Print Friendly and PDF

YALÇIN KÜÇÜK YAZILARINDAN

Bunlarada Bakarsınız



 “AFORİZMALAR”DAN

  • Tanrılar ortak olamadıkları için sevemezler ve uzak oldukları için de sevilmezler.
  • İnsanların hiçbir zaman tanrılaşmamasını ve tanrıya benzememesini diliyorum.
  • Tanrı olmak, insanlıktan çıkmaktır.
  • Felsefe, kuşku; politika, ret ile başlar.
  • Serüvenci yürüyüşün ilk sözü “la ilahe" olmak durumundadır. Tanrı yoktur, anlamına geliyor. Politikada ilk adım reddir. İkinci adım “illallah” olmak zorundadır. Allah Teâlâ’dan başka, anlamına geliyor.
Politikada, ilk ve ikinci söz, “la ilahe illallah” oluyor. Allah'tan başka tanrı yoktur, anlamını veriyor. Bu, benim bulduğum, benim yarattığım tanrıdan başka tanrı olamayacaktır, anlamına geliyor; politika var olan bütün tanrıları ret ile kendi tanrını yaratıp bulma serüveni olarak ortala çıkıyor.
  • Bugün kadın, bir eğilim olarak, kurtuluşuna değil “küçük insan” olmaya koşuyor, kurtuluşunu erkeği taklide bağlayan bir illüzyona sarılıyor. Kadının kurtuluşu küçük insanı hedef almakta değil, yeni insanı yaratmadadır. Kadının kurtuluşu erkeğe yetişip geçmekte değil, erkeğin üzerinden sıçramakta yatmaktadır.
Kadın, yeni kişiliğini yarattığı zaman kendisini ve erkeği de kurtarabilir. Nasıl?
İpuçları mutlaka toplumda vardır. Yöntemi. tekelsi düzenin getirdiği sınırları, toplumdaki ipuçlarına dayanarak akıl ve sevgiyle aşmadadır. Bütün özgürlükleri, sevgiyle zorlamaktan geçiyor. Çok söylenmiştir ve bir kez daha söylemek gerekiyor. Bu düzende, tekeliyette kadının kurtuluşu imkansızdır.
Tekeliyet, insanı çökertme üzerinedir. Ve kadın, insan olduğunu unutmamak zorundadır.
Sorular.
  • Bir: Neden tekstil işçileri kadındır?
İki: Neden bütün banka çalışanları kadındır?
Üç: Neden bütün telefon operatörleri kadındır?
Çünkü bu işler, İngilizce sözcükle pek "tedious" sıkıcı vc boğucu işlerdir, yaratıcılık ve itiraz istemiyor ve kadın geliştiğini iddia ederek boş bir kuruntuyla avunurken, kütlesel olarak tabi yaratık haline düş­mek durumundadır.
Dört: İşte bu yüzden, televizyonlar, bir kadın mesleği haline gel­miştir. Aydın Doğan ın “benim kanalım” diye övündüğü kanallar teenager ve itaatkarlar kızlarla doludur.
Beş: İşte bu nedenle Mütareke Matbuatında köşeleri genç hanım­lar tutuyor; kadının yükselişini değil, düzenin en uyumlu vidalarını oynuyorlar.
Çevremize bilimsel bakabiliyor muyuz? Ciddi bakmayı, kast edi­yorum.
Kaynak:
Yalçın KÜÇÜK, Aforizmalar, 2. Baskı, Ankara 2008

İki noktayı üstüste yazmak zorundayım; birincisi kişiseldir. Bir yüksek öğretim kuramımda master düzeyinde kabul sınavı yapıyorduk ve bir jüri olarak çalışıyorduk. Sıra bir adaya geldi; benim genç arkadaşımdı, öğrencimdi ve politik olarak da bana yakın olmaya çalışıyordu. Bugün önemli bir yerdedir; hâlâ arkadaşım sayıyorum, o zaman master programına kabul edilmesinin doğru olmayacağını söylemiştim. Gerekçe olarak da yakından tanıdığımı, bir programın gerektirdiği çabayı gösteremeyeceğini ileri sürmüştüm; diğer jüri üyesi arkadaşlarım pek şaşırdılar. Birisi, şaşkınlıkla, "peki" dedi, bu adayın şanssızlığı sizin tanımanız mı? Gerçekten de, ya diğer adaylar, benim tanıdığım genç arkadaşımdan daha az gayretiyseler; bunu hiç düşünmemiştim ve buna da ben şaşırdım.
Bunu şu nedenle hatırlıyor ve yazıyorum: Fatoş Dilber'in şanssızlığı benim Charles Chaplin'e ilgi duymamdır. Fırsatım olsa Chaplin'i yazmak istiyorum; bu nedenle, Afa yayınları arasında çıkan Fatoş Dilber'in çevirdiği, Chaplin’in otobiyogragisini okumayı denedim. Hem benim ve hem de Fatoş Dilber adına ne büyük talihsizlik! Önce bu Hanım’ın İngilizce bildiğini, ancak Türkçe bilmediğini düşündüm; sonra bildiği İngilizce'nin de ancak, "how are you?" ya da "give me a box of matches" düzeyinde kaldığına karar verdim. Amerika ve İngiltere’de bakkal ile çok iyi anlaşabilen, ancak gazete okuyamayan pek çok öğretim üyesi görmüştüm. Sokakta karşılaştığı bir İngiliz ile üçbeş cümle söyleşebiliyorlardı; televizyonun temel haber bülteninden bir tek sözcük bile anlamıyorlardı. Dilber'in İngilizcesi bu düzeyde olmalıdır.
Yazık, donmuş havuca alışmış bir halkı donmamış havuca nasıl çevireceğiz; hep bunları düşünüyorum. Donmuş havuç bir tür yumuşak odundur; bunu havuç sanan bir halka, havucu nasıl anlatacağız, benim sorunlarımdan birisi budur. Yazık ve pek yazık; bu Afa Yayınevinde bu çeviriyi böyle yayınlarken hiç kimsenin vicdanı sızlamıyor mu? Bu ikinci noktadır.
Yazık ve çok yazık: Peki bütün bunları neden benden başka kimse görmüyor?
"Doktordan millerce uzakta olduklarından ve her zamanki kısır döngü söz konusu olduğundan, genç adam mendiliyle yılanın soktuğu yeri sıkıca sararak kan dolaşımını engellemeye çalışır. Ani bir hareketle kızı kucaklayıp ayağa kaldırır, eteğini yırtarcasına çıkarır, sonra da kızı kameranın o acımasız ışığından uzaklaştırarak hafifçe öne doğru eğer ve ağzını yılanın soktuğu yere dayayarak zehiri emip yere tükürür. Bu işlemin sonucu olarak da kız onunla evlenir"[1] Sabırla okumamı sürdürürken bu paragrafa geldim ve artık takıldım. Öyle anlaşılıyor; ya benden başka okuyan ya da benden başka takılan bulunmuyor.
Kısaca hikaye şudur: Gloria Svvanson, tropikal bir ormanda at üzerinde gezerken iner ve çiçekleri incelemeye başlar, bu sırada, birden bağırmaya başlar, göğsünü avuçlar, haykırır. Yakışıklı ve evli Gloria'nın aşkla sevdiği Tommy birden peyda olur, Gloria, "yılan soktu" der, Tommy "nereden" diye sorar, çeviriye göre "Gloria arka tarafını gösterir", bundan sonra sıra aktardığım paragrafa gelir; bu paragraf bende odun etkisi yaptı ve yutamayacağımı anladım. Bunun üzerine Chaplin’in anılarının aslını bulmayı denedim.
Yılan sokunca "kısır döngü” nasıl çıkar; bunu anlamadım. İngilizce "vicous circle", kavramsal bir deyiştir; eskiden "fasit daire” olarak çevriliyordu. Verimlilik düşükse, gelir düşüktür, gelir düşükse tasarruf azdır, tasarruf azsa yatarım düzeyi düşüktür, yatırım düzeyi düşükse verimlilik düşüktür; kısır döngü bu ve benzeri ardışık etkilenmelerde ortaya çıkıyor. Yılan sokunca kısır döngü nasıl oluyor; takıldım, durdum. Dilber Hanım'ın karıştırdığından kaygılandım; genç adamın yılanın soktuğu yeri sıkıca sarmasına da fazla sevinemedim. Çünkü yılanın soktuğu yer sarılmaz; yılanın soktuğu yerin iki çevresi sarılır ve mendil ya da bez burkulur. Güzel; ancak yılanın soktuğu yerin çevresi sarıldıktan sonra, genç adam, neden ve "ani bir hareketle" kızı kucaklıyor ve neden kızın eteğini çıkarıyor, bunu da anlamadım. Yoksa, yılan sokmuş Gloria’nın acısından yararlanarak... Aklıma kötülükler geliyor; yılanın soktuğu yer mendille sarıldıktan sonra ansızın kucaklama ve etekliğin yırtılması insanı şaşırtıyor. İnsan, "yoksa Tommy yılandan cesaret alarak...."; böyle kötü kötü düşünüyor.
Bu arada bir parantez açmalıyım; anıların çevirmeni Fatoş Dilber Hanım’ın İngilizce konuşan bir ülkede yaşadığını bir hipotez olarak ortaya koyuyorum. Ancak eğer gerçekten yaşadıysa karşı cinsle ve İngilizce ile hiçbir yakınlığı olmadığına kesin hükmedebiliyorum. Çünkü Dilber Hanım, İngilizce, göğüs ile “popo”yu birbirine karıştırıyor. Yılanın Gloria'yı arkasından soktuğunu yazıyor; yakışıklı Tommy, "nereyi?" soktuğunu sorunca, "Gloria arka tarafını gösterir" diye yazıyor. Daha yukarıda da "zehirli bir yılan onu arkasından sokar" diye belirtiyor; Fatoş Hanım, İngilizce arka ile önü birbirine kanştırıyor. Gerçekten de Chaplin, yılan için, "bites her right on the bosom" diye yazıyor.[2]  Fatoş Hanım'ın, "Gloria arka tarafını gösterir" dediği yerde, İngilizce, "she points to her bosom" ifadesi yer alıyor.
İngilizce "bosom" sözcüğü, "göğüs" ya da "sine" demektir. "Bottom" sözcüğü, "arka" ya da "dip” ya da insan söz konusu olunca ve kibarca "popo" daha çok da "kıç" anlamına geliyor. Dilber, bosom’ı bottom olarak anlıyor. Kıç ile göğsü karıştırıyor.
Ah bu eski solcular; kapitalist oldukları zaman en acımasızı ve en sömürücüsü oluyorlar. Afa Yayınevi, İngilizce'de "kıç" ile "göğüs” sözcüklerini karıştıran ve bunları bilmeyen birisine Chaplin anıları çevirisi ısmarlıyor; kim için üzülmeliyim? Yılan Gloria’yı, Chaplin'in yazdığına göre, arkasından değil, önünden ve göğsünden, hatta "right on the bosom" dediğine göre de, tam göğsünden, göğsün orta yerinden sokuyor.
Peki Gloria türünden bir kadının göğsünü mendille sarmak ve burkmak mümkün müdür; fizik olarak imkan dâhilinde göremiyorum. Öyleyse Dilber Hanım, Tommy'nin Gloria'nın yılan soktuğu yerini mendille sardığını yazarken, uyduruyor ve açıkça yalan söylüyor.
Gloria çiçeklere eğiliyor, buradan bir zehirli yılan çıkıyor ve Gloria'nın güzel göğsünün orta yerinden sokuveriyor; Dilber hanım, yılana, Gloria'nın poposunu layık buluyor. Tommy, kuşkusuz, Gloria'nın göğsünü mendiliyle buramıyor; Dilber Hanım, Tommy’nin bu işi yapması gerektiğini düşünüyor. Peki bundan sonra Tommy neden Gloria’nın eteğine sarılıyor; her okuyanın kendi kendisine bu soruyu sorması gerekiyor. Soru Şudur: Eğer Tommy, yılanın soktuğu yeri mendiliyle sardı ve burktuysa, neden kızcağızın eteğini indiriyor? Tommy, fırsat düşkünü kötü bir adam mıdır? Ben okurken, bu soruya takıldım ve bir türlü cevap bulamadım. Bunun üzerine Chaplin’i aslından okumak gereğini duydum. Elime kalem aldım, Dilber Hanım'ın çevirisinden ya da daha doğru bir söyleyişle, Chaplin yazımından anlamadığım, aklıma takılan yerleri işaretledim ve aslıyla karşılaştırdım.
İnsanı, Türkçe okuduğuna pişman eden bir eski solcu yayınevi ile karşı karşıyayız: Solculuktan kapitalizme geçenler daha sömürücü oluyorlar. Yumuşak odunları havuç diye satıyorlar. Ne yazık, insanlarımız, havuç diye yumuşak odun yemeye alışmışlar.
Fatoş Dilber, gerçekten İngilizce konuşan bir ülkede yaşamadı mı; bu hipotezimden de kuşku duymaya başlıyorum. Çünkü İngilizce aslında "shirtwaist" sözcüğü geçiyor; Dilber Hanım, bunu "etek" sanıyor. "Waist" sözcüğünü görünce etek sandığım sanıyorum; aynı zamanda bel demektir ve "shirtwaist", bele kadar olan, erkek gömleği biçimindeki kadın bluzuna verilen İngilizce ad oluyor. Böylece Dilber Hanım, göğüs ile kıç’ı ve bluz ile eteği karıştırıyor. Ancak haklıdır; eğer yılana Gloria'nın poposunu sokturursa, Tommy’ye de eteğini yırttırır. Fakat benim çok soran bir aklım olduğunu kabul ediyorum; yılanın soktuğu yer mendille burkulunca eteğin yırtılmasına takılıyorum.
Şimdi parantezler açabilecek durumdayım.
Bir: Bilim, bir uydurma işidir. Uyumsuzlar üzerinde düşünmeyle başlıyor. Uyumsuzluktan, sapmaları farketmeyen, görmeyen bir akıl bitmiştir; orada da beyinden donmuş havuçtan söz etmek gerekiyor. Bugün Amerikan düzeni ve bu düzene yönelen Türkiye düzeni, her türlü sapma ve uyumsuzluğu değil farketmeyi yok etmeyi ilke edinen bir düzendir. Tiksindiğimi saklamıyorum.
Politik mücadele, uyumsuzların yükselişidir.
Yaşam uç'lardadır.
Türkiye düşünü, polisiye roman, ütopya yazımı kadar uçuk yaşam bilgisinden de yoksundur; önemli eksiklik sayıyorum.
İkinci parantez bir İngilizce türü üzerinedir; aslında bir genel "ağız" üzerine demek, daha doğru görünüyor. Chaplin, bir sanatçı karıkocanın çocuğu olmakla birlikte çok büyük bir yoksulluk yaşıyor, yetimevleri, bit pazarlan yazgısıdır. Böyle yerlerde yetişen, "alt tabakalar" içinde büyüyen İngilizler, son derece kısa cümlelerle konuşurlar, tekrarlarlar, küçük cümleleri zorlayarak çarpıtırlar. Chaplin de böyledir; Chaplin'in İngilizcesini anlayabilmek için, örnek olsun, Tom Jones'un bir konserde arada bir konuşmasını dinlemek yeterlidir, küçük ve yer yer kırılmış cümleler ortaya çıkıyor. Türkçe'de Fakir Baykurt'un dili ya da Fatma Girik'in Türkçesi akla getirilebilir; çevirirken, dikkat edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
"They are miles from a doctor and the usual remedy of a tourniquettwisting a hankerchief around the affected part to stop blood circulating is unthinkable. Suddenly he picks her up, tears at her shirtwaist, and bares her gleaming shoulders, then turns her from the vulgar glare of the camera, bends over her and with his mouth extracts the poison, spitting it out as he does so. As a result of this suctorial operation she marries him"
Bu paragrafı buraya aktardım; Dilber Hanım, "tourniquet" sözcüğünü de bilmiyor, sözlüğe bakmak zahmetine katlanmıyor, odunu havuç sanan bir okuyucu sürüsü olduğunu düşünüyor olmalı ve bir yerden duyduğu "kısır döngü” deyişi sanarak, çeviriye saldırıyor. "Tourniquet" Türkçeye "burgu" olarak çevrilebilir; bütün sözlüklerde sadece tarif ediliyor. Bazılarında resim de konuyor; bez veya mendile bir düğüm atılır ve arasından bir ince tahta geçirilerek çevrilirse, "tourniquet" oluyor, kan dolaşımını durduruyor. İlginçtir; Chaplin de hem "tourniquet" sözcüğünü kullanıyor ve hem de iki tire arasında bunu tanımlıyor. Tanımlamayı bir kenara atacak olursak, "the ussual remedy of a tourniquet is unthinkable" diye yazıyor; burgu yapmanın imkânsızlığına işaret ediyor. Dilber Hanım, göğüs ile kıç arasındaki farkı bilmediği için ve yılanın sokacağı yer olarak Gloria'nın kıçını tercih ettiğinden burgu yapıyor; Chaplin bunun yapılmadığını yazıyor. Bu durumda yakışıklı Tommy ne yapabilir; hemen kızı yerden kaldırıyor, suddenly he picks her up, ve kızın bluzunu, ortasından ikiye ayırıyor, "tears at her shirtwaist.” Tommy'nin yaptığı doğrudur; ancak ben Dilber Hanım, Tommy’nin, Gloria’nın eteğini yırtarak indirdiğini yazınca, kuşkulandım ve Tommy’nin günahına girdim. Fakat bu günahımdan sorumlu Dilber'dir ve günahı, Dilber Hanım’a geçiriyorum.
Tommy’in yaptıkları arasında bir de, "bares her gleaming white shoulders” var; Tommy, Gioria'nın ışıl ışıl parıldayan beyaz omuzlarını da çın! çıplak ortaya çıkarıyor. Fakat Dilber Hanım, Tommy’in bunu yapmaması gerektiğini düşünüyor ve hiç yazmıyor; kuşkusuz, göğüs ile kıçı ve bluz ile eteği karıştırdığı için, eteği indirdiğini sandığı Tommy'nin nasıl olup da omuzları açtığını anlayamıyor ve bu uyumsuzluk karşısında, uyumlu bir düzenin mensubu olarak, bu omuz meselesini okuyucularından saklıyor. Paragrafın sonunda Chaplin, "as a result of this suctorial operation" diye yazıyor; "Bu emme operasyonun sonucu olarak" anlamına geliyor ve Dilber Hanım'ın "emme" sözcüğünü de sevmediği görülüyor. Atıyor.
Başka ne yazmalıyım?
Dilini sevmeyenin halkını sevebileceğini hiç sanmıyorum. Dili sevmek, bir kimsenin halknıı sevmesinin turnusol kağıdıdır. Dili katledenlerin halkını sevdiğine inanmam mümkün değildir.
Yazık; insanı, Osmanlıca’ya özendiriyorlar. Cumhuriyet’in fıkra yazarlarının dilindeydi; bir "olası" sözcüğüdür, tutturdular. "Mümkün" ve "muhtemel” olanı birbirinden ayıramıyorlar; "Mümkün", olanak ile ve "muhtemel" ise olası ile ilgilidir. Bir dilde "mümkün, ancak, muhtemel değil” türünden söyleyişler vardır ve olmalıdır.
Parantez açıyorum: Felsefesi ve insanın içini çözümleyen romanı olmayan hiçbir dilin gelişmesini mümkün ve muhtemel göremiyorum. 
Devam ediyorum: "Edna Purviance gibi çok güzel bir kızın etkisi altında kalmaması olası değildir." Ne garip ve gerçekte çirkin bir söyleyiştir; aslını da yazma gereğini duyuyorum. Aslı şöyle: "It was inevitable that the propinquity of a beautiful girl like Edna Purviance would eventually involve my heart." Olası sözcüğünün İngilizce karşılığı "probable" oluyor; burada yer almıyor. Bunun yerine "inevitable" sözcüğü var; "kaçınılmaz" demektir ve bir imkânı ya da imkânsızlığı belirtiyor. Çeviri şöyle olabilir: "Edna Purviance gibi güzel bir kızla yakın mekân içinde olmanın, eninde sonunda, benim kalbimi de işin içine sokması kaçınılmazdı." Bu çevirinin tek çeviri ya da mükemmel olduğu iddiasında değilim; ancak Dilber Hanım'ın yaptığı çeviri değil, kaba bir özetten ileri gidemiyor.
Dilin ve anlatımın bütün ayrıntılarını ortadan kaldıran bir çeviri ya da söyleyiş, sadece kabadır.
Yaşamın güzelliği ayrıntıdadır ve yaşam Öyküleri, eninde sonunda ayrıntıya dayanmak zorundadır.
Başka ne yazabilirim? Belki de ilk paragraftan başlamak ve örnek vermek uygundur.
İlk cümle şudur: "Westminster Köprüsü açılmadan önce atlılar yalnızca Kennigton Sokağından geçebiliyordu." Mümkün mü? Şövalyeler ülkesi İngiltere'de atlılar İçin yalnızca Kennigton Road olur mu? Doğrusu şudür: "Westminster Köprüsü açılmadan önce Kennigton Sokağı, sadece atlıların kullanabildiği bir patikaydı." Daha sonra, 1750 yılında, köprüyü Brighton'a doğrudan bağlayan bir yol yapılıyor ve Kennigton Yolu, mimari değeri olan, demir parmaklıklı balkonlara sahip evlerle doluyor.
İkinci paragrafa başlamadan önce bir bilgi gerekiyor; İngiltere'de "ev" bağımsız, apartman dairesi olmayan, Türkiye’de "villa" denilen barınaklardır. Güzel ve itibarlı sayılan bunlardır ve burada oturmak önemli olabiliyor. İkinci paragraf şöyle başlıyor: "Ondokuzuncu yüzyılın ortalarında bu evlerin birçoğu pansiyona dönüştü." Doğru değil; doğrusu şöyle olabilir: "Ondokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar bu evler kötüledi; möbleli bekâr odalarına ve apartman dairelerine dönüştü." Çeviri yaparken, çevrilen konuyu, ülkeyi bilmek veya öğrenmeye çalışmak temel ahlâk olmalıdır.
Solculuk, bir ahlâktır.
"Bizim eski solculara bu ahlâkı veremediğimiz anlaşılıyor.
Belki de bu ahlâkı veremediğimiz için eskiyorlar.
Dürüstlük?
Chaplin, anılarının bir yerinde, film yapımıyla ilgili görüşlerini de yazmak gereğini duyuyor. En önemli sözlerinden bir bölümünü Dilber Hanım şöyle Türkçeleştiriyor: "Kompozisyon, temponun vs’nin entelektüelleştirilmesi, bunların hepsi iyi şeylerdir ama oyunculukla pek ilgisi yoktur ve yavan bir dogmatizme dönüşmesi eğilimi vardır. Yaklaşımda sadelik her zaman en iyidir.’’ Bu paragrafın İngilizcesini yazmakla yetiniyorum. Şöyledir: "The intellectualizing of line and space, composition, tempo, etc., is very well, but it has little to do with acting, and is liable to fall into arid dogma. Simplicity of approach is always best.” Chaplin, "line", "space", "composition" ve "tempo" sözcüklerini telaffuz ediyor ve bunların entellektüelleştirilmesinden söz ediyor. Dilber Hanım, herhalde ilk ikisinin karşılığını bilmiyor ve atıyor. Yazık; başka söyleyecek söz bulamıyorum.
Örneklerim çok; ancak bunları sıralamaya gerek duymuyorum. Bu incelemeyi Chaplin’in güzel ve bilge bir deyişiyle tamamlamak istiyorum: "All intellect and no feeling can be characteristic of the archcriminal, and all feeling and no intellect exemplify the harmless iddiot. But when intellect and feeling are perfectly balanced, then we get the superlative actor." Burada da Dilber Hanım'ın çevirisini bir kenara bırakıyorum. Chaplin şunu anlatıyor:
“Bir insanda hep akıl var ve hiç duygu yoksa, bu, en büyük caninin özelliğidir.
Hep duygu var ve hiç akıl yoksa kendi halinde bir budala demektir.”
Akıl ve duygunun mükemmel bir dengelenmesi, bize, harikulade aktörü çıkarıyor. Chaplin, bunları yazıyor. Ben bunların genel geçerli olduğuna inanıyorum.
Kapitalizmi seçen eski solcuların, duygularını yitirmiş aşın "akıllılar" olduklarına inanıyorum. Yapmayacakları yoktur.
Hepsi bu kadar.
Bu incelememin acıklı mı, gülünçlü mü olduğuna karar veremiyorum.
Kaynak:
Yalçın KÜÇÜK, Emperyalist Türkiye, Temmuz-1992,Ankara, s.389-396
Not:
Çeviri kitapları okurken anlayamam konusunda hep kendimi suçlardım. Meğer suçlu sadece ben değilmişim. Yalçın Küçük Beyefendiye teşekkürler ederim, bu yazısı sayesinde bir gerçeği daha farkettim. (İ. İsmail Hakkı)

Karaktersiz karakter, ahlaksız kişi demek oluyor. Ahlak, İngilizce ethics ve Fransızca éthique. Latince ethicas. Grekçe ethike sözcüklerinden geliyor; ethicus veya ethos karakter anlamını veriyor. Ahlak, sonradan kazanılıyor. Ahlak, sonradan kaybedilebiliyor.
Her ahlakçı önce bir ahlak silicisi [3] ve sonra da bir ahlak yazıcısıdır; yalnızca mevcut ahlakı silmek, ahlaksızlığın propagandasını yapmak oluyor. Çekoslovak göçmeni Milan Kundera,[4] bir ahlaksızlık propagandistidir. Ancak yalnızca bu kadar değil; bundan daha fazladır ve bundan daha az oluyor.
Ahlaksızlık propagandasının fazlası, insanın alçalmasının reklamcılığı olarak ortaya çıkıyor. Buna yozlaşmak demek gerekiyor; yozlaşmış, sürekli olarak alçalmayı seçiyor. Milan Kundera, yaratmaya çalıştığı karakterlerle ve tümüyle, yalnızca alçalmayı seçiyor. Yaratıcı her zaman yarattığı imajların arkasındadır. Çekoslovak göçmeni Milan Kundera, yozlaşmış bir yaratık'tır. Bütün yazılarında insanlığın kazanılmış değerlerine karşı bir kemirme stratejisi sürdürmesinin yanında, insanın değerlerini teker teker atmasını istemesini bir yaşam yolu yapmaya çalışıyor.
Ahlak'ın silicisi “korku”dur. Korku, en büyük ahlaksızlık jeneratörü oluyor, insanlık için en büyük korku, ebedî korku, ölüm korkusu'dur; dinler, ölüm korkusundan vazgeçmiyorlar.
Açlık korkusu, işsizlik korkusu, hapis korkusu, savaş korkusu ve giderek ölüm korkusu hep bir ahlak silicisi işlevini üstleniyor. Sartre, var olan ahlakı yeni bir düzenin zorunluluk düşüncesinden ayrı olarak ve hızla silmek istediği için, savaştan doğan ölüm korkusuna bağlanıyor.
Camus de. eksistansiyalizmi, Yabancı'da ve Veba'da hep ölüm olgusu çerçevesinde kurmak zorunluluğunu duyuyor.
Sartre yalnızca sokaktaki insan için ve vulgar (müstehcen, edebe aykiri. adi, bayağı) görgüsüz anlamda bir filozof sayılabilir; sözcüğün teknik anlamında Sartre’a bir filozof ve ekzistansiyalizme de bir filosofi demek çok zor görünüyor. Bilmenin süreciyle bilginin doğrulanma dinamiği ile ilgilenmeyene filozof demek mümkün değil; bilme ile ilgilenmek bilebilecek varlığı araştırmayı da beraberinde getiriyor. Felsefenin insan ile ilgilenmesi bir türetilmiş ilgi oluyor; dünyada bilebilen ve bilme yetisi olan tek varlık, insan’dır. Bilme sürecini anlamaya çalışmak, insan'ı anlamaksızın mümkün görünmüyor.
Ekzistansiyalizm (varoluşçuluk), bir ölüm korkusuyla insanı boşaltıp, bir varlık'a indirgedikten sonra, insanı kendi varlık'ına bağlayarak özgürleştirmek istiyor. Özü silinmiş ve yalnızca varlık’a indirgenmiş insan bir anlamsızlığa bağlanarak hareket edebiliyor; bu bir ahlak'tır. Felsefe olmadığından kuşkum yok; bir ahlak yazıcılığı olduğu konusunda kuşku duyuyorum.
Nietzsche'nin de bir filozof olduğunu düşünmüyorum. Marx, «felsefi araştırmanın ilk gereği bir cüretli, özgür kafadır», the first necessity for philosophical investigation is a bold, free mind, diyor. Nietzsche'de, bir ilk gereklilik olarak, bu var; cüretli ve sınır tanımayan bir kafası olduğundan kuşku duymamak gerekiyor. Ancak Nietzsche de, felsefenin temel ve tek konusu olan, doğru bilgi edinmenin dinamiğiyle hiç ama hiç ilgilenmiyor. Sistematik olmaktan çok uzak, bir sanatçı sezgisiyle insan üzerinde düşünmeye çalışıyor.
Nietzsche, bir ahlak yazıcısı olmak istiyor. [5]Bu nedenle ölümü ortadan kaldırmaya çalışıyor. Edebi Dönüş ile ölüm korkusunu silmeye çalışıyor; ancak insan'a güvenmiyor. İnsana güvenmediği için de ahlakının öğelerini gelecekten ve zorunluluktan çıkarmıyor; geçmişte ve çözülmede arıyor.
İnsana güvenmek, ilerleme'ye güvenmektir; insanın zorunlu geleceğine inanmak oluyor. Ahlak ancak burada var olabiliyor. Zorunlu geleceği hızlandırıcı bir eylemlilik olarak ortaya çıkıyor.
Nietzsche, ilerleme’ye ve dolayısıyla insan'a inanmıyor. [6] Tekellerin egemenlik kurmaya başladığı bir dönemde yaşıyor; tekellerin bireyleri sürüye çevirmeye başladığını görüyor. Bu görgü ve hastalıklı bir yapıyla, tekellere cephe almak yerine sürüye dönüşen kütlelere cephe almaya kalkıyor, sıradan insandan tiksinmeye başlıyor. Friedrich Nietzsche, insanlığın ilerlemesine güvenemediği için, ahlak modelini geçmişten çıkarıyor; insanların burjuvazinin ortadan kaldırdığı aristokratlar türünden güçlü olmasını vaaz ediyor.
Friedrich Nietzsche’nin bir ahlak koyucu olduğundan kuşku duymuyorum. Ancak insana karşı bir ahlak geliştirmeye çalışıyor. Jean Paul Sartre, ekzistansiyalizminin hümanizm olduğunu ileri sürerken, Nietzsche ile karşılaştırıldığında çok daha haklı görünüyor; Sartre, mevcut değer levhalarını silmeye kalkmanın ötesinde yalnızca bağlanmanın akıl dışı olduğunu, anlamsıza bağlanan insan denilen varlığın özgürlüğe ve gelişme yollarına ulaşabileceğini belirtmekle yetiniyor. Sartre. kollektif insana olmasa bile bireysel insana güveniyor.
Nietzsche ve Sartre'ın filozof olmadıklarını tekrarlamak durumundayım.[7] Sartre'ın bir romancı olduğundan kuşku duyulmuyor. Nietzsche ise hiç bir yere gelmiyor. Yazdıkları içinde roman türüne en yakın olanı Zerdüşt'tür; roman demek pek çok zor geliyor. Ancak Kundera'nın yazdıklarına roman demenin güçlüğü, yüzüne karşı da ifade edilebiliyor. Bir romanının İngilizceye çevrilmesi sırasında yapılan bir söyleşide şu sözleri işitiyor:
 «Your latest book is not called a novel, and yet in the text you declare: This book is a novel in the form of variations. So then is it a novel or not?»"
Yazdığının roman olmadığı, Kundera'nın roman olmayana roman dediği anlatılıyor ve bir kez daha «roman mı, değil mi» sorusu önüne konuluyor. Bu soruya Çekoslovak göçmenin verdiği cevabı aktarıyorum: «Benim tümüyle kişisel estetik yargıma göre, gerçekten romandır; ancak bu düşüncemi hiç kimseye zorla kabul ettirmek istemiyorum». Güzel; Kniha Smichu a Zapomneni, Kahkaha ve Unutmanın Kitabı, için Kundera yalnızca «bana göre» roman diyebiliyor; daha fazlasını ileri sürmemekle büyük bir tevazuu göstermiş oluyor.
Kundera'nın bu söylevinden daha ilerde yeniden söz etmek zorunda kalabileceğimi düşünüyorum. Geçerken bu yozlaşmış göçmenin zanaatının özetine değinmem gerekiyor; yozlaşmanın bir kesin kanıtı olarak etrafındaki düşünce akımlarından yalnızca insanın alçalmasına katkıda bulunabilecek kırıntıları seçiyor. Grek Parmanides'in[8] doğada ve toplumda hiç bir değişmenin olmadığı, sıcaklık ile soğukluğun, aydınlıkla karanlığın birbirinin aynı olduğu, soğuğun sıcak olmamak, karanlığın aydınlık olmamaktan başka bir anlamı bulunmadığı düşüncesi Çekoslovak Göçmen için tılsımlı bir formül yerine geçiyor. Kundera, Antik Helen döneminden kalma Parmanides düşünceleriyle cehennem ile cenneti de birleştiriyor ve cehennemden kurtulabilmek için mutlaka cennetin ve cennet düşüncesinin ortadan kaldırılması gerektiğini vaaz ediyor.
Aktarıyorum: Totaliteryanizm[9] yalnızca cehennem değil aynı zamanda cennet hülyasıdır, herkesin ortak bir istem ve inanç çevresinde birleştiği, birbirinden saklısı olmadan uyum içinde yaşayacakları bir dünya rüyası, çağlardan beri var. Kundera, totalitaryanizmi ortadan kaldırabilmek için, cehennemin kökünü kazıyabilmek için, çağlar boyu insanlığın bir değeri olan bu hülyaya karşı bir haçlı seferi gereğine inanıyor.
Cehennem ile cennet arasında kurduğu bu birliği somutlaştırmak istiyor; aktarmaya devam ediyorum. Stalinist terör döneminin tamamı bir türkülü kollektif çılgınlık dönemi idi. Bu şimdilerde tümüyle unutuldu; aslında sorunun özü burada yatıyor. İnsanlar şöyle konuşmayı seviyorlar: İhtilal güzeldir, kötü olan yalnızca ihtilalden do-ğan terördür. Fakat bu doğru değil. Kötü zaten güzelin içinde var, cehennem zaten cennet hülyasına konmuştur; eğer biz cehennemin özünü anlamak istiyorsak, içinden çıktığı cennetin özünü incelemek zorundayız». Çok açık değil mi? Bütün Stalin düşmanları neden ayağa kalkmıyorlar, anlamakta güçlük çekiyorum. Kundera, her cennet kurucusunun mutlaka bir Stalin olacağını ve olmak zorunda kalacağını vaaz ediyor.
Stalin aklanıyor. 
Cennet mahkum oluyor.
.................
Bazılarının Ahir Zaman Peygamberi saydığı Kundera, cennet düşüncesi yerine «bok» felsefesini öne çıkarmak istiyor. Önce cennet’e inananları katil yapıyor;
………………..
Kundera, başı dik, mücadele eden insandan tiksiniyor.
Ben Kundera'dan tiksiniyorum.
Kim kimden özür dileyecek?

Kaynak:
Yalçın KÜÇÜK, Estetik Hesaplaşma, Şubat, 1987, s.16-23

Okullarda, tarih derslerinde, hep Bizans Devleti ve tarihi okutuldu. Bizans Devletini tarihçiler uydurdular; tarihçileri müthiş yaratıklar olarak görüyorum. Tarih, bütün bilimlerin anası sayılıyor; doğru buluyorum. Tarih, kütlelere akıtıldığı zaman fizik oluyor.
Bir soran olursa, bütün öğrenciler aynı cevabı verirler; Osmanlı Tarihi’nin dönemlerini hep aynı anlatıyorlar. Kuruluş Dönemi, Yükselme Dönemi, Duraklama ve diğer dönemler, bir soran olursa, ilkokul, ortaokul ya da üniversite öğrencilerinin ağzından birer fizik katılıkta akıyorlar. Bir soran olursa, sanki öğrenciler, Osmanlı Tarihi'nin ayrı dönemlerini değil, ayrı renkleri sayarlar; sanki her döneme içerilmiş bir başka eter var.
Şu Osmanlı Tarihi'nin dönemleri kadar katı ne var? Peki 1299 sayısından başlayan, 1919 sayısına kadar gelen, üzerinde kilometre taşları ve yer yer keskin virajları gösteren tabelaları olan bir yol mu var? Bu tarihçiler müthiş insanlar oluyorlar!
Bizans Devleti'ni tarihçiler uydurdular; hiç bir imparator veya hiç bir teba kendisinin Bizans Devleti olduğunu düşünmedi söylemedi. Başlangıçta Roma İmparatoru olduklarını söylediler, inandılar; sonra Doğu Roma İmparatoru ve en sonuna doğru da Grek İmparatorluğuna razı oldular. Osmanlı Sultanları veya milleti, hiç bir zaman tarihlerinde, bu adlarla, dönüşler görmediler. 
Tarihçiler, imparatorlardan daha güçlü olabiliyorlar.
Tarihi bölüyorlar; buna «peryodizasyon» diyorlar. Tarih biliminin kütlelere akması en çok peryodizas- yonla gerçekleşiyor. Peryodizasyon, tarihçilikte en önemli iş oluyor.
Tarihçi değilim; tarihin yeni bir peryodizasyonunu yapıyorum.
Varsa «tarihçiler» üniversitedeler; hiç bir tarihçiden izin almadan, kütlelerin içinde, tarihi yeniden bölüyorum. Geleceği bütünleştirmek için, tarihi yeniden bölmek zorunluluğunu duyuyorum.
Tarihini değiştiremeyenler, talihini değiştiremezler.
………………………
Hep günceli yaşamak, yaşamların en kötüsüdür; basın ile geliyor, zorlanıyor.
Büyük bilim adamlarının, büyük fizikçilerin, günlük basını güncel olarak okumadıklarını biliyorum; biriktirip ayda veya altı ayda bir toptan inceliyorlar. Fizikçiler, günlük basına veya günlük basının zorlandığı güncele, tarihçi türünden yaklaşıyorlar. Güncelin posasını atıp, özünü almaya çalışıyorlar.
Artık günlük basını izlemiyorum; gazeteleri, artık yalnızca, bir araştırma yapmak istediğim zaman, arşivde, inceliyorum.
Günlük basın artık Türkiye’de yeşil eriğe benziyor; en tazesi en çok kamaştırıyor.
Artık Türkiye'de bayatı tazesinden yararlı tek meta günlük basındır; kamaşmış göz göremiyor ve kamaşmış ağız işlemiyor. Günlük basın, görmez gözler ve işlemez ağızlar yaratmaya yarıyor. Can eriğe benziyor ve neye yarıyor?
Üzerimizde polis baskısından öte bir basın baskısı var.
Ve nerede o eski güzel gazeteciler? Hep Dorian Gray'ın Portresi oldular.[10]
……………
Eski güzel gazeteciler hep öldüler. Gazeteci - yazar oldular ve bu konuda kalem oynatamadılar. Tekeller hepsini yuvarlıyor ve giderek hepsi, markaları birbirinden çok ayrı diş macunları türünden birbirine benziyorlar. 
Macunlar nasıl severler, pirzolalar nasıl öperler, daireler nasıl sevişirler; merakta önüme yalnızca Balzac’ı koyabiliyorum. Balzac, rekabetçi kapitalizmde yaşadı; ben, tekelci aşamadayım. Macunlar severken bulaşırlar, pirzolalar öperken ezilirler, daireler sevişirken yalnızca teğet geçerler; tekeller sevgi'nin düşmanı oluyorlar.
Sevgide ortaklık, saygıda uzaklık var.
Tekeller ortaklık duygusunun kökünü kazıyorlar, insanlıktan uzaklaştırdıkları insancıklara yalnızca te-kellere karşı bir saygıyı bırakıyorlar. Macunlaştırdıkları, pirzola yaptıkları insanların sevgi pınarlarını kurutuyorlar; aşk’ı, kemire kemire yuvarlak çakıl taşlarına dönüştürdükleri insanların veya sellerin rastlantılar sonucu yanyana getirdiği iki çakıl taşının yuvarlak temasına, benzetiyorlar.
………………………
Aşk, insanın sonsuz'u bulma serüvenidir.
Sonsuz ampirisist, ancak, hiç bir zaman güncel ol-mayan bir yazgı'dır; mutlak tarih duygusunu içeriyor. Bütün aşıkların, aşklarının «ebediyete kadar süreceğini» düşünmeleri buradan geliyor; ebediyet, belki de, insanoğlunun, en canlı, en gerçekçi ve en gerçek aldatmacası oluyor. Buna ihtiyacı var. Günceli reddedebilmesini, güncelin geçiciliğini görebilmesini sağlıyor; tekelci aşama, insan olma ile devrimci olmayı özdeşleştiriyor.
Macunların sevebileceğini düşünemiyorum. Pirzolalar öpüşemezler ve iki yuvarlak çakıl taşının te sadüfi temasına aşk demlemeyeceğine inanıyorum.
Tezi yazıyorum: Yumuşak insanın sevmesi mümkün değildir. Aşk, katı insanın harcıdır.
Aşk, dişlilerin birbirine geçmesidir. Sevgi, karşılıklı olarak bilmektir ve derinlikleri duymaktır.
Sevgide ortaklık ve saygıda uzaklık var. Tanrılar, ortak olamadıkları için sevemezler ve uzak oldukları için de sevilmezler.
Saygı, sevginin düşmanıdır. Güncel olmayan, tarihçi ve kalıcı sevgi için, aşk için, yalnız arada bir uzaklaşmaya sağlayacak ölçüde saygı gerekiyor; saygının çok azı kalıcı yapıyor ve fazlası, her türlü sevgi'yi öldürüyor..
Aşk, dişlilerin kenetlenip, açılmasıdır. Kenetlenmişlerin geleceğe yürüyüşü oluyor.
Kaynak:
Yalçın KÜÇÜK,  Bir Soran Olursa, Ağustos-1987, Ankara, s.7-14 (Kısaltılarak alınmıştır.)

“Yıkım, Taksim'den Başlamalıdır.”
Yalçın KÜÇÜK
Büyük heyecanlarım var. Uçağa bindiğimde gözümü teles­kop yapıp dikkatle gözlem yapmaya çalışıyorum. "Yeni başken­ti nereye kuracağımız" sorusuna cevap arıyorum. Yeni Cumhu­riyetin yeni başkenti olmalıdır ve yeri, gecikmeden, bulunmalı­dır, Öyle düşünüyorum.
Otobüslerle şehirlerarası yolculuk yaptığımda en çok cami­lerin (yapılışındaki estetik yoksunluğun)dan rahatsız oluyorum. Mimari, daha çirkin nasıl olur; bu so­ruya cevap bulamıyorum. Bu ülkede mimarlık bu kadar mı ge­ridir; şehirlerarasında, yol kenarında kenarları budanmış pata­teslere benziyorlar ve yanlarına havuç yapıştırılmış, adına "ca­mi" diyorlar. Daha çirkin bir yapı nasıl olur; gittiğim her yerde kilise ve camileri gezmekten büyük haz duyuyorum. Frank­furt’ta bir köyde Bahai tapınağını gördüm, kilise ile cami karışımı ve ancak minaresizdi. Çok başarılı değildi, ancak yine de ye­ni tapınağa bir başlangıç diye düşündüm.
İstanbul'a her geldiğimde İstanbul'u nasıl yıkacağımı düşü­nüyorum. Bu düşünceden büyük heyecan çıkarıyorum. İstan­bul’u acımadan ve toptan yıkmak gerektiğine inanıyorum. "Mil­li servet" dememek gerekiyor, bu söz son zamanlarda uydurul­muştur; halkların utancı demenin daha uygun olduğunu sanı­yorum.
Osmanlı ilericilerine göre Selanik, "Kâbe-i Hürriyet" ve İs­tanbul, “Kahpe Bizans”tır. Bana göre dünyanın en büyük randevu yeridir; bütün talihsiz buluşmalara mekân oluyor. Şimdi bütün talihsiz randevulara mekân olmak için daha çok hazırlanıyor ve daha çok övünüyor.
Kurucusunun adını taşıyor; Bizans, Daha sonra, 330 yılında imparator Konstantinus, Roma İmparatorluğu’nun başkentini buraya taşıyınca, "Secunda Roma" ya da "Nova Roma" adını alı­yor. “İkinci Roma” ve "Yeni Roma" demektir. Fakat Konstantinopolis adı daha çok tutuyor; ancak yine de "Roma İmparatorluğu olarak adlandırılıyor ve halkına "Romani" ya da "Romaie” deniliyor. "Rum", Romani, Romalı, sözcüğünün Arapçasıdır; Türkçe’ye de yerleşiyor.
Haliç'ten Marmara'ya kadar yayılan bir üçgen üzerindedir. Büyük surlar içindedir. Haliç’in Elence adı, Keros ya da Boynuz'dur ve "Altın" sözcüğü kentin zenginliği ve parlaklığı yü­zünden sonradan ekleniyor. Kadıköy ve Moda'nın adı ise "Kör­ler Kenti" oluyor; Haliç’in güzelliği karşısında ancak körlerin buraya yerleşebileceğini anlatıyor.
Çok ismi var, en güzeli slav dillerindedir; "Çari Gerod" deni­yor, kentler sultanı anlamına geliyor ve Varna'da bugün bile bu adla biliniyor. Parlak bir kenttir ve Elenler bazan "Parlak Kent” anlamında "Antusa” diyorlar. Eski tarihlerde bile adı "Şehir" olarak geçiyor; Araplar zaman zaman ayırd eden anlamında "Farik" de diyorlar.
İstanbul adı Elence’den, Is-Tin-Pelis, nitelemesinden çıkıyor; "şehre" veya "şehirden" anlamını veriyor. Orta Çağ boyunca en büyük cazibe merkezidir; pek çok fetih denemesine karşı koya­biliyor. Zaptedilemez olduğu düşünülüyor; zaptedildiği zaman dünyanın sonunun geldiğine inanılıyor. İkinci Mehmet'in zaptı­nın, çağdaşları üzerinde "kıyamet" etkisi bıraktığı anlaşılıyor; bir zamanın sonu bir zamanın başlangıcıdır.
İstanbul iki kez zaptediliyor; ilki, 1204 yılında ve Latinler ta­rafından ele geçiriliyor. Batılılar, Latinler, şehri görülmemiş bir yağmaya tabi tutuyorlar; yine de Fatih'in askerlerine çok büyük zenginlikler kalıyor.
Galata, başından beri İstanbul'un dışındadır. İstanbul bir Ro­ma öykünmesidir ve daha sonra pek çok kent İstanbul’a öykü­nüyor. Roma türünden yedi tepe üzerinde kuruluyor; ancak çok zaman yanlışlarla sanıldığı gibi bunlar arasında Çamlıca bulunmuyor. Bütün tepeler eski İstanbul’dadır, eğer tepe sayı­lırsa, Topkapı sarayının bulunduğu yer ya da Bayezıt Meydanı İstanbul'un iki tepesidir.
Hep yiyicidir. Hep kavga kaçkınıdır. Kavgalarının hepsi oyundur. Ölümleri bile oyun biliyorlar ve bugün Dolmabahçe'deki ölümcül oyunlar, Roma zamanında bugünkü Sultanah­met yakını olan “Et Meydanı”’ndaki ölümcül sporları hatırlatıyor. Tarihten beri İstanbullu için ölüm hep yabanadır ve hep başkalarının ölümüne ağlıyor veya oynuyor.
Onbeş-onaltı Haziran bir kenara bırakılacak olursa modern İstanbul hiç bir devrimci gelişmenin tanığı olamıyor. Patrona Halil, Kabakçı ya da Otuz bir Mart ayaklanmaları İstanbul’un tarihidir; kurtarıcıları ya Selanik'ten ya da Anadolu'dan geliyor.
Nasıl yaşadıklarını bilmek zordur ve sevişmeyi bile sonra­dan öğrendikleri kesindir. İstanbullu için esas sevişme türü er­keğin erkekle ve kadının kadınla sevişmesidir; pek çok erkek ta­rafından yazılmış divan erkeklere olan aşk üzerinedir. Kadınla­rın kadınlara aşkı da öyle gizlenecek bir durum değildir; bazı kadınlara aşık kadınların bunu anlaşılır hale getirmek için be­yaz tülbentten boyun bağı takmaları ve tülbentin görünen bir yerine de "ah ah" diye yazmaları usûldendir.
İstanbullunun karşı cinsi sevmesinde Kırım Savaşı önemli bir yer tutuyor; savaşta yaralı İngiliz subaylarına hastabakıcılık yapmak ve güzel vakit geçirmelerini sağlamak için İngiliz asil kızları, hemşireciliğin kurucusu Florance Nightingale de bunlar arasındadır, İstanbul'a akın ediyorlar. İstanbullu bunların aşkla­rını görüyor ve kadın ile erkek arasındaki aşkları taklit etmeye başlıyor. Kırım Savaşı'nın hemen arkasından daha önce kapitalize olan Mısır'ın prens ve prensesleri İstanbul’a akın ediyor; İs­tanbul'da sahilhane, yalı, satın alıyor ve Pera'da arabalarda mendil düşürmeyi ve göz süzmeyi yaygınlaştırıyor. Boğazdaki bütün önemli yalıların Mısırlı Prenslere ait oluşu, bu dönemden kalmadır; "İstanbulin" giymeye başlayan İstanbul erkekleri. Mı­sırlı prens ve prensesler arasındaki aşklarda çıraklık ediyorlar.
Cihangir ilk modern müslüman mahallesidir ve İstanbullu için eşi bulunmaz bir yeri simgeliyor. Hem Pera’nın içindedir ve hem de bir yolla ayrılıyor; hem içinde olmak ve hem de ay­rılma, İstanbul aydınının kimliğidir ve bu zamandan geliyor. Cihangir’den Kabataş'a yürüyerek iniliyor; Kabataş, İstanbul'un ilk aydınlarını, vapurla, Bab-ı Ali'ye ve İstanbullu için çok önemli olan Üsküdar'a ve Boğaz’a bağlıyor. Nakliyat ağsından da fevkalede elverişli bir konumu çiziyor.
Benim İstanbul’da öğrenci olduğum yıllarda en pahalı kadın fahişelerin yeri olmaya başlamıştı. Şimdi erkek fahişelerle en modern aydınlara konut sağlıyor.
Cihangir i Taksim'den büyük oteller ve binalar ayırıyor.
II. Mehmet’in  İstanbul’u fethe karar verdiğinde buralar bağdır. Gemilerini stadyumun arkasından, belki de şimdiki Hilton Ote­li ile Divan Oteli'nin arasından, bağların içinden geçiriyor ve Kasım Paşa deresinden Haliç'e indiriyor.
II. Mehmet’in yolunu izlemeyi düşünüyorum.
İstanbul’un fethine Taksim'den başlamak gerektiğini düşü­nüyorum.
YIKIM, TAKSİM'DEN BAŞLAMALIDIR.
Taksim, dünyanın en büyük tepesi, en büyük meydanı ya­pılmalıdır.
Bir çırpıda Su Deposu ile Atatürk Kültür Merkezi’ni yıkmalıyız.
Yıkmadan önce bu iki binadan, Su Deposu ile Atatürk Kül­tür Merkezi’nden hangisinin daha çirkin olduğu konusunda bir yarışma açmalıyız. Bir kez içini de gördüm, Atatürk Kültür Merkezi kadar çirkin bir opera binası düşünemiyorum, içi mi dışından ve dışı mı içinden daha çirkin olduğuna karar veremi­yorum. "Sanatçı Deposu” olarak inşa edildiğini sanıyorum.
Bu taş yığınları bu oteller hemen yıkılmalıdır.
The Marmara, Sürmeli Park, yanındaki binalar hemen yerle bir edilmelidir. Sıraselviler'deki kiliselere kadar taş üstünde taş bırakılmamalıdır. Ortaya dünyanın bir besin harikası olan man­tar gibi düm düz bir tepe çıkmalıdır. Trafik tepenin altından ve­rilmelidir.
Bu dünyanın en büyük tepesinde bu her yürüyenin denizi gördüğü yerde, bu dünyanın en büyük miting alanında bir tek Sheraton kalmalıdır. Sheraton, devrimini yapamamış ülkeler­den gelen gençler için konuk evi olarak kullanılmalıdır.
İstanbul bize layıktır: Biz yıkmalıyız.

Kaynak:
Yalçın KÜÇÜK, Emperyalist Türkiye, Temmuz-1992,Ankara, s.254-257


[1] CharJes Chaplin, Hayatımın Hikâyesi, Afa Yayınları, Fatoş dilber Çevirisi, İstanbul 1991, s. 186.
[2]Charles Chaplin, My Auto Biography, N.Y., 1964, s.186
[3] Hiç bir alanda bir kimse önceki varlık biçimini reddetmeden ilerleme kaydedemez. Ahlâk diline çevrildiğinde “red ve inkâr” demektir. (K. Marx Engels. Collected Works. Vol. VI. s. 317)
[4] Milan Kundera 1 Nisan 1929'da Çekoslovakya'nın Brünn şehrinde doğdu. 15 kitap yazmış, sayısız ödül almış, yazarlık mesleği yanında uzun yıllar müzik ve sinemayla profesyonel olarak uğraşmıştır. Çek asıllı Fransız yazar yaşamını Paris'te, eşiyle birlikte sürdürmektedir.
[5] “ Bütün inançların inanç erlerine bakın! En çok kimden nefret ediyorlar? Kendi değer levhalarını parçalayandan, bozandan, yasa bozandan: — oysa o, yaratıcıdır.” “Yoldaşlar arar yaratıcı, cesetler değil ve sürüler ve inançlar değil. Yaratma arkadaşları arar yaratıcı, yeni levhalara yeni değerler kazıyanları”.F. Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt. İstanbul, 1984, s. 29.
[6] “İnsanlık, bugün inanıldığı gibi, daha İyiye ya da daha güçlüye ya da daha yükseğe doğru bir ilerleme göstermemektedir. 'İlerleme’, modern bir düşüncedir yalnızca, yani, yanlış bir düşünce?” F.Nietzsche, Deccal, İstanbul, 1986, s. 13.
[7] «Tutarlı olmak bir filozofun en büyük yükümlülüğüdür. oysa buna çok ender rastlanır.İ. Kant. Pratik Aklın Eleştirisi, 1788-1980, Ankara, s. 27.
“Ne Nietzsche ne de Kierkegaard sistematik filozof idi”. Britiş bakış açısından, ekzlstansiyalizmin kendisi, çeşitli biçimleriyle, felsefe karşıtıdır”.
«From a British point of view, exlstantialism itself, in many or its iorrns, is anti-philosophical”. .J. Passmore, A Hundred Years oj Philosophy. Pelican, 1970. s. 467. 
[8] Parmanides, doğa filozoflarından sayılmakla birlikte, Antik Yunan felsefesinde rasyonalizm geleneğinin ilk filozoflarından biridir. M.Ö.600 ile M.Ö.500'lerde yaşadığı ve yalnızca düşünür olarak değil yasakoyucu ve devlet adamı olarak da rol oynadığı sanılmaktadır.Parmenides'e göre, evrende değişen hiçbir şey yoktur. Gerçeklik, yani Varlık, mutlak anlamda Bir'dir, kalıcıdır, süreklidir, yaratılmamıştır, yok edilemez; o ezeli ve ebedidir; onda hareket ve değişme yoktur.
[9] Totalitarizm kelimesinin, ona olumlu bir anlam yükleyen Mussolini tarafından icat edildiği sanılmaktadır. Mussolini, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra etkili olan merkezi otoriteye karşı yıkıcı güçler yüzünden savunmasız kalmış bir ulusun birliğini ve ulus aracılığıyla da devlette cisimleşen tarihi bir topluluk kimliğini hedefliyordu. Faşizm, devletin birey üzerindeki üstünlüğünü ve bu devletin gücünün sınırsız biçimde yayılmasını öngörür.
[10]Dorian Gray'in Portresi, Oscar Wilde'ın yayınlanmış tek romanıdır. Nisan 1891'de yayımlanmıştır.
Romanın kahramanı Dorian Gray çok yakışıklı genç bir adamdır. Dorian'ın hayranı olan ressam Basil Hallward, onun güzelliğinden çok etkilenir ve sanatında yeni bir akım oluşturduğuna inanır. Basil'in evinin bahçesinde, Dorian Basil'in arkadaşı Lord Henry Wotton ile tanışır ve onun dünya görüşünden adeta büyülenir. Lord Henry, hayatta en önemli değerlerin zevk ve güzellik olduğunu düşünür ve Hazcılık üzerine kurulu bu düşüncelerini Dorian'a anlatır. Dorian bunun üstüne güzelliğini bir gün yitireceğini fark eder ve ağlayarak onun yerine Basil'in çizdiği resminin yaşlanmasını ne kadar çok istediğini dile getirir. Dorian'ın bu dileği gerçekleşir. Portresi işlediği her günahın izini taşımak üzere işaretlenir ve bu günahların her biri portresinde kusur veya yaşlanma belirtisi olarak yer alır. Dorian sansasyonlarla dolu bir hayat yaşar ama bir türlü yaşlanmaz. Kitapta ayrıca eşcinsel öğelere yer verilmiştir ve bu konuda büyük eleştiriler almıştır ancak döneme bakıldığında bu konuda bir devrim yapıldığını söylemek zor olmaz çünkü bu konuda yalın bir dil kullanılmıştır ve gayet açıktır. Ancak bu popularitesini daha da arttırmıştır ki yazarın klasik olarak sayılan tek romanıdır. Kitap, gotik korku fantezi türünde olup, Faust Efsanesi'ni andıran öğeler içermektedir. Faust daha çok bilmek adına ruhunu şeytana satarken, Dorian haz ve ölümsüz güzellik için şeytana ruhunu satar.
Çok düşündürücü yönleri vardır. Kalan dış güzelliği yanında iç dünyasının çirkinleşmesi bir resimde canlandırılır. Karakter şunu ifade etmiştir. "Keyif ise her şeyi tattım. Mutluluk ise asla."


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar