. Rumlar yenildi. Yakın bir yerde" ayetinden sual ettim. O da dedi ki: "İranlılar Bizanslılarla çarpışş, İranlılır Bizanslılara galip gelmişti. Sonra Bizanslılar İranlılara galip geldiler. Bundan sonra biz, Bedir de Arap müşrikleri ile karşılaştık ve onlara karşı büyük bir üstünlük kazandık. Hem bizını müşriklere karşı zaferimiz, hem de kitab ehli olan Bizanslıların, ateşperest olan İranlılara karşı kazandıkları zafer sebebiyle, sevinip mesrur olduk. İşte Yüce Allah'ın kitabındaki: "O gün müminler sevinirler. Allah'ın yardımı ile. Allah dilediğine yardım eder. O galiptir merhamet edendir" [22] ayeti, bizlere bunu haber vermektedir."

İbn-i Sa'd İkrime'den şu haberi nakletmiştir: "Bedr günü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) çadırında idi. Bir ara şöyle buyurdu: "Ey müslümanlar genişliği göklerle yerler kadar olan cennete koşunuz! Bu cennet Allah'ın muttaki kulları için hazırlanmıştır." Umeyr bin Himam da: "Güzel, güzel" dedi. Peygamberimiz ona niçin böyle söylediğini sordu.   O   da:   "Cennet   ehli   olmayı   ümid   ettiğim   için"   dedi.

Peygamberimiz de: "Sen cennet ehli olanlardansın" buyurdu. Umeyr bu sırada bir kaç hurma çıkarıp yemeye başladı, sonra: "Bu hurmaları yeyinceye kadar geçecek olan zaman,jgerçekten uzun bir zamandır" dedi ve hurmaları atarak savaşa girişti. Öylesine savaştı ki, sonunda şehid düştü."

Ebû Nuaym sahih bir senedle İbn-i Abbâs'tan nakleder; Ukbe bin Ebû Muayt, Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) yemeğe çağırdı, Peygamberimiz ise ona: "Sen şehadet getirip müslüman olmadıkça, ben senin yemeğini yemem!" buyurdu, Ukbe de bu hususta şehadet getirdi. Bir dostu ile karşılaştığı zaman dostu kendisine darıldı. O da dostuna dedi ki: "Kureyşin beni hoş görmesi için ne yapmam gerekir?" Dostu şu aklı verdi: "Muhammed'in gidip yüzüne alenen tükürürsün, bu da Kureyşe malum olur. Bu şekilde seni mazur görürler." Ukbe de ona uyarak böyle yaptı. Peygamberimiz de hem yüzünü sildi, hem de ona şu şekilde tehdit savurdu: "Ey Ukbe! Eğer seni Mekke dışında bulacak olursam, muhakkak bu suçuna karşılık seni öldürürüm!"

İşte onlar müslümanlarla savaşmak üzere Bedir'e çıktığı zaman, Ukbe korktuğu için çıkmak istemedi. Kureyş kendisine: "Peşinden kimsenin yetişemeyeceği kırmızı tüylü deveye binersin! Şayet bir hezınıet yüz gösterecek olursa, onunla kuş gibi uçarsın!" dedi. O da buna kanarak Bedir'e geldi. Müşrikler hezimete uğrayınca, devesini araziye sürerek kaçıp kurtulmak istedi. Fakat devesi çamura saplandı. Yakalanıp idam edildi."

İbn-i İshak ve Beyhekî Zühri'den naklederler. O demiştir ki: " Bedirde esir edilenler arasında Abbâs da vardı.Esir düştüğü zaman Abbâs, Rasulüllah'a dedi ki: "Benim fidye verecek malım yoktur!" Peygamberimiz de kendisine: "Peki Ümmü Fadl ile birlikte gömdüğü­nüz altınlar nerede? Üstelik gömerken ona: "Eğer bu seferimde bana bir şey olursa, bu mal sana, oğullarım Fadl, Abdullah ve Kusem'e yeter" demedin mi?" dedi. O da: "Vallahi bunu Ümmü Fadl ile benden başkası bilmiyordu. Ben biliyorum ki sen şüphesiz Allah'ın Rasülüsün!" demiştir."

(Bunu Hakim İbn-i İshak tarikiyle Âişe'den rivayet etmiş ve sahih olduğunu söylemiştir. Ayrıca Ebû Nuaym'da rivayet etmiştir.)

İbn-i Sa'd ve Beyhekî Abdullah bin Hâris'ten şöyle naklederler: "Nevfel bin Haris Bedir'de esir düştüğü zaman, Rasulüllah ona: "Fidye vererek kendini kurtar ey Nevfel" dedi. O da: "Benim fidye verecek bir şeyim yok ki" dedi. Peygamberimiz bu sefer kendisine: "Ey Nevfel Cidde'deki malın ile fidye vererek canim kurtar!" buyurdu. O da bunun üzerine: "Ben şehadet ederim ki sen, Allah'ın Rasülüsün!" dedi ve fidyesini vererek kendisini kurtardı."

İbn-i İshakİbn-i Sa'dİbn-i Cerir, HâkimBeyhekî ve Ebû Nuaym şu haberi nakletmişlerdir: "İbn-i Abbâs dedi: Bana Ebû Rafi şöyle anlattı.

Biz Abbâs ailesi fertleri olarak Islamı kabul ettik fakat bunu insanlardan gizlemiştik. Ben Abbâs'ın bir hizmetçisi idim. Kureyş Bedir günü Rasulüllah'ın üzerine yürüdüğü zaman, merakla gelecek haberleri bekleştik. Derken el-Hudaa kabilesine mensup Cüseyman bir haber getirdi. Biz bu habere son derece sevindik. Çünkü bu habere göre Rasulüllah müşriklere karşı büyük bir zafer kazanmıştı. Ben zemzem kuyusu yanında oturuyordum. Yanımda Ümmü Fadl da vardı. Derken habis Ebû Leheb, çok kötü bir şekilde ve ayaklarim yerde sürüyerek oradan geçiyordu. Aldığı haberden müthiş sarsıldığı her halinden belli idi. Hücrenin ipi üzerine oturdu. Bu sırada kendisine: "tşte Ebû Süfyan (doğrusu Süfyan bin Haris olacak) geldi" dediler ve insanlar onun başına toplandı. Ebû Leheb de onun yanına giderek genişçe haber almak istedi. O da dedi ki: "Vallahi bu savaşa benim aklım ermedi. Sanki müslümanlara omuzumuzu uzattık, onlar da istedikleri şekilde vurdular, kırdılar. Ben bizden hiç kimseyi iyi savaşmadı diyerek ayıplayacak değilim. Çünkü iyi savaşamazlardı, zaten biz bu savaşta öyle adamlarla karşılaştık ki; alaca atlara binmiş bu beyaz adamlar, önlerinde hiç bir engel tanımıyorlardı."

O böyle söylerken ben ileri atılıp: "Vallahi o senin gördüklerin meleklerdir" dedim, Ebû Leheb kalktı ayaklarım sürüyerek gitti. Allah kendisine bir kara kızıl hastalığı verdi. Yedi gün sonra ölüp gitti, iki oğlu kendisini vefat ettiği odada kokuncaya kadar terketti. Kureyş bu hastalıktan vebadan korkar gibi korkardı. Onlarda \m sebebden dolayı babalarimn ölüsünü yaklaşmak istememişlerdi. Kureyş'ten biri kendilerine hitaben: "Yazıklar olsun size, babanızın cesedini kokuncaya kadar evinde bırakmış olmaktan utanmıyormusunuz?" diye çıkıştı. Onlar da: "Biz onun hastalığimn bize geçmesinden korkuyoruz" dediler. O da bunlara dedi ki: "Haydin beraber gidelim ben bu hususta size yardımcı olayım." Üçü birlikte gittiler. Sa'dece uzaktan onun üzerine su atarak yıkamaya çalıştılar, sonra cesedini yüklenip Mekke'nin yukarı taraflarında bir duvar dibine koydular. Sonra taşlar atarak üzerini kapattılar ve böylece onu gömmüş oldular."

Buhârî ve Müslim Urve'den nakleder. O şöyle demiştir: "Ebû Leheb Süveybe'yi azat etmişti (Çünkü o, Rasulüllah'ın pazartesi günü doğumunu müjdelemişti.) Ölümünden sonra yakınlarından bazıları, kendisini rüyada kötü bir vaziyette gördü ve: "Akıbetin nasıldır?" diye sordu. O da şu karşılığı verdi: "Sizden ayrıldıktan sonra rahat diye bir şey görmedim. Sa'dece şu iki parmak arasından (bunu derken baş parmak ile şehadet parmağı arasına işaret etmiş), Süveybe'yi azat ettiğim için bana su veriliyor, onu içiyorum."

Beyhekî Vâkıdî'den şöyle nakletmiştir: "Dediler ki: Kinane'li Kubâs bin Eşyem, Bediri şöyle anlatırdı: "Bedir'de ben müşriklerle beraberdim. Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabimn azlığına bakar, birde bizimkilerin asker ve atlarimn çokluğuna bakardım. Derken kaçanlarla beraber ben de kaçmaya başladım ve dedim ki: "Herhalde bu durumda, yalnız kadınlar kaçmayı düşünmüş olabilirdi." Fakat Hendek savaşından sonra müslümanlık için benim içime bir sevgi düştü. Medine'ye gidip Hazret-i Peygamber'in huzurunda müslüman oldum. Vardığımda önce ona selam vermiştim. O da bana derhal dedi ki: "Ey Kubâs Bedir'de: Şu durumda ancak kadınlar kaçmayı düşünmüş olabilir" diyen sendin değil mi?" Ben bunun üzerine derhal şehadet getirip: "Hiç şüphesiz sen Allah'ın Rasülüsün" dedim ve "Ey Allah'ın Rasülü, ben o sözü hiç bir kimseye söylemiş değildim. Hatta öyle bir sözde dudaklarımı dahi kıpırdatmış değilim. Ben onu Sa'dece içimden kendi kendime söylemiştim. Bunu sana bildiren hiç şüphesiz Allah'tır. Eğer sen gerçekten Peygamber olmasaydın, bu sana bildirilmiş olmazdı" diyerek durumu ve duygularımı dile getirdim. O da bana Islamı güzelce arz etti, ben de müslüman oldum."

Taberânî Ebân bin Selmân'dan o da babası Selmân'dan şöyle nakleder: "Kubâs bin Eşyem'in müslüman oluşu şöyledir: Araptan bazıları ona gelip dediler ki: "Muhammed insanları bizını dinimizden başka bir dine çağırıyor." O da kalkıp Peygambere gitti. Peygamber kendisine: "Otur ya Kubâs" dedi. O da çok kederli bir vaziyette oturdu. Hazret-i Peygamber: "Ey Kubâs, Bedir günü: "Kureyşin kadınları çıkSa'da Muhammed'in üzerine yürüse, onları geri çevirirdi!" diye konuşan sen misin?" dedi. Kubâs şu karşılığı verdi: "Seni hak Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, ben bunu iki dudağımdan dışarı çıkarmış değilim! Sa'dece içimden kendi kendime söylemiştim" dedi ve: "Şimdi ben Allah'tan başka ilah olmadığına, Onun varlığına, birliğine, hiç bir ortağı olmadığına; senin de Allah'ın elçisi olduğuna bütün varlığımla şehadet ederim! Senin getirdiğin dinin hak din olduğuna da şahadet ederim" diyerek şahadet getirip müslüman oldu."

Beyhekî Taberânî ve Ebû Nuaym Mûsa bin Ukbe'den ve Urve bin Zübeyr'den şöyle bir haber nakletmişlerdir: "Bedir günü, müşriklerin öncüsü Mekke'ye varıp acı haberi ulaştırınca, Safvan bin Ümeyye yanına gelen Ümeyr bin Vehb'e karşı şöyle demiştir: "Bedir de bu kadar kurban verdikten sonra yaşamak ne kadar çirkin bir şey." Ümeyr: "Evet" dedi ve şunları ekledi: "Vallahi, bundan böyle yaşamakta hiç bir hayır yoktur. Eğer benim karşılığı bulunmayan bunca borcum bulunmasa, bir de çoluk çocuk derdi bulunmasa, gider tek başıma Muhammed'i haklardım! Yok eğer makSa'dımı gerçekleştireni eden ele geçecek olursam, kendime göre mevcut olan mazeretimi ileri sürer, "Esir düşen oğlum için gelmiştim" der ellerinden kurtulurdum" dedi. Safvan onun bu sözlerine çok sevindi ve: "Ey Ümeyr, hiç merak etme. Ben senin bütün borçlarim ödemeye, çoluk' çocuğuna da kendi çoluk çocuğum gibi bakmaya hazırım! Yeter ki sen sözünün eri ol!" dedi. Safvan'ın samimiyetine inanan Ümeyr bunu kabul etti. Safvan kendisini hazırlayıp yola çıkardı. Ayrılırlarken Ümeyr Safvan'a şu tenbihte bulundu: "Bir müddet bunu hiç bir kimseye söyleme."

Bu şekilde yola çıkan Ümeyr Medine'ye vardı, Mescidin kapısı önüne indi. Binitini bağlayıp kılıcım eline aldı, doğruca Rasulüllah'ın yanına gitti. Rasulüllah'ın yanına Ömer bin Hattab (radıyallahü anh) ile birlikte geldi. Rasulüllah efendimiz Ömer'e: "Sen geri dur" buyurdu ve "Ey Umeyr, gelişinin sebebi nedir?" buyurdu. Umeyr: "Sizin yanimzdaki esirimle ilgili olarak geldim" dedi. Peygamberimiz: "Peki, Kabe'nin Hıcır tarafında Safvan ile vardığın anlaşma ne idi? Borcuna ve ev halkına kefil olması üzerine, beni öldüreceğine dair ona söz vermedin mi? Fakat Allah asla buna imkan vermeyecektir!" buyurdu. Ümeyr de:

"Bunu sana şüphesiz Allah haber verdi. Ben Allah'a ve onun Rasülüne iman ettim" dedi ve müslüman oldu.

Beyhekî Cübeyr bin Mut'im'den şöyle nakleder: "Bedir günü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki: "Şimdi eğer Mut'im sağ olsa da bana, şu esirlerin serbest bırakılmasını istese idi; onun hatırı için bunları serbest bırakırdım!"

Süfyan-ı Sevri der ki: "Mut'im'in Rasulüllah üzerinde bir iyiliği vardı, Rasulüllah da onun bu iyiliğini karşılamayı çok isterdi. İşte bu sebeble böyle buyurmuştu." [23] Bu bölümde, Bedir gazvesi sebebiyle vukua gelen bir çok mucize ve alameti zikretmiş bulunuyoruz. Okuyucular dikkatle okuyup teemmül ettikleri takdirde, kolaylıkla bunun farkına varabilirler. Bir de bu bölümde Allâme Sübkî ile Zemahşeri'nin birer tevcihleri var. Faydah olur ümidiyle onları da buraya aktaralım. Onlar bu tevcihleri, ya kendilerine yöneltilen bir soruya, ya da takdir ve farz olunan bir soruya cevap olarak vermişlerdir. Şöyle ki:

Allâme Sübkî'ye soruldu ve denildi ki: "Meleklerin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber savaş m alarındaki nikmet nedir? Halbuki Cibril, kanadındaki tüylerden birinin ucuyla kafirleri def etmeye kadir bulunmaktadır. Acaba bu husustaki cevabimz nedir?

Sübkî, buna şöyle cevap vermiştir:

"Bunun bazı veya bir çok hikmetleri olabilir. Bize göre bunun hikmeti; yapılan işin ve kazanılan zaferin Peygamber'e ve ashabına verilmesini irade etmek ve melekleri harplerde adet olduğu veçhile imdad kuvvetleri şeklinde göstermek içindir ve bunda gayet açık olarak sebeblere ve Allah'ın kulları hakkında icra buyurduğu ilahi kanuna da, tam bir riayet vardır. Her ne kadar hepsinin faili, Allah sübhânehü hazretleri ise de..."[24]

Allâme Zemahşeri de diyor ki: "Eğer dersen ve sorarsan ki: "Şanı yüce Allah Yasin suresinin 28. ayetinde: "Ondan (yani Habib-i Neccar'dan) sonra biz, kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik, indirici de değildik" buyurmaktadır.

Halbuki Bedir ve Hendek savaşında gökten ordular indirmiştir. Bunlar hem tarihen hem de Kuran'daki ayetlerlede sabittir. Nitekim Hendek savaşıyla ilgili olarak Ahzab suresinin 9. ayetinde:

"Hani bir zaman size ordular gelmişti de biz onların üstüne bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik" buyurulmaktadır.

Yine ilgili bazı ayetlerde: "Ben size birbiri ardınca bin melek ile yardım edeceğim" [25]

"O zaman sen mü'ıninlere: "Rabbinizin size indirilmiş üç bin melek ile yardım etmesi size yetmez mi?" diyordun." [26]

"Eğer sabreder Allah'tan korkarsanız, onlar şu dakikada üzerinize gelseler, Rabbiniz de size, nişanlı beş bin melek ile yardım eder" buyurulmaktadır. [27] Acaba sizin bu husutaki cevabimz ne olacaktır?"

Buna cevap olarak ben derim ki: "Evet böyle bir yardım için bir tek melek göndermek de yeterli idi. Nitekim Lut kavminin şehirleri, Cibril'in kanadındaki tüylerden birinin ucu ile helak olmuştur. Semud kavminin ülkesi, Salih Peygamberin kavmi de bir sayha ile yerle bir edilmiştir. Fakat Allah'ın büyük lütfü ve fadlıdır ki, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, büyük ve Ülül-Azm olan Peygamberlerin hepsinden üstün kılmıştır. Hiç, Peygamber olmayan Habibü'n-Neccar'ın lafı veya kıyası mı olur? Evet Yüce Allah, Rasülü Muhammed Mustafa'yı» pek çok izzet veya keramet sebepleriyle şereflendirip taçlandırmıştır, İşte bu cümleden olmak üzere ve O'na semavi bir imdad olarak Allah; meleklerini indirmiştir ve bununla demek istemiştir ki: "Habibim, biz 1 ondan sonra kavminin üzerine gökten bir ordu (melekleri) indirmedik. İndirici de değildik. Zira kendilerine bir imdad olmak üzere gökten melekler indirmek çok büyük işlerin başında gelir ve buna herkes ehil olamaz. Ancak senin gibi birisi için olunca, bu müstesnadır. Sana ilahi bir imdadımız olmak üzere melekleri indirdik. Çünkü sen buna ehil bulunuyordun."[28]

Gatafân Gazvesinde Görülen Bazı Mucizeler

Vâkıdî der ki: Bana Muhammed bin Ziyad söyledi, ona da Zeyd bin Ebû Attâb söylemiş. Ona Dahhâk bin Osman, ona Abdurrahmân bin Muhammed Ebû Bekir ve daha başkaları anlatmış. Şöyle ki: "Gatafân-dan bazı kimselerin Zîemerr denilen yerde toplandıkları ve Medine'nin yakınlarına baskın düzenlemek üzere bulundukları, Rasulullah efendi­mize haber verildi. Du'sûr bin Haris adındaki savaşçı bir adamın ela onlara katıldığı bildirildi. Rasulullah da derhal dört yüz elli kadar asker alarak yola çıktı. Bunlardan bazıları da atlı idi. Düşmanın toplandığı yere varınca Gatafânlılar kaçışıp bir dağın zirvesine sığındılar.

Rasulüllah ve askeri Zîemerr denilen yere geldiklerinde çok yağmur yağdı. Bu sırada haceti için giden Rasulüllah da hayli ıslandı. Bulunduğu yer, ashabına hayli uzaktı. Burada (Zîemerr vadisinin'ilerisinde) ıslanan elbisesini çıkarıp kuruması için bir ağacın üzerine serdi. Kendisi de ağacın altına uzandı. Gatafânlı ârâbîler de bu durumu gözetmekte idiler. Cesaretine güvendikleri Du'sûr'a hitaben: "Haydi fırsat bu fırsat! Muhammed ashabından uzakta tek başına kaldı. Onlara çağırsa da duyuramaz. Derhal gidip onu öldürmelisin!" dediler ve onu kışkırttılar. Du'sûr'da kılıcim alarak yürüdü, Peygamberimizin yanına gelip başı ucunda dikildi ve: "Söyle bakalım ey Muhammed! Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?" diye haykırdı. Peygamberi­miz de kendisine: "Allah" diyerek karşılık verdi. Derhal Cibril gelip Du'sûr'un göğs'üne bir darbe indirdi, kılıcı elinden fırlayıp gitti. Onun kılıcim eline alan Peygamberimiz, onun başucuna dikilerek: "Şimdi sen söyle bakalım, benim elimden seni kim kurtaracak?" buyurdu. Du'sûr: "Hiç kimse kurtaramaz ya Muhammed" dedi ve: "Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in de onun kulu ve rasulü olduğuna" şehadet getirerek, orada müslüman oldu ve bir daha Peygamberin karşısına çıkmayacağına, Peygamber aleyhinde kuvvet toplamayacağına da kesin söz verdi. Peygamber efendimiz de, kendisini affedip kılıcım kendi eline teslim eyledi. Giderken dönüp arkasına baktı ve Peygamberimize hitaben: "Vallahi sen benden çok hayırlısın" dedi. Peygamberimiz de kendisine şu karşılığı verdi: "Elbette ben, bir Peygamber olarak buna senden daha layık bulunuyorum!"

Du'sûr kılıcı elinde ve müslüman olmuş vaziyette Gatafânlılann yanına gitti. Arkadaşları kendisine: "Hani, senin dediğin ne oldu, ne yaptın?" dediler. O da: "Vallahi ben, dediğimi yapmakta kararlı idim. Fakat baktım uzun boylu ve beyaz bir adam, göğsüme bir darbe indirdi. Ben kendimi sırtüstü yerde buldum. Bildim ki, o bir melektir ve Muhammed'e yardıma gelmiştir. Ben de bunun üzerine Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehadet getirerek müslüman oldum. Sizleri de müslümanlığa davet ediyorum" dedi ve bu davetine devam etti. Cenab-ı Hak da bu olay üzerine şu ayetini inzal buyurdu:

"Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani bir topluluk size ei uzatmaya yeltenmişti de Allah onların ellerini sizden çekmişti. Allah'tan korkunuz! Bütün mü'ıninler Allah'a dayansınlar." [29] (Bu haberi Beyhekî de nakletmıştir ve demiştir ki: Buna benzer bir olay, Zâtür-Rıkâ gazvesi ile ilgili olarak da hikaye edilmiştir. Eğer bunu Gatafân gazvesiyle ilgili olarak rivayet eden El-Vâkıdî, güzelce hatırında tutarak hatasız olarak rivayet etmişse; bu takdirde olay her iki yerde de vukua gelmiş demektir.) [30]

Nadir Oğulları Gazvesestde Vukua Gelen Bazı Mucizeler

Nadir oğulları gazvesinde, onların yerlerinden sürülmesi olayı ve daha başka şeyler gerçekleşmiştir. Yâkûb bin Süfyân'ın Ebû Salih'ten, Akîl'den onun da İbn-i Şihab'dan rivayeti şöyledir: Nadir oğulları Yahudilerden bir taifedir ve bu olay Bedir savaşından altı ay sonra olmuştur. [31] Rasulüllah onları bir müddet muhasara altında tuttu, sonra onlar yurtlarından ayrılmayı ve ayrılırlarken de ancak develerinin götürebildiği kadar eşya götürme şartim kabul ettiler. Andlaşmada silahlarim bırakma şartı da vardı. Bunun için silahlarim götüremediler. Rasulüllah onları Şam tarafına sürmüş onlarda en kıymetli eşyalarim alarak (altı yüz deve yükü mal ile) yurtlarından ayrılmışlardı. Cenabı Hak bu hususta aşağıda meali sunulan ayetlerini inzal buyurmuştur:

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ı teşbih etmiştir. Ehl-i Kitab'dan inkar edenleri ilk sürgünde yurdundan o çıkardı," [32] Ebû Dâvud ve Beyhekî Abdurrahman bin Kab'dan şu haberi nakletmiştir: "Nadir oğullarına ait olan hurmalık, onlarla olan gazveden sonra Rasulüllah'a has idi. Cenabı Hak onu yalnız Rasüllullah'ın olmak üzere verdi ve şöyle buyurdu:

"Allah'ın onlardan Peygamberine verdiği ganimetlere gelince, siz onun üzerine ne at, ne de deve sürmediniz." [33]

Yani dövüşüp savaşmadan onu Peygamberine vermiştir. Peygam­berimiz bu ganimetlerin çoğunu Mekke'li muhacirlere verdi ve onlar arasında taksını eyledi. Ensardan ise Sa'dece iki kişiye verdi, başkaları­na vermedi. Bu iki kişi ise oldukça fakir ve muhtaç idiler. Kalanı ise onun, halen Fatıma evlatlarimn elinde bulunan Sa'dakasıdır."

Buhârî ve Müslim Ömer İbn-il Hattab'dan şöyle rivayet eder: "Nadir oğullarından ganimet olarak ele geçen mallar, Sa'dece Allah'ın rasülüne ait idi? Bu mallar herhangi bir savaş ya da dövüş yapmaksızın ele geçirildi ve bunda başkalarimn hissesi ve hakkı bulunmamakta idi. Bunun tasarrufu da Rasulüllah'a ait bulunuyordu. O bu maldan kendi ailesinin bir senelik nafakasını ayırır, kalanı ile ordusunun binit ve silah masrafim karşılardı. Yani Allah yolunda harcardı."

Beyhekî ve Ebû Nuaym Mûsa bin Ukbe tarikiyle Zükri'den rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kilâb kabilesinden öldürülen iki adamın diyetini (kan parasını) ödemek üzere, kendileri ile andlaşma yaptığı Beni Nadir'in yardımim istemek üzere onların yurduna gitmişti. Meseleyi kendilerine açtığı zaman onlar Peygamberimize: "Önce otur biraz istirahat et. Sonra yemeğimizi ye! Daha sonra da işini görür gidersin" dediler. Peygamberimiz de bunun üzerine arkadaşları ile birlikte bir duvarın gölgesine oturdu, onları beklemeye başladı. Onlar ise tenhaya çekilip şeytan ile iş birliği ypmaya başladılar. Peygamberi­mizi nasıl öldürebileceklerini konuşup bir karara varmak istediler. İçlerinden biri dedi ki: "Madem ki bunun bir daha ele geçmeyecek bir fırsat olduğunu söylüyorsunuz. O halde ben onun gölgelenmekte olduğu duvarın üzerine çıkar, oradan onun üzerine bir taş bırakırım, böylece o da ölüp gider!"

Şanı Yüce Allah onların bu kurdukları tuzağı derhal habibine vahyederek bildirdi. Peygamber efendimiz de derhal oradan uzaklaştı ve bu hususta Kur'an'ın şu ayeti nazil oldu:

"Ey iman edenler, Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani bir topluluk size bir el uzatmağa yeltenmişti de Allah onların ellerini sizden çekmişti." [34]

Onların hiyanetini Allah Rasülüne bildirince yurtlarından ayrılmaları için Peygamberimiz onlara emir verdi. Münafıklar bu emri işitince, kendilerinin kardeşleri ve dostları bulunan Nadir oğullarına haber salıp: "Sakın yurtlarimzdan ayrılmayimz! Bizler sizlerle berabe­riz, sizi sonuna kadar desteklemeye kararlıyız! Şayet Muhammed sizinle savaşacak olursa, biz de sizinle beraberiz. Ölümüz de, dirimiz de hep sizinle beraber olacaktır. Eğer sizi yurdunuzdan sürecek olursa, biz de sizinle beraber çıkarız" dediler. Nadir oğulları, münafıkların bu sözüne itimat ederek sunardılar, kendilerinin Peygambere üstün geleceği vehmine kapılarak: "Vallahi biz yurdumuzdan çıkmayız, eğer bizimle harb etmek istersen, biz de seninle kıyasıya harb ederiz!" diye bağrıştılar. Peygamberimiz de bunun üzerine onları muhasara altına aldı. Evlerini yıkmaya, hurmalıklarim kesip yakmaya başladı. Onlar ve onlara yardım vadinde bulunan münafıklar ise, hiç birşey yapamadılar. Allah onların kalplerine büyük bir korku bıraktı ve onların ellerini müslümanların üzerinden çekti. Nadir oğulları münafıkların yardımın­dan iyice ümid kesince, Peygamberimizin kendilerine olan teklifini kabul ettiler. Bu teklif onların yurtlarim terketmeleri idi. Onlar da: Daha önce de kendilerine teklif edildiği gibi, silahlarim bırakarak, develerinin götürebildiği kadar istedikleri eşya ve malı develerine yükleyerek yurdlarından ayrıldılar."

El-Vâkıdî der ki: Bana İbrahim bin Cafer babasından naklen şöyle nakletmiştir: "Medine'nin bir mahallesinde oturmakta olan Nadir oğul­ları yurtlarından ayrıldıktan sonra, Amr bin Sa'dâ; buraya gelip etrafı dolaşmaya başladı. Her tarafı harabeye dönmüş bir vaziyette görüp çok üzüldü. Kureyza Oğullarına gelip dedi ki: "Vallahi bugün gördüklerim­den dona kaldım! Kardeşlerimiz olan Nadir oğulları, nice şeref ve izzete, akıl ve kuvvete eriştikten sonra, mallarım arkada bırakarak tam bir zillet içinde yurtlarından sürülmüş bulunuyorlar. Tevrat hiç bir kavmi, "Allah a yarar bir halleri olduğu müddetçe" böyle bir sürgüne maruz bırakmamıştır. Şimdiki bu durumdan ibret almamız gerekir. Geliniz sizler bana itaat ediniz de hep beraber Muhammed'e gidip ittiba edelim! Allah'a yemin ederim ki, Onun hak Peygamber olduğunu sizler de bilmektesiniz. Hem bizını iki büyük din adamımız olan İbn-i Heybân ile İbn-i Cüvâs; Kudüs'ten geldikten sonra Muhammed'in zuhurunu beklediklerini söylemediler mi? Aynı zamanda bunlar, ölümlerinden evvel bize, Muhammed'e uymamız hakkında vasiyet dahi etmediler mi? Hatta üstelik kendilerinin selamlarim dahi Muhammed'e ulaştırmak üzere bizlere emanet eylemediler mi? Şimdi bu iki büyük zatın kabirleri burada değil midir? Niçin bunları nazarı itibara almıyalım?"

Beni Kurayzadan Zübeyr bin Bata bize şöyle dedi: "Ben onun sıfatım Bata'nın Tevrat'ında okumuştum. Bu sırada Ka'b bin Esed ona şu sözü yöneltti: "Madem Onun sıfatim Mûsa'ya inen Tevrat'ta okudun, o halde niçin gidip ona tabi olmuyorsun?" Zübeyr bin Bata ise şu karşılığı verdi: "Gidip ona uymama engel olan sensin!" Ka'b'da dedi ki: "Neden? Ben seninle onun arasına asla girmiş değilim!" Zübeyr bu sefer de şöyle konuştu: "Bizim işlerimizi ve anlaşmalarımızı bilen ve yürüten sensin. Eğer ona tabi olursan, senin izince biz de ona tabi oluruz." İşte bu sırada Amr bin Şada da işe karışıp Ka'b ile ileri geri hayli kelam ettiler. Fakat Ka'b'ı bir türlü ikna edemediler. Ka'b'ın bu husustaki en son söylediği şunlar olmuştur:

"Benim Muhammed hakkında bu söylediklerimden başka bir söyleyeceğim yoktur! Sizler ne derseniz deyiniz, benim Muhammed'e gidip tabi olmayı, bir türlü nefsını hoş karşılamıyor!"

(Bu haberi böylece Beyhekî ve Ebû Nuaym da rivayet etmişlerdir.)

Ebû Nuaym, Ebû Zübeyr tarikiyle Cabir'den şu haberi nakletmiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz Nadir oğullarim muhasara ettiği zaman, bu muhasara hayli uzamıştı. Bir ara Cebrâîl gelip Hazret-i Peygamberin başim yıkamakta olduğunu gördü. Dedi ki: "Allah seni affetsin, ya Muhammed, Allah yolunda savaşmaktan ne tez usandın! Vallahi biz, onlar üzerine indik ineli, zırhımızı çıkarmış, silahlarımızı bırakmış değiliz. Haydi kalk silahim kuşan, Allah yolunda savaşa devam et. Bugün onlar, vallahi kaya üzerinde yumurta ezer gibi ezilip küçüleceklerdir.''

Bundan sonra biz de muhasarayı şiddetlendirdik. Sonunda Allah bize, bir fetih ve zafer daha nasip eyledi." [35]

Ka’b bin Eşref’in Öldürülmesinde Görülen Fevkalâdelikler

(Aslen bir yahudi olan Ka'b b. Eşref, Bedir'den sonra Mekke'ye gidip onları Hazret-i Peygamber'e karşı iyice kışkırtmış ve Medine'ye dönmüştü. Peygamberimiz de: "Bu Allah'ın ve Rasulü'nün düşmanim haklamaya kim gidecek?" buyurdu ve gönüllülerden Muhammed b. Mesleme, Abbad b. Beşîr, Ebû Naile, Haris b. Evs ve Ebû Abs'ı bu işe görevlendirmişti.)

İbn-i İshakİbn-i RâhûyeAhmed ve Beyhekî İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini naklederler: "Rasulüllah efendimiz ashabından bazılarim Ka'b bin Eşrefi öldürmeleri için vazifelendirdiği zaman, onlarla beraber Medine kabristanlığına kadar yürüdü ve onlara: "Haydin, Allah'ın ismi üzerine gidiniz!" dedi ve şu duayı yaptı: "Allah'ım, onlara yardım eyle, onları muvaffak eyle!"

Beyhekî'nin İbn-i İshak'tan rivayetinde, Abdullah bin Muakkib'e atfen şöyle denilmiştir: "Bunun için vazifeli kılınanlardan Haris bin Evs, o sırada kılıç yarası almıştı. Başında ve ayağında yaralar vardı. Rasulüllah'a getirildiği zaman, Rasulüllah efendimiz mübarek tükrüğü ile yarayı ilaçladı. Bundan sonra Hâris'in yaraları hiç acımadı."[36]

Uhud Savaşında Vukua Gelen Alâmet ve Mucizeler  [37]

Buhârî ve Müslim Ebû Mûsadan şu haberi nakletmişlerdir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ben rüyamda Mekke'den, hurmalık bir yere hicret ettiğimi gördüm. Burasını Yemâme veya Hecer zannettim. Halbuki bizını hicret yurdumuz Medine imiş. Yine ben aynı rüyamda kılıcımı salladığımda ortadan kırıldığim gördüm. Bu ise Uhud'da ashabıma isabet eden şeye işaretmiş. Yine aynı rüyamda kılıcımı salladığımda eskisinden daha iyi olduğunu görmüşdüm. Bu ise Allah'ın bize nasip edeceği bir fetih ve müslümanların güzel bir cemaat haline gelmesine işaret imiş Yine ben aynı rüyamda bazı sığırların boğazlanmakta olduğunu görmüş "înşaallah hayırlı olur" demiştim. Meğer bu da Uhud'da verdiğimiz kurbanlara işaretmiş. "înşaallah hayırlı olur" deyişim ise, Bedir de elde ettiğimiz zafere işaretmiş."

AhmedBezzarTaberânî ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan şöyle naklederler: "Uhud günü müşrikler silahlanıp geldikleri zaman, Rasulüllah efendimizin görüşü, Medine'de kalıp müdafaa savaşı yapmaktı. Fakat bazıları Bedir'e çıkmadıklarından bir açık savaş yapmaya çok hırslı idiler. Bunlar Uhud'a çıkalım, orada müşriklerle meydan savaşı yapalım diye ısrar ettiler. Onlar bununla Bedir ehlinin kazandıkları faziletin aynısını kazanmayı düşünüyorlardı. Rasulüllah efendimiz zırhım giyip silahim kuşanıncaya kadar, bu hususta ısrar ettiler. Rasullullah hazırlandıktan sonra da: "Onu galiba tesir altında bıraktık" diyerek, ısrarlarına pişman oldular. Gelip Rasulüllah'a müracat ettiler ve: "Ey Allah'ın rasulü rey sizin reyinizdir! Siz emrediniz, biz onu yapalım" dediler. Peygamberimiz de kendilerine: "Bir Peygamber zırhim giyip silahim kuşandıktan sonra geri dönmez! Allah onunla düşmanı arasında hükmedinceye kadar aldığı karar üzerinde azınıle yürür!" karşılığim verdi ve Uhud'a yürüdü."

Rasulüllah efendimiz, zırhim giyip silahim kuşanmazdan önce, onlara şunu da söylemişti: "Ben rüyamda kendimi çok sağlam bir zırh içinde gördüm ve bu zırhı Medine olarak yorumladım. Binaenaleyh Medine'de kalıp savunma savaşı verelim! Aynı zamanda rüyamda bir koç kovalıyordum. Bunu da karşı askeri kovalayacağımız şeklinde yorumladım. Bir ara kılıcımın elimden çıktığim gördüm. Bunu da sizin hakkınızda bir eksilme şeklinde yorumladım. Yine bu rüyada ben, bazı sığırların kesildiğini gördüm ve bunu, bazı kurbanlar vereceğimiz şeklinde düşündüm."

AhmedBezzarHakim ve Beyhekî Enes'ten rivayet t terler. O demiştir ki: Rasulüllah efendimiz buyurdu: "Ben rüyamda gördüm ki, bir koçun peşine düşmüş kovalıyordum. Aynı zamanda kılıcımın kabzasının kırıldığim gördüm. Bunu şöyle yordum: Ben karşı tarafın koçunu (büyük bir adamim) öldüreceğim, kılıcımın kabzasının kırılmasını da yakınlarımdan birinin öldürüleceğine yordum." Derken Hazret-i Hamza şehid düştü. Karşı tarafın bayraktarı Talha da öldürüldü.

(Beyhekî Mûsa bin Ukbe tarikiyle İbn-i Şihab'ın: "Bazılarimn Rasulüllah'ın yorumu: Uhud'da yüzünün yaralanması şeklinde idi" dediklerini naklettiğim bildirir." [38]

Beyhekî Mûsa bin Ukbe tarikiyle İbn-i Şihâb'dan şöyle nakleder: "Ubeyy bin Halef, Bedir de fidye verip canım kurtardıktan sonra bir at besler ve: "Vallahi ben bu atıma günde bir ölçek yem yediriyorum ve bu at üzerinde Muhammed'le savaşıp onu öldüreceğim!" diyerek söylenir ve and içerdi. Onun bu sözü Rasulüllah'a ulaştığında Rasulüllah da şöyle buyurdu: "Bilakis ben onu öldüreceğim inşaallah!"

Übeyy bin Halef, Uhud'a zırhlara bürünmüş ve bu ata bimiş olarak geldi. "Eğer Muhammed sağ kalırsa ben kurtulamam" diye bağırıyordu. Mü'ıninlerden bazıları kendisine saldırmak istediler, fakat Rasulüllah efendimiz kendilerini durdurdular ve: "Bana yolu açimz" buyurdu. Büyük bir cesaretle Übeyy'in üzerine yürüdü, zırhı ve miğferi arasında gırtlağim gördü ve elindeki süngüsü ile hamle yaparak onu atından yere düşürdü. Übeyy'in arkadaşları koşarak onun yanına geldiler. O yere yatmış danalar gibi bağırıyordu. Halbuki yarasında bir damla kan bile akmamıştı. Baktılar küçük bir çizik vardı. Dediler ki: "Ya Übeyy, neden bu kadar korkup bağırıyorsun? Hepsi bir çizikten ibarettir! Bunda korkulacak ne var?" Übeyy onlara şu karşılığı verdi: "Siz Muhammed'in: "Übeyy'i ben öldüreceğim" dediğini duymadimz mı? Vallahi onun bana indirdiği darbe Zi'l Mecâz'da yaşayan insanların hepsinin üzerine inmiş olsaydı, hiç birini sağ komaz helak ederdi!" tşte bu Übeyy bin Halef, Uhud dönüşü Mekke'ye giderken yolda öldü. (Beyhekî bunu, diğer.kaynaklarında rivayet ettğini bildirir.)

İbn-i İshak şöyle der: "Bana İbn-i Şihâb, Asını bin Ömer, Muhammed bin Yahya ve daha başkaları anlattı: Uhud savaşı sırasında müşriklerden biri meydana çıkıp müslümanlardan kendisine eş isteyip mübarezeye davet eyledi. Zübeyr ayağa kalkıp mübarezeyi başlattı. Derhal adamın üzerine sıçrayıp onun devesi üzerine çıkarak, kendisiyle gırtlak gırtlağa geldi. Devenin üzerinde amansız bir mücadele başladı, bu sırada Rasulüllah efendimiz: "Devenin üzerinden yere daha yakın olanı, mücadeleyi kaybedecektir!" buyurdu. Derken müşrik devesi üzerinden yere düştü, Zübeyr de onun peşinden atlayıp üzerine çullandı, derhal kılıcı ile adamın boğazını keserik onu katletti. (Bu haberi, Beyhekî de rivayet etmiştir.)

Almed, Buhârî ve Nesai, Berâ bin Azib'den rivayet ederler: "Uhud günü okçuları güzelce yerleştiren Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Abdullah bin Cübeyr'i onların üzerine komutan tayin etti. Onlar hepsi elli kişi idiler. Sonra onlara şu emri verdi: "Biz savaşta yenilip öldürülsek bile, akbaba kuşları da gelip cesetlerimizi başka yerlere götürmeye başlasalar bile, benden size ikinci bir emir gelmedikçe, katiyyen yerinizi bırakmayacaksınız!" Sonra savaş başladı, müşrikler hezınıete uğrayıp kaçmaya başladılar. Kadınları eteklerini çemrenerek dağın zirvesine doğru tırmanıyorlardı. Bu sırada Abdullah, bin Cübeyr'in emrine verilen okçular: "Arkadaşlar ne duruyorsunuz, müslümanlar galip geldiler. Gidip ganimet toplayalım!" diye bağrıştılar. Abdullah derhal: "Siz Rasulüllah'ın size ne emrettiğini unuttunuz mu? Sakın hiç biriniz yerinizden ayrılmayimz!" diyerek onları uyardı ise de, onlar: "Ganimetten biz de nasibimizi alacağız!" diyerek koşuşup yerlerim terkettiler. Harb sahası­na geldikleri zaman geri dönmek zorunda kadılar. Bu sefer hezınıete uğrayanlar müslümanlar oldu. Düşman aynı zamanda müslümanları arkadan da vurarak müslümanları iki cephe arasında bıraktı. Müslümanlar kaçıyor, Rasulüllah da: "Nereye ey müslümanlar?" diye nida ediyordu. Rasulüllah'ın yanında Sa'dece oniki kişi kalmıştı. İşte bu sırada müslümanlar tam yetmiş adet zayiat verdiler. Rasulülîah efendimiz de, kendi ordusu ile Bedir'de karşı tarafa yetmiş adet zayiat verdirmişti. Ayrıca yetmiş kişi de esir edilmişti."

Ahmed ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan şöyle naklederler: "Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz; Bedir'deki bir zaferi hiç bir yerde kazanamadı!"

İbn-i Abbâs bu sözünü söylediği zaman, bunu inkar edenler oldu. O da dedi ki: "Benimle sizin aranızda hakem, Allah'ın kitabıdır. Yüce Allah Uhud savaşı hakkında buyurur ki: "Allah kendi izniyle onları öldürdüğünüz sürece size olan vadini doğruladı. Nihayet siz korktunuz. Allah size sevdiğiniz galibiyeti gösterdikten sonra, savaş içinde birbirinizle çekişip isyan ettiniz. Kiminiz dünyayı istiyor, kiminiz de ahireti." [39]

İbn-i Abbâs dedi ki: "Bu ayetteki savaş içinde çekişip isyan edenler, okçulardır. Rasulüllah onları bir yere mevzilendirip: "Sakın buradan ayrılmayimz. Buradan bizim arkamızı koruyunuz. Bizi öldürülürken görseniz bile, bize yardım etmeyiniz! Bizi galebe çalıp ganimet toplar­ken görseniz dahi, sakın yerinizi terketmeyiniz!" buyurarak onlara çok sıkı emir ve tenbihte bulunmuştu. Fakat onlar Peygamberimizin ve askerinin onlara üstünlük sağlayıp ganimet toplamaya başladıklarim görünce, yerlerini terkederek ganimet toplamaya koştular. Komutanla­rimn uyarısına da kulak asmayıp isyan ettiler. Birbirine geçirilmiş vaziyette olan şu parmaklarım gibi, iki taraf birbirine girdi. Okçular mevzilendirildikleri gediği bırakarak ayrıldıkları için, Kureyşin atlıları arkadan sarkaraklslam askerini vurdu. Müslümanlar içinde öyle bir karışıklık oldu ki, yanlışlıkla birbirini vurmaya başladılar ve çok sayıda müslüman öldürüldü. Halbuki sabahleyin harb başladığında, müslü­manlar ezici bir üstünlük sağlamış, düşmanın sancaktarlarından yedi sekiz tanesi öldürülmüştü. Fakat sonra durum çok kötü oldu. Hatta bir ara şeytanın: "Muhammed Öldürüldü" diye bağırdığı duyuldu ve hiç kimse bunun yanlış olduğunu düşünmemişti. Fakat bir süre sonra Rasulüllah iki Sa'd'ın arasında (daha doğrusu Talha bin Ubeydullah ile Ebû Dücâne arasında) görülünce yürüyüşünden de tanimnca; hayatta olduğuna inanıldı ve derhal onun etrafında toplanmaya başladılar. Ashabı kiram o kadar sevindiler ki, sanki hiç bir şey kaybetmemişe dönüverdiler. Rasulüllah'ın bu arada şöyle dediği duyuldu: "Bir kavim ki, Peygamberin yüzünü kanlara bulamıştır, Allah'ın onlara gadabı çok şiddetlidir! Allah'ım onlar bize üstün gelemezler!"

Buhârî ve Müslim Sa'd bin Ebû Vakkâs'tan şöyle nakleder: "Uhud günü ben, Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizin sağında ve solunda beyaz ebiseli adamlar gördüm. Rasulüllah'ı korumak için şiddetle savaşıyorlardı. Ben onları Uhud gününden evvel veya sonra bir daha görmüş değilim." (Sa'd bu sözleri ile Cebrâîl ve Mikail'i kasdetmektedir).

Beyhekî ise Mücahid'in: "Melekler Bedir gününden başka bir yerde savaşmadılar" dediğini nakleder ve: "Mücahid'in bu sözünden muradı; Uhud'da okçular sabır ve takva göstermedikleri için onlar adına savaşmadılar, demektir" der ve ayrıca Vâkıdî'nin şeyhlerinden bu mealde bir haber rivayet ettiğini de bildirir. Onlar demişler ki: "Cenabı Hakkın: "Eğer sabreder, takvalı davranırsanız" mealindeki ayet've emrine uymadılar; sabır ve sebat göstermediler; bu yüzden de Allah'ın semavi imdadına nail olamadılar."

(Bunu böylece, Beyhekî onlardan rivayet etmiştir).

Yine Beyhekî Urve'den şu haberi nakletmiştir: "Yüce Allah onlara sabır ve takva üzerine yardım vadinde bulunmuştu. Onlarda önceleri sabır ve takva gösterdiklerinden beş bin melek ile onlara imdad eyledi. Fakat onlar Rasulüllah'ın emrine isyan edip yerlerini terk edince, Allah da onlardan ilahi imdadim çekmiştir."

İbn-i Sa'd Vâkıdî'den nakleder. O şöyle demiştir: Bana üstadları-mın anlattıklarına göre, müşrikler hezimete uğrayınca okçular yerlerin­den ayrılarak ganimet toplamaya başladılar. Bu sırada müşrikler geri döndüler, onların atlıları da arkadan vurunca, müslümanlar iki kuvvet arasında kalıp hezınıete uğradılar ve yanlışlıkla birbirlerini öldürür oldular. Değirmen tersine döner oldu, rüzgar aksi istikametten eser oldu. Önce seher yeli eserken sonra, felaket rüzgarı esmeye başladı, iblis: "Muhammed Öldürüldü" yaygarasını kopardı. Müslümanların bayraktarı şehid edildi. Hazret-i Peygamber onun şehadeti üzerine sancağı Ali'ye verdi. Melekler bu savaşta bulundular, fakat savaşa katılmadılar."

Taberânî, İbn-i Mende ve İbn-i Asâkir Mahmud bin Lebîd tarikiyle Haris bin Sımmadan naklederler. O demiştir ki: "Uhud günü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bana Abdurrahman bin Avfı sordu. Ben de: "Onu dağın yamacında gördüm" dedim. Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdu ki:

"O savaşırken melekler de onunla beraber savaşıyor!"

Haris der ki: "Ben Abdurrahman'ın yanına gittim, orada cansız yere düşmüş yedi ceset gördüm. Dedim ki: "Bu gün zaferin gerçekten büyük olmuştur! Bunların hepsini sen mi öldürdün?" Bana şu karşılığı verdi: "Şu ikisini ben öldürdüm fakat diğerlerini benim görmediğim kimseler öldürdü." Abdurrahman'ın bu cevabım alınca, Rasulüllah'ın söylediğinin doğruluğunu da iyice anlamış oldum."

İbn-i Sa'd Muhammed bin Şürahbil'den rivayet eder: Uhud savaşında sancağı Mus'ab bin Ümeyr taşıyordu. Sağ eli kesilince sancağı sol eline aldı. Bu sırada o: "Muhammed ancak bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir" mealindeki ayeti okuyordu. Derken sol eli de kesildi. Kesik kolları yani pazuları ile sancağı kavradı ve iki büklüm bir halde bağrına bastı. O yine: "Muhammed ancak bir Rasüî'dür" diyordu. Sonra şehid düştü ve sancağı yere bırakmış oldu."

Muhammed bin Şürahbil der ki: "O böyle söylüyordu, fakat bu mealdeki ayet henüz nazil olmuş değildi."

İbn-i İshakBeyhekî ve İbn-i Asaîr Abdullah bin Avn tarikiyle Ümeyr bin İshaktan rivayet ederler: Uhud günü, bir ara müslümanların hezınıete uğrayıp dağıldıklarim gördüm. Sa'd ise Rasulüllah'ın önünde düşmana ok yağdırıyor ve Onu müdafaa ediyordu. Bir delikanlı da onun attığı okları gidip getiriyor ve Ona veriyordu. O da: "Ey Ebû İshak, durma at!" diyordu. Savaş yatıştıktan sonra baktılar, o okları getiren delikanlıyı göremediler."

İbn-i İshak der ki: Zühri bu hususla ilgili bir olayı şöyle anlattı: "Kureyşin bazı atlıları dağın tepesine çıkıp göründüğü zaman, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Allah'ım, onların bizını üzerimize çıkması, onlar için layık olan bir şey değildir!" dedi. Bunun üzerine Ömer İbn-i'l-Hattab ve muhacirlerden bir grup onlara karşı şiddetli bir mücadele verdiler ve onları yüksekten inmeye mecbur ettiler." (Beyhekî bunu, ayrıca Urve tarikiyle de rivayet etmiştir.)

Nesâî, Beyhekî ve Taberânî Câbir bin Abdullah'tan naklederler: Talha'nın parmakları isabet aldığı zaman "Vay!" diyerek feryad eyledi. Peygamberimiz ona hitaben: "Eğer derhal Allah'ın adim anmış olsaydın, melekler seni insanların gözü önünde çok yükseklere' çıkarırdı" buyurdu.                  

Dârekutnî el-Efrâd'da şöyle nakleder: Talha'nın eli yaralandığı zaman "Vay!" dedi. Resulullah da ona buyurdu ki: "Eğer derhal "bismillah" deseydin, Allah'ın cennette senin için yaptırdığı yeri, daha sen dünyada iken görmüş olurdun."

Buhârî ve Müslim Enes'ten rivayet ederler: Amcası Enes bin Nadr Uhud'da demiştir ki: "Vallahi ben, Uhud'un hemen yanı başında cennetin kokusunu duyuyorum! ve hiç şüphe etmiyorum ki bu, cennet kokusudur!"

İbn-i İshak der ki: Bana Asım bin Ömer Katâde'den şöyle nakletti: Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Hanzala'nın gaslini melekler yapmıştır." Bunun üzerine Hanzala'nın hanımına, onun halini sordular. O da şöyle dedi: Peygamber efendimizin vazifelendirdiği adam gelip te: "Haydin savaşa, savaşa" diye ilan edince Hanzala, kendisi için gerekli gusül abdestini almaya fırsat bulamadan, koşup askere katılmıştı." Demek ki Peygamber efendimizin "Melekler Hanzala'nın gaslini yapıyor" buyurmasının sebebi bu imiş."

(Bunu Beyhekî de rivayet etmiştir. Serrâc da Müsned'inde bu haberi nakletmiştir. Ayrıca Hakim de sahihtir kaydıyla bunu rivayet etmiştir.)

Ebû Ya'lâBezzarHakim ve Ebû Nuaym Enes bin Malik'ten rivayet ederler. O şöyle demiştir: Ensardan olan Evs kabilesi ile Hazrec kabilesi birbine karşı iftihar edip Hazrecliler: "Bizden dört kıymetli zat vardır ki, Kur'an'ın tamamim hıfzetmişlerdir. Bunlar: Muaz, Übeyy, Zeyd ve Ebû Zeyd'dir" dediler. Evsli olanlar da dediler ki: "Ölümü üzerine arşın titrediği Sa'd bin Muaz bizdendir, tek başına şahitliği iki şahit yerine geçen Huzeyme bizdendir, şehid düştükten sonra cesedi müşriklerin eline geçmesin diye, sürü halindeki bal arıları tarafından korunan Asım bin Sabit bizdendir, cenazesini meleklerin yıkadığı Hanzala bin Ebû Amir de bizdendir."

Buhârî ve Müslim Cabir'den rivayet ederler, O şöyle demiştir: Uhud da babam şehid düştüğü zaman halam ağlamaya başladı. Rasulüllah efendimiz de halama hitaben: "Sen ister ağla ister ağlama; siz onun cenazesini kaldırmcaya kadar melekler ona gölge edip durmuştur!" buyurdu.

Sahihtir kaydıyla Hakim ve Beyhekî Zeyd bin Sâbit'ten rivayet eder. O demiştir ki: "Uhud günü Rasulüllah efendimiz beni Sa'd bin Rabi'i aramaya gönderdi ve dedi ki: "Sa'd'i gördüğünde ona benden selam söyle ve kendisini nasıl bulduğunu sorduğumu da ona hatırlat!"

Ben hemen gidip onu aramaya koyuldum. Kendisini bulduğumda o can çekişmekte idi. En az vücudunun yetmiş yerinden yara almış durumda idi. Her tarafı mızrak, kılıç ve ok yarası idi. Kendisine Rasulüllah'ın selamim ve kelamim haber verdim. O da dedi ki: "Sen dahi Rasulüllah'a haber ver ki: "Ey Allah'ın Rasulü, ben şu anda cennetin kokusunu almaktayım!" Ayrıca kavmim ensara da de ki: "Ey Ensar eğer sizlerde hayat namına bir eser ve hareket bulunduğu halde, düşmanın Rasulüllah'a ulaşmasına meydan verecek olursanız, iyi biliniz ki Allah yanında hiç bir özrünüz kalmayacaktır!" O bana bunları söyledi ve sonra canim çok sevdiği ve itaatında bulunduğu Allah'a teslim eyledi."

Beyhekî der ki: Vâkıdî, Sa'd bin Hayseme'nin babası Hayseme hakkındaki kıssayı şöyle anlatır: "Hayseme Uhud günü Rasulüllah'a  (sallallahü aleyhi ve sellem) dedi ki: "Ey Allah'ın rasülü, ben Bedir savaşma katılamadım. Şöyle ki: Oğlum Sa'd ile aramızda kura çektik, aslında her ikimiz de Bedir'e katılmak için çok hevesli olduğumuz halde kura Sa'd'e çıktı ve Bedir'e gidip şehid oldu. Geçen gece rüyamda oğlum Sa'd'i gördüm, çok güzel idi. Cennette geziniyor, istediği cennet nimetlerinden yiyor, nehirlerinde bir balık gibi yüzüyordu. Bana diyordu ki: "Babacığım sen de bize katıl, cennette bize arkadaşlık et!" Ben, Rabbim bana ne vadetti ise hepsini cennette hazır buldum!" Ben bu rüyadan uyandıktan sonra ey Allah'ın rasülü, vallahi cennette onlara arkadaşlık etmeye çok arzulu bulunuyorum. Ne olur benim için dua buyurunuz da, Allah bana oğlum Sa'd gibi şehidlik nasip eylesin!"

Bunun üzerine Rasulüllah efendimiz kendisi için dua buyurdular. O da katıldığı Uhud savaşında şehid olarak vefat etti.

İbn-i Sa'dHakimBeyhekî Saîd bin Müseyyib'den rivayet eder. O şöyle demiştir: Uhud savaşından bir gün evvel idi. Birisi Abdullah bin Cahş'ın şöyle dua ettiğini duydu: "Ey Allah'ım, ben sana karşı and içiyorum ki, yarın ben düşmanla karşılaşayım onlar beni senin yolunda öldürsünler, karnımı deşsinler, burnumu kulağımı kessinler! Sonra ben senin huzuruna geldiğimde sen bana sorasın ki: "Ey Abdullah, bütün bunlar niçin? Ben de sana diyeyim ki: "Ey Rabbim hiç şüphesiz sana malum olduğu gibi bütün bunlar Sa'dece ve Sa'dece senin içindir!" Sonra Uhud'a çıkıldı, görüldü ki Abdullah bin Cahş [40] şehid olmuş; kendisinin dua ettiği gibi karnı deşilmiş, burnu ve kulakları kesilmiştir. Onu bu yolda dua ederken işiten zat da demiştir ki; bu aynen gerçekleştiği gibi, kalan kısmimn da ilahi huzurda gerçekleşmesi ve onun "İşte ya Rabbi, bütün bunlar senin içindi, senin yolunda başıma geldi" demesi de Allah'dan ümid edilir.

Abdurrezzak der ki: Bana Muammer Saîd bin Abdurrahman el-Cakşî'den haber verdi. O'na da hocaları söylemiş. Şöyle ki: Abdullah bin Cahş, Uhud'da savaşırken kılıcı elinden gitmiş. Rasuiüllah'a müracat ederek bir kılıç istemiş. Rasulüllah efendimiz de kendisine bir hurma dalı vermiş: "Al bununla savaş" buyurmuş. Elindeki hurma çubuğu Abdullah'ın elinde bir kılıca dönüşmüş, o da bununla savaşmaştır."

(Bu haberi Beyhekî de rivayet etmiştir.)

Taberânî ve Ebû Nuaym Katade'den naklederler. O demiştir ki: "Ben Uhud savaşında Rasulüllah'ın yüzüne isabet olmasın diye kendi yüzümü oklara karşı tutuyordum. Derken son atılan oklardan biri benim gözüme isabet etti. Ben elimle gözümü tutarak, Rasulüllah  efendimize müracaat ettim. O durumu görünce iki gözlerinden yaşlar dökerek ağladı ve mübarek ellerini kaldırarak yüce Allah'a dua eyledi. Dedi ki: "Ey Allah'ım, Katade kendi yüzünü gererek senin Peygamberini nasıl korumaya çalıştı ise, sen de onu Öyle koru ve onun isabet alan gözünü, ötekinden daha güzel ve daha iyi görür hale getir!"

(Sonra mübarek eliyle gözünü yerine iade eyledi. Onun isabet alan gözü de, Öteki gözünden daha güzel ve daha iyi görür hale geldi.)

İbn-i İshak, Asım bin Ömer bin Katade'den rivayet eder: Uhud savaşında Katade bin Numan'ın gözü bir isabet aldı. Hatta yanağı üzerine aktı. Rasulüllah efendimiz bunu eliyle yerine iade etti. Katade'nin bu gözü öbür gözünden güzel ve daha iyi görür oldu."

(Bu haberi İbn-i Sa'dBeyhekîve Ebû Nuaym, "Bedir'de vukua geldi" diye naklederler. Ebû Ya'lâ ve Ebû Nuaym ise, Asını bin Ömer tarikiyle (burada olduğu gibi) "Uhud'da vukua geldi" şeklinde verirler ve ayrıca: "Katade'nin iki gözünden yara alanın hangisi olduğu hiç belli olmadı" İfadesini kullanırlar.

Yine Beyhekî ve Vakidi'nin diğer tariklerden olan rivayetleri de bunu teyid eder mahiyettedir. (Doğrusu da budur, yani Katade'nin gözünün isabet alması, Rasulüllah'ın da onu yerine iade buyurup tamamen iyi olması olayı; Bedir'de değil Uhud'da vukua gelmiş olmasıdır.)

Vâkıdî, Beyhekî Nafi bin Cübeyr'den nakleder. O demişir ki: "Ben muhacirlerden birinin şöyle dediğini işittim: Uhud savaşı sırasında her taraftan oklar yağıyordu. Rasulüllah efendimiz de bu okların arasında kalmıştı. Ashabdan bazıları vücutlarim geîen oklara siper ederek Rasulüllah'ı korumaya çalışıyorlardı. [41] Bu sırada Abdullah bin Şihab adındaki müşrik, "Muhammed'i bana gösteriniz! Bugün o kurtulursa ben kurtulamam. Bugün muhakkak onun hakkından gelmeliyim!" diye bağırıyordu. Rasulüllah efendimiz ona yakın bulunu­yordu, fakat o Rasulüllah'ı göremiyordu. Yine müşriklerden SafVan, Abdullah bin Şihab'ı azarlıyor ve kendisine şöyle diyordu: "Vallahi ben onu aynı niyetle görmek istedimse de, bir türlü göremedim! Yine yemin ederek söylüyorum ki, bizını ona ulaşmamız mümkün değildir! Biz dört kişi sırf Muhammed'i Öldürmek üzere O'nun üzerine gittik, fakat hiç birimiz buna muvaffak olamadık; onun kendisini bir türlü göremedik! Sen nereden buna muvaffak olacaksın?"

Ebû Nuaym Nafi bin Asım'dan şöyle rivayet eder: "Uhud'da Rasulüllah efendimizin yüzünü yaralayan şahıs, Abdullah bin Kamie'dir. Bu adam Hüzeyl kabilesine mensup idi. Allah ona bir koçu musallat eyledi, koç kendisine o kadar şiddetle tosladı ki, onu cansız yere serdi."

Beyhekî Amr bin Sâib'den rivayet eder. O demiştir ki: Ebû Said el-Hudri'nin babası Malik, Uhud'da Peygamber efendimiz yaralandığı zaman derhal yaranın kanim emmiş ve yarayı temizlemişti. Rasulüllah'ın yarası da tertemiz ve bembeyaz olmuştu. Bu sırada Malik'e: "Emdiğin kanı yere tukur" dediler. O "Ben asla Rasulüllah'ın kanim yere tüküremem!" dedi. Sonra dönüp gitti ve savaşa devam etti. Peygamber efendimiz de onun arkasından şöyle buyurdular: "Her kim cennetlik bir adama bakmak istiyorsa, İşte ona baksın!" Az sonra da Malik Allah yolunda şehid olanların safına katıldı."

Beyhekî İmâm-ı Şafii'den şöyle nakleder: "Bedir savaşı esirlerinden fidye alınmadan serbest bırakılanlar arasında, Ebû Izze el-Cümehi'de vardı. Rasulüllah efendimiz onu kızları kimsesiz kalmasın diye serbest bırakmıştı. Ayrıca kendisinden bir daha karşısına çıkmaması için de ahd almıştı. Fakat o ahdini bozdu ve Uhud'da yine Rasulüllah'ın karşısına çıktı. Rasulüllah da onun kaçırılmaması hakkında dua buyurdu. Derken o ele geçirildi ve Rasulüllah'ın emriyle boynu vuruldu. Uhud'da ele geçirilen tek harb esiri de o idi."

Beyhekî Urve'den şöyle rivayet eder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Uhud günü buyurdu ki: "Artık bu, müşriklerin bize son saldırışıdır. Bundan böyle onlar böylesine bir saldırı ve hareketi bir daha yap amayacaklardır!"

İbn-i Sa'd'in Vâkıdî'den olan rivayetinde ise şöyle denilmiştir: Rasulüllah efendimiz buyurdu: "Artık müşrikler bugünkü gibi bize bir daha zarar veremeyeceklerdir, nihayet biz üstünlük kazanıp Kabe'yi tavaf edeceğiz!"

İbn-i Sa'dHakim ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet eder: Uhud günü Hamza şehid olunca kardeşi Safiye koşarak geldi ve onu aramaya başladı. Tabii onun basma gelenlerden haberi yoktu. Ali ve Zübeyr'e rastlayıp: "Hamza ne oldu?" diye sordu. Onlar da kendisine bu hususta bir bilgileri olmadığı şeklinde işarette bulundular. Nihayet Safiye Rasulüllah efendimize müracat ederek kardeşi Hamza hakkında bilgi edinmek istedi. Rasulüllah efendimiz de onun aşırı üzüntüden aklim kaybedeceğinden korkarak, mübarek elini onun kalbi üzerine koyup dua ve niyazda bulundu. O da durumu anlayıp istircada bulunup ağladı. (Yani müslümanların bir ölüm olayı karşısında söyledikleri: "İnna lillahi ve inna ileyhi râciûn - Bizler hep Allah için varız ve sonunda hepimiz O'nun huzuruna döneceğiz" sözünü söyledi ve kendisini tutamayarak, ağlamaya başladı.)

İbn-i Sa'dHakim ve Beyhekî Hevze bin Halifeden o da Avf bin Muhammed'den nakleder: Bana ulaşan habere göre, Utbe bin Rabia'nın kızı Hind, Uhud harbinden evvel: "Eğer Hamza'nın öldürüldüğünü görürsem, ciğerini söktürüp yiyeceğim!" diye adamıştı. Hamza Uhud'da şehid düşünce, ciğerinden bir parça koparıp Hind'e getirdiler. O da bunu ağzına alıp çiğnemeye başladı. Fakat her ne kadar çiğnedi ise de, yutmaya güç getiremedi. Yutamayacağim anlayınca ağzından çıkarıp attı. Haber Rasulüllah efendimize ulaşınca şöyle buyurdular: "Hamza'nın etinden her hangi bir şeyi tatmasını Allah cehennem ateşine haram kılmıştır!" [42] İbn-i Sa'd'in Vâkıdî tankıyla sevkettiği bir haberde deniliyor ki: "Süveyd bin Sâmit, müslümanlığın zuhurundan önce vukua gelen bir çarpışmada, Miczer'in babası Ziyad'ı öldürmüştü. Miczer de bir yolunu bulup Süveyd'i öldürmüştü. İslâm'ın zuhurundan sonra Rasulüllah Medine'ye hicret buyurdular. Bu sırada Süveyd'in oğlu Haris müslüman oldu, Ziyad'ın oğlu Miczer'de müslümanlığı kabul etti. Bunlardan her ikisi de Bedir savaşma katıldılar. Bir ara Haris babasının intikamim almak için Miczer'i Öldürmek isteyip aramaya başladı. Fakat bu kendisi için mümkün olmadı. Derken Uhud savaşı zuhur etti. Uhud'da müslümanların hezınıete uğrayıp ortalığın iyice karıştığı bir sırada Haris, Miczer'in arkasından yaklaşıp boynunu bir kılıç darbesi ile uçurdu.

Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) Hamrâü'l-Esed'den dönüşü sırasında, Cebrâîl (aleyhisselâm) gelip durumu ona haber verdi, suçuna karşılık Hâris'in öldürülmesi gerektiğini bildirdi. Peygamber Efendimiz de derhal binitine atlayıp soluğu Kubada aldı. O gün sıcak pek şiddetli idi. Küba mescidine girip namaz kıldı. Ensar, kendilerinin gelişini duyup koşarak geldiler. O'nun bu saatte ve böyle şeddetli bir sıcakta gelişini yadırgadılar. Bunda muhakkak bir iş olduğu kanaatine vardılar. Derken Süved'in oğlu Haris de geldi. Peygamberimiz onun geldiğini görünce, Uveym bin Sâide'yi yanına çağırdı ve ona: "Haris bin Süveyd'in elinden tutup Mescid'in kapısı önüne götür ve oracıkta onun boynunu vur!" diye emretti. Ayrıca ölüm sebebi olarak onun suçunun: "Haksız yere ve habersiz olarak Miczer bin Ziyad'ı öldürmesi" olduğunu da bildirdi. Haris derhal söze atılıp: "Ey Allah'ın Rasülü, ben vallahi onu şeytanın bir oyunu ve sırf nefsınıe uymam nedeniyle öldürdüm. Yoksa İslâm'dan dönmek maksadıyla öldürmüş değilim! İslâm'a bağlılığım aynen mevcut ve tamdır. İşlediğim bu günahımdan dolayı da Allah'a ve Rasülüne tevbe [43] ediyorum. Ayrıca onun diyetini (kan parasını) vermeye veya peşpeşe iki ay oruç tutmaya, yahut da köle azat etmeye de hazırım!" dedi. O sözüzünü bitirince Rasulüllah Efendimiz, Uveym'e hitaben: "Onu mescidin kapısı önüne götür ve boynunu vur!" dedi. Uveym de götürüp boynunu vurdu. Rasulüllah'ın şairi Hassan bin Sabit de bu hususta çok manalı mısralar terennüm ederek, onun gizli kalacağım zannettiği suçunun, nasıl açığa çıkarılarak cezasını bulduğunu; şiir cümleleri halinde ifadeye çalıştı."

İbn-i Sa'dBeyhekî ve Ebû Nuaym diğer bir tarikle Cabir'den şöyle naklederler: Hicri kırkıncı yılın başları idi. İdarenin başında Muaviye vardı. Muaviye Uhud şehidlerinin defnedildiği yerden su geçirmek istiyordu. Bunun için orada yatan şehidlerin yakınlarimn, şehidlere ait cesetleri çıkarıp başka bir yere nakletmeleri hakkında bir ilan yaptırdı. Bunun üzerine biz şehidlerimizin kabirlerini açarak cesetlerini çıkardık. Gördük ki onların cesetleri yeni defnedilmiş gibi taze idi. Çıkarma çalışmaları yapılırken Hamza'nın ayağına kürek dokunmuştu. Onun ayağından da taze kan aktığım gördük."

Vâkıdî'nin bir rivayetinde denilmektedir ki: Cabirin babası Abdullah'ın kabri açıldığı zaman, elini yarası üzerinde tutmuş bir vaziyette bulunmuş, elini yaranın üzerinden ayırınca yaranın kanadığim görmüşler. Tekrar elini yara üzerine koyduklarında kanamanın dindiğine şahid olmuşlar."

Cabir'in bu husustaki kendi ifadesi de şöyledir: "Kabri açtığımız zaman, babamı sanki kabrinde uyuyor zannettim. Kefeni dahi defnedildiği günkü gibi hiç bozulmamıştı."

Ebû Said el-Hudri diyor ki: "Bir münkir, bundan sonra haklı olarak böyle bir şeyi inkar etmiş olamaz! Gerçekten onlar bu kabirleri açarken bir miktar toprak aldıklarında altından mis gibi bir kokunun yayıldığim da duyuyorlardı."

Beyhekî Ebû Hureyre'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Uhud şehidleri hakkında buyurdular: "Ben bunların Allah indinde şehid olduğuna şahadet ederim! Sizler gelip bunları ziyaret ediniz. Varlığım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, her kim bu şehidlerin ziyaretine gelir ve onlara selam verirse, muhakkak onlar kendilerine verilen selama, selamla karşılık verirler. Bu tâ kıyamet gününe kadar böyledir."

Sahihtir kaydıyla Hâkim ve Beyhekî Attâf bin Hâlid el-Mahzûmt'den rivayet eder. O da Ebû Ferve'ye ulaşan bir senedle der ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Uhud şehidlerinin kabirlerini ziyaret edip buyurdu ki: "Ey Allah'ım senin kulun ve Peygamberin şahadet eder ki bunlar gerçekten şehiddirler! ve bunlar kendilerini ziyaret edip de selam veren kimselere, selam ile karşılık verirler. Bu tâ kıyamet gününe kadar böyledir."

Beyhekî Vâkıdî'den nakleder: Hudâa kabilesinden olan Fâtıma demiş ki: "Bir gün,Uhud şehidlerinden Hamza'yı ziyaret ettim, dedim ki:

"Allah'ın selamı üzerine olsun, ey Rasulüllah'ın amcası!" Bunun üzerine ben, bana: "Allah'ın selamı senin üzerine de olsun!" diyen bir ses duydum. Bu ses aynı zamanda: "Ve Allah'ın rahmeti de senin üzerine olsun!" diye selamim benimkinden daha da güzelleştiriyordu."[44]

Hamrâu’l-Esed’de Görülen Bazı Fevkalâdelikler

İbn-i İshak der ki: Bana Abdullah bin Ebû Bekir ki o, Muhammed bin Amr bin Hizam'ın oğludur, şöyle nakletti: "Kureyş askerinin komutanı Ebû Süfyan, Medine'ye gitmekte olan Abdu'l-Kays kervanına dedi ki: "Muhammed'e söyleyiniz, İşte biz onun ve ashabimn kökünü kazınıak üzere dönüş yapmaya ittifakla karar verdik!" Kervan Rasulüllah'a uğradığı zaman, Ebû Süfyan'ın söylediklerini nakletti. Peygamberimiz de yanındaki müslümanlarla birlikte: "Bize Allah yeter. O ne güzel vekil ve yardımcıdır!" diyerek karşılık verdi." [45]

Buhârî İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O demiştir ki: "İbrâhim (aleyhisselâm) ateşe atıldığı zaman: "Hasbünallâh ve nîmel-vekîl = Allah bize yeter ve o ne güzel vekildir!" diyerek Allah'a sığındı; düşmanları kendisine korku vermek istedikleri zaman, Peygamberimiz Muhammed (aleyhisselâm) da; böyle diyerek Allah'a sığındı."

İbn-i Münzir tefsirinde İbn-i Cüreyc'den nakleder. O, Yüce Allah'ın kitabındaki: "Bundan dolayı Allah'tan bir nimet ve bollukla geri döndüler, kendilerine hiç bir kötülük dokunmadı" [46] anlamına gelen ayetiyle ilgili olarak şunları söylemişlerdir: Bedir'den dönen müşriklerden biri Mekke'ye gelip İslâm ordusunun kuvveti hakkında korkutucu bir haber getirdi. Müşrikler de korkarak hiçbir harekette bulunamadılar.[47]

Racî' Gazvesinde Görülen Bazı Fevkalâdelikler

Buhârî Ebû Hureyre'den nakleder. O demiştir ki: "Rasulüllah Efendimiz küçük bir askeri topluluğu gözcü olarak vazifelendirdiği zaman, Asım bin Sabit'i onların üzerine emir olarak tayin etti ve gönderdi. Bunlar yollarına devam edip Usfan ile Mekke arasında bir yere vardılar. Huzeyl kabilesinden bazılarimn bundan haberi oldu. iz sürerek onların yakimna kadar geldiler. Yüz kadar okçuları vardı. (Tamamı ikiyüz kadar idi). Yedi kişiden ibaret bulunana müslümanla-rın bulunduğu yere geldiler ve onlardan teslim olmalarim istediler. Asını arkadaşlarım alarak derhal küçük bir dağın tepesine tırmandılar. Huzeylliler etrafı çember içine aldılar ve teslim oldukları halde hiçbirini öldürmeyeceklerine dair and içtiler. Asını, "Ben şahsını adına bir kafirin sözüne güvenerek teslim olamam!" dedi ve kısa bir dua ile Allah'a iltica edip: "Ey Allah'ım, sevgili Peygamberini, bizını durumumuzdan haberdar eyle!" diye yalvardı.

Bir avuç müslümanın teslim olmayacağım anlayan Huzeylliler, onları ok yağmuruna tutmaya başladılar. Asım'ı öldürdüler. Ayrıca üç arkadaşim daha Öldürdüler. Kalan üçü teslim olmak zorunda kaldı ve Huzeylliler bunlara hiç dokunmayacaklarına dair söz verdiler. Bunlar da dağdan inip teslim oldular. Teslim olur olmaz Huzeylliler tarafından bağlandılar. Üç müslümandan biri: "Bizi bağlamanız andlaşmayı çiğnemenizin ilk alametidir" diye bağırdı ve onlarla birlikte gitmeyi kabul etmedi. Onlar da onu oracıkta öldürdüler. Hubeyb ile Zeyd bin Desine'yi alarak oradan gittiler. Mekke'ye götürüp esir olarak sattılar. Hubeyb'i Haris bin Amir'in oğulları satın aldı. Bedir'de Hâris'i Hubeyb öldürmüştü. Hâris'in oğulları da Hubeyb'i satın alıp babalarimn yerine öldürmek istiyorlardı. Bir müddet Hubeyb'i esir olarak tutukladılar. Halbuki Hubeyb bir harb esiri değildi. Sa'dece hıyanete uğramıştı, idam edileceği gün gelmişti. O gün Hubeyb gerekli bazı temizlikleri (boy abdestinden önce) yapması için, Hâris'in kızlarından birine usutura bıçağı istedi. O da getirip verdi. Bu sırada ortalıkta oynayan sabi bir çocuk vardı. Çocuk Hubeyb'in yanına kadar gitti. Hubeyb de yanına ka­dar gelen bu çocuğu dizine oturtup sevmeye başladı. Durumu farkeden ve daha önce Hubeyb'in ricası üzerine ona ustura bıçağim vermiş bulunan çocuğun annesi, korkudan bayılayazdı. Onun geçirdiği bu sarsıntıyı farkeden Hubeyb ona: "Yoksa onu öldüreceğimi mi sandimz? Vallahi bir müslüman, böyle bir hıyanet yapmaz! inşallah ben dahi yapmayacağım! Ben Sa'dece yanıma kadar sokulan bu sevimli sabiyi sevmek istedim hepsi o kadar" diyerek kendisini teselli etti ve; kendisi kadr ve hıyanete uğramış olsa bile bir müslümanın, suçsuz bir kimseye karşı bir kötülük yapamayacağimn çok güzel bir Örneğini verdi.

Bu hali, büyük korkular ve sarsıntılar geçirdikten sonra açıkça yaşamış bulunan Haris'in kızı ve o sabinin annesi; Hubeyb hakkında çok güzel şeyler söylemiş ve şöyle demiştir: "Vallahi ben, Hubeyb kadar hayırlı bir esir görmedim! O istese idi çocuğumuzu esir alabilir veya Öldürebilirdi. Ayrıca ben onu o günlerde Mekke'de hiç bir meyve bulunmadığı halde, elinde büyükçe bir üzüm salkımı tuttuğunu ve bu üzümden yemekte olduğunu da gördüm. Halbuki kendisi demir zincirlerle bağlı idi. Hiç şüphe etmiyorum ki, onun yediği üzüm ona, Allah tarafından gönderilmiş bir rızık idi."

Derken Hubeyb'i idam edileceği yere götürdüler. Güzelce temizlenip abdestini almış bulunan Hubeyb, iki rekat namaz kılması için kendisine müsade edilmesini istedi. Müsade ettiler, o da namazını kıldı. Sonra ellerini kaldırarak yüceler yücesi Allah'a şu niyazda bulundu: "Ey Allahım İşte Kureyş müşrikleri, beni haksız yere idam ediyor! Sen onların hepsinin teker teker hakkından gelip cezalarim ver! Hiç birini sağ koma, hepsini gebert!"

Daha önce Huzeylliler tarafından öldürülmüş bulunan Asım da duasında: "Allah'ım sevgili Peygamberini durumumuzdan haberdar et!" diye yalvarmıştı. Allah onun bu duasını kabul buyurup Peygamberini durumdan haberdar eyledi. Kureyş ise mutlaka Asını'ın cesedini ele geçirmek istiyordu. Hiç değilse kellesini veya vücudundan herhangi bir parçayı... Bu maksatla bazı adamlar gönderdiler. Asını'ın şehid düştüğü yere kadar gittiler. Fakat bu sırada yüce Allah öylesine bal arısı sürüsü gönderdi ki, bir türlü Asını'a yaklaşamadılar. Cenab-ı Hak, onu böylece Kureyşin adamlarından korumuş oldu." [48]

Beyhekî ve Ebû Nuaym'ın Mûsa bin Ukbe tarikiyle İbn-i Şihab'dan olan rivayetinde de şöyle denilmektedir: "Hubeyb idam edileceği sırada: "Allah'ım benim Peygamberime haber gönderecek kimsem yok! Sen ona benim selamımı ulaştırıver!" diye de duada bulunmuştu. Cebrâîl (aleyhisselâm) da onun bu selamim getirip Peygamber efendimize tebliğ eyledi.

Derler ki, Hubeyb'in idam edildiği gün, Peygamber efendimiz ashabtan bazıları ile oturuyor. Bir ara: "Ve aleykesselam" yani Allah'ın selamı senin de üzerine olsun ey Hubeyb, dediği duyuldu. Peygamberi­miz, bu sözün sonunda da: "Kureyş onu öldürdü" buyurdu.

Beyhekî'nin İbn-i İshak tarikiyle Asım bin Ömer bin Katade'den sevkettiği bir haber ise şu merkezdedir: "Huzeylîiler Asını bin Sabit'i öldürdükleri zaman, onun başim alıp Sülafe bint Sa'd'e götürüp satmak istediler. Sülafe daha önce Uhud'da öldürülen iki oğlunun intikamim almak üzere: "Eğer Asını'ın başim ele geçirecek olursam, vallahi onun kafatası içinde şArap içeceğim!" diye yeminler ve ahidler etmişti. Huzeylîiler de sırf ondan bol dünyalık elde etmek için mutlaka Asını'ın başim ona götürmek istiyorlardı. Bunun için çok çalıştılar fakat bal arılarimn çokluğu buna engel oldu. Baktılar istedikleri olmuyor, "bari akşamı bekliydim" dediler. Akşam olunca arıların dağılacağim ve Asırn'ın kellesini alabileceklerini ümid ederek, akşama kadar beklediler. Fakat akşam olunca vadiden sel akmaya başladı. Yine Asını'ın cesedine ulaşamadılar. Asını'ın cesedi kayıplara karıştı, bir türlü bulunamadı. Zaten Asını, daha önceleri hiç bir müşrikin cesedine dokunmaması ve hiç bir müşrikin de kendi cesedine dokunamaması hakkında yüce Allah'a yalvarıp çok niyazlarda bulunmuştu. Hayatında her şeye kadir olan Allah'tan böyle niyaz eden Asını; ölümünde de müşriklerin eline geçmesinden yüce Allah tarafından korunmuştur.

(Beyhekî ve Ebû Nuaym'ın Büreyde bin Süfyan el-Eslemi'den sevkettiği bir haber daha vardır. O dahi bu mealdedir. Şu kadar var ki, bu rivayette: "Rasulüllah'ın: "Allah'ın selamı senin de üzerine olsun" dediği duyulduğu zaman, ashabı kiram sormuşlar: "Ey Allah'ın rasülü, kimin selamına karşılık veriyorsunuz?" diye... Peygamberimiz de: "Kardeşiniz Hubeyb'e. Çünkü şu anda müşrikler onu idam etmek üzeredir" buyurmuş" denilmektedir.)

Yine bu rivayette fazladan olarak şu bilgi de verilmektedir: Hubeyb idam edileceği sehpa üzerine çıkarıldığı zaman, bazı dualar etti. Sonra boynunu vurdular. Bu sırada müşriklerden biri vicdanı du­rumu kaldırmadığı için, yere yatıp bu acı ve feci manzarayı seyretmek istemedi, İşte orada bulunanların tamamı, bir sene geçmeden hepsi öldüler. Sa'dece Hubeyb dua ederken başimn vurulmasını görmeyeyim diye yere kapanan şahıs, hayatta kaldı."

İbn-i İshak der kU Bana Abdullah bin Ebû Necih, Huceyr bin Ebû îhâb'ın azadlısı Muaviye'den nakletti. O demiştir ki: "Hubeyb Mekke'ye getirildiği zaman benim evimde hapsedildi. Bir gün ben kendisine baktığımda, elindeki üzüm salkımından yemekte olduğunu gördüm. Elindeki salkım, onun başından daha büyüktü ve o günlerde Mekke'de bir tek üzüm danesi bile bulunamazdı." (Bu haberi, Muaviye'den İbn-i Sa'd'da rivayet etmiştir.)

İbn-i Ebî Şeybe ve Beyhekî, Cafer bin Ömer tarikiyle onun babasından, o da dedesinden şöyle nakleder: "Hubeyb'in başı vurulmak üzere bağlandığı ağaca çıkıp onun cesedini oradan kurtardım. Başkaları beni görecek diye çok korkuyordum, İpi çözünce Hubeyb'in cesedi yere düştü, fakat düştüğü yer uzak değildi. Sonra baktım Hubeyb'in cesedi ortalıkta yok. Ne kadar bakındım ise de onu göremedim, sanki onu yer yutmuştu. Bu güne kadar da Hubeyb'in cesedi nerededir veya kemikleri nerededir bilen olmamıştır." [49]

Ebû Yusuf Kitabul-Letaif adlı esefinde Dahhak'tan şu haberi nakletmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mikdad ile Zübeyr'i, Hubeyb'in cesedim idam edildiği ağaçtan indirmek üzere vazifelendirip gönderdi. Bunlar da bu maksatla gittiklerinde Hubeyb'in cesedinin başında kırk kişinin nöbet tuttuklarim gördüler. Fakat bunların hepsi sarhoş olup kendilerinde değildi. Bunu fırsat bilerek Hubeyb'in cesedim indirdiler ve Zübeyr'in atına yükleyerek oradan uzaklaştılar. Durumdan haberdar olan müşrikler bunları takibe çıkıp peşlerinden yetiştiler. Durumu gören Zübeyr, Hubeyb'in cenazesini atından yere attı. İşte bu sırada yer onun cesedini yuttu. Bu sebeple de ona: "Beliu'l-ard = Cesedi yer tarafından yutulan adam" adı verildi."

Vahidi der ki: Bana İbrahim bin Cafer babasından naklen şöyle anlattı: "Bir gün Kureyş toplu bir halde iken Ebû Süfyan: "Gidip te ansızın Muhammed'i öldürebilecek bir adam bulamıyorum! Muhammed ise serbestçe sokaklarda yürüyor" diye bağırdı. Adamın biri yanına yaklaşıp: "Eğer sen bana yardım edersen, ben bu işin üstesinden gelirim. Benim, karakuşun gagasından daha keskin hançerim var, gizlice gider onu öldürürüm. Yeter ki sen bana destek ol!" dedi. Ebû Süfyan ona: "Sen bizını gerçekten çok değerli bir arkadaşımızsın. Sana binit ve nafaka veriyorum. Haydi git bu işin üstesinden geliver!" dedi. Bu işi son derece gizli tutması için de çok tenbihte bulundu ve dedi ki: "Bunun Muhammed'in kulağına gitmesinden son derece korkarım!"

Bu şekilde adamı yola çıkardılar. Adam da ağzını çok sıkı tutacağına kafi söz vererek yola çıktı. Beş gün devesi üzerinde yol gitti. Altıncı gün öğle vaktinde Medine'ye vardı. Doğruca Hazret-i Peygamberin yanına gitti. Onun gelmekte olduğunu gören Peygamber efendimiz ashabına: "Bu adam kötü niyetle gelmektedir. Fakat Allah onun ile yapmak istediği iş arasında engel olucudur!" buyurdu. Adam gelir gelmez de derhal: "Bana doğruyu söyleyeceksin, buraya geliş sebebin nedir?" diyerek onu sorguya çekti. "Bak eğer bana doğruyu söylersen, bunun faydasını da görürsün, yok eğer yalan söylersen bunun sana hiç bir faydası olmayacaktır. Zira senin buraya niçin geldiğinden haberdar edilmiş bulunuyorum" buyurdu. Adamcağız: "Eğer doğru, söylersem emniyette miyim?" dedi. Peygamber efendimiz de kendisine: "Evet emniyettesin" buyurdu. Adamcağız da durumu olduğu gibi anlattı. Ebû Süfyan'ın esefler ederek Kureyşe hitaben yaptığı konuşmayı, bunun üzerine kendisinin söylediklerini ve ne gibi bir maksatla yola çıkıp Medine'ye geldiğini, bir bir anlattı.

Bunun üzerine Peygamber efendimiz adama: "Şimdi sen emniyettesin, istediğin yere gidebilirsin! Fakat dilersen senin için bundan daha hayırlı bir şey vardır, onu yine kendi isteğinle kabul edersin!" buyurdu. Adamcağız: "Benim için daha hayırlı olan şey ne imiş?" diye sordu. Peygamberimiz de: "Allah'tan başka hiç bir ilah olmadığına, benim de onun elçisi bulunduğuma şahadet etmendir!" buyurdu. Adamcağız da derhal şahadet getirerek müslüman oldu. Sonra şunları söyledi: "Vallahi aslında ben, insanlardan hiç korkmazdım. Fakat sizin huzurunuza geldiğim zaman, aklım başımdan gitti ve nefsınıe büyük bir zayıflık hakim oldu. Sonra hiç bir kimsenin bilmediği bir şeye sizin muttali kılınmış bulunduğunuzu gördüm. Anladım ki siz Allah tarafından korunmaktasınız ve; Allah'ın size gösterdiği hak yol üzerinde bulunmaktasınız. Bu durumda sizin bana kılavuzluk ettiğiniz şahadeti getirerek müslüman olmakta hiç tereddüt etmedim!"

Bu olaydan sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Amr bin Ümeyye el-Damri ile Seleme bin Eşlem'i çağırarak buyurdu ki: "Haydi ikiniz birlikte gidiniz, eğer Ebû Süfyan denilen Allah'ın düşmanim ansızın öldürme imkanı bulursanız, hiç tereddüt etmeden öldürünüz!"

Amr bin Ümeyye diyor ki: Mekke'ye yaklaştığımızda arkadaşım bana dedi ki: "Önce Beytullah'a gidip yedi defa etrafında tavafta bulunup, iki rekatçıkta namaz kılmak istemez misin?" Ben de kendisine: "Orada herkes beni çok tanır" dedim ve onun teklifini kabul etmek istemedim. Fakat o ısrar etti ve beni dinlemedi. Bunun üzerine gidip tavafta bulunduk ve iki rekat namaz kıldık. Bu sırada oraya gelen Ebû Süfyan'ın oğlu Muaviye beni tanıdı ve derhal babasına haber verdi. O da Mekke halkına durumu bildirdi. Onlar da bizını hakkımızda iyi konuşmadılar ve: "Bunlar hayırlı bir iş için gelmiş olamazlar" dediler.

Bilhassa benim islamdan önceki durumumu da nazarı itibare alarak kuşkulandılar. Durum tehlikeli idi. Kureyş hepsi toplanmış bir karara varmak üzere idiler. Biz de bir yolunu bulup hizla kaçmaya başladık. Onlar da bizi yakalamak için peşimize adamlar salmışlar. Ben bir mağaraya girerek saklandım. Geceyi burada geçirdim. Fakat sabah olduğunda halâ bizi arıyorlardı. Allahü teâlâ onların gözlerine bizim bulunduğumuz yeri göstermemiş olacak ki, bizi bir türlü bulamadılar. Bu sırada arkadaşıpı bana: "Şimdi gizlice sokulup Hubeyb'i idam edildiği yerden indirîjp cesedini onlardan kaçırıp defnetsek ne dersin?" dedi. Ben de derhâl bu işe yöneldim ve onu oradan indirdim. Arkadaşımın da yardımı ile onu, bir yere kadar götürüp oraya defnettim."[50]             

Maune Kuyusu Vakası ile İlgili Bazı Ayetler

Buhârî, Hişam bin Urve tarikinden rivayet eder. O der ki: Bana babam şöyle anlattı: Maune kuyusu vakası meydana geİdiği zaman, Rasulüllah'ın gönderdiğİslâm tebliğcileri burada şehid edildiler. Amr bin Ümeyye de esir edildi. Amir bin Tufeyl öldürülen müslümanlardan birine işaret ederek: "Bu kimdir?" diye Amr bin Ümeyye'ye sordu. O da: "Bu, Amir bin Füheyre'dir" dedi. Amir bin Tufeyl bunun üzerine şöyle konuştu: "Bu adamcağız, öldürüldüğü zaman semaya kaldırıldı, ta yerle gök arasına kadar çıkarıldı. Sonra yere indirildi. Ben bunu kendi gözlerimle bakarak gördüm."

İslâm tebliğcilerinin Bi'ri Maune'de şehid edildikleri haberi Peygamber efendimize ulaştırıldığı zaman, ashabına hitaben şöyle buyurdular: "Arkadaşlarimz şehid oldular! Ölmezden Önce Allah'a dua edip O'ndan şöyle dilekte bulundular: "Ey Allah'ım, bizını rabbimiz olarak senden razı olduğumuzu, senin de bizlerden razı bulunduğunu kardeşlerimize ulaştır! Onları bundan haberdar kıl!" İşte ashabım onların rablerinden bu dilek ve duaları kabul olunmuştur, onların bu güzel haberi de sizlere ulaştırılmıştır,"

Müslim ve Beyhekî'nin ise Enes'ten naklettikleri bir haberde şöyle denilmektedir: "Bazı kimseler Peygamber efendimize müracat ederek: "Bizimle beraber bazı İslâm muallim ve tebliğcileri gönder. Onlar bizimle beraber kabilemize gitsinler, bizlere Kur'an'ı ve sünneti öğretsinler" dediler. Peygamber efendimiz de onların bu dileğini kabul ederek ensardan yetmiş kişiyi onlarla birlikte gönderdi. Bunların hepsi ehli Kuran olduklarından bunlara Kurra deniliyordu. Yolda giderlerken müşriklerin taarruzuna uğradılar. Gidecekleri kabileye varmadan yolda öldürüldüler. Bu sırada yüce Allah'tan bir dilekte bulunup şöyle dua ettiler: "Ey Allah'ımız! Sevgili Peygamberimize ulaştır ki biz sana senden razı olarak kavuşmak üzereyiz! Senin de bizlerden razı olduğuna inancımız tamdır!"

İşte Rasulüllah efendimiz de ashabına, onların bu halini bildirmek üzere: "Kardeşleriniz Allah yolunda şehid oldular! Şehid olmak üzere iken yüce Allah'tan güzel bir dilekte bulunup: "Allah'ımız, bizını sana senden razı olarak, senin de bizden razı olarak kavuştuğumuz haberini; sevgili habibine ulaşürıver!" dediklerini duyurmuştur."

Vâkıdî'nin Mus'ab bin Sabit'ten naklettiğine göre, Münzir bin Amr da bu kıssayı rivayet etmiş ve demiştir ki: "Amir bin Tufeyl, Amr bin Ümeyye'ye: "Burada şehid düşenleri şahsen tanıyor musun?" diye sormuş. O da: "Evet" cevabim vermiş. Bunun üzerine şehidlerin cesetle­ri arasında gezinerek: "Bu kim? Bu kim?" diyerek teker teker sorup cevap almış. Sonra: "Burada şehid düşüp te cesedine rastlamadığımız var mı?" diye sormuş. O da: "Evet, öldürülenler arasında olduğu halde Amir bin Füheyre'ye rastalayamadık" demiş. Bunun üzerine Amirdin Tufeyl: "Onun haberini sana'söyleyeyim mi?" demiş ve şunları anlatmış: "O aldığı bir mızrak darbesiyle şehid düştüğü zaman, semaya kaldırıldı, ta görülmeyecek derecede yukarılara çıkarıldı. Ben peşinden bakakaldım ve artık onu göremez oldum."

Amir bin Füheyre'yi şehid eden adam, Kilâb kabilesinden Cebbar bin Selma idi. O bizzat kendisi bu hususta şunları söylemiştir: "Ben mızrağımı ona sapladığım zaman o: "Vallahi ben kazandım diyerek haykırdı. Ben onun bu halini gelip Dahhak bin Süfyan'a anlattım ve müslüman oldum. Benim müslüman olmama; ondan duyduğum bu söz ve onun semaya kaldırılışim görmüş olmam sebep olmuştur." Dahhak bin Süfyan da, Cebbar bin Selma'nın bu söylediklerini: Amir bin Füheyre'nin cesedinin melekler tarafından semaya kaldırılmış olduğunu, bir mektub yazarak bildirmiştir."

Beyhekî bu haberle ilgili olarak: "İhtimaldir ki onun cesedi, Önce semaya kaldırılmış sonra yere indirilmiş, sonra da kaybolmuştur. Eğer bunu bu şekilde kabul edersek, yukarıda geçen Buhârî'nin haberi ile ilgili haber birleşmiş olur. Zira Buhârî'nin haberinde "Sonra yere indirildi" kaydı vardır.

Mûsa bin Ukbe'nin el-Megazi adlı eserinde de denilir ki: "Urve, "Amir bin Füheyre'nin cesedi bulunamamıştır" demiştir. Onlar bunu, meleklerin götürüp gizlediği, şeklinde yorumlamışlardır."

Yine Beyhekî'nin Urve'âen, onun da Âişe'den bir rivayeti bulunmaktadır. Bu rivayette ise: "Ben gördüm ki onun cesedi semaya kaldırıldı, yerle sema arasında duruyordu" denilmektedir. İşte bu rivayette: "Sonra yere indirildi" kaydı bulunmamaktadır. "Semaya kaldırıldı ve orada gizlendi" rivayeti, çeşitli tanklardan geldiği için, birbirini desteklemekte ve bir nevi kuvvet kazanmaktadır." [51] Ayrıca İbn-i Sa'd'ın da Vâkıdî yoluyla sevkettiği bir rivayette, Âişe'nin: "Amir bin Füheyre semaya kaldırılmıştır, onun cesedini yerde bulamamışlardır" dediği kaydedilmektedir ve bu' yüzden melekler tarafından Ötelere çıkarıldığı görüşüne sahip olmuşlardır."[52]

Zatür Rika Gazvesinde Görülen Mucizeler

Buhârî ve Müslim Cabir bin Abdullah'tan rivayet ederler. O demiştir ki: "Biz Rasulüllah efendimiz ile birlikte Necid taraflarına gazaya gittik. Kafilemiz yola çıktığı zaman kuşluk vakti geniş bir vadiye indik. Burada konakladık. Burasının ağaçları çoktu, asker ağaçların gölgesine sığınarak istirahate çekildi. Peygamberimiz de bir semura ağacimn altına çekildi, kılıcım da bu ağaca astı. Hepimiz uyumuştuk. Bir de ne görelim Rasulüllah bizleri çağırıyor. Derhal onun yanına koştuk. Onun yanında bir bedevi oturmakta idi. Meğer bu bedevi, efendimize suikastta bulunmak istemiş, Efendimiz bize buyurdular ki: "Bu bedevi, gelip ben uyurken kılıcim kimndan sıyırmış ve başucuma dikilip: "Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak ey Muhammed?" diye bağırmıştı. Ben de kendisine: "Allah kurtaracak" karşılığim verdim. Bedevi korkup kılıcim kimna koydu ve gördüğünüz gibi yere oturdu." Peygamber efendimiz, bu bedeviyi cezalandırmadı.

Sahihtir kaydıyla HakimBeyhekî diğer bir tarikle Cabir bin Abdullah'tan şöyle naklederler: "Rasulüllah efendimiz Muharip bin Hasafe oğulları ile savaş yaptı. Bu savaş Medine'den iki günlük mesafede bulunan hurmalık bir Necid arazisi idi. Bir ara müslümanlar istirahate çekilmişti. Müşriklerden Gavras bin Haris adında birisi, uyumakta olan Rasulüllah efendimizin başucuna gelip dikilmiş ve kılıcim sıyırarak: "Söyle bakalım ey Muhammed, şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?" diye bağırmıştır. Peygamberimiz de derhal doğrularak: "Allah" cevabim vermiştir. Adam korkuya kapılıp kılıcı elinden düşmüş, Peygamberimiz de bu kılıcı eline alarak: "Söyle bakalım, şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?" demiştir. Adam: "Sen bilirsin ya Muhammed, sen bana iyilik ve afv ile muamele eyle!" diye yalvarmış. Peygamber efendimiz de adamı serbest bırakmıştır. Bu adam kavminin yanına gidip: "Biliyor musunuz, ben bütün inşaların en hayırlısı olan zatın yanından geliyorum" diye konuşmuştur."

(Bu olayın ravisi, sonra "Salat'ül Havi" hakkında bilgi vermiştir.) [53]

Beyhekî'nin Cabir'den yaptığı rivayeti Müslim'in şu ifadeyle verdiğini görmekteyiz: "Biz Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Cüheyne'den bir kavim ile çok şiddetli bir savaşa tutuştuk. Peygamber efendimiz, bir ara öğle namazını kıldırmıştı. Bunu gören müşrikler: "Eğer tam şu sırada müslümanlara bir yüklensek, hepsini kılıçtan geçirmiş oluruz!" dediler. Bazıları da: "Onların bir kaç saat sonra bir namazları daha var ki, onlar bu namazları evladlarından çok daha fazla severler. İşte o sırada onlara hamle yapıp, hepsini kılıçtan geçirelim!" dedi. Cebrâîl (aleyhisselâm) da gelip durumu Peygamber efendimize haber vermiştir. Peygamber efendimiz de durumu bize haber verdi ve bize Salatü'l Havfı kıldırdı." [54]

AhmedBeyhekî, Ebû Ayyaş el-Züraki'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Usfan'da biz Rasulülîah ile birlikte idik. Müşriklerin kumandanı ise Halid bin velid idi. Rasulülîah bize öğle namazını kıldırdı. Müşrikler dediler ki: "Elimize Öyle bir fırsat geçmişti ki, ansızın saldırıp hepsini kılıçtan geçirecektik!" Öğle vakti ile ikindi vakti arasında "namazın kısaltılması" ile ilgili ayet nazil oldu."

(İşte bu, Usfan'da kılınan ilk "korku namazı" idi ve bu şekilde kılınan namaz da ikindi namazı idi.)

MüslimBeyhekî ve Ebû Nuaym Cabir bin Abdullah'tan şöyle rivayet ederler: "Biz Zatür-Rika gazvesinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte yola çıkıp geniş bir vadiye indik. Rasulülîah efendimiz haceti için ayrılıp hayli uzağa gitti. Ben de onun peşi sıra su kabim götürdüm. Rasulülîah şöyle bir etrafına bakındı, hacetini yaparken gizlenecek bir şey göremedi. Bir de baktı ki vadinin kenarında bir ağaç var. Onun yanına kadar gidip dallarından birini tuttu ve: "Allan'in izniyle haydi benimle gel" dedi. Dal sanki burnundan zincirle yedilen bir deve gibi, onun peşi sıra geldi. O diğer bir' ağacın yanında durup onun da bir dalma asılarak: "Haydi sen de Allah'ın iziniyle benimle gel!" diyerek çekti ve o da geldi. Efendimiz onu diğer dal ile birleştirerek arkasına gizlenip hacetini yaptı.

Ben bu sırada kendi kendimle konuşup bekliyordum. Bir de baktım ki, Rasulülîah bana doğru gelmekte ve başı ile: "İşte şuraya, İşte şuraya!" diyerek sağına ve soluna işaret etmekte. Peygamberimiz başı ile bu işareti yaparken orada duraklamıştı. Yanıma geldiği zaman: "Durup başımla sağıma ve soluma işaret ettiğim yeri gördün mü?" diye bana sordu. Ben de: "Evet ey Allah'ın rasülü" dedim. Bunun üzerine Rasulülîah bana: "Öyleyse haydi o iki ağacın yanına kadar git, her ikisinden birer dal kes ve o dalları getirip işarette bulunduğum yerlere birer tane bırak" buyurdu. Ben de Rasulüllah'ın emri gereğince gidip bir taş aldım. Onun bir kenarim keskinleştirerek birer dal kestim, dalları sürüyerek Rasulüllah'ın işaret ettiği yere kadar getirip koydum. Sonra Rasulüllah'a gelerek, buyurduklarim aynen yerine getirdiğimi haber verdim. Bu sırada Rasulüllah efendimiz buyurdular ki: "İşte ben, oradan geçerken işarette bulunduğum her iki yerde, iki kabir bulunmakta olduğunu gördüm. Onlar azab içinde idiler. îstedim ki, kendilerine şefaatim sebebiyle azapları hafifletilsin. İşte bu iki yaş dal, onların kabirleri üzerinde kuruyacakları zamana kadar onların azabimn hafîfletilmesine vesile olacaktır,"

Bundan sonra biz, askerin yanına geldik. Peygamber efendimiz bana: "Ey Cabir, bana abdest almam için su getirmelerini söyle!" diye emretti. Ben de: "Abdest almak için su! su!" diye bağırdım, hiç su getiren olmadı. Kafilenin bu husustaki durumunu sordum; bir damla su olmadığı cevabim aldım. Gelip. Rasulüllah'a bilgi verdim. Ensardan biri, daima Rasulüllah için serin su bulundurmakla vazifeli idi. Rasulüllah efendimiz, onun serinlettiği suyu içerlerdi. Derhal beni o adama gönderdi. Ben de derhal o adama gittim, maalesef, onun su kırbasında bir içimlik dahi su yoktu. Sa'dece kırbanın ağzında bir damla su bulunmakta idi ki, onu kırbanın içine bıraksam, kırbanın kuru kısınılarim ıslatacak kadar bile yoktu. Dönüp geldim. Durumu Rasulüllah'a arz eyledim. Rasulüllah da bana: "Git, o su kırbasını bana getir!" buyurdu. Ben de derhal gidip'getirdim. Bu su kabim mübarek eline alan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz bazı şeyler konuşup okudu. Fakat ben, neler konuştuğunu fark edemedim.

Peygamberimiz, su kırbasını eliyle yokladıktan sonra bana hitaben: "Ey Cabir, bize geniş bir su kabı getirmeleri için nida et!" buyurdu. Ben bütün sesınıin çıktığınca: "Geniş bir su kabı getiriniz!" diye bağırdım. Derhal getirdiler, ben de onu Rasulüllah'ın önüne koydum. Rasulüllah bana eliyle işaret ederek benim elimde bulunan su kırbasını, getirilen geniş kabın üzerine yaymamı söyledi. Ben de yaydım. Sonra mübarek parmaklarim birbirinden ayırarak, onun üzerine koydu ve onu geniş su kabimn dibine indirdi. Sonra bana hitaben: "Onu al kaldır ve üzerime dök, "Bismillah!" diye de söyle" buyurdu. Ben de öyle yaptım. Mübarek parmaklarından su akmaya ve geniş su kabı dolmaya başladı. "Ya Cabir, suya ihtiyacı olanların, gelip su almaları için ilan et!" buyurdu. Ben de ilan ettim, insanlar geldiler, diledikleri kadar su aldılar. İyice suya kandılar. Rasulüllah efendimiz elini geniş su kabından kaldırdığı zaman o yine su dolu idi."

Susuzluklarim iyice gidermiş bulunan insanlar, biraz sonra Rasulüllah'a açlıktan şikayet ettiler. Rasulüllah da onlara: "Çoğvarmaz yüce Allah, açlığimzı da giderecek bir imkan lütfeder" buyurdu. Derken Seyfül-Bahr denilen yere gelcliğimizde, bir hayvanın denizden karaya vurduğunu gördük. Bunun yarısıyla bütün asker doyuma erdi. Kızarttılar, pişirdiler, yediler ve doydular." [55]

Cabir der ki: Bu kıyıya vuran hayvan o kadar büyüktü ki, onun göz çukuruna beş kişi girip saklan sa kimse onları göremezdi. Dönüşte yan tarafından bir parçayı en kuvvetli devemize yükleyerek Medine'ye getirdik. Fakat onu getiren deve, zorlanarak iki büklüm haline geliyordu." [56] Buhârî ve Müslim Cabir'den rivayet ederler. O demiştir ki: "Ben Rasulüllah efendimizle gazaya çıkmıştım. Fakat devem geride kalıyor ve beni yoruyordu. Ne kadar iyi yürümesi için uğraştımsa faydası olmadı. Durumu farkeden Rasulüllah efendimiz: "Ey Cabir, sana ne oluyor? Neden arkalarda kalıyorsun?" diye sordu. Ben de: "Devem yürümüyor ya Rasüîailah" dedim. Bunun üzerine elindeki mihceni ile deveme bir iki kere vuran Rasulüllah: "Haydi devene bin ve onu sür. Artık geri kalacak diye hiç korkma" buyurdular. Ben de binip sürdüm, devem gerçekten o kadar süratlenmişti ki, Rasulüllah'ın önüne geçmesin diye onu zor tutuyordum.

Ebû Nuaym'ın Cabir bin Abdullah'tan bir rivayeti de aşağı yukarı bu merkezdedir. Yine Ebû Nuaym'ın Cabir'den bir rivayeti vardsr. Bu rivayet dahi bu mealde olmakla beraber, bunda farklı olarak Rasulüllah'ın Cabir'in devesine bir İki vurduktan sonra, "Haydi Bismillah de, devene bin!" buyurduğu ifade edilmektedir.

Yine aynı olayla ilgili olarak Cabir'den Ahmed bin Hanbel'in de bir rivayeti bulunmakta ve bu rivayette şöyle denilmektedir:

"Ben geceleyin devemi kaybetmiştim. Rasulüllah'a uğradığımda o bana: "Neyin var?" diye sordu. Ben de devemi kaybettiğimi söyledim. Rasulüllah bana belli bir yeri işaretleyerek: "İşte deven oradadır, git al!" buyurdu. Ben gittim ise de devemi göremedim. Rasulüllah'a döndüğüm­de o bana yine: "İşte deven orada, git al!" buyurdu. Gittim, aradım, yine bulamadım. Döndüğümde Rasulüllah beni yanına alarak, işaret ettiği yere götürdü ve devemi elime teslim etti. Ben devemin yularından çekerek götürüyordum. Baktım, yazık dedim; "Benim böylesine küçük adımlarla yürüyen şaşkın bir devem olsun!" diye hayıflandım. Rasulüllah: "Ya Cabir, kendi kendine neler söyleniyorsun?" buyurdu. Ben de söylediklerimi kendisine haber verdim. Rasulüllah elindeki kamçısı ile devenin arkasına vurdu. Deve Öylesine süratlendi ki, şimdiye kadar onun kadar süratli bir deveye hiç binmiş değilim. Adeta devemi zor zapt ediyordum."

Vâkıdî ve Ebû Nuaym Cabir bin Abdullah'dan şöyle rivayet ederler: "Peygamber efendimiz Zatür-Rika savaşma çıkmaya karar verdiği zaman, Ulbe bin Zeyd, üç adet deve kuşu yumurtası getirdi ve dedi ki: "Ey Allah'ın rasülü, bunlar deve kuşunun yuvasına bıraktığı yumurtalardır." Efendimiz de bana hitaben: "Onları al, hazırlayıp getir" buyurdular. Ben de hemen gidip onları bir sahan içinde pişirerek getir­dim, ne kadar ekmek aradımsa da bulamadım. Çaresiz ekmeksiz olarak Rasulüllah'ın huzuruna koydum. Rasulüllah ve ashabı da onu ekmeksiz olarak yemeye başladılar. Herkes yedi ve doydu. Fakat sahandaki yumurta hiç eksilmeden duruyordu. Peygamberimiz ve onunla birlikte yiyenler kalktılar, sonra ashabtan diğerleri geldi. Onların da hepsi bu yumurtadan yiyip doydular. Sonra, hava serinleyince yerlerimizden kalkıp yolumuz-a devam ettik."

Beyhekî, Cabir bin Abdullah'tan şunu nakleder: "Biz Rasulüllah ile birlikte Benî Enmar savaşma çıktığımızda yolda giderken Peygamber efendimiz, bir adam hakkında: "Allah onu kurban eylesin" dedi. Adamcağız: "Ey Allah'ın rasülü, Allah yolunda değil mi?" dedi. Peygamberimiz de: "Evet Allah yolunda" buyurdu. Hakikaten bu adam, Allah yolunda kurban oldu, yani şehid düştü."

(Benî Enmar savaşı, Zatür-Rika savaşıdır.) Ayrıca bir bilgi olarak bu rivayeti, sahihtir kaydıyla Hakım'ın dahi rivayet ettiğim kaydedelim. Ancak Hakim, gazalara dair yazdığı bazı eserlerde, bu adamın Yemame savaşında şehid olduğunu zikretmiştir.[57]

Hendek Gazvesinde Görülen Ayetler ve Mucizeler

Beyhekî Katade'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Bize anlatıldığına göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ahzab gününde buyurmuş ki: "Bu günden sonra artık müşrikler bize savaş açamazlar!" Gerçekten de Rasulüllah'ın buyurdukları gibi, Ahzab savaşından sonra müşrikler bir daha müslümanlara karşı savaş açamamışlardır." [58]

Buhârî Süleyman bin Sürad'dan rivayet eder. O şöyle demiştir: "Rasulüllah efendimiz Ahzab günü, düşmanlar savulduktan sonra buyurdular ki: "Şu andan itibaren savaşan bizler olacağız! Artık onlar bize değil, biz onlara savaş açacağız!"

(Ebû Nuaym da Cabır'den benzen bir rivayet nakletmiştir.)

Buhârî Cabir bin Abdullah'tan rivayet ediyor. O şöyle demiştir: "Biz Ahzab günü hendek kazıyorduk, çok sert ve sağlam bir kayaya rastladık, onu bir türlü paçalayamadık. Ashab gidib durumu Peygam­ber efendimize arz ettilerPeygamberimiz: "Hendeğe ben ineyim" buyurdu ve ayağa katktı. Bu sırada açlıktan karnına taş bağlamış olduğu görüldü. Gerçekten bizler tam üç gündür hiç bir şey yememiştik. Peygamberimiz hendeğe indi, balyozu eline alıp kayaya vurdu. Kayanın yumuşak bir toz yığim haline geldiği görüldü. Ben dedim ki: "Ya Rasülallah eve gitmem için bana izin veriniz." O da izin verdi. Ben eve gidip hanımıma dedim ki: "Ben Peygamber efendimizin dahi aç olduğuna muttali oldum. Kendisine yedirebileceğimiz bir şey yok mudur?" Hanımım da bana: "Bir miktar arpa ile oğlağımız var" dedi. Ben derhal oğlağı kestim. Hanım da arpayı öğüttü. Eti tencereye koyduk.

Ben derhal Peygamberimize gelip: "Ya Rasülallah az miktar yiyeceğimiz var. Sizi ve bir iki arkadaşimzı hanemize buyur ediyoruz" dedim. Peygamberimiz yiyeceğin miktarim sordu, ben de bildirdim. Bunun üzerine o: "Bu çoktur ve hoştur" buyurdu ve bana hitaben:"Git hanımına söyle, ben gelmeden tencereyi indirmesin, ekmeği de pişirmesin" buyrdu. Bütün ashabına hitaben de: "Haydi hepiniz Cabir'in yemeğine" diyerek davette bulundu. Bütün muhacirler ve ensar kalktılar. Ben bu durumdan telaşlanarak eve koştum, hanımıma: "Vay halimize Peygamberimiz bütün ashabim ve onlarla beraber olanları alarak yemeğe geliyor" dedim. Hanımım bana: "Neyimiz olduğunu Peygamberimiz sormadı mı?" dedi. Ben de: "Sordu" dedim. Hanım: "Öyleyse telaşa mahal yok! Hepsi gelsinler!" Peygamberimiz ashabı ile birlikte geldi. Ashabına hitaben: "Haydi giriniz birbirinize sıkıntı vermeyiniz!" buyurdu. Sonra hamurdan küçük parçalar alıp üzerine bir miktar et koyarak mübarek tükrüğü ile bunu tencere ve fırim ilaçlayıp mayaladı. Sonra fırında pişen etli ekmekleri alıp ashabına verdi. Bu minval üzere buna devam etti ve bütün ashabim bu şekilde doyurdu. Yine de hayli yiyecek kaldı. Buyurdu ki: "Bundan kendiniz de yiyiniz, ayrıca komşularimza da hediye ediniz. Zira bütün insanlara açhk isabet etmiş durumdadır."

Buhri'nin Müslim ile beraber (yani ittifak halinde) yine Cabir'den olan diğer rivayetleri de aynıdır, ancak şu farklılık vardır:

"...Sonra bereketlenmesi için dua buyurdular. Ben, Allah'a yemin ederek ifade edeyim ki, ashabın sayısı bin kadar olduğu halde, hepsi bundan yiyip doydular. Kalkıp gittikleri zaman da tenceremizde hâlâ et kaynıyordu. Gerek etimiz, gerek ekmeğimiz, sanki hiç yenilmemiş gibiydi."

Vâkıdî ve İbn-i Asâkir Abdullah bin Mugayyes el-Ensari'den şöyle rivayet ederler: "Hendek savaşı sırasında Ümmü Amir el-Eşheliye Peygamber efendimize bir tas içinde Hays denilen (ve et suyu ile undan yapılan) çorba gönderdi. Bu sırada efendimizin yanında Ümmü Seleme de vardı. Ümmü Seleme bu çorbadan karnim doyurdu. Rasulüllah da bir miktar içtikten sonra, Rasulüllah'ın münadisi hendek ehlini bu çorbadan içmeye çağırdı. Onlar da gelip bu çorbadan içtiler ve doydular. Sonunda bu çorba sanki hiç içilmemiş gibi duruyordu."

(Vâkıdînin ve İbn-i Asâkir'in bu haberi, mürseldir.)

Ebû Ya'lâ ve İbn-i Asâkir, Abdullah bin Ali bin Ebû Rafi'den naklederler. Onun ninesi Selma, kendisine şöyle haber vermiştir: "Hendek günü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebû Rafİ'e bir koyun göndermiş, bunun kesilip kızartılmasını istemiş. Ebû Rafi de bunu kesip kızarttıktan sonra bir sepete koyarak Rasulüllah'a getirmiş ve bu koyunun iki ön bacağı (döşleri) bile hiç umulmadık derecede bereketlenmiştir."

Ebûl-Kasını el-Beğavi, kendisinin Mu'cem adlı eserinde Muaviye bin Hakem'den şu haberi nakletmiştir: "Bizler hendekte Rasulüllah ile birlikte çalışıyorduk. Derken kardeşim Ali bin Hakem'in ayağı hendeğin duvarına çarparak yaralandı. Yarası oldukça ciddi olup kanıyordu. Derhal Peygamberimize geldi. Peygamber efendimiz de onun bu yarasını mübarek eliyle sıvadı ve: "Bismillah" dedi. Kardeşimin ayağı iyi olup, hiç kendisine rahatsızlık vermedi."       

Beyhekî İbn-i İshak tarikiyle şöyle rivayet eder: Selman-ı Farisi'den bana gelen habere göre, o demiştir ki: "Hendek günü ben, bir kısmın kazılması için çalışıyor fakat güçlük çekiyordum. Bana iltifat edip çektiğim güçlüğün farkına varan, Rasulüllah efendimiz, hendeğe inip elimden balyozu aldı ve şiddetle vurdu. Bu sırada balyozun altından bir kıvılcım çıktı. Bir daha vurdu, yine altından kıvılcım parladı. Bir daha vurdu. Yine altından bir kıvılcım parladı. Ben dedim ki: "Ey Allah'ın rasülü. Bu parlayan kıvılcımlar nedir?" Efendimiz de buyurdular ki: "Birinci kıvılcım, Allah'ın bana Yemen'i fethedeceğini gösterir, ikincisi: Şam'ın ve batimn fethim gösterir. Üçüncüsü ise, Allah'ın bana doğuyu da fethedeceğinin işaretidir." [59]

İbn-i İshak der ki: Kendisine itimad ettiğim kimselerin bana anlattığına göre, Ebû Hureyre, Ömer ve Osman zamanlarında şöyle konuşurmuş: "Ey müslümanlar! Bütün güç ve imkanlarimzla Allah yolunda cihad edip ülkeler fethediniz! Ben varlığım elinde olan Allah'a yemin ederek söylerim ki, sizin fethettiğiniz ve kıyamete kadar da fethedeceğiniz hütün şehir ve ülkelerin anahtarlarim, şanı yüce Allah; sevgili Rasülü Muhammed'e vermiştir."

Beyhekî ve Ebû Nuaym Bera bin Azib'ten rivayet eder. O şöyle demiştir: "Bizler hendek kazınımda çalışırken, büyük ve sert bir kayaya rastladık. Bir türlü onu parçalayamadık. Şikayetimizi Rasulüllah'a götürdük. O balyozu eline aldı ve "Bismillah" diyerek bir darbe indirdi. Derhal kayanın üçte biri parçalanmıştı. Akabinde Peygamber efendimiz: "Allahü ekber" diyerek tekbir getirdi ve: "Allah bana Şam'ın anahtarim vermiştir. Vallahi ben oradaki kırmızı köşkü görüyorum" buyurdu. Sonra ikinci defa vurdu, bu seferinde de üçte biri daha ufalanıvermişti. Peygamberimiz derhal "Allahü ekber" diyerek tekbir getirdi ve: "Faris'in anahtarları bana verilmiştir! Vallahi ben Medain'in beyaz köşkünü görmekteyim" buyurdu. Sonra üçüncü defa vurdu ,ve o kocaman kayayı kum yığim haline getiriverdi. Derhal "Allahü ekber" diyerek tekbir getirdi ve: "Bana Yemen'in anahtarları verildi! Şu anda ben oranın başşehri olan San'a'nın kapılarim görmekteyim" buyurdu." [60]

İbn-i Sa'dİbn-i Cerir, İbn-i Ebî HatimBeyhekî ve Ebû Nuaym Kesir bin Abdullah tarikiyle; babası vasıtasıyla dedesinden şu haberi vermektedirler: "Hendek kazarken beyaz ve sert bir kaya çıktı. Bunu kırmaya çalışırken demirimiz kırıldı, tyice zorlanmıştık. Nihayet durumu Peygamber efendimize arz eyledik. O da Selman'ın elindeki balyozu alarak bu beyaz ve yuvarlak kayanın üzerine şiddetle vurdu. Kaya sarsıldı ve balyozun altından bir ışık çıktı. Sanki Medine'nin iki yakası arasını aydınlatmıştı ve karanlık bir gecede parlayan bir kandil gibi gözlerimize aksetmişti. Bunun üzerine tekbir getiren Peygamber efendimiz, ikinci bir darbe daha indirdi. Kayadan yine bir sarsıntı ve bir ışık çıktığim gördük. Yine tekbir getiren Peygamberimiz; üçüncü defa kayaya şiddetle vurdu ve kayayı kum yığim halinde par çalayı verdi. Yine Medine'nin iki yakasını aydınlatırcasma bir nur çıktı. Efendimiz derhal tekbir getirdi. Biz de gördüğümüzü ve Peygamber efendimizin tekbir getirişini kendisine arz edip, hikmetini sual eyledik. Buyurdular ki: Birincisinde bana Hire ve Medâin şehirleri gösterildi ve Cebrâîl ümmetimin buraları fethedeceğini bildirdi, ikincisinde Rum diyarimn kırmızı köşkleri gösterildi. Buralarimn da ümmetim tarafından fethedileceğCebrâîl tarafından bildirildi. Böyle bir fetih ve zaferle şimdiden sevinebilirsiniz. Üçüncüsünde ise, San'a'nın köşkleri gösterildi ve burasının da fethedileceği haberi verildi. Sizler de bu müjdeli haberlere sevinebilirsiniz."

Bu sırada münafıkların nifak dolu sözleri işitilmeye başladı. Onlar diyorlardı ki: "Muhammed, bir taraftan sizlere büyük müjdeler veriyor; kendisi Medine'de olduğu halde Hire ve Medain'deki köşkleri gördüğü­nü söylüyor, diğer taraftan bakıyoruz, hendek kazmakla meşgulsünüz? Gelecek olan düşmanın karşısına çıkmaktan bile acizsiniz!" İşte münafıkların ve kalbinde hastalık olanların bu kabil sözleri üzerinedir ki, şanı yüce Allah Kerim Kitabındaki şu ayeti indirmiştir:

"Münafıklar ve kalblerinde hastalık bulunan kimseler: "Allah ve rasülü bize Sa'dece boş vaadlerde bulundu" diyorlardı." [61]

Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Ishak tarikiyle Said bin Meynadan naklederler. O da Numan bin Beşir'in kız kardeşinden nakleder. O demiştir ki: "Annem, elbisemin bir kenarına bir miktar hurma koyarak, bunu hendek kazmakta olan babam va dayıma götürmemi istedi. Giderken Rasulüllah'a uğradım. Beni çağırdı, ben de yanına gittim. Hurmaları iki avucuna aldı, yere bir yaygı yayılmasını emretti, elindeki hurmaları yerdeki yaygimn bazı yerlerine sepeledi. Sonra hendek kazmakta olanları çağırıp bu hurmaları yemelerini emretti. Onlar da gelip toplandılar. Onlar hepsi bu hurmadan yediler ve doydular. Kalkıp gittikleri zaman, yaygimn üzerinde hâlâ hurma vardı, [62]

Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan şöyle nakleder: "Mugire oğullarından bir adam: "Ben vallahi Muhammed'i öldüreceğim" diyerek atma biner ve atim hendeğe sürer. Hendeğin içine yuvarlanıp boynu kırılarak telef olur. Karşı taraf: "Ey Muhammed onun ölüsünü bize teslim et, biz sana onun diyetini verelim" derler. Fakat Peygamberimiz bunu kabul etmez ve: "Bırakınız onu, o habis bir adamdır, onun diyeti de elbette habistir" buyurur.

Beyhekî Katade'den şöyle nakleder: "Şanı yüce Allah, Bakara süresindeki şu ayetini inzal buyurur:

"Yoksa siz, sizden önce geçenlerin durumu başimza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandimz? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuştu ki, iyice sarsılmışlardı." [63] İşte müminler Hendek savaşı sırasında Ahzab'a yani kabileleri toplu olarak karşılarında gördükleri zaman: "Bunlar hiç şüphesiz Rabbimizin ilgili ayetinde bize haber verdiği durumdan başkası değildir" dediler.

Buhârî ve Müslim'in ittifakla İbn-i Abbâs'tan rivayet ettikleri bir hadiste Rasül-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Ben, hendek savaşında Ahzab'a (müttefik düşman ordularına karşı) saba rüzgarı ile zafere kavuşturuldum! Vaktiyle Ad kavmi de, Debûr (Lodos) rüzgarı ile helak olmuştu."

Ebû Nuaym ile İbn-i Ebî Hatim'in seukettikleri İbn-i Abbâs hadisi ise şöyledir: "Ahzab harbi sırasında kuzey güneye gelip dedi ki: Haydi rüzgarim sal da Allah'a ve rasülüne yardım eyle!" (Allah ve Rasülünün düşmanlarim perişan et!) Güney de kuzeye dedi ki: "Geceleyin sıcak bir esinti cereyanı olmaz. Sen onların üzerine saba rüzgarim gönder de hepsi perişan olsunlar." Derken saba rüzgarı esmeye başladı. O kadar şiddetle esti ki, düşmanların ateşleri söndü, çadırlarimn ipleri kopup darmadağın oldu. Eşyaları, atları, develeri birbirine karışıp tam bir felaket ve hezınıet oldu. İşte bu durumu kastederek Peygamber efendimiz de: "Ben saba fırtınası ile zafere kavturuldum. Vaktiyle Ad kavmi de Debûr rüzgarı ile helak olmuştu!" buyurdular.

İmâm-ı Mücahid'in Ahzab (birleşik ordular) harbiyle ilgili olarak nazil olan Ahzab suresinin: "Ey Müminler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın, hani bir zaman size ordular gelmişti de, biz onların üzerine bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah, bütün yaptıklarimzı görmektedir" [64]anlamındaki ayetiyle ilgili olarak şu açıklamada bulunduğu bildirilmektedir: "Ayetteki "Bir rüzgar" ile Cenab-ı Hak, saba rüzgarim murad etmektedir ki birleşik orduların üzerine bu rüzgarı göndermiş, Hendek savaşı sırasında düşmanların ateşini onunla söndürmüş, tencere ve kazanlarim, ip ve çadırlarim söküp altüst eylemiştir. O derece ki, onlar orada tutunamayıp ric'ate mecbur olmuşlardır. Yine Cenab-ı Hak, "...ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik" buyurmakla da; tarafı üahiyesinden gönderilen melekleri kasdetmektedir. Çünkü bu savaşta da bilfiil savaşa katılmamakla beraber melekler gönderilmiştir."

Beyhekî Huzeyfetü'bnül Yeman'dan şöyle rivayet eder. O demiştir ki: "Biz Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte hendekte bulunduğumuz bir gece, gördüm ki çok şiddetli bir rüzgar esmektedir ve hava da inadına soğuk olmuştur. Bu sırada Rasulüllah efendimiz buyurdular ki: "Düşmanın ne yaptığına dair kim bir> haber getirirse, kıyamet günü ona şefaat edeceğim!" Rasulüllah'ın bu davetine içimizden icabet eden olmadı. Rasulüllah: "Düşmanın durumu hakkında kim bir bilgi getirecek?" diye ikinci ve üçüncü defa davette bulunduğu halde gönüllü olarak kalkıp ta "ben getireceğim!" diyenimiz çıkmadı[65]Sonunda efendimiz, doğrudan bana hitabla: "Ey Huzeyfe kalk! Git ve düşmanın durumu hakkında bilgi getir!" diyerek emrettiler. Ben hemen kalkıp gittim, düşmanın durumu hakkında bilgi alıp getirinceye kadar sanki hamam­da yürür gibiydim. Havanın çok soğuk olmasına rağmen hiç üşümemiş-tim. [66]Rasulüllah'a: "Ya Rasülallah, ben soğuğun şiddetinden korkarak size icabet edememiştim" diyerek özür dilemiştim. Rasulüllah da bana: "Haydi git, ne soğuktan, ne de sıcaktan korkun olmasın" buyurmuştu. Hatta: "Allah'ım, onu önünden, arkasından, sağından, solundan, üst tarafından ve alt tarafından gelebilecek olan fitne ve zararlardan koru!" diyerek dua buyurmuştu.

Ben aslında düşman karşısında cesareti de az olan bir kişi idim. Rasulüllah'ın duaları bereketiyle ne bir korku, ne bir zarar veya fitne gömleksizin gidip vazifemi ifa eyledim. Düşman saflarına usulca daldım, etrafı güzelce gözetledim. Düşman tam bir perişanlık' ve şaşkınlık içindeydi. Herkes: "Haydin göç, göç!" diye bağırışıyordu. Fakat kimse   fırtınanın  şiddetinden  yerinden  kıpırdayamıyordu. Binit hayvanlarimn çadır ve yataklarimn üzerine taşlar geliyordu. Sanki iki kuvvetli ordu birbirine girmiş, kılıç harbi yapıyormuş gibi sesler geliyordu. Ben, durumu gözlerimle gördükten sonra geri döndüm. Dönüş yolunu yarıladığım sırada sayıları yirmi kadar görülen atlılara rastladım. Bu başları sarıklı süvariler bana dediler ki: "Peygamberinize müjde ve haber eyle, Allah yardımim gönderip düşmanlarimzı perişan etmiştir!" Ben yoluma devam ederek Rasuîüllah'ın yanına geldim. Döner dönmez de yine eskisi gibi üşümeye başladım. Tam bu sırada şanı yüce Allah, ehli İslama olan yardımim beyan eden ayeti celilesini inzal buyurdu. (Ki bu ayeti celile, az yukarda mealini gördüğümüz Ahzab suresinin dokuzuncu ayetidir.)

Sahihtir kaydıyla Hakim'in ve Ebû Nuaym'ın diğer bir rivayetinde şu farklılık vardır:

Huzeyfe der ki: Rasulüllah bu sırada bana hitaben: "Ey Huzeyfe, düşmanın durumunu öğrenmeye sen gider misin?" diye teklifte bulundu. Ben de dedim ki: "Ey Allah'ın rasülü, Bilirsiniz ki ben öldürülüp şehid olmaktan asla korkmayan bir adamım! Fakat doğrusu bu ki, düşman eline esir düşmekten korkmaktayım." Bunun üzerine efendimizin bana kelamı: "Korkma ey Huzeyfe, sen esir olmayacaksın!" oldu. Ben de bunu üzerine gittim. Düşman içlerine kadar ilerledim. Gördüm ki, fırtınanın şiddetinden müşriklerin çadırları yıkılmakta, etrafta kab kaçakları uçuşmakta, atları ve develeri birbirine girmekte. Herkes: "Haydin göçüyoruz göçüyoruz!" diye bağrışmaktadır."

Buhârî ve Müslim (hadis ve rivayet ilminde kendilerinden şeyhayn diye bahsedilir. Burada da müellifimizin "şeyhayn-yani iki büyük üstad rivayet ettiler ki" ibaresi ile başladığim görüyoruz. Daha önceleri de bir çok yerde aynı tabiri kullanmıştır. İşte bu iki büyük üstad ve imam); Abdullah bin Evfadan ittifakla rivayet ederler: O demiştir ki: "Ahzab (Hendek) savaşında Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dua buyurdular:

"Allah'ım sen, kitabı indiren, hesabı seri olansın! Birleşik ordular halinde de karşımıza gelip bizi ve dinimizi yok etmek isteyen şu orduları perişan eyle! Allah'ım, onları iyice sars ve tam manası ile perişan eyle!" [67]

Yine Buhârî ve Müslim Ebû Hureyre'den naklederler. O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyururlar ki:

"Allah'tan başka ilah yoktur! O birdir! O, kendi askerini aziz ve muzaffer kılmıştır! Kulu Muhammed'e yardım eylemiş, Ahzab'ı (müttefik ordularim) perişan kılmıştır. O birdir, O'ndan başka sığimlacak, yardım ve imdad dilenilecek başka bir varlık yoktur!"

İbn-i Sa'd, Said bin Müseyyib'den rivayet eder t* O demiştir ki: "Hendek savaşı sırasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) muhasara altında kalmıştı. O ve ashabı yirmi güne yakın muhasarada tutuldu. Hepsi çok sıkıntı ve üzüntü duydular. Nihayet Peygamber efendimiz Cenabı Allah'a dua ve niyazda bulunup: "Ey Allah'ım, bize olan ahdini ve vadini yerine getirmeni istiyorum! Allah'ım bize yardım ve imdad eyle! Allah'ım eğer istersen (düşmanlarımıza imkan ve fırsat verirsen), kıyamete kadar sana kulluk eden olmaz!" diyerek islamî tevhidin gereği, yüceler yücesi Allah'a sığimp O'ndan yardım ve zafer dileğinde bulunmuştur."

İbn-i Sa'd, Cabir bin Abdullah'tan nakleder. O demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz, Ahzab mescidinde pazartesi, salı ve çarşamba günleri Cenabı Hakka dua ve münacatta bulundu. Çarşamba günü öğle namazı ile ikindi namazı arasında duasının kabul buyuruldu-ğuna dair işaret aldı. Bizler de O'nun mübarek yüzünün neşe ve sürurundan, bunun farkına vardık. Şahsen dahi; nice sıkıntı ve zorluklarım için dua ve niyazda bulunup ta Allah tarafından kabul edildiğini görmek isterdim. Tam bugünü bir fırsat bilerek, aynı saat içinde Cenabı zül-Celal'e dua ve niyazlarda bulundum. Kabul edildiğinin işaret ve emmarelerine de nail oldum."

İbn-i Sa'd, Vâkıdî tarikiyle onun üstatlarından. Onlar da Amr bin Abd-i vedd'den naklederler. Bu adamcağız Hendek savaşında sesinin çıktığı kadar bağırıp kendisine mübariz istemiş. Ali bin Ebû Talib (radıyallahü anh) de: "Ben ona mübariz olarak çıkmak istiyorum!" demiş. Bunun üzerine Peygamber efendimiz kendisini hazırlayıp kılıcim kuşandırmış, sarığım sarmış ve: "Ey Allah'ım düşmanına karşı Ali'ye yardım eyle!" buyurarak Ali hakkındaki duasını etmiş. Sonra onu mübarezeye çıkarmıştır. Her ikisi kıyasıya çarpışş, ortalığı toz duman kaplamış. Bu sırada Ali, Amr'in boynunu vurarak öldürmüştür. Amr'in arkadaşları da çareyi kaçıp geri çekilmekte bulmuşlardır."

Ebû Nuaym Urve ve İbn-i Şihab'tan şöyle nakleder: "Nuaym bin Mesud Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek şunları söylemiştir: "Ya Rasülallah Kureyş harpten usanmış ve neticeden ümid kesmiş bir durumdadır. Bana onlardan, haber geldi. Diyorlar ki: "Biz hayli zor durumdayız, zaman da hayli uzamış bulunuyor, yiyecek sıkıntısı da başlamıştır. Şu işi bir an evvel bitirmemiz için bize önçmli bi yardımimz gerekiyor." .Ben de kendilerine (ki onlar benim müslümanlığımı gizlemem sebebiyle, halâ beni kendilerinden sanıyorlar) şu haberi yolladım: "Dediğiniz çok güzel ve yerinde. Fakat size tam itimat edemeyiz. Bunun için bazı adamlarimzı rehin vermeniz gerekir. Bu takdirde size yardımcılar gönderebiliriz." Bunun üzerine Rasulüllah da bana dedi ki:

Kureyzalılar sulh için bana haber göndermişler. Ben de kendilerine. "Nadir oğullarim mallarıyla birlikte yurtlarına iade edebileceğimi" söyledim. Bu durumda Kureyzalılar benimle barışıp harpten çekilebi­lirler." Bunun üzerine ben Gatafanlılara gidip: "Haberiniz olsun, ben yahudilerin sizi aldatmak üzere bulunduklarına muttali oldum. Bu hususta ben size iyilik etmek istiyorum. Bana inanimz, yahudilere kanmayimz! Biliniz ki Muhammed, daima doğru söylemiştir. Ben onun: "Kureyzalılar benimle yeniden sulh yapıp harpten çekilmek istiyorlar" dediğini kendi kulağımla duydum. Onların kardeşleri bulunan Nadir oğullarim, mallan ile birlikte yurtlarına iade etmek şartıyla, bu barışı yapmaya hazır imişler" dedim.

(Benim bu çalışmam ve sözlerim üzerine düşman cephesinde birleşmiş olanların arası açılıp, birbirine olan itimatlarim kaybederek büyük tereddüt ve sıkıntılara düştüler. Bunun da Kureyşin durumunun sarsılmasına ve neticenin onlar için bir hezimet olmasına çok etkisi olmuştur.)

Yukarıda ki haberi kısaca bu şekilde aktaran Ebû Nuaym der ki: "Bu haber de delalet eder ki, dostun da, düşmanın da daima söyleyip durduğu, zaman zaman dilinden eksik etmediği, söylendiği zaman itiraz da etmediği bir şey vardır. O da: "Muhammed (aleyhisselâm)'ın; hep doğru söylediği, Muhammed'ül-Emin olduğudur."

İbn-i Adiyy, Beyhekî ve İbn-i Asâkir el-Kelbi tarikiyle Ebû Salih'ten, o da İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet ederler: Yüce Allah'ın kerim kitabındaki ayeti celilesi şöyledir:

"Belki de Allah sizinle onlardan düşman olduklarimz arasına bir sevgi koyar. Allah buna kadirdir. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." [68]

İşte bu ayeti celilede beyan buyurulan sevginin tecelli ve tahakkuku cümlesindendir ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz Ebû Süfyan'ın kızı Ümmü Habibe ile evlenmiştir de, Ümmü Habibe "müminlerin annesi" sıfatına nail olmuştur. Ebû Süfyan'ın oğlu Muaviye de müminlerin dayısı durumuna gelmiştir. [69]

Tahavi'nin naklettiği haberler arasında: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hen­dek savaşı sırasında ikindi namazını kılamamıştı. Cenabı Hak, batan güneşi geri çevirip batı ufkunda gösterip tuttu, Peygamberimiz de ikindi namazını kıldı. Sonra güneş tekrar battı" diye bir rivayet bulunmaktadır.

(Bu rivayetin münakaşası, ilerde gelecektir.) Nevevi'nin bu husustaki ondan nakli: "Bu rivayetin ravileri, sikadır" şeklindedir. Nevevi bunu, Müslim üzerine yazdığı şerhte de söylemiştir.[70]


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar