Bilenlere anlatmaya gerek yoktur, bilemeyenlere anlatmanın faydası yoktur.
Dinî Çeşitliliği Değerlendirme Yetkisi:Frithjof Schuon Örneği[1]
Doç. Dr. Rahim ACAR[2]
Öz: Bu makalede dinî bir otoriteden bağımsız olarak, dinî
inançları değerlendirme yetkisi ve onların doğru anlaşılması meselelerine
dair, Frithjof Schuon’un (1907-1998) epistemolojik çözümlerini inceledim.
Çoğulcu bir bakışla bu sorulara cevap verebilmek için, Schuon üç mertebeli bir
bilgi anlayışı ve iki tür anlama tarzı teorisini ileri sürer. Üç mertebeli bilgi
anlayışında en yüksekte, mutlak Hakikatin etkin ve doğrudan bilgisi olan
entellektüel bilgi, vayhe dayanan dinî-teolojik bigiden de dünya-içi
tecrübelerin genellemesi sayılan aklî bilgiden de üst bir mertebededir. Bu
sebeple entellektüel bilgi sahipleri mutlak Hakikat ve dinler arasındaki
ilişkiyi değerlendirme yetkisine ve doğru anlama ehliyetine sahiptir. Schuon’a
göre entellektüel bilgi, dinî öğretileri sembolik anlamayı gerektirir. Dinî
öğretiler, biricik ve her zaman ve zemin için geçerli doğrular olarak değil,
bir türsel kalıbın örnekleri gibi anlaşılmalıdır. Ancak Schuon’un görüşlerini
iknâ edici delillerle desteklediğini söylemek zordur. Schuon’un görüşlerinde
ciddî tutarsızlıklar görülmektedir. Ayrıca onların dindar insanlarca kabul
edilmesi zordur, zira Schuon’un teorileri dindar insanların kendi dinlerine
bağlanma gerekçesiyle çelişmektedir.
Dinî çoğulculuk müdafaası denince akla daha çok 20.
yüzyılda Batı’da yaygınlaşan tartışmalar gelse de, dinî çeşitliliği yorumlamada
ve dinî çoğulculuğu müdafaa etmede gelenekselci ekolün ve Frithjof Schuon’un
önemli bir yeri vardır. Dinî çoğulculuğu müdafaa etmeye yönelik tartışmaların
belki de en önemli özelliği, bu tartışmaların nisbeten dine rasyonel bir
otorite ışığında bakan çevrelerde geçmesidir.[3] Schuon’un meseleye yaklaşımı
ise, dinî çeşitlilik vakıası karşısındaki en makbul tavrın çoğulculuk olduğunu
aklî otoriteye dayanarak izah etmeye girişen filozofların ya da teologların yaklaşımından
oldukça farklıdır. Schuon’un dinî çoğulculuk müdafaası, dinî çoğulculuğun
mistik tecrübeye ya da onun tabiriyle entellektüel-metafizik bilgiye dayalı
müdafaasıdır. Ülkemizde daha çok Seyyid Hüseyin Nasr’ın eserleri aracılığıyla
bilinen gelenekselci dinî çoğulculuk müdafaasının kökleri kuşkusuz Schuon’un
çalışmalarında yatmaktadır. Ayrıca belirtilmesi gerekir ki, Schuon’un dinî
çoğulculuğa dair görüşleri, bugün felsefe çevrelerinde çokça tartışılan bazı
görüşlerden daha erken bir dönemde ortaya atılmıştır.[4]
Dinî çeşitlilik karşısındaki tavırları belirlerken, aklî
zeminde çoğulcu bir tavrı hangi yetkiye dayanarak iddia edebileceğimiz açık
değildir. Dinî çeşitlilik karşısındaki tavırları, Alan Race’in taksimini
benimseyerek üçe ayırabiliriz: Dışlayıcılık, kapsayıcılık ve çoğulculuk.[5] Dışlayıcılık,
tek bir dinin inançlarının doğru olduğu ve tek bir dinin müntesiplerinin
kurtuluşa ereceği şeklinde tanımlanabilir. Kapsayıcılık, nihâyetinde tek bir
dinin inançlarının hak olmakla birlikte, diğer dinlerde de ilâhî lütuftan
eserler olabileceği ve başka dinlerin müntesiplerinin de hak dinin öğretileri
gereğince kurtuluşa erebileceğini kabul etmek şeklinde tanımlanabilir. Dinî
çeşitliliğe çoğulcu yaklaşım ise birden çok dinin inançlarının doğruluk
bakımından ve müntesiplerini kurtuluşa erdirmek bakımından eşit hükümde
olduğudur.[6]
Bu üçlü bölümlemede dini dışlayıcılıkla kapsayıcılığı
çoğulculuktan ayıran önemli iki etken dinî inançların nasıl anlaşılacağı ve
dinî inançları değerlendirme yetkisi meselesidir. Yani dinleri
değerlendirirken, dinlerin hangilerinin geçerli hangilerinin geçersiz sorusuna
cevap verirken neye dayanacağımız meselesidir. Nihayetinde dinlerin bize
Tanrı’dan, kutsal olandan, normal insanî bilme yetilerinin ötesinde olandan
bilgi verme hedefine yönelik olduğunu kabul edersek,[7] dışlayıcılıkta ve
kapsayıcılıkta nihayetinde belli bir dinin bu husustaki yetkisi esas
sayılmaktadır. Yani Tanrı’nın, yahut daha genel bir ifadeyle kutsalın, ne
olduğu ve bizim onunla nasıl ilişki kurmamız gerektiği meseleleri hakkında
doğru bilgi verecek merci muayyen bir dinî otoritedir. Bu otoritenin mahiyeti
her dinde farklılaşsa bile nihâî yetkili belli bir dinî otoritedir. Bir dini
benimsemek onun bize Tanrı hakkında doğru bilgi verdiğini kabul etmek demektir.
Çoğulculuğa geldiğimizde, Tanrı hakkında bilgi vermek belli bir dinin
yetkisinde görülemez. Eğer dersek ki Tanrı hakkında belli bir dinin
bildirdikleri doğrudur, bu dışlayıcı bir mevzi olacaktır. Dolayısıyla,
dışlayıcı ve kapsayıcı bir mevziyi belli bir dinin yetkisine dayanarak
savunabiliriz. Ama çoğulcu bir mevziyi herhangi bir dinin sunduğu zemine
dayanarak savunamayız. Bu durumda önümüzdeki soru şudur: dinî çeşitlilik
karşısında çoğulcu bir mevziyi hangi yetkiye dayanarak müdafaa edebiliriz?
Dinlerin bize Tanrı yahut kutsal hakkında doğru bilgi verip
vermediğini, hepsinin aynı şekilde geçerli olup olmadığını (1) nasıl
anlayabiliriz ve (2) hangi yetkiye dayanarak iddia edebiliriz? Bu bağlamda,
Schuon’un dinî çoğulculuğu mistik tecrübe otoritesine dayanarak savunması
oldukça önemlidir. Filozoflar arasında dinlerin anlaşılmasının ve
değerlendirilmesinin aklî otoriteye dayanarak yapıldığı görülmektedir. Buna
karşılık Schuon, dinlerin anlaşılmasında ve değerlendirilmesinde batınî-mistik
bir model öne sürmektedir.
Schuon (1) dinî inançların doğru anlaşılmasını da, (2)
onları doğru anlama ehliyetini ve değerlendirme yetkisini de varoluşun ve
bilginin mertebeli oluşuna dayandırır. Varoluş mertebeli olduğu için bir şeyi
anlarken hangi mertebeyi esas alacağımız sorusu ile karşı karşıyayız. Benzer
şekilde bilgi mertebeli olduğu için, hangi mertebedeki bilgiye veya bilgi
iddiasına güveneceğiz sorusu karşımıza çıkmaktadır. Schuon’un bu sorulara
verdiği cevapların temelinde zahir-batın ayırımı yatmaktadır. Dinî öğretilerin
hepsinin geçerli sayılabilmesi, ancak onların doğru anlaşılabilmesiyle
mümkündür. Onların doğru anlaşılabilmesi de, onların batınının bilinmesiyle ve
batınî-entellektüel bilgiyle mümkündür.
Schuon’un dinî öğretilerin doğru anlaşılmasını ve dinî
öğretileri anlama yetkisini entellektüel bilgiye dayandırması, onun
geleneksel-küresel dinî çoğulculuk teorisine husûsî bir önem kazandırır.
Özellikle İbrahimî dinlerin yayıldığı havzalarda akıl-nakil, felsefe-din,
ilişkileri uzun tartışmalar doğurmuş, aklın dinî anlamada yerine ve yetkisine
dair şüpheler hep dillendirilmiştir.[8] Buna aydınlanmadan sonra akla
biçilen mutlak hâkimiyet ve bunun sonucu olarak aklın dine reddedici veya
indirgemeci yaklaşımların kaynağı olarak görülmesi de eklenince, aklın dinleri
anlamada ve yargılamadaki yetkisinin dindar insanlar nezdinde hep sorgulamaya
açık olacağı muhakkaktır. Buna karşılık mistik tecrübe ile dinin kaynağını
teşkil ettiği kabul edilebilecek vahiy alma tecrübesi arasında bir yakınlık
daha yaygın kabul görmüştür. Hatta vahiy alma tecrübesi ile mistik tecrübe
arasında keskin bir ayrımın bütün dinî geleneklerde yapıldığını söylemek
zordur.[9] Schuon’un
geleneksel-küresel teorisinde, dinî bilgide ilâhî müdahale ile teolojik, mistik
ve felsefî yolların ilişkisine dair aslında her dinî bağlamda tartışılmış meseleler
dikkatle örülmüştür. Schuon’un sunduğu görüşler geleneksel dinî tefekkür içinde
benzerleri yahut kökleri bulunabilecek görüşler ihtiva etmektedir. Bu sebeple
Schuon’un kendi tabiriyle entellektüel bilgiye dayandırdığı dinî çoğulculuk
müdafaası dindar insanlar nezdinde cazip bir seçenektir.
Bu makaledeki tartışma, Schuon’un dinî çoğulculuğu müdafaa
ettiği, dinlerin aşkın birliği teorisiyle değil bu teorisine dayanak teşkil
eden epistemolojik zeminle ilgilidir. Bu bağlamda cevaplamaya çalışacağım iki
soru vardır: dinlerin doğru anlaşılması nedir, kimler doğru anlamaya ehil ve
dinleri değerlendirmeye yetkilidir? Makalede soruların sıralamasını
değiştirerek, öncelikle onun üç mertebeli bilgi anlayışını ele alacağım. Daha
sonra da iki anlama tarzını inceleyeceğim. Nihayetinde dinî öğretilere baktığımızda
her bir dinin kendisini hak ve üstün sayan hatta diğerlerini açıkça batıl ve
geçersiz sayan öğretiler içerdiği, dolayısıyla dinlerin birbiriyle çeliştiği
görülecektir. Ancak Schuon’a göre bunlar birbirlerini dışlayıcı çelişkiler
olmaktan ziyade, birbirini tamamlayan parçalardır. Fakat dinî öğretileri bu
şekilde yorumlamayı kabul edebilmemiz için, önce kimin bu konuda yetki sahibi
olduğuna karar vermemiz gerekiyor.
Bu makalede, Schuon’un üç mertebeli bilgi görüşünü
desteklemek için ve dinî öğretileri iki farklı anlama tarzının meşruiyetini
göstermek için ikna edici deliller sunup sunmadığını tetkik etmeye çalışacağım.
Schuon’un üç mertebeli bilgi anlayışına göre, mutlak Hakikatin[10] etkin ve
doğrudan bilgisi olan entellektüel yahut metafizik bilgi, en yüksektedir; vahye
dayanan dinî-teolojik bilgiden de dünya-içi tecrübelerin genellemesi olan aklî
bilgiden de üst bir mertebededir. Dinleri anlama hususunda ancak metafizik
bilgi sahiplerine güvenilebilir, zira sadece onlar mutlak Hakikati ve
dolayısıyla onun büründüğü suretleri doğrudan bilirler. Schuon’a göre, dinî
öğretilerin birbiriyle çelişmesi veya çelişmemesi aslında bir anlama
problemidir. Dinî öğretileri metafizik (batınî) anlarsak dinî öğretiler
arasında bir çelişme olmaıdığı görülecektir. Ancak metafizik- entellektüel
bilgi sahibi kimseler dinî öğretileri metafizik olarak anlayabilir. Dinî
öğretileri metafizik anlamak, onları pek çok bireysel örneği içeren birer
türsel- kalıbın örneklenmesi (sembol) olarak anlamaktır. Schuon bilgi
mertebelerini ayırırken metafizik bilgi sahibi olmayanlar için ikna edici
gerekçeler sunması gerekir. Metafizik bilgi sahibi olanlar için —tanım gereği—
herhangi bir teori geliştirmesine gerek yoktur. Diğer taraftan, Schuon’un doğru
anlama olarak sunduğu metafizik (sembolik) anlama, dinî öğretilerin
benimsenmesi ile ne kadar tutarlıdır? Dinî öğretileri sembolik anlamak, acaba
dindar insan açısından kabul edilebilir bir izah mıdır?
2.
Bilgi sahaları ve
bilgi kaynakları:
Dinlerin aşkın birliği teorisini temellendirmek ve değerlendirmek
için Schuon’un Transcendent Unity of Religions isimli eserinde yaptığı
ön hazırlıklardan birisi, dinlerle ilgili bilgi kaynaklarını ve bilgi
türlerini ayırdetmektir. Burada Schuon mertebeli bir yapıya sahip olarak üç
bilgi türü ayırır: metafizik veya entellektüel bilgi, teolojik veya imana yahut
taklide dayanan bilgi, ve nihayet felsefî veya rasyonel yahut aklî bilgi. Bu
bilgi türleri kaynaklarına göre tasnif ve tanzim edilmiştir. Buna göre,
metafizik bilginin kaynağı entellekttir, dinî-teolojik bilginin kaynağı
vahiydir ve felsefî bilginin kaynağı ise akıldır (ratio). Bu bilgi
türlerinin mertebelenişini ve ilişkilerini belirginleştirmek, onların din
hakkındaki değerlendirmelerinin sınırlarını ve geçerliliğini ve onların din
karşısındaki konumlarını ve yetkilerini belirlemek açısından önemlidir. Zira,
Schuon nazarında dinî çeşitlilik karşısında, hangi kaynaktan gelecek bilgiye ne
kadar itibar edileceğini bu mertebelenme tayin etmektedir.
Schuon’a göre üç temel bilgi türünün en üst mertebesinde
metafizik veya entellektüel bilgi gelmektedir. Bu bilgi türüne entellektüel
demenin dayanağı bu bilginin “entellekt”ten kaynaklanmasıdır. Bu bilgi
metafizik bilgidir, aşkın bir karakteri vardır ve “saf insanî düşünce tarzından
bağımsızdır.”[11] Bu bilgi
insanlara nisbet edildiğinde buna teknik anlamda ilahî bilgi denilmese de, bu
bilgide ilâhî bir boyut vardır. Bundaki ilahî boyut bu bilginin kaynağı olan
entellektin ‘yaratılmamış ve yaratılamayan’ bir şey olmasıdır. Schuon
entellektin yaratılmamış ve yaratılamaz, yani ilâhî bir şey olduğunu anlatırken
Meister Eckhart’ın tavsifine, İslam tasavvufundan da “sufî yaratılmamıştır”
sözüne atıfta bulunur.[12] Tanım gereği
saf entellektüel bilgi bireyin erişiminin ötesindedir, çünkü onun özü birey-
üstüdür (supra-individual), küllîdir (universal) veya ilâhîdir. Bu bilgi saf Intelligence’tan
çıkar, doğrudan bilgidir, discursive değildir. Dolayısıyla bu bilgi muhakemeden
(reasoning) sonsuzca ötededir.[13] Entellektüel bilgide mutlak
Hakikat, ilâhî bir bilme yetisiyle doğrudan bilinmektedir.
Metafizik bilginin mahiyetini teyit edebilmek için onun
kaynağı olan entellektin ne olduğuna daha yakından bakmak gerekir.
“Yaratılmamış ve yaratılamaz” bir şey olan entellekt aslında bütün varlığa
hulul etmiştir (immanent)[14] ve küllîdir.
Entellekt varlıkları ilâhî ilkeye bağlar ve entellektin nesnesi ilâhî ilkedir.
Her düzeyden varlık entellektine göre ilâhî ilkeye yönelmiştir. İnsanla ilgili
olarak konuşursak entellekt metafizik bilginin organı ve aracıdır. İnsanda
entellekt derunî boyutu, varoluş ise haricî boyutu gösterir. Bu derunî
entellekt boyutuyla her bir insan diğerinden ayırılır. İnsanları birbirinden
ayıran ve derecelendiren onların varoluşu değil entellektidir.[15] Bu
derecelenmede Schuon’a göre bazı insanlar kendilerindeki yaratılmamış entellekt
ile Tanrı’yı bu dünya hayatında doğrudan bilir, zira Tanrı’nın kendini
bildirmesinin tek yolu vahiy değildir.[16] Schuon’un ifadeleri çok açık
olmamakla birlikte, bütün insanlarda entellektin olduğu, insanların
entellektlerinin gücüne göre derecelendiği sonucu çıkarılabilir. Buna göre
entellekti zayıf olanlar mutlak Hakikati entellekt yoluyla doğrudan bilemez.
Ama güçlü olanlar doğrudan bilir.
Acaba buradaki entellekt kavramını nasıl anlayabiliriz?
Yani mutlak Hakikatin bilgisine doğrudan erişimi temin eden yaratılmamış bir
şeye sahip olma ne demektir? Eğer, yaratılmamış ve yaratılamaz olan entellekti
Tanrı sayarsak veya Tanrı’dan bir parça sayarsak, entellektin bütün mevcut
olanlarda hulul etmiş olduğu fikri panteizm ima edecektir. Eğer Tanrı veya Tanrı’dan
bir parça saymazsak, bu entellektin ‘yaratıklar’dan bir farkı kalmayacaktır.[17] Yahut da
bildiğimiz Tanrı yahut Mutlak Hakikat dışında başka bir mutlak Hakikatten
bahsetmek gerekecektir, ki bu açıkça saçma olacaktır. Eğer bunu ‘yaratılmış
olmayan anlamında Tanrı’dan insana hulûl eden bir şey, bir parça gibi
düşünürsek, bu durumda insan ve Tanrı arasındaki keskin ayırım ortadan
kaldırılmış olacaktır. Schuon aslında bu durumun farkındadır. Bunun altını
çizerek, “zahirî bakış
açısı Rab-kul arasındaki ayrımı korumaya mecbur olduğu için”[18] bu öğreti
zâhirî bakış açısından kabul edilemez der.[19]
Aslında bu öğretinin mutlak Hakikat dışındaki her şeyi,
mutlak Hakikatin bir mertebede ve bir halde tecellisi yahut tezahürü olarak
gören monist diyebileceğimiz ontoloji ile uyumlu olup olmadığı sorgulanabilir.
Schuon’un benimsediği monist batınî ontolojiye göre, varolan her şey aslında,
mutlak Hakikatin bir mertebede tezahürüdür.[20] Yaratılmamış ve yaratılamaz
entellektin bütün mevcudata hulul etmiş olduğunu kabul etmek, her tezahürün hem
mutlak Hakikatin bir tezahürü olduğunu hem de tezahürü olduğu şeyi tezahür
etmemiş haliyle içinde taşımakta olduğunu ima eder. Böyle bir sonucun kabul
edilmesi doğrusu güçtür.
Ayrıca tümüyle rasyonel düzlemde anlamaya çalışıldığında,
bu izahın cazip olması için —kaynağı bakımından kontrol edemesek de— tecrübe
sahamızdaki vakıayı açıklama gücünün yüksek olmasını bekleyebiliriz. Acaba
insanlar arasında kendilerinde barındırdıkları yaratılmamış ve yaratılamaz
entellekt bakımından bir derecelenme vardır diyebilir miyiz? Eğer entellekt
bize mutlak Hakikati doğrudan bilmeyi sağlıyorsa, ve her insan entellekte
sahipse insan olarak, her insanın mutlak Hakikati doğrudan bilmesi gerekir.
Eğer bir
derecelenme varsa, herkes bir derecede mutlak
Hakikati doğrudan biliyordur. Bu durumda, entellek sahipleri mutlak Hakikati
doğrudan bilirler diğerleri bilmez ve diğerlerinin bilgi iddiasına güvenilmez
demek yerinde olmaz. Schuon’un bir taraftan entellekti genelde bütün varlığa
özel de de bütün insanlara hulûl etmiş saymasına rağmen, bütün insanların
mutlak Hakikat hakkındaki bilgi iddisaını entellektüel bilgi saymaktan uzak
durması, muhtlak Hakikati doğrudan bilmede bir derecelenmeden ziyade bir “ya
hep-ya hiç” kalıbından bahsetmeyi gerektirmektedir. O zaman entellektin bazı
insanlara verilip bazılarına verilmediğini söylemek gerekir, bu ise Schuon’un
yaratılmamış ve yaratılamaz olan entellektin genelde bütün varlığa özelde de
bütün insanlara hulûl etmiş olduğu görüşü ile çelişen bir sonuçtur.
Schuon’un üçlü bilgi tasnifindeki ikinci bilgi türü
teolojik bilgi dediği türdür. Bu ikinci bilgi türü de entellektüel bilgi
türünde olduğu gibi Tanrı’dan kaynaklanır, insânî değildir. Tanrı’dan sudur
etme (emanate) ve insanî kaynaklı olmama bakımından teolojik bilgi ile
metafizik bilgi ortak bir husûsiyete sahiptir. Ancak ikisini birbirinden ayıran
ve aralarındaki mertebelenmeyi sağlayan önemli bir fark vardır. Metafizik bilgi
tamamen entellektüel sezgiden (intellectual intuition) doğarken (proceed),
din Vahiyden doğar.19 Burada Schuon’un teoloji tabirini aynı zamanda
din anlamında kullandığına dikkat etmek gerekir. Bu kullanım din ve teoloji
arasında, yahut da bir dinî gelenekteki ilâhî boyut ile insânî-kültürel ve
tarihsel boyut arasında keskin bir ayırım yapan gelenek(ler) için ciddî bir
problemdir. Mesela Hristiyanlık için din ve teoloji arasında keskin bir
ayırım görülmezken, İslam açısından böyle bir ayırımın keskin olduğu
söylenebilir. Bizim buradaki tartışmamız açısından diyebiliriz ki, Schuon’a
göre dinî-teolojik bilgi Tanrı’nın kendini vahyetmesinden doğar.
Vahiy ile entellektüel bilgi arasında Schuon’un gördüğü
fark, dikkat edilmesi gereken ikinci husustur. Ona göre vahiy alma ve iman
etmede insan pasif durumdadır, entellektüel bilgide ise aktiftir: Vahiy
Tanrı’nın mahlûkatına söylenmiş sözüdür. Buna karşılık entellektüel sezgi ise
ilâhî bilgiye doğrudan (direct) ve aktif şekilde iştirak etmektir (participation),
dolaylı ve pasif bir iştirak değildir, vahiy almada ve imanda dolaylı ve pasif
bir iştirak sözkonusudur. Entellektüel sezgi yoluyla bilgi elde eden bir şahıs,
“bir birey olarak değil tersine en derûnî özünde kendi İlâhî İlkesinden
ayrı-olmayan (not distinct) birisi olarak” bilgi elde eder. Dolayısıyla
da, entellektte bilen ve bilinenin aynı olmasından dolayı, metafizik bilginin
kesinliği mutlaktır. Schuon, teolojik bilgi ile metafizik bilginin farkını ışık
örneğiyle şöyle ifade etmektedir: Metafizik bilgi, bir dinî sembolizm yoluyla
tezahür ettiği zaman, ona batınî (esoteric) bilgi denilir. Bu bilgi,
ışığın renksiz özününün ve onun saf parlaklığının şuurundadır. Buna karşılık
belli bir dinî inanç ışığın kırmızı olduğunu yeşil olmadığını söyler, başka bir
muayyen dinî inanç da tam tersini iddia eder. Işığı karanlıktan ayırdetmek
bakımından ikisi de doğrudur, fakat ışığı cüz’î bir renkle aynı saymaları bakımından
böyle değildir.20 Dinî öğretilerin mutlak Hakikati belli suretleri
esas kabul ederek sembolize etmesine rağmen, metafizik bilgide bu suretlerin
ötesindeki saf haliyle mutlak Hakikat bilinir. Bunun sonucunda mutlak Hakikati
bu dinî suretlerin hiç birisinin doğru anlatmadığı onu ancak belli bir surette
sınırlı olarak gösterdiği anlaşılır.
Schuon’un mutlak Hakikati bilme veya ifade etme hususunda
dinî-teolojik bilgi ile metafizik bilgi arasında kurduğu bu ilişki acaba
açıklayıcı bir model sunar mı? Bir açıdan bakarsak, mutlak Hakikati belli bir
dil sureti içinde ifade etmek bakımından dile dökülen metafizik bilgi ile vahiy
eseri her dinî öğreti aynı hükümde olacaktır. Vahiy eseri ortaya çıkan her dinî
ifade belli bir dil sureti içinde mutlak Hakikati ifade etmekte, mutlak
Hakikatin ne veya nasıl olduğuna dair hükümler sunmaktadır. Bir dini-teolojik
bilgiden bahsettiğimiz zaman, mutlak Hakikatle ilgili belli doğruluk iddiları
sözkonusudur. Mutlak Hakikat hakkında böyle bilgi vermeyi Schuon, saf ışığın belli
bir renkte sunulması olarak görmektedir. Bu noktada karşımıza çıkan soru şudur:
Acaba metafizik bilgi mutlak Hakikatin sınırlayıcı bir suretle değil de olduğu
gibi bilinmesi ise, metafizik bilginin ifadesi ne hükümde olacaktır. Metafizik
bilgi dil ile ifade edildiği zaman dinî bilgideki duruma benzer bir durum
ortaya çıkmayacak mıdır? Yani dile dökülmüş olmak yüzünden, dinî öğretiler
mutlak Hakikati belli bir suretle sınırlandırıyor ise, dile dökülmüş olduğu
kadarıyla metafizik bilginin de mutlak Hakikati sınırlandırıyor, onu sembolik
bir tarzda ifade ediyor olması gerekir. Yani metafizik bilgi mutlak Hakikatin
—sembolik olmayan— bilgisidir, dinî bilgi onu sınırlandırır ve sembolik olarak
bildirir demek yanlıştır.
Diğer taraftan, eğer metafizik bilginin mutlak Hakikati
dinî öğretilerin aksine belli bir surete hapsetmeden sunabildiğini kabul
edersek, mutlak Hakikatin dil düzeyinde, sembolik anlamda değil, literal
anlamda doğru olacak şekilde ifade edilmesi mümkün olacaktır. O zaman dinî
öğretilerin, mutlak Hakikati belli bir suretle sınırlandırdığı buna karşılık
metafizik bilginin onu olduğu gibi ifade ettiği şeklindeki bir ayırım keyfî bir
ayırım olacaktır. Yani niçin bazı insanların Tanrı veya mutlak Hakikat hakkında
öğrettikleri belli bir zaman ve zemin sınırlaması olmaksızın literal anlamda
doğru olsun da dinlerde vahiy eseri kabul edilen öğretiler böyle olmasın? Bu
ikisi arasında mertebelenmeyi temin edecek bir ayırım yapabilmemiz için ikna
edici bir gerekçemiz olması gerekir.
Önümüzdeki başka bir seçenek de dile dökülmüş her ifadenin
belli bir surette olmak zorunda olduğunu dolayısıyla metafizik bilgi ifadesi
sayılacak hiçbir dil ifadesinin, hiçbir hükmün, bulunmadığını kabul etmektir.
Buna göre, metafizik bilgi denilen şey saf bir mistik tecrübe sayılacak, dile
dökülmüş ifadeler metafizik bilgi olmaktan ziyade, mistik tecrübe yaşayan
kişinin, suretler dünyasının kurallarına göre
belli bir surete bağlanması olacaktır. Bu durumda entellektüel bilgi sahibi
kabul edilen kişinin ortaya koyduğu görüş ve teoriler, dinî öğretilerle aynı
yapıda dolayısıyla da aynı mertebede olacaktır.
Schuon’a göre teolojik bilgi, mutlak Hakikat hakkında belli
bir vahye dayanmaktadır,[21] bir görüş
noktasıdır. Bu, mutlak Hakikati belli bir cihetten ve belli bir surette görmek
demektir. Tabir caizse bu bilgi, mutlak Hakikatin ifade edildiği belli
suretlere sabitlenmiştir. Belli dinî öğretileri esas alan bu bilgi, zorunlu
olarak sembolü veya sureti (form) çıplak (naked) ve suret-üstü
Hakikat (Truth) ile karıştıracaktır. Herhangi bir dinî öğretiyi sanki
mutlak Hakikati olduğu gibi anlatıyormuş sayacaktır. Metafizik bilgi ise
herhangi bir görüş noktası değil mutlak kuşatıcı bilgidir. Bu bilgi teolojik
bilgideki sembolü veya sureti “bir ifade aracı olarak kullanır”[22] fakat her
bir sembolün veya suretin göreli olduğunun farkındadır. Bu sebeple, bütün büyük
ve kendi-içinde (intrinsically) hak (orthodox) olan dinlerin
dogmaları, ibadetleri ve diğer sembolleri, entellekt gözüyle doğrudan görülen
her doğrunun (truth) ifadesi için bir vasıta hizmeti görmektedir.
Schuon’un üçlü bölümlemesinde en alt bilgi seviyesi felsefî
bilgidir, akıldan kaynaklanır. Schuon, aklın dinî veya en genelde duyulur
alemin ötesine ilişkin herhangi bir bilgiye erişemeyeceği, rationel
düşünmenin bizi ancak genellemelere eriştirebileceği kanaatindedir. Aklî (rational)
düşünce tarzı, genel şeylerin ötesine geçemez bizatihi herhangi bir aşkın
hakikata erişemez. O ancak, akılüstü (suprarational) bilginin ifadesine
vasıta olabilir. Bu noktanın altını çizmek gerekir. Zira buradan hareketle
akıldan kaynaklanan felsefî teori veya hükümlerle, entellektten kaynaklanan
metafizik bilgi ifadesi olan teori veya hükümler arasında bir benzerlik
kurulacaktır. Schuon da, rasyonel düşünce eseri olarak ortaya konulan teorilerle,
entellekt yoluyla elde edilen metafizik bilgi ifadelerinin formel olarak
birbirine benzerlik gösterdiği şeklinde bir itiraz gelebileceğinin farkındadır.
Mesela eğer Schuon’un yazdıklarını entellekt yoluyla elde edilmiş bilgi
sayarsak, onun yazıp çizdiklerinin belli bir argüman kalıbında olduğu, doğruluk
iddiası taşıyan belli genel hükümler ihtiva ettiği açıktır. Yani en saf
metafizik bile argümanlara başvurmak ve bir takım sonuçlar çıkarmak bakımından,
felsefeden farksızdır denilebilir. Schuon’a göre bu benzerlik kaçınılmazdır,
zira ifade edilen bütün kavramlar, rasyonel ve dialektik olan insanî düşünce
tarzlarına zorunlu olarak bürünmektedir.[23]
Bu zorunlu benzerliğe rağmen Schuon entellektüel ve
rasyonel bilginin kesinlikle birbirinden farklı olduğunu belirtir. Ona göre,
ikisini birbirinden ayıran şey birisinin ilâhî kaynaklı diğerinin de tümüyle
bireysel insânî olmasıdır. Rasyonel bilgi sayılan felsefe ‘reason’dan
(akıldan) doğar ve ‘reason’ tümüyle bireysel bir melekedir. Buna karşılık
metafizik entellekten doğar. Entellekt ise yaratılmamış ve yaratılamaz olan,
ilâhî kaynaktır.[24] Herhangi bir
gerekçelendirmeye dayanmaksızın, ikisi ayrı kaynaklardan geliyor diyerek, iki
bilgi türü ayırma girişimi tatminkâr olamaz. Felsefî veya rationel bilgi altına
koyabileceğimiz herhangi bir hükmün aynı yapıya sahip fakat entellekten doğduğu
iddia edilen bir hükümden farkı ne olacaktır? Bu soruya tatminkâr bir cevap
bulmak için Schuon, entellekt yoluyla erişilen metafizik bilgi ile felsefî
rasyonel bilgi arasındaki benzerliğin sadece görünüşte olduğunu, bunların özü
itibariyle farklı olduğunu belirtir.
Buna göre, entellekt yoluyla erişilen metafizik bilgi ile
felsefî, rasyonel bilgi arasındaki özdeki farklılık ikisinin ifade ettiği
anlamların farklılığında yatar. Metafizik bilgiyi anlatan ifade semboliktir
buna karşılık felsefî bilginin ifadesi olan hükümler hakîkî ya da lafzî
anlamdadır, yani kelimeler birincil olarak neyi gösteriyorsa o anlamdadır.
Metafizik önerme sembolik ve tasviridir, duyusal (sensible) düzeydeki
herhangi bir bilgiden çok daha kesin olan bilgiyi tasvir etmek veya tercüme
etmek için rasyonel tarzları sembol olarak kullanır. Buna karşılık, teolojinin
hizmetçisi denilen felsefe, ifade ettiğinden daha fazla bir şey değildir, yani
sembol kullanmaz. Schuon’a göre, metafizik formulasyonun başlangıç noktası, özü
itibariyle daima entellektüel olarak açık-seçik (evident) veya kesin bir
şeydir. Bu metafizik bilgi, onu alabilecek yeteneği olanlara sembolik veya
diyalektik vasıtalarla iletilir. Bu vasıtalar, o kişilerin şuursuz olarak belki
de ezelden beri (eternally) içlerinde gizli (latent) olan bilgiyi
uyandırmak için tanzim edilmiştir.[25] Yani metafizik bilginin
rasyonel ifade suretinde iletilmesi, bir tür ilham verme işlevine sahiptir.
Bu noktada, Schuon’un metafizik bilgi ve rasyonel bilgi
arasındaki ilişki modelinin açıklama gücünü görebilmek için, Schuon’un
metafizik bilginin ifadesi olan hükümlerin sembolik olduğu, buna karşılık aklî
bilginin ifadesi olan hükümlerin literal ya da lafzî anlamda olduğu görüşünün
tahlil edilmesi gerekir. Metafiziğin rasyonel tarzları sembolik olarak
kullanması ne demektir? Schuon’un renksiz ışık ve renk örneğine dayanarak bunu
anlamaya çalışırsak, bir seçenek metafizik önermeleri renksiz ışığa benzetmek,
muhtelif felsefî hükümleri de belli renklerde görünen ışığa benzetmektir.
Burada her bir rasyonel önerme ışığın belli bir renge bürünmüş hali olacaktır.
Bu durumda ise hiçbir ifade metafizik önerme içermeyektir. Metafizik, dile
dökülmeyen entellektüel-mistik tecrübe durumunda olacaktır, zira her bir dil
ifadesi bilgiyi belli bir surete bürünmüş olarak, belli bir suretle
sınırlayarak sunacaktır. Önümüzdeki ikinci bir seçenek ise, metafizik bilgi
sahibinin bu bilgisini belli bir rasyonel tarzda ifade edeceği, her ne kadar
metafizik bilgi sahibi renksiz ışığı bilse de bunu anlatırken belli renklerle
anlatacağı, rasyonel bilginin ifadesi olan felsefî bir hükmün de ışığı belli
bir renk suretinde anlatacağı modeldir. Burada, metafizik bilgi eseri sayılan
bir hükmün anlam bakımından, aklî bilginin ifadesi sayılan felsefî bir hükümden
hiçbir farkı olmayacaktır.
Eğer entellektüel bilgi diye bir bilgi kendine mahsus
varlığıyla ortaya çıkamayacak, ancak belli aklî-felsefî kalıplarda ve belli bir
dil suretinde hükümler olacaksa, metafizik bilgi ve aklî bilgi diye iki farklı
bilgi ifadesinden ziyade, bilgi ifadelerine iki yaklaşım tarzından bahsetmek
uygun görünüyor. Burada yine saf- ışık, belli renklerde onun görünümü meselini
dikkate alarak konuşabiliriz. Schuon’un ifadesiyle söylersek entellektüel bilgi
sahibi olan, hükümleri sembolik olarak anlarken, aklî bilgi sahibi olan
hükümleri literal anlamda anlayacaktır. Hükümlerin sembolik anlaşılması ve
literal anlamda anlaşılması ne anlama gelmektedir? Bu sorunun cevabını anlama
tarzlarını izah ederken vermek üzere şimdilik bir kenara bırakıyorum.
Schuon’un üç mertebeli bilgi tasnifinin bizim araştırmamız
için önemli tazammunları vardır. Bu tasnife göre mutlak Hakikat yahut Tanrı
hakkında doğrudan ve kesin bilgi ancak entellekt yoluyla erişilen bilgidir.
Dinî-teolojik bilgi, yani dinî öğretiler ve onlar üzerine geliştirilen yorum ve
teoriler, küllî gerçekliğin muayyen bir tecellisini bildirir. Mutlak Hakikate
dair ancak sınırlı ve edilgen bilgi içerir, ne kadar bildirilmişse o kadarını
içerir. Akıl ise metafizik hususunda, mutlak Hakikat hakkında bize hiçbir şey
bildiremez. Dünya-içi tecrübelerimizden hareketle erişilen bazı genellemelerden
öteye geçiremez bizi. Bu mertebelenmenin tazammunu aklın ve aklî bilginin daha
üst mertebelerde yeralan metafizik ve dinî-teolojik bilgileri inceleme ve
değerlendirmede herhangi bir yetkisinin olamayacağıdır. Benzer şekilde
dinî-teolojik bilginin de daha üst düzeydeki metafizik bilgiyi değerlendirmesi,
ya da böyle bir değerlendirmenin zemini olması sözkonusu olamaz. Buna karşılık
daha alt mertebelerde ortaya çıkan bilgi iddialarını değerlendirme ve
sınırlarını çizme ancak metafizik bilgi ile yapılabilir. Bu yetki ancak
metafizik bilgi sahibine aittir.
Schuon’un bilgi sahalarına ve kaynaklarına dair bu üçlü
ayırımının kabul edilmesi veya edilmemesi önemli ölçüde, bu ayırımın açıklama
gücüne dayanacaktır. Acaba insan bilgisini birbirinden yalıtılmış, üç farklı
kaynağa dayanarak mertebeli olarak tasavvur etmek açıklama gücü yüksek bir
model midir? Bu mertebeli yapının üçüncü şahıslara açık olan bilgileri tasnif
etmede açıklayıcı olduğunu kabul etmek zor görünmektedir. Eğer
entellekt-vahiy-akıl arasındaki ilişkiyi, üç farklı bilgi kaynağı arasındaki
ilişki olarak anlarsak, herbirinin eserinin birbirinden kesinlikle tefrik
edilebilen üç farklı bilgi türü olması gerekir. Mesela bir hükmün tabiî
bilimsel bir hüküm mü yoksa felsefî bir hüküm mü olduğu tefrik edilebilir.
Diyebiliriz ki, “su 100 derecede kaynar” demek tabii bilimsel bir hükümdür;
buna karşılık “10 + 20=30” demek matematik bir hükümdür. Benzer şekilde, eğer
metafizik, teolojik ve aklî olmak üzere üç farklı bilgi türü olsaydı, bunların
ifadesi olan metafizik, teolojik ve aklî hükümler arasında bir ayırım
yapılabilmesi gerekirdi. Oysa formel olarak bakıldığında, bunlar arasında bir
ayırım yapmak mümkün olmadığı yukarıda izah edilmeye çalışıldı. Ayrıca eğer bu
bölümlemede akla verilen yeri kabul edersek, metafizik bilgi diye tümüyle
kurgusal veya sosyal uzlaşım eseri olan inançların bize sunulmadığına nasıl
karar vereceğiz? Dolayısıyla Schuon’un terminolojisini kullanırsak,
entellekti-vahyi-aklı birbiriyle aynı işi gören birbirine rakip olan, yahut
birbirinden yalıtılmış olan, mertebeli bilgi kaynakları olarak görmek zordur.
Başka bir ifadeyle aklın bilgi kaynağı olmasıyla
entellektin bilgi kaynağı olmasını Schuon’un yaptığı üzere birbirini dışlayacak
bilgi kaynakları olarak kurmak yerine, bilginin oluşumu ve üçüncü şahıslara
iletiminde farklı işlevlere sahip kaynaklar olarak kurmak daha uygun görünüyor.
Akıl bir tür değerlendirici, muhakeme edici olmak bakımından, hangi türden
olursa olsun, tecrübenin bilgi kaynağı olması ile aynı anlamda bir bilgi
kaynağı sayılamaz. Akıl —hangi türden olursa olsun— tecrübeden gelen veriyi
süzme, düzenleme, hesaplama “bağlama” gücü olarak görülebilir. Aklî bilgi akıl
süzgecinden geçirilmiş verilerdir denilebilir. Kaynağı ne olursa olsun, ister
beş duyu dünyasından gelen verilerden hareketle erişilen genellemeler olsun,
isterse dağlardaki kuş seslerinin ilham ettiği hükümler olsun, isterse
Schuon’un dediği gibi metafizik bir kaynaktan gelen veriler olsun, bütün bunlar
aklî değerlendirmeden geçmekte, en azından bilinç-altındaki tecrübemizin ve
bilinçdışı kavramsal çerçevemizin sügecinden geçirilerek ifade edilmektedir.
Schuon’un entellektüel bilgiyi akıldan ve aklî bilgiden ayrı tutmaya
çalışırken, entellektüel, dinî ve aklî bilgi çeşitlerini başarılı şekilde
birbirinden ayıramadığını dikkate aldığımızda, Schuon’un entellekt dediği şeyi,
tıpkı duyu verisi gibi veriler temin eden bir bilgi kaynağı olarak görmek daha
makul görünmektedir.
Nihayetinde Schuon’un kendisinin de bu mertebeli bilgi
anlayışıyla tutarlı hareket ettiği söylenemez. Farzedelim ki bu üç mertebeli
bilgi teorisi, entellekt yoluyla elde edilmiş, entellektüel bir bilgidir. Kaynağı
her ne olursa olsun, Schuon’un bizzat bu üç mertebeli bilgi ayırımını yapması,
aklî bilgilerden farklı akıl-üstü olan bilgiler sunmaya girişmekten ziyade,
kendi teorilerini aklî kalıplarda, diğer insanların değerlendirmesine
sunmaktır. Kendi mertebeli bilgi anlayışına uygun davranmaktan ziyade,
entellektüel bilgisini aklın değerlendirmesine arz etmektedir. Entellekt dediği
kaynakla elde ettiğini farzedebileceğimiz bilgi iddialarını, zihinsel bir
süreçten, aklî bir muhakeme ve yorumlama işleminden geçirip bize sunmaktadır.
Ancak bu mertebeli bilgi yapısı kabul edilip, Schuon’a ve benzerlerine üstün
bir epistemolojik mevki tanındıktan sonra, onların ortaya koyabileceği başka
iddialar aklî sorgulamadan muaf sayılabilir. Yine de bu muafiyet böylesi iddiaların
gerçekten aklî bilgiden farklı bir yapıya sahip olduğu için değil, ilgili
iddiaların sahibine özel bir epistemolojik mevkinin tanınması sayesinde
olacaktır.
Bu bağlamda değerlendirilebilecek başka bir seçenek de
Schuon’un metafizik hükümleri sembolik görmesidir. Schuon metafizik bilgiyi
anlatan ifadenin sembolik olduğunu buna karşılık felsefî bilginin ifadesi olan
hükümlerin hakîkî ya da lafzî anlamda olduğunu, yani kelimeler birincil olarak
neyi gösteriyorsa onu belirttiğini söylemektedir. Bu ne anlama gelebilir? Yani
metafizik hükümler kelimelerin ifade ettiği anlamda değildir tamamen başkadır
diyecek olursak, Schuon’un bütün bu üç mertebeli bilgi teorisi, metafizik bilgi
eseri olarak, acaba bir anlam ifade edecek midir? Farzedelim ki teoriyi ifade etmek
için kullandığı kelimeleri, kelimelerin gerçek anlamında almadık. O zaman
Schuon’un bu bağlamda bize söylediklerinin ne gibi bir anlamı olacağını anlamak
zordur.
Schuon’un üç mertebeli bilgi anlayışının doğruluğunu
gösterecek, ortada üç farklı yapıya sahip bilgi türü olup olmadığını müzakere
ettikten sonra, bu hususta ikinci bir seçeneği değerlendirmeye geçebiliriz.
Schuon’un ifadelerinde, entellek- tüel bilginin, başlı başına entellektüel
bilgi ifadeleri olmaktan ziyade, bir tür yorumlama yahut anlama stratejisi
olarak görmek gerektiği de ima edilmektedir. Bu bağlamda, Schuon’un anlama
tarzlarına dair görüşlerini ve metafizik anlamanın mahiyetini müzakere
edebiliriz. Schuon yukarıda müzakere edilen üç bilgi türüne ve kaynağına
karşılık iki tür anlama tarzı ayırır: teorici (theoricist) ve metafizik
anlama tarzı. Bu anlama tarzlarını göstermek üzere Schuon, farklı
bağlamlarda sırasıyla, dogmatik-spekülatif, zâhirî-bâtınî (esoteric-exoteric)
ve sembolik-literal/lafzî ikililerini de kullanmaktadır.[26] Teorici tarz zâhirîlik ve
metinleri zâhirî anlamakla, metafizik tarz da fikirleri sembolik-esoterik vb.
anlamakla eşleştirilir. Bu iki tarzın birbirinden ayırılması Schuon
açısından son derece önemlidir, zira dinleri ve dinî öğretileri birbiriyle
uzlaşmaz veya çelişir bulmak veya onlarda birbirini geçersiz kılacak bir
çelişki bulmamak anlama tarzından kaynaklanır.
Schuon bu iki tür anlama tarzının, farklı bilgi
kaynaklarından geldiği kabul edilen hükümler karşısında tümüyle eşit mesafede
olduğunun farkındadır. Bir fikri veya öğretiyi teorici anlamak dogmatik olarak
nitelendirilebilir, zira bu anlayış belli bir suretin esas kabul edilmesini,
sorgulanmamasını gerektirir. Dogma deyince aklımıza hemen dinî inançlar
gelecektir. Dogma işlevi gören dinî öğretiler bizatihi değil fakat, en azından
suretleri itibariyle diğer kavramsal suretleri (formları) dışlar. Bu
haliyle onların teorici bir tarzda anlaşılmasının bir zemini vardır. Hatta bu
dışlayıcı bakış açısı, dinî bakışaçısının temel niteliği sayılabilir. Fakat
dogma dediğimiz bu dinî öğretiler suretlerine mahpus olmadan onların özündeki
(derûnundaki) (inherent) hakikatin ışığında da anlaşılabilir. Böyle
anlaşıldığı zaman, dinî dogma sınırlı olmaktan kurtulur. Dinî dogmaları bu
şekilde anlamak onları metafizik yahut sembolik olarak anlamaktır. Sembolik
anlama tarzı küllî düzene aittir ve bu anlama tarzında suretlerin ötesine geçip
onların özündeki hakikati anlamak esastır. Meselenin bu boyutu olduğu gibi,
yani birer dogma olan dinî öğretiler muayyen bir formun ötesine geçerek bâtınî
bir şekilde anlaşılabileceği gibi, Schuon’a göre entelleküel-metafizik
öğretiler de aslında hiçbir suretle kayıtlı olmasalar da, muayyen suretlere
sabitlenerek teorici veya literal bir tarzda anlaşılabilir.[27]
Schuon bu iki anlama tarzının farkını surete verdikleri
değerde veya suretle olan ilişkilerinde görür. Dinî bir dogma, bizatihi dogma
değildir, onun dogma olması, dinî bir inançtaki fikrin onu örten suretle
karıştırılmasından kaynaklanır.[28] Bir inancın
literal (dogmatik) bir şekilde tasdik edilip benimsenmesi, suretten
ayrılamayan bir tasdiktir ve sahip olduğu suretten başka hiçbir sureti kabul
etmez. Buna karşılık bir inancın sembolik (spekülatif) bir şekilde
tasdik edilmesi onun halihazırda sahip olduğu suretin, onun sahip olması mümkün
olan—hatta sahip olmak zorunda olduğu—pek çok suretten biri olduğunu kabul
ederek tasdik etmektir. Bu ikisi arasındaki farkı anlatmak için Schuon, bir
nokta ve o noktayla birlikte bir çember oluşturan noktalar kümesi benzetmesini
yapar. Schuon’a göre, dogmatik tasdik kendi başına bir noktaya benzetilebilir,
tanım gereği bir nokta, bir nokta olarak mümkün bütün diğer noktalarla çelişir.
Buna karşılık bir inancın metafizik (sembolik), olarak anlaşılması ise, “bir
çemberin bir ögesine benzetilebilir. Bizzat o ögenin sureti, onun mantıksal ve
ontolojik sürekliliğini ve dolayısıyla bütün çemberi, yani benzetmeyi aslına
çevirirsek, bütün Hakikatı gösterir.”[29] Bu örneğin kabul edilmesi için
sadece suretin özden ayrı düşünülebilmesi değil, ayrıca özün pek çok surette
görünmesinin zorunluluğunun da kabul edilmesi gerekir.
Sembolik (spekülatif) ve literal (teorici, dogmatik) anlama
tarzlarının farkını belirtmek için bazı örneklere bakmak yerinde olur. Schuon,
Vedalardaki
“Ben Brahman’ım,”
Hallac’ın “Ene’l Hak”
ifadelerini ve İsa’nın ilahlık iddia ettiği sözlerini
hatırlatır.[30]
Müslümanların bu ifadelere vereceği karşılıklar, Schuon’un beklentilerine
tamamen aykırı olabilir. Ancak bir Hristiyan açısından bakarsak, insanlar
arasında, Tanrı ile ayniyet iddiası Nasıralı İsa’ya aittir. “Ben Tanrı’yım”
gibi bir ifadedeki “ben” sözcüğü kimi gösterecektir?
Eğer bir Hrisityan buradaki “ben” zamirinin yegâne meşru
müşarûn ileyhinin Nasıralı İsa olduğunu kabul ederse, “Ben Tanrı’yım”
ifadesini dogmatik bir şekilde anlamış olur, çemberin tek bir noktasını kabul
etmiş, diğer noktalarını —mutlak Hakikatin diğer tecellîlerini— reddetmiş
olur.
İnançların dogmatik anlaşılması, onların suretinin özü ile
karıştırılması, hususunda Huston Smith’in verdiği örnek de oldukça ilginçtir.[31] Huston Smith
Yeni Ahit’te geçen
“Kimse Baba’ya bensiz ulaşamaz” (Yuhanna 14:6) örneğini verir. Eğer
bu ifadeyi literal anlamda, dogmatik veya teorici olarak anlarsak, bu ifadedeki
“ben,” zamiri, müşahhas muayyen bir insan olarak Nasıralı İsa’yı gösterecektir.
Fakat bunu belli bir suretle aynılaştırmazsak, buradaki “ben”i pek çok surette
görünebilecek olan “Logos” olarak anlayabiliriz. İslam dini bağlamında bir örnek verecek olursak
mesela “Muhammed Allah’ın rasûlüdür” dendiğinde, bu elçinin Mekke’de şu şu
tarihlerde yaşamış belli bir tarihsel şahsiyetle aynı sayılması bu ifadenin
suretinin özü ile karıştırılması anlamına gelecektir. Bu ifadeyi
pek çok suretleri kuşatacak, yani çemberin diğer noktalarını da ihtiva
edebilecek şekilde anlamak, her nerede, ne zaman yaşamış ve yaşamakta olursa
olsun, her muhammedin Allah’ın rasûlü olduğunu, ya da pek çok muhammed olduğunu
kabul etmek gerekecektir.
Schuon, bilgi türleri arasında gördüğü mertebelenmeyi
anlama tarzları arasında da görür. Dinî öğretilerin teorici tarzda, literal
anlamda, anlaşılması eksik ve sınırlıdır, buna karşılık metafizik tarzda,
sembolik anlamda, anlaşılması ondaki bütün anlamı kuşatır. Schuon’a göre hakikî
fikirler, yani dinî öğretiler aşağı yukarı örtülü şekilde tüm Hakikatın (total
Truth) muhtelif cihetlerini ima eder. Ve bu haliyle de Hakikata
entellektüel anahtar işlevi görür. “Bunu ancak metafizik düşünce (metaphysical
thought) idrak edebilir.”[32] Aslında
“Küllî hakikatlerin görünüşte dogmatik olması (outward dogmatization)
tamamen meşrudur, zira bu hakikatlerin veya fikirlerin din için bir temel temin
etmesi gerekir, bir düzeyde bütün insanlar tarafından özümsenebilmesi
zorunludur.”[33] Ancak
bunların gerçekten anlaşılması sadece metafizik tarzda olabilir. Yukarıda da
izah edildiği üzere, bunların mutlak Hakikatin doğrudan bilgisi olan metafizik
bilgi düzeyinde bilinmesi, belli bir dinî öğretinin sureti ile özünün
ayırılabilmesini ve o özün gerçekleşebileceği ya da gerçekleştiği tüm
suretlerin tanınmasını gerektirir.
İki anlama tarzının anlamaya konulan nesne hakkında bilgi
verme bakımından farklılığını Schuon, bir şeyi görme örneğiyle anlatmaya
çalışır. Nasıl ki bir şeyi görmek onun bütün cihetlerini görmek anlamına
gelmezse, yani o şeyin özünü ifşâ etmezse (reveal) —ki kâmil bilgi o
şeyle ayniyet gerektirir— teorik bir kavram da o şeyin bütüncül (integral)
hakikatine karşılık gelmez. Teorici veya literal anlamda bir öğretiyi anlamak
bir nesnenin tek bir görünüşünü esas alıp diğer görünüşlerini dışlayan görüşle
kıyaslanabilir. Bu görüş, o nesneyi görmenin sabit olduğunu varsayar. Metafizik
yahut entellektüel tasavvur ise sınırsızdır ve sözkonusu nesnenin mümkün bütün
görülme biçimlerinin toplamıyla kıyaslanabilir. Bu durumda dinî öğretilerin
anlaşılması hususunda, sınırlayıcı, teorici, dogmatik anlayış bir nesnenin tek
bir noktadan görülmesi ile kıyaslanabilir. Buna karşılık metafizik anlayış
bütüncüldür, bir nesnenin mümkün görülme biçimlerinin belirsizce uzayan
zinciriyle, belirsizce çok sayıda bakışaçısı ile kıyaslanabilir.[34]
Schuon, dinî öğretilerin sembolik anlaşılması gerektiğini
savunurken, metafizik bilgi sahiplerine ayrıcalıklı bir mevkiyi garanti altına
almaktadır. Dinî öğretilerin hatta her öğretinin iki tarzda anlaşılabileceğini
kabul edebilir miyiz? Farze- din ki, bizzat bu hükmü, sembolik olarak mı
anyalacağız, yoksa literal anlamda mı? ‘Her dinî öğretiyi sembolik olarak
anlamak gerekir’ ifadesi nasıl sembolik olarak anlaşılabilir? Yahut da dinlerin
Tanrı hakkında bildirdiklerini sembolik olarak anladığımız gibi “entellekt
sahibi kişi Tanrı’yı doğrudan bilir,” gibi bir ifade nasıl sembolik olarak
anlaşılabilir? Mesela ‘entellekt sahibi’ ibaresini türsel bir kalıp olarak
görüp mistik eğilimi olanlar bu türün bir örneğidir ama ‘filozoflar’ entellekt
sahibi olanlar türünün başka bir örneğidir diyebilir miyiz? Bu sorulara
Schuon’un olumlu cevap vermesini beklemek saçmadır. Dolayısıyla Schuon’un bu
iki anlama tarzını meşru görebilmemiz için, mutlak Hakikat hakkında, onun
insanlarla ilişkisi hakkında sembolik olmayan, tam tersine literal anlamda —
yahut da Schuon’un pek de tasvip etmeyeceği üzere zahirî anlamda— doğru
hükümler olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Metafizik-sembolik anlama ve
literal-zahirî anlama arasını kusursuzca ve her ifadeyi kuşatacak şekilde
uygulamamız imkansız görünüyor. Schuon’un mevzisini geçerli saymamız için,
mutlak Hakikatle ilgili olan, literal anlamda doğru olan hükümler olduğunu
kabul etmemiz gerekiyor. Bunları entellektüel bilgi sahiplerinin bileceğini
söyleyebiliriz. Ancak daha önce tartışıldığı üzere, kendine mahsus bir
entellektüel bilgi ifadesi olamazsa eğer, böyle bir bilgiyi savunmak ne kadar
anlamlıdır?
İki anlama tarzı arasında Schuon’un yaptığı ayırım ve
aralarında kurduğu mertebeli yapı, batınî anlama tarzına ehil olanları dinî
öğretilerin üstünde bir makama yerleştirmektedir. Bu örneklerin
değerlendirilmesi hemen akla, Schuon’un yorumlarının dinlerin müntesiplerince
nasıl değerlendirileceği sorusunu getiriyor. Zira her bir dinin müntesibi
kendi inançlarını —sembolik anlamına çelişiği olarak— literal anlamda doğru
sayar. Eğer Muhammed’in son peygamber olduğunu kabul ediyor isek, dünya
üzerinde artık başka hiçbir peygamber gelemez demektir. Yahut eğer Nasıra’lı İsa
Tanrı’dır dersek o takdirde Tanrı’lık iddiasında bulunan başkalarını sapıklık
içinde görmek gerekecektir. Schuon’un metafizik anlama-teorici
zahirî anlama arasında yaptığı ayırım ve metafizik anlamayı esas sayması dinî
öğretileri benimsemeyi daha alt ve önemsiz, hatta tutarsız hale getirmektedir.
Kendi anlama ve inanma tarzlarının değersiz bir hale getirilmesi bir tür
aldanma sayılması, dindar insanlar gözünde pek de kabul edilemeyecek bir sonuç
olsa gerektir.
Schuon’un dinî öğretilerin sembolik anlaşılması derken,
onların pek çok örneğe uygulanabilecek türsel kalıplar olarak anlaşılmasını
kasdettiğini gördük. Dinî öğretileri sembolik olarak, yani türsel bir kalıbın
bir örneğini gösteren ifadeler olarak anlamak, çok tanrıcı toplumlardaki din
tasavvuruyla uyumlu olabilir ancak evrensellik öğretisi taşıyan dinlerin
öğretilerinin ustaca bertaraf edilmesi anlamı taşıyacaktır. Çok tanrıcı
toplumlarda, tanrıların rüzgar, yağmur gibi tabiat güçleriyle
ilişkilendirildiği gibi, belli tepelerle, vadilerle belli coğrafî bölgelerle de
ilişkilendirildiği bilinmektedir.[35] Böyle bir
din tasavvurunun geçerli olduğu bir coğrafî-kültürel havzada yaşayan birisi
için, bu tepenin yanında iken bu tepeyi koruyan Tanrılara ibadet etmek, ikiyüz
kilometre uzağa gittiğimizde de o bölgeyi kontrolü altında tutan tanrıya ibadet
etmek en tabi hareket tarzı olacaktır. Mesela Tanrı’yı ‘bir bölgeyi koruyan
güç’ olarak düşünürsek, coğrafî olarak a bölgesindeyken Tanrı a bölgesini
koruyandır. Ama b bölgesindeyken Tanrı artık a bölgesini koruyan değil b
bölgesini koruyandır. Farzedelim ki a bölgesindeki tanrının adı A-tanrı, b
bölgesindeki tanrının adı da B-tanrı olsun. Böyle düşündüğümüz zaman ‘tanrı
kimdir,’ veya ‘tanrının sıfatları nedir’ gibi sorular, ancak bağlamsal olarak
(coğrafî olarak) cevaplanabilecek sorulardır. Her bir örneğin ‘bölgeyi koruyan
güç’ türünün eşit derecede geçerli örneği olduğu açıktır. Oysa dinlerin en
azından bir kısmında bütün insanlık için geçerli olma iddiasının bulunduğu
açıktır. Bu evrensellik öğretilerini de türün bir örneği olarak görmek tam da
biriciklik ve evrensel geçerlilik inancının reddedilmesidir. Schuon’un dinî
inançları anlamada türsel kalıp ve bireysel örnek, öz ve suret ayırımı yapması,
en azından bazı dinlerin öğretilerini mâhirâne bir tarzda bertaraf etme
girişimi sayılabilir.
Bu noktada cevaplanması gereken soru şudur. Acaba dinî
öğretileri anlamada böyle bir ayırımın meşru olduğunu nereden biliyoruz? Niçin
böyle bir ayırımı kabul edelim? Bunu nereden biliyoruz sorusuna Schuon’un
verebileceği tatminkar bir cevap görünmemektedir. Schuon’un cephesinden
verilebilecek cevabı kısaca şöyle kurabiliriz: ‘Entellektüel bilgi sahibi
olanlar Tanrı’yı ve onun işlerini doğrudan bilirler. Dolayısıyla bunun böyle
olduğunu doğrudan metafizik bilgi ile bilirler’ denebilir. Bu durumda bu
beyanlara niçin inanalım gibi bir soru sorulabilir? Yani bir kimsenin
entellektüel bilgi sahibi olduğunu ve bu bilginin tam kapsamını ve
hususiyetlerini nereden bilelim, bu beyana niçin güvenelim sorusu sorulacaktır.
Bu noktada bir açmazla karşı karşıyayız. Schuon’un teorisi gereği zahir ehlinin
bilgisi sınırlıdır ve hiçbir zaman batın ehlinin sunabileceği delilleri
kavrayamayacaktır. Aslında bu nokta başka bir tuhaflığa da dikkatimizi çekmektedir.
Eğer entellektüel bilgi sahibi olanlar durumu doğrudan zaten biliyorsa ve
zahirî (teorici) bilgi sahipleri suretleri ancak zahirî anlamda anlayabiliyorsa
onların ötesine geçemiyorsa, Schuon’un yazılarını veya ilgili konuşmalarını
niçin yaptığını anlamak güçleşir. Metafizik bilgi sahiplerine bunları anlatmaya
gerek yoktur. Metafizik bilgi sahibi olmayan, fakat dindar olan zahir ehlini
ikna edecek değildir. Metafizik bilgi sahibi olmayan, fakat dinî inançları
yanılsama ve kuruntu sayan insanlar için de bir anlam taşımayacaktır.
Dinî öğretilerde suret ve öz ayırımı yapmanın meşruiyetine
dair soruya verilebilecek ikinci bir cevap, dinî inançları böyle anlamanın
daha açıklayıcı bir model temin ettiğidir. Bunun daha açıklayıcı bir model
sayılabilmesi için, dindar insanların dinî inançları anlayışıyla uygun
olmasını en azından onları tatmin etmesini bekleyebiliriz. Mesela, din ve dinî
inançlar hakkında ileri sürülen psikolojik, sosyolojik teorilere karşı
getirilen önemli bir eleştiri, indirgemeci olmaktır. Dinler ve dinî inançlar
psikolojik ihtiyaçlara, vs. indirgenir.[36] Ancak onların başlı başına bir
doğruluk iddiası taşıyabileceği, insan tecrübesini açıklayıcı, düzenleyici
değeri olduğu kabul edilmez. Schuon’un modelindeki zâhir-batın ayırımında, dinî
inançların literal olarak anlaşılması, onları zâhirî (teorici) anlamak ile
eşleştirilmiş, onların hakikatini anlamamak sayılmıştır. Onların muayyen bir
durumu, kişiyi veya hadiseyi gösterecek şekilde, kendileriyle çelişen
hükümlerin yanlış olacağı şekilde, literal anlamda doğru olmadığı ancak
sembolik olarak, doğru olabileceği iddia edilmiştir. Bunu batın ehli olmayan
din müntesibi büyük kitlelerin kabul etmesi zordur.
Schuon’un üç mertebeli bilgi anlayışı ve iki mertebeli
anlama teorisi dinî çeşitliliği izah ederken kimin sözüne güveneceğimiz ve dinî
öğretileri nasıl anlamak onları layıkıyla anlamak olacaktır sorularına cevap
teşkil etmektedir.
Schuon bu üç mertebeli bilgi anlayışı çerçevesinde, en
yüksek bilgi mertebesinin,
Tanrı’nın doğrudan bilinmesini sağlayan metafizik bilgi
olduğunu iddia etmektedir.
Diğer iki bilgi
mertebesinden dinî-teolojik bilgi ilahî kaynaklı olsa da pasif bir bilgidir.
Felsefî-rasyonel bilgi ise, dünya-içi tecrübelerimizden
hareketle erişilen genellemelerden ibarettir ve Tanrı hakkında bize hiçbir şey
bildiremez. Eğer dinlerin bize Tanrı’dan haber verdiğini ve bizim onunla ilişkimizin
nasıl olması gerektiğini belirlediğini kabul edersek, Tanrı’yı doğrudan
bilenlerin, bu dinleri değerlendirme husûsunda en yetkili kişiler olması
gerektiği tabidir.
Ancak Schuon’un bu üçlü bilgi ayırımını ve metafizik
bilgiye verdiği yeri kabul etmemizi gerektirecek ikna edici gerekçeler
sunduğunu söylemek zordur. Birincisi, böyle bir mertebeli ayırımın geçerli
olabilmesi için, bu üç bilgi türünün kendine mahsus üç ayrı sonuç vermesi veya
üç farklı yapıya sahip olması gerekirdi. Ancak ortada böyle birbirinden
ayırılabilen bilgi örnekleri olduğunu söylemek zor görünüyor. Yani “işte şu
hüküm metafizik bilgi eseridir,” “işte şu hüküm dinî-teolojik kaynaktan
türüyor,” “işte şu hüküm de akıldan kaynaklanmaktadır” şeklinde bir ayırım
yapmak zor görünüyor. En iyi ihtimalle “metafizik ve dinî-teolojik” hükümlerin,
gündelik tecrübe dünyamızdan erişilen genellemelerin ötesine geçtiği
söylenebilir. Ancak bu durumda da gündelik tecrübe dünyamızdan doğrudan
türetilemeyen her bilgi iddiasının Schuon’un kasdettiği anlamda metafizik
(entellektüel) bilgi olduğunu söylemek mümkün değildir. Zira felsefe tarihinin
dünya-içi tecrübemizin çok ötesine geçen felsefî teorilerle dolu olduğu bilinmektedir.
Ayrıca, insanoğlunun kurgulama yeteneğini de hatırda tutmak gerekir.
Schuon’un anlama tarzları arasında yaptığı ayırımın da
keyfi olduğu kanaatindeyim. Bu ayırım en temelde dinî öğretilerde bir öz ve
suret ayırımının kabul edilmesine dayanmaktadır. Bu öz ve suret ayırımı tam da
dinî öğretilerin anlatmaya çalıştığının iptal edilmesidir. Dinî öğretilerin
ibareleri dikkate alındığında, bunlar belli bir vakıadan haber verir veya belli
bir hadiseyi anlatır.
Mesela “Tanrı İsa’da bedenlenmiştir” veya “Muhammed
Allah’ın rasûlüdür” gibi ifadelerdeki isimlerin tümüyle tayin edilmiş olup
genelleştirilemeyen belli şahısları gösterdiği kabul edilir.
Dinî akideleri dinî akide yapan odur. “Muhammed Allah’ın
rasûlüdür,” denildiğinde bu belli bir şahsı gösterir.
Schuon, tam da dinlerin hususiyetini teşkil eden
öğretileri, muayyen-müşahhas hadiseleri, şahısları veya vakıaları göstermekten
ziyade, türsel bir kalıbın örneklendirilmesi şeklinde anlamak ister. Buna
göre mesela “Muhammed” tek bir şahsı değil bir türü gösterebilir, tıpkı insan
dediğimiz zaman bunun hiçbir insan bireyiyle sınırlı olmayıp her insanî bireyi
gösterebildiği gibi. Bu
durumda Tanrı’nın kendinde bedenlendiği pek çok İsa ve her biri kendince
Allah’ın rasûlü ve son peygamber olan pek çok Muhammed olacaktır.
Kısaca, Schuon’un metafizik anlama dediği şey dinî inançları türsel
genellemelere çevirmektir. Bunun dinlerin husûsiyetini ortadan kaldırdığı
açıktır.
Schuon’un teorisine getirilebilecek önemli bir eleştiri,
teori ile vakıa arasındaki uyumsuzluktur. Bu uyumsuzluktan teorisinin açıklama
gücünün düşük olduğunu çıkarabiliriz. Schuon’a göre, entellektüel bilgi sahibi
kimselerin, dini çoğulcu olarak anlaması gerekir, zira onlar mutlak Hakikati
entellektuel olarak aktif bir şekilde bilir. Ama esoterik yahut entellekteüel
bilgi sahibi kimseler arasında dinî öğretileri dışlayıcı şekilde anlayanlar
olmuştur. Bu bağlamda, bizzat Schuon’un zikrettiği karşı örnekler vardır.[37]
Schuon İbn Arabî’nin hem esoterik bilgi sahibi olmasını,
hem de dinin evrenselliğini reddettiğine, yani bütün dinlerin aynı şekilde
geçerli olduğunu kabul etmediğine dair rivayeti gündeme getirir. Hristiyan dünyadan Aziz Bernard’ın da hem esoterik bilgi
sahibi olmasını hem de Müslümanlara karşı Haçlı seferlerini teşvik etmiş olmasını
başka bir örnek olarak zikreder. Hem esoterik bilgi sahibi olmak hem de bütün
dinlerin eşit şekilde geçerli ve hak olduğunu kabul etmemek, Schuon’un
teorisine ciddî bir tehdittir. Ancak Schuon bu örneklerde geçen İbn
Arabi’nin ve Aziz Bernard’ın esoterik bilgileri ile başka dinlere karşı
tavırları arasında herhangi bir tutarsızlık olmadığını belirtir. Bunu izah
ederken, aslında esoterizmin evrensel olduğunun ancak bunun farkına
varılmasının, yani bütün dinlerde aynı bâtınî özün olduğunun, bütün dinlerin
mutlak Hakikatin sembolü olmak bakımından eşit olduğunu görülmesinin ancak
başka bir dinin yayıldığı, medeniyet ile bağlantı kurmakla potansiyel olmaktan
çıkıp bilfiil idrak edilebileceğini belirtir. Bu açıklamanın tazammunu, İbn Arabi’nin genelde Hristiyan dünyayı ve özelde
de Hristiyan cemaatları hiç tanımadığı ve Aziz Bernard’ın da İslam’ı ve İslam
medeniyetini tanımadığıdır. Bu sebeple onlar mazur görülebilir ve bu
durumda tutarsızlık iddiası geçersiz olur. Bu faraziyenin ilgili şahısların
yaşadığı coğrafî ve kültürel şartlara aşina olanlar gözünde inandırıcı olması
pek muhtemel değildir. Schuon’un duruma özgü olup muhtemel olmayan bir
faraziyesi sayılması gerekir.
Schuon’un teorisinin dindar insanlar nezdinde savunulması
güçtür zira Schuon’un teorisi dinî öğretilere göre üstün bir mevkidedir, batınî
bilgi sahipleri epistemolojik olarak ayrıcalıklı bir mevkidedir. Schuon’un
teorisi, Schuon’un da içinde bulunduğu entellektül bilgi sahiplerini, Tanrı
yahut da onun tabiriyle mutlak Hakikat hakkında dinlerin öğrettiğinin üstünde
bir mevkiye yerleştirir. Batınî bilgi sahiplerinin bilgisi mutlak gerçeklik
hakkında literal anlamda doğrudur, buna karşılık dinî öğretiler ancak sembolik
olarak doğrudur. Schuon’un üç mertebeli bilgi teorisi, (metafizik bilgi, dinî-teolojik
bilgi- aklî bilgi) ve iki merte- beli anlama teorisi (metafizik anlama-teorici
anlama), dinî öğretileri ikincil, daha alt, bir düzeye itmekte, onların mutlak
Hakikate dair bildirdiklerinin gerçekten doğru olmadığını ancak sembolik
anlamda doğru olduğunu söylemektedir. Buna karşılık mutlak Hakikat hakkında
literal anlamda doğru olan sadece batınî öğretilerdir.
Dinî öğretileri gayri hakikiyeci (non-realist)
anlamak bakımından, dinî çeşitliliğe Schuon’un sunduğu gelenekselci yaklaşım,
dinî çeşitliliğe rasyonel zeminde yaklaşan ve aydınlanma devrinin eserleri
sayılabilecek yaklaşımlarla anahatlarıyla uyuşmaktadır. Schoun dinî öğretilerin
sembolik olduğunu söyler buna karşılık dinî çoğulculuğu rasyonel bir zeminde
müdafaa edenlerden mesela John Hick ise, bunların efsanevî anlamda doğru
olduğunu savunur.[38] İkisi
arasında dinî öğretilerin kaynağına dair farklılıklar olsa da dinî öğretilerin
hakikî anlamda alınmaması gerektiği konusunda, ikisi hemfikirdir. Dinî
öğretileri sembolik olarak anlamak da, dinî öğretileri efsanevî anlamak da din
diline gerçek-dışıcı bir yaklaşımıdır, zira her iki anlayışa göre de dinî inanç
ifadeleri bize gerçekten haber vermezler. Schuon’un bakışaçısından söylersek,
her ne kadar bunlar muayyen şahıslarla, hadiselerle ilgili doğruluk iddiaları
olsa da, bunlar türsel-kalıpları gösterecek şekilde anlaşılmalıdır. Bu durumda
da dinî inanç ifadelerinin muayyen şahıslara, hadiselere ve vakıalara dair
iddiaları, belli bir gerçekliğeye tekabül edecek şekilde, literal anlamda doğru
olmayacaktır. Benzer şekilde dinî öğretileri efsanevî anlamda doğru sayan
yaklaşım da, bu öğretilerin gerçekten olan durumu anlatmadığını belirtmektedir.
Önemli olan insanların onlara bağlanarak hayatlarını dönüştürmesidir.
Mesela “Muhammed son peygamberdir” ifadesini türsel bir
kalıbın bir örneği olarak anladığımızda aslında “Muhammed” ismi muayyen bir
tarihsel şahsiyetle sınırlı değildir. Ama insanlar bu ifadeyi muayyen bir
tarihsel örnekte doğru kabul ettiği ölçüde hayatlarını dönüştürmektedir.
Schuon’un teorisine getirilebilecek en köklü eleştiri
teorinin kendi içinde çelişkili olmasıdır. Schuon’un kendi görüşlerinin
metafizik bilgi olduğunu farzedersek, bu durumda Schuon’un kendi görüşüyle
çelişkili davrandığı sonucu çıkar. Eğer Schuon’un görüşlerinin metafizik bilgi
olduğunu kabul edersek, bu görüşlerini, metafizik bilgi sahibi olanlara veya
olabileceklere aklî bir yapı içinde sunması gerekmeyecektir. Oysa Schuon
görüşlerini bize sunarken, belli bir ikna gayreti göstermekte, rasyonel argüman
kurma ve ifade biçimlerine başvurmaktadır. Nihayetinde metafizik bilgisini,
aklın denetimine arzetmektedir. Bu durumda Schuon’un bilgisinin metafizik
olduğu iddiasını teslim etmemiz durumunda şöyle bir sonuç çıkar. İnsanların bir
doğruluk iddiasını benimsemelerinin farklı dayanakları, yolları, nedenleri olsa
da bu iddialarını üçüncü sahıslara sunması bir anlamda aklın denetimine
arzetmesi anlamına gelmektedir. Schuon’un, bir yandan aklî bilgiye dayanarak
metafizik bilginin değerlendirilemeyeceğini ima etmesi, bir yandan da bilgisini
aklın denetimine arzetmesi, birbiriyle çelişkilidir.
Schuon’un bu teorisini açıklaması, entellektüel bilgi
sahipleri açısından mümini imana davet etmek gibi, akıl dünyasına mahpus
olanlar açısından ise abesle iştigal gibidir. Şöyle ki, Schuon’un üstün
epistemolojik mevkisini bilenler zaten bâtın ehlidir ve durumu biliyordur. Zira
bu kimseler, entellektüel bilgi sahibidir. Ancak başka insanları bu üstün
epistemolojik mevkiyi kabul etmeye itecek bir gerekçe sunulması gerekir.
Bu gerekçe sunulmadığı takdirde, Schuon’un söylediğinin bir
anlamı olmayacaktır.
Her din müntesibinin gözünde, Tanrı’yı bilme ve bildirme
hususunda mensubu olduğu dini tesis eden kişinin veya ilgili dinî otoritenin
üstün bir yeri olduğu açıktır.
İnsanların belli bir
dine intisap etmesi veya bu intisabını sürdürmesi, Tanrı’yı bilme hususunda
başka insanlara güvenmesi, baştan böyle bir farklılığı teslim etmeyi
gerektirir.
Bu gerekçe sunulmadığı takdirde, bir din müntesibi niçin
kendi dinî inançlarını alt bir mertebeye indiren birinin yetkisini kabul etsin?
Dolayısıyla
Schuon’un bu teorisi, metafizik bilgi sahipleri açısından mümini imana davet
etmek gibidir.
Bir dilemmaya gelip dayanırız: bilenlere anlatmaya gerek
yoktur, bilemeyenlere anlatmanın faydası yoktur.
Knitter, Paul F. No Other
Name? A Critical Study of Christian Attitudes Towards the World Religions
(London, SCM Press, 1985).
John Hick and Paul F.
Knitter (ed.), The Myth of Christian Uniqueness (Maryknoll, NY: Orbis
Book, 1999); S. Mark Heim, Salvations (Maryknoll, NY: Orbis Book, 1999).
Frithjof Schuon, The
Transcendent Unity of Religions, çev. Peter Townsend (London: Faber &
Faber, 1953).
Frithjof Schuon, The
Transcendent Unity of Religions (Wheaton, IL: The Theosophi- cal Publishing
House, 1993).
Frithjof Schuon, Dinlerin
Aşkın Birliği, çev. Yavuz Keskin (İstanbul: Ruh ve Madde Yayınları, 1992).
John Hick, God and the Universe of Faiths (London:
Macmillan, 1973).
Alan Race, Christians
and Religious Pluralism: Patterns in the Christian Theology of Religions,
(Maryknoll, NY: Orbis Books, 1983).
Gavin D’Costa, “The
Impossibility of a Pluralist View of Religions,” Religious Studies 32
(1996).
Gavin D’Costa, “Dinlerle
İlgili Çoğulcu Bakış Açısının İmkânsızlığı,” Hristiyan Yahudi ve Müslüman
Perspektifinden Dinsel Çoğulculuk ve Mutlaklık İddiaları, çev. Mahmut Aydın
(Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2005).
Michael Patterson v.dğr., Akıl
ve İnanç: Din Felsefesine Giriş, çev. Rahim Acar (İstanbul: Küre
Yayınları, 2003).
Adnan Aslan, “Batı
Perspektifinde Dini Çoğulculuk Meselesi,” İslam Araştırmaları 2 (1998).
William P. Alston, “Din,” çev. Günay Tümer, AÜİF Dergisi,
cilt XVIII (1970).
Michael Martin, “Atheism
and Religion,” The Cambridge Companion to Atheism içinde, ed. Michael
Martin (Cambridge & New York: Cambridge University Press, 2007).
İbn Rüşd, Faslu’l-Makal
(Felsefe ve Din İlişkileri), çev. Süleyman Uludağ (İstanbul: Dergâh
Yayınları, 1985)
Mübahat Türker, Üç
Tehâfüt Açısından Felsefe ve Din İlişkisi (Ankara: AÜDTCF Yayınları, 1956).
Adnan Aslan, “What is
Wrong with the Concept of Religious Experience?”, İslam and Christian-Muslim
Relations, 14/3 (2003).
Steven T. Katz (ed.), Mysticism
and Religious Traditions (Oxford & New York, NY: Oxford University
Press, 1983).
Hasan Çiftçi, Şeyh
Ebü’l-Hasan-i Harakânî (r.a.) -Hayatı, Çevresi, Eserleri ve Tasavvufî
Görüşleri-, Kars: Şehit Ebü’l-Hasan Harakânî Derneği Yayınları, 2004.
Mircae Eliade, Dinsel
İnançlar ve Düşünceler Tarihi, çev. Ali Berktay, cilt 1, (Kabalcı Yayınevi,
2003).
John R. Hinnells (ed.), A
Handbook of Ancient Religions (Cambridge and New York, NY: Cambridge
University Press, 2007).
Roger Trigg, “A Defense of
Religious Realism,” Philosophy of Religion: Selected Rea- dings, ed.
Michael Peterson et alii (New York & Oxford: Oxford University Press,
2007).
Keith E. Johnson, “John
Hick's Pluralistic Hypothesis and the Problem of Conflicting Truth-Claims,” http://www.leaderu.com/wri/articles/hick.html (12/18/2006).
Keith E. Johnson, Dinî
Çoğulculuk: John Hick’in Düşünceleri Etrafında Tartışmalar, çev. Ruhattin
Yazoğlu ve Hüsnü Aydeniz, (İstanbul: İz Yayıncılık, 2006).
[1] Makalenin müsveddesini okuyarak ciddî tashihler tavsiye
eden Fatma Yüce ve M. Nedim Tan’a teşekkür ediyorum.
[2] Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
[3] Dinî çeşitlilik vakıası karşısında
takınılması en makul tavrın çoğulculuk olduğunu savunan yazılar önemli bir
literatür oluşturur. İlgili tartışmalar için örnek olarak bk. Knitter, Paul F. No
Other Name? A Critical Study of Christian Attitudes Towards the World Religions
(London, SCM Press, 1985); John Hick and Paul F. Knitter (ed.), The Myth of
Christian Uniqueness (Maryknoll, NY: Orbis Book, 1999); S. Mark Heim, Salvations
(Maryknoll, NY: Orbis Book, 1999).
[4] Mesela Frithjof Schuoun’un Transcendent
Unity of Religions isimli eserinin ilk baskısı 1953 tarihlidir. Frithjof
Schuon, The Transcendent Unity of Religions, çev. Peter Townsend
(London: Faber & Faber, 1953). Eserin Huston Smith’in girişini içeren
tashih edilmiş neşri 1984’te ve daha sonra 1993’te basılmıştır. Frithjof
Schuon, The Transcendent Unity of Religions (Wheaton, IL: The
Theosophical Publishing House, 1993). (Bundan sonra kısaca “Tur” diye
atıf yapılacaktır). Eserin, 1992’de Türkçe’ye yapılmış bir çevirisi olmakla
birlikte, bu çeviri işe yaramaz bir çeviridir. Frithjof Schuon, Dinlerin
Aşkın Birliği, çev. Yavuz Keskin (İstanbul: Ruh ve Madde Yayınları, 1992).
Buna karşılık dinî çoğulculuk denince akla gelen ilk isimlerden birisi olan
John Hick’in, Mesih-merkezlilikten Tanrı-merkezliliğe geçip çoğulcu istikamete
yönelmesi 1970’li yıllara rastlar. Bak. John Hick, God and the Universe of
Faiths (London: Macmillan, 1973).
[5] Alan Race, Christians and Religious
Pluralism: Patterns in the Christian Theology of Religions (Maryknoll, NY:
Orbis Books, 1983). Dinî çeşitlilik karşısındaki tavırları tasnif etmede Alan
Race’in teorisinin ne kadar açıklayıcı yahut kullanışlı olduğu sorgulansa da
onun teorisi genel olarak kullanılmaya devam etmiştir. Race’in modelinin
kullanışlı olmadığını savunan bir yazı için bk. Gavin D’Costa, “The
Impossibility of a Pluralist View of Religions,” Religious Studies 32
(1996). Metnin Türkçesi Mahmut Aydın’ın derlemesinde yeralmaktadır. Gavin
D’Costa, “Dinlerle İlgili Çoğulcu Bakış Açısının İmkânsızlığı,” Hristiyan
Yahudi ve Müslüman Perspektifinden Dinsel Çoğulculuk ve Mutlaklık İddiaları,
derleyen ve tercüme eden Mahmut Aydın (Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2005),
s.193-206. D’Costa aslında çoğulculuk diye bir seçeneğin olmasının
imkansızlığını onun da bir tür dışlayıcılık olduğunu savunur.
Bu yaklaşımların ayrıntılı izahı için bk. Michael Patterson ve
diğerleri, Akıl ve İnanç: Din Felsefesine Giriş, çev. Rahim Acar
(İstanbul: Küre Yayınları, 2003), s.379-410; ayrıca bk. Adnan Aslan, “Batı
Perspektifinde Dini Çoğulculuk Meselesi,” İslam Araştırmaları, 2 (1998),
s.143-163.
Din
tanımlaması hususundan bilim adamları, filozoflar ve teologlar arasında bir
uzlaşım ne yazık ki yoktur. Eski tabirle efradını cami ağyarını mani bir tanım
yapmak, dinin cinsine ve faslına atıfla kesin bir tanımını yapmak mümkün
olmamakla birlikte, yeryüzünde yaygın dinlerden husûsîyetleri dikkate alınarak
bir takım ortak ögeler bulunabilir. Bu ortak ögeler arasında, kutsaldan haber
veren, onun ne veya nasıl bir şey olduğunu anlatan ve insanın nereden gelip
nereye gittiğine dair normal tecrübeden çıkarılamayacak öğretiler bulunduğu
kabul edilir. Din tanımları ve dinlerdeki ortak özellikler için bk. William P.
Alston, “Din,” çev. Günay Tümer, AÜİF Dergisi, cilt XVIII (1970),
ss.163-176. Ayrıca bk. Michael Martin, “Atheism and Reli- gion,” The
Cambridge Companion to Atheism içinde, ed., Michael Martin (Cambridge &
New York: Cambridge University Press, 2007), ss.217-232.
[8] Bu hususta birkaç örnek vermek gerekirse,
İslam düşüncesindeki tehâfüt geleneği ve ayrıca İbn Rüşd’ün Faslu’l-Makal
isimli eseri bu meselelerin bir eseri olarak zikredilebilir. İbn Rüşd, Faslu’l-
Makal (Felsefe ve Din İlişkileri), çev. Süleyman Uludağ (İstanbul: Dergâh
Yayınları, 1985) Te- hafüt geleneğine dair klasik bir çalışma olarak bkz.,
Mübahat Türker, Üç Tehâfüt Açısından Felsefe ve Din İlişkisi (Ankara:
AÜDTCF Yayınları, 1956).
[9] Bu ikisinin
dinî tecrübe adı altında aynı kategoriye sokulmasını eleştiren bir yazı için
bakınız Adnan Aslan, “What is Wrong with the Concept of Religious Experience?”,
İslam and Christian- Muslim Relations, 14/3 (2003), s.299-312. Dinî
geleneklerde mistik tecrübenin yeri ile ilgili olarak bk. Steven T. Katz
(ed.), Mysticism and Religious Traditions (Oxford & New York, NY:
Oxford University Press, 1983).
[10] Schuon, dinî
çeşitliliği izah ederken, Tanrı, mutlak Hakikat ve küllî Gerçeklik terimlerini
zaman zaman aynı anlamda kullanmakla beraber, zaman zaman da onların farklı
imalarını vurgulayacak şekilde kullanmaktadır. Dinler ve onların haber
verdiği, ilişkili olduğu kutsal hakkında konuşurken, Schuon ‘mutlak Hakikat’
terimini tercih etmektedir. Nihayetinde ‘Tanrı’ terimi şahsî kemâl sıfatlarıyla
muttasıf bir ilah tasavvurunu kuvvetle ima ettiği için ve dinlerin en azından
bazılarında böyle bir tasavvurun yeri olmadığı için, bütün dinleri ilgilendiren
bir tartışmada daha tarafsız, veya dinler-üstü, bir terim olarak ‘mutlak
Hakikat’ teriminin kullanılması daha uygun olabilir. Kelimelerin büyük veya
küçük harfle yazılmasında Schuon’un metinlerindeki imlaya uyulmaya
çalışılmıştır.
[11] Schuon, Tur, s.xxix.
[12] Schuon, Tur, s.xxix-xxx “Sûfî yaratılmamıştır” (es-sûfî
ğayru mahlûk)”, sözü Ebu’l-Hasan Harakânî’ye (ö. 425/1033) atfedilir. Bu
sözün kaynakları ve yorumları için bkz. Hasan Çiftçi, Şeyh Ebü’l-Hasan-i
Harakânî (r.a.) -Hayatı, Çevresi, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri-, Kars:
Şehit Ebü’l-Hasan Harakânî Derneği Yayınları, 2004, s. 103, 132, 232.
[13] Schuon, Tur, s.xxix-xxx.
[14] Schuon, Tur, s.39.
[15] Schuon, Tur, s.55-57.
[16] Schuon, Tur, s.57-58.
[17] Schuon, Tur, s.40-41.
[18] Schuon, Tur, s.39.
[19] Schuon, “yaratılmamış ve yaratılamaz olan intellekt”in
klasik İslam tasavvufunda “kalp gözü” denen şeye karşılık geldiğini belirtir.
Schuon, Tur, s.xxx.) Bu iki kavramın Schuon kullandığı haliyle
entellektin ve sufilerin anladığı haliyle kalp gözünün birbirine ne kadar
tekabül ettiği ayrıca tartışılması gereken bir meseledir.
[20] Schuon, Tur,
s.38-39.
[21] Schuon, Tur, s.xxxi.
[22] Schuon, Tur, s.xxx
[23] Schuon, Tur, s.xxxi.
[24] Schuon, Tur, s.xxix-xxx.
[25] Schuon, Tur, s.xxxi-xxxii.
[26] Schuon farklı bağlamlarda farklı terminolojiler
kullanmaktadır. Bu belki de eserin farklı kısımlarının farklı zamanlarda
yazılmasındandan kaynaklanabilir, belki de Schuon’un özellikle yaptığı bir şey
de olabilir. Ancak benim tartışmamda terminolojik bir süreklilik olması için
ben bunların genel olarak metafizik-teorici ve sembolik-literal ayırımını
kullanacağım.
[27] Schuon, Tur, s.2-3.
[28] Schuon, Tur, s.3.
[29] Schuon, Tur, s.4.
[30] Schuon, Tur, s.4.
[31] Huston Smith, Schuon’un Transcendent Unity of Religions,
isimli eserinin tashih edilmiş neşrinin İngilizcesine oldukça geniş ve
aydınlatıcı bir giriş yazmıştır. Transcendent Unity of Religions (Wheaton,
1ll., Madras & London: Theosophical Publishing House, 1993), s.xxvi.
[32] Schuon, Tur, s.2.
[33] Schuon, Tur, s.3.
[34] Schuon, Tur, s.4-6.
[35] Bu hususta
herhangi bir dinler tarihi kitabına başvurulabilir. Mesela bk. Mircae Eliade, Dinsel
İnançlar ve Düşünceler Tarihi, çev. Ali Berktay, cilt 1, (Kabalcı Yayınevi,
2003) ve John R. Hin- nells (ed.), A Handbook of Ancient Religions
(Cambridge and New York, NY: Cambridge Univer- sity Press, 2007).
[36] Dine ve dinî
inançlara getirilen sosyal bilimsel, indirgemeci izahların kısa bir tartışması
için bkz., Roger Trigg, “A Defense of Religious Realism,” Philosophy of
Religion: Selected Readings, ed. Mic- hael Peterson et alii (New York &
Oxford: Oxford University Press, 2007), ss.13-20.
[37] Schuon, Tur, ss. 36-37.
[38] John Hick’in din
dilini efsânevî anlamda doğru saymasına dair bir inceleme için bk. Keith E.
Johnson, “John Hick's Pluralistic Hypothesis and the Problem of Conflicting
Truth-Claims,” http://www.leaderu.com/wri/articles/hick.html
(12/18/2006). Bu makalenin Türkçe çevirisi için
bk. Dinî Çoğulculuk: John Hick’in Düşünceleri Etrafında Tartışmalar,
çev. Ruhattin Yazoğlu ve Hüsnü Aydeniz, (İstanbul: İz Yayıncılık, 2006),
s.47-77.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar