YALÇIN KÜÇÜK YAZILARINDAN
“AFORİZMALAR”DAN
- Tanrılar ortak olamadıkları için sevemezler ve
uzak oldukları için de sevilmezler.
- İnsanların hiçbir zaman tanrılaşmamasını ve
tanrıya benzememesini diliyorum.
- Tanrı olmak, insanlıktan çıkmaktır.
- Felsefe, kuşku; politika, ret ile başlar.
- Serüvenci yürüyüşün ilk sözü “la ilahe"
olmak durumundadır. Tanrı yoktur, anlamına geliyor. Politikada ilk adım
reddir. İkinci adım “illallah” olmak zorundadır. Allah Teâlâ’dan başka,
anlamına geliyor.
Politikada, ilk ve ikinci söz, “la
ilahe illallah” oluyor. Allah'tan başka tanrı yoktur, anlamını veriyor. Bu,
benim bulduğum, benim yarattığım tanrıdan başka tanrı olamayacaktır, anlamına
geliyor; politika var olan bütün tanrıları ret ile kendi tanrını yaratıp bulma
serüveni olarak ortala çıkıyor.
- Bugün kadın, bir eğilim olarak, kurtuluşuna değil
“küçük insan” olmaya koşuyor, kurtuluşunu erkeği taklide bağlayan bir
illüzyona sarılıyor. Kadının kurtuluşu küçük insanı hedef almakta değil,
yeni insanı yaratmadadır. Kadının kurtuluşu erkeğe yetişip geçmekte değil,
erkeğin üzerinden sıçramakta yatmaktadır.
Kadın, yeni kişiliğini yarattığı
zaman kendisini ve erkeği de kurtarabilir. Nasıl?
İpuçları mutlaka toplumda vardır.
Yöntemi. tekelsi düzenin getirdiği sınırları, toplumdaki ipuçlarına dayanarak
akıl ve sevgiyle aşmadadır. Bütün özgürlükleri, sevgiyle zorlamaktan geçiyor.
Çok söylenmiştir ve bir kez daha söylemek gerekiyor. Bu düzende, tekeliyette
kadının kurtuluşu imkansızdır.
Tekeliyet, insanı çökertme
üzerinedir. Ve kadın, insan olduğunu unutmamak zorundadır.
Sorular.
- Bir: Neden tekstil işçileri kadındır?
İki: Neden bütün banka çalışanları
kadındır?
Üç: Neden bütün telefon operatörleri
kadındır?
Çünkü bu işler, İngilizce sözcükle
pek "tedious" sıkıcı vc boğucu işlerdir, yaratıcılık ve itiraz
istemiyor ve kadın geliştiğini iddia ederek boş bir kuruntuyla avunurken,
kütlesel olarak tabi yaratık haline düşmek durumundadır.
Dört: İşte bu yüzden, televizyonlar,
bir kadın mesleği haline gelmiştir. Aydın Doğan ın “benim kanalım” diye
övündüğü kanallar teenager ve itaatkarlar kızlarla doludur.
Beş: İşte bu nedenle Mütareke
Matbuatında köşeleri genç hanımlar tutuyor; kadının yükselişini değil, düzenin
en uyumlu vidalarını oynuyorlar.
Çevremize bilimsel bakabiliyor
muyuz? Ciddi bakmayı, kast ediyorum.
Kaynak:
Yalçın KÜÇÜK, Aforizmalar, 2. Baskı, Ankara 2008
Yalçın KÜÇÜK, Aforizmalar, 2. Baskı, Ankara 2008
İki
noktayı üstüste yazmak zorundayım; birincisi kişiseldir. Bir
yüksek öğretim kuramımda master düzeyinde kabul sınavı yapıyorduk ve bir jüri
olarak çalışıyorduk. Sıra bir adaya geldi; benim genç arkadaşımdı, öğrencimdi
ve politik olarak da bana yakın olmaya çalışıyordu. Bugün önemli bir yerdedir;
hâlâ arkadaşım sayıyorum, o zaman master programına kabul edilmesinin doğru
olmayacağını söylemiştim. Gerekçe olarak da yakından tanıdığımı, bir programın
gerektirdiği çabayı gösteremeyeceğini ileri sürmüştüm; diğer jüri üyesi
arkadaşlarım pek şaşırdılar. Birisi, şaşkınlıkla, "peki" dedi, bu
adayın şanssızlığı sizin tanımanız mı? Gerçekten de, ya diğer adaylar, benim
tanıdığım genç arkadaşımdan daha az gayretiyseler; bunu hiç düşünmemiştim ve
buna da ben şaşırdım.
Bunu
şu nedenle hatırlıyor ve yazıyorum: Fatoş Dilber'in şanssızlığı benim
Charles Chaplin'e ilgi duymamdır. Fırsatım olsa Chaplin'i yazmak istiyorum; bu
nedenle, Afa yayınları arasında çıkan Fatoş Dilber'in çevirdiği, Chaplin’in
otobiyogragisini okumayı denedim. Hem benim ve hem de Fatoş Dilber adına ne
büyük talihsizlik! Önce bu Hanım’ın İngilizce bildiğini, ancak Türkçe
bilmediğini düşündüm; sonra bildiği İngilizce'nin de ancak, "how are
you?" ya da "give me a box of matches" düzeyinde
kaldığına karar verdim. Amerika ve İngiltere’de bakkal ile çok iyi
anlaşabilen, ancak gazete okuyamayan pek çok öğretim üyesi görmüştüm.
Sokakta karşılaştığı bir İngiliz ile üçbeş cümle söyleşebiliyorlardı;
televizyonun temel haber bülteninden bir tek sözcük bile anlamıyorlardı.
Dilber'in İngilizcesi bu düzeyde olmalıdır.
Yazık,
donmuş havuca alışmış bir halkı donmamış havuca nasıl çevireceğiz; hep bunları
düşünüyorum. Donmuş havuç bir tür yumuşak odundur; bunu havuç sanan bir halka,
havucu nasıl anlatacağız, benim sorunlarımdan birisi budur. Yazık ve pek yazık;
bu Afa Yayınevinde bu çeviriyi böyle yayınlarken hiç kimsenin vicdanı
sızlamıyor mu? Bu ikinci noktadır.
Yazık
ve çok yazık: Peki bütün bunları neden benden başka kimse görmüyor?
"Doktordan
millerce uzakta olduklarından ve her zamanki kısır döngü söz konusu olduğundan,
genç adam mendiliyle yılanın soktuğu yeri sıkıca sararak kan dolaşımını
engellemeye çalışır. Ani bir hareketle kızı kucaklayıp ayağa kaldırır, eteğini
yırtarcasına çıkarır, sonra da kızı kameranın o acımasız ışığından
uzaklaştırarak hafifçe öne doğru eğer ve ağzını yılanın soktuğu yere dayayarak
zehiri emip yere tükürür. Bu işlemin sonucu olarak da kız onunla evlenir"[1]
Sabırla okumamı sürdürürken bu paragrafa geldim ve artık takıldım. Öyle
anlaşılıyor; ya benden başka okuyan ya da benden başka takılan bulunmuyor.
Kısaca
hikaye şudur: Gloria Svvanson, tropikal bir ormanda at üzerinde gezerken iner
ve çiçekleri incelemeye başlar, bu sırada, birden bağırmaya başlar, göğsünü
avuçlar, haykırır. Yakışıklı ve evli Gloria'nın aşkla sevdiği Tommy birden peyda
olur, Gloria, "yılan soktu" der, Tommy "nereden" diye
sorar, çeviriye göre "Gloria arka tarafını gösterir", bundan sonra
sıra aktardığım paragrafa gelir; bu paragraf bende odun etkisi yaptı ve
yutamayacağımı anladım. Bunun üzerine Chaplin’in anılarının aslını bulmayı
denedim.
Yılan
sokunca "kısır döngü” nasıl çıkar; bunu anlamadım.
İngilizce "vicous circle", kavramsal bir deyiştir; eskiden
"fasit daire” olarak çevriliyordu. Verimlilik düşükse, gelir düşüktür,
gelir düşükse tasarruf azdır, tasarruf azsa yatarım düzeyi düşüktür, yatırım
düzeyi düşükse verimlilik düşüktür; kısır döngü bu ve benzeri ardışık
etkilenmelerde ortaya çıkıyor. Yılan sokunca kısır döngü nasıl oluyor;
takıldım, durdum. Dilber Hanım'ın karıştırdığından kaygılandım; genç adamın yılanın
soktuğu yeri sıkıca sarmasına da fazla sevinemedim. Çünkü yılanın soktuğu yer
sarılmaz; yılanın soktuğu yerin iki çevresi sarılır ve mendil ya da bez
burkulur. Güzel; ancak yılanın soktuğu yerin çevresi sarıldıktan sonra, genç
adam, neden ve "ani bir hareketle" kızı kucaklıyor ve neden kızın
eteğini çıkarıyor, bunu da anlamadım. Yoksa, yılan sokmuş Gloria’nın acısından
yararlanarak... Aklıma kötülükler geliyor; yılanın soktuğu yer mendille
sarıldıktan sonra ansızın kucaklama ve etekliğin yırtılması insanı şaşırtıyor.
İnsan, "yoksa Tommy yılandan cesaret alarak...."; böyle kötü kötü
düşünüyor.
Bu
arada bir parantez açmalıyım; anıların çevirmeni Fatoş Dilber Hanım’ın
İngilizce konuşan bir ülkede yaşadığını bir hipotez olarak ortaya koyuyorum.
Ancak eğer gerçekten yaşadıysa karşı cinsle ve İngilizce ile hiçbir yakınlığı
olmadığına kesin hükmedebiliyorum. Çünkü Dilber Hanım, İngilizce, göğüs ile
“popo”yu birbirine karıştırıyor. Yılanın Gloria'yı arkasından soktuğunu
yazıyor; yakışıklı Tommy, "nereyi?" soktuğunu sorunca, "Gloria
arka tarafını gösterir" diye yazıyor. Daha yukarıda da "zehirli bir
yılan onu arkasından sokar" diye belirtiyor; Fatoş Hanım, İngilizce arka
ile önü birbirine kanştırıyor. Gerçekten de Chaplin, yılan için, "bites
her right on the bosom" diye yazıyor.[2] Fatoş Hanım'ın, "Gloria arka tarafını
gösterir" dediği yerde, İngilizce, "she points to her bosom" ifadesi
yer alıyor.
İngilizce
"bosom" sözcüğü, "göğüs" ya da "sine" demektir.
"Bottom" sözcüğü, "arka" ya da "dip” ya da insan söz
konusu olunca ve kibarca "popo" daha çok da "kıç" anlamına
geliyor. Dilber, bosom’ı bottom olarak anlıyor. Kıç ile göğsü karıştırıyor.
Ah
bu eski solcular; kapitalist oldukları zaman en acımasızı ve en sömürücüsü
oluyorlar. Afa Yayınevi,
İngilizce'de "kıç" ile "göğüs” sözcüklerini karıştıran ve
bunları bilmeyen birisine Chaplin anıları çevirisi ısmarlıyor; kim için
üzülmeliyim? Yılan Gloria’yı, Chaplin'in yazdığına göre, arkasından değil,
önünden ve göğsünden, hatta "right on the bosom" dediğine göre de, tam
göğsünden, göğsün orta yerinden sokuyor.
Peki
Gloria türünden bir kadının göğsünü mendille sarmak ve burkmak mümkün müdür;
fizik olarak imkan dâhilinde göremiyorum. Öyleyse Dilber Hanım, Tommy'nin
Gloria'nın yılan soktuğu yerini mendille sardığını yazarken, uyduruyor ve
açıkça yalan söylüyor.
Gloria
çiçeklere eğiliyor, buradan bir zehirli yılan çıkıyor ve Gloria'nın güzel
göğsünün orta yerinden sokuveriyor; Dilber hanım, yılana, Gloria'nın poposunu
layık buluyor. Tommy, kuşkusuz, Gloria'nın göğsünü mendiliyle buramıyor; Dilber
Hanım, Tommy’nin bu işi yapması gerektiğini düşünüyor. Peki bundan sonra Tommy
neden Gloria’nın eteğine sarılıyor; her okuyanın kendi kendisine bu soruyu
sorması gerekiyor. Soru Şudur: Eğer Tommy, yılanın soktuğu yeri mendiliyle
sardı ve burktuysa, neden kızcağızın eteğini indiriyor? Tommy, fırsat düşkünü
kötü bir adam mıdır? Ben okurken, bu soruya takıldım ve bir türlü cevap
bulamadım. Bunun üzerine Chaplin’i aslından okumak gereğini duydum. Elime kalem
aldım, Dilber Hanım'ın çevirisinden ya da daha doğru bir söyleyişle, Chaplin
yazımından anlamadığım, aklıma takılan yerleri işaretledim ve aslıyla
karşılaştırdım.
İnsanı,
Türkçe okuduğuna pişman eden bir eski solcu yayınevi ile karşı karşıyayız:
Solculuktan kapitalizme geçenler daha sömürücü oluyorlar. Yumuşak odunları
havuç diye satıyorlar. Ne yazık, insanlarımız, havuç diye yumuşak odun yemeye
alışmışlar.
Fatoş
Dilber, gerçekten İngilizce konuşan bir ülkede yaşamadı mı; bu hipotezimden de
kuşku duymaya başlıyorum. Çünkü İngilizce aslında "shirtwaist"
sözcüğü geçiyor; Dilber Hanım, bunu "etek" sanıyor. "Waist"
sözcüğünü görünce etek sandığım sanıyorum; aynı zamanda bel demektir ve
"shirtwaist", bele kadar olan, erkek gömleği biçimindeki kadın
bluzuna verilen İngilizce ad oluyor. Böylece Dilber Hanım, göğüs ile kıç’ı ve
bluz ile eteği karıştırıyor. Ancak haklıdır; eğer yılana Gloria'nın poposunu
sokturursa, Tommy’ye de eteğini yırttırır. Fakat benim çok soran bir aklım
olduğunu kabul ediyorum; yılanın soktuğu yer mendille burkulunca eteğin yırtılmasına
takılıyorum.
Şimdi
parantezler açabilecek durumdayım.
Bir:
Bilim, bir uydurma işidir. Uyumsuzlar üzerinde düşünmeyle başlıyor.
Uyumsuzluktan, sapmaları farketmeyen, görmeyen bir akıl bitmiştir; orada da
beyinden donmuş havuçtan söz etmek gerekiyor. Bugün
Amerikan düzeni ve bu düzene yönelen Türkiye düzeni, her türlü sapma ve
uyumsuzluğu değil farketmeyi yok etmeyi ilke edinen bir düzendir. Tiksindiğimi
saklamıyorum.
Politik
mücadele, uyumsuzların yükselişidir.
Yaşam
uç'lardadır.
Türkiye
düşünü, polisiye roman, ütopya yazımı kadar uçuk yaşam bilgisinden de
yoksundur; önemli eksiklik sayıyorum.
İkinci
parantez bir İngilizce türü
üzerinedir; aslında bir genel "ağız" üzerine demek, daha doğru
görünüyor. Chaplin, bir sanatçı karıkocanın çocuğu olmakla birlikte çok büyük
bir yoksulluk yaşıyor, yetimevleri, bit pazarlan yazgısıdır. Böyle yerlerde
yetişen, "alt tabakalar" içinde büyüyen İngilizler, son derece kısa
cümlelerle konuşurlar, tekrarlarlar, küçük cümleleri zorlayarak çarpıtırlar.
Chaplin de böyledir; Chaplin'in İngilizcesini anlayabilmek için, örnek olsun,
Tom Jones'un bir konserde arada bir konuşmasını dinlemek yeterlidir, küçük ve
yer yer kırılmış cümleler ortaya çıkıyor. Türkçe'de Fakir Baykurt'un dili ya da
Fatma Girik'in Türkçesi akla getirilebilir; çevirirken, dikkat edilmesi
gerektiğini düşünüyorum.
"They
are miles from a doctor and the usual remedy of a tourniquettwisting a
hankerchief around the affected part to stop blood circulating is unthinkable.
Suddenly he picks her up, tears at her shirtwaist, and bares her gleaming
shoulders, then turns her from the vulgar glare of the camera, bends over her
and with his mouth extracts the poison, spitting it out as he does so. As a
result of this suctorial operation she marries him"
Bu
paragrafı buraya aktardım; Dilber Hanım, "tourniquet" sözcüğünü de
bilmiyor, sözlüğe bakmak zahmetine katlanmıyor, odunu havuç sanan bir okuyucu
sürüsü olduğunu düşünüyor olmalı ve bir yerden duyduğu "kısır döngü”
deyişi sanarak, çeviriye saldırıyor. "Tourniquet" Türkçeye "burgu"
olarak çevrilebilir; bütün sözlüklerde sadece tarif ediliyor. Bazılarında resim
de konuyor; bez veya mendile bir düğüm atılır ve arasından bir ince tahta
geçirilerek çevrilirse, "tourniquet" oluyor, kan dolaşımını
durduruyor. İlginçtir; Chaplin de hem "tourniquet" sözcüğünü
kullanıyor ve hem de iki tire arasında bunu tanımlıyor. Tanımlamayı bir kenara
atacak olursak, "the ussual remedy of a tourniquet is unthinkable"
diye yazıyor; burgu yapmanın imkânsızlığına işaret ediyor. Dilber Hanım, göğüs
ile kıç arasındaki farkı bilmediği için ve yılanın sokacağı yer olarak
Gloria'nın kıçını tercih ettiğinden burgu yapıyor; Chaplin bunun yapılmadığını
yazıyor. Bu durumda yakışıklı Tommy ne yapabilir; hemen kızı yerden kaldırıyor,
suddenly he picks her up, ve kızın bluzunu, ortasından ikiye ayırıyor,
"tears at her shirtwaist.” Tommy'nin yaptığı doğrudur; ancak ben Dilber
Hanım, Tommy’nin, Gloria’nın eteğini yırtarak indirdiğini yazınca, kuşkulandım
ve Tommy’nin günahına girdim. Fakat bu günahımdan sorumlu Dilber'dir ve günahı,
Dilber Hanım’a geçiriyorum.
Tommy’in
yaptıkları arasında bir de, "bares her gleaming white shoulders” var;
Tommy, Gioria'nın ışıl ışıl parıldayan beyaz omuzlarını da çın! çıplak ortaya
çıkarıyor. Fakat Dilber Hanım, Tommy’in bunu yapmaması gerektiğini düşünüyor ve
hiç yazmıyor; kuşkusuz, göğüs ile kıçı ve bluz ile eteği karıştırdığı için,
eteği indirdiğini sandığı Tommy'nin nasıl olup da omuzları açtığını anlayamıyor
ve bu uyumsuzluk karşısında, uyumlu bir düzenin mensubu olarak, bu omuz meselesini
okuyucularından saklıyor. Paragrafın sonunda Chaplin, "as a result of this
suctorial operation" diye yazıyor; "Bu emme operasyonun sonucu
olarak" anlamına geliyor ve Dilber Hanım'ın "emme" sözcüğünü de
sevmediği görülüyor. Atıyor.
Başka
ne yazmalıyım?
Dilini sevmeyenin halkını sevebileceğini hiç sanmıyorum. Dili
sevmek, bir kimsenin halknıı sevmesinin turnusol kağıdıdır. Dili katledenlerin
halkını sevdiğine inanmam mümkün değildir.
Yazık;
insanı, Osmanlıca’ya özendiriyorlar. Cumhuriyet’in fıkra yazarlarının
dilindeydi; bir "olası" sözcüğüdür, tutturdular. "Mümkün"
ve "muhtemel” olanı birbirinden ayıramıyorlar; "Mümkün", olanak
ile ve "muhtemel" ise olası ile ilgilidir. Bir dilde "mümkün,
ancak, muhtemel değil” türünden söyleyişler vardır ve olmalıdır.
Parantez
açıyorum: Felsefesi ve insanın içini çözümleyen romanı olmayan hiçbir dilin
gelişmesini mümkün ve muhtemel göremiyorum.
Devam
ediyorum: "Edna Purviance gibi çok güzel bir kızın etkisi altında
kalmaması olası değildir." Ne garip ve gerçekte çirkin bir söyleyiştir;
aslını da yazma gereğini duyuyorum. Aslı şöyle: "It was inevitable that
the propinquity of a beautiful girl like Edna Purviance would eventually
involve my heart." Olası sözcüğünün İngilizce karşılığı
"probable" oluyor; burada yer almıyor. Bunun yerine
"inevitable" sözcüğü var; "kaçınılmaz" demektir ve bir
imkânı ya da imkânsızlığı belirtiyor. Çeviri şöyle olabilir: "Edna
Purviance gibi güzel bir kızla yakın mekân içinde olmanın, eninde sonunda,
benim kalbimi de işin içine sokması kaçınılmazdı." Bu çevirinin tek çeviri
ya da mükemmel olduğu iddiasında değilim; ancak Dilber Hanım'ın yaptığı çeviri
değil, kaba bir özetten ileri gidemiyor.
Dilin
ve anlatımın bütün ayrıntılarını ortadan kaldıran bir çeviri ya da söyleyiş,
sadece kabadır.
Yaşamın
güzelliği ayrıntıdadır ve yaşam Öyküleri, eninde sonunda ayrıntıya dayanmak
zorundadır.
Başka
ne yazabilirim? Belki de ilk paragraftan başlamak ve örnek vermek uygundur.
İlk
cümle şudur: "Westminster Köprüsü açılmadan önce atlılar yalnızca
Kennigton Sokağından geçebiliyordu." Mümkün mü? Şövalyeler ülkesi
İngiltere'de atlılar İçin yalnızca Kennigton Road olur mu? Doğrusu şudür:
"Westminster Köprüsü açılmadan önce Kennigton Sokağı, sadece atlıların
kullanabildiği bir patikaydı." Daha sonra, 1750 yılında, köprüyü
Brighton'a doğrudan bağlayan bir yol yapılıyor ve Kennigton Yolu, mimari değeri
olan, demir parmaklıklı balkonlara sahip evlerle doluyor.
İkinci
paragrafa başlamadan önce bir bilgi gerekiyor; İngiltere'de "ev"
bağımsız, apartman dairesi olmayan, Türkiye’de "villa" denilen
barınaklardır. Güzel ve itibarlı sayılan bunlardır ve burada oturmak önemli
olabiliyor. İkinci paragraf şöyle başlıyor: "Ondokuzuncu yüzyılın
ortalarında bu evlerin birçoğu pansiyona dönüştü." Doğru değil; doğrusu
şöyle olabilir: "Ondokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar bu evler kötüledi;
möbleli bekâr odalarına ve apartman dairelerine dönüştü." Çeviri yaparken,
çevrilen konuyu, ülkeyi bilmek veya öğrenmeye çalışmak temel ahlâk olmalıdır.
Solculuk,
bir ahlâktır.
"Bizim
eski solculara bu ahlâkı veremediğimiz anlaşılıyor.
Belki
de bu ahlâkı veremediğimiz için eskiyorlar.
Dürüstlük?
Chaplin,
anılarının bir yerinde, film yapımıyla ilgili görüşlerini de yazmak gereğini
duyuyor. En önemli sözlerinden bir bölümünü Dilber Hanım şöyle Türkçeleştiriyor:
"Kompozisyon, temponun vs’nin entelektüelleştirilmesi, bunların hepsi iyi
şeylerdir ama oyunculukla pek ilgisi yoktur ve yavan bir dogmatizme dönüşmesi
eğilimi vardır. Yaklaşımda sadelik her zaman en iyidir.’’ Bu paragrafın
İngilizcesini yazmakla yetiniyorum. Şöyledir: "The intellectualizing of
line and space, composition, tempo, etc., is very well, but it has little to do
with acting, and is liable to fall into arid dogma. Simplicity of approach is
always best.” Chaplin, "line", "space", "composition"
ve "tempo" sözcüklerini telaffuz ediyor ve bunların
entellektüelleştirilmesinden söz ediyor. Dilber Hanım, herhalde ilk ikisinin
karşılığını bilmiyor ve atıyor. Yazık; başka söyleyecek söz bulamıyorum.
Örneklerim
çok; ancak bunları sıralamaya gerek duymuyorum. Bu incelemeyi Chaplin’in güzel
ve bilge bir deyişiyle tamamlamak istiyorum: "All intellect and no feeling
can be characteristic of the archcriminal, and all feeling and no intellect
exemplify the harmless iddiot. But when intellect and feeling are perfectly
balanced, then we get the superlative actor." Burada da Dilber Hanım'ın
çevirisini bir kenara bırakıyorum. Chaplin şunu anlatıyor:
“Bir insanda hep akıl var ve hiç duygu yoksa, bu, en büyük
caninin özelliğidir.
Hep duygu var ve hiç akıl yoksa kendi halinde bir budala
demektir.”
Akıl
ve duygunun mükemmel bir dengelenmesi, bize, harikulade aktörü çıkarıyor.
Chaplin, bunları yazıyor. Ben bunların genel geçerli olduğuna inanıyorum.
Kapitalizmi
seçen eski solcuların, duygularını yitirmiş aşın "akıllılar"
olduklarına inanıyorum. Yapmayacakları yoktur.
Hepsi
bu kadar.
Bu
incelememin acıklı mı, gülünçlü mü olduğuna karar veremiyorum.
Kaynak:
Yalçın
KÜÇÜK, Emperyalist Türkiye, Temmuz-1992,Ankara, s.389-396
Not:
Çeviri
kitapları okurken anlayamam konusunda hep kendimi suçlardım. Meğer suçlu sadece
ben değilmişim. Yalçın Küçük Beyefendiye teşekkürler ederim, bu yazısı
sayesinde bir gerçeği daha farkettim. (İ. İsmail Hakkı)
Karaktersiz
karakter, ahlaksız kişi demek oluyor.
Ahlak, İngilizce ethics ve Fransızca éthique. Latince ethicas. Grekçe ethike
sözcüklerinden geliyor; ethicus veya ethos karakter anlamını veriyor. Ahlak,
sonradan kazanılıyor. Ahlak, sonradan kaybedilebiliyor.
Her
ahlakçı önce bir ahlak silicisi [3]
ve sonra da bir ahlak yazıcısıdır; yalnızca mevcut ahlakı silmek, ahlaksızlığın
propagandasını yapmak oluyor. Çekoslovak
göçmeni Milan Kundera,[4]
bir ahlaksızlık propagandistidir. Ancak
yalnızca bu kadar değil; bundan daha fazladır ve bundan daha az oluyor.
Ahlaksızlık
propagandasının fazlası, insanın alçalmasının reklamcılığı olarak ortaya
çıkıyor. Buna yozlaşmak demek gerekiyor; yozlaşmış, sürekli olarak alçalmayı
seçiyor. Milan Kundera, yaratmaya çalıştığı karakterlerle ve tümüyle, yalnızca
alçalmayı seçiyor. Yaratıcı her zaman yarattığı imajların arkasındadır.
Çekoslovak göçmeni Milan Kundera, yozlaşmış bir yaratık'tır. Bütün yazılarında
insanlığın kazanılmış değerlerine karşı bir kemirme stratejisi sürdürmesinin
yanında, insanın değerlerini teker teker atmasını istemesini bir yaşam yolu
yapmaya çalışıyor.
Ahlak'ın
silicisi “korku”dur. Korku, en büyük ahlaksızlık jeneratörü oluyor,
insanlık için en büyük korku, ebedî korku, ölüm korkusu'dur; dinler, ölüm
korkusundan vazgeçmiyorlar.
Açlık
korkusu, işsizlik korkusu, hapis korkusu, savaş korkusu ve giderek ölüm korkusu
hep bir ahlak silicisi işlevini üstleniyor. Sartre, var olan ahlakı yeni bir
düzenin zorunluluk düşüncesinden ayrı olarak ve hızla silmek istediği için,
savaştan doğan ölüm korkusuna bağlanıyor.
Camus
de. eksistansiyalizmi, Yabancı'da ve Veba'da hep ölüm olgusu çerçevesinde
kurmak zorunluluğunu duyuyor.
Sartre
yalnızca sokaktaki insan için ve vulgar (müstehcen, edebe aykiri. adi, bayağı)
görgüsüz anlamda bir filozof sayılabilir; sözcüğün teknik anlamında Sartre’a
bir filozof ve ekzistansiyalizme de bir filosofi demek çok zor görünüyor.
Bilmenin süreciyle bilginin doğrulanma dinamiği ile ilgilenmeyene filozof demek
mümkün değil; bilme ile ilgilenmek bilebilecek varlığı araştırmayı da
beraberinde getiriyor. Felsefenin insan ile ilgilenmesi bir türetilmiş ilgi
oluyor; dünyada bilebilen ve bilme yetisi olan tek varlık, insan’dır. Bilme
sürecini anlamaya çalışmak, insan'ı anlamaksızın mümkün görünmüyor.
Ekzistansiyalizm
(varoluşçuluk), bir ölüm korkusuyla insanı boşaltıp, bir varlık'a indirgedikten
sonra, insanı kendi varlık'ına bağlayarak özgürleştirmek istiyor. Özü silinmiş
ve yalnızca varlık’a indirgenmiş insan bir anlamsızlığa bağlanarak hareket
edebiliyor; bu bir ahlak'tır. Felsefe olmadığından kuşkum yok; bir ahlak
yazıcılığı olduğu konusunda kuşku duyuyorum.
Nietzsche'nin
de bir filozof olduğunu düşünmüyorum. Marx,
«felsefi araştırmanın ilk gereği bir cüretli, özgür kafadır», the first
necessity for philosophical investigation is a bold, free mind, diyor. Nietzsche'de,
bir ilk gereklilik olarak, bu var; cüretli ve sınır tanımayan bir kafası
olduğundan kuşku duymamak gerekiyor. Ancak Nietzsche de, felsefenin temel
ve tek konusu olan, doğru bilgi edinmenin dinamiğiyle hiç ama hiç ilgilenmiyor.
Sistematik olmaktan çok uzak, bir sanatçı sezgisiyle insan üzerinde düşünmeye
çalışıyor.
Nietzsche,
bir ahlak yazıcısı olmak istiyor. [5]Bu
nedenle ölümü ortadan kaldırmaya çalışıyor.
Edebi Dönüş ile ölüm korkusunu silmeye çalışıyor; ancak insan'a güvenmiyor.
İnsana güvenmediği için de ahlakının öğelerini gelecekten ve zorunluluktan
çıkarmıyor; geçmişte ve çözülmede arıyor.
İnsana
güvenmek, ilerleme'ye güvenmektir; insanın zorunlu geleceğine inanmak oluyor.
Ahlak ancak burada var olabiliyor. Zorunlu geleceği hızlandırıcı bir eylemlilik
olarak ortaya çıkıyor.
Nietzsche,
ilerleme’ye ve dolayısıyla insan'a inanmıyor. [6]
Tekellerin egemenlik kurmaya başladığı bir dönemde yaşıyor; tekellerin
bireyleri sürüye çevirmeye başladığını görüyor. Bu görgü ve hastalıklı bir
yapıyla, tekellere cephe almak yerine sürüye dönüşen kütlelere cephe almaya
kalkıyor, sıradan insandan tiksinmeye başlıyor. Friedrich Nietzsche, insanlığın
ilerlemesine güvenemediği için, ahlak modelini geçmişten çıkarıyor; insanların
burjuvazinin ortadan kaldırdığı aristokratlar türünden güçlü olmasını vaaz
ediyor.
Friedrich
Nietzsche’nin bir ahlak koyucu olduğundan kuşku duymuyorum.
Ancak insana karşı bir ahlak geliştirmeye çalışıyor. Jean Paul Sartre,
ekzistansiyalizminin hümanizm olduğunu ileri sürerken, Nietzsche ile
karşılaştırıldığında çok daha haklı görünüyor; Sartre, mevcut değer levhalarını
silmeye kalkmanın ötesinde yalnızca bağlanmanın akıl dışı olduğunu, anlamsıza
bağlanan insan denilen varlığın özgürlüğe ve gelişme yollarına ulaşabileceğini
belirtmekle yetiniyor. Sartre. kollektif insana olmasa bile bireysel insana
güveniyor.
Nietzsche
ve Sartre'ın filozof olmadıklarını tekrarlamak durumundayım.[7]
Sartre'ın bir romancı olduğundan kuşku duyulmuyor. Nietzsche ise hiç bir
yere gelmiyor. Yazdıkları içinde roman türüne en yakın olanı Zerdüşt'tür;
roman demek pek çok zor geliyor. Ancak Kundera'nın yazdıklarına roman demenin
güçlüğü, yüzüne karşı da ifade edilebiliyor. Bir romanının İngilizceye
çevrilmesi sırasında yapılan bir söyleşide şu sözleri işitiyor:
«Your latest book is not called a novel, and
yet in the text you declare: This book is a novel in the form of variations. So
then is it a novel or not?»"
Yazdığının
roman olmadığı, Kundera'nın roman olmayana roman dediği anlatılıyor ve bir kez
daha «roman mı, değil mi» sorusu önüne konuluyor. Bu soruya Çekoslovak
göçmenin verdiği cevabı aktarıyorum: «Benim tümüyle kişisel estetik yargıma
göre, gerçekten romandır; ancak bu düşüncemi hiç kimseye zorla kabul ettirmek
istemiyorum». Güzel; Kniha Smichu a Zapomneni, Kahkaha ve Unutmanın Kitabı,
için Kundera yalnızca «bana göre» roman diyebiliyor; daha fazlasını ileri
sürmemekle büyük bir tevazuu göstermiş oluyor.
Kundera'nın
bu söylevinden daha ilerde yeniden söz etmek zorunda kalabileceğimi
düşünüyorum. Geçerken bu yozlaşmış göçmenin zanaatının özetine değinmem
gerekiyor; yozlaşmanın bir kesin kanıtı olarak etrafındaki düşünce akımlarından
yalnızca insanın alçalmasına katkıda bulunabilecek kırıntıları seçiyor. Grek
Parmanides'in[8]
doğada ve toplumda hiç bir değişmenin olmadığı, sıcaklık ile soğukluğun,
aydınlıkla karanlığın birbirinin aynı olduğu, soğuğun sıcak olmamak, karanlığın
aydınlık olmamaktan başka bir anlamı bulunmadığı düşüncesi Çekoslovak Göçmen
için tılsımlı bir formül yerine geçiyor. Kundera, Antik Helen döneminden kalma
Parmanides düşünceleriyle cehennem ile cenneti de birleştiriyor ve cehennemden
kurtulabilmek için mutlaka cennetin ve cennet düşüncesinin ortadan kaldırılması
gerektiğini vaaz ediyor.
Aktarıyorum:
Totaliteryanizm[9]
yalnızca cehennem değil aynı zamanda cennet hülyasıdır, herkesin ortak bir
istem ve inanç çevresinde birleştiği, birbirinden saklısı olmadan uyum içinde
yaşayacakları bir dünya rüyası, çağlardan beri var. Kundera, totalitaryanizmi
ortadan kaldırabilmek için, cehennemin kökünü kazıyabilmek için, çağlar boyu
insanlığın bir değeri olan bu hülyaya karşı bir haçlı seferi gereğine inanıyor.
Cehennem
ile cennet arasında kurduğu bu birliği somutlaştırmak istiyor; aktarmaya devam
ediyorum. Stalinist terör döneminin tamamı bir türkülü kollektif çılgınlık
dönemi idi. Bu şimdilerde tümüyle unutuldu; aslında sorunun özü burada
yatıyor. İnsanlar şöyle konuşmayı seviyorlar: İhtilal güzeldir, kötü olan
yalnızca ihtilalden do-ğan terördür. Fakat bu doğru değil. Kötü zaten güzelin
içinde var, cehennem zaten cennet hülyasına konmuştur; eğer biz cehennemin
özünü anlamak istiyorsak, içinden çıktığı cennetin özünü incelemek zorundayız».
Çok açık değil mi? Bütün Stalin düşmanları neden ayağa kalkmıyorlar, anlamakta
güçlük çekiyorum. Kundera, her cennet kurucusunun mutlaka bir Stalin olacağını
ve olmak zorunda kalacağını vaaz ediyor.
Stalin
aklanıyor.
Cennet
mahkum oluyor.
.................
Bazılarının
Ahir Zaman Peygamberi saydığı Kundera, cennet düşüncesi yerine «bok»
felsefesini öne çıkarmak istiyor. Önce cennet’e inananları katil yapıyor;
………………..
Kundera,
başı dik, mücadele eden insandan tiksiniyor.
Ben
Kundera'dan tiksiniyorum.
Kim
kimden özür dileyecek?
Kaynak:
Yalçın
KÜÇÜK, Estetik Hesaplaşma, Şubat, 1987, s.16-23
Okullarda,
tarih derslerinde, hep Bizans Devleti ve tarihi okutuldu. Bizans Devletini
tarihçiler uydurdular; tarihçileri müthiş yaratıklar olarak görüyorum. Tarih,
bütün bilimlerin anası sayılıyor; doğru buluyorum. Tarih, kütlelere akıtıldığı
zaman fizik oluyor.
Bir
soran olursa, bütün öğrenciler aynı cevabı verirler; Osmanlı Tarihi’nin
dönemlerini hep aynı anlatıyorlar. Kuruluş Dönemi, Yükselme Dönemi, Duraklama
ve diğer dönemler, bir soran olursa, ilkokul, ortaokul ya da üniversite
öğrencilerinin ağzından birer fizik katılıkta akıyorlar. Bir soran olursa,
sanki öğrenciler, Osmanlı Tarihi'nin ayrı dönemlerini değil, ayrı renkleri
sayarlar; sanki her döneme içerilmiş bir başka eter var.
Şu Osmanlı
Tarihi'nin dönemleri kadar katı ne var? Peki 1299 sayısından başlayan, 1919
sayısına kadar gelen, üzerinde kilometre taşları ve yer yer keskin virajları
gösteren tabelaları olan bir yol mu var? Bu tarihçiler müthiş insanlar
oluyorlar!
Bizans
Devleti'ni tarihçiler uydurdular; hiç bir imparator veya hiç bir teba
kendisinin Bizans Devleti olduğunu düşünmedi söylemedi. Başlangıçta Roma
İmparatoru olduklarını söylediler, inandılar; sonra Doğu Roma İmparatoru ve en
sonuna doğru da Grek İmparatorluğuna razı oldular. Osmanlı Sultanları veya
milleti, hiç bir zaman tarihlerinde, bu adlarla, dönüşler görmediler.
Tarihçiler,
imparatorlardan daha güçlü olabiliyorlar.
Tarihi
bölüyorlar; buna «peryodizasyon» diyorlar. Tarih biliminin kütlelere akması en
çok peryodizas- yonla gerçekleşiyor. Peryodizasyon, tarihçilikte en önemli iş
oluyor.
Tarihçi
değilim; tarihin yeni bir peryodizasyonunu yapıyorum.
Varsa
«tarihçiler» üniversitedeler; hiç bir tarihçiden izin almadan, kütlelerin
içinde, tarihi yeniden bölüyorum. Geleceği bütünleştirmek için, tarihi yeniden
bölmek zorunluluğunu duyuyorum.
Tarihini
değiştiremeyenler, talihini değiştiremezler.
………………………
Hep
günceli yaşamak, yaşamların en kötüsüdür; basın ile geliyor, zorlanıyor.
Büyük
bilim adamlarının, büyük fizikçilerin, günlük basını güncel olarak
okumadıklarını biliyorum; biriktirip ayda veya
altı ayda bir toptan inceliyorlar. Fizikçiler, günlük basına veya günlük
basının zorlandığı güncele, tarihçi türünden yaklaşıyorlar. Güncelin posasını
atıp, özünü almaya çalışıyorlar.
Artık
günlük basını izlemiyorum; gazeteleri, artık yalnızca, bir araştırma yapmak
istediğim zaman, arşivde, inceliyorum.
Günlük
basın artık Türkiye’de yeşil eriğe benziyor; en tazesi en çok kamaştırıyor.
Artık
Türkiye'de bayatı tazesinden yararlı tek meta günlük basındır; kamaşmış göz
göremiyor ve kamaşmış ağız işlemiyor. Günlük basın, görmez gözler ve işlemez
ağızlar yaratmaya yarıyor. Can eriğe benziyor ve neye yarıyor?
Üzerimizde
polis baskısından öte bir basın baskısı var.
……………
Eski
güzel gazeteciler hep öldüler. Gazeteci - yazar
oldular ve bu konuda kalem oynatamadılar. Tekeller hepsini yuvarlıyor ve
giderek hepsi, markaları birbirinden çok ayrı diş macunları türünden birbirine
benziyorlar.
Macunlar
nasıl severler, pirzolalar nasıl öperler, daireler nasıl sevişirler; merakta
önüme yalnızca Balzac’ı koyabiliyorum. Balzac, rekabetçi kapitalizmde yaşadı;
ben, tekelci aşamadayım. Macunlar severken bulaşırlar, pirzolalar öperken ezilirler,
daireler sevişirken yalnızca teğet geçerler; tekeller sevgi'nin düşmanı
oluyorlar.
Sevgide
ortaklık, saygıda uzaklık var.
Tekeller
ortaklık duygusunun kökünü kazıyorlar, insanlıktan uzaklaştırdıkları
insancıklara yalnızca te-kellere karşı bir saygıyı bırakıyorlar.
Macunlaştırdıkları, pirzola yaptıkları insanların sevgi pınarlarını
kurutuyorlar; aşk’ı, kemire kemire yuvarlak çakıl taşlarına dönüştürdükleri
insanların veya sellerin rastlantılar sonucu yanyana getirdiği iki çakıl
taşının yuvarlak temasına, benzetiyorlar.
………………………
Aşk,
insanın sonsuz'u bulma serüvenidir.
Sonsuz
ampirisist, ancak, hiç bir zaman güncel ol-mayan bir yazgı'dır; mutlak tarih
duygusunu içeriyor. Bütün aşıkların, aşklarının «ebediyete kadar süreceğini»
düşünmeleri buradan geliyor; ebediyet, belki de, insanoğlunun, en canlı, en
gerçekçi ve en gerçek aldatmacası oluyor. Buna ihtiyacı var. Günceli
reddedebilmesini, güncelin geçiciliğini görebilmesini sağlıyor; tekelci aşama,
insan olma ile devrimci olmayı özdeşleştiriyor.
Macunların
sevebileceğini düşünemiyorum. Pirzolalar öpüşemezler ve iki yuvarlak çakıl
taşının te sadüfi temasına aşk demlemeyeceğine inanıyorum.
Tezi
yazıyorum: Yumuşak insanın sevmesi mümkün değildir. Aşk, katı insanın harcıdır.
Aşk,
dişlilerin birbirine geçmesidir. Sevgi, karşılıklı olarak bilmektir ve
derinlikleri duymaktır.
Sevgide
ortaklık ve saygıda uzaklık var. Tanrılar, ortak olamadıkları için sevemezler
ve uzak oldukları için de sevilmezler.
Saygı,
sevginin düşmanıdır. Güncel olmayan, tarihçi ve kalıcı sevgi için, aşk için,
yalnız arada bir uzaklaşmaya sağlayacak ölçüde saygı gerekiyor; saygının çok
azı kalıcı yapıyor ve fazlası, her türlü sevgi'yi öldürüyor..
Aşk,
dişlilerin kenetlenip, açılmasıdır. Kenetlenmişlerin geleceğe yürüyüşü oluyor.
Kaynak:
Yalçın
KÜÇÜK, Bir Soran Olursa, Ağustos-1987, Ankara,
s.7-14 (Kısaltılarak alınmıştır.)
“Yıkım,
Taksim'den Başlamalıdır.”
Yalçın
KÜÇÜK
Büyük heyecanlarım var.
Uçağa bindiğimde gözümü teleskop yapıp dikkatle gözlem yapmaya çalışıyorum. "Yeni
başkenti nereye kuracağımız" sorusuna cevap arıyorum. Yeni Cumhuriyetin
yeni başkenti olmalıdır ve yeri, gecikmeden, bulunmalıdır, Öyle düşünüyorum.
Otobüslerle şehirlerarası
yolculuk yaptığımda en çok camilerin (yapılışındaki estetik yoksunluğun)dan
rahatsız oluyorum. Mimari, daha çirkin nasıl olur; bu soruya cevap
bulamıyorum. Bu ülkede mimarlık bu kadar mı geridir; şehirlerarasında, yol
kenarında kenarları budanmış patateslere benziyorlar ve yanlarına havuç
yapıştırılmış, adına "cami" diyorlar. Daha çirkin bir yapı nasıl
olur; gittiğim her yerde kilise ve camileri gezmekten büyük haz duyuyorum.
Frankfurt’ta bir köyde Bahai tapınağını gördüm, kilise ile cami karışımı ve
ancak minaresizdi. Çok başarılı değildi, ancak yine de yeni tapınağa bir
başlangıç diye düşündüm.
İstanbul'a her geldiğimde
İstanbul'u nasıl yıkacağımı düşünüyorum. Bu düşünceden büyük heyecan
çıkarıyorum. İstanbul’u acımadan ve toptan yıkmak gerektiğine inanıyorum. "Milli
servet" dememek gerekiyor, bu söz son zamanlarda uydurulmuştur;
halkların utancı demenin daha uygun olduğunu sanıyorum.
Osmanlı ilericilerine göre
Selanik, "Kâbe-i Hürriyet" ve İstanbul, “Kahpe Bizans”tır.
Bana göre dünyanın en büyük randevu yeridir; bütün talihsiz buluşmalara mekân
oluyor. Şimdi bütün talihsiz randevulara mekân olmak için daha çok hazırlanıyor
ve daha çok övünüyor.
Kurucusunun adını taşıyor;
Bizans, Daha sonra, 330 yılında imparator Konstantinus, Roma İmparatorluğu’nun
başkentini buraya taşıyınca, "Secunda Roma" ya da "Nova
Roma" adını alıyor. “İkinci Roma” ve "Yeni Roma"
demektir. Fakat Konstantinopolis adı daha çok tutuyor; ancak yine de "Roma
İmparatorluğu olarak adlandırılıyor ve halkına "Romani" ya da
"Romaie” deniliyor. "Rum", Romani, Romalı, sözcüğünün
Arapçasıdır; Türkçe’ye de yerleşiyor.
Haliç'ten Marmara'ya kadar
yayılan bir üçgen üzerindedir. Büyük surlar içindedir. Haliç’in Elence adı,
Keros ya da Boynuz'dur ve "Altın" sözcüğü kentin zenginliği ve
parlaklığı yüzünden sonradan ekleniyor. Kadıköy ve Moda'nın adı ise "Körler
Kenti" oluyor; Haliç’in güzelliği karşısında ancak körlerin buraya
yerleşebileceğini anlatıyor.
Çok ismi var, en güzeli slav
dillerindedir; "Çari Gerod" deniyor, kentler sultanı anlamına
geliyor ve Varna'da bugün bile bu adla biliniyor. Parlak bir kenttir ve Elenler
bazan "Parlak Kent” anlamında "Antusa” diyorlar. Eski tarihlerde bile
adı "Şehir" olarak geçiyor; Araplar zaman zaman ayırd eden anlamında
"Farik" de diyorlar.
İstanbul
adı Elence’den, Is-Tin-Pelis, nitelemesinden çıkıyor; "şehre" veya
"şehirden" anlamını veriyor.
Orta Çağ boyunca en büyük cazibe merkezidir; pek çok fetih denemesine karşı
koyabiliyor. Zaptedilemez olduğu düşünülüyor; zaptedildiği zaman dünyanın
sonunun geldiğine inanılıyor. İkinci Mehmet'in zaptının, çağdaşları üzerinde
"kıyamet" etkisi bıraktığı anlaşılıyor; bir zamanın sonu bir zamanın
başlangıcıdır.
İstanbul iki kez
zaptediliyor; ilki, 1204 yılında ve Latinler tarafından ele geçiriliyor.
Batılılar, Latinler, şehri görülmemiş bir yağmaya tabi tutuyorlar; yine de
Fatih'in askerlerine çok büyük zenginlikler kalıyor.
Galata, başından beri
İstanbul'un dışındadır. İstanbul bir Roma öykünmesidir ve daha sonra pek çok
kent İstanbul’a öykünüyor. Roma türünden yedi tepe üzerinde kuruluyor; ancak
çok zaman yanlışlarla sanıldığı gibi bunlar arasında Çamlıca bulunmuyor. Bütün
tepeler eski İstanbul’dadır, eğer tepe sayılırsa, Topkapı sarayının bulunduğu
yer ya da Bayezıt Meydanı İstanbul'un iki tepesidir.
Hep yiyicidir. Hep kavga
kaçkınıdır. Kavgalarının hepsi oyundur. Ölümleri bile oyun biliyorlar ve bugün
Dolmabahçe'deki ölümcül oyunlar, Roma zamanında bugünkü Sultanahmet yakını
olan “Et Meydanı”’ndaki ölümcül sporları hatırlatıyor. Tarihten beri İstanbullu
için ölüm hep yabanadır ve hep başkalarının ölümüne ağlıyor veya oynuyor.
Onbeş-onaltı Haziran bir
kenara bırakılacak olursa modern İstanbul hiç bir devrimci gelişmenin tanığı
olamıyor. Patrona Halil, Kabakçı ya da Otuz bir Mart ayaklanmaları İstanbul’un
tarihidir; kurtarıcıları ya Selanik'ten ya da Anadolu'dan geliyor.
Nasıl yaşadıklarını bilmek
zordur ve sevişmeyi bile sonradan öğrendikleri kesindir. İstanbullu için
esas sevişme türü erkeğin erkekle ve kadının kadınla sevişmesidir; pek çok
erkek tarafından yazılmış divan erkeklere olan aşk üzerinedir. Kadınların
kadınlara aşkı da öyle gizlenecek bir durum değildir; bazı kadınlara aşık
kadınların bunu anlaşılır hale getirmek için beyaz tülbentten boyun bağı
takmaları ve tülbentin görünen bir yerine de "ah ah" diye yazmaları
usûldendir.
İstanbullunun karşı cinsi
sevmesinde Kırım Savaşı önemli bir yer tutuyor; savaşta yaralı İngiliz
subaylarına hastabakıcılık yapmak ve güzel vakit geçirmelerini sağlamak için
İngiliz asil kızları, hemşireciliğin kurucusu Florance Nightingale de bunlar
arasındadır, İstanbul'a akın ediyorlar. İstanbullu bunların aşklarını görüyor
ve kadın ile erkek arasındaki aşkları taklit etmeye başlıyor. Kırım Savaşı'nın
hemen arkasından daha önce kapitalize olan Mısır'ın prens ve prensesleri
İstanbul’a akın ediyor; İstanbul'da sahilhane, yalı, satın alıyor ve Pera'da
arabalarda mendil düşürmeyi ve göz süzmeyi yaygınlaştırıyor. Boğazdaki bütün
önemli yalıların Mısırlı Prenslere ait oluşu, bu dönemden kalmadır;
"İstanbulin" giymeye başlayan İstanbul erkekleri. Mısırlı prens ve
prensesler arasındaki aşklarda çıraklık ediyorlar.
Cihangir ilk modern müslüman
mahallesidir ve İstanbullu için eşi bulunmaz bir yeri simgeliyor. Hem Pera’nın içindedir ve
hem de bir yolla ayrılıyor; hem içinde olmak ve hem de ayrılma, İstanbul
aydınının kimliğidir ve bu zamandan geliyor. Cihangir’den Kabataş'a yürüyerek
iniliyor; Kabataş, İstanbul'un ilk aydınlarını, vapurla, Bab-ı Ali'ye ve
İstanbullu için çok önemli olan Üsküdar'a ve Boğaz’a bağlıyor. Nakliyat
ağsından da fevkalede elverişli bir konumu çiziyor.
Benim İstanbul’da öğrenci
olduğum yıllarda en pahalı kadın fahişelerin yeri olmaya başlamıştı. Şimdi
erkek fahişelerle en modern aydınlara konut sağlıyor.
Cihangir i Taksim'den büyük
oteller ve binalar ayırıyor.
II. Mehmet’in İstanbul’u fethe karar verdiğinde buralar
bağdır. Gemilerini stadyumun arkasından, belki de şimdiki Hilton Oteli ile
Divan Oteli'nin arasından, bağların içinden geçiriyor ve Kasım Paşa deresinden
Haliç'e indiriyor.
II. Mehmet’in yolunu
izlemeyi düşünüyorum.
İstanbul’un fethine
Taksim'den başlamak gerektiğini düşünüyorum.
YIKIM, TAKSİM'DEN
BAŞLAMALIDIR.
Taksim, dünyanın en büyük
tepesi, en büyük meydanı yapılmalıdır.
Bir çırpıda Su Deposu ile
Atatürk Kültür Merkezi’ni yıkmalıyız.
Yıkmadan önce bu iki
binadan, Su Deposu ile Atatürk Kültür Merkezi’nden hangisinin daha çirkin
olduğu konusunda bir yarışma açmalıyız. Bir kez içini de gördüm, Atatürk Kültür
Merkezi kadar çirkin bir opera binası düşünemiyorum, içi mi dışından ve dışı mı
içinden daha çirkin olduğuna karar veremiyorum. "Sanatçı Deposu” olarak
inşa edildiğini sanıyorum.
Bu taş yığınları bu oteller
hemen yıkılmalıdır.
The Marmara, Sürmeli Park,
yanındaki binalar hemen yerle bir edilmelidir. Sıraselviler'deki kiliselere
kadar taş üstünde taş bırakılmamalıdır. Ortaya dünyanın bir besin harikası olan
mantar gibi düm düz bir tepe çıkmalıdır. Trafik tepenin altından verilmelidir.
Bu dünyanın en büyük
tepesinde bu her yürüyenin denizi gördüğü yerde, bu dünyanın en büyük miting
alanında bir tek Sheraton kalmalıdır. Sheraton, devrimini yapamamış ülkelerden
gelen gençler için konuk evi olarak kullanılmalıdır.
İstanbul bize layıktır: Biz
yıkmalıyız.
Kaynak:
Yalçın KÜÇÜK, Emperyalist
Türkiye, Temmuz-1992,Ankara, s.254-257
[1] CharJes
Chaplin, Hayatımın Hikâyesi, Afa Yayınları, Fatoş dilber Çevirisi, İstanbul
1991, s. 186.
[2]Charles
Chaplin, My Auto Biography, N.Y., 1964, s.186
[3] Hiç bir
alanda bir kimse önceki varlık biçimini reddetmeden ilerleme kaydedemez. Ahlâk
diline çevrildiğinde “red ve inkâr” demektir. (K. Marx Engels. Collected Works.
Vol. VI. s. 317)
[4] Milan
Kundera 1 Nisan 1929'da Çekoslovakya'nın Brünn şehrinde doğdu. 15 kitap yazmış,
sayısız ödül almış, yazarlık mesleği yanında uzun yıllar müzik ve sinemayla
profesyonel olarak uğraşmıştır. Çek asıllı Fransız yazar yaşamını Paris'te,
eşiyle birlikte sürdürmektedir.
[5]
“ Bütün inançların inanç erlerine bakın! En çok kimden nefret ediyorlar? Kendi
değer levhalarını parçalayandan, bozandan, yasa bozandan: — oysa o,
yaratıcıdır.” “Yoldaşlar arar yaratıcı, cesetler değil ve sürüler ve inançlar
değil. Yaratma arkadaşları arar yaratıcı, yeni levhalara yeni değerler
kazıyanları”.F. Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt. İstanbul, 1984, s. 29.
[6]
“İnsanlık, bugün inanıldığı gibi, daha İyiye ya da daha güçlüye ya da daha
yükseğe doğru bir ilerleme göstermemektedir. 'İlerleme’, modern bir düşüncedir
yalnızca, yani, yanlış bir düşünce?” F.Nietzsche, Deccal, İstanbul, 1986, s.
13.
[7]
«Tutarlı olmak bir filozofun en büyük yükümlülüğüdür. oysa buna çok ender
rastlanır.İ. Kant. Pratik Aklın Eleştirisi, 1788-1980, Ankara, s. 27.
“Ne Nietzsche ne de
Kierkegaard sistematik filozof idi”. Britiş bakış açısından, ekzlstansiyalizmin
kendisi, çeşitli biçimleriyle, felsefe karşıtıdır”.
«From a British point of view, exlstantialism itself,
in many or its iorrns, is anti-philosophical”. .J. Passmore, A Hundred Years oj
Philosophy. Pelican, 1970. s. 467.
[8]
Parmanides, doğa filozoflarından sayılmakla birlikte, Antik Yunan felsefesinde
rasyonalizm geleneğinin ilk filozoflarından biridir. M.Ö.600 ile M.Ö.500'lerde
yaşadığı ve yalnızca düşünür olarak değil yasakoyucu ve devlet adamı olarak da
rol oynadığı sanılmaktadır.Parmenides'e göre, evrende değişen hiçbir şey
yoktur. Gerçeklik, yani Varlık, mutlak anlamda Bir'dir, kalıcıdır, süreklidir,
yaratılmamıştır, yok edilemez; o ezeli ve ebedidir; onda hareket ve değişme
yoktur.
[9] Totalitarizm
kelimesinin, ona olumlu bir anlam yükleyen Mussolini tarafından icat
edildiği sanılmaktadır. Mussolini, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra etkili olan
merkezi otoriteye karşı yıkıcı güçler yüzünden savunmasız kalmış bir ulusun
birliğini ve ulus aracılığıyla da devlette cisimleşen tarihi bir topluluk
kimliğini hedefliyordu. Faşizm, devletin birey üzerindeki üstünlüğünü ve bu
devletin gücünün sınırsız biçimde yayılmasını öngörür.
[10]Dorian
Gray'in Portresi, Oscar Wilde'ın yayınlanmış tek romanıdır. Nisan 1891'de
yayımlanmıştır.
Romanın kahramanı Dorian
Gray çok yakışıklı genç bir adamdır. Dorian'ın hayranı olan ressam Basil
Hallward, onun güzelliğinden çok etkilenir ve sanatında yeni bir akım
oluşturduğuna inanır. Basil'in evinin bahçesinde, Dorian Basil'in arkadaşı Lord
Henry Wotton ile tanışır ve onun dünya görüşünden adeta büyülenir. Lord Henry,
hayatta en önemli değerlerin zevk ve güzellik olduğunu düşünür ve Hazcılık
üzerine kurulu bu düşüncelerini Dorian'a anlatır. Dorian bunun üstüne
güzelliğini bir gün yitireceğini fark eder ve ağlayarak onun yerine Basil'in
çizdiği resminin yaşlanmasını ne kadar çok istediğini dile getirir. Dorian'ın
bu dileği gerçekleşir. Portresi işlediği her günahın izini taşımak üzere
işaretlenir ve bu günahların her biri portresinde kusur veya yaşlanma belirtisi
olarak yer alır. Dorian sansasyonlarla dolu bir hayat yaşar ama bir türlü
yaşlanmaz. Kitapta ayrıca eşcinsel öğelere yer verilmiştir ve bu konuda büyük
eleştiriler almıştır ancak döneme bakıldığında bu konuda bir devrim yapıldığını
söylemek zor olmaz çünkü bu konuda yalın bir dil kullanılmıştır ve gayet
açıktır. Ancak bu popularitesini daha da arttırmıştır ki yazarın klasik olarak
sayılan tek romanıdır. Kitap, gotik korku fantezi türünde olup, Faust
Efsanesi'ni andıran öğeler içermektedir. Faust daha çok bilmek adına ruhunu
şeytana satarken, Dorian haz ve ölümsüz güzellik için şeytana ruhunu satar.
Çok düşündürücü yönleri vardır. Kalan dış güzelliği
yanında iç dünyasının çirkinleşmesi bir resimde canlandırılır. Karakter şunu
ifade etmiştir. "Keyif ise her şeyi tattım. Mutluluk ise asla."
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar